-
23rd Nisan 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

HZ. MUHAMMED’İN (S) BÜYÜLENDİĞİ İDDİASI – İBRAHİM SARMIŞ

HZ.MUHAMMED’İN BÜYÜLENDİĞİ İDDİASI VE BAKARA 102. ÂYETİN ANLAMI ÜZERİNE…

Cahiliyye Arap toplumunda cin, şeytan, büyü, nazar, kehanet, kuşun uçmasından, rüzgârın esmesinden, birinin çıkıp gelmesinden mana çıkarmak gibi şeylere inanılmıştır. Bugün cin çarpması, falcılık, büyücülük, nazarcılık, uğursuzluk, yatır, muska, çaput bağlama ve taş sürtme, hayvan ve eşya burcu gibi şeylere cahil Müslüman yığınların kıymet verdiği gibi, o gün de insanlar cinlerin güçlerinin her şeye yettiğini, iyilik ve kötülük, başarı veya başarısızlık sebebi olabildiklerini ve insanların hayatlarını yönlendirdiklerini düşünürlerdi.

Müşriklerin bu inançlarından özellikle cinlerin insanlarla ilişkileri ve hayatı yönlendirdikleri inancı, İslam’ın bütün çabalarına karşın ne yazık ki şu veya bu şekilde Müslümanlar’ın zihin ve kültür dünyalarında korunmuş ve devam etmiştir.

Rivayetlerle bunun nasıl korunduğunu görmek için örneğin Hz.Peygamber’in Yahudi Lebid b. A’sam tarafından büyülendiğini, sözde Garanik olayında Necm Sûresi’nden Lat, Menat ve Uzza putlarının adının geçtiği (Necm 53/19-20) âyetleri okunduğunda Hz. Peygamber’in cinlerle beraber secdeye kapandığını, Cin Gecesi diye anılan gecede Nahle’de Peygamber’in cinlerle görüştüğünü, onlara Kur’an okuduğu, onun için cinlerin de peygamberi olduğunu ve ashabdan Ebu Hureyre, Muaz b.Cebel, Ebu Eyyub el-Ensari, Ebu Ubeyd es-Sâidî, Ubey b.Ka’b, Zeyd b.Sabit, Bureyde b.Husayb ve Ömer b.Hattab’ın hurma mahsulüne ve erzakına cin ve şeytanların dadanıp bunlardan çaldıklarını, onlarla konuşma ve tartışma yaptıklarını, bu kişilerin onları yakaladıklarını, orangutan vücudu gibi kıllı vücutlarını gördüklerini, kötülüklerden korunmak için ashaba âyete’l-kürsi ve/veya âmenerresulü’yü okumalarını öğütlediklerini ve Hz. Peygamber’in de bu varlıkların söylediklerini onayladığını anlatan rivayetlere bakılabilir.

Şüphesiz Kur’an, görünmeyen varlıklar olarak cin-şeytan-melek olgusunu kabul ve çeşitli münasebetlerle onlardan söz etmektedir. Ancak cin, şeytan ve meleğin varlığını kabul eden Kur’an’ın, bunu cahiliye anlayışından arındırarak kabul ettiğini, Müslüman zihniyeti bu şekilde oluşturduğunu ve her şeyi yerli yerine oturttuğunu bilmemiz gerekir. Onun için bu görünmez varlıkların varlığını ve işlevini pozitivist bir anlayışla inkâr etmek doğru olmadığı gibi, onlara cahiliye anlayışındaki işlevi yüklemek de doğru değildir.

Yukarıda örnek olarak verilen konuların her birinin başlı başına Kur’an’ın verdiği bilgiler ışığında yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Burada onlardan sadece Hz. Peygamber’in büyülendiğini anlatan ve cahiliye anlayışının bir yansıması olduğu açık olan bilgilerin Kur’an açısından kabul edilemez olduğunu belirtmeye çalışacağız.

Arap dilinde “cenne” fiili, örtmek, gizlemek, saklamak, anlamındadır. Cin, cân, cenîn vb. isimler de örtülü, gizli, saklı olan anlamındadır. Cunûn/delilik, aklın örtülüp devredışı kalması anlamında olduğu gibi, Mecnûn/deli de aklı örtülüp devredışı kalmış anlamındadır. “Cenne aleyhi’l-leylu: gece onu örttü/karanlık oldu” (Enam 6/76) âyetinde olduğu gibi gecenin varlıkları karanlığı ile örtmesi de bu anlamdadır. Micennun ve Cunnetun, vücudu silaha karşı örten/kapatıp koruyan kalkan, zırh, siper demektir. Cennet de, gür ve sarmaş dolaş ağaçlarıyla koyu gölge yaparak tabanını örten bahçe, Cenan da kalp demektir. Cinler insanların gözüne görünmedikleri için bu isimle anılmıştır. Görüldüğü gibi, bütün bunlarda gizleme, örtme, saklama, tanınmama anlamı vardır.

Öyle görülüyor ki, geceleyin hurmadan veya kilerden yiyecek çalmaya gelen kişi olsun, Ahkâf 46/29-32 âyetlerinde belirtilen bir nefer/grup olsun karanlığın örttüğü tanınmayan yabancı kişiler olduğu için sözkonusu rivayetlerde cahiliyye anlayışının uzantısı olarak cin şeklinde algılanmış/adlandırılmış ve aktarılmıştır. Yani, gizlilik ve kapalılık yönünden yabancı kişiler cine benzetilmiştir. Mesele bu şekilde iken, hiç ilgisi olmadığı halde bundan cin muhabbeti veya edebiyatı geliştirilmiştir. Halbuki Allah, “Sizin onları görmediğiniz yerden o ve türdeşleri sizi görürler” (Araf 7/27) diyerek, insanların cinleri görmediğini belirtir. Âyetin bu açık ifadesine karşın, gerek iddia edilen Garanik olayında, gerekse Cin Gecesi’nde ve başka olaylarda cinleri gördüğünü iddia eden râvinin rivayetlerine nasıl güvenilebilir?

Gece karanlığında birilerinin adı geçen kişi veya kişilerin toplanmış hurmasından veya kilerinden çalmaya çalışmasını cinlerin çalması olarak anlatan ve bunu Peygamber’e onaylatan, rivayetlerin anlatıldığı şekliyle doğru olmadığını söyleyip, gerçeğini insanlara açıklayacakları veya reddecekleri yerde, yüzyıllar sonra Askalani, Kastallani, Kirmani, Ayni vb. şarihlerin savunma psikolojisiyle kurtarmaya ve Müslümanlar’ın bu şekilde inanmasını sağlamaya çalışmaları üzücüdür. Sırf kitaplarda yer aldığı ve adı geçen şarihler tarafından desteklendiği için insanların bu şekliyle onları savunması ve eleştirenleri suçlaması daha da üzücüdür.

HZ.PEYGAMBER’İN BÜYÜLENDİĞİNİ SÖYLEYEN RİVAYETLER KUR’AN’A, AKLA VE GERÇEKLERE AYKIRIDIR

Buhari ve diğerleri, Hz. Peygamber’in bir Yahudi’nin yaptığı sihirle büyülendiğini şöyle rivayet ederler:

“Ayşe rivayet eder: Zureyk Oğulları’ndan Lebid b. A’sam adında bir adam Rasulullah’a sihir yaptı. Öyle ki, Rasulullah bir işi yapmadığı halde kendisine yapmış gibi geliyordu (feleğini şaşırmıştı). Bir gün veya bir gece yanımdayken uzun uzun dua etti ve bana “Ey Ayşe, çözüm istediğim konuda Allah’ın bana çözüm gösterdiğini anladın mı? Bana iki adam geldi, biri başucumda, diğeri de ayak ucumda oturdu ve biri diğerine “Adamın ağrısının sebebi nedir?” dedi. Ona,”Büyülenmiştir“ dedi. “Kim büyüledi?” dedi. “Lebid b.A’sam” dedi. “Hangi şeyle büyüledi?” dedi. “Bir tarak, biraz saç kılı, erkek hurma kapçığı ile.” dedi. “Sihir nerededir?” dedi. “Zervan kuyusu içindedir.” dedi. Ashabından bazı kişilerle beraber Rasulullah o kuyuya geldi. Dönüşte, “Ey Ayşe, suyu kına suyu ve hurma kapçıkları da şeytanın başları gibidir” dedi. “Ey Allah’ın Rasulü, onu çıkarsaydın ya” dedim. “Allah bana şifa verdi, onun yüzünden halk arasında bir kötülük çıkmasını istemedim” dedi ve sihir malzemesinin toprağa gömülmesini emretti ve gömüldü.”

Bu ve benzeri rivayetlerin kabul edilemez olduğunu kısaca belirtmeye çalışalım:

1- Her şeyden önce Rasulullah’ın büyülendiğini söyleyen rivayetler Kur’an’la çelişmektedir. Bilindiği gibi önceki toplumlar kabul etmedikleri peygamberlere deli, yalancı, hasta, büyülenmiş, çıkarcı gibi suçlamalarda bulundukları gibi müşrikler de Hz. Peygamber için benzer suçlamalarda bulunmuş ve büyülenmiş olduğu için bu şeyleri söylediğini iddia etmişlerdir. Kur’an bunu şöyle belirtir:

“… Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz, dediklerini biz çok iyi biliyoruz” (İsra 17/47), “Bu zalimler, inananlara: ‘Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz’ dediler” (Furkan 25/8).

Söz konusu rivayetlerin kabul edilmesi, yukarıdaki âyetlerde ve başka yerlerde seslendirilen müşriklerin büyülenme iddialarının doğrulanması anlamına geldiğinden kabul edilmesi mümkün değildir.

Din anlayışının altüst edildiği yerlerden biri de sihirden söz eden âyetlerdir. Yüce Allah, Peygamber’in büyücü olmadığı gibi söylediklerinin de büyü olmadığını açık seçik defalarca söylemesine karşın ne pahasına olursa olsun rivayetleri ve toplumun kafasındaki anlayışı kurtarmak adına gerek tefsirciler, gerekse rivayetçiler ve şarihler tarafından âyetler bu doğrultuda algılanıp yorumlanmaktadır.

Şüphe yok ki vahiy, Allah’ın koruması altındadır: “Şüphesiz Zikri biz indirdik ve onu koruyan da biziz” (Hicr 15/9). Müşriklerin Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği vahyi kendisine cinlerin getirdiğini iddia etmesine cevap olarak Allah, “O, korunan bir kitaptadır. Ona ancak temiz olanlar/melekler dokunabilir” (Vakıa 56/79) buyurarak, vahyin koruma altında olduğunu ve ancak temiz yaratılmış olan meleklerin ona dokunabileceğini belirtmiştir. Onun için gerek şeytanların gerekse inkârcıların vahye ulaşıp onu bulandırmaları söz konusu değildir.

2- Gerek müşriklerin, gerekse Yahudiler’in Peygamber’e veya onun yanındaki kişilere büyü yaparak uzaktan etkileme gücü ve imkânı olsaydı gözlerinin yaşına bakmadan ikide bir büyü yaparak onları etkisizleştirir veya feleğini şaşırtırlardı. Böylece mal, mevki, iktidar, yurt ve canlarını yitirmeleriyle sonuçlanan mücadele ve savaşlara gerek kalmadan Hz.Peygamber’in ve Müslümanlar’ın işini bitirir ve onlardan kurtulurlardı. Ama düşmanın böyle bir şey yapmadığı/yapamadığı, aksine karşı koyma yolunda her şeylerini yitirdikleri bir gerçektir.

Şüphesiz büyüleme bilinen bir olgudur. Bu da gerek Hz.Peygamber’in “Anlatımın bazısı büyüleyicidir” sözleriyle belirttiği gibi etkileyici bir konuşma ile, gerekse Hz.Musa’ya karşı sihirbazların yaptığı gibi gösterilerle veya hokus fokus türünden hareketlerle hazır olan/karşıdaki kişileri etkileme sanatıdır. Yoksa toplumda anlatıldığı veya sanıldığı gibi kişilerden habersiz olarak muskalar ve başka yollarla onlara uzaktan yarar veya zarar vermek şeklinde olması sözkonusu değildir. Bize göre, kişinin gıyabında her türlü etkileme yoluna başvurulsa da onu etkilemek yahut kendisine yarar veya zarar vermek mümkün değildir. Dolayısıyla gıyabında yapıldığı iddia edilen bir sihirle Hz.Peygamber’in etkilenmesi de sözkonusu değildir.

Diğer yandan büyü; gerçeği olmayan varsayım, gözbağcılık veya bir illüzyondur. “Sihirleri yüzünden, Musa’ya sanki koşuyormuş gibi göründü” (Taha 20/66) ve “Onlar büyü ile insanların gözlerini bağladılar ve onlara korku saldılar” (Araf 7/116) âyetlerinde sihrin aldatıcı/sanal, gözbağcılık ve illüzyon olduğu belirtilmiştir.

3- Hadisin sahih olduğunu savunanlar Kur’an perspektifinden değerlendirme yapmamakta, âyetlere aykırı olmadığını göstermek için türlü manevralar yaparak sözde deliller getirmektedirler. Mesela Hz.Peygamber’in iddia edilen sihirden kurtulması için Felak ve Nâs sûreleri önceden Mekke’de indiği halde sırf Peygamber’i sihirden kurtarmak için her ikisinin de Medine’de indiği, hatta ikinci kez indiği iddia edilmiştir. Örneğin, sözde akademik bir çalışmada Muavvizeteyn’in ikinci kez inmiş olabileceğini belirtmek için bir yazar, “Sûre ve âyetlerin tekrar tekrar, farklı nedenlerle nazil olması bilinen ve çok vaki olan bir durumdur” diyerek bu saçma savunma anlayışını dile getirir. Bunun doğru olmadığını M. İzzet Derveze şöyle belirtir:

“Sûrenin Mekke’de erken bir dönemde indiğini destekleyen birçok rivayet vardır. Sûrenin üslup ve içeriği de bunu desteklemektedir. Birincisi, sûre sadece sihir ve bu sihrin etkisiyle sınırlı değildir. Karanlıkların, hasetçilerin ve Allah’ın yarattığı tüm varlıkların şerrinden sığınmayı da kapsamaktadır. İkinci olarak, bu sûreyi bir başka sûre izlemiştir ki, burada Felak sûresi gibi insan ve cinlerin vesveselerinden Allah’a sığınmak hakkında genel olarak ilahi bilgiler verilmiştir. Sûrenin Mekke’de indiği doğru olunca, biz kestirip atmamakla birlikte, bu görüşü tercih etmekteyiz. Böylece Peygamber’in büyülenmesi hakkında sûrenin peşinden getirilen ve özellikle sûrenin bunun için indiğini söyleyen diğer rivayetler kökten yıkılmış ve sûrenin hedefleri hakkında söylediklerimizin doğruluğu ortaya çıkmış olmaktadır. (…) Biz Peygamber’in büyülenmesiyle ilgili Hz.Aişe’den Buhari ve Müslim’de böyle rivayetlerin nasıl yer aldığına hayret ediyoruz!”

4- Yine, sihrin sadece biraz vücut kırgınlığına yol açtığı; vahye, Peygamber’in aklına, kalbine ve hafızasına zarar vermediği söylenmiştir. Hatta vücuttaki kırgınlığın sihir olayından hemen önce Rasulullah’ın yaptırdığı hacamat/kan aldırmanın etkisiyle olduğu, sihrin hiç etkisinin olmadığı iddia edilmiştir. Hatta Firavun karşısında sihirbazların yaptığı sihirden Hz. Musa etkilenmiş ve korkmuş ise, Hz.Muhammed de neden etkilenmiş olmasın, gibi değişik savunmalar yapılmış ve yapılmaktadır.

Her şeyden önce, “Musa, siz atın, dedi. Hemen, değnekleri ve ipleri, sihirleri yüzünden, Musa’ya sanki koşuyormuş gibi geldi. Bu yüzden Musa içinde bir korku hissetti. Korkma, şüphesiz sen galip olacaksın, dedik. Sağ elindekini at da onların yaptıklarını yutsun, yaptıkları sadece sihirbaz düzenidir, sihirbaz ne yaparsa yapsın başarıya ulaşamaz” (Taha 20/66-69) âyetlerinde belirtildiği gibi, Hz.Musa’nın sihirbazların yaptığı sihir karşısındaki tavrı büyülenme değil, anormal bir olay karşısında diğer insanların bir an için gösterdiği gibi bir ürkme ve korkma olayıdır. Nitekim “Asanı at! Musa, asanın yılan gibi hareket ettiğini görünce, arkasına bakmadan dönüp kaçtı” (Neml 27/10-12). “Bırakınca, asa hemen koşan bir yılan oluverdi. Allah: “Onu al, korkma, biz onu yine eski durumuna çevireceğiz, dedi…” (Taha 20/20-23) âyetlerinde belirtildiği gibi yere attığı asasının akan bir yılana dönüşmesi karşısında da Hz.Musa herhangi bir sihir etkisi olmadan, korkmuş ve kaçmaya başlamıştır. Hz. Muhammed’in sihirden sözde büyülenmesine benzer bir yönü yoktur.

Halbuki başta Buhari rivayetlerinde olmak üzere söz konusu rivayetlerde gıyabında yapıldığı iddia edilen sihirden Hz. Peygamber’in altı ay kadar halüsinasyonlar gördüğü, eşleriyle beraber olmak istediği halde olamadığı, moralinin bozulduğu ve vücudunun hastalandığı açıkça belirtilmektedir. Nitekim Buhari’yi şerh eden İbn Hacer, sözde sihri yapan Lebid b.A’sam’ın kız kardeşine, “Eğer Muhammed peygamber ise bunu bilir, değilse sihir onun aklını alır” dediğini kaydeder.

Süleyman Ateş, Kadı Iyad ve benzeri İslam âlimlerinin kendisine yapılan sihrin Hz.Peygamber’in aklına, kalbine, itikadına değil de, bedenine, dış organlarına tesir ettiğine dair iddialarını reddederek şöyle der:

Elbette bu cevap tutarlı bir cevap değildir. Çünkü Buhari’de bulunduğundan sağlam kabul edilen rivayette dahi Peygamber ‘Kadınlarına varmadığı halde vardığını, yapmadığı şeyi yaptığını sanıyordu ve altı ay böyle sürdü’ deniliyor. Bu, altı ay Peygamber’in hayal gördüğü anlamına gelir. Bu, bir beden hastalığı değil, hâşâ, onun akıl gücünün zayıflaması, işlevini yapamaması demektir. Bu esnada onun gelen vahiyleri zaptedememesi, başka şeylerle karıştırması gayet mümkündür” (Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 11/196).”

“Bu rivayetlerin tamamına göre Lebid b.A’sam ya da bir başkası tarafından yapılan bu sihir Hz. Peygamber’e tesir etmiştir. Bu husus, ‘hatta kâne Rusulullahi sallallahu aleyhi ve selleme yuhayyelu ileyhi ennehu kâne yef’alu’ş-şey’e ve ma faalehu” veya “hatta innehu leyuhayyelu ileyhi ennehu yef’alu’ş-şey’e ve mâ faalehu” cümlelerindeki “sihirlendiği için Hz.Peygamber bir şeyi yapmadığı halde yapmış gibi oluyordu/sanıyordu” ifadesiyle işaret edilen hususa diğer bazı rivayetlerde açıklık getirilmiştir. Bunlara göre Rasulullah’a, yapmadığı halde o işi yapıyormuş hayali gelen hususun, hanımlarıyla cinsel ilişkide bulunması olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Buhari ve Ahmed b. Hanbel’in kaydettiklerine göre Hz.Aişe: “Rasulullah’a sihir yapılmıştı. Bu durumdayken, kendisi hanımlarına cinsel ilişki için yaklaşmadığı halde, onlara yaklaştığını sanırdı” demiştir. Râvi Süfyan b.Uyeyne de “İşte bu, büyüden meydana gelebilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir” demektedir. Diğer bir rivayete göre ise, Hz.Peygamber’in bu rahatsızlığı yaklaşık altı ay kadar sürmüştür (Ahmed b.Hanbel, Müsned, 6/63).”

“Yukarıda kaydettiğimiz rivayetlerin metninde yer alan ‘hatta kâne Rasûlullahi sallallahu aleyhi ve selleme yuhayyelu ileyhi ennehu kâne yef’alu’ş-şey’e ve ma faalehu” veya “hatta innehu leyuhayyelu ileyhi ennehu yef’alu’ş-şey’e ve mâ faalehu” ve “Kâne yera ennehu ye’ti’n-nisâe ve lâ ye’îihinne” cümlelerindeki “yera-yuhayyelu-leyuhayyelu” lafızlarının, Süleyman Ateş’in ve daha önceki bazı âlimlerin görüşlerinde haklı olduklarını ortaya koyduğu açıktır. Gerçekten de hayal görme olayının akıl ve zihinle ilgili bir husus olduğunu tespit edebilmek için derin bir psikoloji ya da felsefe bilgisine ihtiyaç olmadığı ortadadır. Yukarıda yer alan rivayetlerdeki ifadelere göre güya (!!!) bir Yahudi, Hz.Peygamber’e sihir yaparak, halk arasındaki deyimiyle onun erkekliğini bağlamış, hanımlarına yaklaşamamasını sağlamıştır. Büyü yoluyla Hz.Peygamber üzerinde böyle bir tesir meydana getirebildiğini doğru kabul etmek, kâfir ya da müşriklerin sihir yoluyla Hz.Peygamber üzerinde istedikleri etkiyi meydana getirebildikleri düşüncesine kapı açar, Hz.Peygamber’in iffet ve namusuna halel getirir, münafıklar tarafından onun şerefli hanımlarına yapılan zina iftiralarına malzeme olur. Büyü yolu ile Hz.Peygamber iktidarsızlaştırılabiliyordu, kendisi bu şekilde rahatsız olduğu için, dokuz ya da on bir hanımı da cinsel ihtiyaçlarını gideremiyorlardı gibi birtakım iftiralara yol açar. Nitekim kaynaklarda Hz.Aişe’ye ve Peygamberimiz’in oğlu İbrahim’in annesi Mariye’ye bu tür iftiralar yapıldığından bahsedilmektedir.

Kanaatimizce, bu konuda en doğru yol, dengeli hareket etmektir. Ne Hz.Peygamber’in cinsel gücünün abartılarak insanüstü boyutlara çıkartılmasına hizmet eden rivayetlere ne de onun sihir yoluyla cinsel yönden iktidarsızlaştırılabileceği fikrine zemin teşkil eden nakillere itibar edilmelidir.”

5- Rivayetin sahih olduğunu iddia eden ve savunanlar, bunu kanıtlamak için diğer insanlar gibi Hz.Peygamber’in de bir insan olduğu ve başka insanların başına gelebilen şeylerin onun da başına gelebileceğini, bunu göstermek için de böyle bir olayın yaşandığını ve bunun bir eğitim öğretim olduğunu ileri sürerler.

Halbuki bu mantığı yürütenler, haram şeyler ve yöntemlerle eğitim öğretimin yapılamayacağını, böyle bir şeyin vahyin amacına aykırı olduğunu düşünmezler. Sihrin haram olduğu, ona inanan ve yapanların kâfir olacağı kesin iken, böyle bir şeyin eğitim öğretim olabileceği nasıl iddia edilebilir? Bu rivayetleri kurtarmak için ne tür tevil ve yorum yapılırsa yapılsın, bu mızrak çuvala sığmaz. Çünkü geçici ve kısa bir zaman için de olsa, Hz. Peygamber’in büyülenmiş olduğunu kabul etmek, yukarıdaki âyetlere, akla ve gerçeklere aykırıdır.

6- Bütün bunlardan sonra Hz. Muhammed’in büyülendiğini anlatan rivayetlerde tutarsızlıklar olduğu da görülmektedir. Enbiya Yıldırım bunları şöyle belirtir:

Zervan kuyusunda saklandığı iddia edilen muskayı/büyüyü çıkarmak için giden kişiler arasında farklılıklar bulunmaktadır. Bazı rivayetlerde muskayı çıkarmak için Hz. Peygamber’in, ashabından bir grupla gittiği belirtilir (Buhari, Tıb, 76). Bazılarında Hz.Ali ve Ammar’ın birlikte gittiği belirtilirken (İbni Sa’d,Tabakat, 2/198), bazılarında Hz.Ali’nin tek başına (İbnu Ebi Şeybe, 5/435; İbni Hanbel, 4/367), bazılarında Ammar b.Yasir’in başka bir grupla (Beyhaki, Delail, 6/248), bazılarında ise Cubeyr b.İyas ez-Zuraki’nin gittiği belirtilir (İbni Sa’d, Tabakat, 2/197). Bunun yanı sıra bazı isimleri verilmeyen sahabilerin de gönderildiği rivayetler arasındadır; bazılarında isim vermeden sahabilerin gönderildiği belirtilir (Nesai, Tahrim, 37). Ayrıca İbni Sa’d’ın verdiği bilgilere göre muskayı Kays b.Mihsan ez-Zuraki çıkarmıştır (Dipnotta, Tabakat, 2/198). İbni Hacer de, Cubeyr b.İyas ez-Zuraki ile Kays b.Mihsan ez-Zuraki’nin çıkardığını belirten rivayetleri uzlaştırmak için “Kays, muskayı/büyüyü çıkarmak için Cubeyr’e yardım etmişti, bu nedenle çıkarma işi ona da nispet edilir” (Fethu’l-Bari, 10/230) değerlendirmesini yaparken, farklı kişilerin gittiğini/gönderildiğini belirten rivayetleri kurtarmak için de şu değerlendirmeyi yapar:

“Bazı rivayetler, kuyuya gidenlerin hepsinin veya bir kısmının adını zikretmemiştir. Çeşitli adlar veren rivayetler kuyuya gidenlerin isimlerini açıklamaktadır, diye düşünülebilir. Keza Rasulullah’ın ilk önce onları gönderip ardından kendisinin bizzat kuyuya gittiği şeklinde yorumlanabilir” (Fethu’l-Bari, 10/230; Kastallani de aynı şeyleri aktarır, bkz. İrşadu’s-Sari, 12/564).”

Rivayetler arasındaki çelişkiler ve İbn Hacer’in değerlendirmesi için de Enbiya Yıldırım şöyle der:

“İbn Hacer’in değerlendirmesini iki bölümde ele almak gerekmektedir:

A-          Râvilerin muskayı çıkarmaya gidenlerin bir kısmını zikrettikleri: Kanaatimizce bu yaklaşım yerinde değildir. Çünkü rivayetlerde -isimler farklı geçse de- Hz. Peygamber’in birini görevlendirdiği geçmektedir. Örneğin, Ammar b. Yasir’i -bir rivayette de Hz.Ali’yi- gönderdiği belirtilmektedir. Bu durumda, diğer insanların ekipteki insanlar olması gerekir. Oysa diğer rivayetlerde geçen isimler görevlendirilen kimseler olarak geçmektedirler. Dolayısıyla görevlendirilen insan sayısı artmaktadır. Bu da kaç insanın işin başına verildiği sorusunu akla getirmektedir.

B-          Önce başkalarını gönderip sonra kendisinin gitmesi:

a- Hz.Peygamber’in kendisinin gittiğinin anlatıldığı rivayette başkalarının muskayı çıkarmak için gönderildiğine dair en küçük bir işaret yoktur. Bilakis muskanın yerini öğrenen Hz.Peygamber’in bizzat kendisinin ashabıyla birlikte gittiği geçmektedir.

b- Hz.Peygamber muskayı çıkarmak için kendisi ashabıyla birlikte kuyuya gitmişse, diğer rivayetleri aktaran râvilerin Hz. Peygamber’in adam gönderdiğini söyleyip kendisinin gitmesini zikretmemeleri çok ilginçtir. Halbuki zikredilmesi gereken insan, olayın merkezindeki Hz. Peygamber’dir.

c- Hz. Peygamber’in adam gönderdiğini belirten rivayetlerde muskanın onlar tarafından alınıp getirildiği ve Hz. Peygamber’in rahatladığı geçmektedir (İbn Ebi Şeybe, 5/435; İbn Hanbel, 4/367; Abdurrezzak, 11/14). Bu, önemli bir çelişki oluşturmaktadır. Madem muska alınıp kendisine getirildi, o halde ne diye kendisi gitti, sorusu akla gelmektedir.

d- Kendisinin gittiğini belirten rivayetlerin bir kısmında emri üzerine muskanın çıkarıldığı geçerken, bazısında çıkarılmadığı geçmektedir. Dolayısıyla bu da iki gidişi zorlaştırmaktadır. Çünkü başkaları muskayı getirmişse Hz. Peygamber’in gidip muskayı çıkarmaması telif edilemez bir çelişki oluşturmaktadır.”

Birbiriyle çelişen ve ahad haber olmaktan öteye geçmeyen bu tür rivayetlere dayanarak Peygamber’in büyülendiğini söylemek açıkça Kur’an’ın söylediklerine, hadis kriterlerine, akla ve tarihi gerçeklere aykırıdır. Onun için muhafazakârlık ve rivayet bağnazlığı güdüsüyle bu şeyleri bile bile savunanları anlamak mümkün değildir. Bu rivayetler hicri ilk yüzyıllardan günümüze kadar pek çok âlim tarafından eleştirilmiş ve kabul edilemez olduğu belirtilmiştir.

Genel olarak hadis kitaplarına bakış açısının ne olması gerektiğini ve bu tür rivayetleri kabul etmenin ve savunmanın mümkün olmadığını Prof. Dr. Ali Osman Ateş şöyle belirtir:

“Buhari’ye, Müslim’e göre sıhhat açısından farklılık arzeden bu hadislerin sahihliği üzerinde İslam âlimlerinin ittifak etmeleri ya da Buhari ve Müslim’in Sahih’lerinde veya Kütüb-i Sitte’nin içinde yer alan bazı eserlerde nakledildikleri için bunları sahih kabul etme mecburiyetinde olmaları söz konusu değildir. Bu, Kütüb-i Sitte’yi ya da Buhari ve Müslim’in Sahih’lerdindeki tüm hadisleri reddetmek, onların hiçbirinin sahih olmadığını ileri sürmek demek de değildir. Ancak ortada Hz.Peygamber’in ismet sıfatına dokunan bir durum söz konusudur ve bu husus bu rivayetlerden kaynaklanmaktadır. Günümüzde Garanik olayı ya da Selman Rüşdi’nin Şeytan Âyetleri (Satanic Verses) gibi Hz.Peygamber’in ismetine yönelik saldırılara malzeme veren, Kur’an-ı Kerim üzerinde şüpheler doğmasına yol açan, ilhad ve küfre, ateizme, İslam’a saldırı için malzeme olan bu tür rivayetleri (bu konuda bakınız, Turan Dursun, Din Bu, 1/116-118), günümüz Müslümanları’nın, okuyan düşünen, araştırıp mukayese yapan aydınlarının, gençlerinin sahih kabul etmeleri beklenemez. Onlara, binbir sıkıntı ve zahmetle tevil ve yorumlar yapmaya çalıştığımız, çoğunda da muhatabı tatmin etmediğimizi gördüğümüz bu tür rivayetlere dayalı bir Peygamber imajı sunmaya hakkımız olmadığı açıktır. Bu konuda anlaşılmaz bir muhafazakârlığa da gerek olmadığı kanaatindeyiz. Hz.Peygamber’i ve onun ismetini, Kur’an-ı Kerim’i ve onun güvenilirliğini mi savunacağız, yoksa bu tür rivayetleri mi? Artık günümüzde Müslüman âlimlerin buna bir karar vermeleri vaktinin geçmekte olduğunu açıklamaya gerek yoktur. Bu görüşlerin asla hadis ve sünneti reddetme anlamına gelmeyeceği açıktır. (…)

Bizim burada işaret etmek istediğimiz nokta, geçmişte Buhari’yi, Müslim’i ya da eserleri Kütüb-i Sitte içerisinde yer alan Tirmizi, Ebu Davud, Nesai ve İbn Mace’yi tenkit eden bazı İslam âlimlerinin bu tenkitlerinde büsbütün haksız olup olmadıkları hususudur. Kur’an’a ve Hz.Peygamber’in ismet sıfatına aykırı düşen bu şekildeki rivayetlerden dolayı Kütüb-i Sitte müelliflerini tenkit eden bu âlimler, fikrî ve ilmî açıdan günümüz şartları göz önünde bulundurulduğu takdirde bu tenkitlerinde pek de haksız sayılmazlar. Aksine bu konularda titiz davranmalarının ne kadar yerinde olduğu açıkça ortaya çıkar…”

Sonuç olarak, Muhammed Gazali’nin “Şimdi kime inanalım, Kur’an’a mı, Buhari’ye mi? bir Yahudi’nin Rasulullah’a sihir yaptığını nakletmiştir” demesine hak vermemek elde değildir.

Hz.Peygamber’in Büyülendiği İddiası ve Bakara 102. Âyetin Anlamı

Rasulullah’ın sihirle büyülendiğine inananlar rivayeti sahih göstermek için Bakara/102. âyetini de anlayış veya inanışları doğrultusunda şu şekilde tercüme ederler ve açıklarlar:

“Şeytanların Süleyman’ın hükümdarlığı hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kâfir değildi ama insanlara sihri öğreten şeytanlar kâfir olmuşlardı. Babil’de, melek (denilen) Hârût ve Mârût’a bir şey indirilmemişti. Bu ikisi ‘Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkâr etme’ demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Halbuki bu ikisinden, koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Oysa Allah’ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. And olsun ki, onu satın alanın âhiretten bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi!” (Bakara 2/102).

Halbuki âyetin doğru çevirisinin şöyle olması gerekir: “Süleyman’ın hükümdarlığı hakkında şeytanların/Yahudiler’in söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kâfir olmadı ama insanlara sihri öğreten şeytanlar/Yahudiler kâfir olmuşlardı. Babil’de, melek Hârût ve Mârût’a bir şey indirilmemişti ki ikisi ‘Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkâr etme’ desinler ve karı ile kocanın arasını ayıran şeyi insanlar onlardan öğrensinler. Zaten Allah’ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezler. (Yahudiler) kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. And olsun ki, onu satın alanın âhirette bir nasibinin olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları/mahvettikleri şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi!”

Zaten bu anlayış, âyetin öteden beri “İnsanlara sihri ve Babil’de Hârût ve Mârût’a indirileni öğretiyorlar” şeklinde çevrilmesine de aykırıdır. Çünkü bu durumda bir yanda “sihir”, diğer yanda “Hârût ve Mârût’a indirilen” iki şey öğretilmiş olmakta ve bunlar birbirine atfedilmekte/bağlanmaktadır. Bu durumda sihir ve Hârût ve Mârût’a indirilen şeylerin farklı olması, Hârût ve Mârût’un kimseye bir şey öğretmemesi, insanların karı kocayı birbirinden ayıran şeyi onlardan öğrenmemesi, dolayısıyla öğretecekleri şey konusunda insanları uyarmaması ve küfürden sakındırmaması gerekir ki geleneksel hemen bütün çevirilerde ve tefsirlerde bunun aksi yapılmakta ve hem şeytanların, hem Hârût ve Mârût’un insanlara sihir öğrettiği, fitne oldukları ve insanları sihir konusunda küfürden sakındırdıkları anlatılmaktadır. Onun için âyetin geleneksel anlamda yapılan çevirisi de doğru değildir.

Diğer taraftan, bu anlayışla yapılan çeviride mantık tutarsızlığı da bulunmaktadır. Çünkü küfür olduğu ve onu yapanların âhirette paylarının olmadığı/mahvolacağı belirtildiği halde sözde melek olan Hârût ve Mârût’un sihir öğretirken insanlara, “Biz bir fitneyiz, sakın (sihir yaparak) kâfir olma” demelerinin hiçbir mantığı yoktur. Hem küfür olduğu söylenecek, hem yapanların kâfir olup âhirette mahvolacakları söylenip yasaklanacak hem de insanlara öğretilecek! Bu apaçık bir çelişkidir. Çünkü ister küfür olsun, ister olmasın, öğretilen şey, uygulanmak için öğretilmekte ve öğrenilmektedir. Uygulanmak için öğretilmeyecek ve öğrenilmeyecekse, o zaman neden öğretilsin ve öğrenilsin ki?!

Kaldı ki bu rivayetleri savunmak için argümanlar geliştirilirken, diğer yandan ulema sihir yapmanın ve öğretmenin küfür olduğunu söylediği gibi, sihir yapan kişinin tıpkı mürted gibi öldürülmesi gerektiğini de söylemektedir. Yani buna göre sözde sakındırmak için de olsa sihir öğreten Hârût ve Mârût meleklerini öldürmek gerekmektedir. Mesela Ebu Hanife, Malik ve Ahmed b.Hanbel, “Sihir öğrendiği ve yaptığı için sihirbaz tevbe etmesi istenmeden öldürülür. Çünkü kâfir olmuştur” derken, Şafiiler ve Zahiriler, “Büyüleyen sözler veya işler küfür ise, sihirbaz mürted kâfir olur ve tevbe etmediği takdirde mürted olarak öldürülür, ama bu sözler veya işler küfür değilse sihirbaz sadece isyankâr/büyük günah işlemiş olup kâfir olmadığı için öldürülmez” demektedir.

Oysa âyetteki “ve mâ yuallimâni min ehadin hatta yekûla innemâ nahnu fitnetun fe lâ tekfur” ifadesi, tıpkı “mâ yahrucani ile’l-berdi hatta yemrada” (soğuğa çıkmıyorlar ki hastalansınlar) formunda bir ifade olup söz konusu iki kişinin soğuğa çıkmadıkları için hastalanmalarının da söz konusu olmadığını belirttiği gibi, iddia edilen Hârût ve Mârût da kimseye bir şey öğretmiyorlar ki ‘biz şöyleyiz, böyleyiz’ demiş olsunlar.

Ama rivayet, Kur’an’ın söylediği doğrultuda anlaşılacağı yerde, din anlayışının altı üstüne getirilerek Kur’an, rivayetin söylediği doğrultuda anlaşılınca, âyetin çevirisi ve açıklaması da ona göre tersyüz edilmektedir. Yani Kur’an’ın anlamı rivayetlerle yönlendirilmekte ve onlar Kur’an’a değil, Kur’an rivayetlere uydurulmaktadır. Bütün bunlar yapılırken de Allah’ın haram ettiği ve yapanları hem Allah’ın hem Peygamber’in kâfir saydığı ve âhirette hiçbir paylarının/kurtuluşun olmadığı bir şeyi değerli meleklerin insanlara nasıl öğretecekleri hiç akla getirilmez.

Bakara 102. Âyetle Verilen Mesaj

Kur’an’ın Sebe’ 34/12-14. âyetlerinden ve Tevrat’ın bu konuda anlattıklarından öğrendiğimize göre muhalif olan yahudiler Hz.Süleyman’ın emrinde esir gibi çalışmış ve onun istediği şeyleri yapmışlardır. Onun emrinde esir gibi çalışmak zorlarına gitmiş ve büyük bir imparatorluğa sahip olmasını Allah’ın vergisi olarak değil, şeytanlar ve sihir yolu ile olduğunu, şeytanların da Yahudiler’in Babil esareti sırasında Hârût ve Mârût denilen iki melekten (!) sihri öğrendiklerini, çünkü bu iki meleğin insanları sihrin kötülüğünden korumak için onlara sihir öğrettiklerini, bu bilgileri içeren bir kitabın da Hz.Süleyman’ın tahtının altında saklı olduğunu uydurup yaymışlardır.

Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret etmesinin öncesinde şehirde Yahudilerin nüfuzu azalmış ve Arap nüfusun çoğunluğunu oluşturan Evs ve Hazrec kabileleri dizginleri ellerine almış bulunuyordu. İki kabile de aralarındaki çekişmeyi bitirmesi ve Yahudiler’e karşı destek olması için Müslümanlar’ın ve ardından Hz.Peygamber’in Medine’ye hicret etmesini onaylamışlardı. Yahudiler de kitap sahibi olmaları gerekçesiyle Peygamber’in kendilerinden yana tavır takınacağını düşünerek onunla işbirliğine gitmişlerdi.

Böyle bir ortamda Hz.Peygamber Medine’ye hicret edince oradaki kesimlerle Medine Vesikası olarak bilinen bir savunma ve işbirliği anlaşması imzalamıştır. Yahudiler, Evs ve Hazrec’in dizginleri ellerine aldıklarını gördükleri için Hz.Peygamber ile böyle bir vesikayı imzalamayı kabullenmişlerdi. Bu anlaşmaya göre Yahudiler, bir problem çıkması durumunda Rasulullah’ın hakemliğini kabul edecek ve düşman saldırısına karşı şehri birlikte savunacaklardı. Ama İslam’ı kabul eden Evs ve Hazrec kabilelerinin katılmasıyla Müslümanlar’ın güçlendiğini ve dizginleri ellerine aldıklarını görünce Medine’deki Yahudi kabileleri verdikleri sözü çiğnediler ve yaptıkları anlaşmayı görmezden geldiler. Bir yandan bu şekilde davranırken, diğer yandan da kavimleriyle övünür, üstün ve seçilmiş bir kavim olduklarını, Allah’ın oğulları ve sevgilileri sayıldıklarını iddia ederek geçmişlerini savunur ve Rasulullah’a düşmanlık yapar dururlardı. Nasıl olsa Allah bizdendir veya biz onun oğulları ve sevgilileri olduğumuz için Muhammed’i ve onunla beraber olanları önünde sonunda dize getireceklerini düşünürlerdi. Yüce Allah, Bakara Sûresi’ndeki bu âyetlerle bu şekilde davranmanın Yahudiler’in genel tavrı olduğunu, nitekim Hz.Süleyman’ı da çekemeyerek ona karşı böyle bir hıyanet içinde olduklarını, ama en sonunda hep hezimete uğradıklarını anlatarak Hz.Peygamber’i aydınlatır, teselli eder ve aynı şekilde Yahudiler’in yenileceklerini belirtir. (Bakınız: Bakara 2/99-102).

“Hz.Süleyman’ın putlara taptığı hikâyesinin aslı, onun sihirbaz olarak görülmesidir. Yöneticiliğini yaptığı İsrailoğulları onun yönetimi sırasında ülkelerinin siyasette, sanatta, ilimde ve hikmette ulaştığı noktaya sihir sayesinde ulaştığını düşünüyorlardı. Medine Yahudileri, “Muhammed’in işine bakın! Doğruyu yanlışı birbirine karıştırıyor, Süleyman’ı peygamberler arasında anıyor. Oysa o, rüzgâra binen bir büyücüydü” demişlerdi.”

Yüce Allah, Hz.Süleyman’ın boyun eğmeyen ve hakkında iftira ve söylenti yayanlardan uzak olduğunu, Süleyman’ın değil, şeytan işi olan sihri öğreten Yahudiler’in kâfir olduğunu ve bunların onların yaydıkları şeylere uyduğunu, Babil’de Hârût ve Mârût diye iki meleğin bulunmadığını ve sözde bu iki kişiye böyle bir şeyin inmediğini, bunların da karı kocanın arasını ayıracak sihri kimseye öğretmediklerini belirtmektedir.

Bilindiği gibi, Kur’an’ın geçmiş toplumlar ve peygamberlerle ilgili anlattığı öyküler/kıssalar, Hz.Peygamber’e, Müslümanlar’a ve muhaliflerine mesaj vermek içindir. Bakara 102. âyette Hz.Süleyman için iddia edilen sihir olayının doğru olmadığı ve Yahudiler’in Hz.Süleyman’a zarar vermek için yaptıkları girişimlerin başarısız kaldığı gibi, Hz. Muhammed’e zarar vermek için yapacakları girişimlerin de başarısız kalacağı mesajı verilmektedir. Hz.Süleyman’ı çekemeyen ve sihir iftiralarıyla komplo kuran Yahudiler’in emelleri kursaklarında kaldığı gibi, Hz.Muhammed’e kurdukları komploların da boşa çıkacağı ve emellerinin kursaklarında kalacağı uyarısı yapılmaktadır. Onun için Hz. Peygamber’e sihir yapıldığını kanıtlamak amacıyla delil olarak gösterilen Bakara/102. âyetin anlattığı öykü, sihir yapıldığını savunanların lehine değil, aleyhine delildir. Prof. İbrahim Sarmış, Kurani Hayat, sayı-11-peygamber-2010-11

http://kuranihayat.com/content/hz-muhammedin-s-b%C3%BCy%C3%BClendi%C4%9Fi-iddias%C4%B1-ibrahim-sarmi%C5%9F

posted in *PEYGAMBER | 0 Comments

23rd Nisan 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN’IN MEVSÛKİYETİNİ/KORUNMUŞLUĞUNU RİVAYETLERİN GÖLGELEMESİ – İbrahim SARMIŞ

(Mevsuk: Sağlamlık, güvenirlik, doğruluk, sağlam belge olma niteliği)

Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah tarafından korunan, Hz.Peygamber ve ashap tarafından ezberlenen, yazılarak saklanan, böylece harfiyyen kuşaktan kuşağa aktarılan bir kitaptır. Onun için Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği gibi bugüne kadar değişmeden geldiğinden aklı başında hiçbir Müslümanın şüphesi olmadığı gibi, kasıtlı veya kasıtsız iddialarına rağmen, kimi rivayet sahiplerinin, düşman çevrelerin ve gayri Müslimlerin de böyle olmadığına ilişkin ellerinde sağlam hiçbir delil yoktur.

İşgal ettikleri Hindistan’da İngilizlerin Kur’an’ın sûrelerini bozmaya ve onun yerini alacak bir kitap oluşturmaya çalıştıkları, ama çabalarının sonuçsuz kaldığı bilinmektedir. (bkz. Şaban Karataş, Age. 123-125). Şimdi onun yerini alan ABD, Büyük Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi (BOP) kapsamında ılımlı bir İslam üretmek ve müslümanları siyasal İslam talebi olmayan uslu çocuklar yapmak için Tevrat, İncil ve Kur’an’dan alıntılardan oluşturduğu uyduruk bir Kur’an yaymaya çalışmaktadır.  Nitekim bu kitabın basımını Kuveyt’te iki Amerikan basım şirketi olan “Omega” ve “Wine Press”in  “The True Furqan (Gerçek Furkan)” ve “The 21st. Century Quran” (21. Yüzyıl Kur’anı) adıyla yaptığı ortaya çıkmıştır. Sözde Kur’an’ın 77 sûre ve 366 sayfa olup hem Arapça hem İngilizce olarak basıldığı, Kuveyt’te bulunan ve İngilizce eğitim veren özel okullarda çocuklara okutulduğu belirtilmektedir. Sûreler Bismillâhirrahmanirrahim yerine, Hıristiyanlık’ta bilinen üç tabiatlı Baba’nın adıyla başlamaktadır. Ilımlı bir İslam üretme çabasında olan ABD bunun yanında laisizm ve sekülerizm sütü ile beslediği sözde müslüman devşirmeleri marifetiyle Kur’an’ın laik bir tefsirini yazmanın peşinde olduğu da bilinmektedir. (bkz. Anadoluda Vakit ve Yeni Şafak, Mart, 2007). “Kurulan kötü tuzağa ancak sahibi düşer”(Fâtır 35/43).

Kur’an’ın Mevsûkiyeti(Güvenirliği) ve Rivayetler:

Kur’an, yardım edebileceklerini düşündükleri herkesi yanlarına alarak tümünün (Tur 52/34) veya on sûresinin (Hud 13/11), bu da olmazsa bari bir sûresinin (Bakara 2/23, Yunus 10/38) benzerini ortaya koymalarını söyleyerek karşı çıkanlara meydan okuduğu, bununla beraber bütün cinler ve insanlar güç birliği yapsa bile benzerini getirmeye güç yetiremeyeceklerini bildirdiği (İsra 17/88) mucizedir. Bugüne kadar Kur’an’ın bir sûresinin veya tümünün benzeri yapılamadığı gibi, sûrelerini veya tümünü bozmak ve değiştirmek de mümkün değildir. Çünkü Allah’ın koruması altında olup insanlığa evrensel son mesajıdır. “Şüphesiz Zikri biz indirdik ve biz onu koruruz” (Hicr 15/9) âyeti başta olmak üzere bunun delilleri çoktur.

Allahın nurunu ağızlarıyla söndüremeyen düşman, Müslümanların kaynaklarındaki birtakım rivayetler ve anlatımlarla onu gölgelemeye ve mevsukiyeti/otantikliği konusunda insanların zihinlerini bulandırmaya çalışmaktadır. Elhak, merhum Mehmet Akif’in dediği gibi, bunun için toprak gayet münbit olup Ehli Sünnet ve Şia kaynaklarında Kur’an’ın mevsukiyetini gölgelemeye yetecek ve artacak kadar rivayet ve kültür bulunmaktadır.

Kur’anın mevsukiyetini gölgeleyen rivayetler,

a- Kur’an’ın içeriğiyle ilgili rivayetler,

b- Mushaf olarak kitaplaştırılmasıyla ilgili rivayetler,

c- Kıraatler, nesh ve yorumlarla ilgili rivayetler, olarak üç grupta toplanabilir. Son ikisini başka yazılara bırakarak bunlardan yalnız birinci yolla Kur’an’ın mevsukiyetini gölgeleyenleri belirtmeye çalışacağız.

Kur’an’ın Allah tarafından korunmuş olması, yazılması,  ezberlenmesi, namazda ve namaz dışında tekrar edilmesi, Hz. Peygamber’in hemen her münasebetle okuması, ashabın okuyuşundan dinlemesi, o güne kadar inmiş olan kısmı her yıl Ramazan ayında bir kez ve ömrünün son yılında iki kez Cebrail’e okuması, ölmeden önce kitap halinde düzenlemesi ve ashabtan bazılarının Kur’an’dan kendilerine birer nüsha yazmaları, gibi garantilere karşın, indiği zaman kullanılmakta olan kâğıda da yazıldığının belirtilmeyip sadece deri, kemik, taş ve hurma dalları gibi kaba şeylere yazıldığı bilgisi dışında, kaçar nüsha yazıldığı, bu kaba belgelerin nerelerde ve nasıl korunduğu, hicret sırasında bunların Medine’ye kimler tarafından, nasıl ve ne zaman götürüldüğü veya başından sonuna kadar yazılanların imha edildiği yahut vahyin yazılmadığı konularında Kur’an tarihi ile ilgili yazılanlarda ne yazık ki karanlık bir nokta bırakmayacak şekilde detaylı bilgi verilmemektedir.

Onun yerine,

Bakara ve Âl-i İmrân, Felak ve Nâs sûreleri uzunluğunda sûrelerin unutturulduğu,

Ahzab Sûresi’nin önceleri Nur Sûresi kadar olduğu ve içinde recm âyetinin bulunduğu,

Kur’an kitaplaştırılırken Tevbe Sûresi’nden son iki âyetin yalnız Huzeyme b.Sabit’in yanında bulunduğu ve kitap/mushaf haline getirilirken Kur’an’dan bildiklerini bildirenlerden en az iki şahit istendiği halde (es-Sicistani, Age, 12.), Huzeyme’nin şahitliğini Rasulullah bir tarihte iki kişinin şahitliği yerine saydığı (Zerkeşi, Age. 1/234; el-Hûî, Age, 244, 246) veya Osman/Ömer kendisine şahitlik yaptığı (es-Sicistani, Age; el-Hûî, Age, 244) için bu iki âyetin sadece onun haberiyle Kur’an’a alındığı   ve Tevbe Sûresi’nin sonuna yerleştirildiği (es-Sicistani, Age.17),

Kur’an’dan iki sûre olup Übey b.Ka’b’ın da Mushaf’ında yazılı olduğu halde Kunut dualarının Kur’an’dan çıkarıldığı (Zerkeşi, age, 2/37),

Bi’ri Maûne’de öldürülenlerle ilgili indiği iddia edilen “Halkımıza bildirin ki biz Rabbimize kavuştuk, O bizden razı oldu, biz de ondan” anlamındaki âyetin uzun süre okunduktan sonra neshedildiği (Buhari, cihad, 9, meğazi, 28; Müslim, mesacid, 54, hadis no, 297),

Tevbe Sûresi uzunluğunda bir sûrenin uzun zaman okunduktan sonra unutturulduğu ve ondan ‘Âdemoğlunun iki vadi dolusu altını olsa üçüncüsünü ister’ anlamındaki kısmın akılda kaldığı” (Zerkeşi, el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’an, 1/234; el-Hûî, Age, 244, 246),

“Müsebbihat  sûrelerinden birine benzeyen bir sûre bir müddet okunduktan sonra unutturulduğu ve ondan “Ey iman edenler, yapmadığınız şeyi niçin söylersiniz? Böyle demeniz, boynunuzda şahitlik olarak yazılır ve kıyamet günü ondan sorumlu olursunuz” anlamındaki kısmın hatırlandığı”(Zerkeşi, Age, 2/37, Suyuti, Age. 2/67),

Übey b.Ka’b’ın Zirr’e “Ahzab Sûresi’nin Bakara Sûresi veya ondan daha uzun olduğunu söylediği (el-Hûî, Age. 204, (Muntehabu Kenzi’l-Ummal, İbni Hanbel,Müsned’i hamişinde, 2/43’den naklen),

İbni Şihab’ın “Çok miktarda Kur’an indiğini öğrenmiştik, onu ezberleyenler Yemame savaşında şehit oldular, onlardan sonra o Kur’an ne yazıldı, ne bilindi” dediği (Muntehabu Kenzi’l-Ummal, Aynı yer. 2/50),

Ömer’in, Abdurrahman b.Avf’a “Bize indirilenin içinde “İlk başta cihad ettiığiniz gibi cihad ediniz” ifadesini görmedin mi? diye sorduğu, onun da “Kur’andan çıkarılanlar arasında o da çıkarıldı” dediği (Suyuti, Age. 2/67),

İbni Ömer’in “Biriniz Kur’an’ın tümünü öğrendim, diyecektir, Oysa tümünün ne olduğunu biliyor mu? Kur’an’dan çok şey kaybolmuştur, onun yerine ‘Kur’an’dan zahir/mevcut olanı aldım, desin’ diye söylediği (Suyuti, Age. 2/65),

Mesleme b.Mahled el-Ensari’nin bir gün, Ebu’l-Künud Sa’d b.Malik yanlarında iken, kişilere “Kur’an’dan olup Mushaf’a yazılmayan iki âyeti bana söyler misiniz? dediği, bilemeyince, onlara “İman edenler, hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, size müjdeler olsun kurtulanlar sizlersiniz. Onları barındıranlar ve yardım edenler, onlar için Allahın kendilerine gazap ettiği kavimle mücadele edenler, yaptıklarının karşılığı olarak onları sevindirecek nelerin hazırlandığını hiçbir kimse bilmez” âyetleri olduğunu söylediği” (Suyuti, Age. 2/67),

“Sahabeden iki kişi Rasulullahtan bir sûre ezberlemişlerdi. Aradan zaman geçtikten sonra bir gece namaz kılarken bu sûreyi okumak istediler, fakat sûreyi tam olarak okuyamadılar. Sabahleyin Rasule uğrayıp durumu anlatınca Rasulullah “bu sûre neshedilen sûrelerdendir. Üzerinde durmayınız” dediği (Suyuti, Age. 2/67, Taberani, es-Sunenu’l-Kebir’den naklen),

“Hz.Aişe’nin “Ahzab sûresi Rasulullah zamanında ikiyüz âyet olarak okunduğu, ama Osman Mushafları yazdırdığı zaman şu an mevcut olandan başkasını bulamadığı”nı söylediği (Suyuti, Age. 2/65), veya

Übey b.Ka’b’ın Ahzab’ın Bakara Sûresi uzunluğunda 200 âyet olduğunu söylediği (Suyuti, Age. 2/66),

“Önceleri on kez süt emme ile sütkardeşliği/evlenme yasağı gerçekleşirken, bunun neshedildiği ve beş kez emme ile evlenme yasağının/haram hükmünün getirildiği ve bunun Rasulullah öldükten sonra da Kur’an’da okunduğu halde kaybolduğu”, Hz. Peygamber’in cenazesi ile uğraşıldığı sırada on emme ile sütkardeşliğinin sabit olduğu âyetin bulunduğu sayfayı keçinin yediği veya

Yaşlı kadın ve erkek zina ederlerse onları recmedin”  anlamındaki âyetin ve on emmenin bulunduğu yaprağı bu ortamda tavukların yediği,

Evli kadın ve erkeğin (şeyh-şeyha) zina etmesi durumunda recmedileceğini belirten âyeti Kur’an tedvin edilirken getiren Ömer’in şahidi bulunmadığı için Kur’an’a yazılmadığı (el-Hûî, Age, 244, 246) veya uzun zaman insanlar tarafından okunduğu halde bu âyetin sonradan terk edildiği (Suyuti, Age. 2/66,  Bakıllani, Age.98), ve Allah’tan başka kimseden korkmamakla meşhur olan Ömer’in  halife iken “halktan korkmasaydım, bu âyeti Kur’an’a yazardım”  dediği ve “Allah, Muhammed’i elçi olarak gönderdi ve ona Kitabı indirdi, Allah’ın indirdikleri arasında recm âyeti de vardı, onu okuduk, anladık ve ezberledik, onun için Rasulullah recmetti, biz de ondan sonra recmettik, insanların üzerinden uzun zaman geçince, birilerinin “vallahi recm âyetini Kur’an’da bulamıyoruz, deyip Allah’ın indirdiği bir farzı terk ederek sapmalarından korkarım, zina eden evli kadın ve erkeklerin zina ettiklerinin delille sabit olması veya kadının gebe kalması yahut itiraf etmeleri durumunda recmedilmeleri Allah’ın kitabında bir hak/gerçektir” dediği”  ve

Babalarınızdan yüz çevirmeyin, çünkü bu bir küfürdür/nankörlüktür”  anlamındaki âyetlerin sonradan çıkarıldığı, türünden bir sürü âyetin Kur’an’dan neshedildiği, çıkarıldığı, kaybolduğu veya unutulduğu, gibi Kur’an’ı yazboz tahtasına çeviren, düşmanın karalama, aldatma ve yıpratma çabalarına ihtiyaç bırakmayan saçmalıklar ve iftiralar yer almıştır.

Ne yazık ki Allah’ın Kur’an’ı koruma taahhütlerine rağmen bu iftira ve saçmalıklar Ehli Sünnet’in rivayet kitaplarına girmeyi başardığı gibi, Şia’nın da rivayet kitaplarına fazlasıyla girmeyi başarmıştır. Şia’dan tahrif rivayetlerini çok sayıda âlimin eleştirmesine karşın, ”Altı yüzden fazlası mükerrer, tahrife ilişkin toplam bin kadar rivayet olduğu”  belirtilir. Mesela;

Kur’an’ın dörtte birinin Ehl-i Beyt hakkında olduğu iddiası cerh tadile rağmen rivayetlere girmiştir. (el-Kâfi, 2/627’den naklen Şaban Karataş, Age, 117). Mesela, “Kur’an’ın üçte biri Ehli Beyt ve İmamlarla ilgilidir” (el-Kâfi, 2/631’den naklen, Age, 117).

Ali bana bir mushaf verdi. Beyyine Sûresi’nde yetmiş kişinin ve bunların babalarının adlarını buldum” (el-Kâfi, 2/631’den naklen, Age, 117).

“Ebu Abdullah’tan rivayetle: ”Cebrail’in Muhammed’e indirdiği Kur’an on yedi bin âyettir.”( el-Kâfi, 2/634’den naklen, Age, 117).  Şia’nın el-Kâfi gibi hadis kaynaklarında Kur’an’ın korunmuşluğuna aykırı yüzlerce iddia bulunmaktadır. Mesela, “Ra’d Sûresi, 13/25’den Ali ifadesinin çıkarıldığı, Saffat, 37/130. âyette geçen “İlyas’a selam olsun” âyetinin aslında “Ehli Beyt’e selam olsun” şeklinde olduğu, fakat Osman’ın kurduğu komisyonun onu değiştirdiği, Yasin Sûresi’ndeki Yasin’in Ali ve torunlarına işaret ettiği, vd.”

en-Nuri et-Tabresi/Tabersi’nin tahrif iddialarını eleştirmek üzere yazmış olduğu Faslu’l-Hitab fi Tahrifi Kitabi Rabbi’l-Erbab” adlı kitapta, Kur’an’dan çıkarıldığı iddia edilen Nurayn Sûresinin metni yer almaktadır. Gûya Osman, Mushafları yaktırdığında Ali ve Ehli Beyt’in fazileti hakkındaki bu sûreyi yok etmiştir.  Velaye Sûresi, Nureyn Sûresi ve Ehli Beytle ilgili anlatımlar oldukça yaygındır.

Şia kitaplarında Kur’an’dan Ehl-i Beyt ve İmametle ilgili âyetlerin çıkarıldığı veya değiştirildiği kültürü yaygındır. Bu kültür, İmam Humeyni’yi ilk halifelerin dünyevi çıkarları ve siyasi hırsları için Kur’an’ı tahrif edebilecek yapıda olduğunu söylemeye sevk etmiştir. Kur’an’ın tahrif edilmediğini savunduğu Keşf-i Esrar kitabında “Çera Kur’an Sarihan İsm-i İmam’ra Neberde” başlığı altında, İmametin aslında Ali’nin hakkı olmasına karşın entrikalarla elinden alındığını belirttikten  sonra, varsayım olarak Kur’an’da İmam Ali’nin adı açıkça yazılı olsaydı bile İslam için çalışmak yerine, fasit riyasetlerine Kur’an’ı alet eden o insanların, kıyamete kadar Kur’an’ı muharref bir kitap yapma pahasına onun ismini oradan çıkarıp Yahudilerin ve Hıristiyanların içine düştükleri duruma düşecek olduklarını şöyle belirtir:

“Öyle ki (İmam’ın) ismi Kur’an’da (açıkça) yazılı olsaydı İslam ve Kur’an için çalışmayanlar ve iktidar-dünyevi işler peşinde olanlar ve de fasit niyetlerine Kur’an’ı alet edenler bu âyetleri-imamın ismini zikreden âyetleri-Kur’an’dan çıkarır ve semavi kitabı tahrif ederlerdi. Bu yanlış/kötülük kıyamete kadar devam ederdi. Müslümanlar da Yahudi ve Hıristiyanların düştüğü duruma düşerlerdi.”

Bu Tür Rivayetlerin Değerlendirilmesi:

Şüphesiz Kur’an, insanların istediği zaman ekleme, çıkarma veya değiştirme yapabilecekleri bir çalışma kitabı değildir. Vahyini emanet ettiği ve insanlara harfiyyen tebliğ etmesini istediği Hz.Muhammed için “Eğer bizim adımıza bazı sözler uyduracak olursa kesinlikle onun elini kolunu koparır, şah damarını keseriz, hiçbiriniz de onu elimizden kurtaramazsınız”( Hakka 69/44-47) buyuran Allah, kitabını, birilerinin iddia ettiği gibi Ebu Bekr’in, Ömer’in, Osman’ın veya bir başkasının değiştirme ve tahriflerine herhalde açık bırakacak değildi. Allah, kitabını sahipsiz ve korumasız bırakacak olmadığı gibi gerektiğinde canları da dâhil her şeylerini uğrunda feda eden ashabın kendisi de şu veya bu şekilde Kur’an’ın bozulmasına veya tahrif edilmesine göz yumacak değildi. Ebu’l-Kasım el-Hûî bu gerçeği şöyle belirtir:

“Kur’an’ın ilk iki halifeye tam olarak gelmediği iddiası tamamen geçersizdir. Çünkü Kur’an’ın okunmasına, okutulmasına ve ezberlenmesine Rasulullah’ın ve hem onun sağlığında hem vefatından sonra ashabının gösterdiği özen, Kur’an’ın dağınık veya toplanmış olarak, hafızalarda ezberlenmiş veya yapraklarda yazılmış olarak indiği gibi korunduğunu kesin olarak göstermektedir. [Kur’an’ın indiği dil ve kültür ortamı unutulmasın diye-editör] cahiliye devrinin hitabe ve şiirlerini bile korumaya çalışmış bu insanların, çağrısının yayılması ve hükümlerinin duyurulması yolunda canlarını verdikleri, onun için yer ve yurtlarından hicret ettikleri, mallarını harcadıkları, çoluk çocuklarından ayrıldıkları ve tarihin alnında şeref levhası olan fedakârlıklar yaptıkları Kur’an’ın korunmasına özen göstermemelerine aklı başında bir insan ihtimal verebilir mi? Kitab’ın toplumda kaybolmasına ve ispat edilmesi için şahitlerin şahitliğine ihtiyaç gösterecek kadar ashabın kayıtsız kalmış olması düşünülebilir mi?” (el-Hûî, Age.216).

İndirdiği âyet ve sûrelerde değişiklik yaptığını bildiren Allah’tan bir vahiy ellerinde olmadıkça, hangi mezhep ve meşrepten olursa olsun hiç kimsenin Kur’an âyetlerinin mensuh olduğunu, değiştirildiğini, çıkarıldığını, eklendiğini veya unutturulduğunu söyleyerek Allah adına konuşmaya hakkı yoktur. Bunlar, muhaddis, müfessir, imam, şeyhulislam, âyetullah da olsa M.İzzet Derveze’nin “Tefsirlerde öylesine çarpık, öylesine akıl almaz detaylara, bir anlamda tahrife gidilmiştir ki insan hayretler içinde kalıyor. Bunlar ayrıca İslam düşmanlarının Kur’an’ı eleştirmelerine sebep olmaktadır. Kur’an’ın bu tür ahmak dostları, kurnaz düşmanlarının eline koz vermektedir”  dediği gibi, söyledikleri veya rivayet ettikleri bu şeylerle bilerek veya bilmeyerek Kur’an’a ve İslam’a kara çalmaya çalışan düşmanlarının ekmeğine yağ sürmekten başka bir iş yapmış olmuyorlar. Umarız bu şeyleri seslendirenler ölmeden önce bu kanaatlerinden vazgeçmiş ve düşüncelerini değiştirmişlerdir.

Ashabın geneli için bunları söyleyen el-Hui, ilk iki halife zamanında olsun, daha sonra olsun Kur’an’ın tahrif edildiği iddialarını da şöyle cevaplandırır:

“Kendilerinin ve arkadaşlarının yönetimini engellemeyen âyetlerde tahrife gitmeleri ihtimali gerçekten çok uzaktır. Çünkü bunda bir çıkarları olmaz. Kaldı ki böyle bir şeyin olmadığı kesindir. Hilafetin, yönetmek ve dini uygulamak olduğu göz önünde bulundurulursa böyle bir tahrif nasıl olabilir? Böyle bir şey olsaydı onlara biat etmekten kaçınan ve hilafet konusunda Ebu Bekr’e itiraz eden Sa’d b.Ubade ve arkadaşları itiraz etmezler miydi? Müminlerin Emiri (Hz.Ali) meşhur Şıkşıkıyye hutbesinde ve başkalarına itiraz ettiği diğer konuşmalarında onlara itirazını belirtmez miydi? Müslümanların bu konuda kendilerine itiraz ettiği halde bunun bize gelmemesi de mümkün değildir. Onun için bu iddianın batıl olduğu açıktır.

Kendi liderliklerine engel teşkil eden âyetlerde Şeyheyn (ilk iki halife)nin tahrife gitmiş olmaları da kesinlikle doğru değildir. Bilindiği gibi Hz.Ali ve temiz eşi Fatıma ve arkadaşlarından bir grup hilafet konusunda Ebu Bekir ve Ömer’e muhalefet ettiler, Hz.Peygamberden duyduklarını onlara delil gösterdiler, Ensar ve Muhacirlerden bunu bilenleri şahit gösterdiler, Gadir-i Hum ve diğer hadisleri delil getirdiler. Nitekim el-İhticac kitabında hilafet konusunda Ebu Bekr’e oniki kişinin muhalefet ettiği belirtilmiş, allame Meclisi müminlerin Emiri Ali’nin Ebu Bekr’e muhalefet ettiğine ilişkin bir bölüm açmıştır (bkz. Biharu’l-Envar, 8/79).

Liderliklerini engelleyen Kur’an’da bir şey olsaydı, başkalarının itiraz etmesinden daha çok muhalefet gündeme getirmesi gerekirdi. Kaldı ki birçoklarının iddiasının aksine, hilafet meselesi Kur’an’ın toplanmasından önce olmuştur. Hilafetin Ali’ye gelinceye kadar ashabın hilafet meselesinde bunları gündeme getirmemesi, iddia edilen tahrifin kesinlikle olmadığının delilidir. Osman zamanında tahrifin yapılmış olması iddiası da öncekinden doğruluktan daha uzak bir iddiadır. Çünkü:

a-    Osman zamanında İslam o kadar yayılmıştır ki kendisinin veya kendisinden daha güçlü birinin ondan bir şey eksiltmesi mümkün değildir.

b-    Yaptığı iddia edilen tahrif, kendisinin veya ondan öncekilerin yönetimi ile ilgili olmayan âyetlerde ise, sebepsiz yere yapılmış olur. Bununla ilgili âyetlerde ise, böyle bir şeyin olmadığı kesindir. Çünkü Kur’an böyle bir şeyi içererek insanlar arasında yayılsaydı, hilafet Osman’a kadar gelmezdi.

c-    Kur’an’ı tahrif etmiş olsaydı, katiller onu öldürürken, beytulmala ilk iki halifeden farklı davrandığı ve benzeri gerekçeler yerine, daha büyük bir gerekçe olarak bunu ileri sürerlerdi.

d-    Osman’dan sonra halife olan Ali’nin, Kur’an’ı, Rasulullah ve ilk iki halife zamanında okunduğu şekline çevirmesi gerekirdi ki bundan dolayı kimse de onu eleştirmez, aksine amacına ulaşması ve Osman’ın kan davasını güdenlere karşı üstünlük sağlaması için bu kendisine daha büyük bir dayanak olurdu. Nitekim Osman’ın yaptığı ikta’ları geri çevirerek “Allaha yemin ederim, aldığı mal ile kadınlarla evlendiğini ve cariyeler edindiğini görsem bile onu alandan geri alırım. Çünkü adalette genişlik, haksızlıkta darlık vardır”(Nehcu’l-Belağa) demiştir. Mal konusunda bu şekilde davranan Ali, acaba Kur’an tahrif edilmiş olsaydı nasıl davranırdı? Böyle bir şey yapmadığı ve önceki Kur’an’ı zamanında da aynen koruması, Kur’an’da tahrifin olmadığını gösterir.

Dört halife’den sonra, Emevilerle ilgili Haccac’ın bazı âyetleri çıkardığı, değişik Mushaflar yazdırıp Mısır, Şam, Mekke, Medine, Basra ve Kufe’ye gönderdiği, önceki Kur’an’ları toplatıp yaktığı , iddiası dışında, Kur’an’da tahrifin yapıldığına ilişkin iddia da görmüyoruz. Haccac için yapılan iddia ise, sıtmaya tutulmuşların, deli ve çocukların saçmalığından öteye geçmeyen bir iddiadır”(el-Hui, Age. 217-219).

Şia’nın ve Ehli Sünnet’in rivayet kitaplarındaki Ahzâb, Muavvizeteyn, Kunut ve Nurayn Rivayetleri’ni hadis kritiği açısından değerlendiren Doç.Dr. Adil Yavuz bu rivayetlerin metin tenkidinden geçmemiş olduğunu belirterek şöyle der:

“Bütün bu gerçeklere rağmen bu tür rivayetlerin bir kısmının önemli hadis kaynaklarına alınması,-en azından Kur’an’ın güvenilirliğini zan altında bırakan rivayetlerde-metin tenkidine gereken önemin verilmediği endişesine yol açmaktadır.” Çünkü bunların hadis kaynaklarına alınabilmesini makul gösterecek bir gerekçe yoktur. .

Yazar, “Bu rivayetlerin metin tenkidinden geçmediği endişesine yol açmaktadır” diyerek işi alttan alıyorsa da, işin gerçeği, bu rivayetlere değer veren ve kitaplarında rivayet edenlerin din, ilim ve akıl yönünden bir zorluklarının bulunduğu şüphesizdir.

Sahih olmayan bu tür rivayetler âhad haber olduğundan korunan Kur’an’ın sıhhatine gölge düşüremeyeceğini belirten Yavuz şu sonuca varmaktadır:

“Bu konudaki rivayetlerin sahih olduğu farzedilse bile, haber-i vahit seviyesini geçmeyen bu nakillere dayanılarak, o günlerden bu güne, tevatür yoluyla nakledilegelen Kur’an’da eksiklik olduğunu söylemek, iddia sahiplerinin niyetlerine göre, bir karalama çabasından veya zayıf rivayetlere dayanan bir endişeden öteye geçemeyecektir.

Muavvizeteyn’in dua gibi algılanarak Kur’an’dan olmadığı iddiasıyla İbn Mes’ud tarafından kendi mushafından silinebilmiş olması, aslında dua olduğu aşikar olarak ilgili rivayetlerden de anlaşılan Kunut dualarının da, birer sûre zannedilerek Übey gibi bir sahabinin mushafına dâhil edilebilmiş olması, Hz. Peygamber’in “Benden Kur’an’dan başka bir şey yazmayın. Kim benden Kur’an dışında bir şey yazmış ise, onu imha etsin”  demesinin, özellikle hadisler ile âyetlerin karışmaması için alınmış olan ne kadar isabetli bir karar olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Belki de Hz. Peygamber, karşılaştığı bu tür yanlış algılama ve nispetlerin önüne geçmek amacıyla böyle bir önlem almıştır”(agm.42).

Kur’an’ın bir şekilde değiştirilmiş veya tahrif edilmiş olduğunu iddia edenlere eski ve yeni Şia ulemasından güçlü isimlerin karşı çıktığını ve iddiaların gerçekdışı olduğunu belirttiklerini görüyoruz. Örneğin, Fadl b.Şâzân’dan (öl.260/874) sonra Şeyh Saduk olarak anılan Muhammed b.Ali b.Babeveyhi (ö.381/991) şöyle der: “İnancımız odur ki Yüce Allah’ın Nebisi Muhammed’e indirdiği Kur’an, iki kapak arasındadır, insanların ellerinde olandır ve bundan fazla değildir.”(Şaban Karataş, Age.175), “Bizim, Kur’an’ın bundan (mevcut halinden) fazla olduğunu söylediğimizi ileri süren, yalancıdır”(Şaban Karataş, Age.175). Eş-Şeyh el-Müfid (öl.414/1022) “Deffeteyn/iki kapak arasında toplanmış olan Allahın Kelamında ekleme ve çıkarma olmadığını tekit etmiştir”(Şaban Karataş, Age.176).

el-Hûî, tahrif iddialarını etraflıca tartıştıktan sonra ulaştığı kanaati şu sözlerle özetler:

Şia muhaddislerinden bir topluluk ile Ehl-i Sünnet ulemasından bir topluluk Kur’an’da tahrifin olduğunu söylüyorsa da, Şia uleması ve muhakkikleri arasında yaygın olan, hatta üzerinde ittifak edilen görüş, tahrifin olmadığıdır” (el-Hui, Age.201, yine bkz.206).

Kur’an’da tahrif olduğundan bahsetmek bir hurafe ve hayalden ibarettir. Meseleyi etraflıca değerlendirmekten aciz veya bu meseleyi gündeme taşıma sevdasına kapılanlar hariç, hiçbir kimse bunu söyleyemez. Sevgi de insanı kör ve sağır eder. Meseleyi idrak eden, aklı başında insaf sahibi olan kimse için bunun asılsız ve hurafe olduğunda hiçbir şüphe yoktur.” .

Hangi kültür ve amaçla yazılmış olursa olsun, gerek Sünni gerekse Şii kaynaklarda bu yöndeki rivayet ve anlatımların gerçeği yansıtmadığı kabul edilerek Ehli Sünnet ve Şia ulemasının ortaklaşa yapacakları bir çalışma ile bunların belirlenmesi, zamanla vahyin yanında değişik kanallardan oluşan kültürün yansımaları olduğunun ortaya konulması ve bütün dünyaya deklare edilmesi gerektiğine inanıyoruz.

Hatta rivayet kitaplarında bunlar belirlenerek yeni baskılarda çıkarılması ve söz konusu kitapların arkasında eklenerek uydurma olduklarının belirtilmesi uygun olur. Böylece her okuyucu bunları gördüğü zaman asılsız olduklarını anlar ve yer aldıkları kaynaklardan dolayı onlara inanmayı sürdürmez. İslam’a içeriden ve dışarıdan yapılan saldırılara karşı koymaya çalıştığımız kadar kendi evimizdeki pislikleri de temizlememiz gerekir. Çünkü her iki kesimin kaynaklarındaki bu tür rivayetler ve anlatımlar Müslümanların bindikleri dalı keserken, düşmanın ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramadığını her müslümanın anlaması lazımdır.

Kur’an’ın mevsûkiyetini gölgeleyen bunca rivayete Şii ve Sünni rivayet kitaplarında insanların yer vermesine ve inanmasına karşın, Kur’an’ın indiği gibi korunduğunu oryantalist Nöldeke şöyle belirtir:

“Şimdi elimizde bulunan Kur’an’ın biçimi esas olarak, Peygamber’in vefatından sonra iki üç yıl içinde oluşmuştu. Osman metni, Hafsa nüshasının bir kopyası olduğuna göre, Kur’an, Hz. Ebu Bekir veya en geç Osman’ın yönetimi sırasında bitirilmiştir. Mamafih bu işlem, muhtemelen sadece sûrelerin kompozisyonu ve sırasına özgü kalmıştır. Tek tek vahiylerin, Peygamber’in bıraktığı veya yazdırdığı şekilde kâğıda geçirildiğinden emin olabiliriz (…). Gerçekten Muhammed objektiftir ve kitaptaki vahiyleri aktarmıştır. Kendisinin bu vahiylerin yazarı olmadığını ve Tanrı sözleriyle Tanrı istemini aktarmaktan öteye geçmediğini açıkça söylemiştir. Kur’an’da sadece ve sadece Tanrı konuşur. Hayatından çıkardığımız sonuca göre Peygamber bu düşüncelerinde son derece samimiydi… Sonuçta Kur’an-ı Kerim, tek bir kişiye, dolayısıyla onun Levh-i Mahfuz’dan okuduğu kutsal vahiylere dayanır.”(Theodor Nöldeke’den naklen Adil Yavuz, agm.).

Kur’an’ın bu tür ahmak dostlarının onu eleştirmek için fırsat kollayan düşmanın eline nasıl koz verdiğini  bir yazar şöyle örneklendirir:

İtkan’ında bir takım zayıf rivayetlerden bahseden Suyuti pek güvenilir değildir.” (Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, LXXI). Suyuti’nin naklettikleri içerisinde reddedilmeyecek haberlerle yalan ve uydurma rivayetler de vardır. Evla olan, onun bunlar hakkında uyanık olması ve kitabından bunları temizlemesiydi. Oryantalistler ve onlara tabi olan mukallitleri Kur’an’a ve İslam’a saldırmak için bu rivayetleri araç olarak kullanmışlardır.

Nitekim İslam Ansiklopedisi Kur’an maddesinin yazarı oryantalist F. Buhl, Suyuti’nin el-İtkan adlı eserinden yola çıkarak, “Peygamber öldüğü zaman Kur’an’ın ne halde bulunduğunu çok kat’i bir şekilde tespit etmek mümkün değildir” diyebilmiştir. (İA; VI, 1000)

Yine, Turan Dursun, Suyuti’nin naklettiği bir haberi (el-İtkan, II/717) kullanarak şunları söylemiştir: “Bu tanıklık, bugün elimizdeki Kur’an’la Muhammed’in vahiy katiplerine yazdırdığı bildirilen Kur’an’ın aynı olmadığını çok açık biçimde anlatmıyor mu? Kaldı ki İbn Ömer, bu sözü Osman dönemindeki derlemeden sonra söylemiştir. Yani Osman döneminde oluşturulan “mushaf”ın orijinali de yok. O el yazması, dünyanın hiç bir yerinde bulunmuyor.” (Turan Dursun, Kur’an, 112).

Tilavet neshi kavramı ile formüle edilerek doğruluğu savunulan belirttiğimiz rivayetleri de kullanarak Dursun şunları da sözlerine ilave etmiştir: “Şu açıklamalar, Kur’an’da şu kadar sûre, bu kadar âyet var denirken, bunu tam ve gerçek anlamıyla söyleyebilmenin öyle kolay olmadığını ortaya koymaktadır. (…) Durum böyle olunca, Kur’an’daki sûre ve âyet sayısı şu kadardır, demek ve gerçekte tam anlamıyla belirtmek kolay olmuyor.”(Turan Dursun, Kur’an, 112-113).”

Ne olursa olsun, Kur’an’ın Allah’ın insanlığa son mesajı olması nedeniyle onun tarafından korunduğu “Şüphesiz Zikr’i/Kitabı biz indirdik, onun koruyucusu elbette biziz.” (Hicr 15/9), “Sana biz okutacağız ve asla unutmayacaksın.” (Ala 87/6) gibi âyetlerle sabittir.

BUGÜNE KADAR KUR’AN’IN BİR SÛRESİNİN VEYA TÜMÜNÜN BENZERİ YAPILAMADIĞI GİBİ, SÛRELERİNİ VEYA TÜMÜNÜ BOZMAK VE DEĞİŞTİRMEK DE MÜMKÜN DEĞİLDİR. ÇÜNKÜ ALLAH’IN İNSANLIĞA EVRENSEL SON MESAJI OLUP KORUMASI ALTINDADIR.

MAALESEF EHL-İ SÜNNET VE ŞİA KAYNAKLARINDA KUR’AN’IN MEVSUKİYETİNİ GÖLGELEMEYE YETECEK VE ARTACAK KADAR RİVAYET VE KÜLTÜR BULUNMAKTADIR.

ŞİA KİTAPLARINDA KUR’AN’DAN EHL-İ BEYT VE İMAMETLE İLGİLİ ÂYETLERİN ÇIKARILDIĞI VEYA DEĞİŞTİRİLDİĞİ KÜLTÜRÜ YAYGINDIR.

ALLAH’TAN BİR VAHİY OLMADIKÇA, HANGİ MEZHEP VE MEŞREPTEN OLURSA OLSUN HİÇ KİMSENİN KUR’AN ÂYETLERİNİN MENSUH OLDUĞUNU, DEĞİŞTİRİLDİĞİNİ, ÇIKARILDIĞINI, EKLENDİĞİNİ VEYA UNUTTURULDUĞUNU SÖYLEYEREK ALLAH ADINA KONUŞMAYA HAKKI YOKTUR

KUR’AN’IN BİR ŞEKİLDE DEĞİŞTİRİLMİŞ VEYA TAHRİF EDİLMİŞ OLDUĞUNU İDDİA EDENLERE ESKİ VE YENİ ŞİA ULEMASINDAN GÜÇLÜ İSİMLERİN KARŞI ÇIKTIĞINI VE İDDİALARIN GERÇEKDIŞI OLDUĞUNU BELİRTTİKLERİNİ GÖRÜYORUZ.

KUR’AN’IN TAHRİF EDİLMİŞ OLDUĞU YÖNÜNDEKİ RİVAYETLERİN, EHL-İ SÜNNET VE ŞİA ULEMASININ ORTAKLAŞA YAPACAĞI BİR ÇALIŞMA İLE BELİRLENMESİ, KÜLTÜRÜN YANSIMALARI OLDUĞUNUN ORTAYA KONULMASI VE BÜTÜN DÜNYAYA DEKLARE EDİLMESİ GEREKİR.

İbrahim SARMIŞ, Prof.Dr., Arap Dili ve Edebiyatı  emekli öğretim üyesi

Kurani Hayat, SAYI-08 Vahiy 2009-09

http://kuranihayat.com/content/kur%E2%80%99an%E2%80%99-mevs%C3%BBkiyetinikorunmu%C5%9Flu%C4%9Funu-rivayetlerin-g%C3%B6lgelemesi-ibrahim-sarmi%C5%9F

posted in *ANAKAYNAK KUR'AN | 0 Comments

17th Nisan 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ŞEFAAT

Şefâat kelimesi mânâ bakımından tevessülle oldukça yakındır; tevessül daha ziyade dünyadaki aracılıklar, aracı koymalarla, şefâat ise âhirettekilerle ilgili olarak kullanılır. Aynı mânâda ve yerde kullanıldıkları da vardır.

Şefâat için şöyle bir tarif yapılabilir: “Bir kimsenin bağışlanması için onun adına af dileme, maddî veya mânevî bir imkânı elde etmesi için yetkilisi nezdinde aracılık yapma”, özellikle dinî bir terim olarak “günahkâr bir müminin affedilmesi veya yüksek derecelere ulaşması için, Allah nezdinde mertebesi yüksek olan birinin O’na dua etmesi, dilekte bulunması” ve daha çok “bu yüksek mertebeli kulların, âhirette günahkârların bağışlanması yönünde vukû bulacak aracılık ve dilekleri“.

Öyle bir günden korkun ki, o gün kimse başkası için bir şey ödeyemez; hiç kimseden şefâat kabûl olunmaz, fidye alınmaz; onlara asla yardım da yapılmaz” (Bakara:2/48) meâlindeki âyete ve benzeri delîllere dayanan Mu’tezile bilginleri, âhirette günahkârlara şefâat edilmesinin sözkonusu olmayacağını, ancak sadece sevaba müstahak olanlara mükâfatlarının arttırılması yönünde şefâat edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Ehl-i sünnet âlimleri ise her iki durumda da şefâatin mümkün olduğunu, günahkâr kullara peygamberler ve Allah nezdinde itibarı yüksek olan, diğer seçkin insanlar tarafından şefâat edilebileceğini savunurlar. Ancak Allah’ın izin vermediği hiçbir kimse şefâat edemeyecektir (meselâ bk. Bakara 2/255; Meryem 19/87; Tâhâ 20/109).

Allah’a ortak koşan kâfirlerin bir kısmı, bu ortakların O’na denk olduğuna değil, O’nun nezdinde reddedilemez şefâat, geri çevrilemez aracılık hakkına sahip bulunduklarına inanmakta ve putlara bu anlayış içinde tapınmaktadırlar. Âyetü’l-kürsî içinde yer alan “Allah katında, O izin vermedikçe hiçbir kimse şefâat edemez” meâlindeki cümle bu inancın asılsızlığını ortaya koymakta, şefâatin de izne bağlı bulunduğunu, O izin vermedikçe ve dilemedikçe kimsenin böyle bir yetki ve imkâna sahip olamayacağını özlü ve etkili bir şekilde zihinlere yerleştirmektedir. Allah katında kendisine şefâat izni verilenlerin durumu ve yetkileri, ödül törenlerinde ödülleri vermek üzere kürsüye çağırılan şeref konuklarınınkine benzemektedir. Ödülün kime verileceğini bilen ve belirleyen onlar değildir; ancak bu merâsimi tertipleyenlere göre onlar, şerefli, saygıya lâyık, büyük kimseler olduklarından kendilerine böyle bir imtiyaz verilmiştir. Allah katında şefâatlerine izin verilecek olanlar da Allah’a yakın ve sevgili kullar olacaktır. Ayrıca bunların başkaları hakkında istediklerinin Allah tarafından kabûl şansı daha fazladır.

Kur’ân’ın ilgili âyetlerinin üslûbundan, âhirette şefâat mümkün olmakla birlikte bunun son derece sınırlı tutulacağı ve insanların şefâate bel bağlamadan, kendi kurtuluşları için yine kendilerinin çaba göstermesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu durum karşısında insan için gerekli olan şey, zaman kaybetmeden tevhid inancına sarılarak, Allah’a karşı kulluk görevlerini yerine getirmek ve ahlâkını düzeltmek, geçmişteki günahlarından dolayı da tövbe etmektir. Çünkü gerek Kur’ân-ı Kerîm’de gerekse hadîslerde içtenlikle yapılacak tövbelerin geri çevrilmeyeceğine dair çok açık ve kesin açıklamalar vardır. Kur’ân’ın şefâat konusundaki -2/48. âyette olduğu gibi- ümit kırıcı üslûbu, şefâat beklentisinin insanları dinî ve ahlâkî hayatlarında gevşekliğe sürüklemesinden; yine Kur’ân’ın tövbelerin kabûl buyurulacağına dair çok net ifadeleri ise, tövbenin kişiye hatâlı inanç ve davranışlarını terk ettirmesinden, böylece düzeltici ve ıslâh edici bir fonksiyon icrâ etmesinden ileri gelmektedir. İşte peygamberlerinin kendilerine şefâat edeceklerine güvenerek İslâm’ı kabûl etmemekte ve Hz. Muhammed’e (s.a.v.) inanmamakta direnen Yahudileri uyarmakta olan bu âyet, aynı zamanda bütün insanlar ve müslümanlar için de bir ikaz anlamı taşımakta; insanın asıl kurtuluşunun, yanlışlardan dönmesine ve başta imanı olmak üzere, dünya hayatında kendisinin yaptığı hayırlı işlere bağlı olduğunu vurgulamaktadır.

Buhârî, Müslim gibi sahîh hadîsleri toplayan müelliflerin kitaplarında yer alan birçok hadîs, bütün insanların mahşerde, korku içinde bekleşirken işlemin bir an önce başlaması konusunda Peygamberimiz’e (s.a.v.) mahsus şefâatten ve bunun yanında gerek O’nun ve gerekse diğer peygamberlerin, salih kulların, hocaların, talebelerin, dostların şefâatlerinden söz etmekte, bu şefâatlerin hak ve gerçek olduğunu söylemektedir. Dünyada insanların Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kabrini ziyaret etmek, O’na salât ve selâm okumak, ezan okunduktan sonra vesîle duasını yapmak, iyi insanlarla beraber olmak, onların sevgisini kazanmak, iyi evlât ve öğrenci yetiştirmek gibi amellerinin (iş, hizmet ve eserlerinin) ilgililerin şefâatlerini hak etme bakımından tesirleri olduğunu ifade eden sahîh hadîsler de mevcûttur.

Bütün bu delîller karşısında bir kimse, diğerine “bana şefâat et” derse bunda bir yanlışlık olmaz. “Şefâat yâ Resûlallah!” demek de böyledir. Bunu diyen kimse, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şefâatini istemektedir. Bunu isterken de Allah’ın O’na şefâat selâhiyet ve izni verdiği bilgisine dayanmaktadır. “Allah izin versin vermesin sen bunu yapabilirsin” diyen yoktur ve bu talebin açık veya gizli bir şirkle alâkası bulunamaz. Olsa olsa şu denebilir: “Hz. Peygamber vefât etmiştir, bu durumda kendisinden şefâat dilemenin anlamı ve faydası yoktur”. Böyle düşünenler öldükten sonra O’nun, başkalarına eşit hale geldiği kanâatinde oluyorlar. Şefâat isteyenler ise, O’nun Allah katındaki derece ve konumunu bildikleri için, öldükten sonra da O’ndan şefâat istemenin yararlı olabileceği kanâatinde oluyorlar. Bu iki kanâatin kesin olarak biri siyah diğeri beyaz değildir.

http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat/0377.htm

posted in ŞEFAAT | 10 Comments

26th Şubat 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DOĞRULUK KAYGISI-MONTAIGNE

Düşünce çatışmaları beni ne kırar, ne yıldırır, sadece dürtükler, kafamı çalıştırır. Eleştirilmekten kaçarız: Oysaki bunu kendiliğimizden istememiz, gelin, bizi eleştirin dememiz gerekir: Hele eleştirme bir ders gibi değil de bir karşılıklı konuşma gibi olursa.

 Biri çıkıp bizim düşüncemizin tersini söyledi mi, onun doğru söyleyip söylemediğine değil, doğru yanlış, kendi düşüncemizi savunmaya bakarız. Bizi düzeltmek isteyene kollarımızı açacak yerde, yumruklarımızı sıkıyoruz. Ama ben dostlarımın bana sert davranmasını istiyorum. Sen bir budalasın, saçmalıyorsun, desinler bana. Ben, dostlar arasında açık, yiğitçe konuşulmasını isterim; dostların düşünceleri neyse sözleri de o olmalı.

 Kulaklarımızı öyle sert öyle kaba birer kulak yapmalıyız ki, salon konuşmalarının yumuşak seslerini duymaz olsunlar.

 Ben, bir araya gelen insanların, sertçe, erkekçe konuşmalarını isterim. Dostlar arasındaki bağlar sert, yırtıcı olmalı: Nasıl ki aşk da ısırmalar, kanatmalar ister! Dostluk kavgacı olmadı mı, sağlam ve cömert de değildir. Nazlı, yapmacık bir hava, birini kırma korkusu dostluğa rahat nefes aldırmaz:

 

Neque enim disputari sine reprehensione potest. (Cicero)

 

Çatışmadan tartışılamaz.

 Bana çatıldığı zaman öfkem değil dikkatim uyanır: Bana çatandan bir şeyler öğrenmeye can atarım. Doğruyu bulmak her iki tarafın kaygısı olmalı. İnsan öfkelendi mi düşünemez olur aklından önce sinirleri işler. Tartışmalarda bahis tutuşmak hiç de faydasız değildir. Doğrudan ayrıldık mı, elle tutulur bir şeyler kaybetmeliyiz. Yılsonunda uşağım demeli ki bana: Bilgisizlik ve inatçılık yüzünden bu yıl bin lira kaybettiniz. Doğruyu hangi elde görsem sevinçle karşılar; uzaktan kokusunu alır almaz silahlarımı atar, teslim olurum. Fazla yukardan ve insafsız olmadıkça yazılarıma çatılmasını hoş görmüş, çoğu kez karşımdakini kırmamak için yazdıklarıma istenen biçimi verdiğim olmuştur.

 Zararıma da olsa eleştirmeciye uysal davranmalıyım ki beni her zaman serbestçe uyarsın, kendimi düzeltmeme yardım etsin. Doğrusu çağdaşlarımı böyle bir işten yana çekmek kolay değil. Düzeltilmek herkesin ağrına gittiği için kimse kimseyi düzeltmeyi göze alamıyor. Düşüncesini saklayarak konuşuyor çokları. (Montaigne, Denemeler, Kitap 2, bölüm 8)

posted in eleştiri | 0 Comments

18th Şubat 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ĞAYB NEDİR-2 (MELEK, ŞEYTAN, CİN, RUH)

(Melek, Şeytan, Cin, Ruh)

Demek ki “Allah ve ahiret günü” mutlak ğayb olurken ve bunlara sanki görmüşcesine (ihsan) ve sanki gidip de gelmişcesine (yakîn) iman etmemiz istenirken melek, şeytan, iblis, cin ve ruh kavramları ve kıssalar bunlara nazaran mukayyet ğayb olmaktadır.

Çünkü Allah ve ahiret günü, mahiyetleri itibariyle aşkındırlar (müteal). Bunun için Allah dış dünyada bir nesne olmadığı ve de kuşatılamayacağı için, kıyamet de henüz daha gerçekleşmediği için ilmin (bilginin) konusu olamazlar, bilakis imanın konusu olurlar. Zira Allah ve ahiret “alemi” aşmaktadır. Bunun için de “ilmin” nesnesi değildirler. Yani bir şeyin “ilmin” nesnesi olması için (aynı kökten gelen) “alemin” içinde olması gerekir. Çünkü alem, ilme (bilgiye, bilime) konu olanlar alanı demektir.
Melek, şeytan, cin, ruh kavramları ve kıssalar ise tarihte, hayatta, insanda ve tabiatta yani alemde meydana gelen bir takım olaylara ilgili kullanılmaktadır. Bu nedenle araştırılıp künhüne vakıf olunmaları veya ilmin nesnesi olmaları mümkündür. Mutlak ile mukayyet ğayb arasındaki fark da esasında burada ortaya çıkıyor.

***

Örneğin Kur’an melek diye güç sahibi olmayı kastediyor. Allah’ın melekleri, Allah’ın güçleri demektir. Rüzgar, fırtına, gök gürültüsü, yağmur gibi tabiatta varolan kuvvetler… Tabiatta varolan bir takım işlevsel fonksiyonlar… Hatta insanın bir takım ruhi ve psikolojik durumları… Peygamberimizin “Gök gürültüsü (ra’d) meleklerden bir melektir” (Tirmizi; Tefsir 13, Kurtubi; 2/19 tefsiri) demesi bunu gösterir.

Dolayısıyla Kur’an’da bu kökten gelen kavramları tasnif edersek: Mülk güç, melik güç sahibi (özne), meleke güç fiili (yüklem), melek fiilin mef’ulu (yüklemin nesnesi), melekut da fiil/yüklem alanı veya sahası oluyor. Yani “el-melik”, “melekelerini” kullanarak “melaikeyi” ortaya çıkarıyor, bunların tezahür ettiği sahaya (alem) de “melekut” diyor. Bunu için de “mülk” O’nun oluyor. Bütün bunların mihverinde Allah var ve hepsi O’nunla ilgili…

Kur’an der ki: “Rabbiniz gökleri ve yeri altı evrede yaratan, sonra görkemli egemenliği ile iş ve oluşu çekip çeviren Allah’tır. Bu yaratma İKİNCİSİ OLMADAN yalnızca kendisinin iradesi iledir. İşte Rabbiniz Allah budur. Şu halde O’na ibadet ediniz. Bu zihin tutulması neden?” (Yunus; 10/3)

Yani: Allah gökleri ve yeri, O’nunla birlikte/O’na yardım eden ikinci bir aracı (şefi’) olmaksızın, tek başına yaratmıştır… Ayetteki şefi’ bu bağlamda “ikinci” anlamına geliyor. Çünkü ahirette günahkârlara şefaatçi bulunup bulunmayacağı değil; göklerin ve yerin yaratılışı anlatılmaktadır. “Allah bu yaratmayı yaparken (halen de yaratıyorken çünkü yaratma sürüyor) yanında ikinciler veya yardımcılar, aracı tanrılar, yarı tanrılar, tanrısal melekler vs. var mıydı?” gibi bir soruya cevap verilmektedir.

Çünkü eski dünya dinleri bir yüce tanrıdan başka ikinci, üçüncü alt tanrılar, yarı tanrılar, cinler, ifritler, tanrının yaratmada yardımcısı melekler anlayışı ile doluydu. Tanrı yaratmayı direk kendisi yapmaz, onlara havale ederdi. Bir kralın ülkesini oğulları arasında taksim etmesi ve bir çok yetkisini onlara devretmesi gibi Yahudi muhayyilesindeki “dört büyük melek” anlayışı da buradan geliyordu. Daha önceki dinlerde yüzlerceyken bunlarda dörde indirilmişti. Kur’an’ın tevhid ilkesi gereği bu, bir tek Allah’ın doksandokuz, bin, üç bin, beş bin, binlerce ismi, niteliği, melekesi, fonksiyonu, kuvveti haline getirildi. Çünkü Allah birdir (ehad) ve isimleri, sıfatları ve melekeleri ile bölünmez bir bütündür (samed)…

Yani Tanrı bir tanedir ve Tanrılık sadece O’nda toplanmış olup O’ndan kimseye geçmez. Yaratmada, iş ve oluşta kimseyi vekil tayin etmez, bütün her şeyi doğrudan kendisi yapar. Örneğin Yahudi muhayyilesinde geçtiği gibi bitkileri ve mevsim işlerini Mikail’e, ölüm işlerini Azrail’e, vahiy işlerini Cebrail’e, kıyametin kopuşunu İsrafil’e havale etmiş değildir. O’nun “şefi”i yoktur. Bütün bunları direk kendisi yapar…

Bu isimler (Cebrail, Azrail, Mikail, İsrafil vb.) Allah’ın iş ve oluşu (şe’n/emr) meydana getiriyorken ki melekeleridir. O’ndan gayrı birer ikinci (şefi’) değil. İnsanlar zamanla Allah’ın yapıp edişini, edip eyleyişini (melekelerini) bu isimlerle ifadelendirmişler.

Cebr-El: Tanrı’nın gücü… Azra-El: Tanrı’nın durduruşu/engelleyişi… Mika-El: Tanrı’nın övülüşü, tesbihi… İsraf-El: Tanrı’nın soluğu, nefesi… Samu-El: Tanrı’nın işitişi/Tanrı’yı duyan… İsra-El: Tanrı’nın yürüyüşü/Tanrı ile yürüyen… Rafe-El: Tanrı’nın yüceliği/Tanrı’ya yükselen… Bunların hepsi İbranice… Böyle yüzlerce isim var. Yahudi isimleri genellikle böyledir.

Adı üzerinde Cebrail Allah’ın konuşma/vayhetme gücünü, Mikail mevsimleri yaratma gücünü, Ezrail ölüm, İsrafil hayat ve yaşam verme gücünü ifade eden özellikleri/melekeleridir. Bu isimlerin zamanla Tanrı’dan ayrı (alem dışı) ontolojik varlıklarmış gibi algılandığını görüyoruz. Kur’an yer yer bu muhayyileye hitap etmekle birlikte dönüştürmüş ve hepsini “tek bir Allah’ın” güzel isimlerinde toplayarak “Esmau’l-Hüsna”yı getirmiştir. Bu kültürden hareketle Abdullah (Allah’ın kulu), Seyfullah (Allah’ın kılıcı), Nurullah (Allah’ın ışığı), Nimetullah (Allah’ın nimeti), Lutfullah (Allah’ın nimeti) vb. Müslüman isimleri doğmuştur.

Demek ki bu isim ve sıfatlar Allah’ın “melekeleri” oluyor. O’ndan ayrı (alem dışı) ontolojik varlıklar değil; O’nun kendisi de değil; alemde yani tarihte, hayatta, tabiatta ve insanda tecelli eden iş ve oluşu, yapıp edişi, edip eyleyişi…

Kur’an’ın ilk muhataplarına sorsan bir Allah’a inanırlar ve fakat O’nun “samed” olduğunu kabul etmezlerdi. Gökte bir tanrıya inanmakla birlikte, O’nun, tanrılığı alt tanrılarla (min dunillah) bölüştüğünü, paylaştığını düşünürlerdi. İşte samed ilkesi bunu reddediyor. Allah’ın tanrılıkta bölünmez, paylaşma ve ortaklık kabul etmez bir bütün olduğunu ilan ediyor. Bunun içindir ki özellikle ilk sureler Allah isminden ziyade O’nun “melekelerine” vurgu yapar. Şunu demek ister: Bir Allah’a inanmak yetmez, O’nun alemle; tarihle, hayatla, insanla, tabiatla dinamik ilişki içinde olduğuna, güçleri, isimleri, melekeleri ile aramızda olduğuna da inanacaksınız… Şu halde “Her kim Allah’ın alemdeki tasarrufunun bin bir çeşit görünümlerine yani “melekelerine” düşman olursa Allah’a düşmanlık göstermiş olur” ne demek anlaşılıyor olmalı…

Keza “Kim Allah’a; meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına ve ahiret gününe iman ederse…” de şu oluyor: “Kim insanla, tarihle, hayatla ve tabiatla iletişim içinde olan Allah’a; alemde tecelli eden güçlerine (melaiketihi), tarih boyunca gelen elçilerine (rusulihi), kitaplarına/hitaplarına (kutubihi), gelecekte de (yevmu’l-ahir) hesap soracağına iman ederse… İşte böyle insanlıkla canlı ve dinamik ilişki içinde olan (hayyu gayyum) Allah’a iman ederse, bilsin ki, kopmayan bir kulpa yapışmış olur ki asıl iman da budur. Yoksa müşriklerin gökte oturup duran, yarattıkları ile iletişimsiz, yetkilerini alt tanrılara (dunillah) devretmiş, vurdumduymaz tanrısı o “Gökteki”ne (Mülk; 67/16-17) değil…

“Allah’ın meleklerle konuşması” ise metafiziği kavratma amaçlı olduğu için teşhis (kişileştirme) ve intak (dile getirip konuşturma) anlatım sanatları kullanılarak aktarılan Aliya İzzetbegoviç’in tabiri ile “semavi prolog” (gökteki ilk konuşma) oluyor.

Yunus Emre’nin “Sordum sarı çiçeğe” ilahisinde çiçekle girdiği diyalog veya Yusuf Has Hacip’in “Kutadgu Bilig” (Kutlu Bilgi) adlı eserinde dört şey: Devlet/adalet/hükümdar (Kün-Toğdı), mutluluk (Ay-Toldı), akıl (Öğdülmiş), akibet (Odgurmuş)’u birbiriyle konuşturması, kişileştirmesi, diyaloglaştırması gibi… Böyle anlatımlar çoktur. Bunlara edebiyatta gerçeküstücü öykülendirme deniyor.

Allah’ın melekler ve iblisle konuşması de böyledir. Yani sembolik olup aslında ortada Allah’tan başka kimse yoktur. Allah bir takım olay ve durumları kişileştirmekte, sonra da kişileştirdiğini dile getirip konuşturmaktadır. Aksi halde Allah’a yer, zaman, mekan, meclis biçmiş oluruz. Dağları, yeryüzünü, insanın iç dünyasını, vicdanını (ahd-i misak ayeti), ellerini, derilerini dile getirip konuşturması veya güneşi, ayı, yıldızları vs. dile gelip konuşmaya çağırması da böyledir. Bunlar metafiziği kavratma amaçlı yerlerde böyle olup Kur’an’da örnekleri çoktur. Fakat örneğin kıssalar böyle değildir. Onlara da toplumsal gerçekçi öykülendirme diyoruz. (Toplumsal gerçekçi öykülendirme ile gerçeküstücü öykülendirme şeklinde ikiye ayırarak ele aldığımız Kur’an’daki hitabet sanatı ile ilgili olarak bkz. “Kur’an kıssaları; masal mı mucize mi?” ve “Allah nasıl Hz. Hızır oldu?” başlıklı makaleler)…

Kendisine Allah hitap ederken Peygamberimizin algıladığı/gördüğü şeyin “Allah’ın gücü” olduğunu ve aslında “Cebrail” (Tanrı’nın gücü) diye buna dendiğini şu rivayetlerden de anlarız: “Resulullah (sav) buyurdular ki: “Bu gece Rabbimden bir (melek, elçi olarak) geldi. -Bir rivayette ise şöyle demiştir: “Rabbim bana en güzel bir surette geldi” ve “Ey Muhammed!” dedi…” (Tirmizi; Tefsir, Sad, 3231, 3232). Yani “Melek/Cebrail olarak bana en güzel surette görünen şey Rabbimin vahyetme gücüydü.” demek istiyor…

Yine Hz. Aişe’den: “Her kim Muhammed (uyanık olarak baş gözüyle) Rabbini gördü sanırsa, en büyük yalan irtikâb etmiş olur. Lâkin muhakkak olan şudur ki, Allah’ın Resülü Cebrail’i(Allah’ın gücünü) ufkun arasını kaplamış olduğu halde görmüştür.” İbn Mes’ud’dan: “Cebrail’i (Allah’ın gücünü) altıyüz kanatlı veya kanatları semayı yeşil bir kumaş gibi kaplamış halde görmüştür.” (Buhari; Bed’ul-Halk, 1334,1335,1336)

Yani “Gördüğü şey Allah’ın kendisi değildi; bilakis Allah’ın gücünün, eşiz güzelliğe sahip görkeminin her yanı kaplaması (zu merratin fe’steva), yüksek ufuk çizgisinde belirmesi (ufuki’l-a’la), yaklaşarak iyice sarkması (dena fetedella), aralarında iki yay hatta daha da yakın mesafeye (gabe gavseyni ev edna) kadar belirerek görünmesiydi” demek istiyorlar (Necm; 53/6-9). İşte buna Allah’ın gücü (Cebrail) diyoruz. Allah’ın kendisi değil; ondan ayrı bir varlık da değil; bilakis onun güç/konuşma/vahyetme melekesi… Bu melekenin kolay algılanması için “kişileştirme” yapılarak ifade edildiğine dikkat ediniz…

Keza “Yeryüzünde dolanan seyyah melekler vardır, zikr edenleri gözleyen melekleri vardır, rahmet melekleri, gazap melekleri vardır, ölüm meleği vardır, dağların meleği gelerek şöyle dedi…” vb. rivayetler hep tek bir Allah’ın aramızda dolanan gücünü, kudretini, bilmesini, görmesini, sevgisini, merhametini, öfkesini, kızgınlığını, yapmasını, etmesini, eylemesini yani binbir çeşit “melekelerini” kavratmak için kullanılan ifadelerdir.

Bütün bunların Allah’ın insanla ve alemle olan derin ve çok boyutlu dinamik ilişkisini resmettiğini, aslında anlatılanın “tek bir Allah”ın özellikleri olduğunu şu rivayetten de anlarız: “Allah’ın meleklerinden olan Arş’ın taşıyıcılarından bir melek hakkında rivayette bulunmam için bana izin verildi” dedi ve ilave etti: “Onun kulak yumuşağı ile ensesi arasındaki uzaklık yedi yüz senelik mesafedir.” (Ebu Davud; Sünnet, 19, 4727). Yani çokluktan kinaye ile kişileştirme yaparak “Allah’ın gökyüzünü (arş/uzay) yaratma ve oluşturma gücü (arşı taşıyan melekleri) çok büyük, çok muazzam bir olaydır.” demek istiyor. (Geçen günkü bir haber: Bir süpernovanın- enerjisi bitmiş büyük yıldız patlaması- yankısı dünyaya 436 yıl sonra geldi)…

Görülüyor ki kiminde “altıyüz kanatlı”, kiminde “semayı kaplayan yeşil kumaş”, kiminde de “kulak memesi ile ensesi arasında yedi yüzyılık mesefa olan biri” olarak resmedilen, birbirinden farklı olmasına rağmen tek bir şeydir: Allah’ın insanda ve alemde tezahür eden melekeleri ve bunun görkemi, büyüklüğü…

Kur’an’da melek, melekut, mülk, melekutu’s-semavati ve’l-arz kavram ve ifadeleriyle hep bu görkemin ve büyüklüğün anlatılmaya çalışıldığını görüyoruz. Örneğin (aynı kökten gelen) “Mülk” suresinin hemen başında şöyle denir: “Şu görkemli egemenliğin sahibi (bi yedihi’l-mülk) ne yücedir!” Sonra sure boyunca “bi yedihi’l-mülk”ten örnekler verilir: Hayat ve ölüm… Yedi kat gök…Işık saçan yıldızlarla süslenmiş dünya göğü… İnsanın iç dünyasında (zati’s-sudur) olup bitenler…Ürünlerle (rızk) dolu yeryüzü…Sıra sıra kanat çırparak uçuşan kuşlar…Kulaklar, gözler ve gönüller verilerek inşa edilmiş insan…Ve sure şöyle biter: “Bir sabah kalktınız sular çekilmiş, kim getirecek size suyu? (Mülk; 67/1-30)

Bütün bunlar Allah’ın güç ve kudret “melekelerinin” (melaiketihi) tezahürü sonucu (ez-Zahir) olan yerin ve göğün “melekutu”dur (melekutu’s-semavati ve’l-arz). Allah işte bu görkemli egemenliğin sahibidir (bi yedihi’l-mülk): “Haydi, çevir gözünü, bir kusur görebiliyor musun? Sonra tekrar tekrar bak, aradığını bulamayacak, yorulup aciz kalacaksın!” (Mülk; 67/3-4)…

Nedir insanoğlunun aradığı?

Görüneni bırakıp görünmeyenler üzerinden spekülasyonlar yapmak… Hayatı, ölümü, yeri, göğü, yıldızları, iç dünyasını, uçuşan kuşları, kulakları, gözleri, gönülleri vs. atıp tutmaların konusu yapmak, yani bunlar üzerinden ğaybı taşlamak! Oysa böyle yapanları bekleyen alevli bir ateşten başkası değildir (Mülk; 67/5): “Tepelerinde sıra sıra kanat çırparak uçuşan kuşları (tayri fevgahum saffat) görmüyorlar mı? (Mülk; 67/19).

Bu “saffat” sözcüğü de ilginçtir. “Saf saf, sıra sıra” anlamına geliyor. Şu ayetler üzerinde düşünün: “Göklerde ve yerde olan kimseler (örneğin) sıra sıra uçuşan kuşlar (tayru saffat) O’nu yüceltir, hepsinin salatı ve teshibi vardır. Göklerin ve yerin egemenliği (mülku’s-semavati ve’l-arz) Allah’ındır.” (Nur; 24/41-42)… “Bizden her birimizin belli bir makamı vardır. Elbette biziz saf saf dizilenler, biziz! Elbette biziz o tesbih edenler, biziz!” (Saffat; 37/164-166)…

Karşılaştırmalı olarak ilgili yerleri inceleyin, yerde ve göklerde sıra sıra, saf saf dizilmiş olanların bir takım tabiat varlıkları (ay, güneş, bulutlar, gökgürültüsü, yıldırımlar, yıldızlar, gezegenler, kuşlar, hayvanlar, bitkiler, ağaçlar, dağlar, dereler, ırmaklar, göller, denizler vs.) olduğunu, Kur’an’ın bunlara “yerin ve göklerin melekutu” (meleketu’s-semavati ve’l-arz), “O’nun görkemli egemenliği” (bi yedihi’l-mülk) dediğini göreceksiniz. Dolayısıyla “melaiketihi” (O’nun melekeleri/güçleri) bununla ilgilidir. O günkü yerleşik ve yaygın din dilinde öyle dendiği için Kur’an bu dil üzerinden konuşmaktadır.

Keza rivayetlerde de durumun böyle olduğunu görüyoruz. Çünkü o çağda yerleşik olan din dili buydu. Onlarca rivayet ve hadisi taradım hepsi böyle.Yukarıda hadislerden de örnek verdim, şimdi yer dar, sanırım bu kadar yeter…

***

“Şeytan” veya “İblis” kavramları da teşhis ve intak sanatı kullanılarak şahıslaştırılıp konuşturulan alemdeki “kötülük durumlarını” ve insandaki “kötülük dürtülerini” ifade ediyor. Yoksa insanın dışında kazma dişli, çirkin suratlı harici bir varlık değildir. Bunu en iyi Peygamberimizin şu sözlerinden anlarız: “Şeytan, sizin içinizde kanın damarda dolandığı gibi dolanır.” (Buhari; İtikaf, 956), “Şeytan uyuyanın genzinde geceler” (Buhari; Bed’ul-Halk, 1359) “Şeytan da, melek de insanoğluna birtakım şeyler atarlar. Şeytanın işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı olan şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmaktır. Meleğin işi hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Kim içinde hakka, hayıra, iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah’tandır ve hemen Allaha hamdetsin. Kim de içinde kötülük ve inkara çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah’a sığınsın.” (Tirmizi; Tefsir, 2991).

Keza Kur’an’a göre cinlerin/şeytanların tabiatı “kavurucu ateştir” (Hicr; 27)…

Görüldüğü gibi şeytan hep insanla ilişkilendirilerek tasvir ediliyor: İçinde dolanır (öfke, hırs, şehvet kabarması)… Burnunda geceler (burnundan solumak!)… Kalbine atar (içine doğurur, aklına getirir)… Şu halde “kavurucu ateş” kızgınlık, şehvet, öfke, haset, ihtiras gibi dürtülerin ifadesi oluyor. Demek ki iç dünyamızda (zati’s-sudur) “kanın damarda dolandığı gibi dolanan” öfke, kızgınlık, hırs, haset, ihtiras, şehvet vb. dürtüler kişileştirilerek, canlı bir varlıkmış gibi resmedilerek “şeytan” adını alıyor. Bunlar bizi ve çevremizi ateşin odunu yeyip bitirdiği gibi yer bitirir.

Görülüyor ki din dili, kötülere “şeytan” iyilere “melek” diyerek olayları, durumları, duyguları ve dürtüleri kişileştiriyor. İçimizde olanları, dışımıza çıkarıp harici varlıkmış gibi resmederek, kolay anlaşılır, tavır ve vaziyet alınır hale getiriyor. Metafizik olmakla birlikte gayet canlı ve dinamik bir diyaloji (ikili etki-tepki iletişimi) kuruyor. “Dini tecrübe” bu açıdan bilimsel dil ve metotlardan farklıdır. Bu dili iyi kavramamız gerekiyor.

Demek ki “Şeytan sizin apaçık düşmanınızdır, ona tabi olmayın” şu demek oluyor: “Öfke, kızgınlık, hırs, haset, ihtiras, tamah, şehvet vs. sizin apaçık düşmanınızdır, bunların ardınca gitmeyin…”

***

“Cinn” de etrafımızda uçuşan (alem dışı) harici varlıklar değildir. Alem içinde ve fakat “görünmeyen, tanınmayan, yabancı” demektir. Örneğin bugün yeryüzünde bir milyon canlı türü var. Bir zamanlar otuz milyonmuş. Biz ömrümüz boyunca bunların kaçını görürüz? En fazla yüzünü hadi bilemediniz beş yüzünü… İşte deniz altlarında, ormanlarda, ağaç kavuklarında, toprağın altında, kayalıklarda vs. geri kalan bütün göremediklerimiz cindir. Onları da Allah yaratmıştır. Bu manada “ins-u cinn” görünen ve görünmeyen tüm varlıklar anlamında Türkçe’de “sabah-akşam”, “yaş-kuru” , “gece-gündüz” dememiz gibi bir deyimdir…

Bu durumda “İnsanları ve cinleri (ins-u cinni) bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat; 51/56) şu demek oluyor: Gördüklerinizin ve görmediklerinizin tümünü iş ve değer üretsinler, kendilerini ifade etsinler, yapsınlar, meydana getirsinler, bunları Ben ile/Benim yolumdan giderek yapsınlar diye yarattım…Çünkü “ibadet” ile “nüsuk” aynı şey değildir. (bkz. “Din ve ibadet anlayışımız 1-2” başlıklı makaleler).

“Cinlerle konuşmak” da aslında insanın kendi kendisiyle konuşmasıdır. İçinden gelen tanımlayamadığı ses ve dürtüleri kendi dışında bir varlıkmış gibi resmetmesi ve kendisine onun hariçten hitap ettiğini sanmasıdır. Bu durumda cinn, insan beyninin yarattığı bir kişileştirme oluyor.

Peygamberimizin “cinlerden bir grup ile görüşmesi” de Türkçe’de “Soldan bir grup” derken solcularla, sol görüşe mensup olanlardan bir grupla demek istememiz gibi, harici varlık olarak cinlere inanan, bu inancın yaygın olduğu bir beldeden yani Nusaybin’den gelen bir gurup ile görüşmesi demektir. (Taberi).

Bu konuda İbn Mes’ud’dan şöyle bir rivayet vardır: “Bir gece O’nunla beraberdik. Bir ara onu kaybettik. Kendisini vadilerde ve dağ yollarında aradık. Bulamayınca: “Yoksa uçurulmuş veya kaçırılmış olmasın?” dedik. Böylece, geçirilmesi mümkün en kötü geceyi geçirdik. Sabah olunca, bir de baktık ki Hira tarafından geliyor. “Ey Allah’ın Rasülü, biz seni kaybettik, çok aradık ve bulamadık. Bu sebeple geçirilmesi mümkün en fena bir gece geçirdik.” dedik. “Bana cinlerin davetçisi geldi. Beraber gittik. Onlara Kur’an’ı Kerim’i okudum.” buyurdular. Sonra bizi götürerek cinlerin izlerini, ateşlerinin kalıntılarını bize gösterdi.” (Müslim; Salat, 150, (450); Tirmizi; Tefsir, Ahkaf, (3254); Ebu Davud; Taharet 42, (85).

Yani Peygamberimiz Nusaybin’den gelen yabancı bir heyetle görüşüyor. Bu arada bazı sahabeler onu ortalıkta göremiyorlar. Peygamberimiz yabancı heyetle bir süre beraber oluyor. Soğuk bir gün olduğu için ateş yakıp başında oturuyorlar ve sohbet ediyorlar. O arada bir şeyler de yeyip içiyorlar. Peygamberimiz bu yabancı heyetin “izlerini ve kalıntılarını” (yakılan ateşin közlerini ve yemek artıklarını) göstererek işte burada oturduk diye anlatıyor…

Keza Cinn suresinde cinciliğin, falcılığın, ğaybı taşlamanın o dönemdeki vatanı haline gelmiş Nusaybin’den gelen işte bu heyetin, peygamberimizle görüşüp Kur’an’ı dinleyerek cincilikten nasıl dönüş yaptıkları ve tüm çağlara ibretlik itiraflarına yer verilir. Tam da bugünü anlatır. Gel gör ki bu sure adeta amuda kaldırılmış, tersten okunmuş ve Kur’an’ın cinleri ve cinciliği onayladığına delil yapılmıştır…

***

“Ruh” da yeni Eflatunculuktaki gibi bedene girip çıkan bir cevher değildir. Yaşam, can, hayat veren demektir. Maddi ve manevi iki anlama gelir. Maddi anlamı soluduğumuz havadır ki bize can verir, hayat bahşeder. Manevi anlamı sevgi, merhamet, iyilik, güzellik, doğruluk, dürüstlük gibi değerler aşılayarak insanı canlandırır. Çürümüş, kokuşmuş, çamurlara batmış, hastalıklı kalplere hayat bahşeder. Bununla körler görür, sağırlar duyar, çamurlarda sürünen bir halk kendine yepyeni bir gelecek yaratır. Vahiy (Allah’ın nefesi, soluğu) bu manada İsa’nın söyleminden de anlaşılacağı gibi canlandıran, hayat veren anlamında Kur’an’da ruh olarak ifade edilmiştir…

Kur’an’ın kafirlere “meyyit” (ölü), vahye “ruh” (canlandıran, hayat veren), Allah’ın kavli ve kevni ayetlerini görmeyenlere “kör”, duymayanlara “sağır” demesinin ne demek olduğu anlaşılıyor olmalı…

***

Şu halde İslam maneviyatı “Allah’a ve ahiret gününe” içtenlikle, en içteki/kayıptaki yerlerimiz olan kalp, yürek ve gönül ile (ğayb ile) imana dayanıyor. Diğerleri bu dayanaktan kuvvet buluyor.

Onun için Bu Kitap’la hayat yolculuğuna çıkacaklardan ilk istenen bu…

Bu nedenle ğayb, iman edilecek şeyleri değil; iman edecek kişinin içsel durumunu ifade ediyor. Kur’an “ğayba iman” gibi içine her tür bilinmezliğin girebileceği istismara açık bir kavramı değil; direk “Allah’a ve ahiret gününe iman” gibi apaçık bir ifadeyi boşuna tercih etmemiş. Öyle ya Allah namına söylenenleri test edebileceğimiz elimizde kaya gibi bir metin var. Ğayba iman da ise işin içine cinler, ifritler, periler, ruhlar, bilinemez, görünemez, test edilemez varlıklar giriyor.

“Ğayba iman” deyimine şartlandırılmış zihinler ise, meseleyi, makalede ortaya koymaya çalıştığım gibi “mutlak ğayb” ve “mukayyet ğayb” diye ikiye ayırarak anlamayı deneyebilirler. Fakat Kur’an’ın “bi’l-ğayb” ifadesine özel bir anlam vererek kendi iç literatüründe “içtenlikle, görmeden, görünmeyen yerleri (kalp, gönül, yürek ile) iman” anlamında kullandığını da bilin. Kur’an’da geçtiği yerlerin tamamında böyle; bir tek istisnası bile yok.

***

Kanımca Kur’an’ın “o çağdaki yerleşik din dili” üzerinden meseleyi vazedişi böyleydi. Bizim yorumlamalarımız bu dille çelişmiyor. Aynı hakikatin öteki yüzünü ifade ediyoruz. Dilden dile değil; çağdan çağa çeviriyoruz, öyle düşünün. Çünkü arada nereden bakılsa on dört asır var…

Bilmem anlatabildim mi?

http://ihsaneliacik.org/makaleler/gayb-nedir-ne-degildir-2.html

 

Ayrıca ĞAYB NEDİR -1 (METAFİZİK VARLIKLAR) yazısı için bkz.

http://ihsaneliacik.org/makaleler/gayb-nedir-ne-degildir-1.html

posted in CİN-MELEK | 0 Comments