-
27th Mayıs 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İslam’ın İlk Dönemlerinde Hadisleri Reddedenler Var mıydı?

HADİSİN TEŞRİİ DEĞERİ ÜZERİNDE TARTIŞMALAR

Hz.Peygamber’in sünnetinin teşrî değeri üzerindeki tartışmaların tarihi kökenlerini ilk devirlerde görmek mümkündür. Daha H. II. asırdan itibaren bazı grupların Hz.Peygamber’in vahiy alması dışındaki söz, fiil ve davranışlarının değeri konusundaki tartışmaları dikkat çekicidir. Fakat o dönemde böyle bir bakış açısının yaygın/popüler olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Zira, son derece marjinal olan bu görüşler etkili olamamış, bir uç görüş olarak tarihteki yerini almıştır. Bu dönemde hadisin değeriyle ilgili yapılan tartışmalar konusunda elimizde tarihi döküman olarak İmam eş-Şafiî (204/819)’nin el-Umm adlı eserinin “Cimau’l-İlim” bölümü ve bazı rivayetler bulunmaktadır. İmam eş-Şafiî, mezkur eserde bazı gruplarla yaptığı tartışmaları anlatırken “Haberleri külliyen reddeden taifenin görüşleri babı” adı altında iki gruptan söz etmektedir. O, Hz.Peygamber’den gelen haberi kabul etmenin farz ve vacip olduğu, bu farziyetin hem kendisinden öncekiler hem de sonrakiler için ihtilaf konusu olmadığını ifade etmekte ve bir fırka dışında bu görüşlere muhalif olan kimse bulunmadığını zikretmektedir.

“Allah Kur’an hakkında “her şeyi beyan edicidir” buyurmaktadır. Allah’ın farz kıldığı bir şey hakkında senin ve bir başkasının bir defa bu farz âmmdır, bir defa bu hâstır, bir defasında ondaki emir farzdır, bir başka defasında ondaki emir delalettir demesi nasıl caiz olur? Şimdi önünde bir, iki yahut üç hadis var; bir adamdan rivayet ediyorsun, o da bir başkasından, o da bir başkasından, böylece isnadı Hz.Peygamber’e kadar ulaşıyor. Bununla beraber sen ve senin mezhebinde olanlar, karşılaştığınız, hatta sıdk ve hafıza yönünden öne çıkardığınız kimselerden hiçbirini galattan, unutkanlıktan ve hatadan tebriye etmiyorsunuz ve hatta görüyorum ki, birçok kimseler hakkında, “falan şu hadiste, falan da bu hadiste hata etti” diyorsunuz. Yine görüyorum ki, birisi, kendisiyle helal ve haram kıldığınız ilm-i hassa’dan (haber-i vahid) bir hadis hakkında “Hz.Peygamber bunu söylemedi”; yahut siz, onu size rivayet edene ‘hataya düştünüz’; veyahut siz, onu size rivayet edene ‘yalan söylediniz’ dese, onu tövbeye davet etmiyorsunuz. Ona “bu söylediğin ne kadar kötü bir söz” demekten öte bir şey söylemiyorsunuz. Şimdi soruyorum: Kur’an ahkamıyla, vasıflarını belirlediğiniz bu kimselerin haberi arasında bir ayırım yapmamak caiz midir? Siz böyle kimselerin haberlerini Allah’ın kitabı yerine koyuyorsunuz. Onunla emrediyor, onunla nehyediyorsunuz.”

eş-Şafiî ile hadislerin değerini tartışan bu şahıs ve onun temsil ettiği fırka, ravileri yalan, nisyan ve hata ile mâlûl olması gerekçesiyle bu türden kişilerin haberlerini kabul etmemekte ve Kur’an ayetleriyle söz konusu kimselerin haberleri arasında ayırım yapılması gerektiğini ifade etmektedir. Bu tür haberlerle Kur’an ayetlerinin âmm ve hâs şeklinde tahsis ve umumileştirmenin caiz olmadığını da eklemektedir.

eş-Şafiî “Haberleri külliyen reddeden taifenin görüşleri babı” içerisinde hadisler konusunda görüş beyan eden diğer bir fırkanın fikirlerini de serdetmektedir. Ona göre bu fırka, Kur’anî bir temeli bulunan hadisleri kabul edip bunun dışındaki hadislerin kabul edilmemesi gerektiğini ileri sürmektedir. Yani onlar Kur’anî bir temeli olup Allah’ın kitabını beyan eden haberleri kabul etmektedirler.[3] eş-Şafiî hadisleri külliyen reddeden fırkaların kimler oldukları konusunda hiçbir tasrih yapmamış olduğu halde bunların kimlikleri konusunda tarihî süreç içerisinde pek çok spekülasyonlar yapılmıştır. Araştırmasında bu tartışmalara yer veren Hansu, bazı araştırmacıların, hadisleri reddeden bu kişinin Mu’tezile’den olduğunu, dolayısıyla bu mezhep mensuplarının hadisleri külliyen kabul etmediğini ileri sürdüklerini, fakat bu görüşün gerçekleri yansıtmadığını ifade etmekte ve Mutezile’nin külliyen hadisleri reddetme gibi bir tavırlarının olmadığı kanaatini ortaya koymaktadır. Söz konusu bu araştırmasında Hansu, hadisleri toptan reddeden fırkaların bazı Haricî fırkaları olma ihtimalini şu şekilde müdellel hale getirmektedir:

“Kanaatimize göre, haberlerin tamamını reddedenler, bazı Hâricî gruplarıdır. Zira eş-Şâfiî’nin sözünü ettiği grubun görüşlerinin, el-Belhî’nin el-Makâlât’ında zikredilen bazı Hâricî gruplarının, hadis ve sünnetle ilgili şu fikirlerine benzer olduğunu görüyoruz:

“Dırâr b. Amr (200/915)’ın anlattığına göre Ezârika·ve Beziğiyye· fırkaları dînî bilginin sadece Kur’an’dan alınabileceğini iddia etmiştir. Onlar icma ve haberlerin tamamını inkâr ettiler.”[4] “Hâricîler, Rasûlullah’tan bize hükümleri nakleden seleften teberri ederler… sadece kendi seleflerinin nakil ve hükümlerini kabul ederler, onların dışındakilerini ise tekfir ederler…Bazıları naklin tamamını reddedip Kur’an dışında bir bilgi kaynağı kabul etmeyiz derler…. Bunlar rivayetleri kabul etmezler, onları araştırıp öğrenmek istemezler.”[5] “Haricîlerin çoğu kıyas ve ictihadı kabul etmezler, sadece Kur’an’ın zahiri ile Hz.Peygamber’in Kur’an’ın icmali konularında yaptığı ve ümmet tarafından icma edilmiş açıklamalarıyla amel ederler. en-Necedât· ise ictihad yapmayı kabul eder ve onu mubah sayar.”[6]“…Hâricîler ictihad ehli olmadıkları gibi onun asıllarından bir asıl ve kaidelerinden bir kaide olan Rasûlullah’tan nakledilen haber ve sünnetleri kabul etmeyerek icmaya muhalefet ederler.”[7]

Öte yandan bunların, eş-Şâfiî’ye “sen bir Arapsın…” diye söze başlamaları[8], Hâricîlerin en büyük fırkası olan Ezârika’nın Kur’an’da geçmediği için recmi kabul etmemesi,[9] Şâfiînin sözünü ettiği, haberlerin tamamını reddedenlerin bazı Hâricîler olduğunu gösteren önemli işaretlerdir. er-Râzî’nin, onların hadis kabul etmeme gerekçelerine yer verdiği el-Mahsûl adlı eserinde bakıldığında, Hâricîlerin hadislerin tamamını reddettikleri gibi, sahabenin çoğunu da fasıklıkla itham ettikleri görülür. er-Râzî’nin aktardığına göre Hâricîler hadisi kabul etmemek için özetle şu gerekçeleri ileri sürmüşlerdir: Hz.Peygamber bir gün kendi hadislerini yazan bir gruba rastlayınca onları Kur’an dışında bir şeyle uğraşmamaları konusunda uyarmıştır. Bu nedenle sünnetle tespit edilmiş olan recm, mest üzerine mesh, hala veya teyzenin aynı nikah altında birleştirilmesi, imametin Kureyş’e tahsisi, süt kardeşliğinin haramlığı gibi hükümler Kur’an’a aykırı olup reddedilmelidir. Ayrıca hadislerin Hz.Peygamber konuşurken yazılmadığı bir gerçektir. Aradan uzun bir süre geçtikten sonra, onun sözlerinin aynen yazılması mümkün değildir. Dolayısıyla hadis diye rivayet edilen sözler Hz.Peygamber’e ait değildir. Sahabe, iç karışıklıklar ve savaşlar dolayısıyla günah işlemiş, ayrıca birbirlerini fasıklıkla itham etmişlerdir. En ufak bir kusurdan dolayı ravileri cerh eden hadisçiler, bu kadar hata etmiş olan sahabeyi, cerh işleminin dışında tutmakla çelişkiye düşmüşlerdir. Bu nedenle hadisçilerin sözlerine güvenilmez. [10]

Görüldüğü gibi Haricîlerin en azından bazı grupları, sünneti kabul etmemektedir. Dolayısıyla eş-Şâfiî’nin sözünü ettiği haberlerin tamamını reddeden grubun Mu’tezile değil, Haricîler olması daha güçlü bir ihtimaldir.”[11]

eş-Şafiî’nin eserinde zikrettiği tartışma konularından biri de haber-i hassanın (haber-i vahid) değeri meselesidir. Yine o, el-Umm adlı eserinin “Cimâu’l-ilim” bölümünde “haber-i hassayı reddeden kimselerin görüşleri babı” adı altında ahad yolla gelen hadisleri reddeden bir grupla yapmış olduğu tartışmayı nakletmektedir. eş-Şafiî onların bu konudaki görüşlerini şöyle özetlemektedir:

“Her hakim ve muftî ancak ihâta (kesin bilgi) ile hüküm verebilir. İhata ise zahirde ve batında hak olan ve Allah’tan olduğuna kendisiyle şahitlik edilebilen ilim (bilgi)dir. Bu ilim de kitap, üzerinde icmâ edilmiş sünnet ve insanların üzerinde icmâ edip ihtilaf etmedikleri şeydir. Bu durumda hüküm hep birdir ve bunu kabul etmemiz gerekir. Örneğin öğle namazı dört rekattır. Bu konuda münakaşa yoktur.”[12]

Bir başka deyişle onlar Müslümanların üzerinde topluca ittifak ettikleri, haklarında şüphe ve tereddüt bulunmayan hadisleri kabul etmekte, tek kanalla gelip rivayet edilen hadisleri, ravileri adalet ve zabt açısından mükemmel olsalar bile hata, unutkanlık ve galata düşmekten hâli olmadıkları gerekçesiyle reddetmektedirler. Yani onlar için âhad haberler mu’teber olmayıp, nesiller boyu Müslümanların ittifakla naklettikleri (tevatür derecesindeki) haberler bir değer ifade etmektedir. Peki eş-Şafiî’nin haber-i vâhid’in değeri ile ilgili kendileriyle tartıştığı bu grup kimler olabilir? Hansu’nun yaptığı tespite göre büyük ihtimalle eş-Şâfiî ile tartışan kelâmcılar, Mu’tezile’nin içindeki bir gruptur. Nitekim eş-Şâfiî’nin el-Umm’daki şu ifadesinden de bunların Mu’tezile’den olduğu anlaşılmaktadır: “Öğrencisi er-Rabi’,[13] eş-Şâfiî’ye, ‘bazı gerekçelerden dolayı hadislerin bir kısmını terketmek isteyen kişinin Basralı olduğunu söylediniz’ diye sorunca, eş-Şâfiî de ‘evet dediğim gibidir’ diye cevap verir.”[14] Hadislerin değerini tartışmaya açan bu kişilerin eş-Şafiî’nin (204/819) tasrihine bakılırsa Basra şehrine mensup oldukları anlaşılmaktadır. Basra kurulduğu günden itibaren hep problemli olmuş, siyasî ayaklanmalara merkez teşkil etmiş, kelâmî ekollere odaklık etmiş ve hepsinden önemlisi rivayetlere septik anlayışla bakan Mu’tezile mezhebine yuvalık etmiş bir merkezdir.[15]

Hansu, araştırmasında Mu’tezile’den bir grubun haber-i vahidi kabul etmediklerine dair yine Mu’tezilî olan el-Belhî’nin eserinden alıntı yapmakta ve bu alıntıdaki düşüncelerin eş-Şafiî’nin tartıştığı grubun düşüncesiyle örtüştüğünü belirtmektedir. el-Belhî (199/814) şöyle der: “Mu’tezile’den bir topluluk, hüküm çıkarmada kıyas ve ictihadı reddederek sadece Kur’an ve üzerinde icmâ edilmiş sünnetle amel edilmesi gerektiğini savundular. Kur’an ve sünnette hükmü bulunmayan herhangi bir hâdiseyle karşılaşıldığında, o konuda çekimser davranmak, hüküm vermeyi terkedip, aslı üzere bırakmak gerektiğini savunmuşlardır. Bunlar ayrıca haber-i vâhidle hüküm vermeyi ve onunla amel etmeyi kabul etmedikleri gibi, Hz.Peygamber’den gelen naklî icmâ dışında, kıyas ve ictihada dayanan icmâyı da hüccet olarak kabul etmemişlerdir.”[16]

Görüldüğü gibi, Mu’tezile içerisinde haber-i vâhidle amel etmek için değişik şartlar ileri sürülmüş olmakla birlikte, onunla amel etmeyi reddedenlerin sadece Mu’tezile’den bu grup olduğu anlaşılmaktadır.[17]

eş-Şafiî’nin ortaya koymuş olduğu bu tablo, o dönemde Hz.Peygamber’e isnat edilen rivayetlerin mahiyeti konusunda çok ciddi tartışmaların olduğunu göstermektedir. Onun yapmış olduğu bu tartışmalardan ve bazı kaynaklardan anlaşıldığına göre güçlü bir ihtimalle Haricîlerin bazı kollarının hadisleri tümüyle, Mu’tezile’den bir grubun da haber-i vâhidi reddettikleri anlaşılmaktadır. Her ne kadar eş-Şafiî bu grupların propagandasını yapmamak adına isimlerini zikretmeye değer bulmasa da, onlarla çok ciddi tartışmalar yapmış ve bu tartışmaları kitabına alıp onlara cevaplar vererek meselenin kendi açısından önemine dikkat çekmiştir. Burada vurgulanması gereken husus şudur: Onlar râvîlerindeki yalan, hata ve unutma vasıflarından hâli olmadıkları gerekçesiyle hadislerin teşriî değerini tartışmaya açmaktadırlar. Bizatihi Hz.Peygamber’in otoritesini tartışmaya açmamışlardır. Kuvvetli bir ihtimalle onun otoritesine güvenleri tamdır. Ancak onların tartışmaya açtıkları şey, raviler kanalıyla gelen hadislerin sıhhati problemidir. Ravilerin yalan, nisyan ve hatayla ma’lûl olmaları nedeniyle onlardan gelecek rivayetleri tartışmaya açmak ve onların güvenilirlikleri hususunda tereddüt izhar etmektir. Bu bakış açısıyla Haricilerin bir kısmı hadisleri tümüyle reddederken, Mu’tezile’den bir grup da haberi âhadı reddetmektedirler.[18] Hz.Peygamber’in sünnetinin teşriî değerini inkar düşüncesinin izlerini, H. III. asır hadis mecmualarında yer alan rivayetlerde de görmek mümkündür. Gerek eş-Şafiî öncesi yapılan tartışmaların, gerekse eş-Şafiî’nin yaşadığı H.II. asırda bahsettiği tartışmaların rivayetlere yansıdığı ve bunlara hadis müdafileri olan hadisçiler tarafından H. III. asırda oluşturulan hadis mecmualarında yer verildiği görülmektedir. Bu hadislerdeki ana tema güçlü bir otoriteye sahip olan Hz.Peygamber’in dilinden hadis inkarcılarına cevap vermektir. “Erîke” hadisi diye meşhur olan rivayeti örnek olarak zikredebiliriz: Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bilin ki bana Kur’an ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş olan bazı kimselerin “Sadece bu Kur’an’a sarılın; Kur’an’ın helal dediğini helal, haram dediğini haram kabul edin,” diyeceği günler yakındır. Bilin ki Allah Rasulünün haram kıldıkları da Allah’ın haram kıldıkları gibidir.” [19]Mikdam b. Ma’dikerib’in rivayetinde ise hadisin söyleniş nedeni de anlaşılmaktadır: “Sizlerden birinin koltuğuna kurulup da benim hadislerimden birini okuduktan sonra: Benimle sizin aranızda Allah’ın kitabı esastır. Sadece Kur’an’da helal olanları helal, haram olanları haram kabul ederiz,” diyeceği günler yakındır. Bilin ki Allah Rasulünün haram kıldıkları da Allah’ın haram kıldıkları gibidir.”[20]Bir başka rivayette ise Tabiînin büyüklerinden Mutarrif b. Abdillah eş-Şıhhîr’e (87/705) birisi: “Bize Kur’an’dan başka bir şeyden bahsetme !” deyince o da “Allah biliyor ki biz, Kur’an’ın yerine geçecek başka bir şey istemiyoruz. Biz, Kur’an’ı bizden iyi bilenin peşindeyiz”[21] demiştir. eş-Şıhhîr’e yapılan bu itiraz, o dönemdeki Kur’an’la yetinme düşüncesinin ne derece radikal bir söylem haline geldiğini göstermektedir. Sahabî İmran b. Husayn (52/670)), muhtemelen hadisleri bırakıp sadece Kur’an’la yetinmek isteyen bir adama “Sen ahmağın birisin. Allah’ın kitabında öğle namazının dört rekat olduğunu ve kıraatın cehrî olmadığını bulabiliyor musun? Sonra o, namaz, zekat ve benzerlerini saydı ve o şahsa “Allah’ın kitabında bunların tafsilatını bulabiliyor musun? Allah’ın kitabı bu konularda müphemdir. Sünnet ise bunları açıklar” demiştir.[22] Bu rivayetlerden o dönemde sadece Kur’an’la yetinme ve sünnete önem vermeme eğiliminin izlerini görmek mümkündür. Verdiğimiz bu misaller, her ne kadar münferit bir hareket olarak kabul edilse bile Kur’an’la yetinme ve sünneti/hadisleri kabul etmeme eğiliminde olan bazı fırka mensubu grubu teşkil eden kişiler olduğu anlaşılmaktadır. Söz konusu bu anlayışların hadislere yansıması, olayın ciddiyetini göstermesi bakımından önemlidir. Öyle ki rivayetlerdeki bilgilerden namazın rekatları, kıraatın cehri olup olmadığı ve zekat vb. konularla ilgili nesilden nesile aktarılan ve yaşayan uygulamalarda sünnetin kaynak olarak kabul edilmediği anlaşılmaktadır. Sahabî İmran b. Husayn’ın tepkisi de Kur’an’la yetinme ve sünneti devre dışı bırakma düşüncesine yöneliktir. Rivayetlere yansıyan bu tartışmaların Hz.Peygamber döneminde olmadığı açıktır. Dolayısıyla bu tür rivayetlerin, İslam toplumundaki itikadî, siyasî, sosyal ve kültürel gelişmeler dikkate alındığında, h I. yüzyılın ikinci yarısından sonra Kur’an’a yapılan aşırı vurgular neticesinde ortaya çıkmış olması ve bu konudaki tartışmaların h. II. asırda daha da yoğunlaşmasıyla yaygınlık kazanmış olması mümkün görünmektedir.[23] Zira yukarıda zikrettiğimiz bu rivayetler, Kur’an lehine bütün sünnetin reddini öngörüp[24] Hz.Peygamber’in görevini sadece Kur’an nakliyle sınırlı tutmak suretiyle normal sıradan bir beşer konumuna sokmaktadır. Gerek eş-Şafiî’nin tartıştığı kişi ve gruplar, gerekse rivayetlerde sahabe ve tabiînin bazı kimselerle birebir yapmış oldukları tartışmalar, Hz.Peygamber’in görevini sadece vahyi nakletmekle sınırlı tutarak onu sıradan bir beşer kılma düşüncesinin daha İslâm’ın ilk dönemlerinde (h.II.asır) var olduğunu göstermektedir. Rivayetlerde hadislerin tamamıyla reddini öngören bazı kişi ve gruplar -bir kez daha vurgulayalım- her ne kadar görünüşte Kur’an’la yetinme ve hadislerin reddine yönelik bir eğilim şeklinde gözükse bile bunların sonuç itibariyle ortaya çıkardığı tablo, Hz.Peygamber’in sıradan bir beşer haline getirilmesidir. Onun görevini sadece vahyi nakletmekle sınırlandırmak ve sünneti/hadisi bırakıp sadece Kur’an’la yetinmek, onu sıradan bir beşer statüsüne sokmak demektir. Burada şu hususu da belirtmekte yarar vardır. Burada Kur’an’la yetinme ve sünnetin/hadislerin bir kısmını veya tamamını reddetme düşüncesinin gerek toplumsal bazda gerekse tarihî süreç içerisinde genelleme yaparak yaygın ve çoğunluğun görüşü imiş gibi bir intiba uyandırmak amacı söz konusu değildir. Bunlar zaten son derece marjinal kişi ve gruplardır. Sadece II. hicrî asırda gerek münferit gerekse grup şeklinde bu türden görüşlere sahip kişilerin var olduğunu göstermektir. Ve bir durum tespiti yapmaktır. Yukarıda ortaya koyduğumuz veriler kanaatimizce bu hususu desteklemektedir. (Prof.H.Musa BAĞCI Dicle Ünv. İlahiyat Fakültesi)


[1] eş-Şafiî, el-Umm, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, VII, 460.

[2] Ay.

[3] eş-Şafiî, a.g.e, VII, 463.

· Ezârika: Hâricîlerin sayı ve kuvvet bakımından en güçlü fırkası. Bkz: el-Bağdadî, el-Fark, s. 56.

· Beziğiyye: savunduğu görüşlerle İslam dairesinin dışına çıkmış kabul edilen Hattabiyye fırkasının bir koludur. el-Fark, s. 189.

[4] el-Belhî, el-Makâlât, vr. 119a.

[5] el-Belhî, el-Makâlât, vr. 115a.

· Necde b. Amir’e tabi olan Haricî fırkası. el-Bağdadî, el-Fark, s. 58.

[6] el-Belhî, el-Makâlât, vr. 117a.

[7] el-Belhî, el-Makâlât, vr. 118a.

[8] Haricîlerin koyu Arapçılıkları hakkında bkz. Ebû Zehra,İmam eş-Şâfiî, s. 103.

[9] Ebû Zehra, a.g.e, s. 108.

[10] er-Râzî, el-Mahsûl, IV, 336-350.

[11] Hüseyin Hansu, Mu’tezile’nin Hadis Anlayışı, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 2002, s.306-308.

[12] eş-Şafiî, a.g.e, el-Umm, VII, 467.

[13] Rabî’ b. Suleyman b. Abdilcebbâr el-Muradî el-Muezzin (ö.270/883), eş-Şâfiî’nin arkadaşı ve kitaplarının ravisidir. ez-Zehebî, Tezkiretu’l-huffâz, II, 587.

[14] eş-Şâfiî, el-Umm, Mektebetu’l-Kubrâ, Bulak-Mısır, 1325, VII, 243.

[15] M. Emin Özafşar, “Polemik Türü Rivayetlerin Gerçek Mahiyeti”, İslâmiyat I (1998) sayı 3, s. 32.

[16] Hansu, a.g.t, s. 152 (el-Belhî, age, vr.117b’den naklen).

[17] Hansu, a.g.t, s. 152.

[18] Bu grubun dışındaki Mu’tezilîlerin gerekli şartları taşımaları halinde haber-i vahidi kabul ettikleri belirtilmektedir. Bunun için bkz: Hansu, a.g.t, s. 306.

[19] Ebu Davud, Sunne 6, Hn: 4604-5 (IV, 200); et-Tirmizî, 42, İlim 10, Hn: 2663-4 (V, 37-8); İbn Mace, Mukaddime 2, Hn: 12-3 (I, 6-7); Ahmed b. Hanbel, el-Musned, IV, 131; el-Hakim, el-Mustedrek, Haydarabad, 1334-1342, I, 109; Krş. eş-Şafiî, er-Risale, (Thk: Ahmed Muhammed Şakir), Daru’t-Turas, Kahire, 1979, s. 89.

[20] el-Hâkim en-Nîsaburî, el-Mustedrek ale’s-Sahîhayn, I, 109.

[21] İbn Abdilber, Camiu Beyani’l-İlm, Muessetu’l-Kutubi’s-Sekâfe, Beyrut, 1997, II, 429; eş-Şâtıbî, el-Muvafakât, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, IV, 19.

[22] İbn Abdilber, a.g.e, II, 429; eş-Şatıbî, a.g.e, IV, 19.

[23] Özafşar, a.g.m, s. 29-32; Bu konuyla ilgili değerlendirmeler için bkz: M. Hayri Kırbaşoğlu, İslâm Düşüncesinde Sünnet, Ankara Okulu yay, Ankara, 2000, s. 128-131.

[24] Fazlurrahman, Tarih Boyunca İslâmî Metodoloji Sorunu, (Ankara, 1995) s. 61-2.

Doç. Dr. H. Musa BAĞCI[1]Ona göre bu fırka, hadis ravilerinin hata ve unutkanlıktan salim olmadıkları gerekçesiyle Kur’an ahkamıyla bu tür özelliklerle mâlûl olan hadislerin tefrik edilmesi, böyle kimselerin rivayet ettikleri hadislerin Allah’ın kitabı yerine konmaması ve onlarla helal ve harama hükmedilmemesi gerektiğini savunmaktadırlar. eş-Şafiî hadisleri külliyen reddeden fırkanın görüşlerini ‘ashabının mezhebine mensup ilim ehli bana şöyle dedi’ diyerek şu şekilde özetlemektedir: [2]

http://www.musabagci.tr.gg/%26%23304%3Bslam-h-%26%23305%3Bn-%26%23304%3Blk-D.oe.nemlerinde-Hadisleri-Reddedenler-Var-m%26%23305%3Byd%26%23305%3B-f-.htm

posted in Hadis | 0 Comments

27th Mayıs 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hangi Sünnetler/Hadisler Bağlayıcıdır?

SÜNNET VE HADİSİN BAĞLAYICILIĞI SORUNU

Tarihî süreç içerisinde Hz.Peygamber’in sünnetinin bağlayıcılığı konusunda farklı yaklaşımlar olmuştur. Hz.Peygamber’in sünnetinin tamamının mı yoksa bazılarının mı mutlaka uyulması gerekli olduğu konusunda alimler arasında ihtilaf söz konusudur. İlk asırlardan beri İslâm alimlerinin sünneti bağlayıcılık açısından bir sınıflandırmaya tabi tuttukları görülmektedir. Örneğin, İbn Kuteybe (276/889) bağlayıcılık açısından sünneti üç bölüme ayırmış, ilk iki bölümde bağlayıcı olan sünnete örnekler verdikten sonra üçüncü bölümdeki sünnetlerin bağlayıcılık özelliğini taşımadığını, dolayısıyla terk edenin günaha girmesinin söz konusu olmadığını ifade etmiştir. O şöyle der: Bu tür sünnet bize edep maksadıyla sünnet kıldığı şeydir. Eğer bu sünneti işlersek, bundan dolayı sevap kazanmış oluruz, yok eğer terk ederesek bize herhangi bir günah yoktur.[1] Yine o, Hz.Peygamber’in bütün yaptıklarını aynen taklit etmenin zorunlu olmadığını, dolayısıyla bir takım hususlarda Rasulullah’a uymak gerekmediğini de vurgulamıştır. Ona göre sünnet, yiyecek ve içecek şeylerde değil, ancak dini hususlarda söz konusudur. Eğer bir adam ömrü boyunca Hz.Peygamber yediği halde karpuzu hurma ile yemese, veya peygamber kabak sevdiği halde kabak yemese bu adam için sünneti terk etti denemez.[2]

XVIII. yüzyılın ünlü alimlerinden Şah Veliyyullah Dehlevî (1176/1762) meşhur eserinde Hz.Peygamber’in davranışlarını iki başlık altında toplamıştır. Bunlarda ilki Risaletin tebliği kategorisini oluşturan hadislerdir. Bunlar genel olarak bağlayıcı niteliktedir. İkinci kategoriye giren hadisler ise böyle değildir. Bunlar Hz.Peygamber’in beşer olarak ortaya koyduğu hususlar ile şahsî tecrübelerinden adet ve örften kaynaklanan ve dini bir amaç gütmeksizin yaptığı işlerden meydana gelmektedir. Bunlar bütün ümmeti bağlamaksızın, sadece o günün şartları gereği özel bir durum karşısında ortaya koyduğu çözümleri içermektedir.[3]

Sünneti bağlayıcılık açısından detaylı bir tasnife tabi tutan çağdaş yazarlardan Muhammed b. Tahir b. Aşur’dur. O, Hz.Peygamber’in sünnetini on iki kategoride mutalaa etmiştir. Şimdi bunları sırasıyla görelim.

1) Yasama (Teşrî)

Hz.Peygamber’in sünnetinin büyük bir çoğunluğu bu kısma dahildir. Çünkü Hz.Peygamber’in amacı insanlara uymaları gereken ahkamı (hükümleri) bildirmektir. Hz.Peygamber’in “Haccın nasıl yapılacağını benden öğrenin”, “Namazı ben nasıl kılıyorsam öyle kılın” sözleri bu kısma giren sünnetlerdir. Ahkam konusunda Hz.Peygamber’e uymak zorunludur.

2) Fetva (el-Fetvâ)

Dini konularda kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplar bu kısma dahildir. Örneğin, Veda haccında gelip kurban kesmeden traş olduğunu veya şeytan taşlamadan kurban kestiğini söyleyenlere böyle yapmalarının hacca zarar vermeyeceğini söylemesi bu kısma örnek verilebilir. Hz.Peygamber’in verdiği fetvalar bağlayıcıdır.

3) Yargı (el-Kadâ)

İhtilaflı bir konuyla ilgili olarak iki hasım taraf arasında verdiği hükümler bu kısma girer. Habibe binti Sehl’in kocasından ayrılmak istemesi üzerine Hz.Peygamber’in, onun kocasından aldığı bahçeyi geri vermesi şartıyla ayrılmalarına hükmetmesi bu kısma örnektir.

Bu üç kategori de aslında yasama niteliğindedir. Zira yargı da fetva da teşrî hükümlerin uygulamasından ibarettir.

4) Devlet Başkanlığı (el-İmâra)

Hz.Peygamber’in bir devlet başkanı olarak yaptığı davranışlar bu kısmı oluşturur. “Harpte bir düşmanı öldüren, o düşman üzerindeki silah, mal ve techizatı alma hakkına sahip olur,”sözünü Hz.Peygamber devlet başkanı olarak söylediğinden, öldürülen düşmanın üzerindekini almak ancak devlet başkanı izin verdiği takdirde mümkündür. Devlet başkanı izin vermezse kimse düşmanın üzerindeki eşyayı alması caiz olmaz.

5) İyiye Güzele Teşvik (el-Hedy)

Bu bölümde Hz.Peygamber’e ait davranışlar mutlaka yerine getirilmesi zorunlu olmayıp, bunlar iyi ve güzele teşvik amacını taşımaktadır. Örneğin, Hz.Peygamber’in Ebu Zer’e söylediği “Köleleriniz Allah’ın sizin emrinize verdiği birer nimettir. Her kimin hizmetinde bulunan bir kardeşi varsa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin” sözü en iyiye teşvik amacıyla söylenmiştir. Yoksa efendilerin kölelerine yediklerinin ve giydiklerin aynısından yedirip giydirmesi zorunlu değildir. Zorunlu olan kölenin (hizmetçi, işçi) insanca yaşanabilecek düzeyde gıda ve giyim ihtiyacının karşılanmasıdır.

 

6) Arabuluculuk (es-Sulh)

Bu yargıdan farklıdır. Burada yer alan hükümler sadece iki tarafı anlaştırmak amacıyla ve iki tarafın rızasına dayalı olmak şartıyla ortaya konan çözümleri içerir. Örneğin, Ka’b b. Malik, Abdullah b. Hadred’den alacağını istediği ve bu konuda tartıştıkları zaman, tartışmayı sona erdirmek için Hz.Pygamber’in Ka’b’a alacağının yarısından vazgeçmesini tavsiye etmesi bu kıma bir örnektir. Hz.Peygamber’in bu çözümüne bakarak bundan “alacaklı olan herkes borcunun yarısından vazgeçmek zorundadır” şeklinde genel bir hüküm çıkarmak mümkün değildir.

7) Fikir Danışanlara Yol Göstermesi (el-İşaratu ale’l-musteşîr)

Bunu bir örnekle açıklayalım. Hz.Ömer Allah rızası için cihatta kullanılmak üzere bir atı birine verir. Daha sonra at sakatlanır ve cihada elverişsiz hale geldiği için, adam atı satmak ister. Hz.Ömer adamın bu atı ucuza satacağını düşünerek satın almak ister. Bu hususta Hz.Peygamber’e danışır. Hz.Peygamber ise, “bir dirheme bile verse atı satın alma, zira sadakasından cayan, kusmuğunu yiyen köpek gibdir,” buyurur. Burada Hz.Peygamber’in bu alış-verişi yasaklaması haram olduğundan dolayı değil, hoş bir davranış olmamasındandır. Nitekim fakihler de bu tür alış-verişlerin geçerli olacağını kabul etmişlerdir.

8) Nasihat (en-Nasîha)

Fatıma bnt. Kays, Muaviye b. Ebî Sufyan ile Ebu Cehm’in kendisiyle evlenmek isteklerini söylediğinde, Hz.Peygamber “Ebu Cehm eli sopalı biridir, Muaviye ise cimri bir adamdır,” diyerek ona, her ikisiyle de evlenmenin uygun olmayacağını söylemiştir. Ancak onun bu sözünden, bu ikisiyle evlenmenin caiz olmadığı anlamı çıkarılamaz. Hz.Peygamber’in bu sözü sadece bir nasihatten ibarettir.

9) İnsanları En Mükemmel Olana Yönlendirme

(Talebu hamli’n-nufûs ale’l-ekmel)

Hz.Peygamber’in emir ve yasaklarının bir çoğu ashabını en mükemmele yönlendirme amacını taşır. Bu tür emir ve yasaklar bilhassa sahabe için emir niteliği taşıdığından, İslâm ümmetinin tamamının bu emir ve yasaklara muhatap olması söz konusu değildir. Zira bu tür emir ve yasaklar farz ya da haram derecesinde kabul edildiğinde ümmetin zor durumda kalması söz konusu olabilir. Örneğin, Berâ b. Azib’in rivayetine göre Hz.Peygamber’in ashabına “Hasta ziyaretini, cenazeyi takip etmeyi, aksırana yerhamukallah demeyi, selamı yaymayı, davete icabet etmeyi,” emretmesi bu kısma dahildir. Buradaki emirler farz niteliğinde kabul edilirse Müslümanları zora sokmak olur. Bu yüzden İslâm bilginleri de bu emirlerin farziyet ifade etmediği hükmünü vermişlerdir. Yine Hz.Peygamber’in “Sizden biriniz komşusunun (inşaat amacıyla) bir kalası sizin duvarınıza koymasına engel olmasın,” sözü de bu anlamdadır. Buradaki emir farz niteliğinde değildir. Dolayısıyla bu hadisten, bir kimsenin komşusuna bu izni vermesinin zorunlu olduğu sonucu çıkarılamaz.

10) Yüce Hakikatleri Telkin (Ta’lîmu’l-hakâiki’l-âliye)

Örneğin, Hz.Peygamber, sadakanın önem ve faziletini anlatmak için Ebu Zer’e “Uhud dağı kadar altınım olsa, üç dinar kalıncaya kadar onu sadaka olarak dağıtırdım,” demiş, Ebu Zer de bu sözü bütün ümmete şamil bir hüküm olarak kabul ettiğinden mal ve parayı biriktirmeyi yasaklamıştır. Hz.Osman da onun bu anlayışını yanlış bulduğundan ona itiraz etmiştir. Gerçekten de bu hadisten Ebu Zer’in istinbat ettiği hüküm çıkarılamaz.

11) Tehdit ve Azarlama (et-Te’dîb)

Hz.Peygamber’in tehdit ve ikaz kastıyla mubalağalı ifadeler içeren sözler söylediğine dair pek çok örnek vardır. Bunların zahiri manalarına bakmak yanlış olur. Örneğin, Peygamberimiz bir hadisinde cemaate gelmeyenlerin evlerini başlarına yakmak isteğini söylemiştir. Bunu gerçek anlamıyla düşünmek yanlış olur. Bu sözün söylenmesindeki amaç, cemaatle namaz kılma konusunda gevşek davranan müslümanları ikaz etmekten ibarettir.

12) Yaratılış İcabı ve Maddi İhtiyaçlar Gereği Olarak Yaptıkları

(et-Tecerrud ani’l-İrşâd)

Bu kısım, Hz.Peygamber’in bir beşer olarak yaptığı işleri, davranışları içerir. Bu davranışlardan amaç ne dini bir hüküm koymak, ne de Müslümanların kendisinin bu davranışlara uymasını istemektir. Nitekim fıkıh usulünde bir kaide olarak, Hz.Peygamber’in insan olarak yaratılış gereği ortaya koyduğu davranışların ümmeti bağlamayacağı kabul edilmiştir.

Yeme-içme tarzı, yediği içtiği yiyeceklerin cinsi, giyim-kuşam tarzı ve cinsi, yolda yürüyüşü, yolculukta hayvana bimesi, veda haccından dönüşünde “el-muhassab” mevkiinde konaklaması, sabah namazından sonra sağ tarafı üzerine uzanarak uyuması, Bedir harbinde İslâm ordusunun mevzilerinin belirlenmesi, hurma aşılama konusundaki tavsiyeleri bu kısma örnektir. Bu konular dini bir özellik taşımadığından ümmetin bu konularda Hz.Peygamber gibi davranması gerekmez.[4]

Hz.Peygamber’in sünnetinin azımsanamayacak bir bölümü teşrî (yasama) amaçlı olup, müslümanları bağlayıcı niteliktedir. Ancak bu, sünnetinin tamamen bağlayıcı olduğu anlamına gelmez. Nitekim verilen örnekler sünnetin tamamının bağlayıcı olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla sünnete uymak, Hz.Peygamber’den gelen her şeyi, hiç bir ayırıma tabi tutmadan ve bağlayıcılık açısından hepsini aynı düzeyde görerek, harfi harfine ve adetâ robot gibi taklit etmek demek değildir. Bu tür bir yaklaşımı ciddi hiç bir İslâm aliminde görmek mümkün değildir. Bu nokta gerçekten önemlidir, zira özellikle günümüzde bir çok Müslüman, bağlaycılık açısından farklılıklar arzeden sünneti hiçbir ayırım yapmaksızın bir bütün olarak bağlayıcı kabul etmekte ve bu anlayıştan hareketle, Hz.Peygamber neyi yapmışsa, onu aynen taklid etmenin sünnet olduğuna inanmaktadır. Tabiatıyla bu tür bir sünnet anlayışı özellikle günlük hayatın çeşitli yönlerinde tezahür etmekte ve “sakal bıakmak, sarık sarmak, şalvar- veya Arapların giydiği elbise sevb- giymek, yerde yemek yemek, elle yemek yemek, yer minderleri kullanmak, camilerdeki halıları kaldırıp toprak zeminde namaz kılmayı teklif etmek v.b hususlar sünnet olarak kabul edilip, bu hususlar üzerinde bilhassa halk kesimlerinde ısrarla durulmaktadır.[5] (Prof.H.Musa BAĞCI Dicle Ünv. İlahiyat Fakültesi)

 


[1] İbn Kuteybe, Hadis Müdafası (Te’vilu Muhtelifi’l-Hadîs), Kayıhan Yay, İst, 1989, s. 308-312.

[2] İbn Kuteybe, a.g.e, s. 121.

[3] Şah Veliyyullah Dehlevî, Huccetu’l-lahi’l-Baliğa, Beyrut, 1990, I, 371-373.

[4] Muhammed b. Tahir b. Aşur, İslâm Hukuk Felsefesi, (Çev: Mehmet Erdoğan), İst, 1988, s. 47-65 ; Hayri Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet, s. 66-69.

[5] M.Hayri Kırbaşoğlu, İslâm Düşüncesinde Sünnet, s. 73.

http://www.musabagci.tr.gg/Hangi-S.ue.nnetler-s-Hadisler-Ba%26%23287%3Blay%26%23305%3Bc%26%23305%3Bd%26%23305%3Br-f-.htm

posted in Hadis | 1 Comment

27th Mayıs 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Peçe İslami Bir Giysi midir?

Adetler ve İbadetler Arasında Peçe Sorunu

Giriş

Peçe sorunu tarihi süreç içerisinde meşruiyeti tartışıla gelen önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Peçe, kadınların sokakta gezerken yüzlerine örttükleri seyrek dokunmuş örtü, nikab; kovandan bal alırken yüze geçirilen ince tel kafes anlamına gelmektedir. Peçe kelimesi İtalyanca “pezzeto”dan alınmıştır. Peçelemek, bir şeyi belli olmaması, seçilmemesi için örterek gizlemek demektir. Günümüzde ülkemizin bazı yörelerinde ve diğer bazı İslâm ülkelerinde özellikle genç kadınların sokakta yabancı erkeklere karşı yüzlerine baş örtülerinden ayrı olarak, yüzü göstermeyen fakat bunu takanın dışarıyı görebileceği bir tül taktıkları görülür. Kimi zaman da baş örtüsünün bir bölümü ile iki göz veya bir gözün dışında kalan yüz kısmı örtülür.[2]

Tarihi süreçte Müslüman ülkelerde görülen peçe gerçekten adet, gelenek ve örften mi kaynaklanmaktadır? Yoksa meşruiyetini Kur’an ve Sahih Sünnetten alan şer’î bir hüküm müdür? Bu durumda konunun iki boyutu söz konusudur. Birisi, eğer peçe (yüz örtüsü) adet ise bunun adet olduğunu gösteren dayanaklarını ortaya koymak gerekir. İkincisi, eğer ibadet ise, bunun Kur’an ve Sahih Sünnetten dayanaklarını belirlemek gerekir. Bizim burada yapmak istediğimiz husus, peçenin meşruiyet temelini teşkil edecek Kur’an ve Sahih Sünnetten bir delilin bulunup bulunmadığını, özellikle Hz.Peygamber döneminde kadınların yüz ve ellerini sosyal yaşantıda ne derece kullandıklarını ve bu konuda herhangi bir engelle karşılaşıp karşılaşmadıkları irdelemeye çalışmaktır. Peçenin daha ziyade dînî boyutu üzerinde durmakla birlikte bir nebze de olsa tarihi uygulamaları tetkik edilerek sosyolojik boyutuna da vurgu yapılacaktır. Bunun için Gerek İslam öncesi dönemde gerekse Müslümanların başka din ve kültürlerle ihtilatı neticesinde hakim olan adet ve geleneklerin etkisiyle çeşitli devirlerde peçenin bazı Müslüman toplumlarda nasıl değişmez norm olarak kabul edildiğini irdelemek zorunludur.

Üzerinde durulması gereken diğer bir husus da adetler ve ibadetler arasında ciddi bir ayırımın yapılması gerektiğidir. Adetler, toplumların nesilden nesile aktardıkları ve her neslin benimsediği ve takip ettiği ve sosyal davranış türleridir. Başka bir deyişle insanların aklın şehadetiyle üzerinde birleştikleri ve tabiatlarının kendiliğinden (doğru) kabul ettiği davranışlardır.[3] Adetler sorgulanmaz, nedeni niçini araştırılmaz ve olduğu gibi alınıp benimsenir ve uygulamaya konulur. Kısacası adetler toplumun yüzyıllar boyu takip ettiği ve miras olarak aldığı ananevî alışkanlıkların tümüdür. İbadet ise Allah katındandır. Şari’ tarafından belirlenir. Nassla sabit hale gelir. Kur’an ve sahih hadislerde varlığına delalet edecek açık bir nassla gerçekleşir. Peçenin bu anlamda tetkikini yapabilmek için öncelikle İslam öncesi dönemdeki uygulama alanını irdelemekte yarar vardır.

 

1. İslam Öncesi Arabistan’da Peçe

İslam öncesinde Araplarda peçenin kullanıldığını gösteren bilgilere rastlamak mümkündür. Tetkik edildiğinde, bu dönemde peçe yerine geçecek çok sayıda kelimenin kullanıldığına şahit olunmaktadır. Kaynaklara bakıldığında bunların Burku’, nikab, lisam, lifam gibi kelimeler olduğu görülecektir. Bunların gerek sözlüklerde gerekse İslam öncesi Arapları anlatan kaynaklarda geçmiş olması, Arapların hem İslam öncesi hem de İslâm’ın yayılması aşamasında kullandıklarını gösteren ipuçları olarak kabul edilebilir. Şimdi bu kelimelerin ne anlama geldiğini ve Araplarda uygulamasının ne olduğunu tespit etmeye çalışalım.

Arap dilinde peçe (yüz örtüsü) ile ilgili terimler görülmektedir. “el-Burku”: Berkaa’ fiil kökünden gelmekte olup “berkaa’ el-mer’e” demek, peçe bürgü giydirmek, kadın peçe veya bürgü ile yüzünü örtmek anlamına gelmektedir. “el-Burku” ise, kadının yüzünü örttüğü siyah örtü, peçe, bürgü anlamındadır. Çoğulu “berâkî”dir. İbn Manzur Arap kadınlarının taktığı bir peçe olduğunu ve göz için iki deliğinin bulunduğunu belirtmektedir. Tevbe b. el-Humeyyir (85/704) bir beytinde şöyle der:

Leylanın yanına geldiğim zaman peçe takmıştı (teberkaat).

Sabah peçesini açması (süfür) beni şüpheye düşürdü.[4]

Nikâb: Kadının burun yumuşağına kadar uzayan ve yüzünü örten bir örtü, peçe (kına’) çoğulu, Nukûb’dur.[5] İbn Manzur eserinde “nikab”ı burun yumuşağına kadar örtülen bir örtü olarak tanımlamaktadır. O, nikab’ın değişik tanımlarının olduğunu söyler ve el-Ferra ((207/822)’nın şöyle dediğini belirtmektedir: “Kadın örtüsünü gözüne daha da yaklaştırır, kirpikler görünmez bir hale gelirse buna “vasvas”denir. Bu örtü göz çukurlarına gelecek şekilde örtülürse, buna “nikab” denir. Aynı örtü, şayet burun ucuna düşürülecek olursa buna “lifam” denir. Örtü dudaklar üzerine indirilirse ve burun tamamen açık bırakılırsa buna da “lisam”denir. Çoğulu Lusum’dur.[6] Bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere Arap toplumunun bazı kesimlerinde gerek ağzın örtülmesi, gerekse burun yumuşağından itibaren örtülmesi, gerekse göz çukurlarına varıncaya kadar örtünün uzatılması, hatta bazen bir gözün görünüp diğerinin kapatılması şeklindeki örtünme biçiminin mevcut olduğu görülmektedir.

Peçenin geleneksel olarak kadınlarla birlikte erkeklerin de bazı durumlarda kullandığını gösteren uygulamalar da vardır.[7]Bunun ilginç örneği şöyledir: Mekke’deki hac esnasında kurulan panayırlara Araplar içinde asil olanlar hepsi tacir sıfatıyla gelirlerdi. Her mahallin asilleri kendi bölgelerinin panayırlarına iştirak ederlerdi. Fakat Ukaz panayırına bütün bölgelerden gelinirdi. Buraya gelen asiller tanınmamak için yüzlerine peçe örterlerdi. Bu tedbir, bir gün gelip de haydutluğu meslek ittihaz etmiş kimseler tarafından yakalanıp esir edilmek ve ağır fidye-i necat talebi ile karşılaşmak korkusundan doğuyordu. Bu anlamda söz konusu örfü ilk terkedip peçesini ilk atan kimse Enbarlı Tureyf’tir.[8]

İslam öncesi dönemde Arap kadını ne tamamen kapalı ne de bütünüyle açıktı. Açık kadınlar olduğu gibi, örtülü kadınlar da vardı.[9] İslam öncesi Arabistan’ında toplumun zengin ve güçlü kabilelerine mensup kadınlar bir korunma belirtisi veya sosyal statü gereği yabancı erkekler karşısında yüzlerini peçe ile örterlerdı.[10] Çağdaş yazarlardan Yahya el-Cubburî, cahiliye kadınlarının yüzlerini örtmediklerini, gelen misafirleri yüzleri açık olarak karşıladıklarını, onlarla bu şekilde sohbet ettiklerini ve dışarıda da yüzleri açık gezdiklerini ifade etmektedir.[11] Ancak bazı şiirlerden de kimi kadınların o dönemde yüzlerini peçe ile örttükleri anlaşılmaktadır.[12] Örneğin, şair Şenferâ hanımının peçesini şöyle tasvir etmektedir:

Hoşuma gidiyor yürüdüğünde peçesinin (kınâuha) düşmemesi;

(Utangaçlığından dolayı da) sağa sola dönmemesi.[13]

Ayrıca Ebu Mansur es-Seâlebî (428/1039), kadının o dönemde başını ve yüzünü kapattığı sekiz çeşit baş ve yüz örtüsünün ismini vermektedir.[14]Bazı şiirlerden baş ve yüz örtüsünün hürleri cariyelerden ayırt eden bir özellik olduğu, acı, hüzün ve ağıt yakma gibi durumlarda yüzlerin ve başların açıldığı ifade edilmektedir.[15] Bu yüzden, savaşta yenilebileceklerini ve esir düşeceklerini anlayan hür kadınlar, kendilerine tenezzül edilmez düşüncesiyle cariyelere benzemek için yüzlerini açarlar ve bu şekilde kaçmaya hazırlanırlardı.[16] Zira o günkü toplumda kadınların hür ve cariye olmak üzere iki sınıfa ayrıldığı ve bu iki sınıf arasında statü açısından önemli farkların bulunduğu bilinen bir gerçektir. Cariye için doğal görülen hatta teşvik edilen bir davranış, hür kadın için bir utanç vesilesi veya cezalandırılmasını gerektiren bir neden sayılabilirdi.[17] Bu bağlamda baş ve yüz örtüsünün hür kadınları cariyelerden ayırmak maksadıyla kullanıldığını gösteren ve İslâmî dönemde yaşanmış çarpıcı bir örnek de şudur: Reyhane Medineli bir Yahudi kabilesi olan Kurayza’ya mensup bir Yahudi hanımıdır. Hicrî 5. yılda bu kabile ile yapılan savaşın sonunda o, Hz.Peygamberin hissesine ganimet olarak düşmüştü. Bir müddet tereddüt geçirdikten sonra İslam’a girmiştir. Bunun üzerine Hz.Peygamber ona nikahlanma teklifinde bulunmuş ve böylece hürriyetine kavuşacağını ifade etmişti. Ancak o şu cevabı vermişti: “Beni nikahlamaktansa cariyen olarak muhafaza et! Ben bir cariye kadın olarak kalmak isterim. Zira hür Müslüman kadınlar gibi başıma örtü ve yüzüme peçe takınmak istemiyorum.” Belazurî (279/892) de geçen bu olay nakledilirken bir diğer anlatıma da yer verilmiştir: Buna göre Rasulullah onu kölelikten azad etmiş ve arkasından nikahlamıştır. Bu anlatıma göre o, hiçbir zaman cariyelik hayatı sürmemiştir.[18]İbn Hişam’ın rivayetine göre de Hz.Peygamber ona evlenme teklifinde bulunmuş ve onun örtünmesini istemiştir. Reyhane Ona : “Ey Allah’ın Rasulü! Beni kendi mülkiyetinde bırak. bu benim için de senin için de daha iyi olur.”demiş, Hz.Peygamber de öyle yapmıştır.[19] Burada dikkat çekilmesi gereken husus, Reyhane Müslüman bir cariye olarak kalmak istemiş ve hür kadınlar statüsüne geçerek başını ve yüzünü örtmeyi arzu etmemiştir.

İslâm öncesi dönemde kadınların yüz örtüsü (peçe) kullandıklarına dair bir başka haber de şudur: Ukaz çarşısında Kureyş ve Kinane oğullarından bazı gençlerin Amir b. Sa’saa kabilesine mensup bir kadından yüzünü açmasını istemeleri, kadının da bunu reddedip kabilesinden yardım talep etmesi, Birinci Ficar Harbinin sebeplerinden birisi olarak gösterilmektedir.[20]İlerde de belirteceğimiz gibi, aynı durum, yani Müslüman bir kadının yüzünün açılması, İslâmî dönemde Benî Kaynuka savaşının sebeplerinden birisi olarak kabul edilecektir. Bu, her iki dönemde de kadının peçesinin adet olarak kadının statüsü açısından ne kadar güçlü olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Abdullah b. Alkame, karısı Hubeyş’e rüzgarda yeşil tülbentinin savrulmasıyla açığa çıkan yüzünü ve ellerini gördükten sonra aşık olmuştur.[21] Ummu Amr bt. Vıkdân, Kavmini öç almaya teşvik ederken şöyle diyor: “Eğer intikam almayacaksanız, silahı bırakmanız ve kadınlar gibi sürme sürüp yüzünüzü örtmeniz gerekir.”[22] Bu söz, hiçbir yoruma mahal olmaksızın o dönemde kullanılan peçenin adet olduğunu göstermektedir.

Bu uygulamalarla birlikte İslam öncesi Arap toplumunda yüz örtüsü (peçe) kullanmak adeti, umumî değildir.[23] İslam öncesi Arap toplumunun içerisinde bazı kesimlerdeki kadınların yabancı erkekler karşısında adeten yüzlerini peçe ile örtmelerine karşılık bazı kadınların da yüzlerini ve hatta boyunlarını, kulaklarını, göğüslerini ve göğüs çevresini başörtülerini arkaya sarkıtmak suretiyle açık halde bıraktıkları ve bu şekilde çarşıda pazarda gezdikleri bazı kaynaklarda bildirilmektedir. Zemahşerî’nin şu ifadeleri bunu açıkça ortaya koymaktadır: Arap kadınlarının göğüslerini gösteren yaka dekoltesi (ceyb) genişti. Aradan boyunları, göğüsleri ve göğüslerinin çevresi görünürdü. Başörtülerini arkalarına sarkıtırlar, fakat önleri açık kalırdı. Boyun ve göğüs kısmındaki açıklıkların kapanması için örtülerini göğüs dekoltelerini örtmeleri Allah tarafından emredilmiştir.”[24]

Bu değerlendirmelerden İslâm öncesi dönemde cariyelerin dışında gerek adet gereği, gerekse hür, zengin ve güçlü kabilelere mensup kadınların bir korunma belirtisi veya toplumdaki statüsünü korumak amacıyla peçe takan kadınlar olduğu gibi, başörtülerini arkaya bağlamak suretiyle boyunlarını ve göğüs çevresini açık bırakan kadınların da olduğu anlaşılmaktadır.

2. Kur’ân’da, Hadislerde ve  Hz.Peygamber Döneminde Peçe

İslam toplumunda aileyi güçlendirmek ve kadının statüsünü geliştirmek için en önemli ve radikal yenilikler Kur’an tarafından yapılmıştır. Kur’an, evlilik, boşanma ve miras konularında kadınlar lehine bir takım yenilikler getirdiği gibi, temelde bir değişiklik olmamakla birlikte onların örtünmeleri konusunda da bazı düzenlemeler yapmıştır. Bu yeni düzenlemelerin içinde Cilbab (dış elbise) giyimi ve başörtüsünün göğüs kısmının görülmesini önlemek amacıyla yaka dekoltesinin kapatılması da vardır. Bunlar içerisinde kadının yüzünün örtülmesini zorunlu kılacak ifadelere rastlamak mümkün değildir. Bu konuyla ilgili iki ayet karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan birisi, 33 Ahzab suresinin 59. ayetidir. “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve (öteki) bütün mü’min kadınlara (toplum içine çıktıklarında) dış kıyafetlerini üzerlerine almalarını söyle: bu, onların (temiz kadınlar olarak) tanınmalarını rahatsız edilmemelerini temin eder.” Ayette geçen cilbab kelimesi, başörtüsünden (hımar) daha büyük bir elbise veya bütün bedeni örten bir elbise olarak tanımlanmaktadır.[25] Bu dış kıyafetten yüzün örtülmesi gerektiği çıkarılamaz. “Cilbab” Arapça’da gömlek, elbise gibi üste giyilen giysileri ifade eden bir kelimedir. Fakat hiçbir şekilde cilbab; belli bir yerden belli bir yere kadar örten giysi manasına gelmez. Bunun dışında tefsirlerde yapılan yorumlar, tamamıyla dönemin adet ve geleneğiyle ilgilidir. el-Kurtubî (671/1272), cilbabın sarkıtma şekli konusunda ihtilaf bulunduğunu ifade eder. Onun nakline göre bazıları kadının cilbabını sadece tek bir gözü görünecek şekilde örtmesi şeklinde yorumlarken, bazıları da kadın alnının üzerinden örter, sonra da burnuna kadar örtüyü çekerek bağlar. İki gözü açıkta kalır, fakat göğsü ve yüzünün büyük bir kısmını örter şeklinde izah etmeye çalışmışlardır.[26] el-Kutubî’nin naklettiği bu yorumların evrensel bir yönü olmayıp gerek Arap kültür ve adetlerinin tesiri, gerekse müfessirlerin yaşadıkları çağın adetlerinin tesiriyle meydana gelmiş tarihsel yorumlardan ibarettir. Cilbab giyimin emredilmesinin nedeni de -ayette işaret edildiği gibi- hür kadınlar ile cariyelerin ayırdedilmesi esasına dayanmaktadır. Nitekim ayetin iniş nedenine bakıldığı zaman da bu gerçeği görmek mümkündür.[27]Ayette cilbab (elbise) giyiminin kesin hatları olmayan esnek bir ölçünün olduğu görülmektedir. Ayette üzere alınan elbiseyle kadının tanınabileceğini, böylece kendisine sarkıntılık yapılmayacağı anlaşılmaktadır. Kadın namuslu olarak tanınırsa, tanınmamadan dolayı bir sarkıntılığa maruz kalmaz. Bazı insanlar namussuz sandıkları kadınlara takılıp onları incitebilir. Ayet kadının üzerine elbise alıp bunu önlemesini sağlıyor. Bu açıdan cilbab (elbise), ayetin bu amacına uygun olmalıdır. Kadın cilbabını (elbisesini) öyle giymelidir ki; çıplaklığıyla fuhşiyat mesajı verenlerden ayrılmalı, giydiği elbise sayesinde iffetiyle tanınmalı ve böylece tacizden korunup, daha uygun bir hareket tarzında bulunmalıdır.

Bir diğer ayet de Nur sûresinin 31. ayetidir. “İnanan kadınlara söyle, onlar da gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler; iffetlerini korusunlar; (örfen) görünmesinde sakınca olmayan yerleri dışında cazibe ve güzelliklerini açığa vurmasınlar; ve bunun için, başörtüleriyle yaka dekoltesini kapatsınlar.” Bu ayette yüzün kapatılması gerektiğine dair herhangi bir ifade mevcut değildir. Aksine burada geçen (illa ma zahara minha) yani “görünmesinde sakınca olmayan yerleri dışında” ifadesinin yüz ve eller olduğu söylenmiştir. Nitekim el-Kurtubî, çoğunlukla yüz ve eller hem adeten hem de ibadet olarak -ki namazda ve hacda böyledir- açık olduğu için, istisnanın bu iki organa râci olmasının doğru olduğunu savunmaktadır.[28] ez-Zemahşerî ise şu açıklamayı getirir: kadın bir iş yapmak için muhakkak ellerini kullanır. Özellikle şahitlik yaparken, mahkemelerde ve nikah esnasında yüzünü açmak durumundadır. Yollarda yürürken ayaklarının görünmesi kaçınılmazdır. Ona göre görünmesinde sakınca olmayan yerler adeten ve yaratılış bakımından açık olması cari olan kısımlardır. El, yüz ve ayaklarda asıl olan açıklıktır. Zira onların örtülmesinde zorluk vardır.[29] Elmalı Hamdi Yazır, Kadın iş yaparken, gerekli eşyayı tutarken ve hatta örtüsünü örterken bile ellerini açmaya muhtaç olduğu gibi, çevresini görme, nefes alıp verme bakımından yüzünü örtmesinde güçlük olduğunu belirtir. O, diğer yandan şahitlikte, mahkemede ve nikâh gibi muamelelerde yüzün açılmasına ihtiyaç olduğunu, bu yüzden “zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur” kaidesince bunların açılmasında bir sakınca olmadığını ifade etmektedir.[30]

Yine bu ayette geçen “başörtüleriyle yaka dekoltelerini kapatsınlar” ifadesinden de yüzün kapatılması gerekmediği anlaşılmaktadır. Eğer böyle bir zorunluluk olmuş olsaydı, başörtüsünü yaka dekoltelerini örtmek yerine, yüzleri üzerine örtsün demesi gerekirdi. Ayetten bunu çıkarmak da mümkün görünmemektedir. Netice itibariyle bazı yorumlara bakarak kıyafetle ilgili nazil olan ayetlerden peçenin (yüz örtüsü) takılması emrinin çıkarılması kanaatimizce mümkün değildir.[31] Görüldüğü üzere bu ayetlerin amacı, kadının özgürlüğünü sınırlandırmak olmadığı gibi asırlar boyunca peçe adetine dini bir otorite ve onay vererek onu meşru hale getirmek hiç değildir.

Bir başka önemli husus Ahzab suresinin 52. ayetinde Hz.Peygamber’e hitaben “ Bundan sonra artık sana (başka) kadınlar (la evlenmek) güzellikleri hoşuna giden kadınlar olsa da bunları başka eşlerle değiştirmek helal değildir” buyurulmaktadır. Bu ayetten anlaşıldığına göre Hz.Peygamber’in döneminde kadınların kıyafetleri kimin ne kadar güzel olduğunu bilmeyi engellememektedir. Buradan en azından kadınların güzelliklerinin göstergesi olan yüzlerinin açık olduğu çok rahatlıkla ifade edilebilir.

Görüldüğü gibi kıyafetlerle ilgili düzenlemelerde yüzün örtülmesi (peçe) ile ilgili gizli veya açık bir nass söz konusu değildir. Keza aşağıda ele alacağımız gibi Hz.Peygamber’e isnad edilen rivayetlerde onun açık bir ifadesi mevcut değildir. Öyle anlaşılıyor ki yüzün örtülmesi Müslüman toplumda İslâm öncesinden süregelen bir adetin devamı niteliğindedir. İslâm’ın gelişiyle birlikte peçe takınma adeti toplumun bazı kesimlerinde İslam öncesinde olduğu gibi kullanılmaya devam etmiştir. O dönemde kadınlar, genellikle üzerlerine bir kaftan yahut yeldirme şeklinde bir üstlük (Pardesü) almak suretiyle uzun entariler giymişlerdir. Sokağa çıktıklarında ise yüzlerini ayrı bir örtü, peçe ile kapatmışlar veyahut da sadece yeldirmelerinin geniş yakalarını başlarının üzerinden atmışlardır.[32] Kadınlar şehir ve pazarlardaki işlerini görmek üzere sokağa çıkmışlar, kıyafet ayeti nazil olduktan sonra bile kadınlar, bu örtüleriyle de olsa dışarı çıkma geleneklerini sürdürmüşlerdir.[33]

Bunu tarihi bir takım bilgilerden ve hadis malzemesinde görmek mümkündür. Peçe adetinin bir örneğini İbn Hişam’da geçen şu olaydan anlıyoruz: İbn Hişam’ın Abdullah b. Cafer b. el-Misver b. Mahreme’den onun da Ebu Avn’dan rivayeti şöyledir: “Bir Müslüman Arap kadını bazı şeyler satmak üzere Kaynuka oğulları pazarına geldi ve satacağını sattı ve bir kuyumcunun dükkanına oturdu. Orada bulunan Yahudiler, kadının yüzünü açmaya çalıştılar, fakat kadın direndi. Kuyumcu, kadının eteğini sırtına iliştirdi. kadın kalktığında avret yerleri göründü. Orada bulunan Yahudiler gülüşmeye başladılar. Kadın bir çığlık attı. O sırada orada bulunan Müslümanlardan birisi, Yahudi kuyumcunun önüne atılıp onu öldürdü. Yahudilerde toplanıp Müslümanı öldürdüler.[34]

Bu olayda kadının yüzünü açmaya çalışmaları, kadının yüzünün kapalı olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu da tesettür ayetlerinden önce vuku bulan bir hâdise olduğu için, -yaklaşık h. 2. yılda- yüz örtüsünün zaten İslâm öncesi dönemden gelen bir adet ve gelenek olarak Müslümanlar arasında devam ettiğini göstermektedir. Dolaysısıyla toplumdaki bu uygulamadan hareketle kadının peçe takmasının zorunlu olduğu sonucunun çıkarılması doğru değildir. Çağımızda yaşayan bazı yazarlar bu olayı kadının yüzünün örtülmesi gerektiğine delil olarak  sunmaktadırlar. [35] Oysa ki toplumun bir kısmının adet ve gelenek olarak yaptıkları bir uygulamanın din olarak algılanması söz konusu olamaz. Eğer adet değil de din olarak algılanmış olsaydı, İslâm toplumundaki bütün kadınların bunu uygulaması gerekirdi. Kaldı ki hadis kaynakları bunun aksine işaret etmektedir.

Meselenin hadisler açısından tetkikine bakıldığı zaman, yüzün örtülmesine dair dolaylı veya dolaysız olarak Hz.Peygamber’den bir emir ya da tavsiye niteliğinde herhangi bir ifade görülmemektedir. Hadis kaynaklarında isim olarak Burku’ kelimesi geçmemektedir. Sadece el-Buharî’de Hz.Aişe’ye ait hac esnasında peçe takılamayacağına (la teberka’a) ilişkin bir ifade mevcuttur.[36] Nikab kelimesi, yine hac esnasında peçe (nikab) ve eldiven takılamayacağına ilişkin bir hadis de geçmektedir. Bunun dışında bir peçeli (muntekıbe) kadının savaşta ölen oğlunu sorduğu ile ilgili başka bir hadis zikredilmektedir.[37] Yine el-Buharî, bab başlığında Semura b. Cundub’un peçeli (muntekıbe) bir kadının şehadetini caiz kıldığı şeklinde bir habere yer vermektedir.[38] Yüz örtüsü anlamında lifam ve lisam kelimelerinin hadislerde geçtiğine dair bir bilgi mevcut değildir.

Görüldüğü gibi kadınların yüzlerini örtmesine ilişkin bizzat Hz.Peygamber’den sarih bir emir olmamakla beraber, Hz.Aişe de dahil olmak üzere bazı kadınların zaman zaman başörtüleriyle yüzlerini örttükleri bir kaç rivayette belirtilmektedir. Kaldı ki o dönemde sonradan geliştirildiği şekliyle ve bugün anladığımız anlamda müstakil bir yüz örtüsü (peçe) de mevcut değildir. Rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla kadınlar başlarındaki örtüyü sürekli olarak yüzlerine örtmemekte yabancı bir erkek veya erkekler topluluğuyla karşılaştığında başörtüsüyle yüzünü gizlemektedir. Bazı çağdaş yazarlar bu rivayetleri delil olarak getirerek yüzün de örtülmesi gerektiğini, açılmasının caiz olmadığını ifade etmektedirler. Bunlar Afzalurrahman, Muhammed Hamidullah, Muhammed Ali es-Sabunî, Ramazan el-Bûtî ve Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî’dir. Bu yazarlar, Kur’an’daki örtünme ayetlerinden ve bazı hadislerden yola çıkarak kadınların yüzlerinin de örtülmesi gerektiğini savunmaktadır.[39] İslâm dünyasında azımsanamayacak sayıda pek çok Müslüman da söz konusu hadisleri bu şekilde yorumlayarak yüzün mahrem olduğuna inanmakta ve uygulamaktadırlar. Oysa ki ne örtünme ayetlerinin ne de ilgili hadislerin bu şekilde yorumlanması mümkün görünmektedir. Şimdi bu rivayetlerin nasıl anlaşılması gerektiği konusundaki değerlendirmelerimize geçebiliriz.

Hadisler tetkik edildiğinde Hz.Peygamber döneminde peçe takan kadınlara rastlanıldığı gibi, peçe takmayıp yüzü açık gezen kadınların bulunduğunu görmek de mümkündür. Hz.Peygamber’in hanımlarından Hz.Aişe’nin de duruma göre yüz örtüsü kullandığı bazı rivayetlerden anlaşılmaktadır. Hadislerden anlaşıldığı kadarıyla peçeli kadınlardan bahseden hadislerin sayısı bir kaçı geçmemektedir. Hz.Aişe’nin yabancı erkekler karşısında yüzünü örttüğünü gösteren iki rivayetle karşılaşmaktayız. Bunlardan birisi ifk hadisesinde yaşanan ve bizzat Hz.Aişe’nin kendi ifadelerinden oluşan bir rivayettir. Bu rivayetin konumuzla ilgili kısmı şöyledir: “Hz.Aişe kafileden geri kaldığı zaman Safvan İbnu’l-Muattal es-Sülemî onun uyuduğu yerde karaltısını görmüş ve onu tanımıştır. Hz.Aişe diyor ki: Zaten o hicab (perdelenme) emrinin inmesinden önce beni görmüştü. Ben onun beni tanıdığı sırada söylediği istirca sözleriyle uyandım. Uyanınca da hemen dış elbisemi (cilbab) bürünüp yüzümü örttüm.[40] İfk Hadisesi, Benî Mustalık gazvesi sırasında hicretin 6. yılında gerçekleşmiştir. Bu olayın örtünme ayetlerinden sonra meydana geldiği anlaşılmaktadır. Burada Hz. Aişe’nin yüzünü örtmesi, Kur’anî bir emir veya Hz.Peygamberin sarih bir emri neticesinde meydana gelmiş bir uygulama olmayıp, o toplumda İslâm öncesi dönemde devam edegelen ananevî uygulamanın bir sonucudur. Yukarıda kıyafetle ilgili iki ayetin tetkikinde de belirttiğimiz gibi yüzün örtülmesine ilişkin bir karine mevcut değildir. Bu uygulama, aşağıda da örneklerini göreceğimiz gibi, yaygın, umumî bir uygulama olmayıp, toplumun bazı kesimlerinde uygulanan bir örtünme biçimidir. Bu bağlayıcı bir emir olsaydı, o dönemde bütün kadınların yüzlerini kapatmaları gerekirdi ki tetkik ettiğimiz hadislerde bunun tam aksine kadınların çoğunlukla yüzlerinin açık olduğu anlaşılmaktadır.

Hz.Aişe’den gelen bir başka rivayet de şudur: “Biz Hz.Peygamberle beraber ihramlı iken binekli insanlar kafilesi yanımızdan geçiyordu. Bize yaklaştıkları zaman, herbirimiz başındaki örtüleri yüzlerine salıveriyordu. Geçip gittiklerinde açıyordu.[41] Öncelikle el-Azîmâbâdî (1273/1857)’nin nakline göre bu hadisin isnadında inkıta’nın olduğunu söylemek gerekir. Yahya b. el-Kattân ve Yahya b. Maîn, hadisin isnadında geçen Mucahid’in Hz.Aişe’den bu hadisi işitmediğini ifade etmektedirler. Ebu Hatim er-Râzî ise Mucahid‘in Aişe’den işitmediğini ve el-Buharî ve Muslim’in Sahih’lerinde Mücahid’in Aişe’den naklettiği hadislerin, bizzat Mücahid’in ondan işitmediğini söylemektedir.[42] İsnad açısından zayıf olan bu rivayeti metin itibariyle Hz.Aişe’nin bu davranışını şer’î bir hüküm olmaktan ziyade adet ve gelenek olarak yorumlamak daha doğru olur. Hz. Aişe’nin yabancı erkekleri gördüğünde yüzünü kapatması, yukarıda da belirttiğimiz gibi, tamamıyla dönemin adet, gelenek ve sosyal statü endişesinden kaynaklanmış olmalıdır. Zira gerek yukarıda ele aldığımız örtünme ayetlerinde, gerekse Ahzab süresinin 53. ayetindeki “Peygamber eşlerinden bir şey isteyeceğiniz vakit perde arkasından isteyin. Bu hem sizin kalplerinizin, hem de onlarınkinin temizliğini pekiştirir” buyruğunda yüzün örtüleceğine dair dolaylı veya dolaysız bir emirden bahsetmek mümkün görünmemektedir. Bu son zikrettiğimiz ayette geçen hicab yüze peçe takılması, yüzün örtülmesi değil, kapının örtülmesi veya perde çekilmesidir. Bir şey isteyecekleri zaman perde arkasından istemeleri ise, ayetin öngördüğü ahlaka uygun olarak izin almadan ya da davet edilmeden Hz.Peygamber’in evlerine girmemeleridir.[43]

Peçenin Hz.Peygamber döneminde adet olduğunu gösteren önemli örneklerden birisi de şu olaydır: Hz.Peygamber’e Ummu Hallâd denilen peçeli (mutenekkıbetun) bir kadın, savaşta öldürülmüş olan oğlunu sormak için geldi. Ashabdan birisi ona “peçeli olduğun halde oğlunu sormaya mı geldin? “ dedi. O da “oğlumu kaybettim diye hayamdan da mı vazgeçeyim” dedi.[44]Burada ilginç olan husus, bir sahabînin, çok üzüntülü bir durumda olan kadının peçeli olmasını garip karşılamasıdır.[45] Sahabînin bunu sorması ve peçeli olmasını garip karşılaması normaldir. Çünkü İslâm öncesi dönemden devam edegelen bir adet gereği, kadınların yakınlarını kaybettiklerinde acı, hüzün ve ağıt yakma gibi durumlarda yüzlerini ve başlarını açtıkları vâkîdir.[46] Ummu Hallâd, son derece üzüntülü bir anında başını ve peçesini açarak, elbiselerini yırtarcasına taşkınlık yaparak iffet sınırlarını aşmayacağını dile getirmektedir. Buradan peçenin İslâmî bir zorunluluk olduğu çıkarılamaz. Adet gereği yapılan bir örtünme biçimidir. Muhammed Gazalî’nin şu tespitini burada ifade etmek gerekir: “Gerek İslâm öncesi Arap toplumunda, gerekse İslâm’ın ilk yıllarında bazı kadınların gözlerini kapamaksızın zaman zaman yüzlerini örttüklerinde şüphe yoktur. Ancak bu amel, ibadet olmayıp adetten idi. Zira ibadet sadece nasla sabit olur.”[47]

Şimdi Hz.Peygamber döneminde toplumda yüzü açık bir vaziyette dolaşan ve çeşitli faaliyetler içerisinde bulunan kadınlardan bazı örnekler verelim. Bu konuda Hz.Aişe ile ilgili bir örnekle başlayalım.

Hz.Aişe’den farklı varyantlarla gelen bu rivayet şudur: Bir bayram günü siyahîler kalkanlar ve mızraklarla oynuyorlardı. Ya ben Hz.Peygamber’den istedim, ya da o, seyretmek istiyor musun? dedi. Ben “evet” dedim. Hemen beni arkasında yanağım yanağınagelecek şekilde ayak üstü dikeltti ve : “haydin Erfide oğulları” dedi. Nihayet bakmaktan usandığımda “artık yeter mi?” dedi Ben: “evet” dedim. Öyleyse “git.” buyurdu.[48] Başka bir varyantta Hz.Aişe diyor ki: “Ben oynayan Habeşlilere bakarken Hz.Peygamberin elbisesiyle beni örttüğünü gördüm. o zaman henüz genç bir kadın idim.”[49] Diğer bir varyantta şöyle geçmektedir: “Bir bayram günü bir takım Habeşliler gelerek mescitte raksetmeye başladılar. Bunun üzerine Peygamber beni çağırdı. Bende gelip başımı onun omzuna koydum. Onların oyununa bakmaya başladım.”[50] Başka bir varyantta da şöyledir: “Ben onları seyretmek istedim. bunun üzerine Hz.Peygamber ayağa kalktı. Ben de kapıda ayakta durdum. Onun kulakları ile omuzu arasından bakıyordum.”[51] Bu farklı varyantların sadece birinde oynayan Habeşlileri seyrederken Hz.Peygamber’in Aişe’yi (r.a) elbisesiyle örttüğü belirtilmektedir. Fakat yüzünü örttüğüne dair bir ifade bulunmamaktadır. Diğerlerinde ise Hz.Aişe’nin yüz örtüsü kullanmaksızın Hz.Peygamberin kendisini arkasına alarak yanağı yanağına gelecekşekilde oynayan Habeşlileri seyrettirdiği haber verilmektedir. Bu haberde Hz.Aişe’nin henüz çok genç iken yüz örtüsü kullanmadan kadınlı erkekli halk oyunları topluluğunu izlemesi ve izlerken de onun yanağının Hz.Peygamberin yanağına gelecek şekilde durması yüzünün açık olduğunu göstermektedir.

Hz.Peygamber döneminde kadınların yüzünün açık olduğuna dair bir örnek de şudur: Cabir b. Abdillah’ın rivayetine göre bir bayram günü namazda Rasulullah bir hutbe îrad etmişti ki kendisini dinleyen hanım sahabîyelerden biri, belli bir konuda aydınlanmak istediğini ifade etmişti. Hadisi rivayet eden ravi kadınla ilgili şu bilgileri vermektedir: Bu hanım alt tabakadan (sefiletu’n-nisa) bir sahabiye idi. (bazı varyantlarda sitetu’n-nisa, yani vasat tabakadan biri olarak ifade edilir) Yine bu kadın sahabiye al yanaklı (sef’âu’l-haddeyn) idi.[52] Bu rivayette ravinin kadının al yanaklı olduğunu nakletmesi, kadınların mescitte yüzlerinin açık olduğunu göstermektedir.

Abdullah İbn Ömer, Hz.Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: İhramlı kadın yüzünü örtemez ve eldiven takamaz.”[53] Bu buyruğun sebebi öyle anlaşılıyor ki, hac esnasında Mekke’nin belli mahallelerinde büyük bir insan kalabalığı toplandığında şayet bir hanım, Arafat, Müzdelife, Mina veyahut da Beytullah gibi bölgelerde yolunu kaybederse, velisi veya kocası kendisini aradığında yüz örtüsünün onun tanınıp bulunmasına mani olmamasıdır.[54] Eğer yüzün açılması dinen yasaklanmış, başka bir deyişle avret olmuş olsaydı, bırakın normal zamanlar da açmayı ibadet esnasında hiç açılmaması emrolunurdu. Çünkü avret mahallinin örtülmesi zorunludur. Oysa ki burada tam tersine ihramlı iken bir ihtiyaca mebnî olarak toplumda adet olan peçenin ve eldivenin takılmaması öngörülmektedir. Bu da peçenin (yüzü kapatmanın) dinen bir zorunluluk olmayıp, adet olduğunu göstermektedir.

Sehl b. Sa’d’dan rivayet edildiğine göre bir kadın Rasulullah’a geldi ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasulü! Sana kendimi hibe etmeye geldim.” Rasulullah kadına baktı. Gözlerini yukarıya kaldırıp doğrulttu, sonra başını aşağıya eğdi. Kadın da Peygamberin bir şey demediğini görünce oturdu. Orada bulunan bir adam Hz.Peygamber’e: “O kadınla evlenmek istemiyorsan, onunla beni evlendir.” dedi. Bunun üzerine Hz.Peygamber, kadını o sahabî ile evlendirdi.”[55] Bu hadisten Hz.Peygamber’in huzuruna gelen kadının yüzünün açık olduğu anlaşılmaktadır. Zira bu olayı nakleden ravinin yaptığı “Rasulullah kadına baktı. Gözlerini yukarıya kaldırıp doğrulttu, sonra başını aşağıya eğdi.” şeklindeki tasvir, bunun bir karinesi olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla kadın gerek sosyal hayatta, gerekse evlilik sırasında belli ölçüler içerisinde kadının yüzüne bakmasında hiçbir sakınca olmasa gerektir. Hatta bu rivayetlerin bir varyantında kadının o halde uzun süre Hz.Peygamber ve sahabîlerinin bulunduğu bu ortamda kaldığı da belirtilmektedir.[56]

İbn Abbas’ın rivayetine göre Fadl b. Abbas Hz.Peygamber’in terkisinde idi. Has’am kabilesinden bir kadın geldi. Fadl ona bakmaya başladı. Kadın da ona bakıyordu. Hz.Peygamber, Fadl’ın yüzünü diğer tarafa çevirdi. Kadın “Ey Allah’ın Rasulü! Hac Allah’ın kullarına farzdır. Babam da binek üzerinde duramayacak kadar yaşlı. Onun yerine ben haccedebilir miyim? dedi. Hz.Peygamber “evet” dedi. bu hâdise veda haccında gerçekleşti.[57] Nesâî’de geçen başka bir varyantta “Fadl kadına bakmaya başladı. O, güzel bir kadındı. (kanet imraeten hasnâe) Rasulullah Fadl’ın yüzünü başka yöne çevirdi.” şeklinde geçmektedir.[58] Kastallânî’nin açıklamasına göre Fadl b. Abbas yakışıklı bir erkekti. Has’am kabilesinden güzel bir kadınla karşılaşınca, Fadl ona bakmaya başladı ve onun güzelliği hoşuna gitti.[59] Bu hâdise de söz konusu kadının, güzelliğinden bahsedilmesi, onun yüzünün açık olduğunun bir göstergesidir. Bu, kadınların peçe veya perde arkasına girmeden sosyal yaşamda her türlü bilgi, dini fetva ve nasihat alabileceklerine, bugünkü anlamda eğitim ve öğretime katılabileceklerine bir işaret olarak kabul edilebilir.

Ellerin ve yüzün açık olması gerektiğini savunan alimlerin cumhuru, en fazla delil olarak Hz.Aişe’nin rivayet ettiği hadisi delil getirmektedir ki Ebu Davud ve Ebu Hatim er-Râzî, bu hadisin mursel olduğunu ve Halid b. Dureyk’in Hz.Aişe ile görüşmediğini (onun döneminde yaşamadığını) belirtmektedir.[60] Dolayısıyla bu hadis zayıf hükmündedir. Hz.Aişe şöyle rivayet etmiştir: Esma bnt. Ebî Bekr üzerinde ince bir elbise ile Rasulullah’ın huzuruna geldiği zaman, Rasulullah başını çevirmiş ve şöyle buyurmuştur: “Ey Esma! kadın buluğa erdikten sonra -yüz ve ellerine işaret ederek- şu ve şundan başka bir yerinin görülmesi doğru olmaz.” Bu hadis her ne kadar zayıf olarak görülse bile en azından bunun Kur’an’a ve Hz.Peygamber’in uygulamalarına aykırı bir durum olmadığı ve Aişe hadisinin burada zikrettiğimiz diğer rivayetler tarafından desteklendiği söylenebilir. Alimlerin çoğunluğunun anlayışında el ve yüzün açık olması gerektiği hususu bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.[61]

Başka bir rivayette ise Hz.Aişe şöyle haber vermektedir: “Mü’min kadınlar peştemalleriyle örtülü bir halde sabah namazında bulunuyorlardı. Namaz sona erdiği zaman evlerine dönüyorlardı. Hiçbir kimse, onları sabahın alaca karanlığı nedeniyle tanımıyordu.”[62] Eğer sabahın alaca karanlığı olmasaydı, yüzlerinin açık olmasından dolayı onların kim oldukları bilinecekti. Ama alaca karanlık olduğu için onların tanınma imkanları yoktu.[63]

Subey’a bt Hâris benî Amir b. Luey kabilesinden Sa’d b. Havle ile evliydi. Bu zat Bedir gazvesine iştirak edenlerdendi. Bilahare karısı hamile iken veda haccında kocası vefat etti. onun vefatından sonra çok geçmeden karısı doğurdu. Nifasından temizlendiği vakit evlenmek için süslendi (tecemmelet). Sahabîlerden biri olan Ebu’s-Senabil b. Ba’kek (Abduddar oğullarından) onun yanına girerek şöyle dedi: “seni süslenmiş (güzelleşmiş) görüyorum, galiba evlenmek istiyorsun, vallahi üzerinden dört ay on gün geçmedikçe sen evlenemezsin.” Subey’a diyor ki: O zât bunu bana söyleyince, akşam vakti elbisemi giyindim. Sonra Rasulullah’a gelerek bu meseleyi ona sordum. Bana doğurduğum anda helal olduğum fetvasını verdi ve şayet biri çıkarsa evlenmemi emretti.[64] Subey’a’nın süslenmesinden kasıt gözünün sürmeli ve elinin de kınalı olmasıdır. Eğer Subey’a’nın yüzü kapalı olmuş olsaydı, Ebu’s-Senabil b. Ba’kek onun süslendiğini veya güzelleştiğini (tecemmelet) nasıl görebilecekti? Tabii ki görmesi mümkün değildi. Burada Subey’a’nın yüzünün açık olduğu ve mahremi olmayan sahabî Ebu’s-Senabil’in onun yüzünü gördüğü izahtan varestedir.

İmam Ahmed, Ebu Davud ve et-Tirmizî’nin Berîre’den rivayetine göre Rasulullah Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: Ey Ali! Bir bakıştan sonra tekrar bakma. Zira birinci bakış senin için caiz ise de, ikincisi değildir.[65] Eğer Hz.Peygamber döneminde toplumda bütün kadınların yüzü kapalı olmuş olsaydı, Hz.Peygamber’in Hz.Ali için böyle bir uyarıda bulunmasının bir anlamı olmazdı.

Bir başka örnek de Hz.Peygamber’in huzurunda Hind b. Utbe’nin başından geçen bir hadisedir. İbn Abbas’ın rivayetine göre Kadınlar toplu olarak Hz.Peygamber’e bey’at etmek amacıyla geldikleri zaman, onların içinde Bedir savaşında Hz.Hamza’nın karnını yaran ve (bundan utanç duyduğu için) peçe ile yüzünü gizlemiş olan Hind bnt. Utbe vardı. Hind dedi ki eğer konuşursam Peygamber beni tanır ve tanırsa bana bir kötülük edebilir. Ben Rasullullah’tan korkarak yüzümü gizledim. (mutenekkira)’ Hind’in yanında olan kadınlar da sustular ve konuşmaktan çekindiler. Bey’atla ilgili şartlar konuşulduktan sonra Hz.Peygamber onu (Hind) tanıdı ve çağırdı. Hind Hz.Peygamber’in elinden tuttu ve bey’at etti.[66] Burada dikkat çekilmesi gereken nokta şudur: Hind’in yüzünü kapatmasının illetinin Hz.Hamza’nın karnını yardığı için utanması ve yüzünü gizlemesidir. Metinden anlaşıldığına göre kadınlar içinde onun peçeli olduğu ifade edilmektedir. Onun peçeli olmasından amaç, ibadet olduğu için değil, utancı sebebiyle Hz.Peygamber’e tanınmamaktır. İbadet olmuş olsaydı, onun kadınlar içinde peçeli olmasını ayrıca zikretmesinin bir anlamı olmazdı. Ayrıca metinde olmamakla beraber buradan Hz.Peygamber onu tanıdığında muhtemelen yüzünü açmış olabileceği yorumunu da çıkarmak mümkündür.

Mekke’nin fethinden sonra Ensar ve Muhacirlerin beraberce oturdukları bir yere, bir grup Mekkeli kadın uğrar. Ensar’dan olan Sa’d b. Ubade: “Kureyş kadınlarının iyi ve güzel oldukları anlatılırdı, halbuki öyle değilmiş” deyince mecliste bulunan Muhacirlerden Abdurrahman b. Avf çok sinirlenir. Bunun üzerine Sa’d toplantıyı terk eder. Hz.Peygamber’e gelip olayı anlatır. Hz.Peygamber onun haksız olduğunu ifade eder. [67] Burada Sa’d, Kureyş kadınlarının güzelliklerini nasıl görmüştür? Kadınların yüzü kapalı olsaydı Kureyş kadınlarıyla ilgili bu yorumu yapabilmesi mümkün değildi.

Sosyal ilişkilerde gerek haremlik-selamlık gerekse peçenin kullanılmadığını göstermesi açısından şu rivayetin de önemli olduğunu belirtmek gerekir: Hz.Peygamber Selman el-Farisî ile Ebu’d-Derdâ’yı kardeş yapınca, Selman, Ebu’d-Derdâ’yı ziyarete gitti. Onu evde bulamadı ve karısı Ummu’d-Derdâ’yı eski bir elbise içinde perişan bir halde gördü, ve bu halin nedir? diye sordu. Kadın, Ebu’d-Derdâ’nın dünya ile bir ilgisi ve ihtiyacının olmadığını söyledi. Neden sonra Ebu’d-Derdâ geldi de karısı Selman için yemek hazırladı ve önlerine koydu…[68]

Bu rivayetlerin dışında Hz.Peygamber döneminde bazı kadınlar fiilen savaşa katılmışlardır. Ummu Süleym’in savaşa bir hançer edinerek çıktığı ve Müşriklerden biri karşısına çıkarsa karnını yaracağını söylediği nakledilmektedir.[69] Nesibe b. Ka’b b. Amr el-Maziniyye Uhud savaşında Amr b. Kamie ile karşılaşır ve ona kılıcıyla vurur, fakat Amr zırhlı olduğu için yara almaz. Bu karşılaşmada Nesibe omuzundan yaralanır.[70] Bazı rivayetler ise kadınların Hz.Peygamber’le savaşa katıldıkları, geri hizmetler dediğimiz arka planda eşyaların yanında durup yemek yaptıkları, yaralıları tedavi ettikleri ve hastalara baktıkları görülmektedir.[71]O dönemde bazı kadınların satıcılık yaptığı bilinmektedir. Kayle el-Enmariyye, Hz.Peygamber’e satmak istediği fiyatın üzerinde bir fiyat söyleyip uzun pazarlıklarla o fiyata indiği ve bunun caiz olup olmadığını sormasını [72] buna örnek olarak verilebilir. Hz.Peygamber döneminde kadınların iplik eğirme, örgücülük, dikiş, boyama işleri, çobanlık, zabıta görevi, koku imali ve satımı, sünnetçilik, emziricilik, satıcılık, ebelik, süsleme v.b.[73] pek çok meslekle meşgul oldukları bilinmektedir. Bu meslekleri icra eden kadınların toplumla iç içe olması nedeniyle yüzlerini kapatarak (peçe takarak) yapmış olmaları makul görünmemektedir. Bu tür işlerin yapılabilmesi için yüzün açık olması gerektiği bilinen bir husustur.

Buraya kadar nakledilen hadislerden anlaşıldığına göre toplumsal hayatta bazı kadınlar adet gereği yüzlerini kapatırken bazılarının ise gerek Hz.Peygamber’in bulunduğu ortamlarda gerekse bulunmadığı yerlerde mesleklerini icra ederken yüzlerinin açık olduğu ve bu şekilde sosyal ilişkilerini devam ettirdikleri ortaya çıkmaktadır. Yüzün kapatılmasıyla ilgili veya açılmasının yasak olduğuna ilişkin Hz.Peygamber’den sarih bir emir veya yasaklama söz konusu değildir. Aksine bazı rivayetlerde el ve yüzün açık olabileceğine ilişkin ona isnad edilen ifadeler vardır. Kadının sosyal, siyasal ve ekonomik hayata katılabilmesi ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için bu bir zorunluluktur. Bundan dolayı Hz.Peygamber’in el ve yüzün açılmasını yasaklamış olması düşünülemez.

3. Dört Halife Döneminde Peçe Uygulaması

Hz.Peygamberin vefatından sonraki dört halife döneminde de bazı kadınların özellikle Hz.Ömer döneminde hisbe (zabıta) görevinde bulundukları kaynaklarımızda nakledilmektedir. İbn Abdilber, Hz.Ömer’in Şifa bt. Abdillah adındaki bir sahabiye kadının görüşüne değer verip onu tafdil ettiğini belirmekte ve onu çarşıda zabıta işiyle görevlendirdiğini nakletmektedir.[74]Hz.Peygamber’i idrak etmiş olan Semra bt. Nuheyk el-Esediyye ise çarşılarda dolaşır insanların iyiyi ve güzeli işlemesini emreder, kötülüklerden de alıkordu. (emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-munker) Aksi hareket edenlere elindeki sopasıyla vururdu.[75]Onun bu şeklî tatbikat içinde bulunması resmen bu çeşit işlerle görevlendirilmiş olmasından ileri gelse gerektir. Semra bt. Nuheyk ile ilgili anlatımın Hz.Peygamber devrinde mi yoksa Hz. Ömer devrinde mi cereyan ettiği kaynakta belirtilmemektedir.[76] Bu sahabiye kadınların görevlerini ifa ederken yüzlerini kapatarak yapmaları pratik açıdan mümkün görünmemektedir.

Kaynaklara bakıldığında Hz.Peygamber sonrası dönemlerde bazı kadınların yüzlerini örtmedikleri görüyoruz. Bu dönemde söz konusu kadınların toplumsal faaliyetlere katıldıkları şiir, edebiyat, tarih ve tabiat bilimleriyle ilgili konulara ilgi duydukları müşahede edilmektedir. Bunlardan da bazı örnekler verebiliriz.

Meşhur sahabî Talha b. Ubeydullah’ın kızı Aişe (ö:101) dört halife döneminde yaşamış meşhur kadınlardandır. Annesi Hz.Ebu Bekir’in kızı Ummu Kulsûm’dür. Akıllı, dirayetli, eski Arap tarihini ve olaylarını ve astronomi bilgisine sahip bir kadın olan Aişe, Medine’de yaşıyordu. Kendi nefsinde büyük bir mevki ve ihtirama sahip olduğundan erkeklere karşı yüzünü örtmezdi. Pek çok defa Aişe evinde otururken marifetli kişiler onun huzurunda müsabakalar icra ederler ve izhar ettiği takdir ve tahsin ile iftihar ederlerdi. Aişe, Hacca geldiği zaman kadın şairler yanına gelirdi. Şairler huzuruna girerek kendisinden büyük hediyeler alırdı.[77]Kocası meşhur sahabî Zübeyr b. el-Avvam’ın oğlu Mus’ab, (ö.157) hiç kimseye karşı yüzünü örtmediği için onu azarlayınca, ona şu cevabı vermiştir: “Allah beni güzel yarattı. İnsanların bunu görmesini ve kendilerine olan üstünlüğümü bilmelerini istiyorum. Allah’a yemin olsun ki, hiç kimsenin bana hatırlatması gereken bir ayıp yoktur.”[78]

Hz.Huseyn b. Ali’nin kızı Sükeyne (ö.117) devrinin en meşhur kadınlarındandı. O da yüzünü örtmezdi.[79] Çok saklanmaz ve erkeklerle aynı mecliste sohbet ederdi. Huzuruna gelen şairleri kabul ederdi. Halka kapısını açık bulundurur, evi misafir ile dolunca sofralar kurdurarak onları doyururdu. Daha sonra şairlere şiir ve edebiyatla ilgili birçok sualler tevcih ettikten sonra şiirlerini tenkit eder ve kendilerine hediye ihsan ederdi.[80]Hamidullah, Hz.Huseyin’in kızı Sükeyne’nin yüz örtüsü kullanmayıp açık yüzle dışarda dolaştığından dolayı o günün Müslümanları tarafından hoş karşılanmadığını belirtmektedir.[81] Bu dini bir saikle mi hoş görülmemiştir, yoksa adeten toplumda kısmen yaygın olan bu yüz örtüsü adet olduğu için mi hoş karşılanmamıştır. Biz bunun adet dolayısıyla böyle olduğu kanaatini taşıyoruz. Zira dînî bir saik olsaydı Sukeyne ‘nin bu kadar rahat tavırlarına şahit olmak mümkün olmazdı.

Yine dört halife döneminde Leyla el-AhyeliyyeHansa veFaria el-Murriyye gibi hayli büyük şairler de yetişmiştir. Bunların dışında kemal-i iffet ile erkeklerle karşılıklı şiir okuyan ve fikir teatisinde bulunan bir kaç Arap kadını meşhurdur ki bu kadınlar erkeklerden az bir münasebetsizlik görseler onu derhal sohbet halkalarından men ederlerdi. Nitekim Benî Cemh kabilesinden Ebu Dehbel Cemhî ile yine aynı kabileden Amra el-Cemhiye isimli bir kadın arasında öyle bir durum vuku bulmuştu. Amra akıllı, metin ve asil bir kadın idi. Münaşed-i işar için meclisine bir çok erkekler devam ederdi. Ebu Dehbel onun sohbetinden ayrılmazdı. Amra, Ebu Dehbel’e özel bir meyl ve tevcih gösteriyor, bu meylin gizli tutulmasını kendisine tavsiye ediyordu. Bir gün Amra bir takım kadınların ziyaretini kabul ettiği bir sırada Ebu Dehbel’in kendisi için “benim aşıkımdır” dediğini ziyaretçilerin ifadelerinden anladığından o tarihten itibaren erkekler ile ihtilattan kaçınarak udeba ve şuara ile perde arkasında görüşmeye başladı.[82] Dört halife döneminde sosyal alanda son derece aktif olan bu kadınların varlığını tabii ki genelleştirmek doğru olmaz. O dönemdeki bütün kadınların durumu böyle değildi. Ama Talha b. Ubeydullah’ın kızı Aişe ve Hz. Hüseyin’in kızı Sukeyne gibi toplumun elit tabakasındaki kadınların yüzlerini açmaları ve kadın olarak sosyal alanda ve şiir ve edebiyat alanında son derece aktif rol oynamaları yüz örtüsünün değeri konusunda bize bir fikir vermektedir.

4. Kadının Statüsünde Gerileme ve Peçenin İbadet Haline Getirilmesi

İslam’ın ilk asırlarında Kur’an tarafından kadınlara verilen haklar ve özgürlükler sonraki asırlarda sosyal adet ve geleneklerin ağır baskısı altında yavaş yavaş bir kısıtlanmayla karşı karşıya kalmıştır. Kur’an’ın kadınla ilgili getirdiği yenilikler ve Hz.Peygamber’in onlarla ilgili uygulaması, Hz.Peygamber ve belli oranda da dört halife döneminde uygulama alanı bulmuştur. Emevilerden başlamak üzere daha sonraki dönemlerde kadınlara verilmiş bu haklar, yozlaştırılmış ve büyük oranda yanlış yorumlarla inhirafa yol açmıştır. Daha da ötesi kadın İslâm öncesinde bulunduğu aşamadan daha da geriye gitmiştir. Kur’an, kadına evlilik, boşanma, miras v.b alanlarda pek çok haklar vermiş, onu bir insan olarak ve bir anne olarak yüceltmiştir. Fakat Kur’an’ın sosyal adet ve geleneklerin tesiri altında tefsir edilmesinden dolayı İslâm’ın doğmasından bir asır sonra kadın İslam toplumundan çek(tiri)ilip evine kapanmıştır. Kadınlarla ilgili Kur’an ayetleri bahsedilen güçlü sosyal adet ve geleneklerin ve gerileme süreciyle birlikte İslam düşüncesinin donuklaşmasının etkisi altında yorumlanmaya başlamıştır. Bundan dolayı Kur’an tarafından kadınlara verilen eşitlik ve özgürlükle ilgili haklar, hakim olan adet ve geleneğe kurban edilmiştir. Hanbelî alimlerden İbnu’l-Cevzî, (597/1200) kadınlara ve erkeklere edep kurallarını öğreten Nur suresinin 31. ayetindeki “süs ve güzelliğin” sadece ibadet için açılması zorunlu olan kadının yüzü ve elleri olduğu inancındadır. bu ayeti şöyle yorumlamaktadır: Bu ayet yabancı kadınlara özürsüz olarak bakmanın haram olduğunu ifade eder. Eğer bir zaruret varsa, örneğin, evlilik veyahut da aleyhinde şehadette bulunma gibi, kadının yüzüne bakabilir. Bunun dışında her ne suretle olursa olsun ne şehvet amacıyla ne de başka bir amaçla yabancı kadına bakmak caiz olmaz. Bu konuda el, yüz ve kadının bütün bedeni aynı hükümdedir.”[83] Nitekim Şafiî alimlerden el-Beydavî (685/1286) şöyle der: “Buradaki istisna el ve yüzdür. Doğru olan el ve yüzün sadece namazda avret olmamasıdır. Yoksa (sosyal hayattaki) bakmada değil. Buna binaen hür kadının bütün bedeni avret olarak kabul edilmelidir ve onun bedeninin hiç bir yeri tıbbî muayene veya şahit olarak kabul edilmesi gibi ihtiyaç durumu hariç kocası ve yakın akrabasının dışında şer’i olarak hiç kimse tarafından görülmesi helâl değildir.”[84] Bu her iki yoruma göre kadının bütün bedeni avrettir. Dolayısıyla onun yüzü de namaz dışında avret olup tıbbî muayene, şahitlik ve evlilik yapmak dışında yabancı erkekler tarafından görülmesi helâl değildir. Gerek el-Beydavî’nin gerekse İbnu’l-Cevzî’nin bu yorumlarıyaşadıkları çevrenin sosyal adet ve geleneklerinin bir yansıması olarak kabul edilmelidir.

Ahzab sûresinin 59. ayetini yorumlayan müfessirler, söz konusu ayette yüzün örtülmesine ilişkin hiçbir kayıt olmadığı halde gerek yaşadıkları asırda gerekse İslam öncesi döneme ait hakim olan adet ve geleneklerin etkisiyle yüzün de örtülmesi gerektiği yorumunu yapmışlardır. el-Cessas (370/980) söz konusu ayetin, genç kadınların yabancı erkeklere karşı yüzlerini örtmeleri gerektiğine delalet ettiği yorumunu yapmaktadır.[85] Ebu Hayyan el-Endelûsî (745/1245), cilbabın yüzü de dahil bütün vücudu kapsadığını ifade etmektedir.[86] Ebu’s-Suûd (982/1574)’a göre ise cilbabdan maksat, çok geniş ve uzun bir örtü olup kadın bununla başını örttüğü gibi yüzünü ve göğsünü de örterek ayaklarına kadar salar. Bu durumda ayetin manası ‘kadınlar dışarıya veya yabancı bir erkeğin karşısına çıkacakları zaman bu örtüyle yüzlerini ve bütün vücutlarını örtsünler’ demek olur. es-Suddî de ayetin tefsirinde “Kadın alnını ve yüzünü örter, yalnız bir tek gözü açık kalır” demiştir.[87] Bu alimler zarurî durumlar hariç kadının bütün bedeninin avret olduğunu ve özürsüz yabancı erkeklere gösterilemeyeceğini savunmaktadır. Bu tür tarihsel yorumlar kadına Kur’an tarafından verilen özgürlüklerin nasıl kısıtlandığını ve onun toplumdan nasıl soyutladığını göstermektedir. Bu sonuçta kadının statüsünün Hz.Peygamber dönemine oranla gerilediğinin açık bir göstergesidir.

Oysa ki Kur’an, kadın hakkında getirdiği yeniliklerle de yetinmeyip zaman içerisinde daha ileri adımlar atmalarını emretmiştir. Ne var ki Müslümanlar tarih içinde Kur’an’ın ortaya koyduğu bu yenilikleri gereği gibi değerlendirememiş ve İslâm öncesi örf ve adetler İslam toplumlarında hayatiyetini, hem de İslam görüntüsü altında, devam ettirmiştir. Kadim din ve kültürlerin İslam kültürüne tesiri, yeni Müslüman olan toplumların yerleşik kültür ve geleneklerinin dine baskın çıkması, dinin ve dini nasların yanlış anlaşılması ve yanlış yorumlanması bu tür düşüncelerin yaşamasına ve kökleşmesine zemin hazırlamıştır. Netice de bütün bu unsurlar İslam toplumunda kadının statüsünün gerilemesine neden olmuştur.[88] Müslüman Arapların Rumlarla, Farslılarla ve Habeşlilerle ihtilatı, giyim ve kuşam konusunda bu milletlerin pek çok geleneklerini almalarına yol açmıştır. Onlardan etkilenmişler ve istifade etmişlerdir.[89] Hindistan eski başkanı Cevahir-i Lâl Nehru (1889-1964) “Dünya Tarihine Bakış” adlı kitabında örtünme ve perde adetinin Müslüman Arap kadınları arasında yaygın olmadığını, onların erkeklerden ayrı ve gizli yaşamadıklarını, bilakis umumi yerlerde hitabet ve şiir meclislerinde bulunduklarını ve hatta kendileri va’az edip şiirler okuduklarını belirtmektedir. Nehru, Arapların başarının tesirinde kalarak yavaş yavaş komşuları olan Doğu Roma İmparatorluğu ve İran İmparatorluğunun adetlerini iktibas ettiklerini, özellikle her iki imparatorluktaki adetlerin nüfuz etmesiyle kadınların erkeklerden ayrılması (haremlik-selamlık) ve kadınların örtünmeleri adetinin Araplar arasında yayılmaya başladığını ifade ederek harem sisteminin bu şekilde Müslüman Araplar içerisine girdiğini ileri sürmektedir.[90] Anlaşıldığı kadarıyla Nehru’nun buradaki örtünmeden kastı, kadının peçe takmak suretiyle bütün vücudunu örtmesi anlamındadır. Yoksa Müslüman Arap kadınının hiç örtünmediği anlamında olmasa gerektir. Müslümanlar fetihler yoluyla değişik kültürlerle tanıştıklarında, bu kültürlerdeki örtünme adetlerinin etkisiyle kadınların örtünmelerinin eskisinden daha katı kurallara bağlandığı, sonraki asırlarda bu katı kuralların İslâmî adetler haline sokulduğu tarihi bir gerçektir. Esposito da bu tarihi gerçeği şu nakillerle ifade etmektedir: “Müslümanlar Suriye, Mezopotamya, İran ve Mısır şehirlerine girdikleri zaman, Müslüman kadınlar, örtünmeyen hafifmeşrep karakterdeki kadınlardan ayrılması için yaygın adete nazaran bir ayrıcalık olarak peçeyi benimsemişlerdir. Keza, başlangıç itibariyle Bizans’ta ve İran’da uygulanan harem veya kadınların perde arkasında durması adeti, Bağdat’ın İranlaşmış sarayının bir tarzı haline gelmiş ve neticede İslam beldelerinde yaygın bir kabul görmüştür.” [91] Sosyal bir adet olan peçe, dini bir buyruk olması yerine, gerek Arap şehirlerindeki Hıristiyan kadınların ve gerekse XIX. asır Mısır’ındaki Yahudi ve Kıbtî kadınların yüzlerini peçeyle örttükleri gerçeğinden gelmektedir.[92] Esposito, asırlar boyunca haremlik-selamlık ve peçe adetine dini bir otorite ve onay vererek ve böylece onların İslam’a dayandırılarak meşru hale getirildiğini belirtmektedir.[93]Muhammed Abduh’un öğrencilerinden olan Kasım Emin (1865/1908) de aynı gerçeğe işaret ederek İslâm anlayışımızdaki bozulmanın İslâm’a sonradan ihtida eden ve kendi adet ve geleneklerini İslâm’a din olarak sokmuş olan insanlarla birlikte dışarıdan geldiğini ifade etmektedir. Ona göre kadının yüzünü açması hakkında hiçbir genel ve kesin bir yasaklama yoktur. Kur’an’da Hz.Peygamber’in eşleri hariç, perde arkasına çekilme hakkında açık bir nas yoktur. Bu, adete ve toplumun gidişatına bırakılmış bir durumdur. Konu hakkında sosyal maslahata uygun karar vermek gerekir. Ona göre, kadınların peçenin arkasından anlaşma yapma ve hukuki işlerini takip edebilme gibi, haklarını korumaları ve toplumdaki görevlerini yerine getirmeleri mümkün değildir.[94]

Müslümanların gerileme ve taklit sürecine girmeleriyle birlikte kadınların peçe içerisine sokulması ve haremlik-selamlık gibi bir takım uygulamalarla toplumdan tecrit edilmesinin önemli faktörlerinden birisi de hiçbir ciddi gerekçeye dayanmayan fitne olgusudur. Bu anlayışa göre kadının yüzünün açık olması fitneye davetiye çıkarmaktır. Hatta yüze bakmaktaki fitne, dizden aşağıya bakmaktaki fitneden daha büyüktür. Yüz, güzelliğin aslı ve fitnenin kaynağıdır.[95] Bu anlayışa sahip olan alimler, kadının sosyal, siyasal, ekonomik v.b. her alandaki faaliyetlerini kısıtlayıp, hatta ihtiyaç olmadıkça evinden dışarı çıkmamasını ve kocası ve çocuklarıyla meşgul olması gerektiğini ifade etmişlerdir. Hz.Peygamber döneminde her türlü meslekle iştigal eden, beş vakit namaz, cuma ve bayram namazlarında mescitlere giden kadınlar,[96] sonraki asırlarda fitnenin zuhuru, kadının evi, çocukları ve kocası ile meşgul olması gibi hayali gerekçelerle kadını mescitlere gitmekten men ettikleri gibi belirttiğimiz sosyal, siyasî ve ekonomik alanlardan da el etek çek(tiril)mişlerdir. Yüzün fitne olarak kabul edilmesinin hiçbir haklı gerekçesi yoktur. Ne Kur’anî verilerde ne de Hz.Peygamber’in hadislerinde yüzün avret olması veya peçe ile kapatılması gerektiğine dair açık veya gizli ve hatta ima yollu da olsa bir emir veya karine söz konusudur. Yüzü açmanın haramlığı ile ilgili herhangi bir halde ve durumda bir tahsis yapılmadığına göre, yüzü ve elleri açık bulundurmanın haram olduğunu söylemek, Allah’ın helal kıldığı bir hususu haram, vacip kılmadığı bir hususu da vacip kılmak sayılır. Üstelik bu görüş, şer’i hüküm olarak sayılmamasının yanında, açık nassla sabit olan şer’i hükümlerin iptal edilmesi anlamına da gelir.

Burada şu gerçeği açıkça ifade edelim ki kadının yüzünü fitne olarak kabul eden zihniyet, kadına bir insan olarak değil, bir dişi veya cinsel bir obje olarak bakmaktadır. Bu anlayış, Kadını erkeklerin cinsel arzularını karşılayan bir nesne olarak kabul etmektedir. Bu bakış açısında patolojik bir durum söz konusudur. Kadına bir insan olarak bakılmadığı sürece, kadının mescitte, çarşıda, okulda, sokakta, alış-veriş yerlerinde, bilimsel toplantılarda v.b. yerlerde bulunması bir fitne unsuru olarak görülmeye devam edecektir. Ayrıcaİslam, yüzüne bakılan kimsenin yüzünü kapatmasını değil, şehvetle bakan kimsenin bakmasını haram kılmıştır. Bakılan yüzün erkek veya kadın yüzü olması önemli değildir. İster kadın isterse erkek olsun önemli olan hangi amaç ve niyetle bakıldığı olup bunun doğuracağı olumsuz sonuçtur. Dindar erkekleri fitneden korumak için kadınların yüzünü kapatarak sosyal yaşamdan uzaklaştırmanın ve bütün haklarından mahrum bırakmanın hiçbir haklı gerekçesi olamaz.

5. Sonuç

Buraya kadar yapmış olduğumuz değerlendirmeler ışığında İslâm’ın kadınları perde arkasına soktuğu, peçe takmalarını emrettiği ve kadınlara hiç bir hak vermeyip, bilakis onları büsbütün erkeklerin boyunduruğu altına soktuğu gibi gerçekle hiçbir ilgisi olmayan düşüncelerin, Kur’ânî realiteden ve ilk dönem İslam tarihinde ortaya çıkan tablodan çok uzak olduğunu söyleyebiliriz. Kur’an ve onun açıklaması niteliğinde olan sahih rivayetler, İslam öncesi toplumlarda kadının düşük düzeydeki konumunu geliştirmek için pek çok yenilik getirmiş olmasına rağmen, kadının elde etmiş olduğu bu kazanımlar daha sonraki asırlarda yavaş yavaş kaybolmaya yüz tutmuştur. Kadının statüsünün düşüklüğünü devam ettiren pek çok sosyal ve hukuki uygulamalar, hakikatte eski ve ortaçağ döneminde yaygın olan sosyal geleneklerin (adetlerin) etkisiyle gelişmiştir. Bir defa bu adetler İslâm kültürüne sızmış ve daha sonra da normlar (kurallar) olarak kabul edilir hale gelmiş, doğal olarak da onlar İslâm ile özdeşleştirilmişlerdir. İslâm ile özdeşleştirilince de çok kutsal sosyal ölçüler olmasa bile değişmez olarak değerlendirilmişlerdir.[97]

Yukarıdaki değerlendirmelerden anlaşıldığına göre, genel olarak Kur’an’da ve hadiste ihtiyacını giderip, değişik alanlarda ilim elde etmesi, okul ve camilere gitmesi, sosyal faaliyetlerde bulunması, ticaret yaparak para kazanmak için çalışması, resmi görevlerde yer alması, doğanın nimetlerinden istifade etmesi ve Kur’an’ın kendisine tayin ettiği siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal çerçevedeki faaliyetleri yerine getirebilmesi için kadının elleri ve yüzü açık bir şekilde dışarı çıkmasını engelleyici bir durum söz konusu değildir. yukarıdaki faaliyetlerin yanı sıra kadın eli ve yüzü açık bir halde iyiliği emredip kötülükten sakındırma faaliyetine katılıp, hayra davet, yardımlaşma ve dayanışma alanlarında çalışabilir.[98] Zira İslâm, kadın erkek her Müslümana ilim öğrenmenin farz olduğunu bildirmiş,[99] Hz.Peygamber erkeklerin bilgi seviyelerinin yükseltilmesine önem verdiği kadar kadınların da bilgi dağarcıklarının geliştirilmesi konusunda haftada bir gün ayırmak suretiyle gereken gayreti ve önemi göstermiştir.[100] O dönemde Müslüman kadınlar her türlü problemlerini, en mahrem konuları bile hiç çekinmeden Hz.Peygambere sorup öğrenmişlerdir. Öyle ki Hz. Aişe, Ensar kadınlarını överek “haya duygusunun onları dinlerini öğrenmekten alıkoymadığını”[101] söylemiştir. Hz.Peygamber devrinde yaşayan kadınlar iffet sınırları içerisinde kalmak şartıyla erkeklerle birlikte İslam’ın yayılmasında büyük rolleri olmuş, evlerini, yurtlarını bırakarak hicret sıkıntısına katlanmış, Bedir, Uhud ve Hendek v.b harplere katılarak savaşta hem fiilî olarak hem de geri hizmetlerde ve yaralıların tedavisinde bulunmuş, ibadet, sosyal, siyasal ve ekonomik hayatın her aşamasında erkeklerle aynı işlevi görmüşlerdir. Bütün bu faaliyetler yapılırken onların ellerinin, yüzlerini kapatmanın şer’î bir hüküm olduğunu söylemek makul değildir. İstisnalar olmakla birlikte pratikte böyle bir şeyin uygulanmasının da mümkün olmayacağı açıktır. Dolayısıyla kadınlar açısından el, yüz ve ayakların açık tutulmasında gerek yukarıda irdelenen ayetlerde, gerekse hadislerde bunları yasaklayıcı hiç bir emrin veya karinenin mevcut olmadığı söylenebilir. (Prof.H.Musa BAĞCI Dicle Ünv. İlahiyat Fakültesi)


[1] Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Hadis Anabilim Dalı, [email protected]. Bu makale D.Ü.İlahiyat Fak. Dergisi, c.VIII, sayı: 2’de yayınlanmıştır.

[2] Hamdi Döndüren, İslam Ansiklöpedisi, Peçe Mad. www.sorularlaislamiyet.com.

[3] Adetin tanımı için bkz: Hayrettin Karaman, Adet mad. DİA, İst, 1988, I, 369-370; Halil İnalcık, Örf mad. MEB. İ.A, İst, 1988, IX, 480.

[4] İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Daru İhyâi’t-Turasi’l-Arabî, Beyrut, 1995, I, 386.

[5] İbrahim Musatafa ve Arkadaşları, el-Mucemu’l-Vasît, s. 943.

[6] Ebu Mansur İsmail es-Sa’lebî, Fıkhu’l-Luğa ve Sırru’l-Arabiyye, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, Tarihsiz, s. 195. İbn Manzur,Lisanu’l-Arab, XIV, 251, XII, 235; Benzer bilgi için bkz. ez-Zurkânî, Şerhu’z-Zurkânî el-Muvatta’ elİimam Malik, II, 313

[7] İbn Abdirabbih, el-Ikdu‘l-Ferîd, (b.y.y, 1954), VI, 43.

[8] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, (Çev: Salih Tuğ) İrfan yay, İst, 1980, II, 950.

[9] Ahmed Muhammed el-Hûfî, el-Mer’e fi’ş-Şi’ri’l-Câhilî, Kahire, 1977, s. 369; Krş: İsmail Hakkı Ünal, Hadislere Göre Kadının Örtünmesi, İslamiyat, c. 4 sayı: 2 (2001) s. 54.

[10] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 1065; Amine Vedud Muhsin, Kur’an ve Kadın, (çev: Nazife Şişman) İz Yay. İst, 1997, s. 35.

[11] Yahya Cubburî, eş-Şi’ru’l-Cahilî, Beyrut, 1986, s. 72 ; Krş: Kadri Yıldırım, Kadın Şairler ve Şiirleri (Cahiliye Dönemi), Diyarbakır, 2001, s. 49.

[12] İbn Abdirabbih, a.g.e, VI, 88.

[13] el-Mufaddal ed-Dabbî, el-Mufaddaliyât, Dâru’l-Meârif, Kahire, Tarihsiz, s. 108-112 ; Yıldırm, a.g.e, s. 49

[14] Ebu Mansur Abdilmelik b. Muhammed, es-Seâlebî, Fıkhu’l-Luğa ve Esraru’l-Arabiyye, Beyrut, 1999, s. 273.

[15] el-Hûfî, a.g.e, s. 372-373.

[16] el-Hûfî, a.g.e, s. s. 373.

[17] Yıldırım, a.g.e, s. 43.

[18] Belazuri, I, Ha. No: 920; M. Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 690.

[19] İbn Hişam,es-Siretu’n-Nebeviyye, Daru İbn Kesîr, Tarihsiz, II, 245.

[20] Ebu’l-Ferec el-Isfahânî, el-Ağânî, Mısır, 1992, XXII, 55-56 ; Ayrıca bkz: Ebu Ubeyde, Eyyâmu’l-Arab Kable’l-İslâm, Beyrut, 1987, II, 504-5; Krş: Yıldırm, a.g.e, s. 50.

[21] el-Hûfî, a.g.e, s. s. 375.

[22] el-Hûfî, a.g.e, s. s. 376.

[23] M.J. de Goeje, Arabistan (Etnografya) mad. M.E.B. İ.A. I, 485.

[24] ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, III, 225; el-Kurtubî, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, XII, 153.

[25] el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, XIV, 156.

[26] el-Kurtubî, a.g. e, XIV, 156.

[27] el-Kurtubî, a.g.e, XIV, 156.

[28] el-Kurtubî, a.g.e, XII, 152; Benzer görüşler için bkz: el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1988, II, 121.

[29] ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, III, 236.

[30] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1960, V, 3505, 3506.

[31] Hamidullah’ın değerlendirmeleri için bkz: Muıhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 1064-72; Muhammed Ali Sâbûnî, Revâiu’l-BeyânTefsîru Ayâti’l-Ahkâm mine’l-Kur’ân, Dersaadet, Tarihsiz, II, 155-7; Said Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre,Peygamberimizin Uygulamasıyla İslam, Gonca Yay. İst, 1986, s. 240.

[32] Hamidullah, a.g.e, II, 1062.

[33] Hamidullah, a.g.e, II, 1050.

[34] İbn Hişam, es-Siretu’n-Nebeviyye, Daru İbn Kesîr, (Thk: Mustafa es-Sika, İbrahim el-Ebyârî, Abdulhafiz Şilebî) Yer yok, Tarihsiz. II, 48.

[35] Muhammed Ali Sâbûnî, Revâiu’l-Beyân, II, 155-157 ; Said Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, Peygamberimizin Uygulamasıyla İslam, Gonca Yay. İst, 1986, s. 240.

[36] el-Buhârî, 25 Hac 23, (II, 146).

[37] Ebu Davud, Cihad 8, Hn: 2488, (III, 5).

[38] el-Buhârî, 52 Şehadât 11, (III, 152).

[39] Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, (Çev: Hasan Güneş yönetiminde komisyon) İnkılap yay, İst, 1996, II, 110-111; Muıhammed Hamidullah, a.g.e, II, 1064-1072; Muhammed Ali Sâbûnî, a.g.e, II, 155-157; Said Ramazan el-Bûtî, a.g.e, s. 240; Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî, Hicab, (Çev: Ali Gencel), Hilal yay, s. 433-449.

[40] İbn Hişam, es-Sîre, II, 298; el-Buhârî, 64 Mağazî 34, (V, 54) ; Muslim, 49 Tevbe 10, Hn: 56, (IV, 2130) ; Ahmed, el-Musned, VI, 195.

[41] Ebu Davud, Menâsik 33, Hn: 1833, (II, 167) ; Ahmed, el-Musned, VI, 30.

[42] el-Azîmâbâdî, Avnu’l-Ma’bûd Şerhu Sunen-i Ebî Davud, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, V, 201.

[43] İzzet Derveze, Nüzül Sırasına Göre Kur’an Tefsiri, Ekin, İst, 1998, (VI, 44).

[44] Ebu Davud, Cihad 8, Hn: 2488, (III, 5) ; el-Beyhakî, es-Sunenu’l-Kubrâ, IX, 175.

[45] Muhammed Gazalî, es-Sunnetu’n-Nebeviyye beyne Ehli’l-Fıkh ve Ehli’l-Hadîs, s. 40.

[46] el-Hûfî, a.g.e, s. 372-373.

[47] Muhammed Gazalî, a.g.e, s. 39.

[48] el-Buhârî, 13 îdeyn 2, (II, 2); Muslim, 8 Salâtu’l-îdeyn 4 Hn: 19 (II, 609).

[49] Muslim, 8 Salâtu’l-îdeyn 4 Hn. 17-18, (II, 608).

[50] Muslim, 8 Salâtu’l-îdeyn 4 hn: 20, (II, 609).

[51] Muslim, 8 Salâtu’l-îdeyn 4 Hn: 21, (II, 610).

[52] Muslim, 8 Salâtu’l-îdeyn Hn: 4 (II, 603) ; Nesâî, 19 Salâtu’l-îdeyn 19, Hn: 1575, (III, 186) ; Ahmed, el-Musned, III, 318.

[53] Malik b. Enes, el-Muvatta’, 20 Hac 6 Hn: 17, s. 207 ; el-Buhârî, 28 Sayd 13, (II, 214-5) ; et-Tirmizî, 7 Hac 18 Hn: 833, (III, 194-5) ; en-Nesaî, 24 Menasik 33, Hn: 2673, (V, 133) ; Ebu Davud, Menâsik 31, Hn: 1823, 1825, 1826, 1827, (II, 165-6) ; Ahmed, II, 22, 32.

[54] Hamidullah, a.g.e, II, 1067.

[55] el-Buhârî, 66 Fadâilu’l-Kur’ân 22 (VI, 109) ; 67 Nikâh 35, 37, (VI, 131) ; 77 Libâs 49, (VII, 52).

[56] el-Buhârî, 77 Libâs 49, (VII, 52). Buradaki ifade şudur: “felemmâ tâle mukamuha fekâle raculun zevvicnîhâ in lem yekun leke bihâ hâcetun.” O uzun süre kaldığı zaman, (Hz.Peygamberin huzurunda bulunan) bir adam “eğer senin ihtiyacın yoksa onu benimle evlendir” dedi.

[57] el-Buhârî, 25 Hac 1 (II, 140) ; Ebu Davud, Menâsik 12, 25, 56 Hn: 1809, (II, 162) ; en-Nesâî, 49 Adâbu’l-Kudât 9 Hn: 5391, (VIII, 227).

[58] en-Nesâî, 49 Adâbu’l-Kudât 9, Hn: 5392, (VIII, 228) ; Malik b. Enes, el-Muvatta’, Hac 30 Hn: 100, s. 229.

[59] el-Kastallânî, İrşadu’s-Sârî li Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, Mısır, h. 1307, III, 90.

[60] Ebu Davud, Libâs 31, Hn: 4104 (IV, 62) ; Daha fazla bilgi için Nureddin el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, V, 137 ; İbn Kesîr,Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Daru Kahraman, İst, 1985, VI, 48.

[61] İbn Kesîr, a.g.e, VI, 47.

[62] Malik b. Enes, el-Muvatta’, 1 Vukûtu’s-Salât 1 Hn: 4, s. 10 ; Ahmed, el-Musned, VI, 33, 36, 179, 248, 259 ; el-Buhârî, 9 Mevâkît 27, (I, 144); 8 Salât 13, (I, 98) ; 10 Ezân 162, (I, 210) ; Muslim, 5 Mesâcid 40, Hn: 230-31-32,(I, 445-6) ; Ebu Davud, Salât 8, Hn: 423, (I, 115) ; en-Nesâî, 6 Mevâkît 25, Hn: 545-546, (I, 271) ; 13 Sehv 101 Hn: 1362, (III, 82) ; ed-Darimî, Salât 20, (I, 277).

[63] Muıhammed el-Gazalî, es-Sunnetu’n-Nebebiyye, s. 39.

[64] Muslim, 18 Talâk 8 Hn: 56, (II, 1122) ; Ebu Davud, Talâk 47, Hn: 2306, (II, 293) ; en-Nesâî, 27 Talâk 56, Hn: 3506, 3507,3508, (VI, 190).

[65] Ebu Davud, Nikâh 43, Hn: 2149, (II, 246) ; et-Tirmizî, 44 Edeb 28, Hn: 2777, (V, 94) ; ed-Dârimî, Rikâk 3 (II, 298) ; Ahmed, a.g.e, V, 351, 353, 357.

[66] İbn Kesîr, Tefsir, VIII, 125 ; et-Taberî, Camiu’l-Beyân, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995, XIV, 99

[67] el-Vâkidî, Kitabuu’l-Meğâzî, Beyrut, 1965, II, 867.

[68] el-Buharî, 30 Savm 51 (II, 243) ; 78 Edep 86, (VII, 104) ; et-Tirmizî, 37 Zuhd 63; Hn: 2413, (IV, 526).

[69] Muslim, 32 Cihad 47, Hn: 134 (III, 1442).

[70] İbn Sa’d, Kitabu’t-Tabakâti’l-Kebîr, Daru Sadr, Beyrut, Tarihsiz, VIII, 412-6.

[71] Muslim, 32 Cihad 48, Hn: 127, (III, 1444). Kadınların erkeklerle birlikte savaşa katıldıklarına dair bkz: Muslim, 32 Cihad 47-48, Hn: 134-142, (III, 1442-1447) ; Ebu Davud, Cihad 12, Hn: 2496, (III,  ; İbn Mace, 24 Cihad 37, Hn: 2856, (II, 952) ; Ayrıca bkz: İbn Sa’d, a.g.e, VIII, 455-6, 413; el-Buhârî, Cihad 65 (III, 221-2).

[72] İbn Sa’d, Kitabu’t-Tabakâti’l-Kebîr, VIII, 311; İbn Hacer, el-İsabe fî Temyîzi’s-Sahabe, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, VIII, 291.

[73] Faruk Beşer, Kadının Çalışması Sosyal Güvenliği ve İslam, Seha yay, İst, 1991, s. 112-119; Rıza Savaş, Hz.Peygamber Devrinde Kadın, Ravza yay, İst, 1991, s. 223-235.

[74] İbn Abdilber, el-İstî’âb fî Ma’rifeti’l-Ashâb, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, IV, 424.

[75] İbn Abdilber, a.g.e, IV, 419.

[76] İbn Abdilber, a.g.e, IV, 419.

[77] Corci Zeydan, Medeniyet-i İslâmiye Tarihi, (Çev: Zeki Mağamiz) Dersaadet, 1330, V, 92.

[78] Ebu’l-Ferec el-Isfahânî, el-Eğânî, XI, 176 Ayrıca biyografisi bkz: İbn Sa’d, Kitabu’t-Tabakâti’l-Kebîr, VIII, 467 ; K.V. Zettersteen, Aişe mad. MEB. İ.A, I, 230.

[79] el-Isfahânî, a.g.e, XVI, 143.

[80] el-Isfahânî, a.g.e, XIV, 173.

[81] Hamidullah, a.g,e, II, 1067.

[82] Corci Zeydan, a.g.e, V, 95.

[83] İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr fî İlmi’tTefsîr, VI, 31.

[84] el-Beydavî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Daru’l-Kutubi’l-İlmiye, Beyrut, 1988, II, 121

[85] el-Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, III, 372.

[86] Ebû Hayyan el-Endelûsî, el-Bahru’l-Muhît, VII, 250.

[87] Ebu’s-Suûd, İrşâdu Akli’s-Selîm, Daru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1990, VII, 115.

[88] Muhammed M. Pickthall, Culturel Side of İslam, Lahor, sh. Muhammed Ashraf, 1966, ss. 146-147.

[89] Dr. Abdulaziz Salim, Târihu’l-Arab fî Asri’l-Cahiliyye, Daru’n-Nehdati’l-Arabiyye, Beyrut, Tarihsiz, s. 438.

[90] Murtaza Mutahharî, İslam’da Tesettür, (Çev: Y. Muhacır), 1987, Tahran, s. 19-20 (Cevahir-i Lâl Nehru, Dünya Tarihine Bakış, I, 328’den naklen); Gerçekten de ne Hz.Peygamber devrinde ne de daha sonraki fetihlere kadarki devre kadar Araplarda haremlik-selamlık mevcut değildir. Hz.Peygamber devrinde olmadığına ilişkin örnek için bkz: el-Buharî, 30 Savm 51, (II, 243).

[91] John L. Esposito, Women’s Rıghts ın Islam, Islamıc Studies, Pakistan, Vol: XIV, 1975, s. 106. Muhammed M. Pickthall,Cultural Side of İslam, Lahor, 1966, s. 147 ; R. Levy, The Social Structure of İslam, Cambridge, Cambridge Üniversity Press, 1955, s. 127.

[92] Esposito, a.g.e, s. 107. (Gabriel Baer, Population and Society in the Arab East, Londra, Routledge and Kegan Paul, 1963, s. 42’den naklen).

[93] Esposito, a.g.e, s. 106.

[94] Albert Haurani, Çağdaş Arap Düşüncesi, (Çev: Latif Boyacı), İnsan yay, İst, 2000, s. 178-9.

[95] es-Sâbûnî, a.g.e, II, 156.

[96] el-Buharî, 10 Ezan 162, 164, (I, 209-210) ; Ahmed b. Hanbel, el-Musned, II, 76.

[97] Esposito, a.g.e, s. 1

[98] İzzet Derveze, a.g.e, VI, 342.

[99] İbn Mace, Mukaddime 17, Hn: 224, I, 81.

[100] Ahmed, el-Musned, III, 34; el-Buhârî, 3 İlim 36 (I, 34) ; Muslim, 45 Birr ve Sıla 47, Hn: 152 (IV, 2028).

[101] Ahmed, VI, 148; Muslim, 3 Hayz 13, Hn: 61, (I, 261) ; İbn Mace, 1 Tahâre 124, Hn: 642, (I, 211).

http://www.musabagci.tr.gg/Pe%E7e-%26%23304%3Bslami-Bir-Giysi-midir-f-.htm

posted in GİYİM | 0 Comments

27th Mayıs 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hz.Peygamber’in Zeynep ile Evliliğine İlişkin Bir Rivayetin Eleştirisi

Peygamber’i Ahlakî Açıdan Zaaf İçerisinde Gösteren Bir Rivayetin Mahiyeti ve Bunun İstismarının Eleştirisi

1. Giriş

Hz.Peygamber’in vefatıyla, dinamik bir bilgi kaynağı olan vahyin kesilmesinin yanında, Filistin, Ürdün, Suriye, Lübnan, Irak, Mısır ve İran gibi çok farklı kültürlerin bulunduğu yurtlar fethedilmiş: h. 96/714 yılına gelindiğinde ise sınırlar Doğu Çin’e kadar ulaşmıştır.[1] Bu fetihler esnasında İslâm dinine giren insanlar, eski kültürlerine ait değerleri en azından yorum adı altında yeni dinlerine taşımaya başlamıştır. İşte bu durum, zındık ve münafıklar için de son derece elverişli bir faaliyet alanı ortaya çıkarmıştır.[2] Zındık ve mulhid denilen bu kimseler, İslam’a olan inançsızlıklarını, kin ve nefretlerini içlerinde gizleyerek bazen zühd ve takva, bazen Ali ve evladı hayranlığı, bazen da felsefe-hikmet örtüsüne bürünmüşler, fakat her şeyden önce İslam akaidini ifsat etmeyi ve Müslümanların kalplerinde bu akaide karşı şüphe ve tereddütler uyandırmayı başlıca gaye edinmişlerdir. Bu maksatla akla hayale gelmeyen ve Hz.Peygamber’e isnadı mümkün olmayan binlerce söz uydurup yaymışlardır.[3] Bu uydurma rivayetler bilindiği gibi siyasî, dînî, içtimaî, hukukî v.b. pek çok alanda zuhur etmiştir. Bu meyanda Hz.Peygamber’in beşerî yönüyle de ilgili pek çok uydurma rivayetlerin müteahhir dönemlerde revaç bulduğu bilinen bir gerçektir. Onun fizikî-biyolojik yönüyle ilgili uydurmaların bir kısmını cinsel açıdan 30-40 erkek gücüne sahip olduğu v.b. harikuladelikler teşkil etmektedir.[4] Bu cümleden olmak üzere bu makalede, İslam bilginlerinin eserlerine alıp değer atfettiği ve özellikle art niyetli Batılı Oryantalistler ve onların yerli takipçileri tarafından üzerinde pek çok spekülasyonun ve istismarının yapıldığı bir rivayeti incelemek istiyoruz. Hz.Peygamber’in Zeynep b. Cahş’ı, Zeyd b. Harise ile evli iken yarı çıplak bir vaziyette görerek ondan hoşlanması, aşık olması, bunu da içinde saklaması, bu temayülü hisseden Zeyd’in de karısı Zeynep’i boşayarak Hz.Peygamber’le evlenmesine imkan tanıması şeklinde özetleyeceğimiz bu rivayet, Hz.Peygamber’i ahlakî bir zaaf içinde göstermekte ve kaynaklara bakılacak olursa ilhad hareketlerinin yoğunluklu olarak yaşandığı H.II. yüzyılda revaç bulduğu muhtemel görünmektedir. Zira bu rivayetin İslam tarihi CD’lerinden yaptığımız taramalar sonucunda siyer kaynaklarından İbn İshak(151/761)’ın Siretu ibn ishak, et-Taberî (310/922)’ninTarih adlı eserlerinde geçtiği görülmektedir.[5] Bu rivayetin Hadis kaynaklarını içeren CD’lerinden yaptığımız taramalar sonucunda da sadece el-Hakim et-Tirmizî’nin Nevadiru’l-usûl fî ehadîsu’r-rasuladlı eserinde geçtiği müşahede edilmiştir. Yine bu taramalar esnasında söz konusu rivayet rical ilmi eserlerinden olan İbn Adî’nin el-Kamil fî Duafâir’r-Rical adlı eserinde geçmektedir. Tabakat kitaplarından da İbn Sa’d’ın Kitabu’t-tabakati’l-kebîr adlı eserinde nakledilmiştir. Söz konusu bu rivayeti, ulaşabildiğimiz tefsir kaynaklarını tetkikten hareketle ağırlıklı olarak tefsir kaynakları ihtiva etmekte olup, bir kaçı istisna edilirse bunların pek çoğu tarafından tenkite tâbi tutulmadan Ahzab süresinin yorumunda kullanıldığı görülmektedir. Bu kaynaklarda yerini alan bu rivayet, Batıda Oryantalistlerin İslâmî kaynakları tetkik etmeye başlamasıyla da onların istismar alanına girmiştir. Biz, öncelikle yukarıda zikrettiğimiz kaynaklarda bu rivayetin İslam bilginleri tarafından nasıl kullanıldığını ve bu sayede Hz.Peygamber’in nasıl ahlakî bir zaaf içerisine sokulduğunu göstermeye çalışacağız. Daha sonra da Batılı Oryantalistlerin Hz.Peygamber’in cinsel yönüyle ilgili olarak genel anlamda ne düşündüklerini ve ele aldığımız bu rivayeti nasıl istismar ettiklerini ortaya koyup bunun eleştirisini yapacağız.

2. Rivayetin Mahiyeti ve Bunun İstismarının Eleştirisi

Söz konusu bu rivayet, Ahzab suresinin şu ayetlerinin tefsirinde kullanılmıştır:

“Ve bir zaman, (ey Muhammed,) Allah’ın lütufta bulunduğu ve senin de iyilik ettiğin kişiye, “eşini terk etme ve Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde ol!” demiştin. Ve (böylece) Allah’ın yakında aydınlığa çıkaracağı şeyi içinde gizlemiştin; çünkü insanlar(ın ne düşüneceklerin)den çekiniyordun, oysa çekinmen gereken yalnız Allah olmalıydı! (Fakat) sonra Zeyd o kadınla beraberliğini sona erdirdiğinde onu seninle evlendirdik ki (gelecekte) evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlar(la evlendikleri) için mü’minler suçlanmasın. Ve Allah’ın buyruğu (böylece) yerine getirilmiş oldu. (O halde,) Allah’ın kendisi için takdir ettiği şeyi (yapmasından dolayı) Peygambere hiçbir suç isnat edilemez. (Gerçekte, bu) sizden önce gelip geçenler için de Allah’ın bir uygulamasıydı; ve (şunu unutma ki) Allah’ın iradesi mutlaka tecelli eder. (Ve bu,) Allah’ın mesajlarını (dünyaya) tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve O’dan başka kimseden korku duymayanlar (için de geçerli olan Allah’ın âdetidir): hiç kimse, Allah Kadar, (insanların yaptıkları için) hesap sorucu değildir! (Ve bilin ki ey mü’minler,) Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir, fakat o, Allah’ın elçisi ve bütün Peygamberlerin Sonuncusu’dur. Ve Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[6]

Öncelikle bu ayetin yorumuyla ilgili tefsirlerde geçen ve konunun mihverini teşkil eden bu rivayeti gözden geçirelim.

Bu rivayeti en erken H. 207’de vefat etmiş olan el-Ferrâ’nınMeâni’l-Kur’an adlı eserinde görüyoruz. el-Ferrâ, Ahzab süresinin 37. Ayetini izah sadedinde bu rivayeti dercetmekte ve hiçbir isnada dayandırmadan nakletmektedir. Buna göre Hz.Peygamber Zeyd’in evine bir ihtiyaç için geldi. Zeynep’i gömleği (dir’un) ve örtüsüyle (hımar) gördü ve “kalpleri çeviren Allah ne yücedir.” buyurdu. Zeyd, eve geldiği zaman Zeynep ona bu durumu haber verdi. Bunun üzerine Zeyd, Zeynep’ten şikayet amacıyla Hz.Peygamber’e geldi ve “Ey Allah’ın Rasulü! Gerçekten Zeynep kibirlidir, diliyle beni üzüyor, bundan dolayı ona ihtiyacım kalmadı” dedi. Hz.Peygamber ona “Allah’tan kork ve karını yanında tut.” buyurdu..[7]

et-Taberî (310/922) Tefsîr’inde bu rivayeti Yunus b. Abdila’lâ’dan, o da İbn Vehb’den o da Hammad b. Zeyd’den nakletmektedir. Onun nakline göre, Hz.Peygamber bir gün Zeyd’i aramak maksadıyla onun evine gitti. Kapısında kıldan yapılmış bir örtü vardı. Rüzgar örtüyü kaldırınca, örtü açıldı ve Zeynep odasında örtüsüz, yarı çıplak (hâsiratun) bir vaziyette göründü. Hz.Peygamber’in kalbinde ona karşı bir hayranlık oluştu. Zeynep Peygamber’e sevdirilince başkasına soğuk gösterilmiştir. Bunun üzerine, Zeyd gelip, Hz.Peygamber’e “Ey Allah’ın Rasulü eşimden ayrılmak istiyorum” dedi. Hz.Peygamber ona “ne oluyor sana, Zeynep’le ilgili seni şüphelendiren bir şey mi var?” dedi. O, “Hayır, şüphe celbedecek bir şey söz konusu değil ve onda hayırdan başka bir şey görmedim” dedi. Hz.Peygamber: “Allah’tan kork ve karını bırakma.” buyurdu.[8]

el-Vahidî (468/1074) Tefsîr’inde sened vermeksizin Hz.Peygamber’in Zeynep’i ayakta gömleği ve örtüsüyle gördüğünü, hoşuna gittiğini ve kalbinde (muhabbet ) vuku bulduğunu “kalpleri çeviren Allah ne yücedir.” dediğini naklettikten sonra Zeyd eve döndüğünde Zeynep bu olayı Zeyd’e aksettirmiş ve Zeyd’de ona karşı bir soğukluk oluşmuştur. Bunun üzerine Zeyd, Hz.Peygamber’e gelip ayrılmak istediğini belirtmiştir.[9]

el-Bağavî (516/1122) ise Tefsîr’inde anlam olarak aynı olmakla beraber bazı lafız farklılıklarıyla nakletmektedir. Onun nakline göre Hz.Peygamber Zeynep’i ayakta ve gömleği ve örtüsüyle görmektedir. Zeynep, Kureyş kadınlarının en mükemmel yaratılışa sahip beyaz tenli güzel bir kadındı. Hz.Peygamber’in kalbinde (muhabbet) oluştu ve onun güzelliği hoşuna gitti. “kalpleri çeviren Allah ne yücedir.” diye mırıldandı. Zeyd eve dönünce Zeynep, olup biteni ona anlatmış, Zeynep’in sevgisinin Peygamberin gönlüne düştüğünü anlayan Zeyd, Zeynep’e karşı soğukluk hissetmiştir. Zeyd, Hz.Peygambere gelip “Ey Allah’ın elçisi, karımdan boşanmak istiyorum demiştir. Hz.Peygamber: “Ne oluyor, seni şüphelendiren bir durum mu var” deyince, o “ Hayır, vallahi ondan hayırdan başka bir şey görmedim, fakat o çok kibirlidir.” demiştir.[10] İbnu’l-Cevzî Zadu’l-Mesîr’de aynı rivayeti, her hangi bir isnad zikretmeksizin “Mukatil b. Hayyan şöyle dedi”, “bazıları şöyle dedi” ve “Hammad b. Zeyd şöyle dedi”diyerek farklı lafızlarla değişik yönlerden nakletmektedir.[11] Fahreddin er-Razî, (606/1209) Tefsîrinde bu rivayete hiç yer vermemiştir.[12]

el-Kurtubî (671/1272)’nin nakline göre, bu ayetin te’vilinde İslam bilginleri ihtilaf etmişlerdir. Katade, Hammad b. Zeyd ve bir grup müfessir ki bunların içinde et-Taberî ve onun dışındaki müfessirler şu görüştedir: Hz.Peygamber, Zeynep bt. Cahş, Zeyd’in ismetinde iken ondan hoşlanmış ve onunla evlenebilmek için Zeyd’in karısını boşamasını istemiştir. Sonra Zeyd, Hz.Peygambere Zeyneb’in ağır sözlerinden ve şerefiyle böbürlenen konuşmalarıyla eziyet ettiğinden şikayet ederek ayrılmak istediğini haber verince, Hz.Peygamber ona: “Allah’tan kork ve zevceni tut” diyerek Zeyd’in onu boşaması konusundaki isteğini gizlemişti. Nefsinde gizlediği şey budur.[13] el-Kurtubî daha sonra şu rivayeti Mukatil b. Hayyan’den nakleder: “Hz.Peygamber, Zeynep bt. Cahş’ı Zeyd’le evlendirdi. Bir süre evlilikleri devam etti. Bir gün Hz.Peygamber, Zeyd’i aramak maksadıyla onun evine geldi. Zeyneb’i ayakta gördü. O, Kureyş kadınlarının en mükemmeli, beyaz tenli, güzel ve etine dolgun bir hanımdı. Ondan hoşlandı (heviye) ve “Kalpleri çeviren Allah ne yücedir.”dedi. Zeynep bu sözü duydu ve onu Zeyd’e anlattı. Zeyd olayın farkına vardı ve “Ey Allah’ın Rasulü! Zeynep’i boşamam için bana izin ver. Çünkü o çok kibirli, bana karşı büyükleniyor ve konuşmalarıyla beni incitiyor” dedi. Hz.Peygamber ona: “Allah’tan kork ve karını bırakma” dedi. Başka bir rivayete göre de Allah bir rüzgar gönderdi, (kapıdaki) örtüyü kaldırdı ve Zeynep evinde ev kiyafetiyle bulunuyordu. Zeyneb’i gördü ve içinde bir muhabbet oluştu. Hz.Peygamber’in kalbinde oluşan muhabbet Zeynep’in kalbinde de oluştu. Zeyd geldiği zaman Zeynep olayı ona haber verdi. Zeyd’de onu boşama fikri doğdu.[14] Burada el-Kurtubî’nin bu rivayetleri serdederken hiçbir isnat zikretmediğini de ilave edelim.

Konuyla ilgili rivayetleri nakleden el-Kurtubî, söz konusu rivayetlerle ilgili değerlendirmesinde şöyle demektedir: “Hz.Peygamber’in Zeyd’in karısı Zeyneb’ten hoşlandığı (heviye) rivayetine gelince -bazıları aşık oldu lafzını kullanmışlardır- Bu, ancak Hz.Peygamber’in ismetini bilmeyen ve onun saygınlığını hafife alan cahil insanlardan sadır olabilir.”[15] Görüldüğü gibi, el-Kurtubî, Hz.Peygamberin Zeynep’e aşık olduğu yolundaki rivayetleri kabul etmeyerek onun uydurma olduğunu ifade ederken, diğer taraftan söz konusu rivayetleri tefsirine almak suretiyle bir değer atfetmesi de manidardır. Burada dikkat çekilmesi gereken bir başka husus da el-Kutubî’nin nakline göre Katâde, Hammad b. Zeyd ve et-Taberî’nin de içinde bulunduğu bir grup müfessirin, bu tür rivayetlere değer atfederek ‘Hz.Peygamber’in Zeyd’in ismetinde olan Zeynep’ten hoşlanması ve onunla evlenebilmek için Zeyd’in karısını boşamasını istediği’ şeklinde bir görüşe sahip olmasıdır.[16]

el-Beydavî (682/1283) ve en-Nesefî (710/1310) de Ahzab 37. Ayeti izah sadedinde sened zikretmeksizin sözünü ettiğimiz Hz.Peygamber’in Zeynep’in Zeyd’le nikahlanmasından sonra onu görüp içinde (muhabbet) oluştuğu rivayetini nakletmektedir.[17]

İbn Kesîr (774/1372), Ahzab suresinin 37. Ayetiyle ilgili olarak İbn Cerir ve İbn Ebî Hatim’in bazı Seleften haberler zikrettiğini, kendisinin de bunların hepsini örnek olarak vermeyi istediğini ve fakat onların sıhhatli olmamasından dolayı irat etmediğini ifade etmektedir.[18] O, bizim bu makalede ele aldığımız bu rivayetten hiç bahsetmemektedir. Sıhhatli olmadığı için irat etmediği rivayetler içinde Hz.Peygamber’in Zeynep b. Cahş’ı yarı çıplak görerek ondan hoşlandığına dair rivayetin de bulunması muhtemeldir. Sıhhatli olmadığı için söz konusu rivayeti tefsirine almaması onun bu konuda ne kadar titiz ve dikkatli ve rivayetler konusunda seçici olduğunun bir göstergesidir. Zira İbn Kesîr, haberleri değerlendirmede cerh ve ta’dile önem veren, tenkit zihniyetine sahip sadece nakille yetinmeyip, dirayet yönü de güçlü olan bir alimdir.[19]

Ebu’s-Suûd (982/1574) Hz.Peygamber’in Zeynep’e aşık olduğu şeklindeki rivayeti şöyle yorumlamaktadır: “Karını bırakma sözünden kasıt, Zeynep b. Cahş’tır. Hz.Peygamber, onu nikahlandıktan sonra gördü ve beşerin kendisinden salim olamadığı cibillî durum gereği içinde (bir muhabbet) oluştu. Bunun üzerine, “kalpleri çeviren Allah ne yücedir.” buyurdu…[20] Ebu’s-Suûd’un bu yorumu ilk bakışta makul gelmektedir. Ama o, olay biraz daha yakından tetkik edildiğinde Hz.Peygamber’i çok kötü bir pozisyona soktuğunun farkında değildir. Üstelik zayıf ve aslı olmayan bu habere değer atfederek ve doğru kabul ederek Hz.Peygamber’in misyonuna ve üstün ahlakî yapısına uymayan bir konuma indirgemektedir. Biz Hz.Peygamber’in bir insan olduğunu ve teorik olarak yaratılışı gereği bu ve buna benzer manzaralar karşısında etkileneceğini ve bundan hiçbir insanın da muaf olmadığını kabul ediyoruz. Buna Hz.Yusuf ile Züleyha olayını anlatan ayetler delil olarak kabul edilebilir: “Gerçek şu ki, kadın onu arzulamıştı. Eğer Rabbinin burhanı onun içine doğmamış olsaydı, O (Yusuf) da kadını arzulayacaktı.”[21] Şehevî duygular insanîdir, beşerîdir. Bundan hiç kimse muaf değildir. ez-Zemahşerî’nin de dediği gibi, iffetli, erdemli olmak, insanın içinde kötü arzuların hiç uyanmaması değil, fakat bu arzulara yenik düşmemektir.[22] Potansiyel olarak Peygamberlerin de içinde şehevî arzular uyanabilir, fakat onlar buna yenik düşmezler, şehevî arzularla mücadele ederler. Bu kabul edilebilir bir şeydir. Ancak sağlam ve sabit olmayan bir haber üzerine Hz.Peygamber’in evlatlığı kabul ettiği ve kendisinin en yakını olan bir insanın nikahlı karısına yarı çıplak haliyle baktığı ve kalbinde muhabbet oluştuğu veya aşık olduğu şeklindeki bir konuma Hz.Peygamber’in düşürülmesi makul ve mantıklı değildir. Ömer Nasuhi Bilmen’in de ifade ettiği gibi –söz konusu habere dayanarak- Hz.Peygamber’in Zeynep (r.a)’ya kalben bir temayülde bulunmuş olduğu iddiası doğru değildir. Onun ahlâkı, ulvî şahsiyeti buna mânidir. Öyle bir temayül bulunsa idi, onu daha evvel nikahı altına alabilirdi.[23] Bir an farz edelim ki Hz.Peygamber onu yarı çıplak görmüş olsa bile, gördüğünde kalbinde muhabbet oluşması veya aşık olması mı gerekir? Unutmayalım ki bu durum, Hz.Zeybep’in Zeyd’in nikahı altında olduğu bir zamanda gerçekleşmiş olmaktadır. Hz.Peygamber’in Zeynep’e aşık olduğuna ilişkin ne Kur’an’da ne de sahih kabul edebileceğimiz hadislerde bir delil mevcut değildir. Böyle bir tavır ahlakî kurallara da aykırıdır. Hz.Peygamber’in böyle bir konumda tasvir edilmesi oldukça yanlıştır.

Bu rivayet yukarıda da belirttiğimiz gibi tarih kaynaklarından İbn İshak (151/761)’ın Siret’inde ve Taberî’nin Tarih’inde bazı muhteva farklılıklarıyla yer almıştır. Öncelikle İbn Ishak’ın eserinde rivayetin nasıl geçtiğine bakalım: Yunus – Ebu Seleme el-Hemdânî Mevlâ eş-Şa’bî – eş-Şa’bî isnadıyla gelen bu rivayette eş-Şa’bî şöyle der: “Zeyd b. Harise hastalandı. Hz.Peygamber onu ziyaret etmeye gitti. Karısı Zeynep bt. Cahş Zeyd’in yanıbaşında oturuyordu. Zeynep bazı işler için kalktı ve Hz.Peygamber ona baktı, sonra başını indirdi de “kalpleri ve gözleri çeviren Allah’ı tenzih ederim” dedi. Bunun üzerine Zeyd ona : “senin için onu boşayayım” dedi. Hz.Peygamber “hayır” dedi. Bunun üzerine Ahzab süresinin 37. Ayeti nazil oldu.[24]

Bu rivayet tabakat kitaplarından İbn Sa’d (230/844)’ınKitabu’t-Tabakati’l-Kebir’inde ve et-Taberî’nin Tarih’inde de geniş bir şekilde nakledilmektedir. Her iki müellifin de Muhammed b. Ömer – Abdullah b. Amir el-Eslemî – Muhammed b. Yahya b. Habban isnadıyla naklettiği bu rivayet şöyledir: Hz.Peygamber Zeyd b. Harise’nin evine onu aramak için geldi. Hz.Peygamber o ara onu kaybetmişti. Zeyd nerede? diyerek onu aramaya başladı da onu bulamadı. Zeyd’in Zevcesi Zeynep gündelik kıyafetiyle ona doğru ilerliyordu ki Hz.Peygamber ondan yüzünü çevirdi. Zeynep ona: Ey Allah’ın Rasulü o burada yok, anam babam sana feda olsun içeriye gir” dedi. Hz.Peygamber içeriye girmekten kaçındı.. Hz.Peygamber’in kapının eşiğinde olduğu Zeynep’e bildirilince elbisesini giymekte acele etti ve aceleyle ve aniden kapıya çıktı da o, Hz.Peygamber’in hoşuna gitti. Bunun üzerine o, yüzünü çevirdi ve anlaşılamayacak bir şeyler mırıldandı, yalnızca şu işitilebildi: Yüce Allah’ı tenzih ederim, kalpleri çevireni tenzih ederim.” Zeyd evine geldiği zaman, karısı Hz.Peygamber’in evine geldiğini haber verdi. Zeyd : “onu içeri almadın mı? dedi. Zeynep: “Bunu kendisine teklif ettim, fakat reddetti.” dedi. Zeyd: Peki (onun ağzından) bir şey duydun mu? dedi. Zeynep: Döndüğü zaman bir şey söyledi ama ben anlamadım, sadece “Yüce Allah’ı tenzih ederim, kalpleri çeviren Allah’ı tenzih ederim” sözünü duydum dedi. Zeyd Hz.Peygamber’in yanına geldi. Ve ona “Ey Allah’ın Rasulü! evime geldiğin ve içeri girmediğin bana ulaştı. Anam babam sana feda olsun, belki Zeynep senin hoşuna gitmiştir, ben ondan ayrılmak istiyorum” dedi. Hz.Peygamber: “Zevceni yanında tut.” buyurdu. Zeyd bugünden sonra Zeynep’le birlikte olmadı. Hz.Peygambere gelip ayrılmak istediğini haber veriyor, o zevceni yanında tut” diyordu. Sonunda Zeyd, Zeynep’ten ayrıldı ve Zeynep iddetini tamamladı. Hz.Peygamber oturmuş Hz.Aişe ile konuşurken onu vahiy halet-i ruhiyesi kapladı ve tebessüm ederek “kim Zeynep’e Allah’ın beni onunla evlendirdiğini müjdeleyecek “buyurdu ve Hz.Peygamber Ahzab süresinin 37.ayetini okudu.[25]

Bu rivayet hadis kaynakları içerisinde et-Tirmizî’ninNevadiru’l-usûl adlı eserinde geçmektedir. Buna göre Hz.Peygamber Zeynep’i bizzat gördü ve onu evin içinde ayakta siyah gömleği ve örtüsüyle gördüğünden dolayı kalbinde ona (muhabbet) oluştu. Kalbinde (muhabbet) oluşunca, Allah’a sığındı ve yüzünü eliyle kapattı. Ve “kalpleri çeviren Allah ne yücedir.” buyurdu.[26]

Tespitlerimize göre söz konusu bu rivayet rical edebiyatından İbn Adî’nin el-Kamil adlı eserinde es-Sâcî – el-Hasen b. Ali el-Vasıtî – Ali b. Nuh – Muhammed b. Kesîr – eş-Şa’bî’nin mevlası Süleym – eş-Şa’bî isnadıyla gelmektedir. Buna göre Rasulullah Zeynep bt. Cahş’ı gördü ve “kalpleri çeviren Allah ne yücedir.” buyurdu. Zeyd b. Harise “Ey Allah’ın Rasulü onu boşayayım mı?” dedi. Hz.Peygamber: “Zevceni yanında tut” buyurdu. Bunun üzerine Ahzab 37. ayet nazil oldu.[27]

Şu ana kadar ki baktığımız Tefsirlerde söz konusu rivayeti el-Ferrâ, el-Vâhidî, el-Bağavî, el-Beydavî, en-Nesefî ve Ebu’s-Suûd, hiçbir isnada dayandırmadan nakletmekte ve söz konusu ayetin tefsirinde kullanmaktadırlar. el-Kurtubî bu rivayeti farklı iki şekilde nakletmekte birincisini “Mukatil b. Hayyan şöyle dedi” diyerek naklederken, diğerini herhangi bir isnada dayandırmamaktadır. İbn Kesîr ise yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu konuda gelen rivayetlerin sıhhatli olmadığı gerekçesiyle irat etmediğini söylemektedir. İbnu’l-Cevzî, “Mukatil b. Hayyan (ö.150’den önce) şöyle dedi”, “bazıları şöyle dedi” ve “Hammad b. Zeyd şöyle dedi”diyerek farklı lafızlarla değişik yönlerden nakletmektedir.

Mukatil b. Hayyan için rical kitaplarına baktığımızda olumlu ifadeler olduğu gibi olumsuz değerlendirmelerin de yapıldığı görülmektedir. ez-Zehebî, onun için kıymeti büyük, sünnet ve sıdk sahibi bir âbid derken, Yahya b. Maîn ve Ebu Davud onu sika, ed-Darekutnî, salihu’l-hadis, en-Nesâî leyse bihi be’sun şeklinde ta’dil etmişlerdir. ez-Zehebî’nin nakline göre Ebu’l-Feth el-Ezdî, Vekî’ b. el-Cerrah’ın ona kizb isnad ettiğini ifade etmektedir. Ebu’l-Feth bu konuda şöyle der: Mukatil b. Hayyan ile Mukatil b. Süleyman’ın karıştırıldığını zannediyorum. İbn Hayyan “sadûk, kaviyyu’l-hadis”tir. Vekî’in kizb isnat ettiği ise Mukatil b. Süleyman’dır. Bununla birlikte Ahmed b. Hanbel, Mukatil b. Hayyan’a da Mukatil b. Süleyman’a da önem vermez. İbn Huzeyme, “Mukatil b. Hayyan’la ihticac etmem” demektedir. Ebu’l-Feth’in nakline göre de Yahya b. Maîn, İbn Hayyan’ı zayıf kabul etmektedir. [28]

“Bu rivayet, sadece İbn İshak, et-Taberî, İbn Sa’d ve İbn Adî’nin el-Kamil’inde düzenli bir isnatla verilmektedir. İbn İshak, Yunus – eş-Şa’bî’nin mevlası Süleym Ebû Seleme el-Hemdânî – eş-Şa’bî’den oluşan isnatla nakletmiştir. Bu isnadda geçen Şa’bî’nin mevlası Süleym Ebu Seleme, za’îf, zaîfu’l-hadis, leyse bi sika (sika değildir) şeklinde değerlendirilerek cerhedilmiştir.[29] et-Taberî’de ravi olarak Yunus b. Abdila’la, İbn Vehb ve Hammad b. Zeyd geçmektedir. Rical kitaplarına göre Yunus’u, Ebu Hatim ve onun dışındaki alimler tevsik etmiştir. Hıfz ve aklının (mükemmelliğini) ifade etmişlerdir.[30] İbn Vehb, meçhuldür, bilinen biri değildir.[31] Hammad b. Zeyd, Basra’nın ileri gelen imamlarındandır. Sünneti ve hadisi çok iyi bilen ve Basra’nın en iyi fakihlerinden olup, hafızası güçlü, sika sebt olarak kabul edilmiştir.[32]

İbn Sa’d’da ise Muhammed b. Ömer b. Vakıd el-Vâkıdî – Abdullah b. Amir el-Eslemî – Muhammed b. Yahya b. Habbân isnadıyla nakletmektedir. Bu isnadda yer alan Muhammed b. Ömer, rical alimleri tarafından cerhedilmiştir. el-Buharî ve Ebu Hatim, metruk derken, Ahmed b. Hanbel “kezzab”tır demiştir. Yahya b. Maîn, “zayıf”, “leyse bi şey’in”, “leyse bi sikatin” şeklinde nitelendirmiştir. Ebu Hâtim ve en-Nesâî “hadis vaz’ ederdi” derken, ed-Darekutnî “zayıftır” demiştir. Ayrıca İbnu’l-Medînî ile İshak b. Rahuye cerhedici sözler söylemiştir. Onun hakkında az da olsa ta’dil edici sözler de mevcuttur. ez-Zehebî onun ahbâr, siyer, Megazî, havadis, eyyamu’n-nâs ve fıkıh konularında nihayetsiz bir hıfza sahip olduğunu belirtmektedir.[33] İbn Hacer, Abdullah b. Amir el-Eslemî’nin zayıf olduğunu söylemektedir.[34] son ravi Muhammed b. Yahya b. Habban ise İbn Maîn, Ebû Hatim, en-Nesâî tarafından sika olarak kabul edilmiştir.[35]

İbn Adî’nin eserinde es-Sâcî – el-Hasen b. Ali el-Vasıtî – Ali b. Nuh – Muhammed b. Kesîr – eş-Şa’bî’nin mevlası Süleym – eş-Şa’bî isnadıyla gelmektedir. İbn Adî ve ez-Zehebî, bu isnadda geçen meşhur tabiîlerden eş-Şa’bî’nin mevlası Suleym Ebu Seleme za’îf, zaîfu’l-hadis, leyse bi sika (sika değildir) şeklinde değerlendirildiğini nakletmektedir.[36] Klasik hadis usûlüne göre zayıf olan ravinin rivayeti itibar için alınırsa da sika olmayan bir râvînin rivayeti hiçbir surette alınmaz. eş-Şa’bî’nin mevlası olan Suleym’in bu rivayeti zayıf olarak kabul edilmelidir.

Tetkik ettiğimiz bu isnadların hemen hepsinde zayıf, sıka olmayan, meçhul ve kendileriyle ihticac edilemeyecek ravilerin olduğu görülmektedir. Bu isnadların tamamı hadis tekniği bakımından zayıf kabul edilmek durumundadır. Dolayısıyla bu rivayet, zayıf bir niteliğe sahip olduğu için delil olarak kullanılması mümkün değildir. Netice itibariyle bir takım Hıristiyan yazarların dedi kodu aracı yapmak istedikleri bu hikaye, hadis ilmi bakımından gerçekten olmuş bir olay değildir. Rivayet açısından sahih hadis kitaplarında, sahih bir senedle rivayet edilmemiştir.[37]Bu rivayet, uydurma hadislerle sahih hadisleri fark etmeyen bazı müfessirler tarafından nakledilmiş ve müsteşrikler bu sözlere dayanarak Müslümanlığı kötülemek istemişlerdir. İsmail Hakkı İzmirli Maâni-i Kur’an’da şöyle demektedir: Beydavî, Ebu’s-Suûd, ve Celâleyn gibi müfessirlerin ve onlara uyanların bu baptaki izahları asla doğru değildir. Bu sözler onların hadis ilmine vukufsuzluğunu gösterir, bu bir hatadır.[38]

Bu rivayeti metin açısından bir değerlendirmeye tabi tuttuğumuz zaman bazı problemlerin olduğu görülmektedir. Kronolojik açıdan ilk siyer kaynaklarından addedilen İbn İshak’ınSiret’inde Hz.Peygamberin geliş amacının Zeyd’in hastalığı olup onu ziyaret amacıyla geldiği nakledilmekte ve o, Zeyd’in yanında Zeynep’e bakmakta ve ondan hoşlanıp “kalpleri değiştiren Allah ne yücedir” demektedir. Bunun üzerine Zeyd, Zeynep’i boşamayı teklif etmektedir. Diğer bütün kaynaklarda Hz.Peygamber’in Zeyd’i aramak maksadıyla geldiği fakat onu evde bulamadığı ve onu görünce hoşlandığı şeklinde rivayet edilmektedir. Bu çok bariz bir muhteva farklılığıdır. Rivayetin bazı varyantlarında Hz.Peygamber’in Zeynep’i gömleği ve örtüsüyle gördüğü nakledilirken, bir rivayette Zeynep’in yarı çıplak (hasiratun), diğer bir rivayette ise ev kıyafetiyle (mutefaddile) bulunduğu ifade edilmektedir. Burada hasiretun kelimesi, başını ve kollarını açmış anlamına geldiği gibi, elbisesini üzerinden çıkarmış kadınlar için de kullanılmaktadır.[39] Görüldüğü gibi rivayetlerde Hz.Zeynep’in evin içindeki durumu konusunda birbirine zıt ifadelere rastlanmaktadır. Bazıları onu tesettürlü gösterirken, diğer tarikler yarı çıplak bir vaziyette göstermektedirler. Bazı tariklerde ise Zeynep’in Kureyş’in en mükemmel, beyaz tenli, etine dolgun ve güzel bir kadın olduğu belirtilmektedir. Hz.Peygamber bu vaziyette onu görünce ondan hoşlanmakta ve aşık olmaktadır. Bununla da kalmamakta Allah tarafından Zeynep ona sevimli gösterilmekte, başkasına (Zeyd’e) soğuk ve sevimsiz gösterilmektedir. Yukarıda da belirtiğimiz gibi, Başkasının nikahı altında bulunan bir kadına Hz.Peygamber’in aşık olması, muhabbet duyması mümkün müdür? Bu, onun misyonuyla ve getirmiş olduğu ilahî mesajla nasıl bağdaşabilir? Söz konusu davranış, Kur’an’ın ahlak anlayışına aykırı olduğu gibi, aynı zamanda bunun, ahlakı Kur’an olan, bütün insanlığa örnek model (üsve-i hasene)[40] olarak gösterilen bir Peygamber’den sadır olması düşünülemez. Zira bir kimsenin nikahı altında bulunan bir kadına yan gözle bakmak, aşık olmak, Peygamberin kendi ahlakî yapısına aykırı olduğu gibi, bizzat getirdiği mesaja da aykırıdır. Hz.Peygamber’in Kur’an’a aykırı olan bir davranışı sergilemesi mümkün değildir. Bırakın Hz.Peygamber’i böyle bir konumda tasvir etmeyi, normal sıradan bir insan için bile böyle bir davranış doğru olarak kabul edilemez. el-Kurtubî’nin de dediği gibi bunu ancak Hz.Peygamber’in ismetini bilmeyen ve onun saygınlığını hafife alan cahil insanlar düşünebilir veya uydurabilirler.

Sonra bu rivayette sanki Hz.Peygamber Zeynep’i ilk defa görmüş de güzelliğine vurulmuş gibi bir tasvir vardır. Oysa ki Zeyneb’in güzelliğini Rasulullah’ın henüz yeni görüp anlamış olması aklen kabul edilemez. Zira Zeynep, Rasullulah’ın halasının kızı olması sebebiyle, ta çocukluğundan beri görüp bildiği ve özellikle tesettür edilmemiş bulunduğu dönemde vücut güzelliğine yakından muttalî olduğu bir kadın iken, bunu ilk defa görülmüş ve beğenilivermiş diye anlatmak kendi kendini yalanlayan bir hikayedir. [41]

İsnad ve metin açısından muteber olmayan bu rivayet, maalesef yukarıda da belirttiğimiz gibi bazı art niyetli Hıristiyan yazarlar ve onların görüşünü benimseyen ülkemizdeki bazı kimseler tarafından istismar edilmiştir. Şimdi sözünü ettiğimiz bu yazarların Hz.Peygamber hakkındaki düşüncelerini kısaca özetledikten sonra bu rivayeti nasıl istismar ettiklerini görelim.

Avrupa’da uzun yıllar ilmî bir seviyeden uzak ve İslâmî kaynaklar bilimsel olmayan bir tarzda ele alınıp bu konuda yazılar yazılmış ve araştırmalar yapılmıştır. Ancak daha sonraları batı dünyasında, özellikle 19. yüzyılda bir çok ilim adamı kaynakları daha yakından araştırarak çeşitli eserler ortaya koymuşlardır. Özellikle Caussin de Perceval, William Muir (1905), George Weil, D.S. Margoliouth (1940), Noldeke, Alois Sprenger (1813/1893), C. Snouck Horgronje (1936) ve R.P.A. Dozy (1883) gibi yazar ve araştırmacıların çalışmaları zikredilebilir. Ancak bunların yanısıra Caetani, Sonmens, Massignon, Montet, Casanova, Bell, Huart, Houdas, Marçais, Arnold, Grimme, Godefroy, Demombynes ve benzeri kimseler bazen ciddi bir eleştiriden uzak ve üzülerek ifade edelim ki eserlerini aşırı yanlışlarla dolu bir tarzda yazmışlardır.[42] Alexandre du Pont, Leon Caetani, Regis Blachére, Savary, Emile Dermenghem gibi bazı yazarlar, Hz.Peygamber’in şehvetperest ve kadın düşkünü olduğunu ileri sürmüşlerdir [43] ki sanırım bu tür değerlendirmelerin son derece ideoljik ve duygusal olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.

Hıristiyan Batı’nın kendini koruma amacıyla geliştirdiği polemiğin temel stratejilerinden birisi, büyük kin duydukları Hz.Muhammed’le alay etmekti. Muhammed eflatun giyinen, dudakları boyalı, kokulu şeylerden ve çiftleşmekten hoşlanan, elebaşı bir tecavüzcü (!) olarak tasvir ediliyordu. Tanrıya, kendi cinsel zaaflarının mazur görülmesini arz ettiğine inanılıyordu. 12. yüzyılda yazan, fakat erken dönem 19. yüzyıl antropolojisine imada bulunan Galli Gerald, Muhammed’in öğretilerinin şehvet düşkünlüğü üzerinde yoğunlaştığını, bu durumun, fevkalade doğal bir sıcak iklimde yaşadıkları için de, doğululara özellikle uygun olduğunu öne sürüyordu.[44] Yine bu zihniyete göre, Ortaçağ Avrupa’sında İslam, Hıristiyanlığın inkarı, Muhammed ise bir sahtekar, kötü bir şehvet düşkünü ve şeytanla anlaşmış bir anti İsa’cı olarak kabul ediliyordu.[45]

Batılı oryantalistlerin Hz.Peygamber’i şehvet düşkünü bir insan olarak kabul etmelerinde Müslüman dünyasında var olan bazı zaafların etkili olduğunu belirtmekte yarar vardır. Başka bir ifadeyle Batıda Hz.Peygamber’in böyle bir imajının oluşmasında Müslüman muhayyilesinin ürettiği bazı yanlış anlamaların ve yorumların önemli bir rol oynadığını ifade etmek gerekir. Bunu Batılı bir bilim adamının tespitiyle ifade edecek olursak, Hz.Peygamber’e hayran olan Araplar (Müslümanlar), onu öylesine yüceltmişlerdir ki gerçek şahsiyetinin dışında abartılmış bir görünüş ortaya çıkmıştır. Peygamber bütün güzelliklerin, üstünlüklerin üzerinde toplandığı bir şahsiyet olmuştur. Arapların çok değer verdikleri erkeklik gücü onda abartılmış, bazı Araplar onu cinsel açıdan güçlü bir peygamber olarak takdim etmişlerdir. Bu durum onun batıda küçük görülmesine ve kendisiyle alay edilmesine yol açmıştır.[46]Yukarıda alıntı yaptığımız tefsirlerde Hz.Peygamber’i ahlâkî açıdan küçük düşüren ve peygambere yakışmayacak tarzda bir takım rivayetlerin alimlerimiz tarafından bir değer atfedilerek nakledilmesi ve hatta bazı alimlerimiz tarafından benimsenmesi, onun Peygamber imajına halel getirmekte ve art niyetli insanlara malzeme teşkil etmektedir.

Örneğin, Frantz Buhl, Hz.Peygamber’in cinsel yönüyle ilgili olarak “Hz.Muhammed’in vahyi, kendi şehevi arzularının hizmetine soktuğu iddiasında bulunmakta ve buna delil olarak da Hz.Muhammed’in evlatlığının hanımı olan Zeynep bt. Cahş ile olan evliliğini göstermektedir. Mekke’de yalnız Hz. Hatice ile evlendiğini, ancak Medine’ye intikal ettiği andan itibaren hanımlarının sayısının durmadan arttığını, nikahları altında bulundurabilecekleri hanım sayısını mensupları için dört hür ve istedikleri kadar cariye ile sınırlandırdığı halde (IV, 3) bu sınırlamanın kendisi için sıkıcı ve rahatsız edici olduğunu hissetmiş ve şahsını bu sınırlamadan istisna etmiştir.[47]

Maxime Rodinson ise Hz.Zeynep hadisesini şöyle nakletmektedir: Bir gün Peygamber, ilk eşi Hatice’nin kendisine verdiği eski kölesi Zeyd b. Harise’yi arıyordu. Zeyd Hıristiyan asıllı idi. Muhammed onu Müslüman yapmış, özgür bırakmış ve evlatlık edinmişti. Bu yüzden Zeyd b. Muhammed ismiyle çağrılıyordu. Onu kendi yeğenlerinden, bazı yorumculara bakarsak, dul ama otuz beş yaşına rağmen hâlâ çok güzel bir kadın olan Zeynep bt. Cahş ile evlendirmişti. Gene anlıyoruz ki bu evlilik pek yürümüyordu. Muhammed, Zeyd’in kapısını çalmıştı. Zeyd evde değildi ama Zeynep, yarı çıplak olmasına rağmen onu içeriye buyur etmek istedi. Muhammed’i hem anası hem de babası olarak kabul ediyordu. Muhammed girmedi fakat o sırada Zeynep aceleyle giyinirken rüzgar onun üstündekileri havalandırmıştı. Peygamber onun anlayamadığı sözler mırıldanarak uzaklaştı. Sadece şu kadarını kavrayabildi: “Kalpleri değiştiren Allah’ı her şeyden tenzih ederim.” Biraz sonra Zeyd eve döndü, karısı olup biteni anlatınca hemen Peygamberin huzuruna çıktı.: “Anam babam sana feda olsun! Ey Allah’ın elçisi duydum ki evime gelmişsin, içeriye neden gelmedin? Belki Zeynep’ten hoşlandın? Öyleyse, derhal boşarım onu!” Muhammed ona “Karın senin olsun” diye karşılık verdi. Fakat Zeyd karısıyla ilişkiyi kesti ve ayrıldı.[48]

Rodinson’un nakline göre, Hıristiyan Batılılar ve Voltaire’ciler bu olayı, Peygamberin yıldırım aşkına tutulduğu şeklinde düşünerek yorumlamış ve biraz da alaycı bir tavır takınmışlardır. Fakat bu yorum, kaynaklar gözden geçirilecek olursa görülecektir ki, Batılıların değil, doğrudan doğruya Arap-İslâm kaynaklarının yorumudur. Zeynep’i yarı çıplak gördüğünde Hz.Muhammed’in ondan hoşlandığı üzerinde ısrarla duran, işin erotik yönünü, Zeynep’in olağanüstü güzelliğini ısrarla belirten bu kaynaklardır.[49] 33 Ahzab 37-40. Ayetlerin yorumu için tefsir kaynaklarındaki nakillere baktığımız zaman, –ki yukarıda bunları serdettik- Rodinson ve diğer Batılı müsteşriklerin Hz.Peygamber’in cinsel yönüyle ilgili yapmış oldukları yorumlarında onları mazur göstermese bile onların Hz.Peygamber’in misyonuna uygun olmayan tarzda yorum yapmalarına neden olan malzemeyi Müslüman alimlerin vermiş olduğu görülmektedir. Rodinson’un da dediği gibi Hz.Peygamber’in Hz.Zeynep’i yarı çıplak bir vaziyette evinde gördüğü ve hoşuna gittiği şeklindeki rivayeti Müslüman alimler çok zayıf ve hatta uydurma olmasına rağmen gayet rahat bir şekilde söz konusu ayetin yorumunda kullanabilmişlerdir.

Art niyetli Hıristiyan Batılılar ve Volter’cilerin yerli takipçileri olan İlhan Arsel Şeriat ve Kadın, Turan Dursun, Din Bu adlı çalışmalarında bilimsel araştırma üslûbundan ve objektiflikten uzak ve son derece ideolojik ve düşmanca bir tavırla bu rivayeti dillerine pelesenk yapmakta ve bunu Hz.Peygamber’in nezahetini ve saygınlığını zedeleyecek tarzda kullanmaktadırlar. Arsel’e göre Hz.Peygamber, Zeynep’le yarı kalmış bir aşkını tamamlamak için evlenmiştir. Çünkü o daha henüz Hatice ile evlenmeden önce halasının kızı olan Zeynep’e göz koymuş, fakat onu elde edememişti. Hatice ile evlendikten sonra muhtemelen onu gözü önünde tutma düşüncesiyle oğulluğu bulunan Zeyd ile evlendirmişti. Ve şimdi için için işleyen bu aşk duygularını değerlendirme kuvveden fiile çıkarma fırsatını bulmuş oluyordu. Arsel’in temel iddiası şudur: Hz.Peygamber kadın düşkünü bir insandır. Bu düşkünlüğü nedeniyle oğulluğu kabul ettiği Zeyd’in ismeti hariminde olan Zeynep’e deli gibi aşık olmaktan çekinmez. Zeynep’i Zeyd’in elinden alabilmek için de görünüşte istemiyor muş gibi yapar ve Zeyd’e “karını hoş tut” diye öğütte bulunur. Kendisine yönelecek eleştirilerden kurtulmak için de bunun Tanrı tarafından böyle hazırlandığını ve vahiy şeklinde kendisine bildirildiğini söyler ve bununla ilgili Ahzab süresindeki ilgili ayetleri uydurur.[50]Arsel, bu düşüncelerini temellendirmek için bizim bu makalede ele aldığımız Hz.Peygamber’in Zeynep’e aşık olduğu rivayetini et-Taberî’nin Milletler ve Hükümdarlar Tarihi adıyla Türkçe’ye çevrilmiş tercümesinden nakletmekte ve bu rivayetin İbn İshak, İbn Sa’d ve et-Taberî gibi en sağlam İslam kaynaklarında geçtiğini ifade etmektedir.[51] Turan Dursun da aynı rivayeti malzeme yaparak Hz.Peygamber’in Zeynep’e aşık olduğunu ve bu aşkını gelecek eleştirilerden dolayı sakladığını iddia etmektedir. Onun dayanağı da hadis ve tefsir kitaplarında yer aldığını söylediği söz konusu bu rivayettir.[52] Bu rivayet, Dursun’un iddia ettiği gibi hadis kitaplarında değil, tefsir ve tarih kitaplarında geçmektedir. Bu doğrudur. Fakat, tarih ve siyer kitaplarındaki rivayetleri Müslüman alimler nakletmiş olsalar bile mutlak anlamda doğru olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Tarih ve siyer kitapları içerisinde doğru haber olduğu gibi çeşitli siyasî, içtimâî ve dini saiklerle gerçeği yansıtmayan, uydurma haberler de bulunabilmektedir. Nitekim ez-Zehebî bu rivayeti kitabına alan İbn İshak’ı Ehl-i Kitap’tan gelen haberleri kabul etmek, rivayetlerinin önemli bir kısmını Yahudi ve Hıristiyanlara dayandırmak; insanın yaratılışı, insanlık ve peygamberler tarihi konularında Ehl-i Kitap’ın kültürü doğrultusunda açıklamalarda bulunmakla tenkit etmiştir. Yine İbn Nedim, İbn Ishak’ın Yahudi ve Hıristiyan alimleriyle ilişki içerisinde olduğunu ve onlarla görüştüğünü ve onların haberlerine rağbet ettiğini ifade etmiştir.[53] Diğer taraftan et-Taberî de Tarih’inde önüne gelen rivayeti ve bilgiyi, bulduğu veya duyduğu her haberi genellikle tenkide tabi tutmadan, olduğu gibi kitabına almıştır. Bu nedenle anlatılan olayların hakikatine aykırı ve İslam realitesine taban tabana zıt haberler de bu eserde mevcuttur.[54] Dolayısıyla gelen haberlerin bu anlamda ciddî kritikten geçirilmesi gerekir. Tetkik ettiğimiz bu rivayet de Hz.Peygamber’i iffet ve erdem açısından küçük düşüren ve muhtemelen İslâm aleyhtarlığını kendisine meslek edinmiş kimseler tarafından ortaya atılmış ve bir şekilde kaynaklarda yerini almıştır. Zira Tarihî süreç içerisinde İslam aleyhtarı zındık ve mulhid tabir edilen insanların İslam aleyhine ve Peygamberi rencide eden pek çok ithamlarda bulundukları tarihi bir gerçektir.

Arsel’in Hz.Peygamber, daha henüz Hatice ile evlenmeden önce halasının kızı olan Zeynep’e göz koyduğu, fakat onu elde edemediği; Hatice ile evlendikten sonra muhtemelen onu gözü önünde tutma düşüncesiyle oğulluğu bulunan Zeyd ile evlendirdiği iddiası tamamıyla subjektif ve tarihi hiçbir dayanağı olmayan uydurma ve art niyetli yorumlardan ibarettir. Bu meselenin hakikati şudur: Zeynep, Hz.Peygamber’in halası olan ‘Abdulmuttalip kızı Ümeyme’nin kızı idi. Zeynep’in kız kardeşi Hamne bt. Cahş,[55] bir gün Hz.Peygamber’e gelip “Ey Allah’ın Rasulü! Hemşirem hüsn-ü cemal sahibi, hem de hünerli, zekî ve alicenap bir kızdır, bunun hakkında ne düşünürsünüz? demiştir; maksadı, Zeynep’i Peygamber’in almasını teklif etmektir. Peygamber ise onu evlatlığı olan Zeyd b. Harise’ye nikahlayacağını bildirmiştir. Hamne, “Böyle şerefli ve kibar kızı bir azadlı köleye nasıl layık görüyorsun” diye itiraz etmiş ve gidip Zeynep’e yaptığı işi anlatmıştır. Zeynep de kızmış ve “Ey Allah’ın Rasulü! Halanızın kızını mevlanıza mı layık görüyorsunuz” demiştir. Bunun üzerine Ahzab süresinin 36. ayeti nazil olmuştur.[56] Bunun üzerine Zeynep af diledi ve işini Hz. Muhammed’e bıraktı. Neticede Zeyd ile evlenmişlerdi. Evlilikleri bir yıldan fazla devam etti. Ancak Zeynep güzelliği ve soyu sopu ile gururlanıyor ve bir azadlıya vardığından dolayı üzülüyor, bu yüzden de Zeyd, ailede beklediği huzur ve alakayı, karşılıklı sevgi ve saygıyı göremiyordu. Zeyd, Hz.Muhammed’e gelerek bu vaziyetin vicdanını ezdiğini ve huzura kavuşmak için Zeynep’i boşamak istediğini bildirdi. Peygamber kendisine nasihat etti. Zeyd bir müddet sonra yine Peygamber’e şikayette bulundu ve “Ey Zeyd, bu işte Allah’tan sakın ve zevceni bırakma” cevabını aldı. Nihayet Zeyd bir kere daha geldi ve “ben Zeynep’i boşadım” dedi. Boşanmanın üzerinden iki ay geçti. Hz.Peygamber iyi olacağı ümit ve temennisiyle yaptığı bu işin sebep olduğu arzu edilmeyen bir durum karşısında hala kızının şerefini iade etmek ve evvelce onun izhar ettiği arzuyu yerine getirmek, aynı zamanda evlatlıkların zevceleriyle evlenme yasağı hakkındaki cahiliyet adetinin güçlüklerini kaldırmak hususlarını düşünmeye başladı. Bu düşünceler bir vahiy mahsulü olduğu halde Hz.Peygamber bunları açıklamıyordu. Bunun üzerine Ahzab süresinin 37. ayeti nazil oldu.[57] Bu izah da da görüldüğü gibi, Zeynep, başlangıçta kız kardeşi tarafından Hz.Peygamber’e teklif edilmiş, fakat o bunu kabul etmeyip, onu Zeyd’le evlendirmiştir. İsteseydi onu Zeyd’le evlendireceğine kendisi alırdı. Oysa kendi isteğiyle onu hizmetçisine almış ve mehrini de kendisi vermiştir. Bakire bir kız iken ona istek göstermeyen Peygamberin, evlendikten sonra hemen bir görüşte âşık olması makul değildir. Zaten Zeyd ile Hz.Peygamber arasında sıkı ilişki ve sevgi vardı. İkisi de birbirlerine sık sık gidip gelirlerdi. Hz.Peygamber Zeynep’i her zaman görüyordu.[58] Dolayısıyla Arsel’in söz konusu mevhum iddiası bir hezeyandan ibaret kalmaktadır.

Tarihî açıdan meselenin boyutunu bu şekilde ortaya koyduktan sonra, Kur’an’da geçen Ahzap sûresinin 36-40. ayetleri açısından da bazı hususlara vurgu yapmak gerekir. Özellikle de söz konusu bu ayetlerde Hz.Peygamber’in Zeynep’e aşık olduğu veya ona karşı kalbinde bir muhabbet oluştuğuna dair bir ifade, bir îma mevcut değildir. Hz.Peygamber Zeyd’i evlatlık edinmişti. Hz.Peygamber, bir kölenin hür bir kadınla evlenmesi şeklindeki yasağı ortadan kaldırmak için Zeyd’le Zeynep’i evlendirdi. Zeynep bu evliliğe isteksiz olmasına rağmen, Hz.Peygamber’e saygısı gereği kabul etti. Fakat, evlat edinme adeti, Ahzab suresindeki “(Allah) evlatlıklarınızı da (gerçek) çocuklarınız kılmamıştır.”ayetiyle[59] gerçek oğullara ve kızlara uygulanan evlilik sınırlamalarının evlatlıklara uygulanamayacağı ifade edilmiştir. Allah, Peygambere bu adeti bizzat kendisinin Zeynep ile evlenmekle yürürlükten kaldırmasını emretti. Muhtemelen Zeyd b. Muhammed diye çağrılan Zeyd ile evliliğe razı olan Zeynep, daha sonra bu ayetlerin evlat edinmeyi yürürlükten kaldırmasıyla Zeyd b. Harise diye çağrılmaya başlanan kocasına kendisiyle kocası arasında denklik anlamlarından birinin yokluğunu hissederek içinden ona karşı kibirlenmiştir. Zira onun gözünde Zeyd’in artık Hz.Peygamber’le ilişkisi kesilmişti. ve kendisiyle iftihar edilecek bir soyluluğu bulunmayan âzâdlı kölelerden biri konumuna düşmüştü.[60] Fakat, Zeynep’in ona karşı asalet ve şerefiyle böbürlenmesi ve onu sevmediğini zaman zaman açığa vurması problemlere yol açtı Bundan dolayı Zeyd’le Zeynep arasındaki geçimsizlik hat safhaya ulaştı. Zeyd, eşini birkaç defa boşamanın eşiğine geldi, fakat her seferinde “eşini bırakma” şeklindeki ikazlarla ikna edildi. Ancak sonunda evliliğin yürümeyeceği anlaşılınca h. 5. Yılda Zeyd karısını boşadı. Bu arada Hz.Peygamber de kendisine gelen ve henüz insanlara tebliğ etmediği, kendisinin Zeynep’le evliliğinden bahseden vahiyler alıyordu. Evlatlığın eski eşiyle evlenmenin yasak oluşu, köklü ve güçlü bir adetti ve anlaşıldığı kadarıyla Ahzab sûresinin 4-5. ayetlerinden sonra bile hiç kimse bu geleneği yıkmaya cesaret edememişti.[61]Bundan dolayı Hz.Peygamber, evlatlığın hanımıyla evliliği yasaklayan Arap cahiliye adeti nedeniyle, Zeynep’le evliliği arzusunu insanlara açıklamaktan çekiniyordu. Bunun üzerine Ahzab suresinin 36-40. Ayetleri nazil oldu. Bu ayetlerin nazil olmasından sonra, Hz.Peygamber, geçmişteki mutsuzluğundan dolayı üzerinde hissettiği ahlâkî sorumluluğu telafi etmek için Zeynep’le evlendi. Hz.Peygamber’in Zeynep’in geçmişteki mutsuzluğunu telafi etme dışında, evlatlığının eski eşiyle evlenmeye zorlanmasındaki ilahî maksat, müşrik Arap inançlarının tersine, evlatlık ilişkisinin biyolojik ebeveyn çocuk ilişkisinden kaynaklanan evlilik sınırlamalarından hiç birine tâbi olmadığını göstermekti.[62]

3. Sonuç

Bu rivayetin İslam kaynaklarındaki tetkikini yaparken bir kez daha şu hakikatle yüz yüze geldiğimizi gördük. O da bin dört yüzyıllık İslam kültür geleneğinin yeniden eleştirel bir tarzda ele alınması ve kritik edilmesi gerçeğidir. Kaynaklarımızda azımsanamayacak ölçüde mevcut olan bu tür haber ve rivayetler, Kur’an’ın genel ilke ve esasları, Hz.Peygamber’in model davranışı ve gerçek sireti, aklın bedîhî gerçekleri ve realite çerçevesinde, tekrar gözden geçirilmesi, bu kriterlere aykırı bilgi ve haberlerin ayıklanması zorunludur. Aksi takdirde sağlıklı bir İslam anlayışı ve doğru bir peygamber tasavvurunu ortaya koymamız mümkün olmaz. Bu çaba, İslam dünyası açısından son derece hayatî bir meseledir. İncelediğimiz bu rivayet örneğinde olduğu gibi, Kur’an’ın çizmiş olduğu Peygamber tasavvuruna aykırı rivayetlerin tenkidî bir süzgeçten geçirilmesi zarurîdir. Bu konuda tesahül göstermek, İslam aleyhtarlığını kendilerine meslek edinmiş bir takım zevatın eline malzeme vermek demektir.

Burada böyle bir rivayeti –herhangi bir isnada dayandırmaksızın- eserlerine almakla kalmayıp, aynı zamanda sıhhatini kabul edip benimseyen alimleri de eleştirmemiz haddi aşmak olarak kabul edilmemelidir. Onların amacının Hz.Peygamber’i ahlaki açıdan küçük düşürmek olmadığı kesindir. Buna bir ihtimal dahi verilmesi mümkün değildir. Onların bu tür rivayetleri eserlerine almalarında gerek tarihsel ve toplumsal şartlar, gerekse eserlerini oluştururken kullandıkları metodolojik etmenlerin önemli bir katkısı olduğu izahtan varestedir. Tabii ki bu etmenler başlı başına tetkik edilmesi gereken konudur. Fakat şu kadarını söyleyelim ki metodolojik etmenlerin bu rivayetlerin kabulünde önemli rolünün olduğunu ifade etmek gerekir. Metodolojik etmenlerden kastımız, müellifin haberleri kitabına alırken dikkat ettiği yöntemdir. Örneğin et-Taberî, Tarih’inde önüne gelen rivayeti ve bilgiyi, bulduğu veya duyduğu her haberi genellikle tenkide tabi tutmadan, olduğu gibi kitabına almıştır. Bu nedenle anlatılan olayların hakikatine aykırı ve İslam realitesine taban tabana zıt haberler maalesef bu esere girmiştir. İbn İshak ise, Ehl-i Kitap’tan gelen haberleri kabul etmek, rivayetlerinin önemli bir kısmını Yahudi ve Hıristiyanlara dayandırmak; insanın yaratılışı, insanlık ve peygamberler tarihi konularında Ehl-i Kitap’ın kültürü doğrultusunda açıklamalarda bulunmakla tenkit edilmiştir. Bunlar bize göre metodolojik hatadır ve bu hatalar nedeniyledir ki pek çok yabancı kültür unsurları İslam kültürüne nüfuz etmiştir. Buna ilave olarak yukarıda İzmirli İsmail Hakkı’nın “Beydavî, Ebu’s-Suûd ve Celaleyn gibi müfessirlerin ve onlara uyanların naklettikleri bu tür rivayetler, onların hadis ilmindeki vukufsuzluğunu gösterir” şeklindeki değerlendirmesini de zikretmek gerekir. İzmirli’nin “onların hadis ilmindeki vukufsuzluğu” tabiri belki ağır bir eleştiri olarak kabul edilebilir. Fakat biz onların bilgisizliklerinden ziyade en azından bu rivayetleri eserlerine alma konusunda mutesahil davrandıklarını söyleyebiliriz. Bu yüzden İslam bilginleri rivayet tefsirlerinin metodolojik açıdan üç zaaf noktasını tespit etmişlerdir. 1.Tefsirde uydurma haberlerin çokluğu, 2. İsrailiyyatın girişi, 3. İsnadların hazfedilmesi.[63] Rivayet tefsirlerindeki bu zaaflardan dolayıdır ki bu eserlere uydurma haberler ve israiliyyat nüfuz etmiş ve tetkik ettiğimiz bu rivayette de örneği görüldüğü gibi, bazı rivayetler isnadları bile zikredilmeksizin istidlal yoluna gidilmiştir. Bu da İslam’ın genel ilke ve esaslarına uymayan fikirlerin ve Peygamberi rencide eden ve onun ahlakî yapısına aykırı bazı rivayetlerin kültürümüze girmesine neden olmuştur. Bunların ciddî bir tetkikten geçirilmek suretiyle ayıklanması ve sağlıklı bir İslam anlayışının oluşturulması zorunludur.

Netice itibariyle İslam dininin mübelliği olan, ahlakı ve yaşayışıyla Kur’an’ın üsve-i hasene (örnek model) diye takdim ettiği İslam Peygamberini ahlakî açıdan küçük düşüren bu rivayeti ne isnad açısından ne de metin açısından sahih kabul etmenin mümkün olmadığını ve hatta Hz.Peygamber’e yapılmış bir iftira olduğunu söyleyebiliriz. Bu rivayet, muhtemelen H. II. asırda zındık ve mülhid tabir edilen bazı kimseler tarafından Hz.Peygamber’i insanlar nazarında küçük düşürmek amacıyla uydurulmuş olup, maalesef tarih-tabakat ve tefsir kaynakları gibi bazı İslam kaynakları içerisinde neşvu nema bulmuştur. Sadece bu kaynaklarda yer almakla kalmamış, yukarıda da belirttiğimiz gibi pek çok alim tarafından da benimsenmiştir. Özellikle ağırlıklı olarak tefsir kitaplarında Ahzab süresinin 37. Ayetinin tefsiri sadedinde kullanılmıştır. Üstelik yukarıda incelediğimiz tefsirlerden bir ikisi hariç çoğunluğu tarafından hiç bir isnada dayandırılmadan söz konusu ayetin tefsirinde istidlal edilmiştir. Bu gerçekten ciddi bir ihmal olarak kabul edilmelidir. (Prof.H.Musa BAĞCI Dicle Ünv. İlahiyat Fakültesi)

Not: Bu makale EKEV Akademi Dergisi yıl: 8, sayı 18, kış 2004’de yayımlanmıştır.


[1] Kemal Sandıkçı, İlk Üç Asırda İslam Coğrafyasında Hadis, D.İ.B.Yay, Ank, 1991, s. 5-13.

[2] Yavuz Ünal, Hadisin Doğuş ve Gelişimi, Etüt, Samsun, 2001, s. 192.

[3] Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Ankara, 1988, AÜİF. Yay, s. 151.

[4] Biz bu hususu bir başka araştırmamızda geniş bir şekilde ele alıp eleştirel tavrımızı ortaya koymuş olduğumuz için burada ona işaret etmiş olmakla yetiniyoruz.H. Musa Bağcı, Hz.Peygamber’in Beşerî Yönü, (Yayınlanmamış Doktora Tezi) Ankara, 1999.

[5] et-Taberî, Tarîhu’l-Umem ve’l-Mulûk, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, II, 89-90; İbn İshak, Sîretu ibn ishak, (Thk: Muhammed Hamidullah), Hayra Hizmet Vakfı, 1981, Konya, s. 244.

[6] 33, Ahzâb, 37-40. (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, meal-tefsir , II, 859)

[7] el-Ferrâ, Meâni’l-Kur’ân, Daru’s-Surûr, Thk: Muhammed Ali en-Neccar, II, 343.

[8] et-Taberî, Camiu’l-beyan an te’vili ayi’l-kur’an, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995, XII, 18; Tarih, II, 89-90.

[9] Ali b. Ahmed el-Vahidî, el-Vecîz fî tefsiri’l-kitabi’l-azîz, Thk: Safvan Adnan Davûdî, Daru’l-kalem, Daru’ş-Şamiyye, Dımaşk, Beyrut, II, 866.

[10] el-Bağavî, Meâlimu’t-tenzîl, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1987, III, 531.

[11] İbnu’l-Cevzî, Zadu’l-mesîr fî ilmi’t-tefsîr, Mektebetu’l-İslâmiyye, Beyrut, 1404, VI, 386.

[12] er-Râzî, Tefsîru’l-fahri’r-râzî li muştehiri bi’t-tefsîri’l-kebîr ve mefâtîhu’l-gayb, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995, XIII, 212-3.

[13] el-Kurtubî, el-Camiu li ahkami’l-kur’an, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, XIV, 123; el-Kurtubî’nin naklettiği müfessirlerin bu görüşünün geçtiği diğer kaynaklar için bkz: İbn Atıyye, el-Endelûsî, el-Muharreru’l-vecîz, Daru’l-Kutubi’l-Arabiyye, Beyrut, 1993, IV, 386.

[14] el-Kurtubî, a.g.e, XIV, 123.

[15] el-Kurtubî, a.g.e, XIV, 124.

[16] el-Kurtubî, a.g.e, XIV, 123; İbn Atıyye, el-Endelûsî, a.g.e, IV, 386.

[17] el-Beydâvî, Envaru’t-tenzîl ve esraru’t-te’vil, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1988, II, 246-247; Ebu’l-Berekat en-Nesefî, Tefsîru’n-nesefî, Daru Kahraman, İst, 1984, III, 304.

[18] İbn Kesîr, Tefsîru’l-kur’ani’l-azîm, Daru Kahraman, İstabul, 1985, VI, 420.

[19] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, D.İ.B. Yay, Ankara, 1988, II, 229.

[20] Ebu’s-Suûd Muhammed b. Muhammed el-Amâdî, İrşadu’l-akli’s-selimila mezaya’l-kur’ani’l-kerîm, Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabî, Beyrut, 1990, VII, 105.

[21] 12, Yusuf, 24.

[22] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, II, 438.

[23] Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’anı Kerim’in Türkçe Meali Alisi ve Tefsîri, Bilmen Yayıevi, İst, Tarihsiz, VI, 2811.

[24] İbn İshak, Sîretu ibn ishak, (Thk: Muhammed Hamidullah), Hayra Hizmet Vakfı, 1981, Konya, s. 244.

[25] İbn Sa’d, Kitabu’t-tabakati’l-kebîr, Daru Sadr, Beyrut, Tarihsiz, VIII, 101-102; et-Taberî, Tarih, II, 89-90.

[26] et-Tirmizî, Nevadiru’l-usûl fî ehadîsi’r-rasul, II, 29, 183.

[27] İbn Adî, el-Kamil fî duafâi’r-ricâl, III, 316.

[28] ez-Zehebî, Mizanu’l-i’tidal fî nakdi’r-ricâl, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, VI, 503-4; İbn Hacer, Tehzîbu’t-tehzîb, Daru ihyâi’t-Turasi’l-Arabî, Beyrut, 1991, V, 522-3.

[29] İbn Adî, a.g.e, III, 316; ez-Zehebî, el-Muğnî fi’d-Duafâ, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, I, 448.

[30] ez-Zehebî, a.g.e, VII, 317; İbn Hacer, Takribu’-tehzîb, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1997, II, 395; ez-Zehebî, el-Kâşif, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1997, III, 290.

[31] ez-Zehebî, a.g.e, VII, 457; İbn Hacer, Takrib, II, 486.

[32] İbn Hacer, Tehzîb, II, 9-10.; İbn Hacer, Takrîb, I, 195.

[33] ez-Zehebî, Mizan, VI, 273-5.

[34] İbn Hacer, Takrîb, I, 402.

[35] İbn Hacer, Tehzîb, V, 325.

[36] İbn Adî, a.g.e, III, 316; ez-Zehebî, el-Muğnî fi’d-Duafâ, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, I, 448.

[37] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim, İst, VI, 318.

[38] Yusuf Ziya Yörükhan, İslam Dini Tarihi, Kültür Bakanlığı yay, Ankara, 2001, s. 217.

[39] İbn Manzur, Lisanu’l-Arap, Daru İhyai’t-Tutasi’l-Arabî, Beyrut, 1996, III, 167; İbrahim Musatafa ve Arkadaşları, el-Mu’cemu’l-Vasît, Çağrı Yay, İst, 1990, s. 172.

[40] 33, Ahzab, 21; 68, Kalem, 4.

[41] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim, İst, VI, 318.

[42] Emile Dermenghem, Hz. Muhammed ve Risaleti, (Arapçadan Çev: Ahmet Ağırakça), İnsan yay, 1997, İst, s. 16.

[43] Roger Arnaldez, Fransız Kültüründe Muhammed Peygamber’in Tasviri, I. İslam Araştırmalar Sempozyumu Tebliği, s. 62; Dermenghem, Muhammed’in Hayatı, (Çev: Reşat Nuri), s. 366; Caetani, İslam Tarihi, Çev: Hüseyin Cahit, V, 122-127, VI, 319; Hz.Peygamber’i içten pazarlıklı olmakla ve şevhet perest olmakla suçlayan eserler için bkz: Maxsime Rodinson, A Critical Survey of Modern Studies on Muhammed, Studies on Islam, Oxford University Press, New York, 1981, s. 23-26.

[44] M.Emin Özafşar, Oryantalist Yaklaşıma İtirazlar, Araştırma yay, Ank, 1999, s. 15 (Rana Kabbânî, Avrupa’nın Doğu İmajı, Bağlam yay. İst, 1993, s. 24’den naklen)

[45] Özafşar, a.g.e, s. 15. (Kabbânî, age’den naklen).

[46] Desmond Stewart, Batılı Gözüyle İslam Kültür Medeniyeti (Early İslam) Çev: Mujdat Kayayerli, Esra, Konya, 1994, s. 48.

[47] Abdulaziz Hatip, Kur’an ve Hz.Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar, Nesil, 1997, İst, s. 164 (Frantz Buhl, Das leben Muhammed, s. 360-361’den naklen).

[48] Maxime Rodinson, Muhammed, ÖzneYay. İst, 1998, s. 201.

[49] Rodinson, a.g.e, s. 203.

[50] Arsel, Şeriat ve Kadın, İst, 1994, s. 332.

[51] İlhan Arsel, a.g.e, s. 332-3.

[52] Turan Dursun, Din Bu, Kaynak yay, İst, 1990, s. 38-39.

[53] Sabri Hizmetli, İslam Tarihi (İlk Dönem), Ankara, 2001, s. 76.

[54] Hizmetli, a.g.e, s. 84-5.

[55] et-Taberî, Tarih, II, 113.

[56] Zeynep’in Zeyd b. Harise ile evliliğine kendisinin ve ailesinin itirazlarına dair bkz: et-Taberî, Camiu’l-beyan, XII, 16; el-Kurtubî, el-Cami’, XIV, 121.

[57] Yörükhan, a.g.e, s. 215-6.

[58] Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar neşriyat, VII, 171.

[59] 33, Ahzab, 4.

[60] Derveze, Kur’an’a Göre Hz.Muhammed’in Hayatı, Yöneliş, İst, 1989, II, 79.

[61] A.g.e.

[62] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı meal-tefsir, İşaret yay, İst, 1996, II, 860.

[63] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, D.İ.B. yay, Ankara, 1988, II, 134.

http://www.musabagci.tr.gg/Hz-.-Peygamber-h-in-Zeynep-ile-Evlili%26%23287%3Bine-%26%23304%3Bli%26%23351%3Bkin-Bir-Rivayetin-Ele%26%23351%3Btirisi.htm

posted in *PEYGAMBER | 0 Comments

27th Mayıs 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hadis Tenkidi ile Hadis İnkarcılığı Arasındaki Fark

HADİS TENKİDİ VE HADİS İNKARCILIĞI

Hadis tenkidi veya eleştirisi ile hadis inkarcılığını ayırt etmek gerekir. Hadisin tenkidi veya eleştirisi demek, sahihini sakîmimden (zayıf ve uydurma) ayırma, iyi ve kötü taraflarını ortaya koyma anlamına gelir. Eleştiri de aynı anlamda olup iyiyi kötüden, sağlamı çürükten, doğruyu yanlıştan ayırmak, daha doğrusu kötü, çürük ve yanlışı eleyerek ayıklamak demektir.[1] Dolayısıyla kelime günlük dilde olumsuz anlamının ağır basmasına rağmen, özünde olumlu bir mana taşımaktadır. Hadis tenkidi, hadisin sahihini sakîminden ayırd etmek, doğrusunu yanlışından ayırmak, Hz.Peygamber’e atfedilen kötü, çürük ve yanlış olan hadisleri ayıklamak anlamındadır.

Hadis inkarcılığı ise hadisleri böyle bir eleme, tenkid ve ayıklama sürecinden geçirme ihtiyacı hissetmeksizin toptan reddetmek anlamındadır. Bir önceki başlıkta da belirttiğimiz gibi ilk asırlarda İmam eş-Şafiî’nin yapmış olduğu tartışmalardan ve bazı kaynaklardan anlaşıldığına göre güçlü bir ihtimalle Haricîlerin bazı kollarının hadisleri tümüyle, Mu’tezile’den bir grubun da sadece haber-i vâhidi (tek kanalla gelen hadisleri) reddettikleri anlaşılmaktadır. Günümüze gelince, bilindiği kadarıyla sünneti toptan reddettikleri söylenen yegane grup Pakistan’daki Ehl-i Kur’an adlı bir gruptur. Bu grubun içindeki kişilerin sünneti toptan red konusunda ittifak halinde olmadıkları, onlardan bazılarının sahihler dışında, bazılarının da mütevatirler dışında kalan hadisleri reddettikleri; ancak marjinal bir grubun hadislerin tamamını reddettikleri ifade edilmektedir.[2] Yalnız bunların da son derece marjinal bir grup olduğunu ifade etmek gerekir. O halde bazı hadislerin tenkidi, eleştirisi ile hadislerin tamamını ve sünneti tamamen reddetmeyi birbirinden ayırt etmek gerekir. Zira bu ikincisi hadis inkarcılığının ta kendisidir. Birincisi ise yani hadislerin tenkidi ve eleştirisi tarihi süreç içinde bütün İslâmî ilimlerle uğraşan alimlerin takip ettikleri bir metottur.

Hadislerin tenkidi konusu, ondört asırlık geçmişimizde bütün İslâm alimleri, makbul olabilecek bir hadiste aradıkları şartların farklı olması sebebiyle, birinin kabul ettiği hadisi diğeri reddetmiş, diğerinin reddettiğini de öbürü kabul etmiştir. Bugün de bir İslâm alimi yaptığı araştırma sonucunda samimi olarak bir hadisin sahih olamayacağı kanaatine varmışsa, ona ancak saygı duymak gerekir. Kaldı ki bir takım hadisleri reddettiği için hadis inkarcısı gibi haksız bir ithama maruz kalanların reddettiği hadislerin sayısına bakınca yüzü biraz geçtiği görülür. Seyyid Salih Ebu Bekir, adı geçen eserinde 100 hadisi, İbn Kuteybe’nin eserinde tartışma konusu yapılan hadisler de 109 konu etrafında yoğunlaşmaktadır.[3]

Herhangi bir İslâm alimi, her hangi bir hadisi reddettiği zaman, onu “hadis inkarcısı” veya “sünnet münkiri” yakıştırmalarla karalamak doğru değildir. Çünkü bir İslâm alimi bir hadisi reddettiğinde bunun anlamı, Hz.Peygamber’in hadisi olduğunu bile bile onu reddiyor demek değildir. Bilakis bu, o alimin, o hadisin Hz.Peygamber’e ait olduğunu reddettiği anlamına gelir. Bu reddedilen hadis isterse geçmiş İslâm alimleri tarafından hadis olarak kabul edilmiş olsun fark etmez. O alimin önceki İslâm alimlerinin kabul ettikleri bir hadisi reddedemeyeceği şeklinde bir itirazda bulunmak da doğru değildir. Binaenaleyh geçmişte veya günümüzde bir İslâm alimi bir hadisi ve belli konudaki hadisleri reddettiğinde yapılacak iş, onun bu konuda haklı gerekçelere dayanıp dayanmadığına, ikna edici delillere sahip olup olmadığına bakmaktır. Haklı gerekçelere ve ilmî delillere dayanmak şartıyla, birinin reddettiği bir hadisi bir başkası kabul veya birinin kabul ettiği bir hadisi bir başkası reddedebilir. Zira bir hadisin Hz.Peygamber’e aidiyetini belirleme işi tamamen içtihada dayalı bir husustur.[4]

Örneğin, İmam Malik, başkalarının delil olarak kullandığı bir çok hadisi Medine’deki uygulamaya (Amelu Ehli Medine) ters düştüğü gerekçesiyle kabul etmemiştir.

İbn Ebî Şeybe, el-Musannef’inde İmam Ebu Hanife’yi bir çok hadisi kabul etmemesinden dolayı eleştirmiştir.[5]el-Buharî de es-Sahih adlı eserinde Ebu Hanife’nin bir çok görüşünü eleştirmiştir.[6] Buna mukabil Hanefiler de el-Buharî’deki pek çok hadisi kabul etmemişlerdir. Yine fıkıh kitaplarında hadisçilerin reddettiği veya hadis kaynaklarında bulunmayan hadislere de rastlamak mümkündür. Kelam alanında da aynı durum söz konusudur. Kelam kitaplarında delil olarak kullanıldığı halde hadisçilerin uydurma kabul ettikleri pek çok hadis mevcuttur. Tasavvuf edebiyatına gelince, hadisçiler özellikle tasavvufa dair eserlerde mevcut çok sayıdaki hadisi, ya aslı bulunmadığı, ya isnadı olmadığı ya da açıkça uydurma olduğu gerekçesiyle reddetmişlerdir. Bunun örneği, İmam el-Gazâlî’nin İhya-i Ulûmi’d-Dîn adlı eserindeki hadislere yöneltilen eleştiriler oluşturmaktadır. Zira hadisçiler İhya’daki yüzlerce hadisi kaynaklarda aslı bulunmadığı, ya da uydurma olduğu gerekçesiyle açıkça reddetmiştir.

Bütün bunlar karşısında bir hadisi bir fakih, muhaddis, kelamcı veya tasavvufçu bir alim reddettiği zaman, bu hadisi reddeden o İslâm aliminin “hadis inkarcısı veya sünnet münkiri” olduğu söylenebilir mi? Bunu elbette söylemek mümkün değildir. Bu durumda hadis tenkidi yapmış Ebu Hanife, İmam Malik, İbn Ebî Şeybe, el-Buharî, el-Gazâlî, el-Irakî gibi yüzlerce İslâm alimini sırf başkasının kabul ettiği bir hadisi redettiği için hadis inkarcısı olmakla itham etmek gerekir ki bunu kabul etmek, böyle bir iddia da bulumak mümkün değildir.[7]Örneğin Ebu Hanife ve öğrencileri Kur’an’a ve akla aykırı buldukları için bazı rivayetleri eleştirmeleri yüzünden hadisçilerce sahih hadise muhalefetle suçlanmışlardır. Halbuki Ebu Hanife ve öğrencilerinin böyle bir tutum içinde olmaları düşünülemez.[8]

Tarihi süreç içinde rivayetlerin içeriğine yönelik eleştiriler, özelikle fakihler ve kelamcılar tarafından belli ölçülerde sürdürülmüştür. Günümüzde yapılan bilimsel araştırmalarda da bir çok Müslüman ve gayri muslim bilim adamı bazı rvayetleri içerikleri yönünden araştırıp, bunların Hz.Peygamber’e ait olamayacağı sonucuna ulaşmışlardır. Tabiatıyla bu samimi bilimsel çabaların hadis inkarı ve reddiyle bir alakası söz konusu değildir.[9] (Prof.H.Musa BAĞCI Dicle Ünv. İlahiyat Fakültesi)


[1] Tenkid ve eleştiri kelimeleri için bkz: Mehmet Doğan,Temel Büyük Türkçe Sözlük, s. 222, 760.

[2] Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet, s. 120

[3] Kırbaşoğlu, a.g.e, s. 121.

[4] Kırbaşoğlu, a.g.e, s. 122-123.

[5] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, Beyrut, 1989, s. 277-325

[6] Hilmi Merttürkmen, Buharî’nin Ebu Hanife’ye İtirazları ve Aralarındaki İhtilaflar, (Basılmamaış Doktora Tezi, A.Ü. İslâmî İlimler Fakültesi, Erzurum).

[7] Kırbaşoğlu, a.g.e, s. 124-125.

[8] İsmail Hakı Ünal, İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefî Mezhebinin Hadis Metodu, s. 66-81.

[9] Ünal, Hadis, s. 109.

http://www.musabagci.tr.gg/Hadis-Tenkidi-ile-Hadis-%26%23304%3Bnkarc%26%23305%3Bl%26%23305%3B%26%23287%3B%26%23305%3B-Aras%26%23305%3Bndaki-Fark.htm

posted in Hadis | 0 Comments

27th Mayıs 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Buhari’nin Kader Konusunda Mutezile’den Farkı

BUHARİ’NİN KADER KONUSUNDA MUTEZİLE İLE MÜNAKAŞALARI

Bu makalede el-Buharî (256/870)’nin el-Câmi’u-s-Sahîhadlı eserinin Kitâbu’l-Kader bölümünün tetkiki ve Ehli Hadis’i temsil eden el-Buharî ile başlangıçta Kaderiyye, daha sonra Mutezile olarak tarih sahnesine çıkan fırka ile kader konusundaki münakaşalarını irdelemek istiyoruz. Bu tartışmada el-Buharî’nin Kitâbu’l-Kader bölümütemel hareket noktası olacaktır. Zira her ne kadar bizzat el-Buharî Kitâbu’l-Kader bölümünüMutezile’ye bir reddiye olarak oluşturduğunu açıkça ifade etmese de gerek kullandığı bab başlıkları gerekse kader kitabında tasnif ettiği hadisler, kaderi telkin etmesi ve doğrudan kaderin ispatına yönelik olması nedeniyle, onun Mutezile’ye karşı yazılan bir reddiye olduğu kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca Kitâbu’l-Kader’in içinde kullanılan ayetler ve bu ayetlerin yorumuna ilişkin görüşler, hep kaderi ispatlamaya matuftur.

el-Buharî’nin kader ile ilgili görüşlerini bab başlıklarından, bu başlıklardaki yorumlarından ve müteakiben tasnif ettiği hadislerden tespit etmeye çalışacağız. Ayrıca el-Buhârî’nin el-Câmiu’s-Sahîh’i hakkında yazılan şerhler, onun kaderle ilgili görüşleri hakkında fikir vermeleri bakımından bizce önemlidir. Bu şerhler, el-Buharî’nin hangi bab başlıklarını ve bu babların yorumuyla ilgili ifadeleri ve hangi hadisleri Mutezile’nin reddi mahiyetinde getirdiğine ışık tutacak niteliktedir. Dolayısıyla şerhlerin el-Buharî’nin düşüncelerini anlamamız açısından büyük önemi olduğu açıktır.

Bizim bu tartışmada amacımız azamî derecede objektif davranarak her iki tarafın delillerini ortaya koymak ve görüşlerini olduğu gibi yansıtmaktır. Ayrıca el-Buharî’nin es-Sahîh’ini ve özellikle konumuzun mihverini teşkil eden Kitabu’l-Kader’i hangi amaçla, kimlere karşı ve hangi sosyal ve kültürel ortamda yazdığını ortaya çıkarmaktır. Bu tartışmalar esnasında el-Buharî’nin kader konusundaki görüşleri de tetkik edilmiş olacaktır.

1. el-Buharî’nin Kitabu’l-Kader Bölümünü Yazmasının Amacı

Hiç bir eser, içinde bulunduğu çağın siyasî, sosyal, tarihî, dînî ve kültürel yapısından soyutlanamaz. Gerek el-Buharî’nin es-Sahîh’i gerekse diğer hadis külliyatı, söz konusu edilen ortamlardan azade meydana getirilmiş değildir. Ehli Hadis tarafından yazılmış hadis külliyâtının telif amaçlarından biri de kendileri açısından tehlikeli bir şekilde gelişme gösteren bid’atları yok etmek, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan sünneti ihya etmek ve sünnetin önünde engel olan fırka mensuplarının görüşlerini bertaraf etmektir. Nitekim İbn Hacer, Tabiîn asrının sonlarında âsârın tedvini ve haberlerin konularına göre tasnif edilmesinin nedenini, alimlerin çeşitli şehirlere dağılması ve Haricîler, Rafızîler ve kader münkirlerinin (Mutezile) bid’atlarının çoğalmasıyla açıklamaktadır.[1] Bir anlamda İbn Hacer, hadislerin tedvin ve tasnifini çoğalan bid’at tehlikesine karşı bir tedbir olarak kabul etmektedir. Bu doğru bir tespittir. Söz konusu hadis mecmualarının bölümleri ve onların alt başlıkları (bab başlıkları) müellifinin konuyla ilgili görüşlerini yansıtacak niteliktedir. el-Buharî de el-Câmiu’s-Sahîh adlı eserini oluştururken yaşadığı asrın söz konusu dini ve kültürel yapısından ve o dönemdeki itikadî tartışmalardan etkilenmiştir. Onun eseri bu atmosfer içinde şekillenmiştir. O, es-Sahîh’inin bazı bölümlerini bıd’atçı fırkalara reddiye mahiyetinde oluşturmaya çalışmıştır. İbn Hacer (852/1448)’in yorumuna göre el-Buharî, Kitabu’t-Tevhîd’i Kaderiyye ve Cehmiyye’ye, Kitabu’l-Fiten’i Hariciler’e, Kitabu’l-Ahkam’ı da Rafızîlere reddiye olarak yazmıştır.[2] el-Buharî, Kitabu’l-İman’ı ise Murcie’ye reddiye mahiyetinde kaleme almıştır.[3] el-Buharî’nin reddiye yazdığı bu dört fırka, yani Kaderiyye, Cehmiyye, Hariciler ve Rafizîler bid’at fırkalarının başını çekmektedirler.[4]

Şarihlerin yorumlarına bakılacak olursa el-Buharî’nin, eserindeki Kitâbu’l-Kader bölümünü kaderi reddeden Mu’tezile fırkasına bir reddiye olarak yazmış olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü bu bölümün bab başlıkları, bu başlıklar içerisinde kullandığı hadisler, hatta bab başlıkları içerinde serpiştirdiği ayetler ve bu ayetlerin izahı mahiyetinde yapmış olduğu açıklamalar bunu açıkça göstermektedir. el-Buhârî’deki kader bölümü on altı babtan oluşmaktadır.[5] el-Buharî, on altı babın başlığını ayetlerden, hadislerden ve fıkhî mahiyetteki ibarelerden oluşturmuştur. O, kadere iman ile ilgili hadislere de Kitabu’l-İman bölümünde yer vermiştir. Bu yüzden “el-Buharî’nin fıkhî görüşleri bab başlıklarındadır” sözü meşhur olmuştur. el-Buharî’nin bu özelliği nedeniyle onun kaderle ilgili görüşlerini bab başlıklarından, burada kullandığı ayetlerden, hadislerden ve bunlarla ilgili yaptığı yorumlardan öğrenmek mümkündür. 

Yukarıda da belirttiğimiz gibi İbn Hacer, el-Buharî’deki bazı bölümlerin bazı fırkalara reddiye olduğunu belirttiği halde, kader bölümünün Kaderiyye’ye reddiye olmasından bahsetmemektedir. Oysaki İbn Hacer’in de içinde bulunduğu el-Buhârî şârihleri, kader bölümünü şerh ederken bazı bab ve hadislerin Kaderiyye’ye bir reddiye olduklarını ifade etmektedirler ve Kaderiyye’nin görüşlerini eleştirmektedirler. Örneğin, el-Aynî (855/1451) kader bölümünün 5. babındaki “Ameller sonlarına göredir,” hadisinin, “İnsan kendi işinin malikidir, hayrı ve şerri seçmekte muhtardır,” diyen Kaderiyye’ye karşı kesin bir hüccet olduğunu ifade etmektedir.[6] Yine o, 13. babta Felak sûresinin 1. ve 2. ayetlerini delil olarak getiren el-Buharî’nin kulun kendi fiilini yarattığını iddia eden kimselere (Kaderiyye) bu ayetin bir reddiye olduğunu belirtmektedir.[7] el-Kastallânî (923/1517) ise Felak sûresinin ilk ayetlerinin Allah’ın her şeyi yarattığına delalet ettiğini, bu sûrede kulun fiilini yarattığını iddia edenlere (Kaderiyye) bir reddiye olduğunu ifade etmektedir.[8] İbn Hacer de el-Buharî’nin Felak sûresinin ilk ayetini Kaderiyye’ye reddiye mahiyetinde getirdiğini ifade etmektedir.[9] el-Aynî, 16. babta geçen hadisin Allah’ın hidayeti ve dalaleti yaratmada tek olduğunu, kullara iman ve küfürden murad ettiği şeyin iktisabını takdir ettiğini ve Kaderiyye’nin iddia ettiği gibi bunun kulların fiillerinin yaratıcısı olmadığına bir nas olduğunu açıklamaktadır. [10] el-Kastallânî, 16. babtaki hadisi yorumlarken şöyle demektedir: Ehli Sünnet mezhebinin görüşü şudur: Allah kullarına iman ve küfürden murad ettiğini kazandırmaya muktedirdir. Bu Kaderiyye’nin iddia ettiği gibi kulların fiillerini yaratması şeklinde değildir.[11] el-Kastallânî, bu babta geçen A’raf sûresinin 43. ayetiyle ilgili Mutezile mezhebinin insanın hidayeti konusundaki görüşünü zikretmekte ve bunun tutarlı olmadığını ifade ederek eleştirmektedir.[12] İbn Hacer, 4. babtaki hadislerde verilen anlayışın, her ne kadar kendilerinden sadır olsa da kulların fiillerinin Allah’ın ilminde sabık olup onun takdiriyle vuku bulduğunu ifade etmekte ve bu hadislerin Kaderiyye’nin görüşünün sarih olarak batıllığına delalet ettiğini belirtmektedir.[13] Yine İbn Hacer, 9. babtaki Ebu Hureyre hadisiyle ilgili İbn Battal’ın yorumunu verdikten sonra “Böylece Kaderiyye ve Cebriye’nin görüşü reddedilir” demektedir.[14] Son olarak İbn Hacer, Hz.Adem ile Hz.Musa’nın tartışması hadisinin son kısmını Hz.Peygamber’in “Adem Musa’ya galebe çaldı” ifadesiyle bitirdiğini ve onun kaderi inkar eden Mutezile gibi ümmetinin bir kısmını uyarmak amacıyla yaptığını açıklamaktadır.[15] el-Buharî’nin bab başlıklarında kullandığı ayetler ve sahabeye ait görüşler ve onun bunları izah mahiyetindeki yorumlarıyla birlikte şârihlerin naklettiğimiz yorumları, el-Buhârî’nin kader kitabını Kaderiyye’ye karşı yazdığının bir göstergesi olarak kabul edilebilir.

2. el-Buharî’nin Mutezilî Çevre ile Münasebeti

el-Buharî’nin gerek el-Camiu’s-Sahîh’inde Kitabu’t-Tevhîd (Kitabu’t-Tevhîd ve’r-Red ale’l-Cehmiyye ve ğayrihim), Kitabu’l-Kader, Kitabu’l-Fiten, Kitabu’l-İman gibi bölümlerinde ve gerekse bir diğer eseri olan “Halku Ef’âli’l-İbad”da ele aldığı konulardan anlaşıldığına göre, o, itikadî meselelerle yakından ilgilenerek, selef inancına aykırı görüşler ileri süren Cehmiyye, Mutezile, Havaric ve Şia mezheplerini tenkit eden ve böylece Ehli Sünnet mezhebinin oluşumuna katkıda bulunan Sünnî alimlerdendir.[16] el-Buharî, özellikle Ehli Hadis-Ehli Rey mücadelesinde, Ehli Hadis kanadında yer almayı tercih etmiştir. O, Ehli Rey’i temsil eden Ebu Hanife ve ashabına eleştiriler yöneltmiş ve bazı konularda onlardan farklı düşündüğünü belirtmiştir.[17]el-Buharî, Hanefilerden Bilhassa iman-amel münasebeti konusunda imanın söz ve amel olduğunu belirterek onlara karşı tavır almıştır. Onun yaşadığı dönemde Kur’an’ın mahluk olduğu (halku’l-kur’an) ve kader meseleleri de yoğun olarak tartışılan konular arasındadır. el-Buharî’nin yaşadığı muhitteki Kelâmî tartışmalara baktığımız zaman pek çok fırka ve mezhebin bulunduğu görülmektedir. Onun asıl memleketi Buhârâ olmakla birlikte Belh, Bağdat, Nisabur, Mekke, Basra, Kufe, Şam, Askalân, Mısır, Cezîre, Hıms ve Dımaşk gibi ilim merkezlerine hadis toplamak için uğradığı ve bazılarında uzun zaman kaldığı bilinmektedir.[18] el-Buharî 6 sene Hicaz’da, 5 sene de Basra’da kalmıştır.[19] Onun 5 yıl Basra’da kalmış olması, Kaderî/Mutezilî çevre ile münasebeti açısından önemlidir. Bilindiği gibi Basra kurulduğu günden itibaren hep problemli olmuş, siyasi ayaklanmalara merkez teşkil etmiş, kelâmî ekollere odaklık etmiş ve hepsinden önemlisi rivayetlere septik anlayışla bakan Mu’tezile mezhebinin önemli bir merkezi olmuştur.[20] Başka bir deyişle burası hem bilimsel ve felsefî okulların hem de çeşitli dinsel yönelişlerin tartışıldığı bir yer idi. Burada Kur’an’ın mahluk olup olmadığı, amel-iman münasebeti ve Allah’ın kudreti karşısında insanın özgürlük alanının bulunup bulunmadığı (kader, ihtiyar ve cebr) gibi itikadî sorunlar yoğun bir biçimde tartışılmıştır.[21] el-Buharî’nin yaşadığı dönemin önemli bir meselesi olan Kur’an’ın yaratılması (halku’l-Kur’an) meselesi Mutezile ile Ashabu’l-Hadis arasında önemli tartışma konularından biridir. Bu meselenin el-Buharî’yle alakalı kısmına değinmekte fayda vardır. el-Hakim Ebu Abdillah şöyle diyor: el-Buharî 250 yılında Nisabur’a geldi. Halk hadis dinlemek için akın akın yanına gidiyordu. Bir gün adamın birisi kendisine Kur’an’ın lafız olup olmadığını sordu. el-Buharî şu cevabı verdi: “Fiillerimiz mahluktur, lafızlarımız da fiillerimizin bir parçasıdır.” Onun bu sözü büyük ihtilafa yol açtı. Çok geçmeden Muhammed b. Yahya ez-Zuhlî halkı onun aleyhine kışkırtarak: “Bunu kim söylerse bid’atçidir. Onun ne meclisine oturulur, ne de kendisiyle konuşulur.” Halk el-Buharî’nin meclisine gidenleri bid’atçılıkla itham etmiştir. el-Buharî’nin meclisine kendisiyle aynı görüşü paylaşan Muslim b. Haccac ve Ahmed b. Seleme dışında kimse gelmemiştir. Bir defasında Muhammed İbn Yahya, Muslim’e hitap ederek: “Dikkat ediniz! Kur’an’ın yaratılmış olduğunu söyleyen, meclisimizde oturmasın!” demiş, Bunun üzerine Muslim ridasını sarığının üzerine kaldırmış ve ayağa kalkarak ondan (İbn Yahya) yazdığı her şeyi kendisine göndermiştir. el-Buharî hayatının tehlikeye düşmesinden endişelenerek Nisabur’dan ayrılmıştır.[22]

Görüldüğü gibi bu olay, o dönemde halku’l-Kur’an, kader, ihtiyar, cebir gibi konuların nasıl yoğun bir şekilde tartışıldığını açık bir biçimde göstermektedir. Az önce de belirttiğimiz gibi Basra şehrinde pek çok Mutezilî alim yaşamış olup orası i’tizalin merkezi durumundadır. Vasıl b. Ata (131/748) Basra’da tahsilini gerçekleştirmiştir. O burada Cehm b. Safvan (128/746), Beşşar b. Burd ve Amr b. Ubeyd ile tanışmıştır ve Amr’ın kız kardeşiyle evlenmiştir.[23] Amr b. Ubeyd (145/162), İbrahim en-Nazzam (220/835) Ebu’l-Huzeyl el-Allaf (226/840) da Basra’da uzun süre ikâmet eden Mutezilî imamlardandır.[24] el-Buharî’nin eserinin Fiten bölümü 10. babın ilk hadisinin senedinde “an raculin lem yusemmihi” şeklinde bir ravi müphem olarak zikredilmiştir. Bu müphemlik senedde bulunan Hammad b. Zeyd’den kaynaklanmaktadır. el-Buharî de bu müphem kişiyi tanıması kuvvetle muhtemel olmakla beraber onun kimliği konusunda her hangi bir açıklamada bulunmamıştır. İbn Hacer’in yorumuna göre ismi tesmiye edilmeyen kişi Mutezile’nin şeyhi ve kötü bir zabta sahip olan Amr b. Ubeyd’dir. Muğaltay b. Kılıç el-Bekcerî (762/1361)[25] bu şahsın Hişam b. Hassan olduğunu söylese de İbn Hacer’e göre bu uzak bir ihtimaldir.[26] el-Buharî’nin bu şahsın Amr b. Ubeyd olduğunu bildiğinden kuşku yoktur. eş-Şafiî hadislere olumsuz bakan ve kendisiyle bu konuda tartışmaya giren kişinin ismini veya mensubu olduğu fırkayı belirtmediği gibi el-Buharî de Mutezile mezhebine mensup olması nedeniyle onun ismini açıkça zikrederek ona bir değer atfetmekten kaçınmış olabilir. Aslında bu durum el-Buharî’nin Mutezile’ye karşı tavrını ortaya koymaktadır. Netice itibariyle gerek el-Buharî’nin 5 yıl Basra’da kalmış olması, gerekse onun Mutezilî çevre ile direk münasebeti, onun Mu’tezile’nin görüşlerini değerlendirme ve eleştirme imkanını bulmasına fırsat vermiştir. O, gerek Basra’da Mutezile ile gerekse gezdiği diğer ilim merkezlerinde Rafizîler, Murcie, Cehmiyye, Hariciler ve Şia gibi bid’atçı olarak kabul ettiği bir çok fırkalarla karşılaşma ve temas imkanı bulmuştur. İşte el-Buharî bu yoğun tartışmalar içerisinde el-Camiu’s-Sahîh adlı esrini 16 yıl süre zarfında yukarıda isimlerini belirttiğimiz şehirleri dolaşarak ve özellikle Basra’da ve diğer şehirlerde çeşitli fırkaların yoğun tartışma atmosferi içinde ilmi seyahatleri neticesinde oluşturmuştur.[27]

3. Mu’tezile’nin Kader Anlayışı

el-Buharî’ninMutezile ile kelamî alandaki tartışmasına geçmeden önce Mutezile’nin kader konusundaki anlayışına kısaca temas etmek faydalı olacaktır. Kader meselesi konusunda ilk defa görüş beyan eden kişi Ma’bed b. Halid el-Cuhenî (80/699)’dir. O, el-Hasen el-Basrî (110/728)’nin meclisine devam edenlerdendi. Basra’da bu görüşü yaymaya başladığı zaman Amr b. Ubeyd (145/762) de ona katılmış, Basra halkı da onun peşinden gitmiştir.[28] Muslim’in es-Sahîh’inde de Basra’da kaderin nefyi konusunda ilk konuşan kimsenin Ma’bed el-Cuhenî olduğu nakledilmektedir. Bu rivayete göre başta Ma’bed olmak üzere bu görüşe sahip olan kimseler “kaderin olmadığını ve her şeyin yeniden meydana geldiğini” (La kadera enne’l-emra unufun) savunmaktadırlar.[29] Ma’bed’den sonra aynı görüşleri savunan ve yayan kişi Gaylan ed-Dımaşkî (101/721)‘dir.[30] Kaderiyye fırkasının bu iki şahsiyetinin kaderin nefyi konusundaki fikirleri, onların takipçileri olan Mutezile imamları tarafından benimsenmiş ve sistemli hale getirilmiştir. Mutezile mezhebinde Kaderin nefyi ve insan iradesinin hürriyeti meselesi adalet prensibi içinde mütalaa edilmiştir. Bu prensibe göre Allah adil olup kullarına asla zulmetmez. İnsan hürdür. İnsan kendi fiilini kendisi yaratır. Allah kullarına bir şeyi yapıp yapmama gücü vermiştir. Eğer insan her hangi bir şeyi yapmak hürriyetine sahip değilse, o insanın işlediği kötü veya iyi amellerden dolayı ceza veya sevap görmesi manasız olur. Eğer Allah belirli fiilleri yapmaya zorlamış farz edilirse, Allah’ın o fiillerden dolayı bir insanı cezalandırması zulüm olur. Allah‘ın mutlak adaletinin gerçekleşmesi için insan hiçbir tesir altında kalmadan kendi fiilini kendisi yapmalıdır. İrade hürriyeti olmayan bir insanın sorumlu tutulması, Allah’ın adaletiyle bağdaşmaz.[31] Mutezile bu düşünceyi destekleyen bir çok ayeti delil olarak getirmektedir.[32]

Mutezile’nin ortaya koyduğu bu düşünce, Ehli Sünneti temsil eden el-Eş’arî (324/942) ve el-Maturidî (333/944) tarafından şiddetle tenkit edilmiş ve bu mezhep Hz.Peygamber’e isnad edilen “Kaderiyye bu ümmetin Mecusîleridir”[33] sözüyle zemmedilmiştir.[34] el-Eş’arî fiillerin yaratıcısının Allah olduğunu, insanın da bu yaratılmış fiilleri kesbettiğini savunmuştur.[35] el-Maturidî ise Allah’ın küllî iradesini kabul etmiş ve kesbin kulun bir şeye niyet ve azmetmesi ile hasıl olacağını savunmuştur.[36]Bilindiği gibi Ehli Sunnet’in akaid esasları Ehli Hadis/Ashabu’l-Hadis tarafından belirlenmişti. el-Eş’arî ve el-Maturidî, Ehli Hadis çizgisinde hareket etmiş ve bunlar daha önceden Ehli Hadis tarafından oluşturulan akaid esaslarını akıl ile desteklemiş ve Mutezile’ye karşı Ehli Sünnet’in akaid esaslarını savunmuşlardır. Burada el-Eş’arî ve el-Maturidî’den daha önce yaşamış ve Ashabu’l-Hadis’ten kabul edilen el-Buharî’nin eserinin kader bölümündeki kader anlayışını ve Mutezile ile olan münakaşasını irdelemeye geçebiliriz.

4. el-Buharî’nin Kader Anlayışı ve Mu’tezile ile Münakaşaları

Ashabu’l-Hadis’e göre kader, takdir manasına masdar olup, Allah’ın eşyayı yaratmazdan önce eşyanın miktarlarını, ahvalini, icad zamanlarını takdir edip bilmesidir. Sabık olan bu ilmi gereğince de onları icad eder. İman, küfür, hayır, şer, menfaat, zarar gibi bütün durumlar Allah’ın ezelî ilmi ve iradesinden sadır olur. Bütün bunların hepsi kendisinden başka ilah olmayan ve yaratıcı bulunmayan Allah’ın kudreti ve tesiriyle hasıl olur. Onun mülkünde Onun hüküm ve takdirinden başka hiçbir şey cereyan etmez.[37] Bu konuda Abdülkerim İbnu’s-Sem’ânî (562/1167), Ehli Sünnet’in görüşünü şöyle özetlemektedir: Bu konuyu bilmenin en iyi yolu, akıl ve kıyası devreye sokmaksızın kitap ve sünnete bağlı kalmaktır. Kim kitap ve sünnetten saparsa, o sınırsız sahada hayret ve dalâlete düşer ve kalbi mutmain olmayıp şifa bulamaz. Çünkü kader Allah’ın kendisine tahsis ettiği bir sırdır ki, onun önüne çektiği bir perde ile Allah onu beşerin akıl ve idrakine kapamıştır. Onu Allah bildirmedikçe ne peygamber ne de yakın melekleri bilir.[38] İbnu’s-Sem’ânî’nin bu ifadeleri, bütün hadisçilerin benimsediği bir görüştür. el-Buharî de kaderi Allah’ın eşyayı yaratmadan önce miktarlarını, ahvalini takdir edip bilmesi ve her şeyin Allah’ın bilgisi çerçevesinde gerçekleşeceği anlamını ifade eden bab başlıkları koymuştur. Kader kitabının 2. bab başlığı olarak o, “Allah’ın ilmi üzere yazan kalem kurudu” ifadesini ve arkasından “Allah onu bir ilim üzere sapıttı” (Casiye 23) ayetini serdetmiştir. Bunu muteakiben Hz.Peygamber’in Ebu Hureyre’ye “Senin karşılaşacağın mukadderatı yazan kalem kurudu” sözünü ve “leha sâbikûne” (Mu’minûn, 61) ayeti için İbn Abbas’ın “Onlar için saadet (Allah’ın ilminde) sabık olmuştur”[39] yorumunu nakletmiştir. Bu nakiller el-Buharî’nin kaderi nasıl yorumladığını açıkça ortaya koymaktadır. Ona göre kalemin kuruması, Allah’ın hükmünün değişmemesi demektir. Ashabu’l-Hadis’in yorumuna göre kalemlerin kuruması Allah’ın eşyanın mıktarını ilm-i sabıkında takdir buyurması ve levhi mahfuza yazılma işinin tamamlanmasıdır. Yazı yazan kalem kurursa, onunla fazla veya eksik bir şey yazma imkanı kalmaz.[40] O, bu görüşünü ayetle de destekleyerek ayeti ‘ezelde ilmiyle onu sapıttı’ manasında serdetmiştir.[41] el-Buharî, İbn Abbas’ın “onlar hayırda yarışırlar ve onlar onun için önde gidenlerdir” (23 Mu’minûn 61) ayeti hakkındaki “onlar için saadet öne geçmiştir” yorumunu kendi kader anlayışına bir destek olarak nakilde bulunmuştur. Buna göre hayırda önde gidenlerin önde olmalarının nedeni Allah’ın ilminde ve takdirinde onların saadet üzere olmalarından dolayıdır.[42] el-Buharî’nin bu babta serdettiği hadis de önceden tayin ve tespit anlamında bir kader inancını destekleyecek niteliktedir. İmran b. Husayn’ın rivayetine göre bir adam Hz.Peygamber’e Cennet ehli ile Cehennem ehli bilinir mi diye sorduğunda o, evet, diyor. Adam o zaman “öyleyse (ezelde bunlar biliniyorsa) çalışıp amel işleyenler niçin amel ediyorlar? dediğinde, Hz.Peygamber “Herkes ne için yaratılmışsa onun için çalışır, yahut kendisi için kolaylaştırılıp hazırlanan şey için çalışır.” demektedir.[43] Muslim’de geçen rivayette İmran, Ebu’l-Esved ed-Duelî’ye “Ne dersin, insanların bugün yapmakta olduğu ve hakkında çaba gösterdikleri şey, onlara takdir edilmiş ve geçmişte haklarında kaza buyurulmuş bir kader midir? Yoksa geleceklerine ait Peygamberlerinin kendilerine getirdiği ve haklarında hüccet sabit olan bir şey midir? diye sormuştur. O da “Bilakis haklarında hüküm verilmiş ve geçmiş bir kaderdir” şeklinde cevap vermiştir. İmran, bu zulüm olmaz mı? deyince, o, “Hayır her şeyi Allah yaratmış ve onun mülkündedir. Ona yaptığından sorulamaz” demiştir. Bunu tasdik için de Şems suresinin 8. ayetini delil olarak getirmiştir.[44] İbn Hacer bu son rivayetle ilgili olarak Kadı Iyaz’dan şunu nakletmektedir: “İmran, bu rivayette Ebu’l-Esved’e Kaderiyye’nin şüphesini ihsas ettirmiştir.”[45] Bu hadisten anlaşıldığına göre İmran’la Ebu’l-Esved arasında geçen bu diyalog, Kaderiyye’nin ‘İnsan davranışlarının önceden takdir edilmediği ve önceden takdir edilmiş olsaydı bu zulüm olurdu’ şeklindeki inancının bir reddiyesidir. Ebu’l-Esved, aynı rivayet içinde bunu Hz.Peygamber’den bir rivayet nakletmek suretiyle reddetmektedir.[46]

Bu diyalog, o dönemde sahabe arasında Kaderiyye’nin görüşlerinin tartışıldığının açık bir kanıtıdır. Bu hadis, kader tartışmalarının hadislere yansımasının bir işareti olarak kabul edilebilir. Buradan hareketle söz konusu ettiğimiz el-Buharî hadisi (İmran’ın hadisi) de Kaderiyye’nin bir reddi mahiyetindedir. Netice itibariyle Ehli Sünnete göre Bu hadisler kaderi ispat etmektedir. Vaki olan her şey Allah’ın kazası ve kaderiyledir. O yaptığı şeylerden sorulmaz, Mülk ona aittir, dilediğini yapar ve Malike mülkünde itiraz olmaz. Çünkü Allah’ın fiilleri için bir illet aranmaz.[47] Dolayısıyla Allah’ın ilminde olan her şey, o bilgi çerçevesinde gerçekleşecektir. Allah’ın ilminde ve takdirinde bir değişme söz konusu olamaz. Mutezile de Allah’ın kainatta her şeyi bildiğini ve zatı ile alim olduğunu ve her şeyi önceden bildiğini kabul etmektedir. Söz konusu bu mezhep ezelî ilimle insan iradesi arasında bir çatışma görmemektedir.[48] Bu konuda Ehli Sünnet ile Mutezile arasında bir fark yoktur. Kanaatimce fark ezeli ilmin insan davranışlarını yönlendirip yönlendirmediğindedir. Mutezile ezeli ilmin insan davranışlarına bir etkisinin olmadığına inanmaktadır. Nitekim Amr b. Ubeyd, Allah’ın ilminin zorlayıcı olmadığını, ne zarar ne de fayda vereceğini ifade etmektedir.[49]Mutezile’nin ekseriyeti Allah’ın ilmini, insanların kendi faaliyetleriyle fiilen yapacakları şeyin bilgisi şeklinde açıklamışlardır. Allah bir kimsenin iman etmeyeceğini bilmekle beraber, yine de o kimseyi inanmaya muktedir kılmıştır.[50] Görüldüğü gibi Mutezile Allah’ın bilgisinin cebir ifade etmediğini söylerken, el-Buharî’nin de içinde bulunduğu Ehli sünnet ise Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını ve onun takdirinde değişmezlik vasfının bulunduğunu savunmaktadır.

el-Buharî 4. bab unvanını “Allah’ın emri takdir edilmiş bir kaderdir” (33 Ahzab 38) ayetiyle oluşturmuştur. O, burada ayette geçen kader kelimesini önceden tayin ve tespit anlamında yorumlamıştır ve bu yorum çerçevesinde bazı hadislere yer vermiştir. Bu hadislere göre hiç bir kadın evlenmek amacıyla bir başka kadının boşanmasını istememelidir. Zira her ikisi için de takdir edilen bir nasibi (kaderi) vardır. Hz.Peygamber can çekişmekte olan bir çocuğun annesine “Allah’ın aldığı ve verdiği her şey kendisine aittir. Her şeyin bir eceli vardır.” demiştir. Hz.Peygamber azil yapan sahabilerine “Hakikat şu ki, Allah’ın (takdir edip) yazdığı her bir nefis, muhakkak var olacaktır,” demiştir. Bir başka rivayette ise Hz.Peygamber “Sizden her bir kişinin cehennem yahut cennetten oturağı takdir edilip yazılmıştır,” deyince, Ashabtan bir adam Allah’ın takdirine dayanmayalım mı? diye sormuştur. O: “Hayır, sizler çalışıp amel edin, herkese ameli kolaylaştırılır,” buyurmuştur. Daha sonra Leyl suresinin “Kim verir ve sakınırsa” ayetini okumuştur.[51] Şarihler bu babtan amacın bütün mahlukatın Allah’ın kün emriyle yaratıldığını, kulların hareketleri, iradelerinin farklılığı, iyi ve kötü amelleri gibi bunların hepsinin ne bir ziyade ne bir noksan, ne vaktinden önce ne de sonra belli zamanlarla ve vakitlerle mukadder kılınmış (belirlenmiş) olduğunu ifade etmektedirler.[52] Aynı zamanda bu şarihlere göre hadislerde amelin terkine ve sabık bir kadere dayanmanın nehyine işaret olup, bilakis, şeriatin varid kıldığı teklifler ve amellerin vacip olduğu, bununla birlikte herkes ne için yaratıldı ise amelinin ona göre kolaylaştırılacağı, saadet ehline saadet ehlinin amelinin, şekavet ehline de şekavet ehlinin amelinin Allah tarafından kolaylaştırılacağı ifade edilmiştir.[53] İbn Hacer zikrettiğimiz son hadisin Ehli Sünnet’in kader konusundaki aslını oluşturduğunu ve saadet ve şekavetin Allah’ın takdiriyle olduğunu belirtmektedir. Ona göre bu hadiste Cebriye mezhebine bir reddiye vardır. Çünkü teysir (kolaylaştırma) cebrin zıddıdır. Cebirde ancak mecburiyet vardır. İnsanın teysir yoluyla yaptığı şeylerde zorlama söz konusu değildir. İbn Hacer’e göre bu hadiste Kaderiyye için de bir reddiye vardır. Ona göre Kaderiyye’nin şüphesinden kurtulmanın yolu şudur: Allah bize ameli emretmiştir. Bizim ise amele sarılmamız gerekir. Allah’ın takdiri bizim bilgimiz dahilinde değildir. Ameller Allah’ın meşietinde sabık olan şeye işaret olarak nasbedilmiştir. Kim bundan ayrılırsa dalâlete ve şaşkınlığa düşer. Çünkü kader, Allah’ın bir sırrıdır ki kendisinden başka kimse muttali olamaz. Sonuç olarak bu babtaki hadislerde her ne kadar onlardan sadır olsa da kulların fiilleri Allah’ın ilminde sabık olup onun takdiriyle vukua gelmektedirler. Ona göre burada açıkça insanın fiilleri konusunda Kaderiyye’nin görüşünün batıllığı ortaya çıkmaktadır.[54]

el-Buharî ile Kaderiyye arasında geçen tartışmalardan biri de Hz.Musa ile Hz.Adem arasında geçen tartışmayı ihtiva eden hadistir. el-Buharî bu tartışmayı kader bölümünde şöyle vaz’ etmektedir: Kader bölümünün 11. bab başlığı “Allah katında Adem ile Musa’nın birbirlerine hüccet getirip çekişmeleri” şeklindedir. O bu bab başlığı altında bir hadise yer vermektedir. Ebu Hureyre’den gelen rivayete göre Adem, Musa ile münakaşa etti. Musa ona: “Ey Adem! Sen bizim babamızsın. Sen bizim ayağımızı kaydırıp cennetten çıkardın,” dedi. Adem de ona : “Ey Musa! Allah seni kelamıyla seçkin kıldı ve kudret eliyle senin için yazdı. Allah’ın beni yaratmazdan kırk yıl önce bana takdir ettiği şeyden dolayı beni kınıyor musun?” dedi. Böylece (Hz.Peygamber) “Adem, Musa’ya galebe çaldı,” buyurdu ve bunu üç defa söyledi.[55] el-Buharî bu rivayeti kaderi ispat etmek amacıyla serdetmiştir. Rivayete göre Adem ile Musa’nın bu tartışmasında Hz.Adem’in Hz.Musa’ya galebe çaldığı Hz.Peygamber tarafından üç defa tekrarlanmak suretiyle onaylanmış olmaktadır. Bundan dolayı bu rivayet Ashabu’l-Hadis ile Mu’tezile arasında münakaşa konusu yapılmıştır. Burada hadisin güvenirliliği dışında yoğun olarak münakaşa konusu olan husus, “Hacce Adem Musa” cümlesidir. el-Buharî’nin de içinde bulunduğu Ashabu’l-Hadis –Bunların içinde raviler, şarihler de vardır- Adem kelimesini ref’ mahallinde fail olarak kabulde ittifak etmişlerdir.[56]İbn Hacer, el-Aynî ve el-Kastallânî bunu bazı insanların nasb mahallinde mef’ul olarak okuyup, Musa kelimesini ref’ mahallinde fail olarak kabul ettiklerini, fakat bu okuyuşun şâz olduğunu belirtmektedirler.[57] Bu okuyuşa göre Musa Adem’e galebe çalmış olur. Bu durumda Kaderiyye’nin görüşü daha güçlenmiş olup Hz.Peygamber’in onayladığı görüş de bu olur. Bu şarihlerin şaz okuyuş tarzını benimseyen insanlardan kastının Mutezile olduğu bir sonraki satırdan anlaşılmaktadır. Hafız Ebu Bekir b. Hâssa, Mes’ud b. Nâsır es-Siczî’nin Adem kelimesini nasb halinde ve mef’ul kabul ettiğini nakletmektedir. Aynı zaman da Ebu Bekir, Mes’ud b. Nâsır’in kaderî (Kaderi reddeden) bir kimse olduğunu haber vermektedir.[58] Görüldüğü gibi Kaderiyye’nin bazı imamları kendi anlayışları doğrultusunda gramer açısından bazı tahlillere girişerek hadisten kendi lehlerine bazı sonuçlar çıkarmaya çalışsalar da Ebu Ali el-Cubbâî (303/915) ve diğerleri gibi bazı imamlar da gramatik tahlillere girmeyip hadisi doğrudan tekzip etmişlerdir. Onlara göre bu hadiste verilmeye çalışılan mesaj, Rasullerin getirdiği mesaja aykırıdır. Hz.Peygamber’e dayandırılan bir hadisten önceden tayin ve tespit anlamında insanın davranışlarını selbeden bir inancın çıkarılması mümkün değildir. Bundan Hz.Peygamber’i tenzih etmek gerekir. Aynı şekilde bütün peygamberleri ve onların tabilerini Allah’a ve Rasulüne isyan eden kimseler için kaderi hüccet kılmalarından tenzih etmek gerekir.[59] Ashabu’l-Hadis ise onlara karşı kendi yorumlarını destekleyecek bazı deliller ileri sürmektedirler. İbn Hacer, el-Aynî ve el-Hattabî (388/998) gibi şârihler, Adem kelimesinin ittifakla ref’ mahallinde fail olmasını şöyle delillendirmişlerdir. Ahmed b. Hanbel (241/855)’in İbn Şihab Zuhrî’den o da Ummu Seleme’den, o da Ebu Hureyre’den rivayetine göre (Haccehu Adem) “Adem ona galebe çaldı” şeklinde bir rivayet varid olmuştur. Bu rivayet, onlara göre hadisteki müşkili ortadan kaldırmaktadır. Çünkü onun ravileri hafız imamlardır. İmam Zuhrî ise hafız fakihlerin büyüklerindendir. Onun rivayeti bu konuda itimada şayandır. Bu durumda “haccehu”nun manası “ona hüccetle galebe çaldı” demektir.[60] İbn Abdilber, bu hadisin kaderi ispat konusunda Ehli Hak için önemli bir asıl olduğunu ve Allah’ın kulların amellerini takdir ettiğini ve bunların her birinin Allah’ın sabık ilmi çerçevesinde takdir edildiğini ifade etmektedir. O, (Ashabu’l-Hadis’in bu okuyuş biçimiyle) bu hadisin cebriye için bir hüccet olamayacağını da belirtmektedir.[61] el-Hattabî de bazı insanların kader manasının icbar ve kulun icbarı anlamında olduğunu zannettiklerini, Adem’in Musa’ya galebe çalmasını da bu şekilde yorumladıklarını ve fakat bunun onların vehmettikleri gibi olmadığını açıklamaktadır.[62] Bu son değerlendirmelerden şarihlerin bu hadisin Kaderiyye için olduğu kadar Cebriye fırkası için de bir reddiye olduğunu savundukları ortaya çıkmaktadır. Fahreddin er-Râzî (606/1209) de Mutezile’nin bu hadisle ilgili argümanlarının Ehli Sünnet tarafından bir çok yönlerden eleştiriye uğradığını nakletmektedir. Birincisi, bu haber (Mutezile’nin iddia ettiği gibi Adem kelimesi mansub okunduğunda ve Musa galebe çaldığında) Musa’nın Adem’i küçük günahla zemmini gerektirir. Bu da Musa’nın cehaletini intaç eder ki bu caiz değildir. İkincisi, Hz. Musa’nın babasına (Adem) ağır söz söylemesi uygun değildir. Üçüncüsü, Musa’nın, yaratıkların bahtsız olmasının ve cennetten çıkarılmasının Adem’in yüzünden olmayıp bilakis Allah tarafından olduğunu bilmesidir. Dördüncüsü, bu durumda Adem hüccet olmayan bir şeyle ihticac etmiştir. Çünkü bu hüccet olsaydı, Firavun, Haman ve sair kafirler de onunla ihticac ederlerdi. Bu batıl olunca, bu hüccet de fasit olur. Beşincisi, biz doğru olmadığını beyan etmekle beraber, Hz.Peygamber getirdiği hüccet konusunda Adem’i onaylamıştır. Bu sabit olunca, hadisi şu üç anlamdan birisine hamletmek gerekir: İlki, Hz.Peygamber bu rivayeti Allah’tan veya kendi nefsinden değil, Yahudilerden rivayet etmiştir. Rasul bu hikayeyi zikretmiştir, ancak ravi Hz.Peygamber’in huzuruna girdiği zaman Yahudilerden naklettiğine dair olan sözüne yetişmemiştir. Dolayısıyla Hz.Peygamber’in onu Yahudilerden değil de kendi nefsinden zikrettiğini zannetmiştir. İkincisi, “hacce Adem” deki Adem mansub olarak okunur. Bu durumda anlam “Musa galebe çaldı” olur ve buna göre Adem’in getirdiği şey hüccet olmadığı gibi bir özür de kabul edilmez. Üçüncüsü, kabul edilen bir yorumdur : Münazaradan murad, ne masiyetten dolayı zemmetmek ne de Allah’ın ilmi ile ondan özür beyan etmektir. Bilakis Musa cennetten çıkmasına sebep olan bu zellenin sebebini sormuştur. Adem de ona: “benim cennetten çıkmam bu zelle sebebiyle değildir. Bilakis cennetten yeryüzüne gönderilmemin sebebi Allah’ın beni yeryüzüne halife olarak tayin etmesidir.” cevabını vermiştir. Sonuç olarak Adem’in hüccetinin kuvvetli olduğu ve Musa’nın da bu konuda mağlup olduğu muhakkaktır.[63]

el-Buharî ile Mutezile arasındaki tartışma noktalarının geçtiği bablardan birisi de “Meşakkate ve kazanın kötüsüne ulaşmaktan Allah’a sığınan kimse” şeklindeki 13. babtır. el-Buharî bu babı destekleyen Felak sûresinin “De ki: Yarattığı şeylerin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım.” şeklindeki ilk ayetlerini delil olarak getirmiştir. el-Buharî burada Hz.Peygamber’in “Bela şiddetinden, zorluk ve meşakkate erişmekten, kazanın kötüsünden ve düşmanın sevincinden doğacak hüzünden Allah’a sığınınız ”[64]sözünü nakletmektedir. Buradaki tartışma konusu kötünün, şerrin Allah’a izafe edilip edilemeyeceğidir. Mutezile Allah’ın fiillerinin hasen olduğunu, kabih olan fiillerin Allah tarafından yaratılmadığını savunmaktadır.[65] Dolayısıyla onlar, Allah’ın şerri yaratmayacağı ve onunla hükmetmeyeceği fikrini benimsemişlerdir. Çünkü eğer Allah, şerri yaratsa ve onunla hükmetse, ardından da kullarına azab etse; bu, Allah’ın kullarına zulmetmesi anlamına gelirdi. Oysa Allah adildir ve kullarına zulüm yapması düşünülemez. Ebu’l-Huzeyl el-Allâf (226/840)’a göre hem hayır hem de şer Allah’ın zatındadır. Allah hayrı irade eder ve onu emreder. Çünkü hayır onun zatındadır. Şerri de yasaklar, çünkü şer de zatındadır.[66] Buna göre Ebu’l-Huzeyl, Allah’ın kötülüğü ve adaletsizliği yapma gücünün olduğunu, fakat onu yapmayacağı tezini savunmaktadır. Allah’ın zulmü ve kötülüğü yapmaması, iyiliğinden ve ilminden dolayıdır. O, insanın kötü eylemlerine müsaade eder; eylemlerin işlenmemesine yönelik otoritesini kullanmaz.[67] Kadî Abdulcebbar (415/1024) da Allah’ın zulme kadir olduğunu fakat bunu yaratmadığını savunmaktadır.[68]Mutezile genel anlamda böyle bir görüşe sahip olduğu için el-Buharî bu görüşü eleştirmek amacıyla bu babı oluşturmuş ve müteakiben hadisi zikretmiştir. Bu hadis içerisinde zikredilen her şeyin failinin Allah olduğunu tazammun etmektedir.[69]Dolayısıyla el-Buharî’ye göre hayrın da şerrin de faili Allah’tır. O halde bu bab başlığı ve müteakiben serdedilen hadis ve özellikle Felak sûresinin ilk ayetleri Kaderiyye’ye red niteliğindedir. Orada el-Buharî Allah’ın şerri de yarattığı fikrini öne çıkarmaktadır. Şarihlerin verdiği bilgiye bakılırsa bu ayet, kulun fililini yarattığı görüşünü savunan Kaderiyye’yi reddetmek amacıyla serdedilmiştir. Çünkü el-Buharî’nin anlayışına göre kendisinden sığınılması istenen bir kötülük, kulun kendisi tarafından yaratıldıysa o zaman Allah’a sığınmasının bir anlamı olmayacaktır. Zira ancak kendisinden sığınılan şeyi izale etmeye muktedir olan kimseye sığınmak sahih olur.[70] Bu ayetteki “Min şerri ma halak” ifadesindeki şer, “Şeytanın şerri, cehennem veya Allah‘ın yarattığı her şer sahibinin şerri” anlamlarına gelmektedir. Bu ifadedeki ‘ma’ mevsule ma’sıdır ve ait zamiri mahzuftur. Veyahut da masdariyyedir, bu durumda mahluk anlamında halk olup “halkın şerrinden” manasınadır.[71]Dolayısıyla Bu sûre Allah’ın hayır ve şerden her şeyin yaratıcısı olduğuna delalet etmektedir. Burada kulun fiilini yarattığını söyleyen Kaderiyye’ye bir reddiye vardır.[72] Mutezile’den Allah’ın şerri yaratmadığını savunanlar ise bu ayetteki “Min şerri ma halaka” şerri kesralı tenvinle, ‘ma halaka’daki ma’yı nefiy ma’sı kabul etmişlerdir. Bu durumda onlara göre anlam “Allah’ın yaratmadığı şerden sana sığınırım” olur. Ashabu’l-Hadis, bunun batıl bir mezhebe mebnî merdud bir okuyuş biçimi olduğunu savunmaktadır.[73]

el-Buharî dalâlet ve hidayet konusunda da Mutezileye karşı tavrını 15. ve 16. bablarda ortaya koymuştur. Onun bu tavrını ortaya koymadan önce Mutezile’nin hidayet ve dalalet kavramlarına nasıl baktığını ifade etmemiz gerekir. Mutezile’ye göre hidayet, Allah’ın doğru yolu beyan ve işaret etmesidir. Bu beyan ve çağrıyı kabul eden hidayete erer, kabul etmeyen değil. Allah kafirlere doğru yolu gösterir, fakat onlar doğru yola girmezler. Dolayısıyla Allah hem mü’minlere hem de kafirlere hidayet etmiştir. Ama kafirler hidayeti tercih etmemişlerdir. Onlara göre Allah’ın saptırmasının anlamı, kulun dalâleti seçmesi ve sapıtması sonucunda sapıklık hükmünü almasıdır. Yani kulun hidayeti ve dalâleti yine kendi irade ihtiyarına bağlı olmaktadır. Onlara göre Allah’ın, yarattıklarından bir kimseyi dinden saptırdığını söylemek imkansızdır.[74] Fakat el-Buharî’nin de içinde bulunduğu Ashabu’l-Hadis veya en geniş anlamıyla Ehli Sünnet, hidayetin ve dalâletin Allah tarafından yaratıldığını savunmaktadırlar.[75] İşte el-Buharî kader bölümünün 15. ve 16. bablarını bu konuya ayırmış ve burada Kaderiyye’ye red mahiyetinde bazı deliller ileri sürmüştür. O, Tevbe suresinin “De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası asla bize erişmez” ayetini 15. bab başlığı yapmıştır. Ayette geçen “Bizim için yazdığı” ifadesini “kadâ”, yani “Bizim için hayır ve şerden takdir ve hükmettiği şey vardır,” şeklinde tefsir etmiştir. Daha sonra Tabiî alimlerden Mucahid b. Cebr Saffat suresinin 161. ayetindeki “bi fâtinîn” kelimesini “bi mudillîn” şeklinde tefsir etmiştir ki bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: Sizler Allah’ın cehenneme gireceğini yazmış olduğu kimselerden başkasını dalalete düşürüp saptıramazsınız“ Dolayısıyla el-Buharî’ye göre sapma ve saptırma insanın iradesinde olmayıp Allah’ın kudretindedir. Yani insanın saptırmasını da yaratan Allah’tır. el-Buharî A’la suresinin 3. ayetindeki “kaddera fe hedâ” şeklindeki ifadeyi “Şakaveti ve saadeti takdir eden ve bütün hayvanları da otlaklarına hidayet edip götüren” şeklinde tefsir etmektedir.[76]Dalalet konusundaki yaklaşımını 15. babta veren el-Buharî hidayetle ilgili yaklaşımını da 16. babta dile getirmektedir. Bu babın başlığını yine hidayet anlayışını yansıtan ayetlerle oluşturmuştur. Bu ayetlerden biri, “Eğer Allah bize hidayet etmeseydi, doğru yolu bulamazdık”. (A’raf 43) Diğeri de “Eğer Allah bana hidayet verseydi, herhalde sakınanlardan olurdum,” ayetidir. (Zumer, 57) el-Buharî bu bab başlığı altında el-Bera b. Azib’in Hz.Peygamber’den naklettiği şu ifadelere yer vermektedir: Allah’a yemin olsun ki Allah olmasaydı, doğru yolu bulamazdık. Oruç da tutmaz namaz da kılmazdık…”[77] el-Aynî’nin ifadesine göre bu 16. babta her iki ayet ve nakledilen hadis, Allah’ın hidayeti ve dalâleti yaratmada tek olduğunu ve Allah’ın kullar için iman ve küfürden murad ettiği şeyi iktisabına muktedir olduğunu ve bunun Kaderiyye’nin iddia ettiği gibi kulların yaratmasıyla olmadığını ispat etmektedir.[78] el-Kastallânî hidayet konusunda Mutezile’nin görüşünü zikredip el-Buharî’nin 16. babının Mutezile’ye reddiye anlamında oluşturulduğunu ifade etmektedir. Onun nakline göre Mutezile mezhebi, Allah’ın enbiya ve evliya için hidayet ve irşad nev’inden yaptığı her şeyi, kafirler ve fasıklar için de yaptığını savunmaktadır. Onlara göre mü’min ile kafir arasında haklı ile haksız arasındaki imtiyaz, kişinin çalışması ve ihtiyarına göre hasıl olur. Dolayısıyla kişi kendisini övmesi gerekir, çünkü imanı kendi çalışmasıyla hasıl etmiştir. Ki o iman da onu cennetin derecelerine ulaştıracak ve cehenneme düşmekten kurtaracaktır.[79] el-Kastallânî, Mutezile’nin bu düşüncesini eleştirerek insan asla kendi nefsini övmeyip sadece Allah’ı övmesi gerektiğini ve hidayeti verenin yalnızca Allah olduğunu ifade etmektedir.[80] Yani ona göre hidayeti kendi çalışmasıyla elde eden insan olmayıp, hidayeti ona veren Allah’tır. İnsanın fiilleri de dahil her şeyi yaratan Allah olduğu gibi hidayeti ve dalaleti de yaratan Allah’tır. el-Kastallânî, 16. babtaki “Allah bana hidayet etseydi, (her türlü şirk ve küfürden) sakınanlardan olurdum” (Zumer, 57) ayetini yorumlarken şöyle demektedir: Bu ayette sözü edilen kafir, hidayeti Mutezile’den daha iyi bilmektedir. Keza tabiîlerine “Allah bize doğru yolu gösterseydi, biz de size doğru yolu gösterirdik” diyen kafirler de hidayeti çok iyi bilmektedirler. Yani diyorlar ki Allah hidayeti bize muvaffak kılsaydı ve doğru yolu bize gösterseydi, biz de sizi ona çağırırdık. Oysaki bize dalalet ve azgınlık verildiği için doğru yolu bulmakta muvaffak olamadık. el-Kastallânî kafirlerin bu yanlış anlayışlarını naklettikten sonra Mutezile’nin bu konudaki anlayışını şöyle ifade etmektedir: “Bilakis Allah onlara (kafirlere) doğru yolu gösterdi ve başarıyı onlara verdi. Fakat onlar doğru yola gelmediler.” Bu cümle Mutezile’nin hidayet ve dalâlet konusundaki bakış açısını yansıtmaktadır. Sonuç olarak el-Kastallanî kafirlerin hidayet konusundaki tavırlarını eleştirdiği gibi, Mutezile’nin bu anlayışını da şu sözlerle eleştirmektedir: Ehli Sünnet mezhebine göre Allah iman ve küfürden murad ettiği şeyi kulların iktisabına muktedirdir ve Kaderiyye’nin iddia ettiği gibi, bu iman veya küfrün kullar tarafından yaratılması söz konusu olamaz.[81]

el-Buhârî’nin kader kitabının ilk babında –ki el-Mustemlî’nn rivayetine göre bu babın başlığı “babun fi’l-Kader”dir- naklettiği hadisler Mutezile ile münakaşa konusu olan hadislerdir. Bu münakaşa konusu olan hadis, insanın ana karnındaki durumuyla ilgilidir. Süleyman el-A’meş’in, Zeyd b. Vehb’den, o da Abdullah b. Mes’ud’dan rivayet ettiği bu hadise göre Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sizin her biriniz anne karnında kırk günde toplanır. Sonra bir o kadar zaman içinde kan pıhtısı (alaka) halini alır. Sonra bir o kadar zaman içinde bir çiğnem et (mudğa) olur. Sonra Allah bir melek gönderir de bu melek dört kelime ile yani rızkını, ecelini, şakî yahut said olduğunu yazmakla emrolunur. Allah’a yemin ederim ki sizlerden biriniz yahut bir adam ateş ehlinin ameliyle amel etmeye devam eder, nihayet kendisiyle cehennem arasında bir kulaç yahut bir zira’dan başka bir mesafe kalmaz. Kitap onun önüne geçer, cennet ehlinin amelini işler de oraya girer. Bu sefer o adam cennet ehlinin ameliyle amel etmeye devam eder, nihayet kendisiyle cennet arasında bir kulaç yahut bir zira’dan başka bir mesafe kalmaz. Kitap onun önüne geçer, cehennem ehlinin amelini işler de oraya girer.” Diğer rivayet ise Enes b. Malik’ten gelmekte olup bu rivaytte “Melek Rabbine erkek mi dişi mi olduğu, saîd mi şakî mi olduğunu rızkı ve ecelini sorar ve anasının karnında iken bunlar böylece yazılır,”[82] ifadesi vardır.

el-Buharî’nin bu hadisi kader kitabının başına koyması gerçekten manidardır. Zira Mutezile tarafından şiddetle reddedilen hadislerdendir. Kader konusunda üzerinde en çok tartışılan hadislerden biridir. Bu açıdan el-Buharî’nin bu hadisleri başa almasının bir anlamı olmalıdır. Fakat el-Buharî’nin bu hadisler için “Babun fi’l-Kader” şeklinde bab başlığı koyduğu anlaşılmaktadır. İbn Hacer, el-Mustemlî’nin rivayetinde bab başlığı olarak “babun fi’l-Kader” ziyadesinin olduğunu, fakat el-Buharî’nin es-Sahih’ini rivayet edenlerin çoğu için de böyle olduğunu ifade etmektedir.[83] Mutezile’nin bu hadislerin ilkine şiddetli bir tenkit yönelttiğini söylemiştik. Bu tenkidi yönelten Mutezilî imamlarından biri Amr b. Ubeyd (145/762)’dir. Başta da söylediğimiz gibi o, Kaderiyye fırkasının önemli simalarından olan Mabed el-Cuhenî’nin hareketine katılanlardan biridir. Onun insanın anne karnındaki durumuyla ilgili naklettiğimiz hadisi eleştirisini burada zikretmek gerekir. O bu hadisi işittiği zaman şöyle eleştirmiştir: “Eğer bu hadisi el-A’meş söylerken işitseydim ona yalancı olduğunu söylerdim. Zeyd b. Vehb söylerken işitseydim cevap vermezdim. Abdullah b. Mes’ud söylerken işitseydim, kabul etmezdim. Peygamber söylerken işitseydim reddederdim. Allah böyle söyleseydi, Ona da derdim ki: Sen bu esas üzere bizden misak almadın.” [84] Bu hadis, İbrahim en-Nazzam (220/835)’ın da eleştiri oklarına maruz kalmıştır. O, özellikle bu hadisi rivayet eden Abdullah b. Mes’ud’u şiddetli bir şekilde eleştirmiştir. en-Nazzam İbn Mes’ud’un, Birva’a bnt Vasık’ın rivayet ettiği hadis hakkında : “Bu hususta ben kendi görüşümü söylüyorum. Eğer hata ise benden, doğru ise Allah’tandır.” dediğini zikretmiş ve : “İşte bu zan ve şüphe ile hüküm vermenin ta kendisidir. Zan ile şehadet (şahitlik) haram olursa, zan ile hüküm vermek daha büyük bir (haram)dır. Eğer İbn Mes’ud, aklını fetva ile meşgul edeceğine şakî (dalalette olan) niçin şakî oluyor, saîd (hidayette olan) niçin saîd oluyor? Bunun üzerinde düşünseydi, Allah’a karşı bu kadar çirkin bir şey söylemez, hatası da büyümezdi ve bu da onun için daha iyi olurdu.” demiştir.[85] Basra’da beş yıl kalmış olan el-Buharî’nin kendisinden önce yaşamış olan Amr b. Ubeyd’in ve çağdaşı olan en-Nazzam’ın bu eleştirilerinden habersiz olması mümkün değildir. Mutezile’nin kader konusundaki görüşlerini Hz.Peygamber’in dilinden geçersiz hale getirecek bir hadisi kader kitabının başına almış olması, onun Mutezile’ye açıktan veya ima yollu bir cevabı olarak kabul edilebilir. el-Buharî’nin bu hadisleri müdafaa sadedinde kendisinin sarih bir açıklaması mevcut değildir. Fakat o bu hadisi kader kitabının başına almış olmakla aslında fiilî bir cevap vermiş olmaktadır. el-Buharî ile aynı asırda yaşamış olan İbn Kuteybe (276/889) bu hadisin müdafaası sadedinde Mutezile imamlarından en-Nazzam’a uzun bir cevap vermektedir. Buna göre o, İbnu Mes’ud’un bu hadis nedeniyle yalancı olarak itham edilmesine şöyle cevap verir: “İbn Mes’ud’un böyle meşhur ve yüce bir hadis ile Rasulullah’a yalan isnad etmesi nasıl caiz olur? Pek çok ashab mevcut olduğu halde niçin hiç biri onun bu sözünü inkar etmiyor? Hem ne için ve ne gaye ile Rasulullah’a yalan isnad etsin ki? Bunun ona ne faydası veya zararı olur, ne sultan ve idarecilere yaklaşmasına vesile olur, ne de malı artar. Onun bu rivayetini destekleyen pek çok kimsenin rivayeti varken nasıl olur da yalan söylemiş olur?” İbn Kuteybe, İbn Mes’ud’un hadisini destekleyen diğer rivayetleri ve bu konudaki ayetleri ve hatta gerek Cahiliye’de gerekse İslâmî dönemdeki Arap şairlerin kader konusundaki şiirlerini zikrederek bu hadisin doğruluğunu kanıtlamaya çalışmaktadır.[86] Aslında bu tartışmaları yapan müellifler el-Buharî’nin çağdaşı olmaları ve özellikle Basra çevresinde yaşamış olmaları nedeniyle kader konusundaki tartışmaların üst seviyede yaşandığını göstermektedir. Doğal olarak el-Buhârî bu tartışmalardan etkilenerek es-Sahih’inin kader bölümünü oluşturmuş olmalıdır.

el-Buharî’nin insanın ana karnındaki durumu ile ilgili bu hadisi kitabına alması, onun, kişinin doğduğu zaman yiyip içeceği rızkı, eceli, ameli, şaki mi said mi olacağı gibi mukadderatının yazılacağı kanaatini benimsemiş olduğunu göstermektedir. el-Buharî’ye göre bunlar kaderin var olduğunu gösteren şeylerdir. el-Buharî’nin de içinde bulunduğu Ehli Sünnet bu hadiste sayılan maddelerin hepsinin önceden Allah’ın ilminde sabık olup değişmesinin mümkün olmadığını savunmaktadır. Hadiste sayılan bu maddeler konusunda Mutezile ile hiç birinde hem fikir değillerdir. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz husus özellikle ecel konusudur. el-Buharî hadiste belirtilen her insan için bir ecelin tespit edilmiş olmasını benimsemiştir. Bu yüzden şarihler Ehli Sünnet ile Mutezile’nin bu konuda farklı bakış açılarına sahip olduklarını vurgulamaktadırlar. Ehli Sünnet’in anlayışına göre kat’i delillerle takarrur etmiştir ki ecelleri ve rızkları Allah bilir. Bilmenin hakikati, bilinen şeyi bulunduğu hal üzere anlamaktır. Allah Zeyd’in beş yüz tarihinde öleceğini bildiği zaman, artık onun bu tarihten önce veya sonra ölmesi imkansızdır. Çünkü ilim cehle munkalip olur. Bundan dolayı Allah’ın bildiği ecellerin artıp eksilmesi imkansızdır. Dolayısıyla Ehli Hakk’ın mezhebine göre öldürülen kimse eceliyle ölmüştür. Mutezile ise o kimsenin eceliyle ölmediğini ve ecelinin kesildiğini savunmaktadır.[87] Mutezile’nin cumhuru, özellikle Bağdat ekolü ve yine Mutezile imamlarından Ebu’l-Kâsım el-Ka’bî (319/931)’ye göre ecel iki türlüdür. Birisi, katl eceli, diğeri ölüm ecelidir. Mutezile’nin cumhuru ve el-Ka’bî, eğer insan öldürülmemiş olsaydı, ölüm eceline kadar yaşayacağını savunmaktadırlar. Dolayısıyla onlara göre kâtil maktulün ecelini kesmiştir. Maktulün tek bir eceli vardır ve öldürme olmasaydı, o da Allah’ın ilminde olan vakitti. Öldürülmeseydi, kesin olarak yaşayacaktı. Aksi takdirde onu öldürenin cezalandırılmasının bir anlamı olmazdı.[88] ez-Zemahşerî de Bağdat ekolünün görüşünü savunarak insanın tutum ve davranışlarına göre ömrünün uzatılıp kısaltılabileceğini savunmaktadır.[89] el-Buharî mutezile’nin bu görüşlerini reddettiği için ecelin daha insan doğmadan yazıldığını veya Allah’ın ilminde sabık olduğunu bu tarihten önce veya sonra insanın ölmesinin mümkün olmadığı anlamında bu hadisleri serdetmiştir. Onun bu hadisleri seçmesi Mutezile’yi sarih olarak ret niteliğindedir. 

5. Sonuç

Netice itibariyle el-Buharî’nin es-Sahih’indeki bazı bölümleri çeşitli bid’at fırkalarını reddetmek amacıyla yazdığı gibi, Kitâbu’l-Kader’i de Mutezile’nin kader anlayışını tenkit etmek amacıyla oluşturduğu ortaya çıkmaktadır. Şârihlerin kader bölümünü şerhleri esnasında yer yer bazı bab başlıklarının ve bu başlıklar içindeki ayet, hadis ve bunlara ait yorumların Kaderiyye’yi reddetmek amacıyla irad edildiğini söylemeleri bunun açık göstergesidir. Bu araştırmadan da anlaşılmaktadır ki el-Buharî’nin kendine has bir kader anlayışı olmayıp, daha sonra teşekkül edecek olan Ehli Sünnet’in akaid esaslarını belirleyen Ashabu’l-Hadis’in kader anlayışını benimsemiş görünmektedir. Onun kader konusunda görüşleri kendisinden sonra yaşamış olan el-Eş’arî’nin görüşleriyle de paralellik arz etmektedir. el-Buharî’nin kader konusundaki görüşlerini şu şekilde maddeleştirebiliriz:

a) el-Buharî’ye göre kader, Allah’ın eşyayı yaratmadan önce miktarlarını, ahvalini takdir edip bilmesi ve her şeyin Allah’ın bilgisi çerçevesinde gerçekleşmesi ve Allah’ın ilminde herhangi bir değişikliğin söz konusu olmamasıdır.

b) el-Buharî’nin bab başlıkları altında serdettiği hadislerde her ne kadar onlardan sâdır olsa da kulların fiilleri Allah’ın ilminde sabık olup onun takdiriyle vukua gelmektedirler. İnsan fiillerini kendisi yaratmaya muktedir değildir. Allah her şeyi yarattığı gibi kulların fiillerini de yaratmaya muktedir. Ona göre Kaderiyye’nin iddia ettiği gibi, insanın kendi fiillerini yarattığı hususu doğru değildir.

c) el-Buharî’ye göre hayır ve şer Allah’tandır. Allah hayrı yarattığı gibi şerri de yaratmaktadır. Mutezile’nin iddia ettiği Allah’ın şerri yaratmadığı hususu doğru değildir. Allah’ın şerri yaratmadığını söylemek Onun gücü ve kudretine halel getirir. Allah Hayrı da şerri de yaratmaktadır.

d) el-Buharî’ye göre hidayet ve dalalet Allah’tandır. Dolayısıyla el-Buharî’ye göre sapma ve saptırma insanın iradesinde olmayıp Allah’ın kudretindedir. O, Allah’ın hidayeti ve dalâleti yaratmada tek olduğunu, Allah’ın kullar için iman ve küfürden murad ettiği şeyi iktisabına muktedir olduğunu ve bunun Mutezle’nin iddia ettiği gibi kulların yaratmasıyla olmadığını savunmaktadır.

e) el-Buharî’nin anlayışına göre ecelleri ve rızkları Allah bilir. Bilmenin hakikati, bilinen şeyi bulunduğu hal üzere anlamaktır. Allah Zeyd’in beşyüz tarihinde öleceğini bildiği zaman, artık onun bu tarihten önce veya sonra ölmesi imkansızdır. Bundan dolayı Allah’ın bildiği ecellerin artıp eksilmesi imkansızdır. Dolayısıyla Ehli Sünnet/Ashabu’l-Hadis mezhebine göre öldürülen kimse eceliyle ölmüştür. Mutezile ise o kimsenin eceliyle ölmediğini ve ecelinin kesildiğini savunmaktadır. el-Buharî irad ettiği hadislerle Mutezile’nin bu anlayışını reddetmektedir. (Prof.H.Musa BAĞCI Dicle Ünv. İlahiyat Fakültesi)


[1] İbn Hacer, Hedyu’s-sârî, (Mukaddime), Daru’l-Ma’rife , Beyrut, Tarihsiz, I, 6.

[2] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, XIII, 290; el-Kastallânî, İrşâdu’s-sârî, X, 344; M. Hayri Kırbaşoğlu, Ashâbu’l-Hadis’in Akaid Edebiyatı, İslâmî Arş. Der, Sayı: 5, Ekim, 1987, s. 80 ; Kamil Çakın, Buharî’nin Murcie ile İman Konusunda Tartışması, AÜİF der. Ankara, 1992, XXXII, 184.

[3] Bu konuda yapılan bir araştırma için bkz: Kamil Çakın, Buharî’nin Murcie ile İman Konusunda Tartışması, AÜİF. Der. C. XXXII, Ankara, 1992.

[4] A.y.

[5] el-Buharî, 82 Kader 1, (VII, 210).

[6] el-Aynî, Umdetu’l-kârî şerhu sahîhi’l-Buhârî, İdaretu’t-Tıba’ati’l-Muniriyye, Mısır, Tarihsiz, XI, 153.

[7] el-Aynî, a.g.e, XI, 160.

[8] el-Kastallânî, İrşâdu’s-sârî li şerhi sahîhi’l-Buharî, el-matba’tu’l-Meymene, Mısır, 1306, IX, 343.

[9] İbn Hacer, Fethu’l-bârî bi şerhi sahîhi’l-buharî, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, Tarihsiz, XI, 514.

[10] el-Aynî, a.g.e, XI, 163.

[11] el-Kastallânî, a.g.e, IX, 345.

[12] el-Kastallânî, a.g.e, IX, 345.

[13] İbn Hacer, a.g.e, XI, 498.

[14] İbn Hacer, a.g.e, XI, 504.

[15] İbn Hacer, a.g.e, XI, 513.

[16] Yusuf Şevki Yavuz, Buharî mad (Akaide Dair Görüşleri), DİA, (İst, 1992) VI, 372

[17] Bu konuda detaylı bilgi için bkz:  M. Hilmi Merttürkmen, Buharî’nin Ebu Hanife’ye İtirazları ve Aralarındaki İhtlaflar (Basılmamış Doktora Tezi), Erzurum, 1976.

[18] ez-Zehebî, Siyeru a’lami’n-nubelâ, Beyrut, 1990, XII, 394; Krş: Hasan Kurt, Orta Asya’nın İslamlaşma Süreci (Buhara Örneği), Fecir yay, Ankara, 1998, s. 304 ; Kasım Kufralı, Buharî mad, MEB. İA, İst, 1986, II, 771; Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, s. 251.

[19] Kufralı, Buharî mad, II, 771.

[20] M. Emin Özafşar, “Polemik Türü Rivayetlerin Gerçek Mahiyeti”, İslâmiyat I (1998) sayı 3, s. 32.

[21] Claude Cahen, Doğuşundan Osmanlı Devletinin Kuruluşuna Kadar İslâmiyet, Bilgi yay, İst, 1990, s. 80.

[22] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, II, 203-204.

[23] Neşet Çağatay, Vasıl b. Ata mad. MEB. İ.A, XIII, 219.

[24] Bu konuda geniş bilgi için bkz: Osman Aydınlı, İslam Düşüncesinde Aklîleşme Süreci, Ankara Okulu, Ankara, 2001, ss. 93-132; Basra’da yaşayan alimler için bkz: W. Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, (Çev: Ethem Ruhi Fığlalı) Umran yay, Ankara, 1981, s. 131-138.

[25] Hayruddin ez-Ziriklî, el-A’lam, Daru’l-İlm, Beyrut, 1992, VII, 275.

[26] İbn Hacer, a.g.e, XIII, 32.

[27] Muhammed Ebu Zehv, el-Hadîs ve’l-muhaddisûn, Daru’l-Fikri’l-Arabî, Mısır, Tarihsiz, s. 378.

[28] Takiyuddin Ahmed el-Makrizî, Kitabu’l-hıtat ve’l-âsâr, Mısır, 1324, IV, 181.

[29] Muslim, 1 İman 1 Hn: 1 (I, 36-7).

[30] Erken İslamî dönemdeki ilk tartışmalar için bkz: İlhami Güler, Allah’ın Ahlakîliği Sorunu, Ankara Okulu yay, Ankara, 1998, s. 78-81 ; H. Musa Bağcı, Kader İnancının Siyasetle İlişkisi ve Bu İlişkinin Hadis Uydurmadaki Rolü, DÜİF der. Cilt II, Diyarbakır, 2000, 105-131.

[31] Kâdî Abdulcebbar, Şerhu’l-usûlü’l-hamse, Mektebetu Vehbe, Kahire, 1996, s. 301 vd. Ayrıca bkz: 336-350; Kemal Işık, Mutezile’nin Doğuşu ve Kelamî Görüşleri, AÜİF yay, Ankara, 1967, s. 69; Mir Veliyyuddin, Mutezile, İslam Düşünce Tarihi, Editör: M.M. Şerif, İnsan yay, İst, 1990, II, 236; Muhammed Ebu Zehra, Tarihu’l-mezahibi’l-İslâmiyye, Daru’l-Hadis, 1987, s. 127.

[32] 4, Nisa , 40; 9, Tevbe, 70; 30, Rum, 9; 10, Yunus 44; 2, Bakara, 281, 286.

[33] Ebû Davud 34 Sunne, Kader 17 (IV, 222). Bu hadisin mevzû olduğunu gösteren kaynaklar için bkz: İbnu’l- Cevzî, el-Mevzûat, Daru’l-Fikr, B.y.y., 1983, I, 274 ; eş-Şevkânî, el-Fevaidu’l-mecmû’a, Kahire, 1960, s.502; es-Suyutî, el-Leâli’l-masnû’a,Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1996, I, 133, 134 ; İbn Arrak, Tenzîhu’ş-şerî’a,Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1981, s. 316.

[34] Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, el-İbâne an usûli’d-diyâne, Mektebetu Dâru’l-Beyân, 1993, s. 39, 140.

[35] el-Eş’arî, Kitabu’l-lum’a, s. 69.

[36] Ebu Zehra, a.g.e, s. 182.

[37] el-Kastallanî, a.g.e, IX, 328 ; el-Aynî, a.g.e, XI, 145 ; İbn Hacer, a.g.e, XI, 477.

[38] en-Nevevî, Sahîhi muslim bi şerhi’n-Nevevî, XVI, 196 ; İbn Hacer, a.g.e, XI, 477; el-Aynî, a.g.e, XI, 145; el-Kastallânî, a.g.e, IX, 328.

[39] el-Buharî, 82 Kader 2, (VII, 210).

[40] en-Nevevî, a.g.e, XVI, 198.

[41] el-Aynî, a.g.e, XI, 147 ; el-Kastallânî, a.g.e, IX, 331.

[42] el-Kastallânî, a.g.e, IX, 331 ; İbn Hacer, a.g.e, XI, 492.

[43] el-Buharî, 82 kader 2, (VII, 211).

[44] Muslim, 46 Kader 1, Hn: 10, (IV, 2041).

[45] İbn Hacer, a.g.e, XI, 493.

[46] Muslim, 46 Kader 1, Hn: 10, (IV, 2041).

[47] en-Nevevî, a.g.e, XVI, 196; İbn Hacer, a.g.e, XI, 493.

[48] Kâdî Abdulcabbar, a.g.e, s. 156 vd.

[49] Abdullah b. Hanbel, Kitabu’s-sunen, Demmam, 1986, I, 438.

[50] Watt, İslam Düşüncesi, s. 293.

[51] el-Buharî, 82 Kader 4, (VII, 211-2).

[52] el-Aynî, a.g.e, XI, 150.

[53] en-Nevevî, a.g.e, XVI, 196.

[54] İbn Hacer, a.g.e, XI, 498.

[55] el-Buharî, 82 Kader 11, (VII, 214).

[56] İbn Hacer, a.g.e, XI, 509; el-Aynî, a.g.e, XI, 159; el-Kastallânî, a.g.e, IX, 341; en-Nevevî, a.g.e, XVI, 201-202.

[57] İbn Hacer, a.g.e, XI, 509.; el-Aynî, a.g.e, XI, 159; el-Kastallânî, a.g.e, IX, 341.

[58] İbn Hacer, a.g.e, XI, 509; el-Aynî, a.g.e, XI, 159.

[59] Ahmed İbn Teymiyye, Mecmû’u fetâvâ, (Kader Kitabı) Mektebetu’l-Meârif, Riyad, Tarihsiz, s. 304.

[60] İbn Hacer, a.g.e, XI, 509; el-Aynî, a.g.e, XI, 159.

[61] İbn Hacer, a.g.e, XI, 509.

[62] el-Hattabî, Meâlimu’s-sunen, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1996, II, 297.

[63] Fahreddin er-Râzî, et-Tefsîru’l-kebîr, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1993, I, 54.

[64] el-Buharî, 82 Kader 13, (VII, 215).

[65] Kâdî Abdulcebbar, Şerhu usûli’l-hamse, s. 324.

[66] Osman Aydınlı, İslam Düşüncesinde Aklileşme Süreci, Ankara Okulu, Ank, 2001, s. 204 (Kadı Abdulcabbar, Fırak ve Tabakatu mutezile, s. 146’dan naklen); Ayrıca eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1992, I, 39.

[67] Aydınlı, a.g.e, s. 204.

[68] Abdulcebbar, a.g.e, s. 313-323.

[69] İbn Hacer, a.g.e, XI, 513.

[70] İbn Hacer, a.g.e, XI, 513; el-Aynî, a.g.e, XI, 160, el-Kastallânî, a.g.e, IX, 343.

[71] el-Kastallânî, a.g.e, IX, 343.

[72] A.y.

[73] A.y.

[74] el-Eş’arî, Makâlâtu’l-islâmiyyîn, el-mektebetu’l-Asriyye, Beyrut, 1990, I, 324-5.

[75] el-Eş’arî, a.g.e, I, 325.

[76] el-Buharî, 82 Kader 15, (VII, 215).

[77] el-Buharî, 82 Kader 16, (VII, 216).

[78] el-Aynî, a.g.e, XI, 163.

[79] el-Kastallânî, a.g.e, IX, 345.

[80] A.y.

[81] el-Kastallânî, a.g.e, IX, 345.

[82] el-Buharî, 82 Kader 1, (VII, 210).

[83] İbn Hacer, a.g.e, XI, 477.

[84] el-Hatib el-Bağdâdî, Tarihu Bağdat, Mısır, 1349/1931, XII, 172; Muhammed b. Halife el-Veştânî el-Ubbî, İkmâlu ikmali’l-mu’lim, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1994, IX, 7. Muslim’in şârihi el-Ubbî, Amr b. Ubeyd’in bu sözünün şeksiz şüphesiz küfür olduğunu belirtmektedir. A.g.e, IX, 7.

[85] İbn Kuteybe, Hadis Mudafaası (Te’vilu Muhtelifi’l-Hadis), (Çev: M. Hayri Kırbaşoğlu), Kayıhan, İst, 1989, s. 88.

[86] İbn Kuteybe, a.g.e, s. 98-101.

[87] en-Nevevî, Sahîhu Muslim bi şerhi’n-Nevevî, XVI, 213; el-Ubbî, İkmâlu ikmali’l-muallim, IX, 39.

[88] el-Eş’arî, Makâlât, I, 321 ; İbrahim b. Muhammed el-Beycûrî, Şerhu cevheri’t-tevhîd, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1983, s. 162.

[89] ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, III, 586.

http://www.musabagci.tr.gg/Buhari-h-nin-Kader-Konusunda-Mutezile-h-den-Fark%26%23305%3B-Neydi-f-.htm

posted in KADER | 0 Comments

23rd Nisan 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KELİMELERİ DEĞİŞTİREN KIRAATLER VE TARİHSELCİLİK

Kıraat, kelimelerin harf ve harekesinde, dolayısıyla anlamında değişiklik yapmadan, okurken Fatiha’nın sonunda durmak yahut durmadan besmele ile devam etmek yahut durmadan elif lam mim’de durmak yahut durmadan zalike’l-kitabu la raybe fîhi’de durmak yahut durmadan huden lilmuttakin’de durmak gibi, durak yerleri oluşturmak, kısa veya uzun/med şeklinde  seslendirmek, imale, teshil, ibdal, harfi kalın veya ince, hum zamirini humû diye uzun okumak gibi tevcid’le ilgili yollarla Kur’an’ın daha çok estetik ve musiki boyutunu öne çıkaran okuyuş şekilleriyle sınırlı olması gerekirken, tefsirlerde kimi âyetler açıklanırken zaman zaman kelimelerin yapısının ve anlamının değişmesine yol açan kıraatlere de başvurulduğunu görüyoruz. Şüphesiz kelimelerin yapısını ve anlamını değiştiren kıraatler, “Yahudileşenlerden kelimelerin yerlerini (telaffuzunu veya anlamını) değiştirenler vardır…” (4 Nisa/46; yine bkz. 5 Maide/13, 41; 2 Bakara/75) âyetlerinin belirttiği olay olup kelimelerin yapı veya anlam olarak değiştirilmesi, dolayısıyla kitab’ın tahrif edilmesinin yanında Kur’an’ın kaynağını tartışmalı hale getirdiğinden kabul edilmesi doğru olmasa gerektir.

Kur’an’ın Vahyedilmesi Nasıl Olmuştur?

“Kur’an Allah Rasulüne yazılı bir metin olarak değil, sözlü bir hitap olarak indi.” Hz.Muhammed’e vahyin bu şekilde gerçekleştiği bir gerçektir. Çünkü Kur’an, Hz.Musa’ya verilen Tevrat gibi yazılı levhalar şeklinde değil, sözlerini Cebrail’in Yüce Allah’tan aldığı ve Hz.Muhammed’e aktardığı, onun da insanlara bildirdiği ve yazdırdığı bir kitaptır. Yoksa Allah’tan alınan ve Cebrail tarafından kalbine boca edilen anlamın söz dizimini Peygamberin kendisi veya “Kur’an, hâlihazırdaki bilgilerle ve kabullerle esasen mahiyeti çözülmemiş sorunlu bir metin görünümündedir” diyen Halil Hacımüftüoğlu’nun tarihselci anlayışla iddia ettiği gibi Allah’tan aldığı şifreli mesajları çözerek maiyetindeki meleklerle Hz.Muhammed’e telkin eden Cebrail’in kendi sözleri de değildir.

Aksi halde, Kur’an’ın kaynağı veya formatı tartışmalı hale gelir. Çünkü Allah tarafından gönderilen mananın maiyetindeki meleklerle Cebrail veya Hz.Muhammed tarafından kompoze edilen bir kitap olması, anlamı Allah’tan da olsa kelime yapısını ve manasını değiştiren kıraatlerin yaptığı gibi kelimelerinde değişiklik yapılabilir sonucunu doğurur. Hatta bununla da kalmayıp metnin ve onun bir parçası olan hükümlerin sözleri değil, mesajı ve amacı önemlidir, diyerek her devirde hükümleri bu amacı gerçekleştirecek şekilde yeniden düzenlenebilir/düzenlenmelidir, diyen,  böylece bilerek veya bilmeyerek dinin sekülerleşmesine ve laikleşmesine kapı açan tarihselcilik söylemine zemin ve gerekçe hazırlar.

Kıraat Rivayetleri ve Tarihselcilik:

Yazar, Kur’an metninin yahut lafızlarının dokunulmaz kutsal olmadığını söylerken dayandığı delillerden biri de kelimelerin yapısını değiştiren kıraatlerle ilgili sözde kimi rivayetlerdir. Şöyle der:

“Allah elçisi ve arkadaşları el-Kur’an’ın ne olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Kelimelerini kutsamıyorlar; onları Allah ile insanlar arasında iletişimi sağlamak için kullanılan birer araç olarak görüyorlardı. Kur’an’daki ifadeleri korumakta titizdiler ama bu bizde olduğu gibi onu dokunulmaz bir nesne olarak gördükleri anlamına gelmez. Eğer Allah elçisi kelime ve cümleleri dokunulmaz olarak görmüş olsaydı Hattab oğlu Ömer’in Hakîm oğlu Hişam ile ilgili rivayetine göre (Muhsin Demirci, Kur’an Tarihi, 174-175) farklı okunuşlara müsaade etmez ya da arkadaşlarından biri bir kelimeyi telaffuz etmekte zorlanan bir kişiye kolaylık olsun diye o kelimenin eşanlamlısını (taamu’l-esim, taamu’l-facir) okumasını önermezdi. Aynı şekilde Kur’an’daki sözcükler veya cümleler dokunulmaz olmuş olsaydı Affan oğlu Osman, Sabit oğlu Zeyd’e ihtilaf durumunda Mushaf’ı Kureyş lehçesine göre yazma talimatı vermezdi.” Yazar bu görüşünü kanıtlamak için bazı deliller sıraladıktan sonra şu gerekçeye dayandırır:

“Bir elçinin veya habercinin gönderen kişinin sözlerini harfi harfine, noktası noktasına aktarması şart değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bizzat Cebrail bazen de yazılı olarak Allah’tan aldığı işaretleri söz kalıplarına döküyordu.” Yazar, Kur’an kelimelerinin Allah’ın değil, Cebrail’in sözleri olduğunu kanıtlamaya çalışırken bu lafızlardan hangisi Allah’ın hangisi Cebrail’in olduğunu kestiremeden söyledikleriyle çelişerek şöyle der:

“Şunu da belirtelim: Hangi ifadelerin bizzat Cebrail’e, hangi ifadelerin bizzat Allaha ait olduğu gibi bir araştırmanın ve tartışmanın içine girmeye çok gerek yoktur. Bazı ifadelerde Cebrail’in konuştuğu çok barizdir, ancak bazılarında değil. Neticede hepsi Allah’ın bir tür konuşması/iletişimi (kelamullah) değil midir?”

Nitekim yazar Kur’an’ın Müslümanların elindeki tek kaynak eser olmadığını da belirterek şöyle der:

“Kur’an, Müslümanların elindeki tek kaynak eser değildir. Fakat ellerinde bulunan en sağlam yazılı belgedir. Ama bu belgenin de herkesin bildiği gibi hâlihazırda anlaşılma problemi bulunmaktadır.”

Kur’an’ın Allah’ın veya Muhammed’in yazdırması değil, Cebrail’in konuşması olduğunu ileri süren yazar bundan dolayı metninin sorunlu olduğunu, metni sorunlu olan bir kitabın insanlara gerçek anlamda kılavuzluk yapamayacağını da belirterek şöyle der:

“Daha önce de belirttiğimiz gibi Kur’an’ın mahiyeti en önemli sorunumuzdur. Bu sorunu sağlıklı bir şekilde çözmeden diğer problemleri çözemeyiz. Kur’an, hâlihazırdaki bilgilerle ve kabullerle esasen mahiyeti çözülmemiş sorunlu bir metin görünümündedir. Baştan bunu kendi kendimize açıkça itiraf etmeliyiz. Mahiyeti tam bilinmeyen sorunlu bir metin insanlara gerçek anlamda nasıl kılavuzluk yapabilir ya da onların sorunlarını çözebilir mi? Elimizdeki yorumlarla ve bakış açılarıyla çözmek bir yana, var olan problemler derinleşmekte ve yeni sorunlar ortaya çıkmaktadır.”

Görüldüğü gibi tarihselcilik söylemine zemin ve gerekçe hazırlamak için Kur’an’ın bu haliyle Müslümanların sorunlarını çözmek bir yana kendisinin sorunlu bir metin olduğunu, bu haliyle anlaşılamayacağını iddia eden yazarın delillerinden biri de ne yazık ki, kelimelerin yapısını ve anlamını değiştiren kıraatler ve hem onlarla hem Kur’an’ın sözde toplanıp yazılmasıyla ilgili kimi rivayetlerdir. Başka bir deyişle, gerek kıraatler gerekse Kur’an’ın Hz.Ebu Bekir zamanında toplanması ve Hz.Osman zamanında çoğaltılması ile ilgili rivayetler bu söyleme altyapı hazırlamakta ve gerekçe oluşturmaktadır.

Hz.Muhammed Farklı Kur’an’lar mı Tebliğ Edip Yazdırdı?

Şüphesiz Hz.Muhammed vahiy/Kur’an olarak insanlara bir metin okumuş ve yazdırmıştır. Birbirinden şu veya bu şekilde farklı vahiy/Kur’an metinleri okuduğunu veya yazdırdığını söyleyen yahut iddia eden hiçbir rivayet yoktur. Aksi halde Sicistani’nin, Abdullah, Yunus b.Habib, Ebu Davud, Hammad b.Seleme, Sabit, Enes b.Malik yolu ile rivayet ettiği “Bir adam Rasulullah’a vahiy kâtipliği yapıyordu, Rasulullah’ın yazdırdığı  “semîan basîran” yerine “semîan alîmen” ve “semîan alîmen” yerine “semîan basîran” yazıyordu. Adam Bakara ve Ali İmran’ı, yani Kur’an’ın çoğunu okumuş, dinden dönerek Hıristiyan olduktan sonra Muhammed’e istediğimi yazıyordum, demiştir…” rivayeti gibi saçmalıklar yahut kimilerinin iddia ettiği gibi anlam olarak kendisine vahyedilen Kur’an’ı Cebrail’in veya Hz.Peygamber’in kelimelere dökerek kendi diliyle insanlara okuduğu ve yazdırdığı, onun için söz diziminde yahut anlatımında birtakım sorunların bulunduğu söylemi gündeme gelir ki, ne kıraatlerin Peygamberin okuyuşları olduğunu iddia edenler, ne de başkaları bunu kabul etmektedir. Çünkü ümmetin kabulüne göre Allah tarafından vahyedilen ve Peygamber tarafından insanlara açıklanıp yazdırılan Kur’an’ın metninde ne Rasulullah zamanında ne ondan sonra hiçbir zaman bir değişiklik olmamıştır.

Kur’an’ın, söz dizimi Allah tarafından yapılıp Cebrail aracılığıyla vahyedilen ve Peygamber tarafından açıklanıp yazdırılan bir metin olması kaçınılmazdır. Değilse, başkaları tarafından yapılan söz diziminde Yüce Allah’ın vahyettiği mananın en güzel kelimelerle tamı tamına ifade edilip edilmediği, kelime seçiminde bir isabetsizlik olup olmadığı, hatta mucize bir kitabın bu yolla gerçekleşip gerçekleşemeyeceği gündeme gelir. Oysa kesin olarak biliyoruz ki, Hz.Peygamber insanlara okuduğu ve yazdırdığı herhangi bir âyetin metninde sonradan şu veya bu şekilde bir değiştirme veya düzeltme yapmış değildir. Bu da gösteriyor ki, vahyin metninde Cebrail veya Peygamber hiçbir şekilde tasarruf etmez/edemez. Dolayısıyla, Hz.Peygamber’in okuduğu ve yazdırdığı Kur’an metninin kıraat rivayetlerinde iddia edildiği gibi değiştirilerek birileri tarafından değişik okunmasına tolerans göstermesi de düşünülemez.

İddia edildiği gibi Kıraatlerle Kur’an’ın Kelimeleri Değiştirilebilir mi?

Bilindiği gibi Arap dilinde kelimenin noktası veya harekesi değiştiği zaman ister istemez kelimenin anlamı da değişmektedir. Onun için kelimenin noktalarının veya harekesinin değiştirilmesinin kelimenin yapısını ve anlamını değiştirmediğini düşünmek yanlıştır. Örneğin, “ya’lemu” sözcüğü, bilir-biliyor, anlamında etken iken, harekesi değiştirilerek yu’lemu şeklinde okunduğunda sözcük edilgen olarak bilinir-biliniyor, anlamında olur. Bu kelimenin başındaki ye harfi te harfi ile değiştirilerek ta’lemu şeklinde okunursa o zaman da sen bilirsin-biliyorsun, anlamında olur. İlk harfi olan ye harfinin harekesi değiştirilerek tu’lemu şeklinde zammeli okunduğunda o kadın bilinir/biliniyor veya sen bilinirsin/biliniyorsun anlamında olurken, fethalı okunduğunda “o kadın bilir veya sen bilirsin” anlamında olur. Bu değişme Arap dilindeki bütün kelimeler için sözkonusudur. Onun için kelimenin nokta veya harekesinin değişmesi anlamının da değişmesi demektir.

Bu sebepten Kur’an’ın bir kelimesinin yerine anlamdaşı olan bir kelimeyi yahut onun bir harfi yerine yakın bir harfi söylemek gibi farklı okuyuşa tolerans gösterdiğine ilişkin anlatılan kimi rivayetler belirttiğimiz bu gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Çünkü belirttiğimiz gibi vahyin başından sonuna kadar Peygamberin insanlara aktardığı metnin bir kelimesinde değişiklik yaptığı vaki değildir. Aksine, kâtip bir kelimeyi yanlış yazdığında Hz.Peygamberin müdahale ederek düzelttirdiğine ilişkin bilgiler vardır. Böyleyken, tebliğ ettiği ve elini kolunu bağlayan bir metinde başkalarının değişiklik yapmasına tolerans göstermesi nasıl doğru olabilir!

Örneğin, hem âyetin kelimelerini değişik okuyan Hakîm b.Hişam hem onu şikâyet eden Hz.Ömer’e ve Übey b.Ka’b’a, Nasreddin Hoca’nın eşlerinden her birine “sen de haklısın” dediği gibi, “ikinizin de okuyuşu doğrudur” demesi düşünülemez. Çünkü bu okuyuşlardan yalnız birinin doğru olduğunda şüphe yoktur. Aksi halde Kur’an’ın sözdizimini Allah’tan başka birilerinin yaptığı ve bu metin üzerinde başkalarının tasarruf edebileceği anlayışı ortaya çıkar ki, böyle bir yaklaşım doğru olamaz. Böyle bir düşünceyi kabul etmek, âhad ve birbiriyle çelişkili rivayetleri kurtarmak adına Kur’an kelimelerinin/metninin değiştirilmesi gibi bir felakete Peygamberin göz yumduğunu söylemek yahut kaş yapacağız derken göz çıkarmak anlamına gelir. Çünkü böyle bir durum, gerek yapı olarak, gerekse anlam olarak yüce Allah’ın “Kelimelerin yerlerini değiştirirler” (bkz. Bakara/75, Nisa/46, Maide/13, 41) diyerek kınadığı İsrailoğullarının yaptığından başka bir şey olmaz. Ne pahasına olursa olsun rivayetler üzerinde titreyenlerin sahih olmadığına inandığından kimi rivayetleri eleştirenlere cevap olarak söyledikleri “Kur’an da böyle gelmiştir, rivayetleri eleştirmek Kur’an’ı da eleştirmek olur” mantığı doğru olmadığı gibi, muhafazakâr medyada Buhari, Müslim gibi hadis kitaplarının reklamında “Kur’an’dan sonra en sahih kitap” ifadelerinin kullanılması da asla doğru değildir. Çünkü Kur’an kişilerin rivayetleriyle gelmiş olmayıp Yüce Allah’ın Cebrail aracılığıyla Hz.Muhammed’in kalbine vahyettiği bir kitaptır.

Kıraatlerin Hz.Peygamberin değişik okutması veya farklı okuyuşlara tolerans göstermesi olmayıp çelişkili başka rivayetlerin yanında iddia edilen Mirac yolculuğunda namazı elli vakitten beş vakte indirme pazarlığını andıran rivayetlerden şu rivayet açıkça ortaya koymaktadır.

“Cebrail ona/Rasulullah’a geldi ve ‘Allah ümmetine Kur’an’ı bir harf üzerinde okutmanı emretti’ dedi. Allah’tan bağışlama ve kolaylık göstermesini istiyorum, ümmetimin gücü buna yetmez, dedi. Cebrail ikinci kez geldi ve ‘Ümmetine Kur’an’ı iki harf üzerinde okutmanı emretti’ dedi. Yine Allah’tan bağışlama ve kolaylık göstermesini istiyorum, ümmetimin gücü buna yetmez, dedi. Cebrail üçüncü kez geldi ve ‘Ümmetine Kur’an’ı üç harf üzerinde okutmanı emretti’ dedi. Yine Allah’tan bağışlama ve kolaylık göstermesini istiyorum, ümmetimin gücü buna yetmez, dedi. Cebrail dördüncü kez geldi ve ‘Ümmetine Kur’an’ı yedi harf üzerinde okutmanı emretti, hangisi ile okurlarsa doğru okumuş olurlar’ dedi”.

Kur’an’ı Anlamada Eşanlamlılık-Zıt Anlamlılık Meselesi:

Kıraatlerin sakıncalı ayağını oluşturması nedeniyle dilin felsefesini yapan Fıkhulluğa ve İlmulluğa kitaplarında dilin bir zenginliği veya erdemi gibi anlatılan bir kelimenin zıt anlamda kullanılması ile birden çok şey için kullanılması konularına da kısaca değinmekte yarar vardır. Kur’an’dan Kuru’, Zevc, Asayna, gibi kelimeler buna örnek olarak verilir. Bilindiği gibi kadının boşanması bağlamında geçen Kuru’ kelimesinin bu şekilde anlaşılması, boşamanın temizlik döneminde mi, kanama döneminde mi olacağı, bunun ne zaman başlayıp ne zaman biteceği, döneminde yapılmayan boşamanın geçerli olup olmayacağı ihtilafına yol açmıştır.

Şüphe yok ki, bir kelime dilde ilk kez kullanılırken veya vaz’edilirken, yalnız bir anlam veya bir şey için kullanılır veya vaz’edilir. Birbiriyle çelişkili iki anlamda vaz’edilmez veya kullanılmaz. Yani bir kelime örneğin hem ak, hem kara anlamında vaz’edilmez. Değilse, o kelimenin anlamı konusunda toplumda anlaşmazlık ve karmaşa olur. Örneğin, Doğu kelimesi güneşin doğduğu yönü belirtmek için kullanılır. Bunun hem doğu hem batı yönünü belirttiği kabul edilirse, o zaman insanlar birbirine “doğuya git” dediğinde “batıya git” diye anlar ve karmaşa olur. Yine, örneğin “Dur” kelimesi, hareket etmemek veya yerinde kalmak, anlamında kullanılırken, bu hem durmak hem hareket etmek olarak anlaşılırsa insanlar birbiriyle anlaşamazlar. Onun için bütün kelimeler, ilk kullanışta veya vaz’ında yalnız bir anlam için kullanılır veya vaz’edilir. Birbirine zıt iki anlamı belirtmek için kelime vaz’edilmez veya kullanılmaz. Bu farklılık veya zıtlık ya dili kullanan toplumun değişik bölgelerinde o kelimenin baştan zıt anlamlarda kullanılması veya zaman içinde anlamı bozularak zıt şeylere delalet edecek hale gelmesi, yani anlamının bozulması sonucu ortaya çıkmaktadır. Değilse, ilk kullanışta bir kelimeyi zıt iki anlamda kullanmak veya bu amaçla vaz’etmek aklın ve mantığın kabul edeceği bir şey değildir.

Bir kelimenin zıt olmayan birden çok şey için kullanılması da böyledir.  Bir kelimenin birbirine zıt olmayan birden çok anlama gelmesi veya birçok şeye delalet etmesi, onun ilk kullanışından sonra meydana gelen anlam genişlemesinin veya sapmasının sonucudur. Örneğin, Salât kelimesi başlangıçta bir anlam için kullanılmış, daha sonra aynı kelime başka şeyler için de kullanılmış, böylece anlamında genişleme veya kayma olmuştur. Aslında kelimede meydana gelen anlam genişlemesi dilin bir erdemi değil, tıpkı zıt anlam belirtmesi gibi, doğru anlamı belirlemek açısından bir handikaptır. Normalde her iş veya varlık için ayrı ayrı kelimeler oluşturulup kullanılacağı yerde, kelime kıtlığından veya üretimsizliğinden bir kelime birden çok şey veya iş için kullanılmış, böylece kelimelerin anlamında karışıklığa ve belirsizliğe sebebiyet verilmiştir. Tıpkı odun kesmek için kullanılan baltanın makasla kesilmesi gereken inşaat demirinin kesilmesinde kullanılması gibi. Bu tür kelimelerin ilk ve doğru kullanımını/anlamını belirlemek araştırmacıların işi ve görevi olup kolay bir iş olmadığında şüphe yoktur.

Arap dili de birden çok kabilenin konuştuğu lehçelerden oluşmaktadır. Bu kabilelerden biri örneğin Kuru’ kelimesini temizlik için kullanırken, bir diğeri bunu kirlilik anlamında kullanmış veya kirlilik anlamı giydirerek kullanmıştır. Arap dilinin kelimelerini/müfredatını sonradan derleyen ve kitaplaştıran sözlük ve lügat kitaplarının yazarları da ilk anlamın hangisi olduğunu belirtmeden, belki de belirleyemeden dilin kullanımlarıdır diyerek toplumda buldukları bu iki zıt anlamı da derleyip kitaplaştırmış, böylece o kelimenin zıt anlamlar ifade ettiği kabul edilmiştir. Bu da dilde anlaşmazlıklara ve ihtilaflara sebep olmuştur. Kuru’ kelimesi bunlardan biridir. (2 Bakara/228) ve (65 Talak/1) âyetlerinin anlamındaki belirsizlik buradan kaynaklanmaktadır. Bu da dilde belirsizliğe ve anlaşmazlığa sebep olduğundan hiçbir şekilde o dilin erdemi veya zenginliği değil, olsa olsa dilde bir sapma ve bozulma olarak nitelenebilir. Nitekim bu zıtlığın sebep olduğu ihtilafın ümmetin yararına olduğunu söylemek hiçbir zaman akıl kârı değildir. Onun için kıraatlerde çokça gördüğümüz ve kelimelerin müradifi/anlamdaşı veya yakın çevresi olduğu söylenen başka kelimelerle yahut kipi ve harekesi değişik formlarla değiştirilerek anlamlandırılması doğru değildir.

Kıraatlerin Kaynağı ve Sıhhat Durumu:

Kıraatler, Rasulullah’ın okuması veya değişik okumaya tolerans göstermesi olup mütevatir haberlere dayandığı söyleminin aksine, bunların âhad haberlere dayandığını ve Hz. Peygamber’in okuyuşu olmayıp ilk dönem nahiv/gramer bilginlerinin ve kıraat üstadlarının Kur’an’ın metnine bakarak geliştirdikleri ictihadî okuyuş şekilleri olduğunu söyleyen Zemahşeri gibi âlimler yanında, genel olarak o günkü Arap yazısının yapısından ve genelde noktalamasız şeklinden kaynaklandığını söyleyen çağdaş âlimler de vardır. Örneğin Prof.Dr.İbrahim Hasan şöyle der:

“Bu okuyuş şekillerinin büyük kısmının ortaya çıkış sebebi, Arap yazısının doğal özelliğidir. Tek şekilden ibaret olan kelimenin, noktaların harflerin altında veya üstünde olmasına bağlı olarak çeşitli şekillerde okunması Arap yazısının özelliklerindendir. Aynı şekilde, Arap yazısındaki şekilsizlik/noktasızlık ve nahiv harekelerinin mevcut olmayışı da, bir tek kelimenin irabdaki yeri bakımından çeşitli hallere konulmasına imkân verir. Yazı için konulan tamamlayıcı işaretler, harekeler ve şekildeki bu farklılıklar, işte bütün bunlar, kıraat hareketinin ortaya çıkışının ilk sebebidir.”

Yazı stilinin yanında kıraatlerin ortaya çıkmasının nedenlerinden biri de yukarıda belirttiğimiz gibi Arap dilinde lehçelere bağlı olarak bazı harflerin değişik telaffuz edilmesidir. Örneğin Salât kelimesindeki Lâm harfinin bir lehçede kalın, başka bir lehçede ince telaffuz edilmesi gibi. Yine Sırât kelimesindeki Sâd harfinin Sâd ile Ze/Zı harfi arasındaki bir sesle telaffuz edilmesi gibi. Ağız denilen bu farklı telaffuzlar da kıraatlerin ortaya çıkmasında rol oynamıştır.

Kıraatle ilgili rivayetleri değerlendirerek bunların doğru olamayacağını Ebu’l-Kasım el-Hûî şöyle belirtir: “Bazı rivayetlerde Cebrail Hz.Peygamberin bir kıraat üzerinde okumasını söylemiş, Peygamberin artırmasını istemesi üzerine Cebrail artırmış ve yedi kıraatle okunabileceğini söylemiştir. Bu da artırmanın aşamalı olarak gerçekleştiğini gösteriyor. Rivayetlerin bazısında ise artırma bir defada olmuş ve üçüncüde gerçekleşmiştir. Bazısında ise üçüncü kezde Allah üç harf üzerinde okumasını emretmiş, yedi harf üzerinde okuma emri dördüncü kezde olmuştur. Bunlar birer çelişkidir.

Yine bazı rivayetler Übey’in mescide girdiğinde bir adamın kendi okuyuşundan farklı okuduğunu gördüğünü söylerken, bazısında Übey’in önceden mescitte bulunduğunu ve o arada iki adamın mescide girerek kendisinden farklı okuduklarını söyler. Nitekim bu rivayetlerde Hz.Peygamberin Übey’e söyledikleri de farklıdır. (…) Bütün bunlardan sonra şunu diyebiliriz ki, Kur’an’ın yedi harf üzerinde inmesinin makul bir mantığı olmadığı gibi iyice düşünüldüğünde doğru bir anlamının bulunmadığı da görülür.”

Kıraatler, âhad haberler ve özellikle dil bilginlerinin/nahivcilerin ictihadları olarak algılandığı için âlimler tarafından çokça eleştirilmiş ve biri diğerinin kıraatinden birçok şeyi reddetmiştir. Mesela, İbni Cerir Taberi, İbni Âmir’in kıraati yanında, belirtilen yedi kıraatten de çok yerleri tenkit etmiştir. Yine bazıları Hamza’nın kıraatini, bazıları Ebu Amr’ın kıraatini, bazıları da İbni Kesir’in kıraatini eleştirmiştir. Âlimlerden çok kişi dil yönünden tutarsız olan okuyuşları kabul etmeyip kıraat sahiplerinin yanlışları olduğunu söylemişlerdir. Örneğin, Hamza’nın kıraatini Ahmed b. Hanbel, Yezid b. Harun, İbn Mehdî, Ebu Bekr b.Iyaş/Ayaş ve İbn Dureyd tenkit etmişlerdir.

Kıraatlerin, nahiv bilginlerinin Kur’an’ın metnine bakarak geliştirdikleri okuyuşlar olduğunu, örneğin Fatiha’dan “Mâliki” kelimesinin okunuşunda görüyoruz. Bu kelime Hz. Peygamber, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali dönemlerinde hep “Mâliki” şeklinde uzatılarak okunduğu halde, ancak Emeviler döneminde Medine valisi Mervan zamanında “Meliki” şeklinde kısa okunduğu belirtilir.

Kelimeleri Değiştiren Kıraatler Kitabı Tahrif Etmez mi?

Kelimenin noktasını veya harekesini değiştirerek anlamının değişmesine yol açan kıraat mütevatir, âhad, tevkifi veya ictihadi olarak nasıl nitelenirse nitelensin, hiçbir şekilde caiz değildir. Kur’an’ın bir kelimesinin veya bir harfinin değişmediğine inanan insanların dönüp kelimelerin yapısını ve anlamını değiştiren kıraatleri savunması ve bunların Resulullah’ın okuyuşları olduğunu söylemesi büyük bir çelişkidir.

Lafızları değiştiren kıraatlerin gerçekten kelimelerin yapısını değiştirdiğini/tahrif ettiğini görmek için verilen örneklere bakmak yeterlidir. Örneğin, ittehizû= edinin (Bakara/125) yerine, ittehezû= edindiler, tekûlûn= dersiniz (Bakara/140) yerine yekûlûn= derler, yutîkûn= güç yetirirler (Bakara/184), yerine yutavvikûn= güç yetmeyi sağlarlar, vb. kıraat kitaplarında ve kıraatlere göre kelime değişikliğine geçit veren tefsirlerde kelimelerin yapısını ve anlamını değiştiren örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Bir örnek olarak Muhammed Esed’in “O zaman Havariler, ‘Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir miydi?”(5 Maide/112) âyetiyle ilgili olarak yaptığı açıklamayı vermek istiyoruz.

“Kur’an’ın genel kabul görmüş kıraat şeklinde bu ifade “hel yestetîu Rabbuke”, yani Rabbinin gücü yetebilir mi?” yahut “yeter miydi?” yahut “muktedir midir?” şeklindedir. Ancak bu kıraat şekli, zahiren, Allah’ın dilediği herhangi bir şeyi yapabilme kudreti ile ilgili esaslı bir şüpheyi (ki Kur’an’da Hz.İsa’nın Havarilerinin sağlam müminler olarak tanımlanmaları ile uyuşmayan bir isnad/ima edebileceğinden, müfessirlerin çoğunluğu, Havarilerin bu sorusunu, bir kimsenin başka birine “benimle gelir misin?” diye sormasına benzetirler-ki, bu, sorulan kişinin gitme kudreti ile ilgili bir şüpheyi değil, tersine, gitme arzusu ile ilgili bir belirsizliği yansıtır. (Karşılaştırın: Bu konuda Taberi, Beğavi, Razi, Rağıb, ayrıca Menar VII, 250 vd.) Ancak Hz. Peygamberin önde gelen birçok sahabisinin -Hz. Ali, İbni Abbas, Hz.Ayşe ve Muaz b. Cebel- sözkonusu ifadeyi “Rabbinden isteyebilir miydin?” şeklinde çevrilebilecek olan “hel testeti’ (en tes’ele) rabbeke” olarak okudukları gerçeği ile ilgili bazı delillere sahibiz. (Taberi, Zemahşeri, Beğavi, Razi, İbni Kesir). Bu, Havarilerin Hz. İsa’nın Allah’tan yukarıdaki talepte bulunabilme kudreti (kelimenin manevi anlamıyla) hakkındaki tereddütlerini yansıtan bir kıraattir. Genel kabul gören “hel yesteti’u Rabbuke” şeklindeki kıraati reddeden Hz. Ayşe’nin, “İsa’nın Havarileri, Allah’ın dilediği şeyi yapıp yapamayacağının sorulamayacağını iyi bilirlerdi, onlar sadece (İsa’ya) “Rabbinden dileyebilir misin?” diye sordular” dediği rivayet edilmiştir (Razi). Ayrıca Müstedrek’de nakledilen bir hadise göre Muaz b. Cebel, Hz. Peygamber’in kendisine “hel testeti’ rabbeke” (Rabbinden dileyebilir miydin?) kıraatini öğrettiğini kesin bir dille belirtmiştir. Bana göre delillerin ağırlığı ikinci şıkka işaret etmektedir, ama daha yaygın olan kıraati göz önüne alarak ibareyi yukarıdaki şekilde çevirdim.”

Bu farklı okuma ve anlama, bugün dünyanın tamamında Müslümanların elindeki Kur’an’da yer alan “hel yestetîu Rabbuke” âyetinin hem şekil hem anlam olarak değiştirildiğini göstermiyor da neyi gösteriyor? “hel yestetiu Rabbuke” ifadesi ile “hel testetiu rabbeke” ifadelerinin lafız ve anlam olarak bir olmadığı açık değil midir? Bunun şekil ve anlam olarak bir değişiklik olduğunu Arapça bilen herkes görmektedir.

Kıraatin kelimeyi, dolayısıyla âyetin anlamını nasıl değiştirdiğini, Mustafa İslamoğlu’nun Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir kitabından da birkaç örnek vererek göstermek istiyoruz. Kıraat farklılıklarına da ara sıra yer veren bu kitap henüz yayınlanmış olup tarzının en son ve en güzel örneklerinden biridir. Mesela, “…Dürüst ve erdemli kadınlar hem (Allah’a) itaat eden, hem de Allah’ın koruduğu (iffetli eşlerinin) yokluğunda da koruyan kadınlardır…” (Nisa/34) âyetindeki “Allahu” kelimesinin Kıraat imamlarından Ebu Cafer’in merfu/zammeli yerine mansub/fethalı okuyuşunda harekenin, yani kelimenin cümledeki rolünün, buna bağlı olarak da anlamının değiştiğini şöyle belirtir:

“Veya kıraat imamı Ebu Cafer’in “Allah” lafzını mansub okuyuşuna binaen: “kadınların (iffetleri) Allahın koruması sayesinde korunmuştur.” Yani bu kıraate göre âyetteki “Allah” lafzı merfu değil, mansub okunursa âyet, kadınların iffetleri kendileri korudukları için değil, Allah koruduğu için korunmuş olmaktadır, anlamına gelmektedir. Bu kıraatin doğruluğu veya yanlışlığı bir yana, kadınların iffetlerini kendileri korumak yerine, Allah’ın onları korumasının mantıklı ve makul bir yanının olmadığı açıktır. Çünkü insanın bütün karar ve eylemlerinde yapan eden Allah olarak belirtilse de gerçekte özne kişinin kendisidir ve bundan dolayı kişi mükâfat veya ceza görmektedir. İnsanın yerine özne olarak Allah’ın görünmesi/belirtilmesi, elbette isterse müdahale edebilir, ama bizzat onun müdahil olması anlamında değil, her işin onun koyduğu ve egemen kıldığı yasalara göre olup bittiği yahut her şeye egemen olduğu anlamına gelmektedir. Kişilerin imanı-küfrü, saadeti-şakaveti, cennetliği-cehennemliği, fakirliği-zenginliği, kısırlığı-evlat sahipliği, sağlığı-hastalığı, uzun-kısa ömürlülüğü vd. konularının tümü yüce Allah’ın direkt müdahalesiyle değil, egemen kıldığı bu yasalara göre gerçekleşmektedir.

Değişik kıraatlerin kelimeleri ve anlamını nasıl değiştirdiğini göstermesi bakımından bir örnek daha verelim: “Kitap Ehli’nden hiçbir kimse yoktur ki, ölmeden önce ona inanmış olmasın” (Nisa/159) âyetindeki zamir’in Übey’in kıraatinde değiştirilerek okunduğunu yazar şöyle belirtir:

Zamir’in Yahudileri gösterdiğini savunanlar olmuştur (bkz. Taberi). Fakat bunun için zamirin çoğul gelmesi gerek. Böyle bir okuyuş ancak Übey’den nakledilen mevtihim okunuşuna dayandırılabilir (Taberi). İsa’ya birinin benzetilmesi lehum zamirine aykırıdır. Kaldı ki, kelime leyu’minunne değil, leyu’minenne’dir.  Son cümledeki yekunu’nun gizli öznesi ve aleyhim’deki çoğul zamiri, elimizdeki Mushaf okuyuşunu teyit etmektedir.”

Bir örnek daha verelim. Gerekçeli Meal-Tefsir’de Hûd Sûresi’ndeki “innehu amelun ğayru salihin” (11 Hud/46) âyeti açıklanırken şöyle denir: “Amelun, amile olarak da okunmuştur. Bu takdirde mana şöyledir: “Çünkü o (oğul) yanlış yaptı.” İbni Abbas, İkrime, Kisai ve Yakub gibi kıraat imamlarının tercih ettiği bu anlamda yanlış yapan boğulan oğul iken, bizim çevirimizde yanlış yapan Hz. Nuh’tur. Arkadan gelen Hz. Nuh’un tevbesi bunun delilidir. Vahiy aynı hassasiyeti Hz. İbrahim’in babasına duası konusunda da sergilemiştir. (Tevbe, 113/114). Esas aldığımız okuyuşta (Kur’an metninde)  mastar olarak amelun okunan sözcük, alternatif okuyuşta fiil olarak amile okunmaktadır. Bunun Kelam’daki “Peygamberlerin masumiyeti” tartışmalarını önceleyen bir okuma biçimi olduğu açık.”

Kıraatlerin dilcilerin Kur’an’ın metni üzerindeki kelime oyunları yahut anlam arayışlarının ürünü çıkarsamalar olduğunu İslamoğlu’nun yukarıdaki açıklamaları açıkça ortaya koymaktadır. Üstelik yukarıdaki örnekte bunun ikinci-üçüncü yüzyılda ortaya çıkan Kelam’daki “Peygamberlerin masumiyeti” tartışmalarını önceleyen bir okuma biçimi olduğunu kendisi söylemektedir. Çünkü alternatif kıraat olarak verdiği okuyuş şeklinin Peygamberin kendi okuyuşu değil, adı geçen kişilerin okuyuşu olduğunu belirtmekte, kendi değerlendirmeleriyle de onun yerinde olmadığını belirterek Kur’an’daki okuyuşu tercih etmektedir. Kısaca alternatif okuyuşu seçenler Peygamberin kendisi değil, kıraat imamları olduğu gibi, bunu eleştiren de kendisidir.

Aslında İslamoğlu’nun Kur’an’daki okuyuşun daha doğru olduğunu söylerken bunu desteklemek üzere belirtmesi gereken bir şey daha vardır; O da kelime fiil olarak ‘amile’ okunduğu takdirde ondan sonra gelen ‘ğayru’ kelimesi de merfu olarak değil, meful olarak ‘ğayre’ şeklinde sonu fetha ile okunması gerekir. Çünkü cümlede amile fiilinin mefulu/nesnesi olarak mansup okunması gerekecektir. Bütün bunlar kıraatlerin âyetin yapısını ve anlamını değiştirdiğini ortaya koyan örneklerdir.

Hayat Kitabı Kur’an: Gerekçeli Meal-Tefsir kitabından kelimenin zıt anlamlı kabul edilmesinin âyetleri anlamada nasıl belirsizliğe yol açtığını göstermek için de bir örnek vermek istiyoruz: “Yahudileşenlerden kimileri sözleri çarpıtırlar. İşittik ve itaatsizlik ettik derler…” (Nisa/46) âyetinde “itaatsizlik ettik” diye çevirdiğimiz “asaynâ” kelimesi için şöyle denir:

“İbni Faris’in de vurguladığı gibi birbirine zıt iki anlamı içeren bir kelimedir. Toplanmak veya ayrılmak, emre sarılmak veya isyan etmek. Bu yüzden toplanmaya da dağılmaya da ‘asa denilir (Mekayis ve Tac). ‘Asayna diyenler, bu kelimeyi tevriyeye elverişli olduğu için seçmiş olmalıdırlar ki, Kur’an dil oyununa müsait bu kelimenin yerine eta’na’yı (itaat ettik) önerir.”

Oysa ‘asa kelimesinin belirtildiği gibi kökeninde zıt anlamlı değil, yalnızca itaatsizlik etmek, isyan etmek, karşı çıkmak, âsî olmak, gibi anlamlara geldiği, âyetin devamındaki “eta’na” ifadesinden de açıkça görülmektedir. Başka bir deyişle ‘asa ve eta’a kelimeleri birbirinin zıddı olup ‘asa kelimesine ayrıca itaat etmek anlamını giydirmeğe hiç gerek yoktur. Zaten karşıt anlamı belirten kelime yanı başında dururken itaat etmek anlamını ‘asa kelimesine de yüklemek anlam kargaşalığına yol açmasının yanında akla ve mantığa da uymaz. Bütün bunlar kelimenin yapısını değiştiren kıraatin âyetin hem lafzını hem anlamını değiştirdiğini gösterdiği gibi, zıt anlamlılık veya çok anlamlığın da anlamı içinden çıkılmaz hale getirdiğini açıkça göstermektedir.

Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’ın da “Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar” kitabında hem de Kitabı Tahrif bölümünde ele aldığı bu âyetteki “’asa” kelimesini yukarıda belirtilen anlamlardan biriyle değil de, zıt anlamlılıktan hareketle “sıkı tuttuk, boyun eğdik” anlamında değerlendirerek bir bakıma kitabı tahrif etmekle suçladığı meal ve tefsir yazarlarının içine düştüğü yanlışa kendisinin de düştüğü görülmektedir.

Oysa gerek Nisa 46. âyette, gerekse Bakara 93. âyette ‘asa kelimesi zıt anlamda değil, itaatsizlik etmek, reddetmek anlamında kullanılmıştır. Nisa 46. âyette Yahudilerin gerek Hz. Peygamber’in yüzüne gerekse arkasından “dinledik ve reddettik” demiş olmaları ne kadar mümkün ise, Bakara 93. âyette de korkularından dinledik dedikleri halde içlerinde isyanlarını sürdürdüklerinin yahut tavır ve hareketleriyle ‘sanki isyan ettik’ dediklerinin belirtilmiş olması da o kadar mümkündür.

Nitekim aynı zamanda büyük bir dil bilgini olan Zemahşeri hem Bakara 93, hem Nisa 46. âyetini açıklarken ‘asa kelimesinin zıt anlamından söz etmeden Nisa 46’daki olayı şöyle açıklar:

Bunu kendi aralarında söylemiş olmaları da caiz/mümkün olduğu gibi, onu dil ile söylememiş olmaları da caiz/mümkündür. Sadece inanmamakla onu söylemiş gibi olmuşlardır.”

Öyle anlaşılıyor ki, bu kıraat farklılığı veya zıt anlamlılık işi, tıpkı tefsircilerin içinden çıkamadıkları veya ilgili diğer âyetlerle uzlaştıramadıkları âyet/âyetler için “mensuhtur” deyip işin içinden çıktıkları gibi, âyeti/âyetleri Kur’an’ın bütünlüğü içinde akıllarına yatacak şekilde açıklayamadıkları zaman veya dildeki hünerlerini göstermek için kimi tefsirciler kıraat silahına sarılmış ve bunu meşrulaştırmak için de işi ashaptan bazılarına mal etmeyi marifet bilmişlerdir. Ashaptan ve onlardan sonra gelenlerden meşhur kimileri iddia edildiği gibi okumuş olabilirler, ama bu hiçbir zaman Kur’an metninin/kelimelerinin orijinalde öyle olduğu ve Hz. Muhammed’in onu insanlara bu şekilde değişik yazdırdığı, okuduğu, okuttuğu veya bu şekilde okunmasına göz yumduğu anlamına gelmez. Başka bir deyişle, onların bu şekilde okumaları Allah’ın indirdiği, koruduğu ve Peygamber’in insanlara tek metin olarak tebliğ edip yazdırdığı Kur’an’ı bağlamaz. Kıraatlerin geçerli ve kabul edilebilir olması için, yukarıda belirttiğimiz gibi Kur’an’ın estetik boyutunu gösteren okuyuşlarla sınırlı olması gerekir. Değilse, Kur’an’ın kelimelerini ve anlamını değiştiren/tahrif eden bir kıraat geçerli ve makbul olamaz.

Kıraatler Kur’an’ın Üzerinde İndiği Yedi Harf Midir?

Genel olarak kıraatlerin Kur’an’ın üzerinde indiği yedi harf olduğu iddia edilir. Örneğin İbnu’l-Cezeri şöyle der:

“Arap dili ile uyuşan, Osman’ın Mushaflarına uyan ve sahih senede dayanan her kıraat sahihtir. Onu reddetmek doğru olmadığı gibi, inkâr etmek de helal olmaz. Zira o, Kur’an’ın indiği yedi harften biri olup ister yedi imamdan, ister on imamdan, ister onların dışında makbul imamlardan gelmiş olsun, onu kabul etmek gerekir. Yukarıdaki üç temelden birini taşımayan kıraat, ister yedi imamdan, ister onlardan daha çok kişiden gelmiş olsun, ya zayıf veya şaz veya batıldır.”

Doğrusu bu mantığı anlamak zordur. Acaba neden ölçü ve temel olarak Rasulullah zamanında oluşturulan Kur’an/Mushaf değil de, Osman’ın Mushafları ölçü ve temel alınır? Rasulullah zamanında Kur’an’ın tertip ve düzenlemesi olmadı mı? Düzenlemesi yapılmayan birbirinden kopuk vahiy parçaları Kur’an olarak nasıl okunabilir? Vahiyler yazılıp okunduğuna ve her âyetin nereye yerleştirileceği belirtildiğine göre Kur’an’ın tertibi/düzenlemesi yapılmış demektir. “Peygamber gelen bütün vahiyleri düzenleyip sıraya koydu ve iki kapak arasında bir kitap yaptı” şeklinde bir haber gelmemişse, bu, yazılan vahiylerin rüzgârın dağıttığı yapraklar gibi dağınık ve düzensiz kalmış olması anlamına mı gelir? Sözün tamamı deliye söylenir, dedikleri gibi, Rasulullah’ın sağlığında Kur’an’ın hem kendisi hem ashabı tarafından bir düzen içinde namazda ve namaz dışında okunması, düzenlemesinin yapıldığını göstermiyor mu? Rasulullah zamanında Kur’an’ın düzenlemesinin yapılmadığını söylerken dönüp her yıl o güne kadar gelen vahiyleri, son yılda da Kur’an’ın tümünü Cebrail’e okuduğunu söyleriz, bu açık bir çelişki değil midir?

“Peygamber, Cibril’le karşılıklı okumasının/mukabele yapmasının dışında, Kur’an metnini halkın huzurunda da okurdu. Etrafında toplanan ashab, beraberlerinde Kur’an nüshalarını getirir, bu nüshalarla onun okuduklarını karşılaştırır ve icabında ellerindeki nüshaları düzeltirlerdi.”

Buhari, Enes b. Malik’ten şöyle rivayet eder: “Rasulullah zamanında hepsi Ensar’dan olan dört kişi Kur’an’ı cemetti/topladı. Bunlar Ubey b. Ka’b, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit, Ebu Yezid’tir.” Hz. Peygamber’in sağlığında Kur’an’ın düzenlemesinin yapıldığını ve en azından bu kişiler tarafından kitap halinde toplandığını bu rivayetler açıkça ortaya koymuyor mu?

Yoksa Osman’ın Mushaflarını temel ve ölçü alanlar,  Ali’nin imamet hakkını elinden almak için Osman zamanında Mushaf’ın değiştirildiğini, ona ekleme veya çıkarma yapıldığını iddia eden sapıkların iddialarını farkında olmadan kabul mü ediyorlar? Oysa Hz. Osman zamanında yapılan iş, Kur’an’ı düzenlemek veya değiştirmek değil, sadece okuma ihtilafının önüne geçmek için Hz. Peygamber’in sağlığında oluşturulan Kur’an’ı/Mushaf’ı geçerli kılmak ve kimi vatandaşların ellerindeki bozuk nüshaları iptal etmekten ibarettir.

Ebu’l-Kasım el-Hûî, İbnu’l-Cezeri’nin iddia ettiği gibi kıraatlerin rivayetlere dayandığı ve Kur’an’ın üzerinde indiği belirtilen yedi harf olduğu anlayışının doğru olmadığını şöyle belirtir:

Bazıları Kur’an’ın üzerinde indiği yedi harfin yedi kıraat olduğunu sanıyor ve Kur’an’ın yedi harf üzerine indiğini belirten rivayetlere dayanarak kıraatlerin de Kur’an’dan olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Bunun yanlış olduğunu mutlaka belirtmemiz ve muhakkik/sorgulayıcı âlimlerden hiçbirinin böyle bir şeyi sanmadığını söylememiz gerekir. Bu konuda Cezairi’nin şu sözlerini belirtmemiz yerinde olur:

“Üçüncü yüzyılın başlarında Bağdad’ta yaşayan imam Ebu Bekir Ahmed b. Musa b. Abbas b. Mücahid (öl. 324/935) Hicaz, Irak ve Şam bölgelerinde meşhur olanlardan yedi kişinin kıraatlerini derleyinceye kadar yedi kıraatin diğerlerinden farkı yoktu (…) Bazıları yedi kıraatin Kur’an’ın üzerinde indiği yedi harf olduğunu tevehhüm etmiştir. (vehmetmiştir.) Oysa gerçek böyle değildir. Nitekim âlimlerden birçok kişi bu vehimden dolayı yedi kişiyi seçmesinden dolayı onu eleştirmiştir. Örneğin, Ahmed b. Ammar el-Mehdevi şöyle der: “Bu yedi kişiyi seçen adam, yapmaması gereken bir işi yapmış ve bunların söz konusu yedi harfte belirtilenler olduğunu halkın vehmetmesine yol açmıştır. Bu yanlışa sebebiyet vermemek için ya yediden az veya daha çok kişiyi keşke belirtseydi.”

Kurtubi de şöyle der: “Âlimlerimizden Davudi, İbni Sufra ve birçokları şöyle dedi: Yedi kişiye nispet edilen bu yedi okuyuş, ashabın okuduğu yedi harf değildir. Sadece ondan bir harfe raci olup o da Osman’ın mushafı üzerinde topladığı harftir. (Yani Osman zamanında okuyuş şekli bir tane idi). Bunu ibnu’n-Nahhas ve başkaları belirtmiştir. Bu meşhur kıraatler, kurra olan o imamların seçmeleridir.” Kıraat imamlarının çoğu dil bilginleridir. Kisai, Ebu Amr b. Ala gibi.

M.Hayri Kırbaşoğlu da yedi kıraatin Kur’an’ın üzerinde indiği belirtilen yedi harf olmadığını söyleyerek bu kıraatlerin tamamen Arap lehçeleri ve o günkü Arap yazısının özelliğinden kaynaklandığını şöyle belirtir:

Hâlbuki yedi kıraat meselesinin konu ile ilgili rivayetlerde iddia edildiği gibi Kur’an yedi harf (okunuş) üzere indirildiğinden değil, tamamen Arap lehçelerinden veya Arap yazısının özelliğinden kaynaklandığı birçok bilimsel araştırmada ortaya konmuş bulunmaktadır.”

Nitekim İbnu’l-Cezeri, söz konusu yedi kıraatin üzerinde Kur’an’ın indiği belirtilen yedi harf olmadığını ve örneğin Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam’ın (öl. 224/833) yirmibeş, Ahmed b. Cubeyr b. Muhammed el-Kûfî’nin (öl.258/871) her şehirden bir kıraat, Kadı İsmail b. İshak el-Maliki’nin (öl. 282/895) aralarında bu yedi kıraatin de bulunduğu yirmi kıraat, İbn-i Cerir Taberi’nin (öl. 310/922) yirmi küsur kıraat, Ebu Bekr Muhammed ed-Dacûni’nin (öl. 324/935) onbir kıraat derlediği ve nihayet Ebu Bekir Ahmed b. Musa b.Abbas b.Mücahid (öl. 324/935)’in de bunlar arasından yedi kıraati seçtiğini belirtir.

Kelimelerin yapısını ve anlamını değiştiren okuyuşlar iddia edildiği şekilde Rasulullah’tan mütevatir olarak rivayet edilmediği gibi, bunlar Kur’an’ın korunmuş olması açısından da makul ve mantıklı değildir. Çünkü böyle bir uygulama, kitap ehli için Kur’an’ın söylediği “kelimelerin yerlerini değiştirmek”ten başka bir şey olmaz.

Sonuç olarak kıraatlerin gramerci/nahivcilerin ve kıraatle iştigal edenlerin çabalarının ürünü ve ilk dönemde Arap yazısının yapısından kaynaklanmış olduğu, mütevatir değil, âhad haberlere dayandığı ve rivayetlerle Kur’an nassının değiştirilemeyeceği bir gerçektir. Kıraatlerde kelimelerin değişik okunuşlarına bakarak âyetleri değişik anlamak ve farklı hükümler çıkarmak doğru ve sağlıklı bir anlama yahut açıklama yöntemi değildir.

Gerek kıraatler, gerekse Kur’an’ın Hz. Ebu Bekir zamanında toplanması ve Hz. Osman zamanında çoğaltılmasıyla ilgili rivayetler hatalı söylemlere altyapı hazırlamakta ve gerekçe oluşturmaktadır.

Hz. Muhammed vahiy/Kur’an olarak insanlara bir metin okumuş ve yazdırmıştır. Birbirinden şu veya bu şekilde farklı vahiy/Kur’an metinleri okuduğunu veya yazdırdığını söyleyen yahut iddia eden hiçbir rivayet yoktur.

Kur’an’ın, sözdizimi Allah tarafından yapılıp Cebrail aracılığıyla vahyedilen ve Peygamber tarafından açıklanıp yazdırılan bir metin olması kaçınılmazdır. Değilse,  mucize kitaba gölge düşer.

Hz. Peygamber insanlara okuduğu ve yazdırdığı herhangi bir âyetin metninde sonradan şu veya bu şekilde bir değiştirme veya düzeltme yapmış değildir. Bu da gösteriyor ki, vahyin metninde Cebrail veya Peygamber hiçbir şekilde tasarruf etmez/edemez.

Kur’an’ın sözdizimini Allah’tan başka birilerinin yaptığı ve bu metin üzerinde başkalarının tasarruf edebileceği anlayışı, âhad ve çelişkili rivayetleri kurtarmak adına, Kur’an metninin değiştirilmesi gibi bir felakete Peygamberin göz yumduğunu söylemek anlamına gelir.

Bir kelime dilde ilk kez vaz’edilirken, yalnız bir anlam için vaz’edilir, birbiriyle çelişkili iki anlamda vaz’edilmez.

Yazı stilinin yanında kıraatlerin ortaya çıkmasının nedenlerinden biri de, Arap dilinde lehçelere bağlı olarak bazı harflerin değişik telaffuz edilmesidir.

Kıraatler dilcilerin Kur’an’ın metni üzerindeki kelime oyunları yahut anlam arayışlarının ürünü çıkarsamalardır.

Kelimelerin yapısını ve anlamını değiştiren okuyuşlar iddia edildiği şekilde Rasulullah’tan mütevatir olarak rivayet edilmediği gibi, bunlar Kur’an’ın korunmuş olması açısından da makul ve mantıklı değildir.

Kıraatlerde kelimelerin değişik okunuşlarına bakarak âyetleri değişik anlamak ve farklı hükümler çıkarmak doğru ve sağlıklı bir anlama ve açıklama yöntemi değildir.

Prof. Dr. Arap Dili ve Edebiyatı emekli öğretim üyesi, Kurani Hayat Dergisi- SAYI-03 Hac 2008-11

http://www.kuranihayat.com/content/kelimeleri-de%C4%9Fi%C5%9Ftiren-kiraatler-ve-tarihselcilik-ibrahim-sarmi%C5%9F

posted in *ANAKAYNAK KUR'AN | 1 Comment

23rd Nisan 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN’I ANLAMAK FARZDIR – MUSTAFA İSLAMOĞLU

Allah demek anlam demektir. Varlıktaki anlamlılık ve amaçlılık Allah’ın eseridir. Bu yüzden ilahi elin değdiği hiçbir şey anlamsız ve amaçsız değildir. Allah’ın hak ile (bi’l-hak) yaratması, anlamlılık ve amaçlılığa tekabül eder. Zıddı batıldır. Nasıl ki el-hak anlam ve amaca delalet ediyorsa, el-bâtıl da anlamsızlığa ve amaçsızlığa delalet eder. “O öyle bir zattır ki, gökleri ve yeri anlamlı ve amaçlı olarak O yaratmıştır.” (En’âm 6/73). Âyette, Allah’ın gökleri ve yeri “hak ile” (bi’l-hak) yarattığı buyrulmaktadır.

Hak ile yaratmak, yaratılıştaki anlamlılığa ve amaçlılığa delalet eder. Göklerin ve yerin anlamlı ve amaçlı olarak yaratılışı isbat yoluyla Kur’an’da defaatle ifade buyruluyor. Fakat bununla yetinilmiyor. Aynı hakikat anlamsızlığın ve amaçsızlığın nefyi yoluyla bir de tersinden vurgulanıyor. Böylece kelime-i tevhidde ifadesini bulan isbat ve nefiy üslubu, aynen göklerin ve yerin amaçlılığı için de kullanılmış oluyor: “Göğü, yeri ve bu ikisi arasındakileri bir anlam ve amaçtan yoksun olarak (bâtılen) yaratmadık.” (Sâd 38/27).

Kur’an’da anlamlı ve amaçlılığa yapılan sadece gökler ve yerler için vurgu yapılmaz. Göklerin ve yerin Allah tarafından anlamlı ve amaçlı olarak yaratılışından daha fazla vurgu, vahyin anlamlı ve amaçlı olarak (bi’l-hak) gönderilişine yapılır: “İşte bu Allah’ın Kitab’ı bir anlam ve amaca mebni olarak (bi’l-hak) indirmesi sayesindedir.” (Bakara 2/176). “İşte bunlar Allah’ın mesajlarıdır; Biz bunları sana gerçek bir anlam ve amaca mebni olarak iletiyoruz.” (Bakara 2/252). “Bütün bunlar Allah’ın mesajlarıdır. Bunları belli bir anlam ve amaç uğruna sana bildiriyoruz.” (Âl-i İmran 3/108).

Allah gökleri ve yeri nasıl “hak ile” yarattıysa, vahyi de “hak ile” göndermiştir. Vahyin hak ile gönderilmesi, bir anlam ve amaca mebni olarak gönderilmesidir. Fakat göklerin ve yerin anlama konu olmasıyla, vahyin anlama konu olması arasında esaslı bir farklılık vardır. Gökler ve yerin taşıdığı anlam “mübin” olarak vasfedilmemiştir. Zira kâinat kitabı taşıdığı anlamı okuyacak olana dolaylı olarak ifşa eder. Fakat Kur’an “mübin” olarak vasfedilmiştir. Zira Kur’an bizzat manaların taşıyıcısıdır ve taşıdığı manaları okuyacak olana doğrudan söyler. Allah’ın kelamı mubîn’dir Mubîn, Kur’an’ın Kur’an’da geçen sıfatlarından biridir. Aynı zamanda, yine hepsi de Kur’an’da Kur’an için kullanılan Mecîd, Kerîm, ‘Aziz gibi isimler Kur’an’ın özneliğine delalet eder. Zira ism-i fâil (özne) formundadır. Ebâne fiilinden türetilen mubîn hem geçişsiz, hem de geçişli olmak üzere, iki manayı birden bünyesinde taşır. Mubîn geçişsiz olarak “açık ve anlaşılır” manasına, geçişli olarak ise “açıklayan ve anlaşılır kılan” manasına gelir. “İşte size Allah’tan bir nur ve mubîn kitap gelmiştir.” (Maide 5/15). “Elif-Lâm-Râ. İşte bunlar, mubîn bir Kitab’ın âyetleridir.” (Yusuf 12/1). “Elif-Lâm-Râ. İşte bunlar, Kitab’ın, yani mubîn Kur’an’ın âyetleridir.” (Hicr 15/1). “Tâ-Sîn. İşte bunlar, Kur’an’ın, yani mubîn Kitab’ın âyetleridir.” (Neml 27/1) Böyle devam edip gidiyor…

Kur’an’da bu kadar sık vurgulanan mubîn sıfatı, mucizevî bir ihbar niteliğindedir. Adeta gelecekte, “Biz Kur’an’ı anlayamayız”, “Kur’an’ı anlamak nerde, biz nerde!”, “Kur’an’ı üstadlarımız anlar, bize de anlatır” diyecek zümrelerin çıkacağını zımnen haber vermektedir. Tabi ki “Kur’an hem açık ve anlaşılır, hem açıklayan ve anlaşılır kılan” manasına gelen bir sıfatla muttasıf kılınmakla, bu mantığı reddetmektedir. Zira bu mantık, Furkan Sûresi’nin 30. âyetinde Hz. Peygamber’in kıyamette ümmetini Allah’a şikâyet edeceği “Kur’an’ı mehcur bırakma” cinayetinin de sebeplerinden birini teşkil etmektedir. Kur’an kime hitap etmişse, anlamak da ona düşer. Eğer Kur’an’ı anlamaktan muaf tutulan bir zümre varsa, bu zümre Kur’an’ın hitap etmediği bir zümre olmalıdır. Şu halde cevabını aramamız gereken sual “Kur’an kime hitap etmektedir?” Bu sualin cevabı belli: Kur’an avamı ve havassıyla tüm mü’minlere hitap etmektedir. Onlarca kez gelen “Siz ey iman edenler” hitabı bunun delilidir. Dahası Kur’an tüm insanlığa hitap etmektedir. Defalarca gelen “Ey insanlık” hitabı bunun delilidir. Şu halde, bizzat Kur’an’ın kendisi insan olan hiç kimseyi kendisini anlamaktan muaf tutmamaktadır. Kur’an’ın Hedef kitlesi insandır. Hele kendisine iman eden bir mü’mini kendisini anlamaktan muaf tutması olacak şey değildir.

Birine hitaben gönderilmiş her mesaj, muhatabından kendisini anlamasını ister. Bu hem mesajı gönderenin hakkı, hem de gönderilen mesajın hakkıdır. Kur’an’ı anlamak Allah’ın özelde mü’min, genelde tüm insanlık üzerindeki hakkıdır. Yine Kur’an’ı anlamak, Kur’an’ın kendisine hidayet rehberi olarak inanan tüm mü’minler üzerindeki hakkıdır. Kur’an’ı anlayamayacaklarını düşünenler, Allah’ın ve Kur’an’ın hakkına geçiyorlar demektir. Kur’an’ı anlamak için gayret edenler ise, Allah’ın ve Kur’an’ın hakkına riayet ediyorlar demektir. Kur’an kendisine iman eden kimseye kendisini anlamayı bir fariza olarak yüklemektedir.

Sık sık mubîn sıfatıyla anılması, Kur’an’ın muhatabına verdiği “Ben açık ve anlaşılır bir kitabım” mesajıdır. Kendisini Kur’an’a doğrudan muhatap kabul etmeyen biri, çıkıp şöyle diyebilir: “Kur’an ulema tarafından okunmuş, anlaşılmış, yorumlanmış ve kodlanmıştır; bize bunlar yeter”. Böyle bir mantık, Kur’an’ı anlamanın sadece mü’minler içinden belli bir zümreye has olduğunu iddia eden mantıktır. Fakat İslam’da ne Yahudilikteki gibi “din adamları sınıfı” (ahbar), ne de Hıristiyanlıktaki gibi bir “ruhban sınıfı” mevcuttur. İnsanları önce avam, havas ve ehassu’l-havas diye sınıflara tasnif edip, sonra da tepeden bakıcı bu tasnif üzerinden kendini seçkinleştirme ve ait olduğu zümrede ayrıcalık vehmetme, Allah’ın razı olmadığı bir zümre kibrine dayanır. Zaten hakikat ve hikmete ulaşmak için her tür akreditasyon ve inisiye olma şartı, Kur’an’ın ruhuna aykırıdır. Bu yaklaşım Müslümanlara diğer kültürlerden intikal etmiş bir hastalıktır. İslam’da her mü’min dininin adamıdır. Yukarıdaki gibi düşünen birine sorulacak ilk soru şudur: Ya sizin ulema dedikleriniz de sizin dediğinizi demiş olsalardı, durum ne olurdu? O zaman siz ne diyecektiniz?” Bu suale “Ama demediler, işte koca bir İslam ilim mirası önümüzde duruyor” cevabı verilebilir. Bu kez sorulacak sual şudur: “Onlar da sizin gibi Kur’an’a muhataptılar, kendi zaman ve mekânlarında sorumluluklarını gayretleri nisbetinde yerine getirdiler. Onların kendi sorumluluklarını yerine getirmiş olması, sizin üzerinizden sorumluluğu kaldırır mı? Onların ortaya koyduğu müktesebat, sizin Kur’an’a muhatap olduğunuz hakikatini ortadan kaldırır mı? Böyle yapmak, tam da Hz. Peygamber’in Hesap Günü’nde ümmetini Allah’a şikâyet edeceği husustur.

Dikkat buyurun, âyette Rasulullah’ın şikâyet edecekleri ümmeti içinden âlimler değil, havas değil, ehassu’l-havas da değildir. Bu tavır, Kur’an’ı mehcur bırakmaktır. Bir şeyi mehcur bırakmak, o şeyi terk etmek değil, onu işlevsiz kılmak, onunla aktif ve aktüel ilişki kuramamak demektir. Bu yüzden Arap lisanında “küsme” fiili için de aynı kelime kullanılır. Bu sakat mantık meseleye böyle yaklaşmakla, zımnen Kur’an’ın manalarının öncekiler tarafından tüketildiğini söylemiş olmaktadır. Bu Kur’an’a yapılmış büyük bir bühtandır.

Kur’an’ın anlamıyla buluşmayan, Kur’an’la buluşmuş sayılamaz. O olsa olsa mushafla buluşmuştur, fakat Kur’an’la buluşmamıştır. Kur’an muhatabını inşa eden özne bir hitap olarak indi, fakat biz onu özne olmaktan çıkarıp nesneleştirdik. Kur’an’ı nesneleştirme üç alanda şöyle tezahür etti: 1. Kur’an’dan Mushaf’a. 2. Tertilden tecvide. 3. Lafızdan manaya (Manadan lafıza demek istiyor). Kur’an’ın anlamıyla buluşmak için bu üç sonucu doğuran sürecin tersine döndürülmesi gerekir. Yeniden Kur’an Mushaf’ın önüne, Kur’an’ın emrettiği tertil ile okuma tecvit ile okumanın önüne, Kur’an’ın manası lafzının önüne alınmalıdır. Kur’an Mushaf’ın imamı, tertil tecvidin imamı, mana lafzın imamı olmalıdır. İmamla cemaat yer değiştirmemelidir.

Okumaktan murat anlamak Kur’an, lafzı bir kez manası sonsuz kez inen ilahi bir hitaptır. Adı üstünde Kur’an, kelimenin tüm olumlu anlamlarıyla “sürekli okunan” demektir. Kur’an okumak, “nakarat söylemek” manasına değildir. Kur’an vahyini ikra’ emriyle indirmeye başlayan Allah –hâşâ- içinde anlam olmayan bir okumayı emretmiş olamaz. O zaman “Oku” emri anlamsızlaşırdı. “Oku” emri, anlamsız bir emir değil, içinde anlam olan ve anlamı da içeren bir emirdir. Yani “Oku, ama anlamasan da olur” şeklinde bir okuma, Kur’an’ın kıraet dediği bir okuma değildir. Birine oku denildikten sonra ayrıca bir de “anla” denilmez. Zira “Oku” emri, aynı zamanda “anla” emrini içerir. Anlamadan okumak, akleden kalbi işin içine dâhil etmeden yapılan bir eylemdir. Bunun adı kıraet olamaz. Kur’an ise muhatabından aklını işe dâhil etmesini ister. “Akletmezler mi?” diye sorar. “Ne kadar da azınız aklediyor?” diye sitem eder. “Onlar Kur’an’ı hiç tedebbür etmezler mi?” diye sorar. “Biz Kur’an’ı hatırlamak için kolaylaştırdık; o halde yok mu öğüt alan?” (Kamer 54/17) diye sorar. Bu soruyu bir tek sûrede (Kamer) tam altı kez sorar. “İbret alın ey aktif akıl sahipleri!” diye nida eder. “Biz âyetlerimi tefekkür eden bir topluluk için işte böyle tafsilatlı kıldık” (Yunus 10/24) der.

Kur’an baştan sona yaklaşık 800 yerde düşünme ve düşünmenin türevlerine atıf yapar. Kur’an’da bu kadar çok atıf yapılan bir başka insan özelliği daha yoktur. Kur’an “Varlıkların en şerlisi kimdir?” sorusuna hiçbirimizin durup dururken vermeyeceği muazzam bir cevap verir: “Allah katında hareket eden varlıkların en şerlisi, akletmediği için hakikate kör ve sağır davranan kimselerdir.” (Enfal 8/22). Bu yüzden büyük arif Haris b. Esed el-Muhasibi el-Akl ve’l-Fehmu’l-Kur’an isimli muhalled eserinde şu muhteşem cümleyi kurar: “Akıl Kur’an’dır, Kur’an akıldır.” Aklın Kur’an, Kur’an’ın akıl olması için o aklın Kur’an’la inşa olması gerekir. Kur’an’la inşa olan akıllar Kur’an’a kesmiş akıl olmayı hak ederler.

Hamil-i Kur’an olmak hâfız-ı Kur’an olmakla eş değer değildir. Hamil-i Kur’an olmak, önce aklı Kur’an’a kesmek, sonra o akılla iki ayaklı Kur’an olmaktır. Kıraat, akleden kalbin işe dâhil olduğu bir okuma biçimidir. Akleden kalbin içinde yer almadığı bir okuma biçimi kıraet değil, olsa olsa tilavet’tir. Kıraat anlamak için okuma, tilavet aktarmak ve duyurmak için okumadır. Tilavet için Mushaf yeterlidir, fakat kıraat için Kur’an şarttır. Bu nedenle ses ve görüntü aletleri sadece Kur’an’ı tilavet edebilirler, fakat kıraat edemezler.

Mamafih CD’ler Kur’an tilavetini kusursuz ve mütemadiyen yapabilirler, fakat hiçbir CD Kur’an kıraet edemez. Kur’an kıraat etmek, Kur’an’ı terennüm etmek değil, Kur’an’ı tedebbür etmektir. Kur’an muhatabından kıraat etmesini istemekle yetinmeyip, daha ileri giderek tedebbür etmesini istemektedir: “Yoksa onlar Kur’an’ı hiç tedebbür etmezler mi?” (Nisa’ 4/82). “Yoksa onlar Kur’an’ı hiç tedebbür etmezler mi, ya yoksa kilit vurulmuş kalplere mi sahipler?” (Muhammed 47/24). Tedebbür “arka, art, sırt, görünmeyen taraf” manalarındaki dubur’den müştaktır. Âyet, Kur’an’ın satırlarından satır aralarına, oradan da satır arkalarına geçmemizi istemektedir. Tedebbür anlamaktan da çok daha derin bir şeydir. Eğer Kur’an muhatabından tedebbür istiyorsa, anlamayı haydi haydi ister. Zira tedebbür kıraattan çok daha derin bir şeydir. Buna “derin okuma” da diyebiliriz. Kıraat Kur’an’ın ne dediğini anlamayı, tedebbür ise Kur’an’ın ne demek istediğini anlamayı ifade eder.

Tezekkür, tedebbür, taakkul, tefakkuh, tefekkkür Kur’an muhatabından tedebbür istemesi, aklını kendisine vermesini istemesidir. Zaten Kur’an muhatabından sadece tedebbür istemez, hepsi de tefa’ul kalıbıyla gelen başka şeyler de ister. En iyisi Kur’an’ın muhatabından istediği anlama faaliyetinin beş ayrı ifadesi üzerinde teker teker durmak:

Tezekkür: Geçmişe yönelik derin düşüncedir. İstikameti mazidir. Hatırlama eksenlidir. Unutulan veya aktif ve aktüel olarak kullanılamayan bir bilgi veya tecrübenin varlığına atıftır. Vahyin bir adı da zikr’dir. İnsana fıtratını, unuttuğu hakikatleri, insanlığın değişmez değerlerini hatırlattığı için tüm vahiyler bu sıfatla anılmıştır.

Tedebbür: Geleceğe yönelik derin düşüncedir. İstikameti istikbaldir. Tedbir alma eksenlidir. Zaten tedbir de tedebbür ile aynı kökten gelir. Tedebbür eden tedbir alabilir. Tedebbür ile feraset ve basiret arasında zorunlu bir ilişki vardır. Tedebbür edenin feraset ve basireti artar, feraset ve basiretli olan tedebbür eder. Mü’min gaybı taşlamaz, gaybı bilmek için çırpınmaz. Tedebbür ile yetinir. Tedebbür yaparak aldığı tedbirlerle, gaybı bilmemekten doğan cehalet açığını kapatır.

Taakkul: Derinliğine bağ kurmaya yarayan düşüncedir. Sebeplerle sonuçlar, illetlerle hikmetler, eserle müessir, faille fil, sanatla sanatkâr, Halik ile mahluk, Rasuller ile Risalet, duygu ile düşünce, parça ile bütün, cevher ile araz, hülasa her şeyle her şey, her şeyle bir şey arasında bağ kuran düşünceye taakkul denir. Akla, bağ kurduğu için akıl denmiştir. Bağ kuramayan akıl akıl denmeyi hak etmeyen akıldır. Düşünce faaliyeti içerisinde taakkul, geçmişe yönelik düşünce olan tezekkür ile geleceğe yönelik düşünce olan tedebbür arasında bağ kurma yeteneğini kullanmaktır.

Tefakkuh: Olan biteni derinliğine anlayıp bu anlayışı şimdi e buradaya taşımaya yarayan düşüncedir. İstikameti şimdi ve buradayı temsil eden “hal”dir. İlm-i hal, tefakkuh ile elde edilir. İnsanın halinin ilmini bilme ilmi olan fıkıh ilmine bunun için “fıkıh” adı verilmiştir. Emrolunduğumuz şey fıkıh tahsil etmek değil, tefakkuh etmemizdir. Zaten tefakkuhsuz bir fıkıh, hem sahibinin hem de başkalarının başına iş açar. Tarih bunun sayısız örneğine şahittir.

Tefekkür: Tezekkür, tedebbür, teakkul ve tefakkuh’tan oluşan bütün bu dörtlü süreci içine alan düşünme faaliyetinin tümünü birden kapsayan şumullü düşünme faaliyetidir. Tefekkür ile tefkir birbirinin zıddıdır. Kur’an’da tefekkür özendirilir, tefkir yerilir. Sadece iki yerde kullanılan tefkir, sığ ve önyargılı düşünmeye, tefekkür ise derin ve önyargısız düşünmeye denilir.

Esasen bu beş kelimenin de aynı kalıpla (tefa’ul) gelmiş olması tesadüf değildir. Zira bu kalıp Arap dilinde “tekellüf” kalıbıdır. Yani bu beş tür düşünme faaliyetinin olmazsa olmazı “külfete katlanmak”tır. Aklı zahmete sokmadan tefekkür faaliyeti gerçekleşmez. Bedel ödemeden, akıl teri dökmeden, külfete katlanmadan, hakkını vermeden tefekkür yapılamaz.

Anlamaktan gaye yaşamaktır Kur’an Allah’ın muradını taşır. Bu murad sadece Kur’an’daki emir ve nehiylerde kendini ifşa etmez. Bununla birlikte Kur’an kıssalarında, geçmiş kavimlerin haberlerinde, dramatize etmenin en güzel yöntemi olan Kur’an mesellerinde, ahirete ilişkin gaybi haberlerde, doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü, hak ve batılı, zalim ve mazlumu tavsif eden ibarelerde de ifşa eder. Allah’ın muradı vahiy olarak insanların önüne geldikten sonra, ilahi muradı anlamak farzdır, hatta efrazdır. Zira tüm farzlar ancak O’nun muradını anlamakla îfâ edilebilir. Tüm farzların maksadı, murad-ı ilahiyi anlayınca gerçekleşir. Yoksa farzı eda eder insanlar, fakat onu îfâ etmezler, yani farzın arkasındaki muradı ilahiye vefa göstermiş olmazlar.

Kur’an’ı okumaktan murad anlamak, anlamaktan murad ise yaşamaktır. Anlamak okumanın gayesi, yaşamak anlamanın gayesidir. Bir şey anlaşılmadan yaşanmaz, yaşanmadan hayat olmaz ve hayat vermez. Kur’an hayat kitabıdır. Beşere hayat vererek onu insan etmek için üflenmiş ruh gibidir. Hatta vahiy ruhun ta kendisidir. Bunu vahyin kendisi söyler. Nahl Sûresi’nin 2. âyetinde, Kadr Sûresi’nin 4. âyetinde “vahiy” rûh olarak yer alır. Vahiy, ruhun ruhudur. Vahiysiz kalan insanın ruhu ruhsuz kalmıştır. Ruhu ruhsuz kalan insan, bedeni ruhuna tabut olmuş canlı cenaze gibidir.

Kur’an, sahibi Allah olan hayat okulunun yine Allah’a ait olan müfredatıdır. Kur’an’dan ders almayan Allah’tan ders almıyor demektir. Vahiy kendisini “düşünen bir topluma” ithaf eder. Dersi ise vahiyle hayatına istikamet vermek isteyenler alır. Hz. Ömer şöyle der: “Lâ yağrurkum men karae’l-kur’an! İnnema huve kelamun netekellemu bih. Velakin unzuru men ya’mel bih” (Birinin Kur’an tilavet etmesi sizi aldatmasın! O dilimizdeki bir sözdür! Asıl siz onu kim hayatına koyuyor, ona itibar edin!) Hidayetine Hadid Sûresi’nin 16. âyeti sebep olan Fudayl b. Iyaz şöyle der: “İnnema nezele’l-Kur’anu li-yu’mele bih; ittehaze’n-nasu kıraetehu ‘amelen” (Kur’an sadece kendisiyle amel olunmak için indirildi; fakat insanlar onu kıraat etmeyi amel edindiler). Efendimiz “Eşrâfu ummetî hameletu’l-Kur’an” (Ümmetimin en şereflileri Kur’an’ı taşıyanlardır) buyurur. Dikkat! Burada Kur’an’ı taşımak Kur’an’ı hıfzetmek değildir. Buradaki taşıma tam da şu âyetteki “taşıma” ile aynı manadadır: “Tevrat’ı taşıma sorumluluğu kendilerine verilip de sorumluluğunun gereğini yerine getirmeyenlerin durumu, kitaplar yüklenmiş (fakat sırtındaki yükün değerinden bihaber olan) eşeğin durumu gibidir.” (Cuma 62/5). Âyette de hadiste de geçen kelime haml’dir. Kur’an hamili olmak, Kur’an hammalı olmak değil, Kur’an âmili olmaktır. Celaleddin Rumi “Sahabe efendilerimiz Kur’an’ı yerlerdi” tesbitinde bulunuyor. Bu muhteşem tesbitin ele verdiği hakikat şudur: Nasıl yemek, onu sindirenin gözünde görmeye, kulağında işitmeye, aklında düşünmeye, kalbinde sevmeye, ayağında yürümeye, elinde tutmaya dönüşüyorsa, Kur’an da kendisini yiyip sindirenin hayatı olur. Onunla bakar, onunla işitir, onunla düşünür, onunla duyar… Sözün özü: Kur’an’ın anlamıyla buluşmak Allah ile buluşmaktır. Haydi o halde, anlamla buluşmanın doyumsuz hayrını ve hazzını yaşamaya!.. Kurani Hayat 14. Sayı   Mustafa İSLAMOĞLU   sayi-14-kuran-2010-14

http://kuranihayat.com/content/kuran%C4%B1-anlamak-farzd%C4%B1r-mustafa-islamo%C4%9Flu

posted in *ANAKAYNAK KUR'AN | 1 Comment

23rd Nisan 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

BİR MEAL ÇALIŞMASININ RİAYET ETMESİ GEREKEN İLKELER- Mustafa İSLAMOĞLU

Kur’an vahyi, murad-ı ilahiyi içinde barındıran ilahi kelâmdır.

Varlığın ilk yasası amaçlılık ve anlamlılıktır. Bu yasa ilahi kelâm için de geçerlidir. Kur’an kendi indiriliş amacını, muhataplarını “manen diriltmek”, “karanlıklardan aydınlığa çıkarmak”, “rehberlik etmek”, “ebedi kurtuluşun yollarına ulaştırmak”, “sonsuz mutluluk ve huzur diyarına davet etmek” gibi ifadelerle ortaya koyar.

Kur’an ilahi bir inşa projesidir. Yeryüzünün halifesi (=kalfası) olarak seçilen beşer, ruh üflenerek insanlıkla onurlandırılmıştır. Kur’an’ın ifadesiyle Allah, Âdemoğlunu mükerrem kılmıştır. Yeryüzünü imar göreviyle halife atanan Âdemoğlu, önce çırak olmalıdır. Zira çırak olmak, bilmeyi istemektir. Bilmek ise, insanın çok basamaklı varoluş merdiveninin ilk basamağıdır. İnsan ilkin kendini nasıl kullanacağını bilmelidir. Yeryüzünün en eskimez hikmeti budur: kendini bil! Bunun için de, kendisi için hazırlanmış ilahi kullanım kılavuzunu okumalıdır. İnsanın kullanım kılavuzu vahiydir. İnsan vahyin çırağı olmakla, hem kendini bilme yoluna girer, hem de yeryüzünün ustası olma yoluna. Kur’an’ın ilahi bir inşa projesi olma gerçeği, ancak o zaman gerçekleşir.

Bütün bu amaçların gerçekleşebilmesi, Kur’an’ın, kendisine inananlar tarafından yaşanmasına bağlıdır. Kur’an’ın yaşanabilmesinin ise olmazsa olmaz şartı anlaşılmasıdır.

Kur’an’ı anlamak farzdır. Zira fıkıh usûlünün en temel kurallarından biri şudur: Bir vacip için gereken şey de vaciptir. Bilinen bir hakikattir ki, ne dediği anlaşılmayan bir hitap yaşanamaz. Kur’an hayat kitabıdır. Muhataplarına ebedi hayatı kazandırmak için hayat rehberi olarak gönderilmiştir. Madem Kur’an’ı yaşamak için anlamak şarttır, anlamak için de Kur’an’ın farklı dillere çevrilmesi bir gerekliliktir.

Mealler Kur’an’ı anlamanın araçlarından biridir. Ancak bu araç, sıradan bir araç değil, olmazsa olmaz bir araçtır. Zira Kur’an’ı asli dili olan Arapçasından anlamayan kimseler için, onun anlamına ulaşmanın ilk adımı meallerdir. Tefsirler ve teviller, onun ardından gelen adımlardır.

Arapça Allah’ın dili değil, Kur’an’ın dilidir. Rabbimiz Kur’an’da “Arapça”yı Kur’an’ın bir sıfatı olarak zikretmiştir. Şu halde vahyin dili vahyin cevheri değil, arazıdır. Bunun iki anlamı vardır:

1. Kur’an’ın Arapça olması, vahyin kaynağı olan “Allah” ile veya Allah’ın insana hitabı olan “vahiy” ile alakalı değil, vahyin ilk muhatabı olan peygamber ile ve o peygamberin içinden çıktığı toplumla alakalıdır. Bu yüzden Kur’an şöyle buyurur: “Biz her peygamberi yalnızca kendi kavminin diliyle gönderdik ki, mesajı onlara açık ve net olarak iletsin.” (İbrahim 14/4). Bu âyet de gösteriyor ki, ilahi vahiylerin beşere ait bir dil ile gönderilmesinin amacı, muhataplarına murad-ı ilahiyi anlatmaktır. Sözün özü: “Kur’an niçin Arapça inmiştir?” sorusuna Kur’an’ın İbrahim Sûresi’nin 4. âyetinde verdiği cevabın aynısı, “Kur’an niçin diğer dillere çevrilmelidir?” sorusunun da cevabıdır.

2. Araz cevherinden ayrı düşünülemeyeceği için, “Arapça” oluşu da Kur’an’dan ayrı düşünülemez. Dolayısıyla, hiçbir Kur’an çevirisi aslının yerini tutamaz. Hiçbir Kur’an çevirisine Kur’an denilemez. Allah’ın şahadetiyle Kur’an’ın dili Arapçadır ve Arapçanın yerini asla bir başka dil alamaz. Arapça her ne kadar Kur’an’ın ilk muhatabının ve ilk muhataplarının diliyse de, murad-ı ilahi kendini bu dilin içinde ifşa edince Arapça aynı zamanda “Kur’ancaya” dönüşmüştür. Vahiy bu dile teslim olmamış, bu dilin imkânlarını kullanmış ve imkânlarını kullandığı Arapçayı da yeniden inşa etmiştir. İman, İslam, hidayet, takva, nifak, infak, dalalet, cehalet gibi birçok Arap dili kavramının içinin Kur’an tarafından silbaştan doldurulması, vahyin Arap dilinin nesnesi değil öznesi olduğunun şahitlerindendir.

Sözün özü: Kur’an’ın Arapça olmasının ilahi gerekçesi, onun ilk muhatapları tarafından anlaşılmasıdır. Amacı Kur’an’ın anlaşılmasına hizmet etmek olan Kur’an’ın Arapça oluşu, asla ve kat’a Kur’an’ın anlaşılmasına engel olacak şekilde yorumlanamaz. O takdirde bu, Kur’an’ın Arapça oluşuna Kur’an’ın yüklemediği bir işlevi yüklemek olur. Bu da haddi aşmaktır. Bilinen bir hakikattir: Haddini aşan şey, zıddına inkılâp eder. Kur’an’ın her hangi bir dile mealini Kur’an saymak ne kadar büyük bir yanılgı ise, Kur’an’ın dilini Kur’an’ın anlaşılmasının önündeki aşılmaz bir engel olarak takdim etmek de o kadar büyük bir yanılgıdır. Bu ikinci yanılgıya düşenlerin en masumları, kendi itirazlarına, Kur’an’ın mana, hürmet ve hikmet kaybına uğrama ihtimalini mazeret olarak göstermektedirler. İşbu makale, bu gibi mazeretleri boşa çıkarmak maksadıyla, bir Kur’an mealinde aranması gereken hususları beyan için kaleme alınmıştır.

***

Bir meal çalışmasının riayet etmesi gereken ilkeler bu makalede 7 başlık halinde ele alınmıştır. Elbette bir meal çalışmasının riayet etmesi gereken ilkelerin tamamı, bu makalede sayılanlardan ibaret değildir. İstenirse daha birçok ilke sıralanabilir. Bu 7 ilkeyi kendi içerisinde üç gruba ayırmak mümkündür:

a. Bir ve ikinci ilkeler “zaruri olan ilkeler” sınıfına girer.

b. Üç, dört ve beşinci ilkeler “hâcî (ihtiyaci) olan ilkeler” sınıfına girer.

c. Altı ve yedinci ilkeler ise estetiğe ilişkin “tahsîni (güzelleme) olan ilkeler” sınıfına girer.

1.           Usûlü Olmalı ve Bu Usûl Beyan Edilmelidir

Eskilerin eskimez ifadesiyle, usûlsüzlük vusûlsüzlüktür. Bir çalışmanın ilmî mi yoksa keyfî mi olduğunu ayırmaya yarayan kıstas, o çalışmanın bir usûlü olup olmadığıdır. Kur’an meali hazırlamak, vahyin anlamını bir başka dile taşımak gibi oldukça ağır bir sorumluluktur. Böyle bir sorumluluğun altına girenin mutlaka bir usûlü olması gerekir.

Her usûl bir asıl üzerine inşa edilir. Usûlün üzerine inşa edileceği asıl çalışmanın “mahiyetini”, o aslın üzerine bina edilecek usûl ise çalışmanın hüviyetini (kimlik) temsil eder.

Bir meal çalışması, üç boyutlu bir usûle sahip olmalıdır.

1.1. DİL USÛLÜ

Dilin kaynağının beşeri uzlaşım ve uydaşım (semai ve muvada’a) mı, yoksa ilahi telkin ve talim (tevkîfi) mi olduğu tartışmasının kökleri Yunan’dan da öncesine, Eski Mısır’a kadar gider. Ama bu esaslı tartışmanın İslam medeniyetindeki yansıması daha farklı olmuş ve soru şöyle formüle edilmiştir: Dil semai(işitsel) midir, kıyasi midir? Kûfe dil okulu ‘semaidir’ derken, Basra dil okulu ‘kıyasidir’ demiştir.

Bir meal sahibi kendi usûlünde, bu kadim tartışmada durduğu yeri beyan etmek zorundadır. Ancak o zaman sözün bir ‘sadedi’ olur. Zira ‘semaidir’ diyenlere katılıyorsa kelimelerin lugavi karşılıklarını esas alacak, ‘kıyasidir’ diyenlere katılıyorsa kelimelerin sonradan oluşmuş şer’i ve ıstılahi karşılıklarını esas alacaktır. Bu, meali doğrudan ilgilendiren bir durumdur. Dolayısıyla meal sahibinin, bu kadim tartışmaya nazaran kendi konumunu tayin ve tesbit etmeme lüksü yoktur.

Meal sahibi serdettiği dil usûlünde çok anlamlılık ve eşanlamlılık ile ilgili tavrını ve duruşunu açıklamak durumundadır. Özellikle eşanlamlılık konusunda birbirine karşıt iki damar, aynı zamanda tefsir ilmine de yansımış ve tefsir ekollerinin oluşumunda etkin rol oynamıştır. Mesela el-Elfazu’l-Muterâdife yazarı Ebu’l-Hasen Ali er-Rummanî (ö. 384 h.) “tüm edatlar birbirinin yerine kullanılır” görüşündedir. Buna karşın eşanlamlı denilen kelimelerin eşanlamlı olmadığını beyan için yazılmış bir eser olan el-Furûk sahibi Ebu Hilâl el-Askeri (ö. 400 h.) ise “mutlak manada eşanlamlı iki kelime yoktur” diyerek yukarıdaki tavrı kökten reddeder. Bir meal sahibi, bu iki damar karşısındaki konumunu belirlemek ve tercihine makul ve ilmi bir izah getirmek zorundadır. Yoksa biz, onun mealinde karşılaştığımız halaka ile ce’ale, half ile kasem, elfeynâ ile vecednâ, Mukît ile Hasîb, hanânen ile rahmeten, seyyiât ile zunûb, ecdâs ile kubûr, suva’ ile sikâye, şekk-rayb-mirye, i‘rad-tevelli-zerhum, ğadab-la‘net-suht gibi yakın anlamlılara eşanlamlı muamelesi yapıp yapmadığını, böyle bir hassasiyetinin olup olmadığını anlayamayız. Usûlü olan eserler eleştirilmeyi hak ederler, usûlü olmayanlar eleştirilmeyi bile hak etmezler.

1.2. ÇEVİRİ USÛLÜ

Bir mealin belirtmek zorunda olduğu usûlün ikinci boyutu çeviri usûlüdür. Her lisan bir ‘dünya’dır. Bu durumda tercüme iki dünya arasında mekik dokumaktır. Esas itibarıyla tercüme, kaynak dil ile hedef dil arasında “lafza ilişkin” bir dönüştürme/çevirme işlemi değil, “mânaya ilişkin” bir taşıma işlemidir. “Tercüme” ifadesi tam da dediğimize karşılık gelirken, “çeviri” lafza ilişkin bir dönüştürme işlemini ifade eder görünmektedir. İbn Abbas’a “Kur’an’ın Tercümanı” unvanının verilmesi, Kur’an’ı başka bir dile tercüme ettiği için değil, “vahyin anlamını kaynağından alıp hedefine anlaşılır bir dille taşıdığı” içindir.

Bir meal sahibi şu üç çeviri yönteminden hangisini ne gerekçeyle tercih ettiğini açıklamak zorundadır:

a. Harfî çeviri yöntemi,

b. Yaklaşık çeviri yöntemi,

c. Karma çeviri yöntemi.

Bir meal sahibi çeviri usûlünde kendi tercih ettiği yöntemi açıklamışsa, o meal, sahibinin tercih ettiği yönteme uygun yapılmış mı yapılmamış mı diye eleştirilir. Yapılmamışsa, “siz burada kendi usûlünüze uymamışsınız” denilir. Eğer ortaya bir usûl konmamışsa, o mealin çevirisi hangi kıstasa göre eleştirilecektir?

1.3. BELÂGAT USÛLÜ

Bir mealin belirtmesi gereken üçüncü usûl nahiv ve belâgat usûlüdür. İlk dönemde yazılan tefsirlerin böyle bir sorunu yoktu. Zira başlangıçta nahiv ve belâgat birdi. Söz kuşu belâgatin zirvesine bu iki kanatla uçmuştu. Bu, mâna ile gramerin ayrılmazlığı anlamına geliyordu. Sibeveyh’in yolunu Ferrâ (ö. 207), Müberred (ö. 286), Sa’leb (ö. 291) ve Zeccac (ö. 311) sürdürdü. Dil dâhisi Ebû Ali Farisî (ö. 377) bu çizgiyi bir okul haline getirdi. Bu okulu İbn Cinnî (ö. 392) nahivde, İbn Fâris (ö. 395) etimolojide, Abdulkahir Cürcanî (ö. 471?) belâgatte, Râğıb el-Isfahanî (ö. 502) Kur’an ıstılahlarında, Zemahşerî (ö. 538) tefsirde zirveye taşıdı.

Fakat daha sonradan Rummani, Sekkaki, Kazvini ve İbn Hişam çizgisi bu birlikteliği kopardı. Klasik Arapça eğitiminin temel sorunu da bu oldu. Osmanlı medreselerinde benimsenen tek kanatlı bu yöntemle belâgat kanadı kırık olan söz kuşu sadece nahiv kanadıyla menzil-i maksuduna ulaşamadı. Tabii ki, bütün bu sürecin sonunda klasik Arapça dil eğitimi metodunda bilinen hazin son yaşandı.

Meal sahibi belâgat ve nahvin birlikte olduğu bir usûlü mü, yoksa ayrıldığı ve ayrıştığı bir usûlü mü benimsediğini okuruna sunmalı ki, mealde varılan sonuçlarda tercih edilen belâgat usûlünün payı belirlenebilsin.

2.           ÇEVİRİDE LAFIZ-MANA-MAKSAT ÜÇLÜSÜ GÖZETİLMELİDİR

2.1. LAFIZ VE MANA ŞAHİT, MAKSAT İSE HAKEM OLMALIDIR

Anlamın merkezinde Allah’ın olduğu zamanlarda, hayatın merkezinde de vahiy oldu. Böylesi zamanlarda anlam doğru bir biçimde elde edildi, üretildi ve iletildi. Bunun devamı lafız-mâna-maksat üçlüsünün ayrılmamasına bağlıydı. Bunları birbirinden ayırıp koparma teşebbüsleri, her seferinde anlam binasını biraz daha zayıflattı. Bu sürecin sonucunda anlam üretimi durdu. Bu duraklama şu zincirleme sonucu doğurdu:

1) Maksat göz ardı edilince mâna gözden kaçtı ve üretilemez oldu.

2) Üretilemeyen mâna giderek küçüldü ve ihmal edilebilir bir unsur gibi görüldü.

3) Bunun sonucunda, oluşan mâna açığını kapatmak için lafız yüceltildi.

4) Yüceltilen lafız anlamanın değil, hissiyatın konusu oldu.

5) Hissiyatın konusu olan lafız artık nesneleşmiş olduğu için hayatın dışına kolayca itilebildi.

Sonuçta, vahiy hayatı inşâ eden özne olmaktan çıktı.

Maksat göz ardı edildiğinde, lafız ve mâna tek başına murad-ı ilahiyi anlamak için yeterli olmayabilir. Kur’an’da 25 ayrı âyette zikredilen “şefâat” kelimesiyle murad edilenin ne olduğu buna örnektir. Mesela “Şefâatin tamamı sadece Allah’a aittir” (Zümer 39/44) âyeti ile “Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimseler için verdiği şefâat izni olmadıkça, onların şefâati hiçbir fayda sağlamayacaktır” (Necm 53/26) âyeti arasındaki telif, maksat göz önüne alınmadan nasıl sağlanacaktır?

2.2. MEAL HERMENÖTİK DEĞİL, “DELALET BAHSİ” ÜZERİNE İNŞA EDİLMELİDİR

Hermenötik, Batı’da ortaya çıkan bir anlama ve yorumlama yöntemidir. Yazarın yerine geçmeye ve hatta metni yazardan iyi anlamaya cevaz verir. Bu yönüyle “haddi ve hududu” olmayan, dolayısıyla “haddini ve hududunu bilmeyen” bir anlama ve yorumlama modelidir. Buna mukabil bizim medeniyetimizin anlama ve yorumlama modeli “delalet bahsi”dir.

Delalet bahsi, İslâmi ilimlerdeki anlama ve yorumlama faaliyetinin belkemiğini teşkil eder. Fıkıh usûlcülerine göre lafzın hükme delaleti dört yolla olur:

1) Kipi ve söz dizimiyle lafızdan ilk anlaşılan şeye “ibarenin delaleti” denir.

2) Lafzın kastedilenin dışındaki bir anlama yorulmasına “işaretin delaleti” denir.

3) Lafzın ifade ettiği hükmün, gerekçe ortaklığı nedeniyle başka bir konuda kendini ifşa etmesine “delaletin delaleti” denir.

4) Lafzın söylenmeyen bir anlama gelmesine de “iktizanın delaleti” denir.

Lafızlar, ifade ettikleri mâna bakımından: özel, genel, müşterek ve mübhem; mânaya medlulü ve delaletin dereceleri bakımından: kapalı, müşkil, açık, nass, müfesser, muevvel; kullanım bakımından ise: mecaz, hakikat, sarih ve kinaye diye kısımlara ayrılmıştır.

Lafzın bizi götürdüğü şey mâna, mânanın ifade ettiği şey hakikat, hakikatin dayandığı şey hikmet, hükmü belirleyen vasıf illettir. Hikmet ve illet tek boyutlu bir nedensellik değildir. Bütün bu süreçle elde edilmesi umulana “maksat” denir. Esasen anlamanın hikmetine ancak maksadı kavrayarak erilmiş olur.

Bir mealin amacı murad-ı ilahiyi kaynak dilden hedef dile taşımak olmalıdır. Amacı bu olan hiçbir meal yorumdan yüzde yüz arındırılamaz. Zaten meal de bu demektir. Fakat yorumu keyfilikten arındırmak zorunludur. Bunun yolu ise, ancak sağlam bir “anlama-yorumlama” usûlü ile sağlanır. O usûl İslam aklının ürettiği en çaplı usûl olan “fıkıh usûlünün” bir parçası olan delalet bahsidir.

3.           METNE SADAKAT ESAS OLMALIDIR

3.1. ANLAM İDHÂLİNDEN VE TENKÎSİNDEN KAÇINMALIDIR

Bir mealin iddiası, kaynak dildeki mânayı hedef dile mümkün olduğunca yol kazasına uğratmadan taşımak olmalıdır. Mânalar kaynağından hedefine doğru taşınırken yol kazasına uğrayabilirler. Bu kaza bazen anlam genişlemesi, bazen anlam daralması şeklinde gerçekleşir. Her iki halde de sonuç anlam kaymasıdır.

Nasıl ki mânanın lafza, maksadın mânaya aykırı olmaması lazımsa, lafzın mânaya, mânanın maksada perde olmaması da gerekir. Daha açık bir ifadeyle lafız meale, meal mânaya, mâna mefhuma, mefhum maksada, maksat hakikate perde olmamalıdır.

3.2. KAVRAMLAR VE TERİMLER ASLİ MANALARINA İRCA EDİLMELİDİR

Özellikle Türkçe gibi Kur’an lisanı olan Arapçanın etkisinde kalmış olan dillerde Kur’ani kavramlar bazen asli anlamının dışında kullanılmaktadır. Bu kaçınılmazdır. Şu halde bir mealin asla ıskalamaması gereken husus, o dilde anlam kaymasına uğramış Kur’ani terimlerin asla “lafzi” olarak olduğu gibi verilmemesi, asli ve orijinal anlamına irca edilmesidir. Buna birkaç tipik örnek verilebilir: Takva, İslam ve Millet kavramları.

Takva kavramı Türkçede “zühd” kavramının yerini almıştır. “Takvalı adam” deyince “çok nafile ibadet yapan kişi” anlamı akla gelmektedir. Oysaki Kur’an’da takvanın kullanıldığı asıl mana bu değildir.

İslam deyince günümüzde “Ümmet-i Muhammed” ile ortaya çıkmış bir din akla gelmektedir. Bu Kur’an’a nazaran koca bir yanlıştır. Kur’an’da İslam hemen tüm peygamberlere nisbet edilen insanlıkla yaşıt “teslimiyet yolunun” adıdır.

Millet kavramı Kur’an’da “ortak paydası akide olan topluluğu” ifade eder. Bu kavramı olduğu gibi çevirmeden veya açıklama yapmadan bırakmak, okuru anlam kazasına kurban etmektir.

Aynı yanlış daha başka Kur’ani terimlerde de yapılmıştır. Mesela Liyetefekkahû’yu “fıkıh tahsil etsinler”, yusallûne ale’n-nebiyy’i “peygambere salevat okuyorlar”, feveylun li’l-musallin’i “namaz kılanlara yazıklar olsun”, makâmen mahmûden’i “Mahmud’un makamı”, min-ledunnâ ‘ilmen’i “katımızdan bir ilm-i ledün” şeklinde çevirenler çıkabilmiştir. Böyle yapmak okuru anlam kazasına kurban etmektir.

3.3. KAYNAK DİLDEKİ DEYİMLER ÇEVRİLMEMELİ, EŞDEĞER KARŞILIKLAR BULUNMALIDIR

Kur’an çevirilerinde ihmal edilen veya üstünkörü geçilen hususlardan biri de deyimler ve deyimsel tabirler meselesidir. Bunları yapı çözümüne tabi tutarak ‘çevirmeye’ kalkmak deyimi zayi etmek demektir. Mesela raybe’l-menûn, sukıtû fî eydîhim, saniye ‘ıtfihi bunlardan bazılarıdır.

3.4. PARANTEZ İÇLERİ SAVRUK DEĞİL, KUR’AN’DAN İKTİBASLA DOLDURULMALIDIR

Bunun en tipik örneği, doğrudan hitab olmadığı halde Hz. Peygamber’i hitap alan âyetlerin başına parantez içinde konulan (Habibim) hitabıdır. Oysa Kur’an’ın bir çok yerinde Hz. Peygamber’e hitap lafzen iki şekilde geçer: 1. “Ya eyyuhe’r-rasûl!” (Sen ey peygamber!) 2. “Ya eyyuhe’n-nebi!” (Sen ey nebi!). Eğer lafzi hitabın bulunmadığı âyetlerin başına parantez içinde bir hitap cümlesi konulacaksa, bu Kur’an’dan iktibas edilmelidir. Zira her şeyden önce böyle yapmak Kur’an’ın ahlakıyla ahlaklanmaktır. Kelâma sadakattir. Tersi ise kıymete kanaat etmemek ve keyfiliktir. Allah’ın kullandığı bir hitap şeklini yeterli bulmayarak Kur’an’ın içine keyfi bir hitap şekli koyan bir zihniyetin her şeyden önce çevirmek için önüne oturduğu Kur’an’a bakışı sorgulanmalıdır.

4.           ŞERHLİ VE NOTLU OLMALIDIR

Metin önümüze birden çok anlam sunmaktadır. Bunun iştikak, lafız, ibâre, metin, mâna, maksat, sarf, nahiv, belâgat, zamirlerin mercileri, kıraat farklılıkları gibi birçok gerekçesi vardır. İşte böylesi durumlarda, bu anlamlardan birini tercih edip tercih etmediğiniz diğer anlamları yok saymak, kaynak metnin anlamını hedef metne taşırken yolda zayi etmektir. Bu hiç de hakkaniyetli bir tavır değildir. Bu, “meali hazırlayanın tercihidir” denilerek de geçiştirilemez. Zira müterciminin, Kur’an’ın anlamını zayi etmesinin meşru mazereti yoktur. Eğer metin sayısız sebepten dolayı mütercimin önüne birden çok anlam çıkarıyorsa, meal sahibi o anlamlardan birini tercih eder. Tercih etmediği alternatif anlamları ise dipnota taşır. Bunun gerekçelerini de izah eder. Ama tercih etmediği alternatif manaları asla zayi etmez, edemez. Zira tercihinde yanılmış olabilir. Tercih etmediği anlam isabetli olabilir. Mütercimin tercih etmediği manada birçok sırlar gizli olabilir. O sırlara o alanda mütehassıs biri mütercimden daha iyi ulaşabilir. İhmal edilen mana zaman içinde önem kazanabilir…

Mealin şerhli ve notlu olmasının tek sebebi bu değildir. Buna âyetin işlediği konuya dair paralel ve çapraz atıfları, lafız ve mana şahitlerini maksat hakemine sunan notları, zaruri lugavi açıklamaları ve belâgate dair nükteleri de ekleyebiliriz.

4.1. NOTLARDA PARÇACI DEĞİL BÜTÜNCÜL BAKIŞ ESAS OLMALIDIR

Parçacı yaklaşımın tarih boyunca getirip önümüze bıraktığı problemleri, meseleyle ilgilenen herkes bilmektedir. “Kitaba uymak” yerine “kitabına uydurmak” diye tabir edebileceğimiz bu yaklaşımla Kur’an’a söyletilmeyecek şey yoktur. Parçacı ve parçalayıcı yaklaşımın zararlarından uzak durmak için mutlaka bağlamın dikkate alındığı ve istikrâi (parçadan bütüne doğru hareket edip sonuca varmak, net anlamı bütüne uygulamak) okumaya dayalı bir tarz benimsenmelidir.

Parçacı yaklaşıma tipik bir örnek olarak “O kendi keyfinden konuşmamaktadır. Bu, kendisine indirilen bir vahiyden ibarettir” (Necm 53/3-4) âyetleri Hicri 3. yüzyıldan bu yana sorgulanmaksızın hiç alakası olmadığı halde, hadisi de içine alacak bir biçimde yorumlanmıştır. Oysaki bir sonraki âyetin açık delaletiyle âyetin bağlamı Kur’an vahyidir. Hz. Peygamber’in keyfinden konuşmadığı şey vahiydir.

4.2. KONUYLA İLGİLİ ÂYETLER BİRBİRİNE ÇAPRAZ VE PARALEL REFERANSLARLA BAĞLANMALIDIR

Kur’an sadece tefsirin nesnesi (müfesser) bir hitap değil, aynı zamanda tefsirin öznesi (müfessir) bir hitaptır. Kur’an’ın ilk tefsiri yine kendi içinde yapılmıştır. Kur’an’daki bazı terim, kavram ve ifadelerin ne mânaya geldiğini önce Kur’an’ın içinde aramak lazım gelir. Meal sahibi bunu yapmayı meal okuruna bırakmamalıdır. Mutlaka bu bağlantıyı gösteren notlar koymalıdır. Mesela Bakara Sûresi’nin 35. âyetinde Âdem’in yaklaşmaması söylenen ağaca dair A’raf 20 ve Tâhâ 120’ye bir atıf konulmalıdır. Keza Bakara Sûresi’nin 73. âyetinde geçen “işte Allah ölüyü böyle diriltir” ibaresi, “Kim bir canı kurtarırsa, bütün insanlığı kurtarmış gibi olur” (5:32) âyeti ışığında anlaşılmalıdır. Bakara Sûresi’nin 104. âyeti, Nisa Sûresi’nin 46. âyeti ışığında anlaşılmalıdır. Nasıl anlaşılacağı konusunda çok tartışılan Bakara Sûresi’nin 62. ve Maide Sûresi’nin 69. âyetleri Bakara Sûresi’nin 136. âyeti ışığında anlaşılmalıdır.

4.3. İMLADAN KAYNAKLANAN KIRAAT FARKLILIKLARINA ATIF YAPILMALIDIR

Başlangıçta Arap yazısında noktalama ve harekeleme olmadığı için okuma farklılıkları olması doğaldır. Bu farklılıklardan bazısı “kıraat farklılığı” olarak şöhret bulmuştur. Buna Kur’an’ın anlaşılmasına dair problemleri çözecek kıraat farklılıkları da ilave edilmelidir. Mesela Kehf Sûresi’nin 25. âyetinde Mağara Arkadaşları için “üç yüz yıl kaldılar” denilir. Fakat hemen ardından gelen 26. âyette “Ne kadar kaldıklarını Allah bilir” denilir. Bu ikisi arasında ilk bakışta oluşacak anlama problemini İbn Mes’ud’un Kıraatı olarak kaynaklara geçmiş olan rivayet kökten çözer: “Onlar (dediler ki) üç yüz yıl kaldılar.” Bir meal bu hususu bir notla belirtmelidir ki okurun aklında teşviş oluşmasın.

4.4. NOTLAR VAHYİN NE DEDİĞİNE DEĞİL NE DEMEK İSTEDİĞİNE ATIF YAPMALIDIR

Mesela bir peygambere “onları kendi haline bırak” (zerhum) ve “onlardan yüz çevir” (fe a’rıd ‘anhum) gibi Kur’ani emirler ne anlama gelmektedir? Değil mi ki Allah peygamberini risaleti tebliğle göndermiş ve “Sen uyar, zira sen sadece bir uyarıcısın” (Ğaşiye 88/21) buyurmuştur. Böyle buyurduğu birine “onlardan yüz çevir” demişse, bir mealde mutlaka bunun maksadı açıklanmalıdır.

5.           İSLAM İLİM MİRASIMIZDAN YARARLANMALIDIR

Başta tefsir ve Kur’an ilimleri olmak üzere, geleneksel ilim mirasımız göz ardı edilerek bir meal hazırlanamaz. Bu, bilginin fıtratına aykırıdır. Kur’an söyleminin de değişkenleri ve sabiteleri vardır. Kur’an söyleminin sabiteleri, tefsir ilminin ve Kur’an ilimlerinin de sabiteleridir. Bugüne kadar üretilmiş müktesebat bilinmeden, Kur’an’ın modern muhatabına söyleyeceği şeylerin yeni mi eski mi olduğu nasıl bilinecektir?

Geleneksel ilim mirasına sırt dönmemek, o mirası kutsamak demek değildir. Hele o mirası aynen tekrarlamak hiç değildir. Zira anlamak, insanın nesne olduğu değil, insanın özne olduğu bir eylemdir. Ve anlamak bu manada Kur’an ve insan özneleri arasında diyalog kurmaktır. Din, kaynağı itibarıyla ilahi, hedefi itibarıyla insanidir. Bu yüzden dinin kaynağı sabit, hedefi değişkendir. Dini ve ilahi hitabı canlı, aktüel ve aktif kılan da bu çifte tabiattır. Kur’an, kendini insani olana açmak için içinde yalnız muhkematı değil müteşabihatı da barındırır. Yalnız hakikati değil mecazı da barındırır. Eğer öyle olmasaydı tezekkür, tefakkuh, tedebbür, teakkul ve tefekkür emirlerinin manası kalmazdı.

Edebi tenkit yöntemi ve istikra, Kur’an üzerinde tedebbürün yollarından sadece ikisidir. Kur’an üzerinde tedebbür, geleneğin seline kapılmaktan korunmanın en sağlıklı yoludur. Bu yöntemin yararını birkaç misalle ele alabiliriz:

İnsan Sûresi’nin 12. âyeti şöyledir: “Ve cezahum bima saberu cenneten ve harira.” Geleneksel tefsir müktesebatımız bu âyette iki şeyin vaat edildiğinde müttefiktir: Cennet ve ipek (giysi). Fakat bu anlama Kur’an’ın eşsiz belâgatine aykırıdır. Zira: 1) Cennette zaten ipek vardır. 2) Cennet zikredildikten sonra ipeğin zikredilmesi külden cüz sayılamaz, cüzün milyon derece altıdır. 3) Cennet vaad edildikten sonra gelen vaad ya cennete eş değer, ya cennetten daha büyük olmalıdır. Bütün bunların üzerine “ipek elbise” manası verilen harîr’in şu lugavi karşılığı bulunduğunda iş çözülmektedir: “el-harîr, ve huve’l-mahrur ellezi tedahalehu ğayzun min emrin nezele bih: Başa gelen bir işten dolayı içini kaplayan kinden kurtularak özgürleşen kimse” (İbn Faris, Mekayis). Yani harir ile “kâmil manada özgürlük” kastedilmektedir. Zaten cennet de sonsuz özgürlük diyarıdır.

Benzer bir örneği ‘Alak Sûresi’sinin 2. âyeti için de verebiliriz. Âyetteki ‘alak kelimesiyle, ceninin anne karnındaki gelişim süreçlerinden biri olan ‘embriyo’ safhasının kastedildiği hususunda tefsir müktesebatımız neredeyse müttefiktirler. Bunun “bir çiğnem et, asılıp tutunan şey, embriyo, hücre, yumurta hücresi” ile karşılanması tali bir meseledir. Oysa bu kelime Kur’an’da 4 yerde daha kullanılır, hepsinde de embriyolojik sürece dair kullanılır. Fakat önemli bir ayrıntı, onların dördünde de ‘alaka olarak gelirken, sadece 96. sûrede ‘alak gelir. Şu halde bu farklılığın manaya yansıması şarttır.

Aynı hassasiyet sünnet ve hadis mirasından yararlanma konusunda da gösterilmelidir. Hadis mirası, Kur’an’a, sünnete, akl-ı selime, zamana (tarihe) ve mekâna arz edilmelidir. Felak ve Nas Sûrelerinin, sebeb-i nüzul rivayetlerine bakarak Medeni ilan edilmesi sele kapılmanın tipik bir örneğidir.

Yine kelâm bahisleri, âyet mealinin içine kadar girebilmektedir. Mezhep ve meşrep taassubundan kaynaklanan bu tavır, metne anlam idhâlinden başka bir şey değildir. İşte “sele kapılmak” ile kasdettiğimiz budur.

6.           TERCÜMEDE EŞDEĞERLİLİK GÖZETİLMELİDİR

Çeviride eşdeğerlilik, bir tercümeyi “olgun” kılan unsurdur. Bir mealin çeviride eşdeğerlilik hassasiyeti, nadir kelimelerde ortaya çıkar. Mesela şu kelimeler Kur’an’da sadece bir yerde geçmektedir: mu’avvikîn: caydıranlar (33:18); nahb: and (33:18); ’utullin: kaba (68:13); zenîm: fırıldak (68:13); deyyâr: nümunelik (71:26); mutaffifin: yolsuzluk yapanlar (83:1); kedh: yeldirmek (84:6); ri’ya: görkem (19:74); hananen: sevecenlik (19:13); sena: parıltı (24:43); rîşen: zarafet (7:26); ka‘an safsafen: çırılçıplak, kupkuru bir düzlük (20:106); emşac: katmerli bir karışım (76:2); sâmidûn: kafa tutuyorsunuz (53:61); lazib: konsantre (37:11); şevben: kokteyl (37:68)…

Kanaatimiz odur ki, kaynak metinde bir kez geçen kelime, hedef metinde yüz kez geçen bir kelimeyle karşılanmamalıdır. Bu kaynak metnin söz dağarcığını dikkate almamak, eşdeğerliliği gözetmemektir. Dolayısıyla kelime hassasiyeti taşımamaktır.

7. KAYNAK DİLİN SESİ MÜMKÜN MERTEBE HEDEF DİLE TAŞINMALIDIR

Kur’an belâgat şaheseridir. Hiç şüphe yok ki Kur’an’ın icazı, taşıdığı manadadır. İlahi kelâm dil kabı içinde muhataplarına sunulmaktadır. Kur’an’ın içindeki ahenk vahyin ziynetidir. Kur’an’da bir iç musiki olduğu, inkârı gayr-ı kabil bir hakikattir. Kur’an’ın maksadı hidayettir. Söz sanatı, bu maksadı gerçekleştirmek için Kur’an’ın kullandığı vasıtalardan biridir. Yani Kur’an’daki söz sanatı, gerçekleştirmek istediği amacın bir parçası olup çıkar.

Kur’an mealleri estetik bir kaygı gütmelidir. Bu kaygının temelinde kaynak dilin estetik güzelliklerini hedef dile mümkün olduğunca yansıtmak yer almalıdır. Nassın ziyneti ahenktir. Bir Kur’an mütercimi kaynak dildeki manayı hedef dile taşıma konusunda gösterdiği titizliğin bir benzerini, sesi taşıma konusunda da göstermelidir.

Sözü çevirmek zordur, sesi çevirmek çok daha zordur. Hele çeviriye konu olan metin Kur’an gibi bir mucize-i bâkî ise, bu zorluk kat kat artar. Tercümenin üç uknûmu olan kaynak dili, hedef dili ve metnin dilini çok iyi bilmek bunun için kifayet etmez. Tıpkı her ikisi de şart olan akl-ı selim ve kalb-i selimin yetmeyeceği gibi. Bunlara bir de zevk-i selimi eklemek şarttır. Meal çalışmalarının bundan böyle yarışacağı kulvar manadan çok sanat kulvarı olacaktır.

SÖZÜN ÖZÜ

Kur’an ve insan, tohum ve toprak gibidir.

Her mü’min Kur’an’ın dolaylı değil, doğrudan muhatabıdır. Kur’an’a doğrudan muhatap olmak demek, Kur’an’ı anlama sorumluluğunun her mü’minin boynuna yüklenmiş bir vecibe olması demektir. Bu her muhatabın Kur’an’dan aynı şeyi anlayacağı anlamına gelmez. Herkes iman, ilim, ihlâs, gayret ve himmeti oranında bir şeyler anlar.

Her meal, Kur’an’ı anlama yolunda bir menzildir, tebrike şayandır. Meallerin çokluğu dert değil berekettir. Şikâyet değil, şükür vesilesidir. Mealler Kur’an’ın has bahçesinde açan çiçeklerdir. Her birinin kokusu, rengi, dokusu, şekli farklı farklı olabilir. Fakat yetiştiği bahçe aynıdır. O Bahçe kelâmın cenneti olan Kur’an bahçesidir. Bu bahçenin tüm çiçeklerinin aynı olmasını istemek, yaratılmışların çeşitliliği ve farklılığı kanununa terstir. Aynı şey, Kur’an’dan çıkarılan farklı anlamlar için de geçerlidir.

Allah tüm vahyinden tek bir şeyi anlamamızı murad etseydi, vahyi indirmeyi üstlendiği gibi onu okumayı da üstlenirdi. Sahabeden Ebu’d-Derda şöyle der: “Kişi Kur’an için pek çok mâna yönleri görmedikçe, derin bir anlayışa sahip olamaz.” Efendimiz’in Kur’an’ı “zû vucuh” olarak tanımlaması da, Kur’an’ın anlamının tüketilemeyeceğine dolaylı bir işarettir. Çok anlamlılığın zorunlu sonucu, çok anlama açık bir okumadır. Zira Kur’an’ın nüzulü bir kez vaki olmuş bitmiştir, fakat tenezzülatı kıyamete kadar sürecektir. Kur’an’da müteşabih’in bulunmasının amacı da budur. Zerkeşi el-Burhan’ında şöyle der: “Bir kula Kur’an’ın her bir harfi için bir anlayış verilmiş olsa dahi, o kul, Allah’ın tek âyete yerleştirmiş olduğu anlamların nihayetine bile ulaşamaz. Zira Kur’an Allah’ın kelâmıdır. Ve kelâmı O’nun sıfatıdır. Nasıl Allah’ın bir sonu yok ise, bunun gibi kelâmını anlamanın da bir sonu yoktur… Ne var ki herkes ancak, Allah’ın kendisine nasip ettiği kadarını anlar.” (el-Burhan I, 19)

Kur’an ile kârî arasında hayati bir bağ kurulursa, Kur’an ona hayatının sırlarını ifşa eder. Kur’an’ın oğlu İbn Mes’ud Kur’an’ı sürülecek verimli bir tarla gibi görür: “İlmi talep eden Kur’an tarlasını sürsün, zira ondadır öncekilerin ve sonrakilerin ilmi” (el-Burhan I, 28). Tabii ki bu, Kur’an’a aklına eseni söyletmek değildir. Gazzali öyle der: “Kim zahirini itibara almadan Kur’an’ın sırlarını anladığını iddia ederse, o kişi kapıdan geçmeden eve girdiğini iddia eden kimseye benzer” (İhya I, 292).

Bir meal için “bu son noktadır, bundan ötesi yapılamaz” demek, iki vahim hatayı birden işlemektir: 1) Meali metnin makamına geçirmektir. 2) Metnin tükendiğini söylemektir. Bunların ikisi de birbirinden vahimdir. Her meal, Kur’an’ı anlama yolunda “me’âlim” (işaret taşları) hükmündedir.

***

Allah’a sonsuz hamdolsun ki, insana Kur’an ile tenezzül buyurdu, Kur’an’da mecaza ve müteşabihe yer verdi. Bu sayede insan aklını kelâmının tecellisine mazhar kıldı. Ve insanın sözüne kendi kelâmıyla değer kattı. Bu sayede ölü sözlerimiz kelâmının üflenen ruhuyla dirildi.

Son sözü Mevlana Celaleddin söylesin: “Herkes Kur’an’ı Kur’an’a hizmet ettiği kadar anlar.” Mustafa İSLAMOĞLU,  Kurani Hayat, Sayı-13-2010-13

http://kuranihayat.com/content/bir-meal-%C3%A7al%C4%B1%C5%9Fmas%C4%B1n%C4%B1n-riayet-etmesi-gereken-ilkeler-mustafa-islamo%C4%9Flu

posted in *ANAKAYNAK KUR'AN | 0 Comments

23rd Nisan 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MUSTAFA İSLAMOĞLU İLE “VAHİY” ÜZERİNE – SÖYLEŞİ

“Gayr-i metluv vahiy” ve “kutsi hadis” sözcüklerini ilk ortaya atan ve hatta tüm hadislerin vahiy olduğunu söyleyen Şafii’dir

Fethi Güngör, Fatih Okumuş ve Murat Aydın… Üçümüz Ramazan-ı Şerif’in hemen arifesinde İslamoğlu Hoca’yı Adapazarı’ndaki bahçesinde ziyaret ettik. Bahçe hem meyve bahçesi, hem botanik bahçesi gibi… Kapıdan girerken bize kapı açan Ömer Faruk’a ilk sorumuz: “Bahçıvanınız var mı?” oldu. Cevap: “Hayır, başta babam ailecek bahçenin bahçıvanı biziz.” Bahçe düzeni tam bir sanat eseri. Sohbetin, söyleşinin sonunda Mustafa Hoca bahçeyi gezdirdi bize. Hangi türler endemik, hangisinin ne özelliği var; her ağacı tanıyor tek tek. Defne yaprağı toplayıp veriyor. “Elma koparın!” diyor.  Şimdi tam da karaerik mevsimi. Poşet poşet toplayıp yanımızda götürdük sonra. Mustafa Hoca’nın her misafire sorduğu bir test sorusu var. Bahçede olmayan bir bitki söyleyin diyor kendine büyük bir güvenle. “Zeytin olur mu buralarda?” deyince gülümsüyor ve “Elbette!” “-Peki ya cevafe?” deyince; “-Ben de mango diyeceksiniz sandım. Mango bile var; ama cevafe yok. Biliyor musunuz, yedi yıldır ilk kez bir misafir, bu bahçede olmayan bir bitki adı söyleyebildi” diyor.

Mustafa İslamoğlu: … Kavl ile kelam arasında fark vardır. Hem lafız hem de mana açısından fark vardır. Kavl lügatte hıffet ve sür’ate tekabül eder. Yani hatibi etki etsin diye veya etkili biçimde söylemediği için muhatabında etki bırakmayan hafif söz. Onun için kavl’in kalb yöntemiyle altı kombinezonuna ulaşırız: kavele, kaleve, vekale, veleka, lekave, levaka gibi… Arapça’nın söz varlığını ilk derleyen dilci Halil b. Ahmed’in Kitabu’l-Ayn’ına göre bunların hepsi de “hafiflik” (hıffet) ve “geçicilik” (sür’at) manasında müşterektir. Fakat kelam’a gelince öyle değildir. Biri mühmel beşi müstamel olan altı kombinezon var: Mesela kelime’nin mücerredi keleme, kemal’in mücerredi kemele, “tokat, yumruk” anlamına gelen lekme’nin mücerredi lekeme, melek’in mücerredi meleke, lemeke ve mekele… Kullanılmayan biri hariç beş kombinezon da şiddet ve te’sir kök manalarına gelir. Yani etkili… Onun için el-kelm “yaralamak” demek. İz bıraktığı için “iz bırakan” kelimelere el-kelam denir, kavl değil. Aslında varlığı insanlık üzerinde etkili olan her şey kelime’dir… Kur’an ne buyuruyordu Hz. İbrahim’in sınanması ile ilgili, “Ve Rabbi İbrahim’i kelimelerle sınadı; o da onları kamilen tamamladı.” Kelimelerle sınamak ve sınanmak nasıl bir şey? Ateşe atıldığını biliyoruz, oğlu ile sınandığını biliyoruz, eşiyle sınandığını biliyoruz. Meğer bunlar kelimelermiş. Kelime dediğimiz buymuş meğer. Niye? Etkili imtihan, iz bırakan imtihan da ondan. Sorduğunuz İnnehu le kavlu rasulin kerim âyetinde geçenin kelam değil kavl olması önemli. Fakat Kur’an “hafif söz” olan kavl’e Müzzemmil 5’te bir sıfat ekliyor: kavlen sakilenHafif söz olan kavl, sakil (ağır) sıfatını alınca tam da “kelam”a tekabül ediyor.

Âyete dönelim: “Kerim olan Rasul’ün kavli o”. Peki, burada “Allah’ın kelamı” (kelamullah) diyoruz, ama “Allah’ın kavli” (kavlullah) demiyoruz. Allah’a nispet ederken kelam kullanılıyor, elçiye nispet ederken kavl kullanılıyor. O zaman İmam Ebu Hanife’nin yaptığı kelam-ı nefsi ve kelam-ı lafzi ayrımı isabetli olacaktır. Yaratılmış olan harfler ve sesler, yani dil, kelam-ı nefsi’nin değil kelam-ı lafzi’nin konusudur. Vahyin icazı manadadır ve mana Allah’ın kelam sıfatına nisbet edilir. Peki, âyetteki “kerim rasul” kimdir? Kerim; türünün en iyisi demektir. Cebrail türünün en iyisi midir? En iyisidir. Cebrail kerim’dir, Kur’an kerim’dir. Allah kerim’dir. Dolayısıyla kerim olan Allah kerim olan kelamı kerim olan elçi vasıtasıyla, kerim olan elçinin sözü üzerinden indirmiştir. O zaman burada her peygambere kendi kavminin lisanıyla vahyin indirilmiş olması da açıklığa kavuşmuş oluyor. Yani Kur’anen arabiyyen’deki arabiyyen Kur’an’ın sıfatıdır. Arapça, Allah’ın sıfatı değildir. Dolayısıyla Arapça Kur’an’ın dilidir, Allah’ın dili değildir. Onun için kelam Allah’a, kavl elçiye nispet ediliyor.

Burada bir nokta daha var: Kerim Elçi, “sözün elçisidir”. Cebrail, sözü taşıdığı için “elçi” olmuştur. O zaman şu cümleyi kurabiliriz: “O Kerim elçinin sözüdür” açılımı, “İlahi kelamı taşıyan elçi meleğin sözüdür” olur. Bilinen bir hakikattir: Bir kelam bir elçi ile taşınıyorsa, elçi sözün kaynağı değil sözün elçisidir. Onun içindir ki, vahyin Allah’a nispet edilen bir başı, bir de elçiye nispet edilen ayağı var. Kelam ile kavl arasındaki fark tenzil ile inzal arasındaki farka benziyor. Vahiy kaynağına nisbetle kullanıldığında tenzil, hedefine nisbetle kullanıldığında inzal kullanılıyor. Mesela Arapça oluşunun söylendiği hiçbir yerde inzal kullanılmaz. Sözün özü: kavl kerim elçiye yani Cibril’e nispet edilir, kelam Allah’a nispet edilir. “Elçi’nin sözü” sözün elçisinin kelimeleriyle Hz. Peygamber’in kalbine ilka olunan ilahi kelamı ifade eder.

Yani Hz. Peygamber’in hiçbir dahli yoktur.

Hayır, yoktur. Unutmayın, Allah senukriuke: “Sana Biz okutacağız” buyuruyor.

Tamamen alıcı konumundadır.

….

SÜNNET – KUR’AN – VAHİY İLİŞKİSİ

Hocam çok teşekkür ediyoruz, tam da sözü Rasulullah’a getirmişken sünnet-vahiy ilişkisine geçmek istiyoruz dilerseniz. Kur’an-sünnet ilişkisi elbette geniş bir konu, biz bunu tefsirle sınırlandırarak, tefsir ilmi bağlamında, Kur’an’ın tefsiri bağlamında nasıl anlamamız lazım?

Merhum üstadımız Şatıbî’nin tarifi fakire göre, bu konuda en muteber tarif addedilmelidir. Sünnet için: Kur’an’ın beyanıdır, der. Sünnetin her hükmü Kur’an’daki bir asla dayanır. Bu manada sünnet Kur’an dışında bir kaynak değildir ki… Peygamberi bir makine olsa da atsanız kitaba dönüş deseniz, Kur’an olurdu; Kur’an’ı aynı makineye atsanız insan ol deseniz Rasulullah olurdu. Bir örnek verecek olursak; “ihtilam oluncaya kadar çocuktan kalem kalkar” hadisi… Allah Rasulü böyle bir sözü kendiliğinden söylemez. Çünkü gayba taalluk eden bir söz. Rabb’imizin sahasına girer. Bunu ya bir haber almış olmalı, ya da Kur’an’ı okumuş olmalı. Burada A’raf Sûresi’nin 172. âyetini görüyoruz. Ve iz ehaze rabbüke… Bu âyette Rabb’in âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini aldığı buyurulur. Rabb’in âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini almaları ne demek? Aslında ikisini birbiriyle kavuşturmadan âyet de anlaşılmıyor. Buna öyle şeyler söylemişler ki, İmam Maturidi ile İmam Eşari bile bu konuda zıt köşelere düşmüşler. İşte anne karnında alır, ilk defa ruh üflendiğinde alır, ruhlar âleminde alır… Ama doğrusu akil baliğ olduğunda alır. Hem hadis anlaşılmış oluyor, hem âyet anlaşılmış oluyor.

Hocam bu da sizin kendi tespitlerinizden biri midir?

Bana ait değildir. Abdülaziz Bayındır Hocanın tespitidir bu ve tebrik etmek lazım. Kullu mevlûdin yûledu ‘ala fıtrati’l-İslam… Fakir şu irtibatı kurmuştur; bu Rum Sûresi’nin 30. âyetinin tefsiridir. Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar, bu hadisin arka planında yer alır. Bunun gibi, sünnetteki tüm küllilerin arka planında vahiyden bir asıl vardır.

KUDSİ HADİS ve HZ. PEYGAMBER’E KUR’AN DIŞI VAHİY GELİP GELMEDİĞİ

Hocam bunun altına bir de Kur’an-sünnet ilişkisi bağlamında söylenebilecek bir mesele daha var kutsi hadis meselesi. Kur’an dışında Hz. Peygamber’e vahiy var mıdır? Bir de bunun altında kutsi hadisleri nereye koyacağız?

Kur’an dışında Hz. Peygamber’e vahiy geldiği iddiası hayli tartışmalı bir mesele. Kur’an dışında vahiy vardır diyenler bu konuda, tevatürle sabit olan Kur’an’ın tevatürünü dahi riske sokan bir tartışmaya imza atmış olduklarını gözden kaçırıyorlar. Eğer bir meselede âlimlerden bir kısmı hayır diyor, bir kısmı bu Kur’an’dandır diyorsa, onun Kur’an’dan olması ihtimali otomatik olarak ortadan kalkıyor. Ondan sonra böyle bir tartışmanın yapılıyor olması abesle iştigaldir. Şu kesin: Kur’an’a ait bir nassın sübutunu inkâr küfürdür. Bu durumda, bu Kur’an’dan değil diyenleri Müslüman sayacaksak -ki saymamak mümkün değil- bu durumda Kur’an’dan olanları da riske sokmak gibi bir problemle karşı karşıya kalmaz mıyız? Ya o zaman müsteşriklerin yapması durumunda bizi hoplatan şeyi biz kendimiz yapmış olmaz mıyız? Kur’an’ın kaynağıyla ilişkisi konusunda şüphe ve tereddüt uyandırmış olmaz mıyız? Dolayısıyla eğer bir şey tartışılıyorsa, ihtilaf ediliyorsa o zaten Kur’an’dan değildir. Önce külli kaidelere uyalım, usul üzerinden gidelim.

Kur’an’dan olmamakla birlikte vahiy midir?

Vahyi metluv ve gayr-i metluv diye ayırmayı ben doğru bulmuyorum. Bu çok riskli, İmam Şafii’nin ilk defa yaptığı bu ayrım çok riskli bir ayrımdır.

Ama Hz. Aişe’ye de dayandırıyorlar. Hz. Aişe diyor ya “bu Kur’an’dan okunan (metluv) bir şey değildi.”

Ama bu kavramsallaştırma Hz. Aişe’ye ait değil. Bu kavramsallaştırma Şafii’ye ait. Dolayısıyla bu noktada vahyi fiili vahiy-kavli vahiy diye ayırabiliriz… Vahiy aslında sözdür, kelamdır. Fiili vahiy aslında Hz. Cibril’in Hz. Peygamber’e öğretmenlik yapmasıdır. Mesela, namazın öğretilmesi gibi.

Kudsi hadis nedir hocam?

Kudsi hadis isimlendirmesini bugüne kadar anlamış değilim. Bu isimlendirmeyi ilk yapan zat er-Risale’de Şafii’dir. Efendimiz, sahabe ve tabiinden böyle bir isimlendirme yapan çıkmamıştır.

İlahi hadisler diyorlar. Rabbani hadisler diyorlar.

Zaten isimlendirmedeki ihtilaf da sonradan oluşunun delilidir. Neden böyle isimlendirme ve tasnife gerek duyulmuş. Kutsi Hadis’in tarifi yapılırken denilir ki “Manası Allah’tan lafzı peygamberden”… Ayrıca bu hadislerle tilavet edilmediği ve Mushaf’ın iki kapağı arasında yer almadığı vurgulanır. İyi de, bütün bu “değil”lere rağmen nasıl oluyor da diğer hadislerden ayrı bir kategori olarak konuyor? Buna neden gerek duyuluyor? Düpedüz “hadis” denilmesine mani hal nedir? Neden bununla iktifa edilmeyip, birçok sıkıntı çıkaracak ve kafa karıştıracak bir tarifle Allah Rasulü’nün ve sahabenin yapmadığı bir tasnife gidiliyor?

Üstelik hadis tekniği bakımından da çoğu zayıftır.

Oraya geleceğim. Şimdi önce niye böyle bir tasnif yapılma ihtiyacı hissedilmiş? Tek sebep var, o da bu hadislerin içinde abdî (kulum) gibi lafızların olması. Mesela “ene inde zann-i abdî bî: Ben kulumun zannına göreyim.” Buhari’nin naklettiği kudsi hadis tasnifi içine alınan bir hadis. Mesela meşhur “kulum bana asıl farzlarla yaklaşır. Ama ona ilaveten nafilelerle de yaklaşır. O kadar yaklaşır ki ben onun gören gözü, tutan eli… olurum.” Mesela; salih kullarım için cennette öyle şeyler hazırladım ki hiçbir göz öylesini görmedi. Hiçbir kulak böylesini işitmedi” hadisinde olduğu gibi. Fakat sırf bu lafızlardan dolayı böyle bir tasnif yapıp yeni bir kategori ortaya çıkarmanın doğurduğu problem, bu lafızların açıklamasından kat kat fazla olmuştur. Allah vahyi korudu. Bunları korumadı. Kudsi hadis diye bildiğimiz külliyata baktığımızda içinde sahihi var, sakimi var, zayıfı var, hatta mevzu olanı ve münker olanı var. Aslında hadisler ne hükme tabii ise bunlar da o hükme tabidir. Ayrı bir isimlendirme için “Manası Allah’tan” diye tarif etmek, hele bunu İmam Şafii’nin yapması gerçekten garip.

Öteki hadislerin manası Allah’tan değil miymiş?

Evet, aynen öyle: İmam Şafii’ye göre tüm hadisler vahiydir. Ve tabi ki bu bakış açısı diğerinin getirdiğinden fazla problemle bizi yüz yüze bırakmıştır.

Özetle Kudsi Hadis tasnifinin makul bir izahı yoktur. Bu isimlendirmeyi hak edecek bir durum da yoktur. Bu kategoriye girenlerin tümü de hadistir. Hadisler hangi cerh ve tadil usulüne tabi ise bunlar da o usule tabidir.

O zaman bu tasnifin doğmasına sebep olan abdi(kulum) gibi ibareler için bir başka açıklama lazım. Çok kolay. Allah Rasulü Rabb’ini okuyor. Bunu biz de yapmıyor muyuz? Başımıza bir kaza geliyor. Kazadan kurtuluyoruz. Kazadan kurtulduktan sonra kazayı yorumluyoruz. Allah bana dedi ki, kulum aklını başına al. Veya “Yürü ya kulum demiş ona” diyoruz. Bu sözün gökten inmiş olması şart değil. Ayât-ı hâdisat indi ya, o yetmez mi? Biz ne yaptık. Rabbimizin olay âyetini okuduk. Allah Rasulü de okuyor. Rabbini okuyor. Hem de ne güzel okuyor. Muaz hadisinde olduğu gibi.  “Ey Muaz, biliyor musun, Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir? O’na ortak koşmaman… Kulların Allah üzerindeki hakkı nedir ey Muaz? deyince orda kaldım diyor. Nice sonra cevap geldi: Kulların Allah üzerindeki hakkı azab etmemesidir buyurdu.”

Allah’ı okuyor. Rahmet-i rahmanı okuyor Rasulullah. Özetle: Bunlar da diğer hadisler gibi hadistir efendim. “Diğer hadisler cerh ve tadilde neye tabi ise bunlar da aynı şeye tabidir. Böyle yaklaşmazsak, bu meselenin içinden çıkmak mümkün olmaz. Mustafa İSLAMOĞLU, SAYI-08 Kurani Hayat 2009-09

http://www.kuranihayat.com/content/mustafa-islamo%C4%9Flu-ile-%E2%80%9Cvahiy%E2%80%9D-%C3%BCzerine-s%C3%B6yle%C5%9Fenler-fatih-okumu%C5%9F-fethi-g%C3%BCng%C3%B6r-murat-ayd%C4%B1n

posted in Hadis | 4 Comments

23rd Nisan 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

PEYGAMBER TASAVVURUMUZ – MUSTAFA İSLAMOĞLU

NUR-U MUHAMMEDİYYE

Peygamber tasavvurumuzun bozuk olması, peygamberi –hâşâ- bozmaz. Fakat peygamber tasavvurumuzun bozuk olması bizi bozar. Zira insan tasavvurumuz, peygamber tasavvurumuza bağlıdır. Peygamber tasavvurumuz bozulduğunda, doğrudan insan tasavvurumuz da bozulur. Bu sonuç bizi “öncülerinin ahlâkını bozan” kimseler durumuna düşürür.

Nice büyükler, önderler, liderler, hoca efendiler, şeyh efendiler, üstadlar, ağabeyler bu tuzağa kurban gitmiştir. Özünde bunların çoğu iyi niyetli, yetenekli, gayretli, himmetli ve hizmetli insanlardır. Fakat onları önüne katan insanların “insan tasavvuru” bozuktur. İnsan tasavvurlarını oluşturan şey ise peygamber tasavvurlarıdır. O bozulunca insan tasavvurları da bozulmuştur.

Öncülerinin ahlâkını bozan artçıların peygamber tasavvuru Kur’an ile taban tabana zıt bir peygamber tasavvurudur. Kur’an Hz. Peygamber konusunda muhataplarını “makule” çağırırken, bozuk tasavvur “mahsusa” çağırmaktadır. Kur’an Hz. Peygamberi “insan” olarak tanıtırken, bozuk tasavvur onu “insanüstü” olarak tanıtmaktadır. Kur’an Hz. Peygamber’i “yaşayan bir model” olarak sunarken, bozuk tasavvur onu “erişilemez bir mit” ve “akıl almaz bir efsane” olarak kurgulamaktadır. Bu yaklaşımın en uç noktası “Nûr-ı Muhammedi” adlı, Efendimizi yaşayan bir model olmaktan çıkarıp arş-ı âlâya ışınlayan tezdir. Bu tezin Eski Mısır Hermetizm’inden birebir kopyalanmış olduğunu söylemeye hacet yoktur.

Öncü insan modeli” tasavvuru bozulan kişiler, büyükleri, önderleri, liderleri, hocaları, şeyhleri, üstatları, ağabeyleri için de imaj çalışması yapmakta bir beis görmemektedirler. Onları oldukları gibi görmek yerine, zihinlerinde oluşturdukları imajı onlara giydirmeye kalkmaktadırlar. Fakat öncülerinin zihinlerindeki imajıyla gerçeğinin birbiriyle çakışması mümkün görünmemektedir. Bu takdirde öncü insanlara iki yol kalmaktadır:

1) Ya şöyle deme yürekliliğinde bulunacaklar: “Ben sizin kurguladığınız o muhayyel şahıs değilim.” Bunu demek çok zordur. Öncü şahsiyetlerden bunu diyebilecek kaç kişi çıkar? Bunun sonuçlarına kaçta kaçı hazırdır?

2)Ya da sevenlerinin kendisi için biçtiği elbiseyi giymeye razı olacaktır. Bu ise onları kendileri olmaktan çıkararak rol yapmaya sevk edecektir. Zira imajıyla hakikati arasında mesafe vardır. Buna kameti kıymetine uymamak denir. Bu kez öncü şahsiyet bu farkı rol yaparak kapatmayı deneyecektir. Şahsiyetini koruma kaygısının yerini kendisine giydirilen imajı koruma kaygısı alacaktır. Artçıların, öncülerinin ahlâkını bozma süreci bu acı sonla tamamlanacaktır.

Bu bozulma ve bozma sürecinin ilk sebebi peygamber tasavvurundaki bozulmadır. Esasen çoğu zaman öncüler, kendilerine ayrıcalıklı bir yer edinmek için, takipçilerinin “öncü-model insan” tasavvurunu bilinçli veya bilinçsiz olarak bozmakta, böylece kendi erişilmez konumlarını garanti altına almaktadırlar. Kur’an-ı Hakîm’in ifadesiyle: “dallû ve adallû”, saptılar saptırdılar… Yamuldular yamulttular!

Ortak itiraz: “Peygamberler niçin insan da melek değil?”

Peygamberlik kurumuna ve peygamberlere iman, iman esaslarındandır. Bu esası inkâr küfürdür. Allah iradesini vahiy yoluyla bildirmiş, bu ilahi bildiriyi ise peygamberler aracılığıyla insanlara iletmiştir. İlahi kelam insanlığın son çevriminde Kur’an suretinde tecelli etmiş, Kur’an’ı insanlara iletmekle de Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem görevlendirilmiştir.

Hz. Peygamber’i öğreneceğimiz en sahih kaynak olan Kur’an, onun hakkında gâyet açık, anlaşılır bilgiler verir. Duha Sûresi’nin şu âyetleri gibi:

O seni bir yetim olarak bulup sığınak olmadı mı? Yine O seni yolunu kaybetmiş bulup doğru yola yöneltmişti. Seni muhtaç bir halde bulup, muhannete muhtaç olmaktan ve mala tamahtan müstağni kılmıştı.” (Duha 93/6-8).

Bu gibi âyetlerin ortak vasfı, Hz. Peygamber’in insanlığıdır. Kur’an, böyle onlarca âyetinde Hz. Peygamber’in insanlığına atıfta bulunur. Hatta ona iki yerde, “Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım” demesi emredilir.

Fakat Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber’e karşı ileri sürdükleri itirazların başında onun ölümlü bir insan oluşu gelir. Tıpkı şu itirazda olduğu gibi: “Ne yani, şimdi Allah ölümlü bir insanı mı elçi olarak gönderdi?” (İsra 17/94). “Bizim huzurumuza çıkacak yüzü olmayan kimseler: “Bize melek gönderilseydi veya Rabbimizi görseydik ya!” dediler.” (Furkan 25/21).

Mekkeli müşrikler kendilerine bir insanın peygamber olmasını garip karşılıyorlar ve melek bir peygamber olmasını istiyorlardı. Onlar bu konuda yalnız değildiler. Aynı şeyi çok daha önceleri Nuh kavmi de yapmıştı: “Allah eğer (bize bir mesaj vermek) isteseydi, herhalde melekleri gönderirdi.” (Mü’minun 23/24).

Aynı itirazı Lût kavminden sonra helak edilen Semud ve Ad kavimleri de yöneltmişlerdi: “Eğer Rabb’imiz (bize bir mesaj vermek) isteseydi, her halükârda melekleri indirirdi.” (Fussılet 41/14).

Helak edilen kavimlerden Eyke ahalisi de insan peygamberi beğenmeyip melek peygamber isteyenlerdendi: “(Şuayb’a dediler ki): Sen de bizim gibi ölümlü bir insansın.” (Şu’ara 26/154).

Özetle, peygamber gönderilen tüm kavimler, Mekke müşriklerinin verdiği tepkiyi vererek, ölümlü bir insanın peygamber gönderilmesine itiraz ettiler. Hepsi de “Ölümlü bir insan mı bize yol gösterecek?” diyordu (Teğabun 64/6). Hiçbiri de peygamberlik kurumunu kökten imkânsız saymıyordu. Sadece melek peygamber istiyorlardı.

Bunun muhtemel iki gerekçesi şuydu:

1) Kendileri bozulduğu için insan soyundan da umut kesmişlerdi. Dolayısıyla insandan peygamber de olamazdı. Hani “herkesi kendi gibi bilmek” diye bir tabir vardır ya? Onlar da artık herkesi kendileri gibi biliyorlar, insanoğlundan hayır gelmeyeceğini düşünüyorlardı.

2) “Hayat tarzımızı ilahi iradeye uydurmak istemiyoruz” demek yerine, daha uyanıkça bir yöntem bularak, “Bize bir melek gönderilmeli değil miydi?” ve “Bize bir insan mı yol gösterecek?” demeyi tercih ediyorlardı. Ama eğer dedikleri gibi peygamber melek olsaydı, bu kez şu haklı itirazda bulunabileceklerdi: “Ey Tanrım! Bize bir model olarak bir meleği gönderdin! Ama biz melek değiliz ve bir meleği model alamayız. Bu yüzden de hayat tarzımızı değiştiremeyiz.” Fakat bu mazereti ileri süremediler. Gerçekte içlerinde sakladıkları sıkıntı buydu.

Onların bu Şeytani kurnazlıklarını Kur’an açığa çıkardı ve içlerinde gizlediklerini faş etti:

“De ki: “Eğer yeryüzünde salına salına gezen melekler olsaydı, o zaman onlara elçi olarak şüphesiz gökten bir melek indirirdik.” (İsra 17/95).

Peygamberin beşer oluşu, sadece onları ve getirdiklerini inkâr edenlerin sorunu olarak kalmadı. Peygamberlere ve onların getirdiği ilahi mesajlara iman edenler arasında da bu meseleyi bir problem olarak görenler hep oldu. Fakat bu ikinciler, bilinçaltında taşıdıkları bu sorunu aşmak için daha örtülü bir yol buldular. Bu yol, iman ettikleri peygamberibeşer-üstüleştirme”, yani “aşırı yüceltme” yoluydu. Birincilerin inkâr ederek elde edemediği sonucu, ikinciler iman ettikleri halde elde etmeyi başarmış görünüyorlardı. Eğer alınmak istenen sonuç “nebevî mesajı hayattan dışlamak” idiyse, peygamberi “beşer-üstüleştirerek” bunu başarmışlardı.

Bunun en tipik örneği, Hz. İsa’ya inananların onun hatırasına yaptıklarıdır.

“Madem melek değil, o halde biz melekleştirelim”

Hz. İsa’nın hatırasına mü’minlerinin yaptığı, bu başlıkta ifade edilenden daha fenasıdır. Onlar İsa’yı ‘insanüstü’leştirmekle yetinmemişler, en sonunda onu ‘Allah’ın oğlu’ ilan ederek tanrılaştırmışlardır.

Hz. İsa’nın tanrılaştırılma sürecinde iki sözcük anahtar role sahiptir: “baba-oğul”. Bu iki sözcüğün şahsında, mecazın hakikate hamledilmesinin, tarihin bu en büyük sapmasında önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz. İncillerdeki “baba-oğul” sözcüklerinin kelimenin tam anlamıyla “sembolik” ifadeler olduğunu şu pasaj çok iyi isbat eder:

“İsa onlara cevap verdi: size dedim ve iman etmiyorsunuz. Babamın ismiyle yaptığım işler; benim için onlar şehadet ediyor. Fakat siz iman etmiyorsunuz; çünkü koyunlarımdan değilsiniz. Koyunlarım sesimi işitirler, ben de onları tanırım ve ardımca gelirler. Ben onlara ebedi hayat veririm; onlar da ebediyyen helak olmazlar ve kimse onları elimden kapmaz. Onları bana veren Babam hepsinden büyüktür. Babanın elinden kapmağa kimsenin gücü yetmez. Ben ve Baba biriz.” (Yuhanna, 10.25-30)

İncil kritikçilerinin de itiraf ettiği gibi, Hz. İsa’dan duyulan sözler, üzerinden uzun zaman geçtikten sonra, o da kısmen kayda geçmiştir. Daha sonra yazılan tüm İncillere kaynaklık eden antolojilerden alındığını sandığımız bu ifadelerin tam da bu kelimelerle Hz. İsa’ya ait olması ihtimali çok çok zayıftır. Bu ihtimali kabul etsek bile bir gerçeği reddedemeyiz; o da, Kilise İncillerinin rivayetinin metodolojik açıdan hadis rivayetlerinde olduğu gibi “manen” (lâfzen değil) rivayet edilmiş olmalarıdır. Hadislerden ayrı olarak, Kilise İncilleri “binbirgece masalları” tekniğiyle, yani “efsane nakil yöntemi” diyeceğimiz metodolojisi olmayan, rivayet zinciri bulunmayan bir yöntemle nakledilmişlerdir. “Mana ile rivayet”, anlamın formuna dikkat edilmeksizin içeriğinin taşınması demektir. Bu durumda formun değişmediğini kimse söyleyemez. Bu durumda şu tesbit kaçınılmaz olmaktadır: Hıristiyan ilahiyatının en büyük problemlerinden biri “anlama problemidir” ve “mecazın hakikate dönüştürülmesi” kelimenin tam anlamıyla teolojik bir krize yol açmıştır.

Ne taraftan bakarsak bakalım, Hz. İsa’nın “tanrılığı” iddiasını doğrudan destekleyecek bir söylemi, ne Eski Ahid’de, ne de Kilise’nin onayından geçmiş resmi İncillerde bulabiliriz. Bunu yapmak için, tasavvuru pagan kültürüyle şekillenmiş, İsa’nın mesajına ‘ait olmak’ yerine onun mesajına ‘sahip olmayı’ kafasına koymuş bir Pavlus lazımdı. O Pavlus ki, derdi kitaba uymak değil, kitabına uydurmaktı. Samimi İsevilerin varlıklarına güce tapınan putperest Roma’nın arenalarında son verilirken, öbür tarafta “Allah’ın kulu ve elçisi “insan İsa”yı öldürüp, onun yerine kurgu eseri bir “Tanrı İsa” oluşturulacaktı. Pavlus Tarsuslu bir Yahudi Hukukçusuydu. Bu sıfatıyla geçmişinde birçok İsevi mü’mini işkenceden geçirmişti.

Hidayete (!) erdikten sonra, İsa’nın getirdiği ilahi mesaja ettiği manevi işkence, onun mü’minlerine ettiği maddi işkenceden daha kalıcı ve ağır etkiler bıraktı. Elbet kendince samimi idi. Olmasaydı, canını davası uğruna vermezdi. Fakat tuttuğu yol “ıslah” adı altında “ifsad” yoluydu. Bu yolda canını vermiş olması, Hz. İsa’ya olan sevgisinde samimi olmasının bir göstergesiydi. Fakat bu durum, sevginin “zehirli sevgi” olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyordu. Bu sevgi uğruna her yol mübah anlayışını kullanmıştı. Mesela Korintoslulara yazdığı mektupta şöyle diyordu:

“Ve Yahudileri kazanayım diye Yahudilere Yahudi gibi davrandım; kendim şeriat altında olmadığım halde şeriat altında olanları kazanayım diye…” (I. KrM.9:20-22)

Pavlus, Âdem’in günahını insanlığın tümünün günahı ilan ederek bütün insanlığa eza etti. Belki de gençliğinde İsevilere yaptığı zulmün vicdan azabını bastırmak için vicdanına büyük bir rüşvet verme ihtiyacı hissetmişti. Pavlus, hatırasına işkence ettiği İsa’ya keffaretini, onu tanrılaştırarak ödeyeceğini düşünmüş olmalıydı. Ama onun ödediği keffaret, Allah’ın kulu ve rasulü İsa’nın manen çarmıha gerilmesi anlamına geldi.

İlk defa Pavlus’un kurguladığı ve giderek insanlıktan koparılan “Tanrı İsa” imajının “insanoğlu İsa” ile hiçbir bağı yoktu. Onun için de İsa’nın tebliğ ettiği dinin içi boşaltılmış, yerine hayatta karşılığı bulunmayan bir ‘sevgi edebiyatı’ doldurulmuştu. Tabir caizse, ‘sevgi edebiyatı’, katledilen “insanoğlu İsa”ya verilen manevi bir rüşvet olmuştu.

Çağlar üstü İslam’ın bir şubesi olan İseviliğin Hıristiyanlığa evrilme serüveni böyle gerçekleşti. Fakat Hıristiyanlaşma sadece Hıristiyanlara özgü bir şey değildi. Bu bir “Hıristiyanlaşma temayülü” idi. Esasen Mü’minlerin kıldığı her vakit namazda okuduğu Fatiha’nın son âyetinde Allah’a sığındığı iki tehlikeli sapma açısından birincisi “Yahudileşme” ikincisi ise “Hıristiyanlaşma” idi. Zira Hz. Peygamber mü’minlerin namazın her rek’âtında okudukları Fatiha’nın son âyetindeki ma’dûbi aleyhim’i “Yahudileşenler”, eddâllîn’i ise “Hıristiyanlaşanlar” şeklinde tefsir etmişti. Yahudileşme, peygamberlerin mesajına açıkça karşı çıkma, onların hayatlarına ve mesajlarına kasdetme biçiminde ‘açık düşmanlık’ şeklinde tezahür ederken, Hıristiyanlaşma, bunun tam tersine peygamberi sevme ve yüceltme şeklinde tezahür etmekteydi.

Hıristiyanlaşma temayülü

Peygamberlik kurumu, insanlık tarihi boyunca iki tür tehditle karşı karşıya gelmiştir:

1) Görmezden gelme, onu tahkir etme, tehdit ve tacizle yıldırma ve en nihayet hayatına kasdetme şeklinde gerçekleşen peygamberin fiziki varlığına yönelik tehditlerdir.

2) Getirdiği mesajın özünü bozma, eksiltme ve artırma yoluyla onu tahrif etme şeklinde gerçekleşen, peygamberin fiziki varlığından çok onun tebliğ ettiği vahye yönelik tehditlerdir.

Kendisinden önceki peygamberin takipçileri arasından çıkan bu vahim sapma örneği Hz. Peygamber’i de çok tedirgin etmiş olsa gerek ki, şu kesin ve keskin talimatı, kendisini sevenlere bir peygamber vasiyeti olarak bırakmıştır:

“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı yücelttikleri gibi siz de beni aşırı yüceltmeyin. Ben, sadece ve sadece bir kulum. O halde ‘Allah’ın kulu ve elçisi deyin.” (Buhari, Enbiya 3484).

Bu nebevi talimatın verilmesine neden olan olayı Ahmed b. Hanbel’in Enes b. Malik’ten naklettiği şu rivayette bulmaktayız:

“Bir adam Peygamber’e dedi ki: “Ey Muhammed! Ey Efendimiz, ey efendimizin oğlu! Ey en hayırlımız, ey en hayırlımızın oğlu!” Rasulullah hemen müdahale etti: “Ey insanlar! Sözlerinize dikkat edin ki Şeytan sizi hükmü altına almasın! Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im! Allah’ın kulu ve elçisiyim! Vallahi beni, Allah’ın beni yerleştirdiği konumumdan daha fazla yüceltmeye kalkmanız hoşuma gitmez.” (İbn Hanbel, III, 153).

Rasulullah, peygamber yarıştıran Medine Yahudilerinin aksine, mü’minlerin bu konudaki her teşebbüsünün önünü kesiyordu. Birçok örnekten sadece birkaçını verebiliriz:

Biri Müslüman diğeri Yahudi iki adam tartıştılar. Müslüman “Allah’ın insanlık içerisinden seçip üstün kıldığı Muhammed’dir” dedi. Yahudi de “Hayır, Allah insanlık içerisinden Musa’yı seçip üstün kılmıştır” dedi. Tartışma şiddetlendi, Müslüman Yahudi’ye bir tokat aşketti. Yahudi, Hz. Peygamber’e gelerek olayı anlattı ve Müslümanı şikâyet etti. Nebi buyurdu ki: “Beni Musa’dan üstün tutmayın. İnsanlar Kıyamet Günü bayılacaklar, ben de onlarla birlikte bayılacağım. Ayıldığımda Musa’yı arşa sıkı sıkıya tutunmuş bir vaziyette göreceğim. Bilmiyorum; o da bayılıp benden önce mi ayılacak, yoksa Allah onu bundan istisna mı tutacak?” (Buhari ve Müslim).

Rasulullah, burada Hz. Musa’ya karşı gösterdiği alçakgönüllülüğü Hz. İbrahim’e karşı da gösterecek, Kur’an’da (2/260) aktarılan yaratılış konusundaki merakından dolayı mü’minlerin gönlünde bir tereddüt oluşmasın diye “Ben şüphe etmeğe İbrahim’den daha müstehakkım” diyecektir (Buhari, Enbiya, 46). Görev yerini terkeden Hz. Yunus’a karşı gönüllerde oluşabilecek olumsuzluğu önlemek için “Kimseye, ‘Ben Yunus b. Metta’dan daha hayırlıyım’ demek yaraşmaz!” uyarısında bulunacaktır (Buhari, Enbiya, 38).

Yukarıdaki tavır, Efendimiz aleyhissalatu vesselamın örnek ahlâkından bir kesit sunuyor. Kur’an onu bu muhteşem tavrından dolayı “güzel örnek” olarak takdim ediyor. Kur’an tarafından Hz. Peygamber’in örnek gösterilmesi demek, bir başka zaman ve mekânda örnek gösterilen hususun yeniden üretilebilir olması, o zaman ve mekâna taşınabilir olması demektir. Kur’an onu başka zaman ve mekânlara taşınsın diye örnek gösterirken, buna karşı gelişen öyle bir tavır var ki, o tavra göre onu örnek almak ve taşımak imkânsız hale gelmektedir. Bu noktada Kur’an’ın inşa ettiği peygamber tasavvuruyla çatışan karşıt bir peygamber tasavvuru ortalarda gezinmektedir.

Şimdi bu çatışmayı göstermek için birkaç örnek verelim.

Peygamber tasavvurumuzu Kur’an’a arzedelim

Âlemlerin Rabbi ona şu açık talimatı iki ayrı yerde verir:

“De ki: ben de sizin gibi bir beşerim.” (Kehf 18/110 ve 41:6).

Âlemlerin Rabbi ona “bizim gibi bir beşer” olduğunu söylemesini emrederken, bir yandan tam tersi bir gayret gelişir: Allah Rasulü’nün her şeyiyle bizim gibi bir beşer olmadığını isbatlamak. Bunu yapan seleflerimiz elbette Kur’an’la karşılıklı ip çekişelim diye yapmazlar bunu. Fakat ortaya çıkan sonuç, bir bakıma bu neticeyi verir gibidir.

Rasulullah güreşte bir numaraydı (Şifa, 1/69). O koşuda bir numaraydı (age). Gözleri herkesten ayrı olarak gece de gündüz gibi görürdü (Hasais, 1/61). Bir yere oturduğu zaman omuzları herkesin omuzlarından yukarıda olurdu (age, 1/68). Gölgesi yoktu, gölgesi yere düşmezdi (Şifa, 1/68). Bin ismi vardı (el-Hasais, 1/77). Üzerine sinek konmazdı (age, 1/67). Allah Rasulü cinsel güç olarak dört bin erkek gücüne sahipti (Şifa 1/90).

Bütün bunlar sayılmış da Efendimiz’in sesinden hiç bahis açılmamış. Mesela “sesi herkesten güzeldi” gibi… Bu konuda birilerini rivayet imalinde bulunmaktan alıkoyan şey, efendimizin sesini ardında namaz kılan binlerce insanın duymuş olması olsa gerek.

Teri misk gibi kokardı (Şifa 63). Belli ki aynı Rasulullah’ın “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi” buyurduğu ve bunlardan birinin de “güzel koku” (Ebu Davud) olduğu göz ardı edilmiş. Yine Tahrim Sûresi’nin iniş sebebi olarak nakledilen içtiği bal şerbetinden dolayı nefesinin “meğafir” koktuğu rivayeti akla gelmemiş.

El-Hasais sahibi Allah Rasulü’ne has mucizevî nitelikleri toplama iddiasındaki eserinde “İdrarının ve Büyük Abdestinin Mucize Olduğuna Dair Bab” şeklinde bir başlık açabilmiş ve orada hiçbir sıhhati olmadığı herkesçe bilinen bir sürü rivayet nakledebilmiştir (el-Hasais 1/70). Yine aynı müellif Hz. Peygamber’in hacamat ile aldırdığı kanı içmenin caiz olduğu söyler (age, 1/68). Bevlini yanlışlıkla içen bir kadına ebediyen karın ağrısı görmeyeceğini söylediği rivayet edilir (Şifa, 1/65). Bu tür rivayetlerin sahih olmadığını söylemeye bile hacet yoktur.

Bütün bir yaklaşıma cevap sadedinde şu sorular sorulmalıdır:

1.           Allah Teâlâ elçisi Muhammed aleyhisselamı bize örnek göstermektedir. Ben bu anlatılanlardan hangisini, nasıl örnek alabilirim? Bana bunların ne yararı dokunur?

2.           Allah’ın “âlemlere rahmet”, “muhteşem ahlâka sahip”, “güzel bir örnek” olarak tanıttığı zaten yüce olan Rasulullah’ın yüceltilmeye ihtiyacı var mıdır? Bunlar olmasa nesi eksilir? Onun bizim övgümüze ihtiyacı yok, fakat bizim onu anlamaya ihtiyacımız var. Zira onu Allah övmüştür.

3.           Bu tür bir yaklaşım, hangi açığı ne ile kapatmaktadır? Kimin kesesinden kime ne vermektedir? Dahası, yerine getirmediğimiz hangi sorumluluğun üzerini sıvamaktadır.

İşte bu nedenle peygamber tasavvurumuzu Kur’an’a arz etmek zorundayız. Çünkü:

1.           Hz. Peygamber’i en iyi öğrenebileceğimiz kaynak, onu peygamber olarak atayan ilahi kaynaktır. Kur’an o kaynaktan gelmiştir.

2.           Hz. Peygamber’i tanıtan en objektif, en orijinal ve en sahih kaynak Kur’an’dır. Objektiftir, çünkü beşerin hissî ve indî yaklaşımları ondan uzaktır. Orijinaldir, çünkü Hz. Peygamber’le Kur’an arasına bir mesafe girmemiştir. Zaman, mekân ve imkân olarak ondan daha ötesi düşünülemez. Sahihtir, çünkü Kur’an, bir bilgi kaynağı olarak her mü’min için “içerisinde kuşku barındırmayan” tek kaynaktır.

3.           Nasıl ki bize Kur’an’ı Hz. Peygamber öğretmişse, Hz. Peygamber’i de Kur’an öğretmektedir. Kur’an’ı Peygamber’in aracılığına başvurmadan anlamaya çalışmak nasıl Kur’an’ı yanlış anlamaya yol açıyorsa, Hz. Peygamber’i Kur’an’ın aracılığına başvurmadan anlamaya çalışmak, peygamberi yanlış anlamaya yol açacaktır. Bu ikisi et ve tırnak, tohum ve toprak kadar birbirinden ayrılamaz.

İşte bu nedenlerle Kur’an’ın tanıttığı Peygamber, peygamberlik kurumu ve Hz. Peygamber’le ilgili tüm tasavvur ve yaklaşımların kendisine vurulması gereken mihenk taşıdır. Yaklaşımların bir yanlış anlamadan kaynaklanıp kaynaklanmadığı, bir anlama problemi taşıyıp taşımadığı, ancak o yaklaşımın Kur’an’ın tanıttığı peygambere kıyaslanması sonucu anlaşılabilir.

Hz. Peygamber, vahyin vesilesidir. Vesilesi yanlış anlaşılmışsa, vahyin doğru anlaşılmasının en büyük garantisine halel gelmiş demektir.

Kur’an’a göre o, hayatın aktif, kurucu ve inşa edici bir öznesidir. Misyonu ölümsüz olandır. Kur’an, onu çağa taşımak için çırpınır. Onun tarihe hapsolmasını önlemek için onunla ilgili tarihsel olayları mü’minin yüreğine, imanına, ibadetine taşır. Kur’an mü’minin hayatında onu güncel kılmak için ne gerekiyorsa yapar.

Kur’an’ın ‘bak’ dediği yerden bakanlar da onu ‘üretmek’ için çaba harcarlar. Kur’an’da onu, onda Kur’an’ı görürler. Onu Kur’an’la, Kur’an’ı onunla tanırlar. Kur’an’a onun aynası, ona Kur’an’ın aynası gibi bakarlar. Onlar, onun risalet mirasını sürdürmemeyi ona ihanet sayarlar.

Rabb’im! Bizi peygamberin mirasından geçinenlerden, onu müsrifçe tüketenlerden eyleme! Onun mirasına sadık olanlardan, onu yaşayarak ve çağa taşıyarak üretenlerden eyle! Âmin. Mustafa İslamoğlu, Kurani Hayat, 2010-11

http://kuranihayat.com/content/peygamber-tasavvurumuz-mustafa-islamo%C4%9Flu-0

posted in *PEYGAMBER | 0 Comments

23rd Nisan 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN VE RAMAZAN – MUSTAFA İSLAMOĞLU

Zamanı ve insanı yaratanın, vahyi indirenin, zamanı ve insanı vahiyle şereflendirenin adıyla başlarım.

Zaman da, tıpkı insan gibi bir sır yumağı. Zaman yumağının içinde neyi gizlediğini ancak Allah bilir. Yaşanmış zamanın kaydını tutan, yaşanacak zamana dair hayaller kurup planlar yapan yegâne mahlûk insandır.

Zaman, insan ve vahiy

Üçünün birleştiği nokta “şahitliktir”.

Allah zamana ve onu oluşturan parçalara yemin eder. “Asra yemin olsun… Soluklanan sabaha yemin olsun… Kuşluğa yemin olsun… Gündüze yemin olsun… Geçip gitmekte olan geceye yemin olsun… Şafağa yemin olsun…” Hepsi de vahiy olan bu yeminlerin maksadı, zamanın insana şahit olduğunu hatırlatmaktır. Bu hatırlatmanın bir amacı da insanın zamanı iyi, doğru ve verimli kullanmasıdır. Aksi bir durumda insan kendine ihsan edilen zaman nimetini aleyhine şahit kılmış olacaktır. Bu iki tür ziyandır: Birincisi zaman emanetini zayi etmek suretiyle, ikincisi onu aleyhte bir şahide çevirmek suretiyle.

Zamanı insana şahit tutan Allah, insanı da kendi zatına şahit tutmuştur. Kelime-i şahadet, bu şahitliğin en beliğ ifadesidir. Allah’a şahit olmaya çağrılmak bir şeref, hem de şereflerin en büyüğüdür. Zira Allah’a şahit olmak, şahitliklerin en büyüğüdür ve en büyük olana şahitliktir. En büyüğe şahit olmak, en büyük şerefe nail olmaktır. Zatıyla kaim, öncesiz ön ve sonrasız son, mutlak diri ve sonsuz varlık sahibi Allah’ın insanın şehadetinden elde edeceği hiçbir çıkarı yoktur. O zatına şahit tutmakla insanı onurlandırmak istemiş, ona bahşettiği akıl ve iradenin önüne sonsuz bir ufuk açmıştır. Değil mi ki Allah zu’l-me‘âric, yani “tekamül mertebelerinin sahibi”dir (70:3). İnsana da bu mertebelere yücelmesi için imkânlar sunmuş, fırsatlar bahşetmiştir.

Allah’ın bahşettiği bu yüceliş ve yükseliş imkânlarının en başında vahiy gelir. Vahiy de tıpkı zaman ve insan gibi şahittir. Şahit olduğu içindir ki vahiy kendisini mecîd, kerîm, ‘azîz gibi sıfatlarla takdim eder. Bu sıfatların hepsi de “fâil” (şahit) kipidir. İlahi kelam insana inmiştir ve insan o kelamı taşıyıp taşımadığından dolayı hesaba çekilecektir. Vahiy indiği insanın kendisine karşı davranışı hakkında şahitlik yapacaktır. “Yürüyen Kur’an” olan peygamberin “şahit” (şâhiden) olarak gönderilmesi de vahyin şahadeti bağlamında anlaşılabilir.

Evet, görüldüğü gibi zaman, insan ve vahyin her üçü de şahitlik noktasında birleşirler. Fakat bu üçlüden zaman ve vahiy insana şahittirler, insan ise Allah’a şahittir. İşte insanı müstesna kılan da budur. Bu yüzdendir ki zaman ve vahiy insan için, insan ise Allah içindir. İlahi hiyerarşi budur. Zamana mahkûm olmak ve maruz kalmak bu hiyerarşiyi bozmaktır. Zira bu durumda “zaman insan için” olmaktan çıkıp “insan zaman için” olmuş olur. Bu ise ilahi hiyerarşiyi bozmak, eşrefiyet listesine müdahale etmektir.

Şöyle bir sual gelebilir akla: “Bu hiyerarşide zamanın ve vahyin yeri neresidir?”

İşte Ramazan bize zımnen bu sualin cevabını verir. Bu cevabı vermesi için, Ramazan ayının değerini nereden aldığını ifade eden şu âyeti hatırlamamız şarttır:

“Ramazan ayı öyle bir aydır ki, insanlığa rehber olan (hidayet), bu rehberliğin apaçık belgelerini taşıyan (beyyinât) ve hakkı batıldan ayıran (furkân) Kur’an işte bu ayda indirilmiştir: Sizden biri bu aya ulaştığında oruç tutsun; hasta ya da yolcu olan kimse de başka günlerde iade etsin! Allah sizin için kolaylık ister, sizi zora koşmak istemez; oruç günlerinin sayısını tamamlamanızı, sizi doğru yola ulaştırdığı için O’nu yüceltmenizi ve şükretmenizi ister” (2:185).

Bu âyet, Ramazan ayını müstesna kılan sebebi açık ve net olarak gösteren âyettir. Bu sebep Kur’an’ın bu ayda indirilmeye başlanmasıdır. Bu hakikati Kadr sûresinin ilk âyeti de teyit eder. Ramazan Kur’an’ın doğum ayıdır. Kur’an vahyinin doğum günü olan Kadir Gecesi, Ramazan ayının içinde bir gecedir. Bu gerçek, Bakara sûresinin 185. âyetiyle Kadr sûresinin 1. âyetinin karşılaştırmalı okunması sonucu açık ve net olarak ortaya çıkar. Bu demektir ki, eğer Kur’an’ın indiği Kadir Gecesi Ramazan ayı içerisinde bir gece olmasaydı, Ramazan ayı kutsiyet ve bereket kazanmayacaktı. Ramazan tüm kutsiyet ve bereketini, vahyin inmeye başladığı geceyi içerisinde barındırdığı için almıştır.

Bu kutsiyet ve bereketin büyüklüğünü Kadr sûresi beyan eder:

“Elbet onu kadir-kıymet gecesinde Biz indirmeye (başlamışızdır).

Bilir misin o kadir-kıymet gecesi nedir?

O kadir-kıymet gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.

Melekler, vahiyle beraber o gece inerler de inerler, Rablerinin izniyle, hayatın her alanına dair tarifsiz bir mutluluğun (formüllerini getirirler); bu durum, şafak atıncaya kadar sürer” (97:1-5).

İndiği geceyi-günü bir ömre bedel kılan vahiy, indiği ayı da “Ayların Sultanı” olan Ramazan ayı kılmıştır. Ramazan “sözlerin sultanı”nı getirmeseydi, “Ayların Sultanı” olamazdı. Bu mübarek sûre muhatabından şu tesbit ve itirafı yapmasını ister: “İndiği geceyi bir ömre bedel kılan vahiy, benim hayatıma inerse, her günümü bir ömre bedel kılar. İçine vahiy inmiş bir ömrün bedeli ise yalnızca cennet olabilir!”

Demek ki, kutsiyet ve bereketin sebebi zaman değil vahiydir. Vahyin sebebi hidayet, yani “rehberlik”tir. Hidayetin sebebi ise tüm vahiylerin vasfı olan beyyinât ve furkân’dır. Beyyinât, “savunulan hakikati isbatlamak için yeterli olan apaçık belgeler” anlamına gelir. Furkân ise “iyiyi kötüden, hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, adaleti zulümden ayırmaya yarayan nitelik veya yetenektir”. Ramazan orucunu emreden Bakara 185. âyette Kur’an işte bu iki vasfıyla takdim edilir. Bu boşuna değildir. Zira vahiy muhatabına rehberlik etme (hidayet) amacını ancak bu iki vasfı sayesinde gerçekleştirir. Bunların birincisi olan beyyinât Kur’an’ın kendisinde olup karşısındakine sunduğu, ikincisi olan furkân ise muhatabında inşa ettiği bir niteliktir. Sadece Kur’an’ın inşa ettiği bir tasavvur ve akıl furkân olma vasfını kazanır. Böyle bir tasavvur ve akılla bakan bir göz ancak beyyinât’ın delalet ettiği hakikatleri yerli yerinde görür ve kavrar.

Bütün bunların ardından sorulması gereken can alıcı soru şudur: Kur’an’ın doğum ayı olan Ramazan’ın ihyası neden oruç olarak teşri kılınmıştır? Bir başka ifadesiyle: Kur’an’ın doğumu neden oruç suretinde kutlanmaktadır?

Bu can alıcı sorunun cevabı, aynı zamanda vahyin, onu anlamanın ve hayata aktarmanın da anahtarıdır.

Farsça “gün” anlamına gelen rûze’nin Türkçeleşmişi olan “oruç”un Kur’an lisanındaki karşılığı savm’dır. Savm, hem “tutmak” hem de “terk etmek” anlamını ihtiva eder. Kelimenin kök manası “yeme ve içmeden kesilmek, ağzı kapalı olmak, içine ilave bir şey almamak”tır. İştikak-ı ekberde “mutlak bütün, eksiksiz ve tam” anlamına gelen ilahi sıfat es-Samed, değeri sabit olduğu için altın anlamına gelen sâmit, yekpare ve som kaya anlamına gelen samed, ağzı kapalı olduğu için susmak anlamına gelen summ ve kuvvet ve cazibe merkezi manasındaki samd ile akrabadır.

Savm, “tutmak”tır. Lisanımızda “oruç tutmak” deriz. Namazı “kılarız”, abdesti “alırız”, zekâtı “veririz”, kelime-i şehadeti “getiririz”, hacca “gideriz”, orucu ise “tutarız”. Türkçemizdeki “tutma” oruç manasındaki savm’ın tam mukabili olmak hasebiyle, “oruç tutmak” tabiri “tutmayı tutmak” gibi bir karşılığa denk gelse gerektir.

Oruç tutmak, başta orucun tarafını tutmaktır. Yani, “Ben oruçtan yanayım, ben orucun tarafındayım!” demektir.

Oruç tutmak kendini tutmaktır. Başımıza ne geliyorsa kendimizi tutamadığımız için gelir. Günahların kökeni, öfkesini tutamamak, nefsini tutamamak, şehvetini tutamamak, dilini tutamamak vb. gibi sebeplere dayanır. Kişi orucu ne kadar tutarsa, oruç da kişiyi o kadar tutar. Kim orucun başını dik tutarsa, oruç da onun başını dik tutar. Oruç onu kula kul olmaktan koruyan bir kalkan, kulu kul edinmekten koruyan bir akıl olur. Bu anlamıyla oruç “aç kalmak” değil “beslenmek”tir. Aç bırakılan bedendir. Bunun anlamı insanın maddi yanının “ikincil” olduğunu vurgulamaktır. Birincil olan yanı akleden, düşünen, hatırlayan, öğüt alan, inanan, değer üreten, iyiyi kötüden ayıran yanıdır.

Kur’an’ın doğum ayı olan Ramazan’ın bedenin aç bırakılarak ihya edilmesinin nedeni burada ortaya çıkmaktadır. Bu neden, mü’minin akli ve ruhi melekelerini tahrik ve teşvik ederek onun anlama ve düşünme yeteneğini artırmaktır. Bunun Kur’an’la alakası açıktır: Bu suretle vahyin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmak. Zaten vahyi “okumak” da budur. Zira okumaktan maksat anlamaktır. Bir şey anlaşılmıyorsa, aynı zamanda okunmuyor demektir. İkra’ emri ilahisi, “oku” emrinden ayrı olarak bir de “anla” emrine muhtaç değildir. Okuyup anlamayı birlikte içerir. Alak sûresinin ilk inen âyetlerinde okumaktan maksadın “öğrenmek” (ta’lim) olduğu 4 ve 5. âyetlerde sarahaten ifade buyrulmuştur. İlk inen ikinci sûre olan Müzzemmil’deki Kur’an’ı tertil ile okuma emrinin gereği de budur. Tabi ki anlamaktan maksat yaşamaktır. Ne var ki, bir mesaj anlaşılmadan yaşanamaz.

İşbu nedenle Ramazan Kur’an ayıdır. Ramazan bize Kur’an’ı getirdiği için Ramazan’dır. Ramazanlarımız Kur’an’ı okuduğumuz, anladığımız, yaşadığımız ve yaşattığımız kadar mübarektir.

Elbet Kur’an’la ilişki Ramazan’a hasredilemez. Zaten Ramazan, vahyin Kur’an’ın “indiği” değil “inmeye başladığı” aydır. Kur’an bir Ramazan gecesi olan Kadir Gecesi inmeye başlamış ve bir neslin hayatını inşa edecek kadar uzun bir süre inişini sürdürmüştür. Vahyin etkisi indiği yıllarla sınırlandırılamaz. Her zaman ve zeminde indiği günkü gibi sayısız kadın ve erkeğin yüreğine hükmetmeye devam edecektir.

Vahiy ilahi bir inşa projesidir. Amacı, kendisiyle inşa olmuş insanlar aracılığıyla hayatı inşa etmektir. Ramazan’ın etkisi de tıpkı vahiy gibi sadece bir ayla sınırlandırılamaz. Ramazan getirdiği mana iklimini mü’min muhatabının tüm ömrüne yaymak ve onun ömrünü Ramazan kılmayı amaçlar.

Unutulmaması gereken hakikat şudur: Ömrü Ramazan olanın âhireti bayram olur. O bayram cennetin ta kendisidir. Böyle birinde Ramazan şu sözü söyleme şuurunu inşa eder: Küfre, şirke ve zulme karşı orucumu bozarsam, keffaretim cehennem olsun!

Mustafa İSLAMOĞLU, Kurani Hayat, SAYI-02 Ramazan 2008-09

http://kuranihayat.com/content/kur%E2%80%99-ve-ramazan-mustafa-islamo%C4%9Flu

ORUÇ VE RAMAZAN ÂYETLERİNİN TEFSİRİ – MUSTAFA İSLAMOĞLU

Oruç Ruhun Beslenmesidir

Bakara Sûresi’nin 183 îlâ 187. âyetleri, doğrudan oruç ve Ramazan’la ilgilidir. Bu âyetlerin hemen öncesinde vasiyet hukukuyla ilgili âyetler yer alır. 168. âyetle başlayan ve tüm insanlığa ilahi bir öneri olan hukuki kurallar olması hasebiyle bu iki konu arasında dolaylı bir ilişki mevcuttur. Oruçla ilgili pasajın öncesinde yer alan kısas ve vasiyet âyetleri ağırlıklı olarak insan-insan ilişkileriyle ilgiliyken, oruç ve onun incelttiği yüreklerin Allah’a yolladığı davetiye demeye gelen dua âyetleri ise insan-Allah ilişkileriyle ilgilidir.

2/183: “Ey îman edenler! Oruç, tıpkı sizden öncekilere olduğu gibi size de yazıldı; belki bu sayede takvaya erersiniz.”

Ey îman edenler!” diye başlayan bu âyet, “iman” iddiasında bulunanları iddialarını isbata çağırıyor. Zira ellezîne âmenû, mu’minîn’den farklı olarak Kur’an’da genelde kişinin kendi iddiasına dönük olarak kullanılır. Mu’minîn ise genellikle Allah’ın imanını kabul ettikleri için kullanılır. Âyet, mü’min muhatapların iman iddialarını isbat için bir ‘teklif’le geliyor: Oruç.

Oruç: Orucun Arapça karşılığı savm’dır. “Sükunet, hareketsizlik, tutmak, el çekmek” anlamlarına gelen savm’ın şer’i anlamı şudur: “Allah rızasını amaç edinerek her yıl ay takviminin 9. ayı olan Ramazan ayında, aralıksız olarak, şafak vaktinden günbatımına kadar yemek, içmek ve cinsi münasebetten uzak durmak.” Mekkî sûrelerde yalnızca bir yerde Hz. Meryem’in öyküsünün nakledildiği yerde onun ağzından “Ben Rahman’a oruç adadım” (19:27) cümlesinde geçer. Söz konusu orucun susmayı da kapsadığı âyetin bağlamından anlaşılmaktadır. Orucu farz kılan ilk âyet Medine’de, tahminen hicretin ikinci yılında inen bu âyettir.

“…tıpkı sizden öncekilere olduğu gibi”: Bu âyet, İslamî hükümlerin zamanlar ve zeminler üstülüğüne dikkat çekmekte ve tüm semavi şeriatların ortak noktalarından birinin de oruç olduğunu ortaya koymaktadır. Elimizdeki Tevrat’ta orucu farz kılan her hangi bir emir yer almamaktadır. Fakat oruç ve oruçlu övülmektedir. Hz. Musa 40 gün oruç tutmuştur. Yahudiler Kudüs’ün tahrib edilmesinin yıldönümlerinde her yılın bir haftasını oruçlu geçirirler, ayrıca Ağustos ayının bir gününde de oruç tutarlardı. Yahudiler ayrıca 7. ayın onuncu günü oruç tutarlar buna da “aşûrâ orucu” derlerdi. Yine elde bulunan resmi İncillerde de oruç emrine rastlamıyoruz. Ne ki, Hz. Musa’nın Mısır’dan çıkış gününü yâd için oruçlu geçirdiğine inanılan Fısıh Bayramı gününü Hz. İsa da oruçla geçirmiştir. Hıristiyan geleneğinde bu gün “diriliş günü”  adıyla bayram olarak kutlanır. Ayrıca Hıristiyanlıkta mezheplere göre değişen et orucu, balık orucu, yumurta orucu, süt orucu, konuşma orucu gibi oruçlar da vardır.

Oruç çoktanrılı dinlerde de yer alır. Bunun nedeni, belki de bu inanışlara kadim ilahi dinlerden geçmiş olması veya bu inanışların kökeninin semavi olmasıdır. Eski Mısır’da oruç tutulurdu. Oradan Yunan’a geçti. Eski Yunan’da oruç özellikle kadınlara şart koşulurdu. Roma’da da oruç tutulduğunu biliyoruz. Hindu inanışında oruç hâlâ en büyük ibadet olarak yer almaktadır.

Özetle oruç insanlığa açılmış ilahi bir kredidir. Oruç tutan bir mü’min, insanlıkla yaşıt bir kervana dâhil olmuştur. Bu kervanın cihanşümul adı “insanlıkla yaşıt iman ailesi”dir. Oruç üzerinden her mü’min o kutlu aileye mensubiyet ilan etmektedir.

Bu ümmetin tarihinde oruç ilk kez bu âyetin inişinden önce “âşûrâ orucu” olarak tutulmuştur. Bu konuda hadis ve siyer kaynaklarında birçok rivayet yer alır. İşte onlardan biri: “Nebi Medine’ye gelince Yahudilerin âşûrâ günü oruç tuttuklarını gördü ve onlara “Bu nedir?” diye sordu. Onlar “Bu Allah’ın İsrail oğullarını Firavun ve avenesinin şerrinden kurtardığı mutlu bir gündür, Musa onu oruçla geçirirdi” dediler. Bunun üzerine Allah Rasulü şöyle buyurdu: Biz Musa’ya sizden daha yakınız.” Ve bize o gün oruç tutmayı emretti.” (Buhari, M. Ensar 52, Savm 69; Müslim, Sıyam 19/127, 125; Ebu Davud, Savm 63; Tirmizi, Savm 48 vd.) Bu gibi rivayetlerden de anlıyoruz ki, oruç da diğer ibadetler gibi aşama aşama (tedricen) farz kılınan bir ibadettir. Bu tesbit sahabeden Muaz b. Cebel’e aittir. Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud ve daha başkalarının naklettiği rivayete göre Hz. Muaz şöyle der: “Namaz ve oruç son şekline tedricen ulaştı. /…/ Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiği sıralarda her ay üç gün oruç tutar, ayrıca Muharrem’in 10. günü de oruç tutardı. Daha sonra Allah bütün Ramazan boyunca oruç tutmayı emretti. Fakat dayanabildiği halde oruç tutmayan bir kimsenin fidye olarak bir günlük oruca karşılık bir fakiri doyurmasına izin verdi. Sonraları bir günlük oruç için bir fakiri doyurma müsaadesi, mazereti olmayan kişileri dışarıda tutarak yalnızca yolculuk vs. gibi mazereti olan kimselere has kılındı” (ed-Dürrü’l-Mensur I, 427).

“…yazıldı”: Âyetteki “yazıldı” (kutibe) lafzı, “farz kılındı” (furida) anlamında alınmıştır. Fakat bu ikisi arasında nüans olsa gerektir. Öyle denilmek istenseydi öyle denilirdi. Kaldı ki, farada kökenli kelimeler Kur’an’da kullanılmıştır. “Yazıldı” fiili zımnen, orucun insanın ve insanlığın çağları aşan yazgısı kılındığını beyan eder. Bunu diğer şeriat ve inanç sistemlerine ait tarihi veriler de doğrulamaktadır. Bu âyet, İslamî hükümlerin zamanlar ve zeminler üstülüğüne dikkat çekmekte ve tüm semavi şeriatların ortak noktalarından birinin de oruç olduğunu ortaya koymaktadır. Oruç insanlığa açılmış ilahi bir kredidir.

belki bu sayede takvaya erersiniz”: Bu cümle oruç emrinin nihai amacını ele vermektedir. Bu emrin illeti ise üç maddede özetlenebilir:

1) Allah’ın insanlığa bir rehber ve ışık olarak gönderdiği Kur’an mesajının doğumunu kutlamak. Kur’an’ın şehadetine göre bu mesaj ilk kez Mekke’de, hicretten yaklaşık 13 yıl önce bir Ramazan ayında indirilmeye başlamıştı. Ramazan, Kur’an’ı getirdiği için kutlanmaya layık bir aydı, yani Kur’an ayı. Kur’an’ın elinden tutup gelen Ramazan’ı mü’minler oruçla bir şükran ayına çevirdiler. Oruç, Kur’an’ı gönderen Allah’a kulca bir teşekkürdü. Oruç tutan her Müslüman Kur’an’ın doğum gününü kutluyor demekti. Oruç tutarak Kur’an’ın doğum gününü kutlayan her mü’min kendi kendisine şu soruyu sormalıdır: Doğum gününü kutladığımız Kur’an’ı hayatımızda diriltememişsek, durumumuz, ölümüne göz yumduğu çocuğun doğum gününü kutlayan birinin durumuna benzemez mi?

2) Kur’an’a layık biri olabilmek için etkili bir nefis terbiyesi ve ruh tezkiyesi sağlamak. Orucun, insan tekinde gerçekleştirdiği derinliğine bir operasyondu bu. Oruç bedenin aç bırakılmasından çok ruhun beslenmesidir. Ruhu bedeninden zayıf olanların ruhuna tensel hazları ve beşeri arzuları hükmeder. Bu durum sürücünün atları arabaya bindirip kendisini atın yerine koşmasına benzer. Oruç yüreğe doğru yapılan zorlu bir yolculuktur; sevgi ve nefretin, iman ve inkârın, red ve kabulün merkezi olan yüreğe. Bu yolculukta insanın en büyük kazancı kendini bilmektir. İşte “belki bu sayede takvaya erersiniz” cümlesinin arkasında yatan anlam da budur. Bunun açılımı, orucun insandaki sorumluluk bilincini artırması, onu Rabbine, kendine, insanlara, tabiata ve eşyaya karşı daha sorumlu davranmaya itmesidir.

3) Zengin-yoksul, bây u geda, işçi-patron demeden her insana açlık ve susuzluğu tattırarak toplumdaki aç ve susuzların, açık ve uykusuzların acısına tüm mü’minleri ortak etmek ve onlara bu gerçeği yaşatarak kavramalarını sağlamaktır. Bu, orucun sosyal illetidir. Her ibadet gibi orucun da çift kanadı vardır. Biri bireyden Allah’a, diğeri bireyden topluma uzanır. Bu iki kanattan biri eksik veya kırık olursa oruç kuşu menziline uçamaz. Orucun sosyal gerekçesi orucun fertten topluma uzanan kanadıyla ilgilidir. Âyetin sonunda yer alan ve “sorumluluk bilinci”ne delalet eden takva’ya yalnız Allah’a karşı sorumluluk değil, bu sayede topluma karşı sorumluluk da girmiş olur.

2/184: “Sayılı günlerde… Sizden her kim hasta ya da yolcu olursa, tutmadığının sayısı kadar diğer günlerde (tutar). Gücü yetenler üzerine de bir yoksulu doyuracak fidye verme yükümlülüğü vardır. Kim daha fazla hayır işlerse kendisi için daha yararlı olur; zira eğer bilirseniz, oruç tutmak kendinize iyilik etmektir.”

“Sayılı günlerde…” Bu cümle bir önceki âyetin devamı olarak okunabileceği gibi, iki âyet arasındaki bir ara cümle olarak da okunabilir. Her halükarda öncesiyle bağlantılı bir cümledir. Oruç emrinin ucu açık bir emir değil “belirli, sınırlı ve sayılı” günleri kapsadığını ifade eder. Belirsiz olması, söz konusu “sayılı günleri” oluşturan Ramazan ayının ay yılının her yıl on gün atarak 33 yılda bir çevrimini tamamlayan seyyal yapısını ifade içindir. Bazen 29 bazen de 30 çeker. İbaredeki belirsizlik, ihtimalin birden çokluğuna delalet eder.

“Sizden her kim hasta ya da yolcu olursa, tutmadığının sayısı kadar diğer günlerde (tutar).” Sayılı günlerde oruç tutma emrini hasta ve yolcular (ve benzeri durumda olan diğer kimseler) için esneten bir ruhsatı ifade eder. Hasta ve yolcular için verilen bu ruhsat, bu ruhsatı uygulayanın orucunun sevabından bir şey eksilmeyeceğine de delalet eder. Şu sual de bu âyet bağlamında cevaplanmalıdır: Ramazan’da özürsüz olarak kasten oruç yiyen birine ne lazım gelir?

Böyle biri bir farzı terk ettiği için haram işlemiştir. Zira ilahi bir emri özürsüz terk etmek haramdır. Dolayısıyla günahkâr olmuştur. Tevbe etmeli ve ayrıca terk ettiği farzı kaza edip telafi etmelidir.

İkinci sual şudur: Böyle birinin 60 gün keffaret tutması vacip midir, değil midir?

Mezhepler bu konuda ihtilaf etmiştir. Yeme ve içme ile bozulan oruç için İmam Azam Ebu Hanife ve İmam Malik keffaret gerekir demişlerdir. Bu hükmün Kur’an ve sünnetten açık delili olmadığı için de, aşağıda serdedeceğimiz hadisten bu hükmü “kıyas” yoluyla çıkarmışlardır. Burada bizzat Hanefi ve Maliki mezheplerinin kendi koydukları “Kefaretler ve hadler hususunda kıyas caiz değildir.” usul kuralına uyulmamış olduğu, bu meselede bu iki mezhebin kendi kurallarını ihlal ettiği bir not olarak düşülmelidir. Fakat bu iki imamın aksine, İmam Şafii ve İmam Ahmed b. Hanbel kasten yiyip içerek oruç bozana keffaret öngörmemişlerdir. Delildeki illetin hususiliğine hükmedip, iki bozma türü arasında illet birliği olmamasından ve büyük farktan dolayı kıyasa gerek olmadığı sonucuna varmışlardır. Beri yandan dört imam da, aşağıdaki hadisten yola çıkarak cinsi münasebetle kasten bozulan oruca keffaret gerekeceğinde ittifak etmişlerdir. Mezhep imamlarının vardıkları bu hükümleri delillerden yola çıkarak tahlil edelim:

Kur’an’da kasten tutulmayan veya tutulmuşken kasten bozulan orucun kefaretine dair her hangi bir hüküm yoktur. İmamlar da delillerini hadisten almışlardır. Bu delil Ebu Hüreyre’den nakledilen şu hadistir: “Nebi’ye bir adam gelerek “Helak oldum ya Rasulallah!” dedi. Allah Rasulü ona “Seni ne helak etti?” diye sordu ve “Ramazan gün(düz)ü hanımımla yattım” cevabını aldı. Allah Rasulü “Bir köle azad edecek kudretin var mı?” sorusuna “Hayır!” cevabı aldı. Bunun üzerine “Öyleyse, iki ay aralıksız oruç tutabilir misin?” diye sordu? Adam yine “Hayır!” dedi. Bu kez “O halde altmış yoksulu doyurabilir misin?” diye sordu. Adam ona da “Hayır!” dedi ve oturdu. Allah Rasulü içinde hurma dolu bir zenbil getirtti ve ona uzatarak “Bunu fakirlere sadaka olarak ver!” dedi. Adam “Şu iki kayalık arasındaki vadide (Medine’de) benden daha fakiri yok ki!” dedi. Allah Rasulü bunun üzerine azı dişleri görününceye kadar güldü ve ardından “Haydi al da git ve bunu ehline yedir” dedi. (Buhari, Savm 30, Keffârât 2-4, Hîbe 13; Müslim, Sıyâm 81.) Bu hadisi ayrıca Ahmed b. Hanbel (II, 241, 517), Ebu Davud, Tirmizi (Savm 28), Nesâî ve İbn Mâce (Sıyâm 4, 14) de senetleriyle nakletmişlerdir. İbareler arasında farklılıklar olsa da mana birdir. Hadisin sıhhatinde şüphe yoktur. Fakat bazen hadisi nakleden olayın ayrıntısını bilmediği veya atladığı için, hadisin sebeb-i vürudu anlaşılmamakta, bu da hadisin hiç alakası olmayan bir konuya mesnet kılınmasına yol açmaktadır.

Hadiste geçen üç aşamalı keffaret hükmünü Kur’an’ın içinde aradığımızda Mücadile Sûresi’nin 2-4. âyetleriyle karşılaşıyoruz. Hadistekiyle aynı keffaret hükmünü içeren bu âyetlerin konusu Ramazan orucunu bozma değildir. Karısını anasına benzetme yoluyla bir tür geçici veya kalıcı boşama olan geleneksel “zıhar yemini”dir ve üçlü keffaret de “zıhar keffareti”dir. Bu durumda şu sonuç çıkmaktadır: Kur’an’da zıhar yemini için öngörülen keffaretin aynısı hadiste bozulan Ramazan orucu için öngörülmektedir. Bu ikisi çok farklı iki durumdur. Birbiriyle münasebeti de yoktur. Acaba öyle mi?

Müsned’deki hadis şöyle: “Seleme b. Sahr el-Ensari şöyle anlatır: “Cinsel gücüm çok yüksekti. Ramazan girdiğinde gecemde bir şeyler olurdu. Gündüz oluncaya kadar kendimi tutamam da koynuna atılırım korkusuyla Ramazan geçinceye kadar cismen ayrılmak suretiyle karıma zıhar yaptım. Bir gün bana hizmeti sırasında bedeninden bir yer açıldı. Ben de dayanamayıp üzerine atıldım ve beraber oldum. Hemen aileme koştum ve durumumu anlattım. “Beni Peygamber’e götürün durumumu anlatayım” dedim. “Yemin ederiz ki biz seni götürmeyiz, (kabilemiz) hakkında âyet inmesinden korkarız, ola ki Nebi ağırımıza gidecek bir şeyler söyler. İstersen sen git, münasip olanı yap!” dediler. Çıktım Nebi’ye varıp durumumu anlattım. Üç kez bunun gerçekten böyle olduğunu bana teyit ettirdi. “Sabrederim, Allah’ın emrini bana uygulayınız” dedim. “Bir köle azad et!” dedi. Ben de elimle boynumu gösterdim ve “Şu boynumdan başka mülküm yoktur” dedim. “O halde aralıksız iki ay oruç tut!” dedi. Ben de “Ya Rasulallah! Bütün bunlar oruçtan dolayı başıma gelmedi mi?” dedim. “O halde sadaka ver!” dedi. Bu kez ben de “Yemin ederim geceyi aç geçirdik” dedim. Nebi “O halde sadaka sahibi Zureyk oğullarına git! Vermeleri gereken sadakayı sana versinler. Aldığından altmış yoksula altmış ölçek hurma yedir, kalanını da ailenizle birlikte siz yiyin. Adam akrabalarına dönerek “Sizde sıkıntı ve kötü fikir, fakat Allah Rasulü’nde genişlik ve bereket buldum, bana sadakalarınızı vermenizi emretti: Bana onları veriniz!” dedim ve verdiler.” (İbn Hanbel, Müsned IV, 37; Ebu Davud II, 256).

Buhari ve Müslim’in naklettiği hadisle Ahmed b. Hanbel’in bağlamıyla ve isimleriyle birlikte naklettiği hadisin aynı olduğunu İbn Ebi Şeybe ve İbn Hacer (Bulûğu’l-Meram) gibi tahkikçiler tesbit etmişlerdir. Bu sonucu keşfeden üstad Musa Carullah, sonuçtan yola çıkarak şu hükme varır: “Zıhar olayı ile karşılaşmamış olan, oruç bozmanın risalet-i nebeviyye devrinde vukuuna kesin bir delil yok iken nakl kılınmış bu hadislerin hiçbiri iftar kefaretine delil olamaz; zira o hadislerde öngörülen keffaret zıhar keffaretidir. Zıhar keffareti Mücadele Sûresi’yle sabittir. /…/ Keffaret zıhar keffareti ise bu defa oruç bozma suçu keffaretsiz kalır. Bu fikrimi, hadislerle nakl kılınmış müteaddit hal karineleriyle teyit edebilirim.” (Uzun Günlerde Ruze, çev: Y. Uralgiray, Ankara, 1975, s. 316-317).

“Gücü yetenler üzerine de…” Lâfzî anlamı budur. Bu ibare üzerinde kimi zaman zorlamalara kadar varan çok çeşitli yorumlar yapılmıştır. Taberi bu ibarenin üç farklı anlamda ve iki ayrı formda okunduğunu birçok rivayet sıralayarak aktarır:

1) Çoğunluğun kabul ettiği gibi yutîkûne (-ona- gücü yetenler) okuyanlar, bu âyeti oruç ibadetinin aşama aşama son şeklini aldığı görüşünde olanlardır. Buna göre ilk dönemlerde, oruç tutmaya gücü yettiği ve mazereti olmadığı halde tutamayanlara bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermeleri emredilmiş, bir sonraki âyette yer alan “Sizden biri bu aya ulaştığında oruç tutsun” emriyle bu izin mazeretsiz olandan kaldırılıp yalnızca hastalık ve yolculuk gibi durumlara has kılınmıştır. Yukarda naklettiğimiz Muaz b. Cebel hadisi de orucun farz kılınışındaki bu aşamalılığı teyit eder. Taberi, bu âyetin tefsirinde Amr b. Mürre’den gelen bir haber nakleder: “Araplar oruç tutmaya alışkın bir toplum değillerdi. Oruç emri onlara çok zor geliyordu. İlk dönemde oruç tutmak istemeyen onun yerine bir yoksulu doyuruyordu. Sonra “(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki…” (2:185) âyeti indirildi. Bu âyetle oruç tutmama izni sadece hastalık, yolculuk gibi mazereti olanlara hasredildi. Biz ise kesin olarak oruçla emrolunduk.” (Taberi II, 138)

2) İbn Abbas ve Hz. Aişe yutavvikûnehu şeklinde okumuşlardır. Bu durumda anlam “onu tutmakta zorlanan, takat yetiremeyen” şeklinde olur.

3) Yine İbn Abbas’tan nakledilen ve meşhur okuyuşun aynı olan rivayetlerde yutikunehu’ya verilen anlam yutavvikunehu’ya verilen anlamın aynı kabul edilmiştir. Bu rivayetlerin kimisinde bu cümlenin hükmü iptal edilmiş (mensuh) kabul edilirken, İbn Abbas’tan, “Bu âyet mensuh değildir” görüşü nakledilir. Bu görüşe dayanarak günümüz mealcilerinden bazıları bu kelimenin önüne metinde olmayan bir lâ ekleyerek “güç yetiremeyenler” anlamını elde etmişlerdir. Bu metindeki mananın tam tersidir. Ebu Hayyan buna şöyle itiraz eder: “Hatadır, zira şüphe karıştırmaktır (telbis); görmüyor musun ki metinden ilk anlaşılan olumlu bir fiil olmasıdır. Ve lâ’nın önce hazfedilip sonra varmış gibi okunması yemin dışında caiz değildir.” (el-Bahru’l-Muhît)

4) Yine İbn Abbas bu âyetin artık oruç tutamayacak durumda olan yaşlılarla ilgili hükmü beyan ettiği görüşündedir (Buhari, Tefsir, Bakara, 25.)

Yutîkûnehû’ya yestatî’ûnehû manası vermek bizce de yanlıştır. Zira tâka, “gayretin en üstünü ve ihtimalin son noktasıdır” (Krş: 2:249, 286). Hem zaten güç yetiremeyenden oruç düşer. Zira teklîf-i mâ lâ-yutak (güç yetirilemeyen bir şeyi emretmek) muhaldir. Bu bir hakikattir. Bakara Sûresi’nin 286. âyetindeki duada bu hakikat dile gelir.

Âyette emredilen fidye “gücü yeten” üzerinedir. Fakat burada kapalı kalan “gücü yetenlerden” kastın kimler olduğudur. Bir de, neye gücü yetenler? Oruca mı, fidyeye mi, kazaya mı? Zamirin orucu göstermesi uzağı göstermesidir ki, bunun için karine gereklidir. Buradaki zamir hemen öncesindeki cümleyi gösterir. Bu durumda mana “kaza etmeye gücü yetenler üzerine bir yoksulu doyuracak fidye gerekir” olur. Burada mukadder sual şu olur: “Kazası olanlar, kaza ile beraber bir de fidye mi verecekler, yoksa kaza orucu yerine mi fidye verecekler?” Yutîkûnehû kelimesinin konuşlandırıldığı yer bu iki anlama da açıktır. Âyetin devamı iki manayı da desteklemektedir. “Kim daha fazla hayır işlerse kendisi için daha yararlı olur” ifadesinde “daha fazla” olana teşvik vardır. Bu hayır ya “daha fazla yoksulu doyurma” veya “bir yoksulu daha fazla doyurma”dır. Eğer âyetin son cümlesi olmasaydı ve ‘alellezine yutîkûnehû’yu sadece “kaza ile beraber bir de fidye vermek” manasına hasredebilirdik. Zira fidye, zamanında tutulamayan orucun eksilen sevabını tamamlamak içindir (Krş: 2:196). Lakin âyetin sonundaki “ama –eğer bilirseniz- oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır” ifadesinde kişinin tercihine zımni bir atıf vardır. Bu takdirde manayı “kaza ile birlikte fidye”ye hasretmek doğru olmaz. Neticede şu manaya ulaşılır: kaza ile birlikte gücü yeten üzerine fidye vermek, fidyesiz kazadan veya kazasız fidyeden daha hayırlıdır; kazayla birlikte fidyeye gücü yetenlerin ikisini birden yapmaları, birini yapmalarından daha hayırlıdır. Allahu a’lem.

Aslında bu âyet, Kur’an’ın icazından bir parça olan eksiltili ve çok çağrışımlı üsluba güzel bir örnektir. Kur’an’ın tüm âyetlerinin tek ve sabit bir anlamı olması gerektiği gibi bir saplantı, ne dilin mantığına, ne Kur’an’ın icazına, ne de Allah’ın maksadına uygundur. Kimi zaman bir âyet birden çok hakikate vurgu yapar. Bazen bir zamir birden çok merciye ait olur. Kur’an’da bazı edatlar hem önündeki kelimeyi hem ardındaki kelimeyi ‘görürler’. Bunun en tipik örneği bu âyetteki hû zamiridir.

Özetle, biz bu ibarenin birincil ve lafzi anlamı olan “gücü yetenler” karşılığını, ibaredeki “hu” zamirinin de hem ta’âmu miskin’e (yoksulu doyurma), hem de “oruca”  gittiğini tercih ettik. Bu durumda âyetin manası şöyle olur: “Sizden her kim hasta ya da yolcu olursa, tutmadığının sayısı kadar diğer günlerde tutar. Diğer günlerde de oruç tutacak kadar iyileşmesi beklenmeyecek kadar hasta veya yaşlı olanlardan, ya da oruç tuttuğu halde ayrıca hayır yapmaya gücü yetenler üzerine de, tutamadıkları her gün için bir yoksulu doyuracak fidye verme yükümlülüğü vardır. Kim, belirlenen oruçtan daha fazla nafile oruç tutarsa ya da belirlenenden fazla yoksulu doyurarak daha fazla hayır işlerse kendisi için daha yararlı olur; zira eğer bilirseniz, oruç tutmak kendinize iyilik etmektir.”

Oruç ruhun beslenmesidir, demiştik. Ve yine Kur’an bir Ramazan’la geldiği için, insanla konuştuğu için, bize vahyin aydınlık mesajını sunduğu için Allah’a bir teşekkürdür, demiştik. Ve son olarak demiştik ki: oruç Kur’an’ın doğum günü kutlamasıdır. İşte içerisinde Kur’an o gece nazil olduğu için “bin aydan daha hayırlı” olan Kadir/kader/ölçü gecesini barındıran Ramazan ayını değerli kılan da buydu. Bu silsileyi izlersek, Ramazan’a hürmet Kur’an’a hürmettir, Kur’an’a hürmet Allah’a hürmettir. Ramazan’a hürmetin ölçüsü ise onu oruçlu geçirmektir. Çünkü o insanlığa rehber olan ve hakkı batıldan ayıran vahyi elinden tutarak insanlığa sunmuştur.

2/185: “(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, insanlığa rehber olan, bu rehberliğin apaçık belgelerini taşıyan ve hakkı batıldan ayıran Kur’an işte bu ayda indirilmiştir. Sizden biri bu aya ulaştığında oruç tutsun. Hasta ya da yolcu olan kimse de, başka günlerde iade etsin. Allah sizin için kolaylık ister, sizi zora koşmak istemez. Oruç günlerinin sayısını tamamlamanızı, sizi doğru yola ulaştırdığı için O’nu yüceltmenizi ve şükretmenizi ister.”

Ramazan ayıdır ki…” Zaman da mekân da kendi başına kutsallığı olan şeyler değildir. Eşya kutsiyetini yaratıcısından alır. Allah’ın bir ismi de Kuddûs’tür. O’nun mukaddes oluşu, bizatihi kendindendir. O, özünde kutsaldır. O’nun dışında her ne kadar kutsallık izafe edilen şey varsa, kutsallığını O’ndan almak zorundadır. O’nun kutsamadığını kutsallaştırmak batıldır. Ramazan, kutsallığını Kur’an ayı oluşundan alır.

“Sizden biri bu aya ulaştığında oruç tutsun. Hasta ya da yolcu olan kimse de, başka günlerde iade etsin”: Hastalık ve yolculuk durumu oruç emrinden istisnadır. Burada insanı mazur gösteren hastalığın cinsi, şiddeti, niteliği tanımlanmamıştır. Bir hastalığın oruca mani teşkil edip etmemesi hükmü yalnızca fıkhın konusu değildir. Belki ondan da öte ahlaki bir konudur ve insanın Rabbine karşı ahlaklı davranarak çözebileceği bir problemdir. Yolculuğa gelince: Hz. Peygamber orucu terk etmek için ne kadarlık bir mesafeye yolculuk yapılması gerektiğine dair kesin bir ölçü koymamıştır. Bu nedenle sahabiler arasında bu konuda farklı uygulamalara rastlanmaktadır. Şu kesin ki, Bedir Savaşı ve Mekke’nin Fethi günleri Ramazan ayına denk gelmiş, Hz. Peygamber ve arkadaşları bu sırada oruçlarını ertelemişlerdi. Hatta Hz. Peygamber’e “Seferde oruç tutmak fazilet midir?” (e-mine’m-birri em-savmu fi’m-sefer) diye kendi lehcesiyle soru soran bir Yemenliye, yine onun lehçesiyle “Yolculukta oruç tutmak fazilet sayılamaz” (leyse mine’m-birri em-savmu fi’m-sefer) cevabını vermiştir (Buhari, Sıyam 3:77, nu.53).

Yukarda hastalık için söylediklerimiz aynen yolculuk için de geçerlidir. Kişi, yolculuğunun oruca mani olup olmadığını öncelikle Allah’a karşı ve kendisine karşı ahlaki davranarak tesbit etmelidir. Her şeyden önce, oruca karşı mazeret mesafesinin tesbitinde kişinin seferin ağırlık ve sıkıntısını omuzlarında hissetmesi gereklidir, diyebiliriz. Hastalık ve yolculuğun oruç için mazeret teşkilinde durumun, zamanın, ortam ve şartların dikkate alınması gerekliliğine sahabeden Hz. Enes’in tavrı güzel bir örnek teşkil eder. Enes (ra) der ki: Bu âyet indirildiği zamanlarda biz yolculuğa aç bir vaziyette çıkar, yemeğe oturduğumuz zaman da karnımız doymazdı. Fakat bugün tok olarak çıkıyoruz, yediğimiz zaman da doyacak kadar yiyebiliyoruz.” Bunları söyleyen Hz. Enes hizmetçisine yolculukta orucu emretmiştir.

“Allah sizin için kolaylık ister, sizi zora koşmak istemez.” Bu cümle, ibadetlerin amacını, Allah’ın kullarına olan şefkat ve merhametini dile getirmektedir. Bu âyette ifade edilen hakikate “üslubullah” adını verebiliriz. Bu da şudur: Maksadı gerçekleştirirken, bunu mümkün olan en kolay ve kestirme yoldan yapmak. Teklifin külfeti, teshilin suhuletiyle yan yana. Kesinlikle paradoks yok. İlkeler ve olgular birbirinin karşısına hasım olarak yerleştirilmiyor, birbiriyle yan yana hısım olarak yerleştiriliyor. İnsanın mutluluğu için sınırlar çiziliyor, ilkeler konuluyor, talimatlar veriliyor. Ne ki bütün bunlar yapılırken insanın “insanlığı” göz ardı edilmiyor. Yani insanın maslahatı “muhal” ve “imkânsız” olana değil “mümkün” ve “makul” olana raptediliyor. İstenilen sadece şükür ve yüceltme: “sizi doğru yola ulaştırdığı için O’nu yüceltmenizi ve şükretmenizi ister.”

Şükretmek ve yüceltmek için Allah’ın büyüklüğünü hakkıyla takdir etmek gerek. Bunun mümkün olan en kolay yolu da kulun Allah karşısındaki yetersizliğini ve acziyetini itiraf etmesidir. Kulun acziyet itirafının en güzel yöntemi “dua”dır. İşte indirilmeye başlandığı geceyi bir anda bin aydan daha değerli kılan, o gecenin içinde yer aldığı ay olan Ramazan’a tüm kutsallığını ve bereketini kazandıran Kur’an’ın, yalnızca Allah kelamının ötelerden taşıdığı muştu:

2/186: “Eğer kullarım sana Benden soracak olurlarsa, iyi bilsinler ki Ben çok yakınım. Bana dua edenin çağrısına hemen karşılık veririm. Öyleyse onlar da Bana karşılık versinler ve Bana tam güvensinler ki, hak yoluna yöneltilsinler.”

Bu insanın ta iliklerine işleyen müjdeli hitap karşısında yüreğin sevinçle ürpermemesi mümkün mü? Bu kadar büyük ve ölümsüz bir hakikati bu denli sade ve yalın bir dille anlatmak ancak kelam-ı ilahiye mahsus bir özellik olsa gerek.

“Eğer kullarım sana Benden soracak olurlarsa, iyi bilsinler ki Ben çok yakınım.” Allah’tan sual etmek, Allah hakkında sormak, merakı ve ilgiyi O’na yöneltmektir. Bir kimsenin merakı ve ilgisi neye yönelikse kaygısı o olur. Bir kimsenin kaygısı ne ise ‘zikri’ de o olur. Merakı ve ilgiyi Allah’a yöneltmek, yani kişinin kaygısının Allah olması, kelimenin tam anlamıyla bir zikirdir. “Zikir”, yani unuttuğu bir hakikati hatırlama, üzeri küllenmiş bir gerçeğin külünü sıyırma, yüreğin penceresinin perdesini aralayıp ötelere uzanma. Bunun en güzel ifadesi duadır:

“Bana dua edenin çağrısına hemen karşılık veririm.” Dua, kendini bilenlerin yapacağı bir eylemdir. Çünkü kendini bilenler haddini bilirler. Haddini bilenlerse Allah’ın had ve hudutsuzluğunu, sınırsızlığını bilir. İşte dua bu bilişin itirafıdır. Dua acziyeti itiraftır. Dua, insanın kendi kendine yetmediğini Allah’a itiraf etmesidir. Dua, peygamberin ifadesiyle ibadetlerin beyni, iliğidir. “Namaz” anlamına gelen salât’ın bir manası da “dua”dır. Yani namaz duanın harekete dönüşmüş biçimidir. Onun için Kur’an’ın önsözü olan Fatiha, mükemmel bir hidayet duasıdır. Dua davetiyedir; kulun Allah’a çıkardığı davetiye. Burada açıkça şu ifade ediliyor: eğer kul davetiyesini usulüne uygun gönderirse, Allah kulunun davetine icabet eder.

2/187: “Oruç günlerinizin gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helaldir. Onlar sizin elbiseleriniz, siz de onların elbiselerisiniz. Sizin, kendinizi zor duruma düşüreceğinizi Allah gördü. İşte bu yüzden size affıyla muamele etmiş ve zorluğu üzerinizden kaldırmıştır. Şimdi artık onlara yaklaşın ve Allah’ın size meşru kıldığından yararlanın! Fecir vakti, gecenin karanlığından tan yerinin aydınlığı sizin için belirgin hale gelinceye kadar yiyin için! Sonra orucu geceye kadar tamamlayın! Mescitlerde itikafa girdiğinizde de hanımlarınıza yaklaşmayın! İşte bunlar Allah’ın çizdiği sınırlardır, sakın bunlara yaklaşmayın! İşte Allah âyetlerini insanlığa böyle açıklıyor ki, sorumluluk bilincini kuşanabilsinler.”

“Onlar sizin elbiseleriniz, siz de onların elbiselerisiniz.” Elbise insanı güzelleştirir, ayıbını ve kusurunu örter, insanı diğer canlılardan ayıran bir şeref libası olur. Eşler de birbirini güzelleştirmeli, ayıplarını izale ederek örtmeli, birbirine şeref libası olmalıdır. Kadınla erkeğin birbirini tamamlayan bir bütünün iki parçası olduğu gerçeğinin vahiy diliyle ifadesidir bu âyet. Bu ibare aynı zamanda eşler arası ilişkinin tabiatına da ışık tutmaktadır. Eşlerin birbirlerini himaye etmesi ve birbirlerine huzur vermesi gerektiğini bundan daha güzel ifade etmek mümkün mü? Fakat bu teşbihin işaret ettiği daha derin bir hakikat vardır. O da, eşlerin birbirlerini yüreklerine giyinecek kadar aralarında ülfet ve muhabbetin oluşması. Bu, orucun gücünü zayıflatmaz, aksine artırır. Eşler, yüreklerinin derinliklerine doğru orucun aydınlığında ailece yolculuk yaparlar. Cinselliğin insan fıtratının bir gereği olduğu ve meşru yoldan yaşanmasının “Allah’ın bir nimeti” olarak telakki edilmesi gerektiğini, âyette yer alan “Allah’ın size meşru kıldığından yararlanın” ifadesinden çıkarıyoruz.

“Sizin, kendinizi zor duruma düşüreceğinizi Allah gördü.” Bizim tercihimizden farklı olarak Ebu Müslim el-Isfahani, tahtânûne’nin “azaltmak, eksiltmek” anlamına gelen bir kökten türediğine dikkat çekerek bu ifadenin “Allah, bu konuda izin vermemiş olsa dahi, hazzınızı eksiltmeyi gönüllü olarak kabulleneceğinizi gördü” anlamına geldiğini söyler (Razi).

“Sizin, kendinizi zor duruma düşüreceğinizi Allah gördü.” Bu âyetten de anlaşılacağı gibi, ilk mü’minler, Medine’deki Yahudi geleneğinin de etkisiyle, oruç gecesinde yeme, içme ve cinsel birleşmenin yasak olduğunu sanıyorlardı. Çünkü Yahudilikte oruçlu biri için bütün bunlar yasaktı. Yahudiler sadece iftardan iftara oruçlarını açarlar, oruç gecesini de aynen gündüz gibi oruçlu olarak geçirirlerdi. İsrail oğulları şeriatındaki bu yasağın bu ümmetten kaldırılmasının gerekçesi de şu cümleyle açıklanıyor: “Sizin, kendinizi zor duruma düşüreceğinizi Allah gördü. İşte bu yüzden size affıyla muamele etmiş ve zorluğu üzerinizden kaldırmıştır.”

“Fecir vakti, gecenin karanlığından tan yerinin aydınlığı sizin için belirgin hale gelinceye kadar yiyin için. Sonra orucu geceye kadar tamamlayın.” Burada kullanılan ibare lâfzen “beyaz iplik siyah iplikten ayırd edilinceye kadar” şeklindedir. Hiç kuşku yok ki “beyaz iplik” ile tan yerinin aydınlığı, “siyah iplik” ile de gecenin karanlığı kastedilmektedir. Hz. Peygamber bunu tefsir ederken şöyle buyurmuştur: “Ne Bilal’in ezanı, ne de ufkun şöyle (dikeyine) yayılan beyazlığı sizi sahur yemekten alıkoysun. Işık işte böyle (yatayına) yayılıncaya kadar yiyiniz” (Buhari, Savm 17; Müslim, Sıyam 39). Hz. Peygamber’in orucun başlayış vakti olan fecri tanımladığı bir başka hadisi ise İbn Mes’ud nakletmiştir. Söz konusu hadiste, sabaha doğru tan yerinin yatayına ağarma vakti, orucun başlama vakti olarak tarif edilmektedir. Sahabe, Rasulullah’ın bu tanımını farklı şekillerde yorumlamıştır. Hz. Ömer, Huzeyfe, İbn Abbas gibi sahabiler, Rasulullah’ın bu açıklamasını ışığın tan yerini tamamen aydınlatması, dağların, ovaların ve yolların belirgin hale gelmesi şeklinde anlamışlardır. Hz. Ebubekir ve Hz. Ali’nin sabah namazını kıldıktan sonra sahur yedikleri rivayetleri vardır.

el-Menar sahibi bu konudaki tüm rivayetleri serdettikten sonra konuyu şu adil ve mutedil yaklaşımla kapatır: “Sözün özü şudur: Orucun başlama vakti içtihada ilişkin bir konudur. Mevcut fıkıh ekollerinin genel kabul görmüş içtihatları bu konuda en ihtiyatlı olan ve kabule şayan görüşlerdir. Ne ki ders halkalarında ve hutbelerde, basında ve takvimlerde gösterilen imsak vaktinin, oruca başlama ve sabah namazının vaktinin yaklaştığını halka haber verme amacı taşıdığını kamuoyuna açıklamak gerekir. Bunun amacı sahura geç kalan kimseleri sahur sünnetine uymaları için sahura kaldırmak ve namaza hazırlanmalarını temin etmektir. Şu var ki, sabah namazının vaktinin bitmesine bir dakika kala dahi olsa sahur yiyen kimsenin orucu sahihtir. Yine, vakit çıkmadığı zannıyla yiyip içen kimsenin, sonradan vaktin çıktığı anlaşılmış olsa dahi, orucu sahihtir. Fakat cinsi münasebet konusunda daha fazla ihtiyatlı olmak gerekir ki, sabah namazını vaktinde eda edebilsin.” (el-Menar II, 184)

“Mescidlerde itikafa girdiğinizde de hanımlarınıza yaklaşmayın!” İtikâf, ömründen kısa da olsa bir zaman parçasını kendi benliğini keşfetmek ve iç dünyasını mamur etmek için Allah’a tahsis ederek mescid veya mescid hükmünde bir mekanda kişinin mesaisini adamasıdır. Her itikâf, Hira’yı yeniden yaşamaktır. Yüreğe doğru çıkılan tek kişilik bir yolculukta tensel hazza yer yoktur. Hz. Peygamber’in Medine’de hiç terk etmediği, yapamadığı bir senenin itikâfını kaza ettiği bir ibadet olan itikâf, bir tezkiye ve tasfiye operasyonudur. Hz. Peygamber, peygamberliğinden önce değme dağcının çıkmakta zorlanacağı Hira’nın sarp kayalarına iç dünyasını onarmak ve keşfetmek için her yıl çıkardı. Hicretten sonra bu eylemi mescitte gerçekleştirdi. Ramazan ayının son on gününde iç dünyasında yolculuğa çıkan Nebi, bu geleneğini ömrünün sonuna kadar hiç aksatmadan sürdürmüş ve kendisini takip edenlere de bir sünnet olarak bırakmıştır (Krş: 2:125).

“İşte bunlar Allah’ın çizdiği sınırlardır, sakın bunlara yaklaşmayın!” Allah’ın çizdiği sınırlar vardır. Sınırları kul çizerse, kul sayısı kadar sınır olur. Bu da sınırın yokluğu anlamına gelir. Bir sınır yoksa hiç sınır yoktur. Allah’ın çizdiği sınırları değil aşmayı, onlara “yaklaşmayı” bile aklınızdan geçirmeyin! Bu nedenle âyette bu sınırların çiğnenmemesi değil, bu sınırlara yaklaşılmaması istenmektedir. Bütün bunların amacı da âyetin sonunda ifade edilmektedir: Sorumluluk bilincine kavuşmak.

“İşte Allah âyetlerini insanlığa böyle açıklıyor ki, sorumluluk bilincini kuşanabilsinler.” Bakara Sûresi’ndeki oruçla ilgili pasaj böyle bitiyor. Orucun insanlıkla yaşıt bir kulluk vecibesi olduğunu söyleyen pasajın ilk âyeti olan 183. âyet de, gerekçe olarak “sorumluluk bilinci” şeklinde anlamamız gereken takvâ’yı göstermişti. Buradan çıkan sonuç, ibadetlerin amaç değil birer araç olduğudur. Takvâ ise, ibadetlerin hem sebebi, hem sonucudur. Hem illeti, hem gayesidir.

Oruçla ilgili pasajın öncesinde yer alan kısas ve vasiyet âyetleri ağırlıklı olarak insan-insan ilişkileriyle ilgiliyken, oruç ve onun incelttiği yüreklerin Allah’a yolladığı davetiye demeye gelen dua âyetleri ise insan-Allah ilişkileriyle ilgilidir.

“…tıpkı sizden öncekilere olduğu gibi.” âyeti İslamî hükümlerin zamanlar ve zeminler üstülüğüne dikkat çekmekte ve tüm semavi şeriatların ortak noktalarından birinin de oruç olduğunu ortaya koymaktadır.

Oruç insanlığa açılmış ilahi bir kredidir. Oruç tutan bir mü’min, insanlıkla yaşıt bir kervana dâhil olmuştur. Oruç üzerinden her mü’min “insanlıkla yaşıt iman ailesi”ne mensubiyetini ilan etmektedir.

“…belki bu sayede takvaya erersiniz.” âyetinin açılımı, orucun insandaki sorumluluk bilincini artırması, onu Rabbine, kendine, insanlara, tabiata ve eşyaya karşı daha sorumlu davranmaya itmesidir.

Ramazan’a hürmet Kur’an’a hürmettir, Kur’an’a hürmet Allah’a hürmettir. Vahyin inmeye başladığı Ramazan’a hürmetin ölçüsü ise onu oruçlu geçirmektir.

İtikâf, ömründen kısa da olsa bir zaman parçasını kendi benliğini keşfetmek ve iç dünyasını mamur etmek için Allah’a tahsis ederek mescid hükmündeki bir mekanda kişinin mesaisini adamasıdır.

Mustafa İslamoğlu, Kurani Hayat, SAYI-02 Ramazan 2008-09

http://kuranihayat.com/content/oru%C3%A7-ve-ramazan-%C3%A2yetlerinin-tefsiri-mustafa-islamo%C4%9Flu

posted in ORUÇ | 0 Comments

23rd Nisan 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

HACCI ANLAMAK – MUSTAFA İSLAMOĞLU

Şeair, Kur’an’ın sırf hac için kullandığı bir kavram. “Semboller” demek. Kur’an bu kavramı haccı ifade eden bir terkip olarak “Allah’ın sembolleri” (min şe’âirillah) şeklinde kullanır. Bir yerde sembollerden söz ediliyorsa, orada durmak gerek. Çünkü hiçbir sembol, bizatihi kendisine atıf yapmaz. Her sembol kendi dışında bir hakikate atıftır ve sembolize ettiği bir değer vardır. Haccı anlamak isteyen, şu soruyu sormak zorundadır: Peki, hac Allah’ın sembollerindense, bu semboller neyi sembolize ederler? Yani Allah bu sembollerle neyi anlatmıştır? Haccı farz kıldığı mümin kullarına bu simgelerle neyi işaret etmiştir?

Hac yolu, “hayat yolunu” sembolize eder. Zaten, aynı kökten gelen “mahacce” de “geniş ve doğru yol” demektir. Bu yola çıkan kişi, hayatın bir yol (sırat), insanın müebbed bir yolcu, ibadetin yol azığı olduğunu fark eden kişidir. Yol yolcu için, yolcu hem yolun hem yolcunun sahibi olan Allah için yaratılmıştır. Yolcunun yolda olduğuna dair “delil” gerektir. İşte hac, yolcunun yolda oluşuna dair Allah’a sunulmuş bir “hüccet” mesabesindedir.

Haccın amacı, yolcuya yolun sonunu unutturmamaktır. Yolun sonunda yolculuğun hesabını vermek vardır. Hayatını avuçlarına alıp mahşere çıkmış, Hesap Günü huzurda durup ömrünün muhasebesini yapmış gibi… İşte bu yüzden hac mahşerin provasıdır. Haccın mahşerin provası olduğunu anlamak için uzağa gitmeye gerek yok. Hacı, üzerine, başına baksın yeter. Sırtında kefeni temsil eden iki parça bezden müteşekkil ihram vardır.

İhram, tıpkı ölüm gibi herkesi eşitler. Sırtına ihramını geçirerek hüccac mahşerine katılanın toplumsal statüsü geride kalmıştır. Tıpkı, namazda başlama tekbirini alırken nasıl tüm dünyasını ellerinin üzerine koyup arkasına atıyorsa, hacca çıkan biri de ihramını giymekle elbiseleriyle birlikte tüm dünyasından da soyunur.

İhram beyazdır. Aklığı temsil eder. Bir tür “havariliği”… Zaten Hz. İsa’nın havarilerine de “ak giysiler” giydikleri için havari dememişler midir? İhramını kuşanan hacı, artık Allah’ın dininin ensârı olmaya adaydır. Eğer sözünde durursa, İslam ona hicret edecektir. Eğer durmaz ve kendini kirletirse, İslam ondan hicret edecektir.

Hac, terk ederek başlar. Haccın ilk öğrettiği şey budur. Çünkü hiç kimse terk etmeden bulamaz. Ayrılmadan kavuşamaz. Mahrum olmadan nail olamaz. Sırt dönmeden yüz çeviremez. Değere kavuşmak için fiyat terk edilir. Büyüğe kavuşmak için küçük terk edilir. Sevaba kavuşmak için günah terk edilir. Yüceye kavuşmak için alçak terk edilir. Kâbe’ye kavuşmak için sıla terk edilir. İçe kavuşmak için dışa veda edilir. Kefeni temsil eden ihram ile hürmet bulmak için tüm üniformalar terk edilir.

Diğer tüm ibadetlerin “makbul olması” istenir. Fakat sıra hacca gelince “makbul”ün yerini “mebrur” (doğru-dürüst yapılmış, sırrına erilmiş, hakkı verilmiş, amacına ulaşmış, kalite katılmış, iyilerin haccına dâhil edilmiş) hac alır. Tıpkı, diğer ibadetler için kullanılmayan “semboller” (şe’âir) kavramının hacca tahsis edilmesi gibi. Bu istisnai kavramlar, haccın tüm ibadetler içerisindeki müstesna konumunu ifade ederler.

Diğer ibadetlerin aksine, hac çağrısı, “insanlığa” yönelik bir çağrıdır. Hz. İbrahim’e “İnsanlığa hac için çağrı yap!” ayetinde de, “Ona ulaşmaya güç yetirebilen herkese beyti haccetmek, Allah’ın insanlık üzerindeki hakkıdır” (3:97) ayetinde de bu vurgu açıktır.

Hacca giden her şuurlu müminin içinde hissettiği en derin kaygı şu soruda dile gelir: Acaba haccım kabul oldu mu? Allah’tan başka hiç kimse, hiçbir ibadet için “kabul” garantisi veremez. Zaten Allah Rasulü de hacca ilişkin müjde taşıyan tüm hadislerinde, “mebrur olmuş bir hac” şartını koşar.

İyi de, bir hac nasıl olmalı, veya ne yapılmalıdır ki, o hac mebrur olsun?

Bu suale cevap vermeden önce, haccın illet, hikmet, ruh ve maksadını anlamamızı temin eden başka sualler sormamız şarttır. Mesela şu sualler gibi:

Hac ibadeti bir avantaj mıdır? Eğer avantaj ise, bu durumda hacca gidemeyenler, “baştan kaybetmişler” sınıfına mı dâhildirler?

Cevap açıktır:

Hac bir avantaj değil sorumluluktur. Tıpkı zekât verecek servete sahip olup da zekât vermek gibidir. Üzerine hac farzı terettüp edenin hacca gitmesi bir yükümlülüktür. Ancak her giden hacı dönmez. Kimisi “acı” gider “hacı” döner. Kimisi “acı” gider “acı” döner. Kimisi ise “tatlı” gider “acı” döner.

Nice gidenlerden Kâbe kaçtığı gibi, nice gidemeyen âşıklarının yüreğini Kâbe bir hacı gibi gider tavaf eder. Yoksa bir haccım sırasında kulaklarımla duyduğum, “Bizi bunun için mi şu dağın (Arafat) başına getirdiler?” diyen, yine Kâbe’yi yatır/baba türbesi zannedip “Babayı döndük geldik” diyeni nereye koymalı?  Dinle imanla alakası olmadığı halde sırf A-Sınıfı turizm belgesi var diye pastadan pay verilen ve “20 yıldır hacca adam getiriyorum, bir kez bile orayı (Kâbe) merak etmedim” diyen ‘dinsel turizm’ kârcısını nereye koymalı? Bu yüzden, haccı rakamlara kurban edenlere, Allah Rasulü’nün ömründe tek bir kez haccettiğini hatırlatmak gerek.

Allah Rasulü’nün veda haccı, hayatını ümmete vasiyetidir. Bu yolla, yaşadığı örnek/model hayatı kodlar ve semboller üzerinden aktarmıştır. “Haccınızı benden alın” derken, aslında “Razı olunmuş bir hayatın kodlarını benden alın” demiş oluyordu aynı zamanda…

Sözün özü şudur: Hacca gitmek başlamaktır, bitirmek değil; “Allah’a söz vermek”tir, “Allah’tan söz almak” değil; sorumluluktur, avantaj değil; tatbikattır, teşrifat ve tenzilat değil

İbadetlerin de ölüsü ve dirisi olur. Kur’an ibadetin öldürülmesine “zayi etme” adını veriyor ve namazı zayi etmekten söz ediyor. Zayi etmek, “araya vermek, işe yaramaz duruma getirmek” anlamına geliyor. İbadet zayi edilince ölür, kazanılınca dirilir. Haccı zayi etmek, hayatı zayi etmekle eş değer… Tabi ki haccı kazanmak, hayatı kazanmaya bedel.

Nedenini anlamak için, haccı özetlemek lazım:

İhram, varlığa hürmeti ve hududa riayeti temsil eder.

Telbiye, ilahi davete icabeti temsil eder.

Arafat, marifeti temsil eder.

Meş’ar, şuuru temsil eder.

Cemerat şeytanla ve onun emrine giren güdülerle, kötülükle ve zulümle mücahede ve cihadı sembolize eder.

Kurban kurbiyyeti ve kayıtsız şartsız teslimiyeti temsil eder.

Tavaf, Allah-insan sözleşmesinin altına atılmış fiili bir imzadır. Evrensel koronun ilahisine gönüllü katılımı temsil eder.

Sa’y, hayatı ebedi bir hicret ve kendini müebbet muhacir bilip, var oluş amacını gerçekleştirmek için ömürlük sa’y u gayreti temsil eder.

Özetin özetini yapacak olursak, kısaca hac; varlığa hürmet ve hududa riayet, şuur ve marifet, mücahede ve cihat, kurbiyet ve teslimiyet, ilahi sözleşmeye sadakat, kâinata aidiyet, hakka hicret ve sa’y u gayretten ibarettir.

Peki, razı olunmuş bir hayatın kodları nelerdir?

Aynen birebir şu yukarıda saydığımız şeylerdir. Yani, haccı hac yapan nelerse, hayatı razı olunmuş bir hayat yapan da aynı şeylerdir. Allah Rasulü’nün hayatının kodlarını çıkarsaydık, şu yukarıda özetlediğimiz haccın kodlarından daha farklı ne bulurduk?

Şu halde Allah Rasulü’nün ömrünün sonunda, vefatına sayılı günler kala yaptığı hac sırasında “Haccınızın menasikini benden alınız!” diyerek bıraktığı hac mirası, aslında onun hayatıydı. Rasulullah bize, hac suretinde hayatını kodlayarak, tabiri caizse “sıkıştırılmış (zipli) bir dosya” bıraktı. Bu onun hem mirası, hem vasiyetiydi.

Hacca gidenler, aslında yaşamaları gereken bir hayatın kodlarını almaya gidiyorlardı. İşte bunun için hacca gelmek, razı olunmuş bir hayatın dosyasını almaya gelmek, yani aslında bir “gelmek” değil, bir “getirmek için gelmek” idi.

Her giden, bir parça gidemeyenleri temsilen, bir parça onlar adına gitmeliydi. Onlar adına gitmeli ve “razı olunmuş bir hayatı” önce semboller (şe’âir) üzerinden talim etmeli, sonra da o sembollerin gösterdiği hakikatleri “tatbikat” sırasında yaptığı gibi hayata uyarlamalıydı.

Müminlerin annesi Ümmü Seleme’nin bir sorusu üzerine, Rasulullah haccı cihad olarak niteler. Haccın cihada benzetildiği başka sahih rivayetler de vardır. Bu benzetme gerçekten ilginçtir. Cihad’ın tarifi malum: İnsanın Allah ve O’nun davası için sergilediği üstün gayret. Yani haccı hayata taşıma cehdi, aslında “Hayat’ı hayata taşıma” cehdinden başka bir şey değil.

Haccın bu hakikatini anladığımızda, gidebilenlerin haccı olabileceği gibi, gidemeyenlerin de bir haccı olabileceğini anlayabiliriz. Hacca gidebilenler, asla “kafadan kazanmış şanslılar”, gidemeyenlerse “kafadan kaybetmiş şanssızlar” zümresi değildir. Hac, ne varsılların günahlarını yıkattıkları “çamaşır makinesi”, ne de gelen herkese peşinen verilmiş “garanti belgesi”dir.

Kur’an’ın şahadetiyle, hacca tüm insanlık davet edilmiştir (3:97). Dolayısıyla hac üzerlerine farz olan mü’minler, bir anlamda bu ibadeti insanlığın farz-ı kifayesini yerine getirmek için de eda ederler. İmkân bulamadığı için gelemeyenleri töhmet altında bırakan bir söylem, insanın aklına başka şeyleri getiriyor. Gidebilen öyleleri var ki, Kâbe’nin yanı başında bulunduğu halde Kâbe ondan kaçar. Ama gidemeyen öyle Kâbe âşıkları da var ki, Kâbe onu ziyarete gelir. Hac için yola çıkan Abdullah b. Mübarek, aç biilaç hallerine muttali olduğu yetimlere tüm yol parasını verdiği için, yarı yoldan geriye dönmüştü. İşte, gidemeyenlerin haccına muhteşem bir misal…

Allah Rasulü son noktayı koymuştur: “Mebrur olmuş bir haccın karşılığı cennettir”, her haccın değil. Bir haccın mebrur olması, yani “iyilerin haccına dâhil olması, kalite kazanması, hakkının verilmiş olması”, Allah’ın şiarlarından oluşan hac menasikinin sembolize ettiği hakikatlerin tahakkukuyla mümkündür. O da haccı hayata taşımakla olur.

Soru: Bir haccın mebrur olduğu, yani kabul olduğu ne zaman belli olur?

Cevap: Ölünce, yani uyanınca.

Rabbimiz haccımızı hayatımız, hayatımızı haccımız kılsın.

Hacı, hayatın bir yol, insanın müebbed bir yolcu, ibadetin yol azığı olduğunu fark eden kişidir. Yol yolcu için, yolcu hem yolun hem yolcunun sahibi olan Allah için yaratılmıştır.

Haccın amacı, yolcuya yolun sonunu unutturmamaktır. İşte bu yüzden hac mahşerin provasıdır. Hacının sırtında kefeni temsil eden iki parça bezden müteşekkil ihram vardır.

Hac; varlığa hürmet ve hududa riayet, şuur ve marifet, mücahede ve cihat, kurbiyet ve teslimiyet, ilahi sözleşmeye sadakat, kâinata aidiyet, hakka hicret ve sa’y u gayretten ibarettir. Mustafa İSLAMOĞLU, Kurani Hayat, SAYI-03 Hac 2008-11

http://kuranihayat.com/content/hacc%C4%B1-anlamak-mustafa-islamo%C4%9Flu

ALLAH RASULÜ’NÜN HACCI – Mustafa İSLAMOĞLU

Huzû ‘annî menâsikekum

(“Haccınızı benden alınız”)

“Haccın fıkhını nereden öğreneyim?” sualine verilecek en güzel cevap hiç şüphe yok ki “Allah Rasulü’nün sünnetinden” cevabıdır. Zira sünnet, kendisine uyulmaya layık olandır. Bir hususta sünnette açık kapı bırakılmışsa, o konuda ibadet sahibine geniş bir manevra alanı tanınmışsa, birden fazla seçenek gösterilmiş veya sükût geçilmişse, bütün bunlar da sünnetin bir parçasıdır. Biz Rasulullah’ın ömründe yaptığı tek haccı, hac fıkhını kaynağından öğrenmek isteyenler için özetledik. Bunu yaparken birden çok kaynağa başvurduk. Sahabenin aynı konudaki farklı görüş ve uygulamalarını da dercettik ki, genişlik bulunan hususlarda darlık dayatılmasın.

***

Tarihen sabittir ki, Hz. Peygamber hicretten sonra 9 yıl haccetmeden durmuş, 10. yıl haccedeceğini ilan etmiştir. Rasulullah’ın bu tek haccı tarihe “Veda Haccı” olarak geçmiştir. Bu hac sırasında müminlere “Haccınızı benden alın” diye emretmiştir. Çünkü hac ibadeti İbrahimî bir gelenek olarak Cahiliyye döneminde de îfâ ediliyordu. Fakat hem amacından saptırılmış, hem de yöntemi tahrif edilmişti. Hz. Peygamber, cahiliyye insanının elinde aslı tanınmayacak şekilde tahrip ve tahrif edilen hac ibadetini yeniden inşa ve ihya etti.

Veda Haccı, Rasulullah’ın vefatından hemen önce yapılmıştır. Zaten, “Veda” ismini almasının nedeni de budur. Bu hac, “dinin ikmal, nimetin itmam edildiğini” müjdeleyen ayetin (5.3) fiili bir tezahürü olmuştur. Rasulullah, on binlerden oluşan müminler selinin huzurunda elçilik görevini yaptığına dair insanların tanıklığına başvurmuş, kendisi de bu tanıklığa Allah’ı şahit kılmıştır.

23 yıllık nübüvvet sürecinin sonuna denk gelmesi açısından hac ibadeti, tüm diğer ibadetlerin de taç yaprağını oluşturmuştur. Bu nedenledir ki hac ibadeti, Muhammedi şeriatın dayandığı temel ilkelere ilişkin birçok uygulama ve delili de bünyesinde barındırır. “Dinin ikmal edildiği” bir döneme denk düşen bu ibadet, İslam ibadet fıkhı için kurucu özne rolü oynayacak denli ayrıntılı ve zengin bir referans oluşturur. Tevatür derecesine ulaşmış ana çatısı ve en ince ayrıntılarına varana dek kayıt altına alınmış tabiatıyla hac ibadeti, ibadetlerin hikmetini kavramak isteyenler için de zengin bir veri kaynağıdır.

Hadisle iştigal edenler bilirler ki, gerçek bir  “mütevatir haber” hadis eleştirisinin (cerh ve tadilin) konusu olamaz. Çünkü, buna kimsenin gücü yetmez. Zira hakiki tevatür, kayıt ve kuyûdât altına alınamayacak kadar çok ve farklı insanın naklettiği haberdir.

Biz burada, hadislere konu olan Veda Haccı’nı nakledeceğiz. Bunu yapmadaki amacımız, “hac ilmihalini” öğrenmek isteyen herkese haccın gerçek ilmihalinin Rasulullah’ın haccı olduğu hakikatini söylemektir.

Müslümanların zihnindeki peygamber tasavvurları farklı farklı olsa da, gerçekte Peygamber bir tanedir. O da bir tek hac yapmıştır ve bu haccı tüm Müslümanlara “model” olarak takdim etmiştir. Bu takdimi talimatıyla pekiştirerek “Haccınızı benden alınız” buyurmuştur.

Rasulullah’ın Veda Haccı’nı birçok sahabi nakletmiştir. Bu nakillere farklı versiyonları ve lafızlarla birçok hadis derlemesi yer vermiştir. Biz bu rivayetlerin en sahih ve en meşhurlarını bir potada cem ederek nakledeceğiz. Rivayetlerin çoğu Cabir b. Abdullah, Âişe bt. Ebubekir, Abdullah b. Abbas, Abdullah İbn Ömer gibi önde gelen sahabilere dayanmaktadır. Bu rivayetleri başta Buhârî ve Müslim olmak üzere, birçok hadis kaynağı müştereken ya da münferiden nakletmişlerdir. Rasulullah’ın sünneti olan Veda Haccı’nı naklederken, yeri geldikçe hadislere de başvuracağız. Bu ayrımı, “sünnet” ve “hadis”in aynı olduğunu zannedenleri uyarma maksadıyla yaptığımızı da hemen vurgulamış olalım.

Şimdi Veda Haccı’nı anlatmaya geçebiliriz.

***

Rasulullah’ın hac ilanını duyan insanlar, onunla birlikte hac ibadetini yapabilmek için akın etmişti. Rasulullah Medine’den çıkmış ve Zülhuleyfe denilen yere gelmişti. Burada önce yıkandı, koku süründü, iki rekât namaz kıldı. Beline belden aşağısını örten bir örtü (izar) doladı. Omuzlarından aşağıya da yine bir başka örtü (rida) alarak ihrama girdi. (D.Notu: Cinsel birleşme dışında ihram yasaklarından birini çiğneyene üç alternatifli bir fidye gerektiğini, Rasulullah’ın şu hadisinden öğreniyoruz: “Ka’b b. Ucra’dan: Hudeybiye zamanında Rasulullah onun yanına uğrayarak “Başına musallat olan haşere sana eziyet mi etti?” diye sormuş, Ka’b da “Evet” demiş, bunun üzerine Rasulullah şöyle yol göstermiştir: “Başını tıraş et. Sonra ya kurban olarak bir koyun kes, ya üç gün oruç tut, ya da üç sa’ hurmayı altı fakire yedir.” (Müslim, Hac, 80-86; ayrıca, Buhârî ve Ebu Davud) Bu üç şıktan kolay olanı yapmak ruhsat, zor olanı yapmak azimet sayılsa gerektir.)

“İbn Abbas’la Misver b. Mahreme, Ebva denilen yerde ihtilaf etmişler. İbn Abbas “İhramlı bir kimse başını yıkayabilir” derken Misver “yıkayamaz” der. Ravi Abdullah b. Huneyn dedi ki: “Bunun üzerine İbn Abbas beni Ebu Eyyub el-Ensari’ye gönderdi. Ebu Eyyub’a durumu arz ettim. O elbisesini başı görününceye kadar çekip indirdi. Başına su dökülmesini istedi ve başını elleriyle ovarak yıkadı ve dedi ki: “Ben Rasulullah’ın işte böyle yaptığını gördüm.” (Buhârî, Müslim, Nesâi, Ebu Davud, İbn Mâce)

“Âişe’ye ihramlının vücudunu kaşıyıp kaşıyamayacağı soruldu. Âişe, “Evet, bedenini kaşısın, hatta var gücüyle kaşısın” dedi.” (Buhârî, Müslim) Malik’te şu fazlalık yer alır: “Ellerim bağlansa ve ayaklarımdan başka kaşıyacak yerim olmasaydı, ayaklarımla kaşırdım.” (Aynı rivayet İbn Abbas, Cabir, Said b. Cübeyr, ‘Atâ ve İbrahim Nehaî’den de gelmiştir.)

“Rasulullah ile Ebubekir’in tüm yol eşyalarını bir deve taşıyordu. Bu deveyle ilgilenmesi için bir köle görevlendirilmişti. Arc denen yere gelindiğinde, geride kalan bu deveyi bekleyen Ebubekir, kölenin devesiz geldiğini gördü. Sorduğunda, kölenin deveyi kaybettiğini öğrendi. “Bir tek deveye sahip çıkamadın mı?” diyerek köleyi dövdü. Rasulullah, bir yandan tebessüm ediyor, bir yandan da “Şu ihramlıya bakın, ne yapıyor!” diyordu. Bundan başka bir şey söylemedi.” (Esma’dan; Ahmed, Ebu Davud ve İbn Mâce)

“Nebi aleyhisselam Arafat’ta bir hutbe okuyarak şöyle buyurdu: Alta sarınacak ihram bulamayan Müslüman don giysin; takunya bulamazsa mestlerini giysin.” (İbn Abbas’tan, Buhârî, Müslim ve Ahmed)

“İhramlıyken biri öldü. Rasulullah şöyle buyurdu: “Bunun başını örtmeyin ve koku sürmeyin; çünkü o kıyamet günü telbiye getirerek dirilecektir.”

Rasulullah ihrama girdikten sonra telbiye getirmeye başladı:

Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke la şerike leke lebbeyk, inne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk, lâ şerike lek. (Bkz. 7. bölüm)

Rasulullah’ın haccının türü neydi? Hz. Aişe’den gelen rivayet buna cevap niteliğindedir: “Veda Haccı senesinde Rasulullah ile birlikte çıktım. Kimimiz yalnız umreyi, kimimiz hac ile umreyi, kimimiz de yalnız haccı niyetine almıştı. Rasulullah ise yalnız hacca niyetlendi (Buhârî ve Müslim). Müslim’in Atâ’dan rivayetine göre Rasulullah yanında kurbanını getirmeyenlerin umreyi yaptıktan sonra ihramdan çıkmalarını emretmiş, bunu kötü gören cahiliyye geleneğinin etkisinde kalanlara da “Yanımda kurbanım olmasaydı mutlaka ben de sizin çıktığınız gibi ihramdan çıkardım. Geride bıraktığım bu iş bir daha başıma gelecek olsa yanımda kurban getirmezdim. Fakat siz ihramdan çıkın.”

İnsanlardan bazıları farklı şekillerde telbiye getirdiler. Rasulullah onlara müdahale etmedi” (Cabir’den; Müslim)

“Abdullah b. Ömer “Lebbeyke lebbeyk, lebbeyke ve sa’deyk, ve’l-hayru bi-yedeyk, lebbeyke ve’r-rağbâ’, ileyke ve’l-‘amel” diye telbiye getirirdi. (Nafi’den; Malik)

“İbn Ömer sahabenin telbiyeye yaptıkları fazlalıkları duymuş, fakat onlara bir şey dememiştir.” (Ebu Davud ve Beyhaki)

Hz. Peygamber telbiye getirmeyi, evrendeki varlıkların ilahi korosuna bir katılım olarak görmüştür. Bu görüşünü de şöyle dile getirmiştir: “Hiçbir Müslüman yoktur ki, telbiye getirsin de, yeryüzünün bir ucundan öbür ucuna sağında ve solunda olan taş, ağaç, toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın.” (Tirmizi, Hac, 14; İbn Mâce, Menasik, 15)

Hz. Peygamber, bu ulvî sloganın yüksek sesle söylenilmesini emretmiştir.

Rasulullah’ın ihrama girdiği Zülhuleyfe’de Esma bt. Umeys doğum yapmış ve kendisinin nasıl yapması gerektiğini sormuştur. Bunun üzerine Rasulullah ona “Yıkan ve (ped görevi görecek) bir giysi, bir kuşak sarın, sonra da ihrama gir!” buyurmuştur. (Müslim, Hacc, 147)

Rasulullah’ın bu hac yolculuğu sırasında, hayata ait farklı durumlar zuhur etmiştir. O da bu durumlara uygun çözümler geliştirmiştir. Bu bağlamda kafile Serif adlı mevkiye geldiğinde Rasulullah’la birlikte hac yolculuğuna çıkan eşi Hz. Aişe hayız görmüş ve bunun üzerine ağlamaya başlamıştır. Rasulullah onu şöyle teselli etmiştir:

Fesübhanallah. Niçin ağlıyorsun ey Aişe? Bu Allah’ın Âdem kızlarına takdir buyurduğu bir şeydir. Bir hacı ne yapacaksa sen de onu yap. Yalnız tavafı temizlendikten sonraya bırak.” (Müslim, Hac, 132 ve 133; ayrıca, Buhârî, Hayd, 7)

Rasulullah Kâbe’ye vardığında Hacerülesved’in bulunduğu köşeyi selamlamış ve yedi kez tavaf etmiştir. Bu turların ilk üçünde hızlı yürümüş (remel) son dördünde normal yürümüştür. (D.Notu: İhramın ucunu sağ koltuğun altından çıkarıp sol omuza alarak omuzu açıkta bırakmak demek olan “ıztıba”nın sünnet olmayıp tavafta kolaylık olsun diye yapıldığı çoğunluğun görüşüdür. İmam Malik “Böyle yapmak müstehap olmaz. Çünkü ızdıba bilinmeyen bir şeydir. Rasulullah’ın böyle yaptığını da kimse görmemiştir” der.)

“İbn Ömer’den: “Rasulullah Hacerülesved’e döndü. Onu selamladıktan sonra dudaklarını taşın üzerine koyarak için için gözyaşı dökmeye başladı (Bkz. 20. bölüm). Ömer de onun ağladığını görünce içten ağlamaya başladı. Onun gözündeki yaşları gören Rasulullah dönüp dedi ki: “Ey Ömer! Burada yaşlar dökülür.” (Hakim, Müstedrek) (DN: Rasulullah’ın Hacerülesved’i öpmesi, Kâbe’yi yeniden inşa ve ihya eden Hz. İbrahim’in elini öpmesini sembolize eder. Çünkü Hacerülesved Hz. İbrahim’den geriye kalan tek orijinal hatıradır. Bunu Mühelleb’in şu sözünden de çıkarmak mümkündür: “İbrahim aleyhisselamın Kâbe’yi yaparken kullandığı taşlardan sadece Hacerülesved’in kalmış olduğu ancak böylece kesin bir şekilde bilinmiş olur. (Nakleden: Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, II, 133)

“Ömer’in oğlu Hacerülesved’de sıkışır, hatta burnu kanardı. Rasulullah Ömer’e dedi ki: “Ey Hafs’ın babası, sen güçlü bir adamsın. Hacerülesved’de insanları sıkıştırma. Yoksa zayıflara eziyet verirsin. Eğer bir boşluk bulursan selamlama yap, şayet bulamazsan tekbir al geç.” (İmam Şafii, Sünen)

Turlar sırasında sadece Yemen tarafındaki iki rüknü selamlamış ve diğer ikisini selamlamamıştır. Bakara Sûresi’nin 201. âyetini dua olarak okumuştur: “Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru!”

Sonra Kâbe’nin makam denilen taşın bulunduğu mevkiinde, Kâbe’ye yönelerek iki rekât namaz kılmış, birinci rekatta Kafirûn, ikinci rekâtta İhlas sûrelerini okumuştur.

Sonra kapıdan Safâ’ya çıkmış ve oraya yaklaşınca İnne’s-Safâ ve’l-Mervete min şe’airillah (“Hiç şüphesiz Safâ ve Merve Allah’ın sembollerindendir” 2:158) âyetini okumuştur. Âyette ilk geçen “Safâ”yı kastederek “Allah’ın başladığı yerden başlayın” buyurmuş ve sa’yine Safâ’dan başlamıştır.

Kâbe’yi görecek şekilde Safâ tepesine çıkmış, orada kıbleye yönelmiş, şöyle tevhid ve tekbir getirmiştir:

Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh.

Lehu’l-mulku ve lehu’l-hamdu ve huve ‘alâ kulli şey’in kadîr.

Lâ ilâhe illalâhu vahdeh.

Enceze va’deh.

Ve nasara ‘abdeh.

Ve hezeme’l-ahzâbe vahdeh.

(“Bir tek Allah’tan başka hiçbir tanrı yoktur, O’nun ortağı yoktur.

Mülk O’nundur ve hamd yalnızca O’na mahsustur ve O her şeye güç yetirendir.

Bir tek Allah’tan başka tanrı asla yoktur.

O vaadini yerine getirdi.

Kulunu zafere erdirdi.

Tek başına (küfrün) bütün müttefiklerini bozguna uğrattı.”)

Sonra dua etti. Yukarıdaki sözlerini tekrarladı. Merve tepesinde de böyle yaptı. Böylece bu iki tepe arasında yedi kez gidip gelerek sa’yini tamamladı.

“Rasulullah sa’y yaparken damadı Ali, yanında develerle birlikte Rasulullah’a kavuştu. Eşi Fatıma’yı ihramdan çıkmış buldu. Üzerinde ihramlının giymesi mahzurlu olan kokulu bir boyayla boyanmış elbise vardı. Gözlerine de sürme çekmişti. Onun bu durumu Ali’nin hoşuna gitmedi. Fâtıma, “Babam böyle emretti” dedi. Ali, doğruca Rasulullah’a gidip durumu arz etti. Rasulullah da “Fâtıma doğru söylemiş. Sen hacca hangi niyetle çıktın?” diye sordu. Ali dedi ki: “Ya Rabbi! Rasulünün niyetiyle çıkıyorum, dedim”. Rasulullah “Ama ben yanımda kurban getirdim” dedi ve ekledi: “Şu halde ihramdan sen de çıkma”. (Müslim ve Ebu Davud) (D.Notu: Dihlevi der ki: “Kurbanlık sevk etmek ihramdan çıkmaya engeldi. Çünkü kurban sevk etmek onu boğazlayıncaya kadar ihram üzere devam edeceğine dair bir tür nezirdir. İnsanın üstlendiği şey sadece içinden geçen bir düşünce ya da mücerret bir niyetse, bir eylemle kayıtlı değilse, bir önemi yoktur. Ama bir eylemle tesbit edilmiş ve kayıtlanmışsa, artık ona riayet gerekir. Bunu belgelemek ise çeşitli şekillerde olur. Bunun en alt mertebesi dil ile söylemektir (dille niyet). En güçlüsü ise sözle birlikte murad ettiği hale özel aleni bir fiilin bulunmasıdır. Kurbanlık sevki işte bu cümledendir. (Huccetullahi’l-Baliğa, Daru’t-Türas, Kahire-1355, II, 63) Kemal ibn Hümam şöyle der: “Rasulullah’ın haccını rivayet edenlerden hiç birinin Rasulullah (sav)’den “Umreye niyet ettim” veya “Hacca niyet ettim” sözünü işittiğini bilmiyoruz” der.)

Zilhiccenin 8’ine denk gelen Terviye Günü Rasulullah Mina’ya çıktı. Öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarını Mina’da kıldı. Güneş doğuncaya kadar bekledi ve sonra yola koyularak bir tarafı Arafat diğeri Müzdelife’ye açılan Nemire vadisinde konakladı.

Rasulullah’ın Mina’da mola vermesi, kafiledeki insanların ihtiyaçlarını giderme amacını taşıyordu. Bir diğer gerekçesi de vaktinden önce Arafat’a çıkmamak istemesiydi. Eğer Arafat’a erken çıksaydı insanlar bunu sünnet edinirler vaktinden önce oraya varmaları gerektiğini düşünürlerdi.

Nemire’de gün ortası olunca Rasulullah devesi Kasvâ’nın hazırlanmasını emretti. Vadinin ortasına geldi ve meşhur Veda Haccı hutbesini irat etti. Bu hutbede, sanki bütün bir insanlık onu dinliyormuş gibi, tüm insanlığa hitap etti. Yeryüzünün en kapsamlı ve ilk insan hakları bildirisi olma vasfını taşıyan bu hutbe şöyle kayıtlara geçti:

“Ey İnsanlar!

Kanlarınız, mallarınız ve namuslarınız, tıpkı şu içinde bulunduğunuz gün gibi, bu ay gibi, şu belde gibi dokunulmaz ve mukaddestir.

Biliniz ki, cahiliyyenin her şeyi ayaklarımın altındadır.

Cahiliyye döneminden kalan kan davaları hükümsüzdür. İptal ettiğim ilk kan davası bizim kanlarımızdan İbn Rebia b. Haris’in kanıdır.

Cahiliyyeden kalma faizler de hükümsüzdür. İptal ettiğim ilk faiz, bizimkilerden Abbas b. Abdulmuttalib’in faizidir. Bundan böyle faizlerin tümü hükümsüzdür.

Kadınlarınız hakkında Allah’tan korkun Allah’tan. Onları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Yine Allah adına onları kendinize helal kıldınız. İstemediğiniz kimseleri hanenize almamaları sizin onların üzerindeki hakkınızdır. Onların da sizin üzerinizde (karşılıklı hak ve sorumluluk esasına) uygun hakları vardır. Nafakalarını, giysilerini temin bunlardandır.

Size sımsıkı sarıldığınız takdirde bundan böyle dalalete sapmayacağınız bir şeyi, yani Allah’ın kitabını bırakıyorum. Ahirette beni sizden soracaklar. Buna ne cevap vereceksiniz?

Hep bir ağızdan “Şehadet ederiz ki, sen Risaletini tebliğ ettin, görevini yaptın ve bize hayır öğüt verdin!”

Bunun üzerine Rasulullah işaret parmağını kaldırıp şöyle dedi:

Şahit ol ya Rab!

Şahit ol ya Rab!

Şahit ol ya Rab!

Sonra ezan okunmasını ve kamet getirilmesini emretti. Önce öğle namazını kıldırdı. Sonra yeni bir kametle ikindi namazını kıldırdı. Bunların arasında başka bir namaz kılmadı. Sonra hayvanına bindi. Bir kayanın yanına geldi ve orada vakfe yaptı.

Sonra Müzdelife’ye hareket etti. Burada Akşamla Yatsı namazını birlikte kıldırdı. Sonra şafak atıncaya kadar istirahat etti. Yine aynı yerde ezan ve kametle sabah namazını kıldırdı. Kasva’ya binerek Meş’arilharam’a geldi. Orada kıbleye döndü, tekbir, tehlil ve tevhid getirdi. Ortalık ağarınca, güneş doğmadan hemen önce oradan Mina’ya doğru hareket etti.

Rasulullah Müzdelife gecesi hiç aksatmadığı gece namazını (teheccüd) kılmamıştır. Dihlevi, bunu şöyle açıklar: “Çünkü o, müstehap olan birçok şeyi yapmayı arzu ettiği halde, insanlar sünnet edinirler kaygısıyla yapmamış, terk etmiştir.” (Huccetullahi’l-Baliğa, II, 64)

Sonra Akabe cemresine geldi. Burada, vadinin içinde durarak 7 ufak taş attı. Dihlevi, Rasulullah’ın ilk gün erken vakitte şeytan taşlamasının illetini “kolaylık” olarak zikreder. Böylece daha sonra gelen yoğun vazifelere zaman kalmış olacağını îmâ eder. (Age, II, 64). Gazzali Şeytan taşlama konusunda, “Şeytan İbrahim’e musallat oldu. İbrahim de Şeytanı gördüğü için taşladı. Ama bana Şeytan musallat olmadı ve görünmedi” diyerek akılcı bir yaklaşımla Şeytan taşlamaktan vazgeçecek birine şöyle söyler: “Bil ki hatırına gelen bu fikir tam da Şeytandandır. Senin taşlamadaki azmini kırmak, sana faydalı olmayacak şeyleri hayal ettirmek ve “Bu hareketin oyuna benziyor, niçin buna zaman ayırıyorsun?” demek için senin kalbine bu fikri koymuştur. Ciddi bir gayretle ve Şeytanı taşlayarak bu fikri içinden kov. Bu şekilde Şeytanın burnunu yerde süründürmüş olursun. Bil ki sen görünüşte Akabe’de çakıl taşları atıyorsun. Gerçekteyse o taşları Şeytanın kendisine atarak belini kırıyorsun. Çünkü Şeytanın burnunu sürtmek ancak Allah’ın emrine tam bir teslimiyetle uyarak olur.” (İhyau ‘Ulumi’d-Dîn, Kahire, 1998, I, s. 351)

Saîd b. Malik’ten: “Hacda Nebi ile birlikte döndüğümüzde, içimizden bazıları “Ben altı taş attım”, bazılarıysa “Ben yedi taş attım” diyordu da birbirimizi ayıplamıyorduk. (Seyyid Sabık, Age, II, 161)

Sonra Rasulullah kurban keseceği yere geldi ve kendi eliyle 63 kurban kesti. Bunu Allah’ın kendisine bahşettiği her yıla bir şükür nişanesi olsun için yapmıştı. Kestiği kurbanın etinden yedi ve onun suyuyla pişirilen çorbadan içti.

Abdullah b. Amr’den: Rasulullah Mina’da insanların arasında duruyor, insanlar ona durmadan soru soruyorlardı. Biri geldi “Ya Rasulallah! Bilmeyerek kurban kesmeden önce tıraş oldum” dedi. Nebi “Kurbanını kes, sana bir vebal yoktur” dedi. Bir başkası gelerek “Ben bilmeden şeytan taşlamadan önce kurban kestim” dedi. “Git taşını at, sana da bir vebal yoktur” dedi. Ravi diyor ki: Rasulullah o gün bu mesele hakkında “şu işi önce yaptım veya sonraya bıraktım” şeklinde ne kadar soru sorulduysa onlara “yap, bir günah yoktur” diye cevap verdi. (Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, II, 157)

Bu meyanda, Şah Veliyyullah Dihlevi şöyle der: “Kurban kesmeden önce tıraş olan, şeytan taşlamadan önce kurban kesen, akşamdan sonra şeytan taşlayan, tıraş olmadan önce ifada tavafı yapan kimseler hakkında “la harac” (bir beis yoktur) diyerek kendilerine keffaret lazım gelmeyeceğini beyan buyurmuştur. Doğrusu müstehaplığı ifade için “La harac” ifadesinden daha açık bir söz olduğunu bilmiyorum (Huccetullahi’l-Baliğa, II, 65)

Daha sonra Rasulullah Kâbe’ye doğru yola koyulmuş, öğle namazını Kâbe’de kılmış, tavaf yapmış ve Zemzemden içmiştir.

Mina günleri bitince Ebtah’a inmiş, veda etmeden önceki son tavafını yapmış ve oradan ayrılmıştır.

Bir rivayete göre, Rasulullah bu hacdan 55 gün sonra dâr-ı fena olan bu dünyadan dâr-ı bekâ olan ahirete yürümüştür.

Hz. Peygamber hicretten sonra 9 yıl haccetmeden durmuş, 10. yıl haccedeceğini ilan etmiştir. Rasulullah’ın bu tek haccı tarihe “Veda Haccı” olarak geçmiştir. Bu hac sırasında müminlere “Haccınızı benden alın” diye emretmiştir.

Bir hususta sünnette açık kapı bırakılmışsa, o konuda ibadet sahibine geniş bir manevra alanı tanınmışsa, birden fazla seçenek gösterilmiş veya sükût geçilmişse, bütün bunlar da sünnetin bir parçasıdır.

“Dinin ikmal edildiği” bir döneme denk düşen hac ibadeti, İslam ibadet fıkhı için kurucu özne rolü oynayacak denli ayrıntılı ve zengin bir referans oluşturur.

Hz. Peygamber telbiye getirmeyi, evrendeki varlıkların ilahi korosuna bir katılım olarak görmüştür: “Hiçbir Müslüman yoktur ki, telbiye getirsin de, yeryüzünün bir ucundan öbür ucuna sağında ve solunda olan taş, ağaç, toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın.”

Rasulullah Veda Haccı hutbesinde, sanki bütün bir insanlık onu dinliyormuş gibi tüm insanlığa hitap etti. Bu hutbe yeryüzünün en kapsamlı ve ilk insan hakları bildirisi olma vasfını taşımaktadır. Mustafa İslamoğlu, Kurani Hayat, SAYI-03 Hac 2008-11

http://kuranihayat.com/content/allah-rasul%C3%BC%E2%80%99n%C3%BCn-hacci-mustafa-islamo%C4%9Flu

posted in HAC | 0 Comments

23rd Nisan 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İNFAK NİFAKIN PANZEHİRİDİR – Mustafa İSLAMOĞLU

Servet mülkiyet değil emanettir.

Kur’an’da sadece üç şey “Allah yolunda” (fî sebilillah) kaydı düşülerek emredilir: Cihad, hicret, infak. Bu kayıt infakı bir yönüyle mali bir cihad kılarken, bir başka yönüyle metâ’dan na’îm’e hicret kılar. Metâ’ daim, sabit ve kâmil olmayandır. Na’îm ise metâ’ın tam tersine daim, sabit ve kâmil olan nimettir, yani cennettir.

İnfak’ın türetildiği nefeka kökü “elden çıktı, bitti, tükendi” manalarına gelir. İnfak terim olarak “yarar veren bir şeyi ona muhtaç olan biriyle karşılıksız paylaşmak” manasına gelir. Kelimenin geçişli (infak) olması, bir ‘öteki’ olmaksızın bu ibadetin gerçekleşemeyeceğine işaret eder.

İnfakın farz olanına zekât adı verilir. Zekât’ın ilk anlamı “artma ve çoğalma”, ikinci anlamı “arı duru hale getirme”dir. Zekât’ın Kur’ani açılımı, “artmak ve arınmak için ödenmesi gereken bedeli ödemek” demektir.

Rasyonel matematiğe göre 40’tan 1 çıkarsa 39, iman matematiğine göre 40’tan 1 çıkarsa 400 kalır. Zekâtı verilen malın artışı, budanan çubuğun üzümündeki artışa benzer. Bu artış meyvenin artışıdır ve buna “bereket” adı verilir. İnfakın nafile olanına fıkıhta sadaka adı verilir. Sadaka, “doğruluk, dürüstlük, sadakat” demektir. Zaten sadakaya da, kişi Allah’ın verdiği servet emanetine “mülkiyet” olarak değil “emanet” olarak bakıp onu paylaştığı için “sadaka” adı verilmiştir. Zira serveti paylaşmak, emanete sadakat, onu biriktirmek ve hasislik yapmak, emanete ihanettir. İnfak’ın Ramazan ayına has olanına fıtr denilir. Fıtrat sadakası, yani zengin olsun olmasın, insanın “varoluş” infakı olduğu için bu adı almıştır. İnfak’ın sırf maldan yapılanına hayr denilir. Kur’an serveti “hayr” olarak isimlendirir. Bu, kadim mistik öğretilerin ve Hind fakirizminin savunduğunun aksine, Kur’an’ın servete özü itibarıyla şer değil bilakis “hayr” olarak baktığını gösterir.

İnfakı anlamanın ve sindirmenin yolu, vahyin inşa ettiği bir servet tasavvuruna sahip olmaktan geçer. Bu tasavvurun yaslanacağı akide de, tevhid akidesidir. “Mülk kimindir?” sorusuna Kur’an’ın defaatle verdiği cevap açıktır: Mülk Allah’ındır. Peki, ya mülkten insanın payına düşene ne demeli? Şu bir hakikat ki, bu pay insana emanet olarak verilmiştir. Zira insan bu cihana sahip olmak için değil şahit olmak için gelmiştir. Serveti imana şahit kılmak lazımdır. Bu ise, servete mülkiyet değil emanet gözüyle bakmakla gerçekleşir.

Kur’an servet konusundaki iki aşırı ucu da dışlar. Bunlardan birini Batı’nın “mutlak mülkiyet” anlayışına dayalı Kapitalizmi, ötekini ise Doğu’nun dünyayı bir günah sayan fakirizmi temsil eder. Serveti ferdin değil toplumun mülkü olarak gören Komünizm mahiyet itibarıyla Kapitalizm ile servete bakışta aynı gözede buluşurlar. Buluştukları o göze, servetin emanet değil mülkiyet olduğu fikridir. Servetin bireyin mi toplumun mu mülkiyeti olduğu tartışması tali bir tartışmadır. Vahyin sahibi, servetin belli ellerde temerküz ederek devlete dönüşmesine razı değildir (Haşr 7). Yığma arzusu, insanı “servete sahip” değil, “servete ait” kılmıştır. Servete ait olanın serveti olamaz. Zira ortada “sahip” denilecek bir özne kalmamıştır. Bunun en tipik örneği Kârun’dur. Kur’an Kârun tipini serveti emanet değil mülkiyet gören kişinin akıbeti bağlamında zikreder (Kasas 76-84).

Kur’an bazı mistik öğretilerin ve Hind fakirizminin tutumu olan dünyayı ve dünyalığı günah veya pislik gibi görme tavrını da reddeder ve servette denge yolunu gösteren şu duayı talim ettirir: “Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik güzellik ver, ahirette de iyilik güzellik ver!” (Bakara 201).

Servet konusunda bu dengeli tavrı, “el kârda gönül yârda” özdeyişi ifade eder. Bu yüzden işin sırrına erenler: “Ya Rab! Elimizde çok eyle, gönlümüzde yok eyle!” diye dua ederlermiş. Buna Efendimiz’in “Fakr övüncümdür” hadisi ile karşı çıkılabilir. Fakat “Kur’an akıldır, akıl Kur’an’dır” muhteşem tesbitinin sahibi olan Haris el-Muhasibi’nin büyük öğrencisi Cüneyd’e (ve daha başkalarına da) atfedilen şu fakr tarifi, meseleyi merkezine oturtmaktadır: “Fakr senin hiçbir şeye sahip olmaman değil, dünyalara sahip olsan da, hiçbir şeyin sana sahip olmasına izin vermemendir.” Dünyalık, Kur’an’ın buyurduğu gibi, insanın cevherini cürufundan ayıran bir ergitme potasıdır. Fitne, tam da bu demektir.

Kullukta yücelmenin (mirac) iki kanadı vardır: Biri kuldan Allah’a uzanan boyutu temsil eden namaz, diğeri kuldan kullara uzanan boyutu temsil eden infak. Bu çift kanat en güzel ifadesini Mâûn Sûresi’nde bulur. Şu âyet de bu hakikati ifade eder: “Namazı hakkını vererek kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler” (Hac 35).

Nifak-infak karşıtlığı

Önce şu suali sormak gerekir: Mü’mini kâfirden iman ayırır, ya mü’mini münafıktan ne ayırır?

Bu sualin Kur’an’dan yola çıkılarak verilecek en kestirme cevabı “infak”tır. Evet, mü’mini münafıktan infak ayırır. Garip bir tevafuktur ki, infak ile nifak aynı köke nisbet edilirler. İkisinin de ortak yanı mezid fiil olmasıdır. Farklı bablara ait olsalar da, her iki kelimeyi buluşturan bir mana vardır. Her ikisi de, “iki ucunda iki deliği bulunan yeraltı geçidini” ifade eder. Bu yüzden modern Arapça’da “metro” için de enfak nitelemesi kullanılmıştır. İnfak kelimesinde, iki dünyalığa dair lugavî bir işaret vardır. Adeta deliğinin biri bu dünyaya diğeri öbür dünyaya açılan bir tünelden bir şeyler göndermeyi ima eder. İnfak eden kimse, aslında infak ettiği şeyi sureta vermiş görünüyorsa da, hakikatte ahirette kendi hesabına göndermiş bulunmaktadır. Nifak’ta ise bu mana, kendisini “iki yüzlülük” olarak gösterir. Münafık, köstebek gibi nereden vurup nereden çıkacağı belli olmayan bir zararlıdır. Birinden girip diğerinden sıvışır. Hangisinden girip hangisinden çıktığını bilemezsiniz. Dışından İslam’a girer gibi yapar, fakat içinden ya girmemiştir, ya da çoktan çıkmıştır.

Özetle, infak ve nifak kelimelerinin kökenleri aynı olmakla beraber, delalet ettikleri manalar birbirine zıttır. Nifak ikiyüzlülüğün, infak iki dünyalılığın göstergesidir. Nifak ehli, tek dünyalı olduğu için infak edemez. Zira infak etmesi için ahirette karşılığını alacağına kalbinin yatması gerekir. Zaten kalbi buna yatsa münafık olmaz. İnfak ehli ise iki dünyalı olduğu için tek yüzlüdür. Allah rızası için verdiklerinin zerresinin zayi olmayacağına imanı tamdır.

Kur’an’ın infak-nifak karşıtlığını işlediği yerlerden biri, Tevbe Sûresi’ndeki 38-60. âyetler arasında yer alan pasajdır. Bu pasajda nifakın birkaç türünü ele alan âyetlerin hemen devamında söz infaka getirilir ve münafıklara şöyle buyurulur: “De ki: İster gönüllü infak edin ister gönülsüz; sizden asla kabul edilmeyecektir. Çünkü siz, hepten sapık bir güruh haline geldiniz.” Ve devamındaki âyette münafıkların infaklarının kabulünün önündeki gerçek engel açıklanır: “Onların infaklarının kabulüne tek engel, Allah’a ve onun elçisine ısrarla nankörlük etmeleridir; onlar namaza hep üşene üşene katılırlar ve onlar her daim gönülsüzce hayır yaparlar” (Tevbe 53-54).

Tevbe Sûresi’nin 54. âyetinden anlaşılmaktadır ki, münafıklar asla gönüllü “infak” etmemektedirler. Doğrusu, infak turnusolü onların gerçek rengini ortaya çıkarmıştır. Onlar küfür boyasının üzerine sahte bir iman boyası sürerek mü’minleri aldatmaya çalışmaktadırlar. Allah ise onların küfürlerinin üzerine sürdükleri sahte iman boyasını infak ile sıyırmaktadır.

İnfak-nifak karşıtlığını en güzel işleyen sûre Munafikûn Sûresi’dir. Adının da gösterdiği gibi münafıklardan bahisle başlayan sûre, infakı emreden bir pasajla son bulur. Bu da infakın nifakın panzehiri olduğunun göstergesidir. İnfak-nifak karşıtlığını aynı çarpıcılıkta Hadid Sûresi’nin 11-15. âyetleri arasında yer alan pasajda da buluyoruz.

Faiz-infak/zekât karşıtlığı

Kur’an vahyi, infakın mükellefin boynuna borç olan türü zekât emri ile faiz yasağı arasında ters orantılı bir ilişki kurar. Zira faizi yasaklayan bir ekonomik sistem, zekâtı farz kılmadan hedeflediği ekonomik adaleti tesis edemezdi. Zira nasıl ki faiz yasağı tevhid kelimesindeki la ilahe nefyini temsil ediyorsa, zekât emri de tevhid kelimesindeki illallah isbatını temsil etmektedir. Bu ikisi birbirinin olmazsa olmazıdır.

Faiz yasağı sürecini ilk başlatan Âl-i İmran Sûresi’nin 130. âyeti Uhud savaşının ardından nazil olmuştur. Zira savaşın kaybedilmesinin görünmeyen sebeplerinden biri de faizdir. Allah Rasulü’nün yerlerinden asla ayrılmamaları talimatını verdiği okçuların kahir ekseriyetinin yerini terk etmesinde faiz belasının rolü bulunmaktadır. Pasajın devamında müminlere, faizde, yani mallarını artırmada yarışacaklarına hayırda yarışmaları emredilmektedir (Âl-i İmran 133). Bunun ardından da infakla ilgili şu âyet gelecektir:

“O (muttakiler) ki bollukta da darlıkta da infak ederler” (Âl-i İmran 134).

Darlıkta veremeyenler varlıkta hiç veremezler. Faiz yasağıyla infak/zekât emrini yan yana zikreden pasajın mesajı açıktır: Elinize fazla servet geçince onu faizle çoğaltmayı değil, infak ve zekâtla çoğaltmayı düşünün. Zira “artış” anlamına gelen riba (faiz), servetin miktarını artırır fakat ruhunu, yani bereketini öldürür. Diri servet sahibini sırtında taşırken, ölü serveti sahibi sırtında taşır. Ribanın aksine, köken itibarıyla “artma” anlamına gelen zekât görünürde malın miktarını azaltırsa da, hakikatte bereketini artırır.

İnfakta tedric

Kur’an, tüm diğer yükümlülüklerde olduğu gibi, infak konusunda da aşamalı (tedrîcî) bir yol takip etti. Fakat infak konusundaki aşamalılık ilkesi, diğer konulardakinin tam tersi bir süreç izledi. Namaz, oruç, cihad emirleri içki ve faiz yasağı gibi birçok yükümlülükte azdan çoğa doğru bir seyir izleyen tedric süreci, infak konusunda tam tersine çoktan aza doğru bir seyir izledi. Kanaatimizce bu, İslam cemaatinin ilk dönemlerdeki zaruret durumuyla izah edilebilecek bir şeydi. Tabi ki buradan şu genel hükmü çıkarmak hiç de yanlış olmayacaktı: Şartların zorlaştığı benzer dönemlerde, infakta da, zekâtta olduğu gibi oranlı ve sınırlı bir miktardan oransız ve sınırsız bir verme seferberliğine dönülebilir. Bu söylediklerimizin delili ise Bakara Sûresi’nin 219. âyetinde mevcuttur.

Bakara Sûresi’nin 3. âyetinde iman ve namazın hemen ardından zikredilen infak, mü’minlere yeni bir mükellefiyet yüklüyordu. Rabbimiz, “Nelerden infak edelim?” diye soran mü’minlere, “Bağışlanabilen her şeyden (infak edin)!” buyurdu (Bakara 219). Çoğunluk bu âyetteki el-afv’ı “ihtiyaçtan artan” ile tefsir ettiler. Bu durumda infak emri ilk başlarda ihtiyaçtan arda kalanı vermek anlamına geliyordu. Medine’deki İslam cemaati güçlendikçe bu yükümlülük sınırlandırıldı. İnfakın zorunlu olanı zekât adını aldı. Zekât miktarı Hz. Peygamber tarafından zaman zaman yeniden düzenlendi. Hayvanlarda cinse göre adet üzerinden, para ve ticari emtiada ise oran üzerinden tesbit edildi. En sonunda 1/40 oranında istikrar buldu. Bu kırkta bir oranı sahabe tarafından “hadd-i mutlak” veya “hadd-i a’la” (maksimum sınır) olarak anlaşılmayıp, “hadd-i edna” (minimum sınır) olarak anlaşılmış olmalı ki, Hz. Ali kırkta bir oranına “cimrilerin zekâtı” dedi. Demek ki, zekât oranlarının anlamı “Alt sınır bu, ötesi ise Allah’a olan imanınızın/güveninizin derecesine kalmış” demekti.

Esasen Kur’an’la inşa olmuş bir akla sahip olan Hz. Ali’nin sözünde dile gelen bu hakikatin kaynağında da yine Kur’an vardı. Zira Kur’an infak konusunda mü’minlere Allah’ın cömertliğini hatırlatıyordu:

Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak veren ve her başakta yüz dane bulunan tohuma benzer. Allah dilediğine kat kat verir: Zira Allah (rahmetiyle) sınırsızdır, her şeyi tarifsiz bilendir” (Bakara 261).

Bu âyet, yürek kulağı olup gönlüyle dinlemeyi bilene çok şey söylüyordu. İlk söylediği şey şu hakikatti: Allah için vermek, vermek değil almaktır. Bu, tıpkı Hz. İbrahim’in evladını infak edişine benziyordu. O İsmail’ini göz kırpmadan verdi, Allah ondan İsmail’ini almadığı gibi, üzerine bir de İshak koydu. Âyetin söylediği ikinci hakikat şuydu: Allah’ın kulun infakına karşılık olarak bire yedi yüz verdiğine iman eden kul, hep daha fazlasını vermeğe çalışmalıdır. Esasen âyetteki “bire yedi yüz” rakamı, “hadsiz ve hesapsız karşılık”tan kinayedir. Nihayet âyetin işaret ettiği son hakikat de şudur: Kul nihai tahlilde Allah’ın kendisine verdiğinden verir. Kulun kendisi de Allah’ın mülküdür, emanetçisi olduğu mal ve mülk de. Şu takdirde, Allah’ın mülkü olan kulun Allah’ın emaneti olan malından Allah için infak etmesi, Allah’a bir ikram değil, Allah’ın kula olan ikramıdır. İşin hakikati, yaptığı infak karşılığında kulun karşılık beklemeye bile hakkı yoktur. Zira infak edebilme liyakatinin bizzat kendisi Allah’ın o kula verdiği bir ödüldür. Eğer kulun infakına Allah bire sonsuz ödül veriyorsa, bu o kul onu hak ettiğinden değil, Allah’ın sonsuz ikram ve ihsan sahibi olmasındandır.

İnfak ahlakı

Vahyin her emrinin bir de ahlakî boyutu vardır. Vahiy kula, çizdiği sınırlar içerisinde iman etmeyi emreder. Bu emrin karşılığı imandır. Fakat bir de “iman ahlakı” söz konusudur. İman eğer ahlaktan mahrum olursa “ahlaksız iman” olmuş olur. Mesela nifak bir iman problemi olmaktan daha çok bir “iman ahlakı” problemidir. Yine vahiy ilmi emreder ve cehaleti yerer. Fakat bir de “ilim ahlakı” vardır. Kul “ilim ahlakına” sahip olmadan ilme sahip olursa, Araf 174-175. âyetlerde anlatılan Bel’am tipini kendi çağında üretmiş olur. Vahiy meşru güç ve serveti dışlamaz. Bununla beraber, Hz. Davud ve Hz. Süleyman örnekleriyle “güç ahlakı” ve “servet ahlakı” konusunda bir inşa gerçekleştirir. Vahiy zaferi müjdeler. Fakat Nasr Sûresi’nde olduğu gibi aynı zamanda muhatabında/ öğrencisinde bir “zafer ahlakı” inşa eder. Bu örneklerde görüldüğü üzere, vahiy emrettiği her hususta bir de ahlak inşa etmiştir. İnfak da bundan istisna değildir.

Kur’an bir infak ahlakı inşa eder. Bu konu Kur’an’a göre o kadar önceliklidir ki, 23 yıllık peygamberlik sürecinin daha ilk inen üçüncü pasajı olan Müddessir Sûresi’nin 6. âyetinde şöyle buyurur: “İyilik yapmayı kazanç kapısı haline getirme!” veya “Allah için yaptığın iyiliği çok görme!” Bu nehiy, “infak ahlakına” dair bir nehiydir. Âyette geçen el-mennu, yardım edenin yardım alana iyiliğini hatırlatması, bir tür baş kakıncı yapmasıdır. Hasan Basri, âyetin istiksar’ı yasakladığını söylemiştir. İstiksar, “daha fazlasını elde edeceği beklentisiyle vermek”; kaz gelecek yerden tavuğu esirgememektir. Bu tutum infak ahlakına aykırıdır, zira gerçekte mülkün tamamı Allah’ındır ve buna kulun kendisi de dâhildir. Dolayısıyla kulun vermesi, hakiki değil mecazi anlamda bir vermedir. Hakikatte veren de Allah’tır, verdiren de. Veren kul, kendisine vermeyi nasip ettiği için Allah’a şükür borçludur.

İnfak ahlakını derli toplu işleyen Kur’an pasajlarının başında Bakara 261-274. âyetleri gelir. Bakara 262 ve 263. âyetler, infakı anlamlı kılanın ancak “infak ahlakı” olduğunu şöyle beyan eder:

Mallarını Allah yolunda infak edip de, sonra infak ettiklerini başa kakıp gönül incitmeye kalkışmayanlar, ödüllerini yalnızca Rabb’leri katında alacaklardır. Artık onlar gelecekten endişe duymayacaklar, geçmişten dolayı mahzun olmayacaklar. Gönül yapan hoş bir söz ve rahmet dileme, arkasından incitmenin geldiği bir yardımdan daha hayırlıdır. Ve Allah kendi kendine yetendir, cezalandırmadan önce fırsat tanıyandır.”

Demek ki, infak edip başa kakanlar ödülden mahrum kalacaklardır. Bunun manası ise açıktır: İnfak ehli olup infak ahlakından mahrum olmayanlar, yani karşılığını almak için iyilik yapmak yerine iyilik yapmayı kendisine verilmiş en büyük ikram bilenler, Kerîm olan Allah’tan fazladan bir ödül alacaklardır. Devamındaki âyet ise, “İnfak edip de ardından inciteceksen, yani deyimsel ifadesiyle ‘kaşığıyla verip sapıyla gözünü çıkaracaksan’, bırak yapma!” der gibidir.

Bu âyetlerin ardından, yine infak ahlakına dair âyetler sıralanır:

Siz ey iman edenler! İnsanlara gösteriş için malını harcayan, Allah’a ve ahiret gününe de inanmayan kimse gibi başa kakarak ve gönül inciterek yardımlarınızın sonucunu iptal etmeyiniz! O kişinin hali, üzerinde biraz toprak bulunan bir kayaya benzer: bir sağanak yağar, onu cascavlak bırakıverir. İşte bu gibilerin yaptıklarından hiçbir kazançları olmaz. Zira Allah kâfir/nankör bir topluma asla rehberliğini bahşetmez” (Bakara 264).

Sonunda başa kakılan ve gönül inciten bir yardım, Allah adına değil, gösteriş için yapılan bir yardımdır. Böyle bir eylem daha derinlerde olan bir probleme delalet eder ki, o problemin adı “Allah tasavvuru problemi”dir. Allah’ın gördüğüne yürekten inanan birinin sırf başkaları görsün diye iyilik yapması, o iyiliğin dayandığı ahlaki dinamikleri tahrip eder. Ahlaki olandan hareketle yapılmamış bir iyilik, sonuçta gerçek bir iyilik değil, iyilik kisvesi altına saklanmış bir aldatış ve aldanıştır. “Ne gibi?” sorusuna cevabı âyet veriyor: “Üzeri ince bir toprak tabakasıyla örtülmüş bir kaya gibi.” Yağan rahmet, üzerini ince bir toprakla örtmüş kayada bitki bitirmez, sadece onun maskesini sıyırır. Esasen tohum saçan için bu da bir rahmettir. Hiç değilse tohumunu kayalara saçarak zayi etmez. Fakat kendisi infak ahlakından yoksun olduğu halde infak etmeye kalkan kişi, bu haliyle topraktan bir maske altına saklanan kaya durumuna düşmüştür. Yani infakı nifakına panzehir olacak yerde, perde olmuştur. İşte Bakara 264. âyet bu hakikati beyan etmektedir. Bunun devamında yer alan 265. âyet ise, oradakinin tersine, infakını sırf Allah rızası için yapan kimsenin durumunu tasvir etmekte ve böyle birini “verimli bir bahçeye” benzetmektedir.

İnfak ahlakıyla ilgili bu pasajın içerisinde yer alan 267. âyet infak ahlakından mahrum olmanın bir başka boyutunu ele almaktadır: Sahip olduğunun en kötüsünü vermek. Bu bir “Kabil kompleksi”dir. Kur’an’ın naklettiği Âdem’in iki oğlu kıssa-meselinde, Habil sahip olduğunun en iyisini Allah’a kurban sunarak onun rızasını celbetmiş, Kabil ise sahip olduğunun en kötüsünü Allah’a kurban sunarak Allah’ın gazabını celbetmiştir. Habil’in kurbanı onu Allah’a yaklaştırırken, Kabil’in kurbanı onu Allah’tan uzaklaştırmıştır (Maide 27-30). Burada sorun infak etmekten mahrum olmak değil, infak ahlakından mahrum olmaktır. Bunun neticesinde Kabil kardeşini kıskanmış, o kıskançlık da onu kardeş katili olmaya götürmüştür. Bu lanetli süreci başlatan unsur, yaygın kanaatte olduğu gibi kıskançlık değil, onun da arkasında yatan “dünya sevgisi”dir. Hz. Peygamber’in “Dünya sevgisi tüm kötülüklerin başıdır” muhteşem tesbitini, bu olay ışığında anlamak icap eder. Dünya sevgisi, insanın manevi direnç sisteminde zaafa yol açar. Bu zaaf artık Şeytan’ın üzerinde çalışabileceği ve insanın aleyhine kullanabileceği manevi bir “virüs”e dönüşebilir. O virüs, açlık korkusudur. Aç olanı bir ekmek doyurur, fakat açlık korkusu çekeni dünyanın tüm fırınları doyuramaz. Bakın infak ahlakıyla ilgili pasajın içerisinde yer alan şu âyet, bu hakikati nasıl dile getiriyor: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir bağış ve daha fazlasını vaad eder” (Bakara 268).

İnfakın açıktan veya gizli yapılması meselesi de bir infak ahlakı meselesidir. İnfakın açıktan yapılması infak ahlakındaki bir zaafa delalet etmez. Yeter ki bu isteğin arkasında görünme ve gösterme tutkusu yatmasın. Fakat gizli olması, Allah’ın daha hoşuna gider. İşte infak ahlakıyla ilgili pasajın sonlarında yer alan şu âyet bu hakikati dile getirir: “Eğer yardımları açıktan yaparsanız, o da hoş. Yok eğer onu ihtiyaç sahiplerine gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmına kefaret olur. Zira Allah yaptıklarınızın tümünden haberdardır” (Bakara 271).

Bu âyetin ardından gelen âyet şöyle başlar: “(Ey Peygamber!) İnsanların hidâyeti senin elinde değildir; lâkin Allah isteyenin hidâyetini diler” (Bakara 272). Âyetin hem önü, hem arkası, hem de bu cümlelerden sonrası infak ahlakıyla ilgilidir. Dolayısıyla arada yer alan bu cümlelerin de pasajın konusuyla doğrudan bir irtibatı olması lazım gelir. Peki, nedir bu irtibat? Nüzûl sebebini göz önüne aldığımızda, ortaya, âyetin bu kısmıyla ilgili şu çarpıcı gerçek çıkmaktadır: Yoksula yardım o kadar hasbi ve o denli karşılık beklentisi olmadan yapılmalıdır ki, değil kişisel menfaat ve minnet altına alma, onu sapık bulduğunuz inanç ve düşünce dünyasına müdahale için bir araç olarak dahi kullanmamalısınız. Neden mi? Nedeni âyette: Çünkü hidayet Allah’tandır. Hidayet kişinin kendisine iyilik yapanın hatırı için onun istediği yola girmek değil; hakkın hatırına, kişinin özgür iradesiyle Allah’a teslim olmasıdır.

Zaten âyetin devamında infak ve infak ahlakıyla ilgili tüm emir ve nehiylerin maksadu’l-makasıdını veren muhteşem cümleler gelir: “Hayır için harcadığınız herhangi bir şey kendi yararınızadır (Bundan çıkarı olan Allah değil sizsiniz); yeter ki Allah’ı kazanmak için harcayın!” (Bakara 273). Allah’ı kazanan neyi kaybeder, Allah’ı kaybeden neyi kazanır?

Kur’an infakın sahibini cennete götüren bir yol, cimriliğin de sahibini cehenneme götüren bir yol olduğunu şu âyetlerle îmâ eder:

“Her kim (Allah için) karşılıksız verir ve Allah’a muhtaç olduğunun bilinciyle hareket eder ve daha güzeliyle ödüllendirileceğine inanırsa; işte ona rahatlık ve mutluluğun zirvesine giden yolu kolaylaştırırız. Kim de cimrilik yapar ve kendi kendine yettiğini zanneder, En Güzel’in (vahyini) yalanlarsa; işte ona da zorluk ve felaketin en dibine giden yolu kolaylaştırırız.” (Leyl 5-10)

Bu âyetlerin yer aldığı Leyl Sûresi Mekke’de, peygamberliğin ilk yıllarında inmiştir. Fakat sahabe bu âyetlerle Medine’de olan bir olay arasında ilişki kurmuştur. Bu, sahabe neslinin, vahyi sürekli nazil olmaya devam eden bir hitap olarak gördüğünün ifadesidir. İşte İbn Abbas’tan bu âyetlerle irtibat kurularak nakledilen ibretlik bir infak rivayeti:

“Ensar’dan birinin hurması, yetimleri olan yoksul komşunun bahçesine akmaktadır. Bu dallardan dökülen hurmaları komşu evin çocukları yemektedirler. Bahçe sahibi bir gün hışımla gelir, toplanmış hurmaları alır ve çocukları döver. Olay Allah Rasulü’ne intikal edince bahçe sahibini çağırtır ve o ağacın meyvesini vakfetmesi durumunda kendisine Allah’tan ahirette bir bahçe vermesi için dua edeceğini vaat eder. Sonuçta servete sahip değil servete ait olduğu anlaşılan adam bu muhteşem fırsatı teper. Bu olayı duyan Uhud gazisi Sabit b. Dahdah el-Belevi iki gözü iki çeşme Allah Rasulü’ne gelerek “Duanın aynısı benim için de geçerli mi?” diye sorar ve Medine’nin en değerli hurmalıklarından olan bahçesine karşılık o ağacı alarak vakfeder” (İbn Ebi Hatim).

Rivayetin bir varyantında, infaktan kaçınan adam “münafıklardan biri” olarak değerlendirilmiştir. Bu da ilk nesillerin tasavvurundaki infak-nifak karşıtlığını gösterir.

Sözün özü: İnfak nifakın panzehiridir. Rabb’im bizleri nifaka karşı infak aşısı yaptıran münfikîn’den eylesin. Âmin.

Mustafa İSLAMOĞLU, Kurani Hayat, SAYI-07 infak 2009-07

http://kuranihayat.com/content/infak-nifakin-panzehiridir-mustafa-islamo%C4%9Flu

İslamoğlu’nun ekonomik durumu: Bahçesinde yok yok

http://kuranihayat.com/content/mustafa-islamo%C4%9Flu-ile-%E2%80%9Cvahiy%E2%80%9D-%C3%BCzerine-s%C3%B6yle%C5%9Fenler-fatih-okumu%C5%9F-fethi-g%C3%BCng%C3%B6r-murat-ayd%C4%B1n veya

http://www.erdemyolu.com/peygamber/hadis-peygamber/kutsi-hadis-ve-gayr-i-metluv-vahiy.html

posted in ZEKAT | 0 Comments

23rd Nisan 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

NAMAZ NEDİR? MUSTAFA İSLAMOĞLU

Türkçe konuşanlar salât’a “namaz” derler. Namaz, Farsça “ibadet” manasındaki nemaz’dan Türkçe’ye geçmiştir. Zira ilk Müslüman olan Türkler’in İslâmi kavramları öğrendikleri ortam, Fars dilinin etkin olduğu bir kültür evrenidir. Namaz’ın Kur’an’daki karşılığı salât’tır.

Salât, gerçek birçok-anlamlı kelimedir. Hem dildeki kullanımı hem de Kur’an’daki kullanımı çok-anlamlıdır. Salât kelimesinin dilde 18 kadar anlamı tesbit edilmiştir. Dilde çok-anlamlı olması doğaldır. Zira salât kelimesi, zaman içindeki yolcuğunun her durağında farklı anlamlar kazanmıştır. Bizce, otoritelerin kelimenin kökenini tesbitte ittifak edememelerinin sebebi de budur. Salât, ilk bakışta birbiriyle alakasız gibi duran kök anlamlara nisbet edilmiştir. Fakat eldeki dilsel malzeme yeniden bir tahlile tâbi tutulup yorumlandığında, birbiriyle alakasız gibi görünen tüm kök anlam tahminleri, “destek” ortak anlamında buluşmaktadır. Dua ve istiğfar eden, esasen “destek” talebinde bulunmuştur. İbadet, kişinin dinine ve imanına verdiği “destek”tir.

Kelime Kur’an’da da farklı vurgular ve farklı anlamlarda kullanılmıştır. En çok kullanıldığı anlam hiç şüphesiz şer’î namaz manasıdır. Bunun dışında, Kur’an’da “dua ve istiğfar” (Tevbe 9/84, 103), “ibadet” (Ma’ûn 107/4), “ibadethane” (Hac 22/40), “destek” (Tâhâ 20/14; Ahzab 33/43, 56; Maide 5/12), “din ve dindarlık” (Maide 5/58), “davet” (Hûd 11/87; Maide 5/106), “kulluk” (Lokman 31/31), “yaratılış amacına uygun hareket” (Nur 24/41) anlamlarında kullanılır.

İnsanın dinini desteklediği için namaza da “salât” denmiştir. Efendimiz’in “Namaz dinin direğidir, onu doğrultan dini doğrultmuş olur, onu yıkan dini yıkmış olur” hadisinde salât’ın kök anlamına da bir atıf vardır. Hadisteki “direk” manasına gelen imâd ile salât’ın manalarından biri olan ve “omurga” anlamına da gelen ‘amud arasındaki akrabalık dikkat çekicidir.

Kur’an’da her görüldüğü yerde salât’a “şer’î namaz” karşılığının verilmesi, birçok anlama problemine sebep olmuştur ve olması da mukadderdir. Zira salât Kur’an’da Allah’a, meleklere, insana, mümine, kâfire, kuşlar da dâhil bütün varlıklara isnad edilmiştir. Allah, melekler ve müminleri tek fiilin (yusallûne) failleri olarak zikreden Ahzab 56. âyetteki bir tek salâta üç farklı anlam verilmiştir. Bir tek fiile faillerinin farklılığından yola çıkarak üç farklı anlam vermek garip karşılanmamıştır da, farklı âyetlerde, farklı zaman, mekân ve faillere isnad edilen salât terimlerinin farklı anlamlar ve vurgular taşıyabileceği ihtimali es geçilmiştir. Mesela, müşriklerden söz eden Ma’ûn 4’teki salâtın, yine Müslüman olmayanlardan söz eden Maide 106’daki salâtın şer’î salât olup olmadığı önemli bir problemdir. Nur 41’deki kuşların salâtı nasıl anlaşılmalıdır? Bu çerçevede Hz. Şuayb’ın ortak iyiyi “emreden” salâtı nedir? Kanaatimiz o ki, bu ve buna benzer soru ve sorunların içinden, ancak salât teriminin Kur’an’da çok anlamlı olarak kullanıldığı kabul edildiğinde çıkılabilir.

Namazın kodları

Tüm ibadetlerin sertacı olan namaz, semboller manzumesidir. Namazın sembolleri üzerine söylenecek sözün nihayeti yoktur. Biz yine de, namazın rükünleri üzerinden, namazın sembolize ettiği hakikatlere usul sesli birkaç atıf yapmayı deneyelim:

1. Başlangıç tekbiri: Allahu Ekber kelimesinde ifadesini bulan tekbir, Allah’ı her türlü nisbetten arî olarak büyük, en büyük, tek büyük, mutlak büyük bilmektir. İnsan tekbir getirirken dünyasını ellerinin üzerine koyup ardına atar. Önünde sadece Rabb’ine uzanan yol kalır. O yol sırat-ı müstakim’dir.

2. Kıyam: Allah’a duyulan saygıyı sembolize eder. Kıyam, ayakta durmak, ayağa kalkmak, doğrulmaktır. Kıyam, kelime-i tevhidin ilk yarısıdır. Lâ ilâhe illâllah’ın “kulluk edilmeye layık hiçbir varlık yoktur” anlamına gelen lâ ilâhe’sini temsil eder. Bu şirke, küfre, isyana, tuğyana başkaldırıdır. Namazın her kıyamı da öyledir. Mümin kıyamda dağları temsil eder. Dağlar tepelerinden beslenirler. Onları besleyen rahmet buluttan iner.

3. Kıraat: Kur’an’ın namaza taşınmasıdır. Namaz vahyin bedenidir, vahiy namazın ruhudur. Kıraati tilavetten ayıran şey “anlam”dır. Okuyanın anlama cehdi tilaveti kıraate çevirir. Maksat yaşamaktır. Anlamadan yaşanmaz. Kıraatin kalbi Fatiha’dır. Fatiha, Rasulullah’ın hadisinde de geçtiği gibi “Allah ile kulun diyalogunu temsil eder”. Yani Fatiha, namazı Allah’la kul arasındaki sohbete dönüştürür. Bunun için “Fatihasız namaz, namaz olmaz.” Kıyam nasıl dağları temsil ederse, kıraat de, müminin yüreğini besleyen rahmet bulutunu temsil eder. Zira vahiy rahmettir. Vahiy aynı zamanda kıyamın bildirisidir (beyyinat).

4. Rükû: Saygıdan dolayı boyun eğmeyi ifade eder. Kıyamdaki saygının bir sonraki aşamasıdır. Rükû tek başına ictimai teslimiyeti, secde ise şahsi teslimiyeti ifade eder. Zira “Rükû edenlerle birlikte rükû edin!” âyeti vardır, fakat “Secde edenlerle birlikte secde edin!” âyeti yoktur. Rükû, kıyam ile secde arasında bir duraktır. Rükûda kul tüm dört ayak üzerinde yürüyen canlıları temsil eder. Bu yönüyle namaz, insanın varlığı temsilen Allah’ın huzuruna çıkarak verdiği bir “halifelik tekmili”dir. Rükû secde ile birlikte lâ ilâhe illâllah’ın ikinci yarısı olan “kulluk edilmeye layık sadece Allah vardır” anlamındaki illâllah’ı temsil eder. Rükû hamd’in beden diline yansımasıdır. Onun için rükûdan doğrulan kul, “Allah hamd edeni işitir” der. Allah Rasulü cemaate namaz kıldırırken bu cümleyi söylemiş, bunun üzerine Rasulullah’ın ardında ilk kez namaza duran bir bedevi, “Madem işitir, ben de hamd edeyim o zaman” mantığıyla, “En güzel, sonsuz, en mübarek hamd O’na olsun; gökler ve yerler dolusu hamd O’na olsun!..” diye yüksek sesle hamd etmeye başlamış. Allah Rasulü namazdan sonra “Kardeşinizin sözlerini yere düşürmemek için semadan meleklerin hücum ettiğini gördüm” buyurmuş ve o bedevinin hamd sözlerini kendisi de namazlarına taşımıştır.

5. Secde: Saygının nihai noktasını ve zirvesini temsil eder. Huşû duyan kalp önce sahibini ayağa kaldırır, sonra boyun eğdirir, en sonunda secdeye vardırır. Secde insanın Allah karşısındaki mahviyet ve kulluğunu temsil eder. Secde insanın insanlığını Allah’ın huzurunda yere koymasıdır. 20. yüzyılın başında Almanya’da yaşanan bir olay ne dediğimizi daha iyi açıklar: Bir Alman demiryolu işçisinin tam alın bölgesini (frontal lobe ve frontal korteks), hareket halindeki bir trenin fırlattığı taş koparıp almıştır. İşçinin o kazadan sonra tüm insani vasıfları yok olmuş, hayatını bir biyolojik varlık olarak sürdürmüştür. İnsanlığımızı temsil eden alnımızı Allah’ın huzurunda yere koymamız, insanlığımızı borçlu olduğumuz Rabb’e şükür nişanesidir. Secde Allah’a kurban olmaktır. “Secde et ve yaklaş” (‘Alak 96/19) âyeti bunu ifade eder. Secde anne karnındaki saf hale dönüştür. O nedenle secdedeki duruş ceninin anne karnındaki duruşuna benzer.

6. Ka’de: Oturuş, yolculuğun sonunu temsil eder. Salât içinde duanın en yoğun olduğu bölümdür. Dua sadece “ibadetlerin beyni” değil, namazın da beynidir. Selâm miraç yolculuğunun sonunu temsil eder. Sağınız ve solunuzdaki tüm varlığı selâmlayarak, varlığı temsilen bu miracı yaptığınızı söylemiş olursunuz. Namaz teslimiyetinizin alameti, selâm ve selâmet teslimiyetinizin ödülü, teslimiyetiniz İslâm’ınızın alametidir. Selâm vermekle, teslimiyetinizin ödülünü bütün bir varlıkla paylaşmış olursunuz.

Salât insanlıkla yaşıttır

İslâm, insanlığın değişmez değerlerinin öbür adıdır. Bu manada İslâm insanlıkla yaşıttır. Nasıl ki İslâm, tüm zamanların hak dini olan “teslimiyet yolu”nun adı ise, salât da tüm zamanlarda geçerli olan ibadetin adıdır. Sadece salât değil, zekât da, oruç da, hac da, kurban da böyledir. Salât terimiyle ifade edilen hakikat, farklı zamanlarda farklı tecelli etmiş, farklı suretlere bürünmüş olabilir. Fakat kıldığımız namazda salât adını almayı hak eden her ibadet, aynı maksada hizmet eder.

Salât önceki vahiylerin mensuplarına da emredilmiştir (Beyyine 98/5). Bu âyette daha çok “ibadet” vurgusuyla öne çıkmaktadır. Salât tüm peygamberlere emredilmiştir (Enbiya 21/73). Hz. İsmail, ev halkına salâtı emretmiştir (Meryem 55). Salât, İsrailoğulları’ndan alınan beş sözden biridir (Bakara 2/83). Hz. Musa’ya, tevhidden sonra salât emredilmiştir (Tâhâ 20/14). Lokman, oğluna salâtı öğütlemiştir (Lokman 31/17). Hz. İsa’ya emredilen iki ilkeden biri salâttır (Meryem 19/31).

Müşrikler salâtı anlam ve amacından çıkarmış, bir oyun ve eğlenceye dönüştürmüşlerdir (Enfal 8/35). Secdeyi onur kırıcı bulmuşlar, taptıklarına secde etme yerine yerden toprak alıp alınlarına koyma yöntemini benimsemişlerdir. Sahte peygamber Esved el-Ansi, “Allah sizin kaba etlerinizi havaya dikmenizi emretmez” diyerek namazdan secdeyi kaldırmıştır.

Salât kuldan Allah’a duadır

Salâtın bir manası da duadır. Dua “yardım ve destek” talebidir. Dua kelimesinin kendisi de Arapça olmasına rağmen salât’ın dua yerine kullanılması, “desteğin ikame edilmesi”, yani “desteğin ayağa kaldırılması” ile alakalı olmasındandır. Fiile dönüşen dua, salâta dönüşen duadır. “Onların mallarından sadaka al; bu sayede onları temizle ve arındır ve onlara salât et; zira senin salâtın onlar için bir gönül ferahlığıdır” (Tevbe 9/103). Onların verdiği sadaka, Peygamber’in duasını kendileri için salâta çeviren unsurdur. Zira onlar duayı fiil ile “desteklemişlerdir”.

Kul, başına bir iş geldiğinde Allah’tan sabır ve salât ile yardım ister (Bakara 2/45, 153). Sabır ile yardımı anlıyoruz. Sabır direniştir. Peki, salât ile nasıl yardım istenir? Duayı salâta çevirerek, Allah’a karşı esas duruşu bozmayarak istenir. Zaten namaz da bu duruşu temsil ettiği kadar namaz değil midir? Salât zulüm altında inleyen ve “Bittik ya Rabbi!” diyen İsrailoğulları’nın da “sabır taşı” idi (Yunus 10/87). Rabb’imiz onları salât ile direnişe çağırıyordu. Salât Mekke’de ölüm-kalım mücadelesi veren müminlerin de sabır taşı idi (Nisa 4/77). Salâtın insanı dik ve diri tutan bu yanını bilen biri, nesli için Allah’tan ne ister? Tabii ki Hz. İbrahim gibi salât ister (İbrahim 14/37, 40).

Dua salâta dönüştüğü zaman, namaz da miraca dönüşür. Zira namaz müminin miracı olmalıdır. Her miraç bir nüzule medar olur. Her nüzul bin miraca yakıt olur. Miraç olan namazın nazil olan vahiyle buluşmasının şart olması, işte bu yüzdendir.

Salât Allah’tan kula icabettir

Salât sadece kuldan Allah’a yükselen fiille desteklenmiş bir dua değil, Allah’tan kula da fiilî bir icabettir. Kul Allah’a salât ederse, Allah da kula salât eder. Allah’ın kula salâtı rahmetidir: “Namazı hakkını vererek kılın, zekâtı gönülden gelerek verin ve Rasul’ü izleyin ki merhamete mazhar olma umudunuz olsun!” (Nur 24/56). Salâtı ikame edenlere Allah’ın vaadi “tükenip bitmeyecek bir kazanç”tır (Fatır 35/29). İman eden, iyiliği önerip kötülükten sakındıran, salâtı ikame eden ve zekâtı gönülden gelerek verenlerin Rab’lerinden alacağı karşılık, “Geleceğe dair kaygı, geçmişe dair hüzün duymama” garantisidir (Bakara 2/277).

Kulun salâtına Allah’ın icabeti böyle olursa, ne olur? Kulun gözü aydın olur, gönlü aydın olur, aklı aydın olur, istikbali aydın olur. Allah’ın dinine adanmışlığı ve verdiği ömürlük destekle hayatını “salâta” çeviren Rasulullah’ın “namaz gözümün nuru kılındı” buyurması, yukarıdaki müjdelere görür gibi inanmasından olsa gerektir.

Salât iman ailesine mensubiyettir

“Eğer kendilerini düzeltir, namazı istikametle kılar ve zekâtı gönülden gelerek verirlerse, o zaman sizin dinde kardeşiniz olmuş olurlar” (Tevbe 9/11).

Bu âyette görüldüğü gibi namaz müminler cemaatine intisabın alamet-i farikasıdır. Aynı hakikatin Tevbe Sûresi’nin 71. âyetinde daha güçlü bir biçimde dile geldiğini görüyoruz. Bundan bir ileri aşama salâtın imanın alametleri arasında yer almasıdır ki, şu âyet ebedi kurtuluşa eren müminlerin, kendilerini kurtaracak salâtı nasıl eda etmeleri gerektiğini söyler: “Onlar ki, namazlarında derin bir ürperti ve tevazu içinde olurlar” (Mu’minûn 23/2).

Salât ile iman ve müminler arasında kurulan bu sıkı irtibatın ardından, salâtı zayi edenlerin sonunda umutsuzluğun “ğayyasına” atılmakla tehdit edilmesi şaşırtıcı olmayacaktır (Meryem 19/59). Yalnız, âyetteki “salâtı zayi etmek”, “salâtı terk etmek” manasına indirgenemez. Zira “terk” de Arapça bir kelimedir ve böyle demek isteseydi Kur’an böyle derdi. Salât terk edilmeden de zayi edilebilir mi? Evet, edilir. İçi boşaltılır. İbadet öldürülür ve geriye cesedi kalır. Kuldan Allah’a yollanmış ibadet mektuplarının zarfları varır, fakat içinde mazrufu yoktur. İşte böyle yapmak, salâtı zayi etmektir.

Kur’an münafıkların salâta üşengeç davrandıklarını söyler (Tevbe 9/54). Buradan, salâtın nifakın panzehiri olduğunu da çıkarabiliriz. Münafık biri eğer namaz kılıyorsa, bunun sebebi bellidir: Gösteriş. Kur’an bunu şu insanı titreten üslupla dile getirir: “İkiyüzlüler Allah’ı aldatmaya çalışıyorlar, oysaki O onların aldanmalarını sağlıyor. Üstelik onlar namaza kalktıklarında, gönülsüzce, yalnızca insanlar görsün diye kalkar” (Nisa 4/142).

Salât müttakilerin özelliğidir

Takva, insanın iradesiyle elde edip çoğaltabileceği en yüce değerdir. Takva hidayet öncesi için de hidâyet sonrası için de geçerlidir. Takva, sorumluluk bilincidir. Bu bilinç insanı hidâyetin önüne getirir. Hidâyetin iç göstergesi gayba iman, dış göstergesi namaz ve infaktır (Bakara 2/2-3). Muttaki, salâtı bir erdem kaynağı olarak görür. Bu yüzden de, vahyin bütün emirlerinin birbiriyle kopmaz bağlara sahip olduğunu bilir. Tıpkı insan bedenindeki eller, ayaklar, gözler, kulaklar nasıl bir bütünün parçaları ise, namaz da dinin emirler ve nehiyler bütününün bir parçasıdır. Bunların akide, ibadet veya ahlak alanına dâhil olması fark etmez. Bu bütünlük bozulursa takva bozulur. Bakara Sûresi’nin 177. âyeti işbu gerçeği beyan eder.

Salât destektir

Salât duadır, dua ise edilen kimseye destektir. Kişi kendisi için dua ediyorsa destek istiyor demektir. Salât istiğfardır, istiğfar af için destek istemektir. Salât ibadettir, ibadet, kişinin imanına sunduğu destektir. Salât davettir, davet kişinin dinine ve ait olduğu türe desteğidir. Allah’ın kuluna salâtı, ona desteğidir. Şu âyette vahiy Allah’ın desteği olarak sunulur: “O melekleri eşliğinde üzerinize indirdiği (vahiyle) size salât eder ki, bu sayede sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın” (Ahzab 33/43). Ahzab 56’da bir tek fiil, üç ayrı fail vardır: Allah, melekler ve iman edenler. Yusallûne fiiline bir makamda üç ayrı anlam vermek gibi dil kurallarının tümünü altüst eden bir yaklaşım revaç bulmuştur. Oysa bir kelime bir makamda bir mana ifade eder. Eğer sözü söylemekten maksat bir mana murad etmekse, bu böyledir. Bu ilkeyle çok-anlamlılığı karıştırmamak lazımdır. Bir kelimenin çok-anlamlı olması ayrı, bir kelimenin bir makamda bir anlam ifade etme ilkesi ayrıdır.

Bu makamda salât’ın çok anlamlı ve çok çağrışımlı bir kelime olduğunu itiraf edip, kök manasını vermek daha isabetli bir yaklaşım olsa gerektir: “Şu kesin ki Allah ve O’nun melekleri Peygamber’e salât ederler/desteklerler; ey iman edenler siz de ona salât edin/destekleyin!” (Ahzab 33/56). Salât’ın kök manası olan “destek”, Allah, melekler ve müminlerden oluşan üç fail için de caizdir. Fakat salât’a tek başına “dua”, “istiğfar” veya “rahmet” manaları vermek üç fail için caiz değildir. “Allah Peygamber’e dua eder” veya “salevat okur” şeklinde anlamak caiz olmaz. Mümin, Peygamber’e rahmet eder” şeklinde de caiz olmaz. Bu sefer dil kurallarını zorlayarak, tek fiile bir makamda üç ayrı mana vermek çıkış yolu olarak görülmüştür.

Âyette salât üç faile nisbet edildiği halde selâm sadece iman edenlere nisbet edilir. Bu durum, bir fiilin bir makamda üç ayrı anlam taşıması ihtimalini dışlamaktadır. Âyet salevat edebiyatı kapsamında değerlendirildiği için, bazı meal sahipleri, yusallûne fiilini yakra’ûne’s-salevate/yetlune’s-salevate gibi alarak, “salevat okurlar” şeklinde mana bile verebilmişlerdir. Oysa Hz. Peygamber’e salevat, sünnet ahkâmına müteallik bir meseledir. Her müminin namazların son oturuşlarında ifa ettiği sünnet bu sünnettir.

Hz. Musa’nın vahyi ilk aldığı Tuva vadisinde emredilen salât da “destek ve çabayı seferber et” vurgusuyla kullanılsa gerektir: “Artık sadece bana kulluk et, adımın anılıp şanımın yücelmesi için salâtı ikame et/destek ve çabanı ayağa kaldır” (Taha 20/14).

Salât ikame edilince kıymetlidir

Salât ikame edilir. Kur’an’da yalınkat salâtın emredildiği yer nadirdir. Çoğunlukla “salât etmemiz” değil “salâtı ikame etmemiz” emredilir. Salâtı emreden âyetlerin muhatabı salâtı eda etmeyenlerdir. Fakat salâtı ikameyi emreden âyetlerin muhatabı namaz kılan müminlerdir. Bir şeyin ikamesi, onun doğru dürüst yapılması ve hakkının verilmesidir. Esasen ikame, “doğrultmak, ayağa kaldırmak” demektir. Kaldırmayınca yere düşen, konumunu kaybeden değerler için kullanılır. Salât da böyledir. İkame edilen salât sahibini doğrultur. Problem sadece namazı eda etmeme değil, eda edilen namazı ikame etmeme problemidir. Kur’an, namazın ikamesinden söz ettiği her yerde, zımnen bu probleme dikkat çekiyor demektir.

İkame edilmiş bir salât insanı ateşten kurtarır, ikame edilmemiş bir salât ise ateşte doğrultulur. Salâ (s-l-y) kökünün bir anlamı da “ateş”tir. Kelime bu tâli anlamı, ateşe yaslanan odun ateşle özdeşleştiği için almış olsa gerektir. Zira salât ile aynı kökten gelen se-yaslâ naran (Ateşe yaslanacak) ibaresinde, ateş tümleç olarak ayrıca zikredilmiştir. Bu da, sonucu teyit eder. Salât kelimesinin kökeniyle ilgili olarak kullanılan salleytu’l-‘ud bi’-n-nâr örnek cümlesinin anlamı “Değneği ateşte fırınlayarak doğrulttum” anlamına gelir. Manidardır. Bu kök anlamından şu ibretli sonucu çıkarabiliriz: Salâtla dünyada doğrulmayan ve salâtını dünyada doğrultmayanı, Allah âhirette ateşle doğrultacaktır.

Salâtı eda ettiği halde salâtı ikame etmeyen müşrik bir tipten söz eder Ma’ûn Sûresi… Bu tipin özellikleri sûrede şöyle dile gelir: 1) Dini yalanlayan kimsedir. 2) Yetimi itip kakan kimsedir. 3) Yoksulu doyurmaya teşvik etmeyen kimsedir. 4) Salâtı amacının dışına çıkarıp içini boşaltan kimsedir. 5) Salâtı gösteriş için kullanan kimsedir. 6) En küçük bir yardımı bile çok görüp engelleyen kimsedir. Kur’an, özelliklerini saydığı bu tür birinin üzerini şöyle çizer: “Yazıklar olsun böylesi salât sahiplerine!” (Ma’ûn 107/4).

Şu halde salâtı ikame etmenin içerisine, sadece Allah’ın hukukunu gözetmek değil, kulun hukukunu gözetmek de girmektedir. Sözün özü: İkame edilen salât kıymet kazanır. Tersi, salâtın içini boşaltmaktır ki, bunu yapanlar Yahudileşmiş İsrailoğullarıydı (Bakara 2/43, 83, 110; Nisa 4/162).

Salât devamlı kulluktur

İnsan kuldur. Kulluk süreklidir. Salât da süreklidir. Zira salât kulun Allah karşısındaki esas duruşudur. Kul kulluğundan tehlike ânında da vazgeçemez: “Fakat tehlikedeyseniz, yaya ya da binek üzerinde (namazınızı) eda edin!” (Bakara 2/239). Kulluk savaşta dahi terk edilemez. Sıcak bir çatışma ihtimali varsa, namaz tek rekâta kadar düşürülebilir. Teçhizatını kuşanmış olan müfreze nöbetleşe namazını eda eder (Nisa 4/101). Bu Kur’anî talimatın söylediği hakikat şudur: Sadık bir kulu Allah’a ibadetten can korkusu bile vazgeçiremez.

Salât davettir

Salâtın davet oluşunun en güzel örneğini Hz. Şuayb vermiştir. İnkârcı kavim ona şöyle soruyordu: “Ey Şuayb! Atalarımızın taptıklarını ya da mallarımız üzerinde keyfimizce tasarrufta bulunmayı terk etmemizi senin salâtın mı emretmektedir?” (Hûd 11/87). Hz. Şuayb’ın salâtı öyle etkili bir davetti ki, muhatapları bu tür bir salâtı şirklerine ve dünyevileşmelerine en büyük engel olarak görüyorlardı.

Hz. Ebubekir’in namazı nasıl davete dönüştürdüğünü biliyoruz. Mekke müşrikleri onun namazıyla yaptığı bu davetten rahatsız olmuşlar, namazda okuduğu Kur’an’ın etkisine kapılan insanlara bakıp, onu hâmîsi İbn Duğanne’ye şikâyet etmişlerdi. Yine Ammar b. Yasir’in namazı da bir davete dönüşmüştü. Evinin avlusunda kıldığı namazdan insanların etkilendiğini gören müşrik Mekkeliler onu kendisine eman veren Ebu Cehil’e şikâyet etmişler ve işkence sürecinin başlamasına sebep olmuşlardı.

Namazın davet niteliğini en güzel ifade eden sözler, tescilli İslâm karşıtlarından olan Fransız şarkiyatçı Ernest Renan’ın şu sözleridir: “Bir mescide girip de ta içten etkilenmediğim ve hatta diyebilirim ki, Müslüman olmadığıma hayıflanmadan çıktığım ân olmamıştır.”

Salât keffarettir

Salât keffarettir. Hz. Peygamber ile özel görüşme talebine “necva” diyor Kur’an. Bu iş birileri tarafından istismar ediliyor. Hz. Peygamber’i gereksiz yere meşgul edenler çıkıyor. Allah istismarcıları ayıklamak için “özel görüşme sadakası”nı emrediyor. Kısa zamanda istismarın önü alınıyor. Tabii ki amaç gerçekleştiği için bu sadakayı vermek vacip olmaktan çıkarılıyor. Bu olayı aktaran âyet, kalkan sadaka yükümlülüğünün ardından namazı keffaret olarak takdim ediyor: “(Elçi ile) özel görüşme talebinizden önce sadaka türü bir şeyler vermekten dolayı sizde şafak attı, öyle mi? Hemen belli oldu bunu yapamayacağınız ve Allah sizin pişmanlığınızı kabul etti. Haydi, artık namazı hakkını vererek kılın, zekâtı gönülden gelerek verin, Allah’a ve Rasulü’ne itaat edin: zira Allah yaptıklarınızdan ayrıntısıyla haberdardır” (Mücadile 58/13).

Namazın keffaret olma özelliğini, Müzzemmil Sûresi’nde de görüyoruz. Zira gece ibadetinin hafifletilmesinin ardından gelen üç emirden biri namaz oluyor (Müzzemmil 73/20).

Salât ibadetler mecmuasıdır

Namaz toplayandır. Bu özelliğiyle dinin amelî yönünü bütünüyle kuşatır. Namazın toplayıcı özelliğini dört başlık altında ele alabiliriz:

1. İçinde ibadetleri toplayandır: Zira namazda Kur’an’da her biri ayrı ayrı emredilen birçok ibadet namazda cem olmuştur. Tekbir (kebbirhu), tertil (rattil), kıyam (ekim), ibadet (v’a’bud), dua (ud’ûnî), tesbih (sebbih), zikir (fezkurunî), kıraat (fakra’û), rükû (verke’û), secde (vescüd), şükr (en-işkurlî) bunlardandır.

2. Müminleri bir araya toplayandır: Zira İslâm cemaatinin tesisinde namaz bir numaralı rol oynar. Cuma’ya, müminleri bir araya getirerek cemaat yaptığı için bu ad verilmiştir.

3. Müminleri bir mekânda toplayandır: Cami, namaz müminleri bir araya topladığı için bu adı almıştır. Cami ilk İslâm müessesesidir. Allah Rasulü’nün Medine’yi teşriflerinde ilk yaptığı iş, evinden önce bir mescid bina etmek olmuştur. Cami, başlangıçta hem medresenin hem de tekke ve zaviyenin işlevini üstlenmişti. Medeniyet sürecinde bu kurumlar camiden bağımsızlaşacak ve ayrı birer kurum halini alacaktır.

4. Dağılmış hayatı toplayandır: Salât kozmik uyumun ibadete dönüşmüş biçimidir. Uyum esastır. Uyumsuzluk kaostur. Kaos Şeytan’ın düzenidir. Kozmik uyumun ibadete dönüşmüş hali olan namaz, bırakın sadece birbirine yakın hayat alanlarını, birbirine en uzak hayat alanlarını dahi toplar ve bir araya getirir. Mesela sevincin dorukta olduğu bayramlar ve hüznün dorukta olduğu ölümler. Bayram namazı ile cenaze namazının ortak yanı içerisinde yer alan ziyade tekbirlerdir. En sevinçli ve en hüzünlü anımızda salât bize Allahu Ekber demeyi öğretir. Zira salât, sevinç ânında da hüzün ânında da insanın dağılmasına, Allah’tan kopmasına mani olur. Onu duygu, düşünce ve eylem olarak toplar ve Bir’in huzurunda birlik ve dirlik halinde tutar.

Salât Allah ile sohbettir

Salât ilâhî randevuya gelmektir. Allah’la iletişim kurmaktır. Yani salât sohbet-i Rahman’dır. Namazda okunan Kur’an üzerinden insan Rabb’iyle söyleşir. Hz. Peygamber Fatiha’yı Allah-insan arasında bir diyalog olarak okumuştur.

Kul, “Hamd olsun âlemlerin Rabb’ine” dediği zaman Allah der ki:

—Kulum bana hamd etti.

“Er-Rahman er-Rahim” dediği zaman Allah der ki:

—Kulum beni sena etti.

Müzzemmil Sûresi’nin ilk âyetleri Hz. Peygamber’in bu okuması ışığında bir daha anlaşılmalıdır: “Sen ey ağır yük yüklenen (Nebi)! Kalk gecenin ilerleyen bir vaktinde! Gece yarısı, ondan biraz önce ya da sonra (fark etmez); ve oku Kur’an’ı sindire sindire. Çünkü biz sana ağır bir söz indireceğiz; elbet şu gece dirilişi var ya: işte o pek derin bir iz bırakır ve okuyuş açısından daha bir etkilidir” (Müzzemmil 73/1-6).

Salâtın en büyük tarafı, Kur’an’ın şahadetiyle zikrullah oluşudur: “Salâtı ikame et, çünkü salât (insanı) bellibaşlı her tür çirkinlikten ve kötülükten alıkoyar; hele zikrullah en büyük boyutudur” (Ankebût 45).

“Zikrullah”, iç içe geçmiş iki anlamı birden barındırır: “Allah’ı zikir” ve “Allah’ın zikri”. Zaten sohbet de iki taraf ister. İnsan salât ile Allah’ı zikreder. Gerçekte Allah insanı zikredince insan salâtla buluşur. Salâtla buluşan secdeyle buluşur. Secdeyle buluşan Allah’a yaklaşır (‘Alak 96/19).

Salât yaratılış amacını bilmektir

Anlamlılık ve amaçlılık yaratılışın temel kanunudur. Hiçbir şey anlamsız ve amaçsız yaratılmamıştır. Bir varlığın yaratılış amacına uygun hareket etmesi o varlığın salâtıdır. Tıpkı kuşların salâtından bahseden şu âyette buyrulduğu gibi:

“Sen (ey insan)! Göklerde ve yerde bulunan her bir varlığın -kanat çırpan kuş katarlarına varana dek- Allah’ın yüce kudretini dillendirdiğini fark etmez misin? Doğrusu onların hepsi de, O’na salâtı bilmektedir. Allah onların hareketlerini de bilmektedir” (Nûr 24/41).

Yukarıdaki âyette salât olarak geçen şey, şu âyette tesbih olarak karşımıza çıkar: “Yedi gök ve yer ve onlarda yaşayan her bilinçli varlık O’nu tesbih ederler” (İsra 17/44).

Salât arınmaktır

Salât her tür arınmadır. Hatta Şah Veliyullah Dihlevi’nin dediği gibi, din baştan sona temizlikten ibarettir. İman kalbin arınması, İslâm ikrarın arınması, namaz hayatın arınması, zekât malın arınması, oruç bedenin arınması… Namaz için şart olan abdest, organların arınmasıdır. Namazın kendisi ise tezkiye-i nefstir. Allah Rasulü, namaz kılan bir müminin durumunu günde beş kez ırmağa girip yıkanan kimseye benzetmiştir.

Sonuç

Sual: Biz namazı kılarsak, namaz da bizi kılar mı?

Cevap: Elbette! Eğer biz namazı Kur’an’da yer alan bütün boyutlarıyla kılarsak, namaz da bizi kılar. Namaz bizi kılınca, biz kabul olmuş ibadet oluruz. Varlığımız salât olur. Bu, varlığımızın Allah’a ve O’nun dinine “destek” olması demektir. Varlığı Allah’a ve O’nun dinine destek olanın desteği Allah olur: “Ey iman edenler! Siz Allah’a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar” (Muhammed 47/7).

Sual: Şu halde, insan namazı terk edebilir mi?

Cevap: İnsan namazı, ancak namaz insanı terk edince terk eder. Bu ise insanın kendi kendini terk etmesi manasına gelir. Kendini terk eden, kendini kaybeder.

Allah’ım! Salâtımızı hayatımız, hayatımızı salâtımız kıl! Âmin. Mustafa İslamoğlu, Kurani Hayat, SAYI-10 2010-01

http://kuranihayat.com/content/namaz-nedir-mustafa-islamo%C4%9Flu

posted in NAMAZ | 2 Comments