-
27th Ocak 2013

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Harut ve Marut Melek midir, Dolandırıcı mıdır?

HARUT VE MARUT KİMDİR?

MELEKLER ŞERRİ ÖĞRETİR Mİ?

Konuya sihrin tanımı ve Bakara 102 ayetinin açılımı ile girelim: 

Sihir: Göz bağcılık ve hilekârlık yöntemleri uygulanarak sahte olanı gerçekmiş gibi göstermektir. Dindeki anlamı ise sebebi gizli olan ve gerçek olmayan şey demektir. Biz buna Türkçemizde “Büyü” ve “Efsun” diyoruz. Bunu sanat edinene de sihirbaz denir Sihir özü yönünden harika değildir. Yani ilâhî irade ile ortaya çıkan olaylardan değildir. Onun bir özel sebebi vardır. Bu sebep bilinmediğinden olay bir harika gibi hayal edilmektedir. Kısaca sihir sahte olanı bazı hilelerle gerçekmiş gibi göstermektir. Onların (Firavunun sihirbazlarının) ipleri ve değnekleri yaptıkları sihirden ötürü kendisine sanki yürüyorlarmış gibi geldi.” (1) Oysa sihirbazlar ağaçtan ve deriden yapılmış birtakım iplerin ve sopaların içlerine özel olarak cıva doldurdular.  Yerin ve güneşin ısısıyla bunlar ısınmış ve oynayıp kıvrılarak hareket etmeye başlamışlar ve ortada korkunç birçok yılan dolaşıyormuş gibi görünmüştür (2). İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre sihir gerçek olmayanı gerçekmiş gibi göstermektir, tamamen aldatmadan ibarettir, hiçbir gerçek yanı yoktur.” (3)  Sihir, tabiat kanunlarının üstüne çıkma sanatı değildir (4) Sihir, sahte ve gerçek dışı olan şeyi, gerçekmiş gibi göstermektir (5), veya büyüleyici güzellikte bir sözle sözlerle insanları aldatmaktır (6). Bakara 102 ayetiyle de sihrin semadan indirildiğine delil getiremeyiz. Hayrın öncüsü meleklere (7) şer öğretmenliği rolü vermek, bazı Kuran ayetlerinin iptali gibi tehlikeli bir hatta götürebilir.

 

Bakara 102 Ayetinin Metni Üzerine Yorum  

وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلا تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلا يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

               Yahudiler arasında sihir konusunda birçok hurafe yaygındı. Bunlardan biri de Hârût ve Mârût isimli iki sahtekârın melek olduğuna ve Allah tarafından kendilerine sihir indirildiğine, bu sihri insanlara öğretmekle sorumlu olduklarına inanıyorlardı. İşte bunun üzerine Kuran ayetleri sihrin semadan indiği şeklindeki iddiaları  yalanlamak ve hem sihri hem de onu öğrenen ya da öğreten kimseleri kötülemek için geldi. (8) Yukarıda Arapçası verilen bu ayete aşağıdaki şekilde açılım getirilebilir:

Yahudiler, “Şeytanca niyetler taşıyan kişilerin Hz. Süleyman peygamberin sihir yaparak küfre girmesi yönündeki iddialarını” kabul ettiler. Oysa Hz. Süleyman sihir yaparak küfre girmemiştir. Fakat o şeytanca niyetler taşıyan kişiler küfre girdiler ve insanlara sihir adını verdikleri sahtekârlığı öğretmeye başladılar. İşin gerçeği  şeytanca niyetler taşıyan kişilerin Babil’de(9) melek ilan ettikleri Hârût ve Mârût’a sihir diye bir şey indirilmemişti. Bu iki sahtekâr, büyü müşterilerinden hiçbir kimseye biz sadece ayartıcılarız, sakın bize uyarak küfre girmeyin şeklinde uyarıda bulunmadan   sihir adını verdikleri sahtekârlığı öğretmediler. Büyü müşterileri, bu ikiliden, karı koca arasının nasıl parçalanacağını öğreniyorlardı; ancak Allah’ın izni olmadan onunla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Yine büyü müşterileri kendilerine zarar veren, fayda getirmeyen hurafeye dayalı bir bilgi ediniyorlardı; oysa büyü müşterileri, bu bilgiyi satınalan kişilerin ahiret hayatının güzelliğinden nasipsiz kalacağını iyi biliyorlardı. Fakat büyü müşterileri, kendileri için satın aldıkları sihir denen hurafenin ne pis şey olduğunu bilselerdi  

Bakara 102. Ayetinde geçen “melekeyn” (iki melek) kelimesini “melikeyn” (iki melik) şeklinde okuyan sahih kıraatler vardır. Taberî, Zemahşerî, Beğavî, Râzî vb.) Hz. Peygamber’in seçkin dostlarından İbn ‘Abbâs ve sonraki kuşaktan birçok âlim -mesela, Hasan Basrî, Ebu’l-Esved ve Dehhâk- onu “melikeyn” (“iki melik”) olarak kıraat etmişlerdir. “melekeyn” kelimesini “melikeyn”  şeklinde okuduğumuzda Hârût ve Mârût ’un sıradan iki kişi olduğu anlaşılmaktadır.Yine “melekeyn”   kelimesinin bağlı olduğu “ma” edatına görüşlerin en sahihine göre, olumsuzluk anlamı da verilebilir. “ma” Arapçada hem nafiye (olumsuzluk edatı) hem de mevsule (bağlaç) olarak kullanılmaktadır. Bu ayette belki de en çok anlama problemi bu edatın kullanımında hangi anlamın tercih edileceği ile ilgilidir. Yukarıda anlattığımız gibi bu edatı bağlaç olarak görmek melekleri büyücülük öğretmeni olarak kabul etmek anlamına gelir ki melekler şerri öğretmekle görevlendirilmezler.   Bu edatı olumsuzluk belirten anlamı ile ele alırsak Hârût ve Mârût melek değil ayetin bütünlüğü içinde sıradan iki sahtekâr anlamına dönüşebilir, “ma” edatına olumsuzluk anlamı veren birçok müfessirlerimiz vardır (10). Hırsızlığın ve hortumculuğun zararlarını anlatmak için Allah’ın hırsızlık ve hortumculuk yapan melek göndermesi nekadar saçma ise, sihrin kötülüğünü anlatmak için karı koca arasını parçalama sihri öğreten melek göndermesi de o kadar saçmadır.  Kirli işleri öğretip sonra da sakın bunları yapmayın demek Kuran’ın üslubu ile bağdaştırılamaz. Kur’an her türlü sihir teşebbüsünü ve genel olarak her türlü esrarengiz ilimlerle uğraşmayı kınamak amacıyla bu tür bilgiler vermiştir. (11) Bir taraftan peygamber gönderip, diğer taraftan insanları saptıran tanrı tiplemesi Hem Kuran’da hem de Hz. Muhammed’in Müslüman tanımında yoktur. Çünkü Hz. Muhammed’e göre Müslüman, eliyle ve diliyle başkalarına zararı dokunmayan kişidir. Karı-koca gibi toplumun en güçlü birimi olan aileyi parçalamak asla Kur’anın verileriyle bağdaşamaz.

Yukarıdaki ayetlerden Hârût ve Mârût’un övüldüğü yönünde ve melek olduğu yönünde bir sonuç çıkarmamız yanlıştır. Kur’an, müşriklerin meleklerden peygamber gönderilmesi isteğini doğru bulmamaktadır: “ Senden önce, insanların dışında elçi göndermedik; onlara vahyediyorduk. Bilmiyorsanız zikir/vahiy ehline sorunuz.” (12) Yine Melek indirilmesi şeklindeki istekleri Kur’an geri çevirmiştir: “Ona bir melek indirilmeli değil miydi!,” diyorlar. Bir melek indirseydik, iş bitirilmiş olurdu. Onlara zaman da verilmezdi.” (13) Furkan Suresinde de Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Söyle dediler: “Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, sokaklarda gezer? Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya besleneceği bir bahçe olsaydı ya!” Bu zalimler, inananlara: “Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz” dediler. Sana nasıl misaller getirdiklerine bir bak! Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar.” (14) Yine peygamberlerin insani özellik taşımasını istemeyen müşriklere Kuran şöyle cevap vermektedir: “De ki: Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine) yerleşip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten melek peygamber indirirdik” (15) İnsanlar arasından insan peygamber, melekler arasından melek peygamber, cinler arasından cin peygamber gönderilmiştir. İnsanları insan peygamberlerin, melekleri melek peygamberlerin, cinleri cin peygamberlerin uyarması daha doğrudur. Kurana göre, insan peygamberleri bir kenara itip, insan tipli melekle insanların irşadı doğru bulunmamaktadır..

Görüldüğü gibi Yukarıdaki ayetler karı koca arasını parçalamayı öğreten melek Hârût ve Mârût tiplemelerini ortadan kaldırmaktadır. Kuranın kendi içinde çelişkiler olmadığını vurgulayan ayetlere rağmen Kuranın içinde çelişkiler oluşturmaya hakkımızın olmadığını düşünüyorum. Kuran’ın verilerine göre, hayrın öğretmeni melekler (16), şerrin öğretmeni şeytandır. Nas suresinde şerrin öncülerinden Allah’a sığınmamız öğütlenmektedir. Hârût ve Mârut’u melek olarak tanıtırsak Bakara 102 ayetinin içeriğindeki karı koca arasını parçalama misyonunu meleklere yükleyerek onları de şer öğretmeni yaparak Şeytanla ortak iş yaptırma hatasına düşeriz. Sorgulamadan körü körüne inanmak tehlikelidir. Bu yüzden Kuran, hayatın akışı içinde hiçbir şeyi sorgulamadan hareket eden, körü körüne teslimiyet gösteren insanları eleştirir (17)

 

Sihir var hakikatı yoksa Hz. Peygambere yapılan büyünün aslı var mıdır?

Hz. Peygambere büyü yapma teşebbüsünde bulunulmuştur, fakat büyü etki etmemiştir. Sen rabbının nimeti sayesinde cin tabanlı büyünün etkisinden korundun. Mecnun değilsin. 68.Kalem/2 Onlar sana zarar veremezler 4.Nisa/113 Batılı hak göstermeye sihir denir. Büyücüler felah bulamazlar. Yunus/77.

[1] Taha/66

[2] Alûsi, Ruhu’I-Meâni, 9/25.

[3] Ayni, Umdetü’I-Kâri, 14/62

[4] 10.Yunus/77

[5] Tacu’l-Arus; Rağıb, 226; Tabatabaî, VIII, 226

[6] Sebe/43

[7] 42.Şura /5; 21.Enbiya /26-27; 4.Nisa /172; 16.Nahl /49; 7.Araf  /20; 66.Tahrim /4; 78.Nebe /38

[8] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, I, 146

[9] Burası Irak’ta Fırat Nehri üzerinde bulunan bir şehirdir.

[10]Bkz.Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kuran, Bakara 102 ayetinin tefsiri; İbn Abbas, Tenviru’l-Mikbas, Bakara 102 ayetinin tefsiri; İbn Abbasa göre Harut ve Marut melek değil Babilde sihirle uğraşan iki kişidir. bkz. Tefsiru’l-Begavi, Bakara 102 ayetinin tefsiri; Celal  Yıldırım,  Asrın Kuran Tefsiri, C.1, s.266; Osman Keskioğlu” Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Açıklaması bakara 102.

[11] Bkz. Müfessir Muhammed Esed ilgili ayetlerin tefsiri

[12] 21.Enbiya /7

[13] 6.En’am/8

[14] 25.Furkan /7-9

[15] 17.İsra/95

[16]  42.Şura /5; 21.Enbiya /26-27; 4.Nisa /172; 16.Nahl /49; 7.Araf  /20; 66.Tahrim /4; 78.Nebe /38

[17]  74.Müddessir/45.

(Dr. Emrullah Fatiş)

http://temelislam.com/index.php/en/melekler-serri-oegretir-mi

posted in BÜYÜ-SİHİR | 0 Comments

11th Ocak 2013

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“EVRİM KURAMI”NA GERÇEKÇİ BİR BAKIŞ -1

Pek çok konu, tarihsel bağlamından koparılarak polemik konusu yapılmış durumda. Bunlardan en popüler olanı da kuşkusuz Bilim-Din, İman-Ateizm çatışmasının argümanına dönüştürülen Evrim kuramı ve çevresinde oluşan tartışmalar ve polemiklerdir.

Oysa Kur’an’ın inşa ettiği Müslümanın bu gibi konulardaki tavrı kendi dışında gelişen polemiklerde bir taraf olmak değil öncelikle delillere ve bulgulara bakarak kendi özgün ve adil tavrını ortaya koymaktır. bağlamından koparılarak polemik konusu yapılmış durumda. Bunlardan en popüler olanı da kuşkusuz Bilim-Din, İman-Ateizm çatışmasının argümanına dönüştürülen Evrim kuramı ve çevresinde oluşan tartışmalar ve polemiklerdir.

Kur’an akıl ve vahiy arasındaki dengeyi kurup kainat’ın okunması, araştırılması ve üzerinde derin düşüncelere dalınması gereken bir kitap olduğunu vaaz etmektedir. Kur’an’ın inşa ettiği epistemoloji de bu sebeple inanç-bilim, iman ve akıl tam bir bütünlük oluşturur. Akletmenin özünün ilahi oluşu, iman etmeninin de özünün akletmeye dayalı olduğu bu denge Tanrı, doğa ve insan ilişkisini ait olduğu yere oturtur. Bu ahenk, gezegenin korunmasına, insanın yaşatılmasına/anlamlandırılmasına ve Tanrı’nın doğru anlaşılmasına sebep olur.

İşte bu bütünsel zihinle düşünen Müslümanlar “İlim” dediklerinde Fıkıhtan, Zoolojiye, Hadisten botaniğe, tefsirden arkeolojiye kadar tüm araştırmaları anlıyorlardı. İslami düşüncedeki bu bütünlük İslam alimlerini aynı zamanda iyi bir doktor, fizikçi, coğrafyacı vb. uzman da yapıyordu.

Cabir b. Hayyan Uranyumun çekirdeğinin parçalanabileceği fikrinin sahibidir. Hayyan bin yıl önce şu tespitlerde bulunmuştu: “Maddenin en küçük parçası olan “el-cüz’ü la yetecezza” da yoğun bir enerji vardır. Yunan bilginlerinin söylediği gibi bunun parçalanamayacağı söylenemez. Atom parçalanabilir. Parçalanınca da öyle büyük bir güç oluşur ki bir anda Bağdat’ın altını üstüne getirebilir. Bu , Allahü tealanın kudret nişanıdır.”

 Özellikle Abbasiler döneminde kurulan “Dar’ul Hikme” kurumu Müslüman alimlerin özgür tartışma ve araştırma zemini olmuştu.  Modern kimyanın kurucusu, tıp ve mantık üstadı Cabir bin Hayyan canlıların ve insanın üreme sistemine gerek kalmadan kendiliğinden meydana geldiği fikrini öne sürdü. Benzeri teoriler İbn-i Sina, Fahreddin Razi, el-Harisi, İbn Ebi’l-Hadid, er-Ruhavi, İbn’un Nefis gibi ilim adamları ile İhvanu’s Safa gibi ekolleri ve ‘Evrimci bir Yaratılış’ öngören meşhur ‘Hayy Bin Yakzan’ kitabının yazarı İbn Tufeyl gibi düşünürleri de etkiler.

Nazzam ve Cahız’ın “Evrim” Kuramı

 Bir kelamcı olan Nazzam (9.yy)  ise kozmolojik bir evrimci yaratılış teorisi ileri sürer. Ona göre evren ve türlerin ilk tohumu mahiyetinde yaratılan ilk varlık kendisinden sonra ortaya çıkacak tüm varlıklara kaynaklık etmiştir, bütün canlı türleri bir tek çekirdek varlıktan gelişerek meydana gelmiştir. Nazzam canlı türlerinin sürekli olarak bir halden başka hale geçtiği fikrini ortaya attı.

Biyolojik Evrim Teorisi’nin esas kurucusu ise 8 ve 9. yüzyıllarda Basra’da yaşamış olan Nazzam’ın talebesi Cahız’dır. ‘Kitab’ul Hayevan’ adlı eseriyle bildiğimiz anlamda biyolojik evrim teorisi’nin temelini ortaya atar. Buna göre, ilk çekirdek varlığın evrimiyle bir yandan kainat meydana gelmiş, buna paralel olarak ilk basit canlı türleri meydana gelmiş, onların evriminden de silsilevi bir şekilde basitten komplekse doğru mertebe mertebe canlı türleri oluşmuştur. Bu evrimin son halkasında da insan ortaya çıkmıştır.

Cahız’a Göre “Mutasyon” ve “Doğal Seçilim”

Cahız günümüz evrimcilerinin kilit nokta olarak gördükleri mutasyon ve transformasyonu’da kabul eder. Ona göre türler sabit değil, değişkendirler, dönüşürler. Cahız evrimin kilit taşlarından dönüşümü ya da günümüz tabiriyle mutasyonu uzun uzun açıklar, ve çeşitli örneklerden yola çıkarak gerekçelendirir. Cahız’a göre kainatı yaratan Allah, onu ve canlıları sürekli evrimleşici mahiyette yaratmıştır.

XI. yüzyılda Gazne’de yaşayan ünlü Müslüman alim Biruni’de hem kozmolojik hem biyolojik evrimi savunur. O da canlıların ortaya çıkışı ve evrim süreciyle çeşitlenip gelişmelerini Allah’ın iradesi ve yaratışının bir neticesi olarak görür. Biruni bu teoriye katkı olarak sun’i seçim ve tabiat ekonomisi fikirlerini ileri sürer. Ona göre doğada her şeyin üreyip çoğalması ve evrimi ölçülü bir denge üzere olmakta bu da doğada tesadüfilik, başıboşluk ve israf olmayıp bir iktisatın olduğunu göstermektedir.

İslam’da evrimci yaratılış teorilerinin ayrıntılar için Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar’ın kaleme aldığı“İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi” isimli eseri tetkik edilebilir. (Kitabiyat Yay. Ankara 2001)

Bu süreçte Avrupa’ya hakim düşünce ise skolastik dogmatik düşünceydi. Katolik Kilisesi iman’ı aklın tam karşısına koymuş ve iman adına akılla savaşan bir yobazlığın bayraktarı olmuştu. Özgür düşünce ve akletme çabasını baskı ve sindirme yöntemleriyle ortadan kaldırmaya çalışan Kilise, Kitab-ı Mukaddes’i literal olarak algılamakta ve bu zahiri okuyuşunu “sorgulatmamak” üzere dogmalar üretmekteydi. Komşuları olan Müslüman ilim adamlarının yazdıkları eserlerin batı dillerine çevrilmesiyle birlikte Dogmaya, Kiliseye ve bu üçünün ifadesi olan “Din”e karşı gelişen ve Kilisenin Tanrısına karşı “İnsan”ı merkeze alan Aydınlanmacılar İslam medeniyetinin birikiminden faydalandılar. İslam’ın bütüncül dengesine sahip olamadıklarından başka bir aşırılığa kaymaktan kendilerini kurtaramadılar.

Maalesef İslam düşüncesinin altın dönemini oluşturan Beyt’ul Hikme dönemi, Vahiy ve aklın birbirine rakipmiş gibi görülüp birbirinden ayrıştırılmasıyla birlikte kapandı ve İslami düşünce de içe kapanma ve çökme devresine girdi…

Batı’nın İslami bilgi mirasını kullanıp Kainatı okuması onun güçlenmesine ve egemen hale gelmesine yol açtı. Buna karşılık İslam dünyası zindeliğini yitirdi, Ali Şeriati’nin kavramsallaştırmasıyla “Kitap, Mizan ve Demir”de yani Kitab’ı Kur’ani rehberliği Mizanı dengeyi ve adaleti ve demiri yani yeryüzü egemenliğini-gücü de gittikçe yitirmeye başladı. Müslümanlar hristiyanlaşma eğilimine girdiklerinde hayatla dini, akıl ile vahyi birbirinden ayrıştırdılar. Akıl ve naklin ayrıştırılması Tevhidi bütünlüğün parçalanarak Bilim ve İlim’in birbirine yabancılaşmasını doğurdu. Bu sebeple dindarlar kainat üzerine yapılan araştırmalara çekinceyle yaklaşmaya, bu araştırmaları yapanlar da dinselliğe soğuk davranmaya başladılar. İşte bu süreç yukarıda örneklerini verdiğimiz araştırma ufkunu ve rahatlığını öldürdü. Bu “hristiyanlaşma” Yaratılış olgusunu da diğer müteşabihlerde /alegorik anlatımlarda olduğu gibi hristiyanlar gibi “lafzi/zahiri” olarak algılamaya başladılar, durağan bir evren algısının kabullenildiği bu tasavvur doğal olarak Allah’ı sebepsizce iş yapan hikmetinden sual olunmayan bir tanrıya dönüştürmüştü. Sebep-sonuç ilişkisinin önemsizleştiği bu algıda kainatı araştırma, neden ve nasıl diye sormak ta gereksizdi. Yapılması gereken şey nassları zahiren anlamak ve itaat etmekti. Araştırma, sorma, yasaların işleyişini sorgulama gibi şeylere artık gerek yoktu. Bu sebeple Müslümanların yeni bir Dar’ul Hikme’si olamadı.

Avrupa’nın kendi özelinde tekrar dönelim. Batı’da Kilise’ye ve durağan-dogmatizme yani “Din”’e karşı verilen savaşım başarıya ulaştıktan sonra “Bilimcilik” ideolojisi Din karşıtlığı/sekülarizm üzerine inşa edildi. Bu sebepledir ki muhatap alınan Din Kilise olduğundan Müslüman birikiminden alınan evrim kuramı kainatı anlama ve anlamlandırmada Kilise’nin tasavvurunu yıkan bir düzeneği ortaya çıkarıyordu.  İşte bu noktada Evrim Tanrının yokluğunun ve yaratılış diye bir şey olmadığının ilanı olarak kabullenildi. Evrim karşıtlığı da Kilisenin savunduğu durağan kainat ve zahiri kitab-ı mukaddes yorumunun doğruluğunun ifadesi olmuştu.  Bu çatışma paradigma olarak şu düzleme oturdu:

“Evrim Var o halde Tanrı yok / Tanrı var o halde Evrim yok”

Bugün Batı dünyasında “Yaratılışçılık” ve “Akıllı Tasarımcılık” akımları Kiliseler tarafından finanse edilmekte ve bu genel ön-yargılar üzerinden işlemektedir. Özellikle ABD’de yükselen “Evangelism” ve“Yeni Muhafazakarlık” Protestan, Presbiteryen, Mormon Kilisesi, Katolik ve Yehova Şahitleri gibi farklı Hristiyan grupların yayınlarıyla ve politik lobi faaliyetleriyle evrim tartışmasını bir “Tanrı savunusu” olarak devam ettirmektedir. Türkiye’de konuyu gündemleştiren iki büyük grup ta genellikle Batı’daki hristiyan yayınlarını yeşil bir versiyonla tercüme etmektedir.

 Durum karşı tarafta da çok farklı değildir. Batı’da ve Batının Türkiye’deki bayraktarlarında Evrim kuramı materyalizmin ideolojik argümanı olarak kullanılmaktadır. Sosyalist ve Kapitalist kanatlarıyla materyalistler Evrimi “ateizme kanıt” olarak yorumlamaktadırlar. Oysa Evrim’in varoluşu ya da yokluğu tartışması ile Tanrının varlığı tartışması iki ayrı kategori de iki ayrı paradigmada yapılması gereken tartışmalardır. Bilimsel araştırma kainat’ın “nasıl” işlediğine cevap ararken Kainatın “kim” tarafından var edildiği ve o varlığın kim olduğu? Sorularına bilim cevaplar aramaz. Bu soruları sorma ve cevaplama işi Dindarların ve Filozoflarındır. Dindar bir bilim adamı nasıl sorusuna vereceği bilimsel cevabı Dinsel kimliğine göre “yorumlar” işte bu durum dindarın bağ kurma çabasıdır. Materyalistler de bir “din/dünya görüşü” sahibi olduklarından kendi “materyalist imanları”yla yorumlamaktadırlar.   Örneğin Müslüman, Yağmuru Allah’ın yağdırdığına iman eder. Bu imanı ise onu nasıl sorusunu sormaktan alıkoymaz. Yağmur bulutların Yağmurun ilk habercisi bulutlardır. Atmosferdeki su buharı yoğunlaşarak bulutları oluşturur. Yoğunlaşma ve buharlaşma. Güneş ışığının etkisi ile her gün yüz binlerce metreküp su buharlaşarak atmosfere doğru yükseliyor. Ve yükseldikçe soğumaya başlıyor. Öyle biran geliyor ki su buharı ısının çok düşük olduğu bir bölgeye geliyor. Ve su sıvılaşarak yere düşüyor. Allah’ın yağdırdığı yağmurun nasıl/hangi sünnete/yasaya bağlı olarak yağdığını bilmek yağmurun Allah tarafından yağdırılmadığını ya da yağmurun sebepsiz biçin Allahın emriyle yağdığı anlamına gelmemektedir. Müslümanlar Doğadaki tüm süreçler, döngüler ve evrimsel dönüşümler için de bu açıdan bakarlar… Allah neden pat diye insan yaratmıyor da sperm-yumurta buluşması ve ardından 9 aylık bir iç-evrimleşmeyi yasa olarak koymuş? Allah neden bu denli canlı çeşitliliği ve uzay genişliğini yaratmış? Bu sorular çoğaltılabilir. Müslüman’ın görevi Allah yarattı işte! Deyip cevap vermemek değil ilk asırlardaki bütünselliği kurup Allah’ın nasıl yarattığını da incelemek olmalıdır…

Peki Charles Darwin’in son olarak ifade ettiği ve etrafında kıyametler kopartılan “Evrim Kuramı” nedir? Müslümanlar lehte ya da aleyhte konuyla ilgili fikir beyan ederken bu kuramı, işleyişi ne kadar bilmektedirler? Ne kadar Hristiyan tepkileri dillendirmektedirler? Bunları ikinci yazımızda konu edinelim…

http://www.haksozhaber.net/evrim-kuramina-gercekci-bir-bakis-1-9903yy.htm

EVRİM KURAMI NE ANLATIYOR? -2

 “Evrim Kuramı”na Gerçekçi Bir Bakış-1 başlıklı konuyla ilgili ilk yazımızda İslam’ın algısı ile Batıda gelişen algının kısa serüvenini konu edinmiştik. İslami bilgi birikiminde ortaya konan evrimci yaratılış teorilerini, Kilise’nin dogmatizmini ve bu dogmatizme savaş açan aydınlanmacıların İslami mirastan yararlanmalarını konu edinmiştik. Özgün Müslüman düşünüşün ya kırk katır ya kırk satır misali dayatılan “ya evrimci materyalizm ya evrim düşmanı dindarlık” kısır döngüsünden farklı, başka bir okuma yapabileceklerini düşünüyoruz.

Zaman Yazarı Ali Ünal “Evrimin, hem kaynağı hem neticeleri itibarıyla dünya görüşünden tarih görüşüne, ekonomiden siyasete, felsefeden dine ve metafiziğe, oradan ahlâka kadar pek çok tesirleri, yankıları ve yönlendirmeleri söz konusu” olduğunu yazıyor. Oysa Evrim kuramının sahibinin materyalistler olmadığını, Bir kuramın yanlış yorumlara alet edilmesinin o kuramın yanlış olduğu anlamına gelmeyeceğini bilmesi gerekirdi. Ancak kendisi Evrim karşıtlığını Dini bir vecibe olarak telakki eden cemaatin yazarı olduğundan bu haklı tespitini evrim karşıtlığını haklı çıkartmak için durağan evren ve statik yaratılış anlayışını da paylaşıyor. Oysa Evrimin yaratılış planındaki yeri doğru anlaşılırsa Allah’ın her dem hayata yasalarıyla müdahalesi ve “yaratış” halinde olduğu gerçeği daha net anlaşılır.

Afgani, Abduh, Beheşti, Mutahhari, Şeriati…

Darwin, Türlerin Kökeni’nde, “Başlangıçta bir veya birkaç biçime (Yaratıcı tarafından üflenmiş) hayata dair bu görüşte bir ululuk var” der. Cemaleddin Afgani, Yaşamın tümüne yayılan bu yaratıcı ruhu reddetmedikçe evrime olumlu yaklaşılabileceğini, evrimle değil materyalizmle mücadele edilmesi gerektiğini söyler. Hatta Evrim kuramının yaratılışı daha iyi anlamamıza yardımcı olacağını söyler. (C. Afgani’nin Hatıraları, Mahzumi Paşa, Klasik Yay.) Bu yaklaşımın tezahürlerini Afgani’nin öğrencileri Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’ya ait olan el-Menar Tefsiri’nde de okumaktayız. Evrim konusunda özgün duruş sergileyen ilim adamları arasında Şehid Ayetullah Beheşti, Şehid AyetullahBahoner, Şehid Ayetullah Mutahhari, Şehid Dr. Ali Şeriati evrimsel yaratılışı anlamaya ve bu planı değerlendirmeye çalışan İslam alimlerinden sadece birkaçıdır…  (Afgani, Beheşti, Bahoner, Mutahhari ve Şeriati’nin yaklaşımlarını 3. Yazımızda konu edineceğiz.)

Kilise’den bağımsız şekilde düşünebilen ender isimlere de rastlayabiliyoruz. Örneğin Türkçe’ye“İnsanın Tabiattaki Yeri” (İst. İşaret Yay.)başlığıyla çevrilen kitabıyla Din-Evrim ilişkisini inceleyen arkeolog rahip Teilhard de Chardin’i görüyoruz.

Yorum ve Kuramı Ayrıştırmak

Evrimsel yaratılış düzeneğinin işleyişi konusunda Charles Darwin’in ortaya koyduğu bilimsel kuram konusunda popüler ve yüzeysel bilgilerin ötesinde maalesef bugün Müslümanların fazla bilgisi bulunmamaktadır. Çoğu zaman evrim kuramıyla ilgisiz kimi iddialar ya da evrim kuramı etrafında üretilmiş şehir efsaneleri tekrarlanmaktadır. Oysa ifade edilen şeyin ne olduğu tam anlaşılmadan yapılan reddiyeler de dini bir vecibe aşkıyla ortaya konmaktadır. Oysa Kuram ve o kuramın yorumlanması ayrı şeylerdir. Kuram (Teori), Edinilen bulgulara ve kanıtlara dayanılarak ortaya konan bir düzenek tezi, değerlendirme iken Kuramın yorumu bu kuramdan yola çıkarak dini, felsefi ve sosyolojik çıkarımlarda bulunmak kuramdan hareketle öznel yorumlarda bulunmaktır. Bu açıdan baktığımızda Evrim bir kuram, Materyalist yorumun neticesi olan Sosyal Darwinizm, Faşist Darwinizm, Marksist ya da Anarşist Darwinizm ise bu kuramın yorumlanma biçimidir. Aynı kuramı Müslümanlar ve de Chardin gibi Hristiyanlar ise kendi paradigmalarına göre değerlendirmektedirler.

Şimdi isterseniz Evrim Kuramının ve bu kuramın yorumlarının ne dediğine bakalım:

Evrimin mekanizmasınının anlaşılmasında ve açıklanmasında bugün geçerli olan bilimsel sentez, İngiliz doğabilimci Charles Darwin tarafından 1859’da ortaya atılmış olan evrim kuramı üstüne kuruludur. Darwin, organizmaların evrim sonucu ortaya çıktığını ve organizmaların göz, kanat, böbrek gibi belirli bir amaca hizmet eden organlara sahip olmalarının yine evrimin bir sonucu olduğunu ileri sürdü. Bu iddiası temelde doğru olmakla birlikte eksikti. Darwin, kuramını doğal seçilim adını verdiği sürece dayandırıyordu. Ona göre türdeşlerine göre daha çok işe yarar özelliklere sahip olan canlılar (örneğin daha keskin görüşe sahip olanlar ya da daha hızlı koşanlar) hayatta kalma yarışında avantajlı duruma geçiyor, bu nedenle soyunu devam ettirme şansını artırıyordu. Darwin 1831-1836 yılları arasını, işi gereği, dünyanın farklı bölgelerine seyahat ederek geçirmişdi. Bu yıllarda aklında bir tür evrim kuramı şekillenmeye başladı. Beagle Gemisiyle farklı bölgelerde geçen 3 yıl sonunda, evrim teorisine en çok katkıda bulunacak yer olan Galapagos Adalarına vardı. Bu adalardaki doğal yaşamı ve canlıları, Güney Amerika’dakiler (anakara) ile kıyasladı ve o dönem için şaşırtıcı bazı bağlantıları keşfetti.

Darwin burada, “başarılı nesiller sonunda, yeni bir türün, hali hazırdaki bir türden yavaşça farklılaşarak oluştuğu” kanısına vardı. Doğal seçilim adını verdiği bir işlem sonucunda bu değişimlerin ortaya çıktığına inanıyordu:

Darwin’in bu teorisi 3 ana temel üzerine oturmuştur:

  1. Bir canlı popülasyonunda çeşitli karakteristikler mevcuttur ve bu değişken karakteristikler popülasyondaki bireyler tarafından yeni doğanlara aktarılır.
  2. Canlılar ölenlerin yerine geçecek sayıdan daha fazla yavrularlar.
  3. Ortalamada popülasyon rakamları genelde sabit kalır, hiçbir popülasyon sonsuza kadar büyüme göstermez.

Canlılar gezegende oluşan değişimlere göre kendi yapıları da değişiyordu. Bu değişimde hayatta kalma mücadelesi doğal seleksiyon(seçilim) ve karşılıklı yardımlaşma gibi faktörlere göre devam ediyor. Bu durum Darwin’in elde ettiği bulgular ve gözlemleri düzenli biçimde açıklamasıydı. Ortaya konan bu açıklama tarzı Kilisenin durağan yaratılış dogmasını sarsıyordu. Evrimi sürdüren üç temel süreç vardır;Doğal seçilim ve genetik değişim ve karşılıklı yardımlaşma. Bu süreçlerin ilki olan doğal seçilim, bulunduğu ortama en iyi uyum sağlayan bireylerin hayatta kalmasını ve kendi genlerini yavrularına aktarmasını, diğer bireylerin ise üreme şansı bulamayıp genlerinin ortadan kalkması sonucunu doğurur. Doğal seçilim ile hayatta kalmaya yardımcı olan yeni özellikler sağlayan mutasyonlara sahip bireyler hayatta kalarak popülasyonda baskın hale gelir, hayatta kalma şansını azaltan mutasyonlara sahip bireyle ise yok olur. Bu sayede sonraki nesildeki bireyler, atalarından aldıkları genler sayesinde ortama daha iyi uyum sağlar ve hayatta kalmakta daha başarılı olurlar. Hayatta kalmada başarılı olmanın yani seçilimde kazanmanın en temel unsuru da karşılıklı yardımlaşma/dayanışmadır. Canlılar bu uyum süreci ile yaşamakta ve çeşitlenmektedir. Rus anaşist teorisyen ve doğabilimci Kropotkin, canlılar arasındaki karşılıklı dayanışmanın özellikle sosyal darwinistlerce gözardı edilerek kainattaki sistemin güçlü-zayıf çatışmasındaki bir gladyatörler arenası gibi algılandığını oysa evrimsel sürecin karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma faktörünün de var olduğunu anlatır. Yaptığı gözlemleri paylaşarak Sosyal Darwinizm‘in ve ilerlemeci tarih anlayışının yorumlarının yanlış olduğunu ortaya koyar. Bkz. “Karşılıklı Yardımlaşma” (Mutual Aid: A Factor of Evolution) Çev. Dominik Pamir İst. Kaos Yay. )

Prof. Dr. Cemal Yıldırım’ın ifadesine göre  “Normal olarak evrim uyum sağlayıcı bir süreçtir. Evrimle oluşan organizmaların çevrelerine ve yaşam koşullarına, çoğu kez inanılmaz bir incelik ve beceriyle uyum sağladıklarını biliyoruz. Görünüre bakılırsa, uyum kurma amaçlı bir davranıştır.”

“Biyolojik evrimin en basit tanımı, değişerek türemedir. Bu tanım hem küçük ölçekte evrimi (yani bir popülasyonun içinde gen sıklıklarının nesilden nesile değişmesini) hem de büyük ölçekte evrimi (yani aradan bir çok nesilin geçmesiyle ortak bir atadan farklı türlerin türemesini) kapsar. Evrim yaşamın tarihini anlamamızı sağlar. Biyolojik evrimde temel fikir, Dünya üzerindeki bütün yaşamın ortak bir atası olduğudur. Tıpkı sizin büyükannenizin kuzenlerinizin de büyükannesi olması gibi…  Canlı varlıklar dış şartlara göre üç ana dala ayrılmıştır.  Yaşam ağacı denilen bu üst gruplandırma:

1-Bakteriler,

2-Ökaryotlar

3-Arkeler olarak isimlendirilir.

Bakteriler tek hücreli mikroorganizma grubudur. Ökaryotlar ise (Latince: Eukaryota), hücrelerinin yapısından dolayı beraber gruplandırılmış bir canlılar grubudur. Bitki, Hayvan ve Mantar hücreleri ökaryotturlar. Bakteriler gibi arkaeler de çekirdeği olmayan tek hücreli canlılardır, yani prokaryotlardır. İlk tanımlanan arkaeler aşırı ortamlarda bulunmuş olmalarına rağmen sonradan hemen her habitatta raslanmışlardır.

Bulunan tarihsel bulguların karşılaştırılması ve bu bulgulardan alınan DNA/RNAların üzerinde yapılan araştırmalara göre Dünyadaki çok sayıdaki yaşam biçimi, evrimsel sürecin bir sonucudur. Tarihin Kambriyen döneminde hayatın oluşmasını sağlayan elverişli ortamda ilk yaşam suda/denizlerde oluşmaya başlamıştır. Prof. Dr. Ali Demirsoy  “Kalıtım ve Evrim” isimli eserinde yaşamın başlangıcına dair şu bilgileri vermektedir: “Dört milyar yıl önceki koşullar, bir sürü basit molekülün yanı sıra büyük bir olasılıkla ilk olarak 16; daha sonra 20 amino asitle, sitozin (S), guanin (G), adenin (A) ve urasil (U) adı verilen bazların sentezlenmesini gerçekleştirmiş olabilir. İlkel atmosfer taklit edilerek gerçekleştirilen laboratuvar deneylerinin çoğunda, bu amino asitler ve bazlar, inorganik maddelerden kendiliğinden sentezlenerek elde edilebilmiştir. Koşulların değişimiyle ortaya çıkan ürünler de değiştiğinden, farklı birçok amino asitin sentezi aynı yolla gerçekleşmiştir.”

Tüm canlılar, ortak atalardan geldikleri için akrabadırlar. İnsan ve diğer tüm memeliler, yaklaşık 150 milyon yıl önce yaşamış sivrifaremsi bir canlıdan evrimleşmişlerdir. Memeliler, kuşlar, sürüngenler, iki yaşamlılar ve balıkların ortak atası 600 milyon yıl önce yaşamış su solucanlarıdır. Tüm hayvanlar ve bitkiler, yaklaşık 3 milyar yıl önce yaşamış bakterimsi mikroorganizmalardan türemişlerdir. Biyolojik evrim, canlı nesillerinin ortak atadan değişerek türeme sürecidir. Yeni nesiller, eski nesillere göre farklılıklar taşırlar ve ortak atadan uzaklaştıkça çeşitlilik artar.

Evrimsel Çeşitlenme: Bilinçli Bir Süreç

Evrimsel süreç bu noktada tesadüfi değildir. Materyalistler ise bu sürecin tesadüfi/kendiliğinden olduğun şeklinde yorumlarlar. “Yaratıcı Evrim” adlı kitabında Materyalist Darwinciliğin mekanik yorumsamasına karşı çıkan filozof Henri Bergson’dur:

“Nasıl olur da sonsuz denecek kadar çok birtakım küçük varyasyonlar, eğer bu varyasyonlar salt raslantı ise, evrimin birbirinden bağımsız iki kolu üzerinde aynı planı izlesin? Evet, nasıl olur da tek tek alındığında hiçbir işe yaramayan birtakım varyasyonlar iki kolda da doğal seleksiyonla aynı sıra veya düzende korunarak biriktirilmiş olsun?”

Bergson’un bıraktığı yerden biz devam edelim, Doğal seleksiyonla aynı düzende korunarak biriktirilen şey bilinçli bir planın tasarlanan bir düzeneğin işlemesinin sonucudur. Darwin’in  “yaratıcı tarafından üflenen ruh” dediği şey işte budur. Ayrıca Murat Belge’nin de haklı olarak ifade ettiği üzere “Varlıkta, “Herkes değişecek” diye bir kural yok, böyle bir emir verilmemiş. Değişim, varoluşun toplam koşullarından birinde, sözgelişi iklimde, bir şeylerin değişmenin yeni koşullar üretmesi sonucu bir zorunluluk olarak çıkar. Karınca gibi bir tür, çevresindeki koşullarla uyum sağlamışsa –ki belli, sağlamış- bir “mutasyon” geçirmesine de gerek olmaz…. “Felsefi” boyutu da olan bir nokta. Hayat ve dış koşulların beni değişmeye zorladığı anda, benim belirlenmiş bir yapım var; dolayısıyla, nasıl bir değişimden geçeceksem, bu benim varolan yapımın bir bölümünün uğrayacağı bir değişimdir ve bünyemde bunu gerçekleştirecek bir potansiyel olmalıdır. Örneğin koşullar beni havada uçmaya zorluyorsa, bunu yaptıracak şekilde kullanacak, kullanmaya yatkın organlarım olmalı. Zaten ancak böyle organlarım varsa (ya da, bedenim, bu eylemi yapacak kadar hafifleyebiliyorsa), bunlar kanata dönüşebilir vb.

Şimdi, felsefî-epistemolojik soru şu: Evrilmek için gerekli potansiyel zaten evrilen canlının evrim öncesi yapısında varsa, evrim onun kendini gerçekleştirmesi olarak mı anlaşılmalıdır? Yani, evrimin sonucu diye gördüğümüz şey, aslında öngörülmüş bir amaç mıdır? Böyleyse, bu da bir teoloji (amaçlılık) anlayışı getirir. (23.09.2008, Taraf)

Evrim’in Kanıtları: Dün ve Bugün

Peki bu çeşitlenme kuramı neden bilim insanları arasında bu denli güçlü bir kuram olarak kabul görmüştür? Çünkü Darwin’in Galapagos seyahatinin ardından geçen yıllar boyunca bulunan her yeni bulgu Darwin’in içinde yaşadığı kültürel ortamdan ve bilgi düzeyinden çok daha farklı olmasına rağmen onun kuramını destekler biçimde kanıtlar ortaya koymuştur.

Evrim kuramını güçlendiren bulgular tarihten günümüze ulaşan fosillerde kendini göstermektedir. Ayrıca bu fosiller üzerinde yapılan DNA araştırmaları ve DNAlar arasındaki karşılaştırmalar da önemli veriler sağlamaktadır. Evrim bugün de devam etmektedir. Bu sürecin günümüzde bizzat yapay müdahalelerle de oluştuğunu gözlemleme imkanına sahibiz.  Örneğin Yapay seçilim…

Darwin ve Wallace’tan uzun zaman önce çiftçi ve yetiştiriciler, bitki ve hayvanlarının özelliklerinde yıllar içinde önemli değişiklikler yapmak için seçilim fikrini kullanıyorlardı. Çiftçi ve yetiştiriciler sadece istenen karakterlere sahip bitki ve hayvanların üremesine izin vererek çiftlik hayvanlarının ve tarım bitkilerinin evrimine neden oldular. Bu sürece yapay seçilim denir çünkü hangi organizmanın üreyeceğine doğa yerine insanlar karar verir. Çiftçiler, yaban hardalının belirli özelliklerini yapay olarak (kendileri) seçerek bugün bildiğimiz birçok tarım ürününü geliştirmişlerdir. Oysa bu tarım ürünleri daha önce “yaratılmamışlardı”… Brokoli, Karnabahar, Lahana ve Kıvırcık Lahana türleri bu evrimin sonucudur… Hepsi ortak ataları olan Yaban Hardalı bitkisinin çifçilerin müdahaleleri sonucu ortaya çıktılar. Yine bugüne dair bir kanıt köpeklerin ve kedilerin evrimidir. Köpekler özel eğitimlerden/evcilleştirmeden geçirilerek Kurtlardan evrimleştirilmiştir. Binlerce yıl önce köpekler yoktu. Fino ya da terrier köpekleri ise hiç yoktu… Oysa insanların evrimsel sürece katkılarıyla Kurtlardan köpekler köpek türü içinde de özel çiftleştirmelerle farklı alt köpek türleri evrimleşti… Aynı durum kedi türleri için de geçerlidir.

Wisconsin Üniversitesi’nden Jeffrey McKinnon, 2004 yılında dikenli balıklarla (Gasterosteus aculeatus) gerçekleştirdiği deneyler sonucunda, reprodüktif izolasyonun beden boyu üzerinde etkili olduğunu gösterdi. Araştırma Alaska, British Columbia, İzlanda, İngiltere, Norveç ve Japonya sularındaki balıkların çiftleşmelerine dayanıyor. Moleküler analizlerle denizlerde yaşayan öncülerinden gelişen akarsu balıkları veya okyanusta yaşayan ama yumurtlamak için tatlı sulara geçen balıklar incelenmiş. Bu tür göçer balıkların bedenleri akarsularda yaşayanlardan daha büyük. Balıklar aynı boyda balıklarla çiftleşmeyi tercih ediyorlar. Bu da farklı akarsu tipleri ve bunları yakınları arasındaki reprodüktif izolasyon üzerinde olumlu etki yapmakta. Biliadamı Losos ve arkadaşları deneylerini altı küçük Bahama adasında gerçekleştirirken ilk önce küçük Anolis kertenkelelerini (Anolis sagrei) toplamış ve ölçüp işaretledikten sonra serbest bırakmışlar. Daha sonra ise yırtıcı Leiocephalus carinatus kertenkelelerini de bu adalara bırakmışlar. Altı ila on iki ay sonra kaç tane Anolis kertenkelesinin hayatta kaldığı araştırılmış. Bu şekilde av durumundaki kertenkelelerin ilk önce uzun bacaklara sahip oldukları ancak daha sonraları bacakların kısaldığı görülmüş. Sonuçlar davranışların çevreye uyum esnasında evrimsel değişimi göstermesi açısından önem taşıyor.

 Charles Darwin Galapagos adalarına geldiğinde birbirlerine çok benzeyen ama gagaları farklı olan ispinozlarla karşılaşmıştı. Yer ispinozlarının gagaları derin ve geniş, kaktüs ispinozlarınki uzun ve sivri, ötücü ispinozlarınki ise ince ve sivriydi ki bunlar farklı beslenme alışkanlıklarını yansıtıyordu. Darwin tüm ispinozların kökenin adaya göçen ortak bir ataya uzandığını düşünüyordu. Sonuçta Galapagos adasındaki ispinozlar Amerika kıtasının güneyinden biliniyordu. Darwin’in ispinozları bu açıdan, doğal ayıklanmanın ortak bir atadan, çeşitli ekolojik nişlerde ne şekilde farklı biçimler yarattığını gösteren klasik bir örnektir.

Gaga biçimindeki değişimde hangi genetik mekanizmaların işlediğini bulmak isteyen Harvard Üniversitesi araştırmacısı Arhat Abzhanov, 2006 yılında yayımlanan araştırmasında çeşitli türlerde gaga biçimiyle ilişkili olan çok değişken olan genleri aramış. Abzhanov ve ekibi bu arayış sonucunda kalsiyum dengesinde de önemli bir rol oynayan kalmodulin (calmodulin) proteinini bulmuşlar. Bu protein farklı biçimlerin ve boyutların gelişmesinden sorumludur. Araştırmacılar sonuçlarını kanıtlamak için yavru ispinozları genetik değişimden geçirerek kalmodulin seviyesini yükseltmişler. Bu şekilde yavruların gagaları uzamış. Bu deneylerle aynı zamanda gaganın genişliği ve derinliği gibi çeşitli özelliklerin genetik düzlemde ayrı ayrı işlendiği de anlaşılmış. Sonuçlar Darwin’in ispinozlarındaki farklı gaga biçimlerinin, kalmodulin etkinliğindeki değişimlere bağlı olduğunu göstermekte. (Abzhanov, A. et al. Nature 442, 563–567 (2006).)

Tüm bu gözlemlere bir de olumlu mutasyon örneklerini de ekleyebiliriz. Bilindiği üzere Mutasyon üçe ayrılıyor. Olumlu, Olumsuz ve Nötr. Evrim karşıtları sadece olumsuz mutasyon örneklerini göstermektedirler. Oysa Bakterilerdeki antibiyotik direnci bir mutasyon örneğidir. Yakın çağda antibiyotikler, yani bakterilerin belli karakteristiklerini hedef alan ilaçlar, çok popüler oldular. Bakteriler hızla evrildikleri için antibiyotiklere karşı direnç geliştirdiler. Böcekler ve böcek ilaçları arasındaki durum bakterilerle antibiyotikler arasındaki duruma benzer. Böcek ilaçları, böcekleri öldürmek için yaygınlıkla kullanılır. Buna karşılık, böcekler de böcek ilacına karşı bağışıklık kazanmak için hızla evrilirler. Labaratuvarda Naylon yiyen bakteriler geliştirilmiştir.  Damar tıkanıklığı, modern besinler ve yaşam biçimleri tarafından üretilmiş yakın çağın başlıca hastalıklarından birisidir. İtalya’da Milano yakınlarında, atalarından birinin talihli bir mutasyon mirası sayesinde damar sertliğine yakalanmayan bireyleri olan bir topluluk vardır. Ayrıca Aids virüsü olan HIV virüsü evrimleşerek güçlenmekte ve direnci kuvvetlenmektedir.

Günümüze ait diğer kanıtları Tavukların uçamadıkları kanatlarında, insanların kuyruk sokumlarında ve erkeklerin işlevsizleşmiş memelerinde de gözlemleyebilmekteyiz…

Ne, ne zaman oldu? nasıl bilebiliriz?

Berkeley Üniversitesi’nin hazırladığı “Evrimi Anlamak” metninde bu konuda şu bilgiler yer almaktadır: “Yaşam 3,8 milyar yıl önce başladı, böcekler 290 milyon yıl önce çeşitlendi, insan ve şempanze soyları ise birbirlerinden yalnızca 5 milyon yıl önce ayrıldılar. Peki bilim insanları bütün bu olayların ne zaman olduğunu nasıl ortaya çıkardı? Böyle önemli evrimsel olayların tarihlerini belirlemek için bilim insanlarının kullandığı birçok yöntem vardır. Bu yöntemlerden bazılarını şunlardır: Radyometrik tarihleme: Bilim insanları kayalar ve diğer maddeleri, içerdikleri doğal radyoaktif maddelerin zamanla bozunmalarından yola çıkarak tarihlendirirler. Katmanbilim: Bu bilimdalı, yeryüzündeki katmanların üstüste dizilişlerinden yola çıkılarak olayların kronolojik bir sıraya koyulmasına yardımcı olur. Moleküler saatler: Bilim insanları canlıların günümüzdeki genetik farklılıklarından yola çıkarak iki soyun birbirinden ne zaman ayrıldığına ilişkin öngörülerde bulunabilirler.

Özetlersek Evrim kuramı, tüm canlıların suda canlandığını ve türediğini, değişen şartlara uyum sağlayan canlıların zamansal süreç içinde çeşitlenmeler yaşandığını bulgulara ve canlılar arasındaki yapısal ilişkilere dayanarak düzenli bir işleyişin olduğunu ifade etmektedir. Makro evrim Büyük patlama ile başlayan ve tüm kainatta devam edegelen sürekli dönüşümdür. Bu dönüşümün dünya tarihi özelindeki gelişimi Kambriyen döneminde “öz-canlılar”dan tıpkı bir tohumun yeşermesi gibi canlıların çeşitlenmesi ve bu çeşitlenen üst türlerin dış ve iç faktörlere binaen değişim geçrierek çeşitlenmeyi devam ettirmesidir.  Bu çeşitlenme mutasyon ve seçilim yoluyla yeni alt türlerin oluşmasına sebep olmaktadır.

Konu uzun ve ayrıntılı olduğundan İnsanın Evrimi ve İslam’ın konuya bakışı konusunun diğer yazımıza bırakalım.

Selam ve Dua ile…

http://www.haksozhaber.net/evrim-kurami-ne-anlatiyor-2-9904yy.htm

BEŞERDEN “İNSAN”A… -3

Kaldığımız yerden devam edelim…

Evrim Kuramı’nın Kilisenin dogmalarını tartışmaya açmasının ardında Hristiyan teolojisini ve insan algısını da tartışmaya açıyordu. Kilise’ye göre insan “Tanrı’nın sureti”nde yaratılmıştı ve Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisiydi. Dolayısıyla Kilise “İnsan’ın doğaya hükmettiği Tanrı adına Doğaya egemen olduğu insanın merkezde olduğu” bir tabiat anlayışı geliştirdi. Bu sebeple Kainatta merkez dünya Dünyada da merkez insandı. Oysa Bilimsel keşiflerle kainatta merkezin dünya olmadığı aksine dünyanın güneşin etrafında döndüğü kanıtlandı. Bu yüzden Kopernik ve Galileo zor zamanlar geçirdiler…

Kilise’nin “Yaratılış”ı: Statik, Bilim’in Keşifleri: Dinamik

Kilise’ye göre dünya statik biçimde bir anda yaratılmış ve hiçbir değişme geçirmeden bugüne kadar var olagelmiştir. Dünyadan başka bir yerde olan Cennet’te yaratılan Adem (Adam) ve onun kaburga kemiğinden yaratılan Havva (Eva) ise bir anda yaratılmış ve daha sonra bu metafizik cennetten dünyaya indirilmişlerdir. Bu anlatıya aykırı bilimsel keşiflerin yapılması Din’in geçersiz olduğu fikrini ortaya çıkarttı. Özellikle insanın biyolojik olarak doğanın merkezinde değil doğanın bir parçası olduğu sonucunun ortaya çıkması Hristiyanlık-Bilim çatışmasını zirveye çıkarttı.

Evrim Kuramı’na göre “İnsanın Evrimi”

Şuan keşfedilen en eski sanat eserleri yaklaşık 32.000 yıl önce çizilmiş olan Chauvet Mağarası resimleridir. Bu resimlerde insan’ın bilinçli ve kültür sahibi olduğunu, Buzul çağında yaşayan insanların sanatkar olduklarını tespit ediyoruz. Mağaradaki resimlerde buzul çağı hayvanları, insanın mecazi dünyasının da çeşitli imgelerle resmedildiğini gözlemleyebiliyoruz. Bu resimler ilerlemeci tarih anlayışının da geçersiz olduğunu göstermektedir. Çünkü resimler gerçekten de estetik açıdan çok ayrıntılı ve gelişmiştir.

1. Aşama: Bilinçsiz Hominidler

Bugünkü İnsan (Homo Sapiens) biyolojik sınıflandırmada Memeliler sınıfının Hominidler türünün bir alt türüdür.  İlk iki bacaklı dik Hominid iskeleti 8-15 milyon öncesine dair bir bulgudur. Hominidler yani maymunların ve insanların ortak atalarının iskelet bulguları göstermektedir ki bu zaman aralığında ortak atalar Afrika, Asya ve Afrika ormanlarında yaşamışlardır.

2. Aşama: Ortak Ata

8-5 Milyon önce İnsanın ilk ataları ortaya çıktı. Bu ataların fosilleri özellikle Afrika’daki kazılarda ortaya çıkarılmıştır. 2001’de Kenya’da bulunan Orrorin fosilleri ve Çad’da bulunan 6-7 Milyon yıllık Miocen dönemine ait fosiller ortak atanın Afrika’da yaşadığını göstermektedir.  Ortak ata olarak adlandırılan Australopithecus’a ait bulgular 5-4 milyon yıl öncesine aittir.

3. Aşama: Homo Habilis

2.5 Milyon önceye ait bulgularda il alet yapımlarına rastlanmıştır. Etiyopya’da bulunan bu aletler ilk kez alet yapabilen bir hominidin ortaya çıktığını göstermektedir. Ayrıca adına Oldowa aletleri denen paleolitik dönemde kullanılan, taş yüzeyine sürtülerek yapılan, bir ya da iki yüzü kullanılabilen araçlar. Balta, çekiç, bıçak, kazıcı, orak vb. nesneler gibi et kesme, deri soyma, kemik kırma işleri için kullanırlardı. 200.000 yıllık bir süreç içerisinde Homo Habilis’in beyninin büyümesiyle değişim yaşamıştır. Arkeologlar Homo Habilis’e ait bulgularla bir çok kez karşılaşmaktadır.

4. Aşama: Homo Erectus

Homo Erectus, Buzul çağının başlamasıyla beraber değişen iklim değişikliklerine ve çetin koşullara uyum sağlayabilen ve karşılıklı yardımlaşma ile toplumsallaşan/medeniyet kuran yeni bir insan türüdür. Homo Erectus bugünkü bulgulara göre ilk bilinçli insan türüdür. Fosillerden yola çıkılarak Homo Erectus’un ilk kez Afrika’dan ayrılarak bugünkü Mekke üzerinden geçerek Asya’ya yayıldığı düşünülmektedir. İlk bulunan Homo Erectus fosili Kenya Turkana Gölü kıyısında bulunmuştur.  Homo erectus’un yeryüzünde geniş bir alana dağıldığı fosil buluntularından anlaşılmaktadır. İlk fosil Cava Adasında ortaya çıkarılmıştı. Daha sonra Pekin yakınlarında, Cezayir’de, Orta Afrika’da, Avrupa’da pek çok fosil bulundu. Bu fosillerin bazılarında Homo erectus ile Homo sapiens arasındaki ayrımın belirsiz hale geldiği görülür.

Fosil kalıntıları Homo erectus’un kafatası boşluğunun alçak, kemiklerinin kalın olduğunu gösterir. Ama kaş kemikleri yüksektir. Alın çökük, burun, çeneler ve damak geniştir. Öte yandan Homo erectus’un dişleri, başka hiçbir insan türünde rastlanmayan ölçüde iridir. Homo erectus, ateşi kullanan ve mağaralarda barınan ilk insan türüdür.

American Journal of Physical Anthropology dergisinde yayınlanan aşağıdaki makale Türkiyeden bir örneğe yer veriyor. Araştırmaya göre, Homo Erectus kafatası üzerinde tüberkülozun yol açtığı kemik deformasyonları açıkça görülüyor. Böyle kemik deformasyonlarının D vitamini eksikliğine bağlı iskelet ve bağışıklık sistemi zayıflığından kaynaklandığı tıp uzmanlarınca zaten biliniyor. Bilinenler ile fosil üzerindeki buluntular ortak değerlendirildiğinde Anadolu’daki ilk insanların ekvator bölgesinden geldikleri ve siyah derili oldukları sonucu çıkarılıyor. Ekvator bölgesinden kuzey enlemlere doğru göç eden siyah derili insanların, deri yapısından dolayı vücutlarında daha az D vitamini oluştuğu, bunun da iskelet ve bağışıklık sistemlerini zayıflattığı, böylece tüberküloz dahil hastalıklara kolay yakalandıkları tezinin jeolojik geçmiş için de doğru olduğu anlaşılıyor.

Bulunmasından sonra Pamukkale Üniversitesi’ndeki ön incelemenin ardından Homo Erectus’, ’Ankara’daki Jeolojik Mirası Koruma Derneği’ne gönderildi. Burada, yerli ve yabancı uzmanlar tarafından 6 yıl boyunca incelenen fosilin 500 bin yaşında olduğu, 20-40 yaşlarında, siyah tenli bir erkeğe ait olduğu saptandı. Fosille ilgili çalışmalar tamamlanarak, sergilenmek üzere Denizli Müze Müdürlüğü’ne teslim edildi. Pamukkale Üniversitesi öğretim üyesi, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Cihat Alçiçek, “Fosil, dünyadaki bütün insanların Afrika kökenli olduğu tezini doğruluyor. Fosile ait kafatasının Afrikalı’ya ait olduğunu söyleyebiliriz. Bu kişide D vitamini eksikliği olduğu tespiti var. Ekvator bölgesinden kuzeye doğru göç eden siyah derili insanların, vücutlarında daha az D vitamini oluştuğu, bunun da iskelet ve bağışıklık istemini zayıflattığı tespit edildi. ’Homo Erectus’ üzerinde tüberküloz bulunması, bu hastalığın insanlık tarihi kadar eski olduğunu da kanıtlıyor” dedi.

(Kappelman J. Alçiçek M.C. Kazancı N. Schultz M. Özkul M. Şen Ş. 2008. First Homo erectus from Turkey and implications for migrations into temperate Eurasia. American Journal of Physical Anthropology 135, 110-116.)

5. Aşama: Homo Sapiens ve Homo Neanderthalensis

Neandertal adamı ya da kısaca Neandertal, günümüzden yaklaşık 200 bin ila 28 bin yıl önce yaşamış insan türü. Biominal adı Homo neanderthalensisdir. Fosilleri muhafaza etmeye müsait kireçtaşı mağaralarda yaşadıkları için haklarında en fazla bilgi sahibi olunan insan türüdür.

Neandertaller Homo Sapiens olarak isimlendirilen günümüz insanıyla aynı zaman sürecinde günümüzden yaklaşık 200 ila 100 bin yıl önce ortaya çıkmışlardır. Atlantik kıyılarından Orta Asya’ya, en kuzeyde Belçika’dan, güneyde Akdeniz ve güneybatı Asya’ya kadar olan bölgede yaşamışlardır. Neandertaller homo sapiens türleriyle kaynaşarak insan popülasyonu içinde yaşamlarını devam ettirmektedirler.

Evrim İlerlemeci Tarih Tezini mi doğruluyor? İlk İnsan İlkel miydi?

Evrimsel sürecin ilkelden gelişmişe bir “tekamül” olduğu yorumu ile evrim özdeş midir? Bu yorumun Avrupa-merkezli ve ideolojik olduğunu söyleyebiliriz. Sosyal Darwinizm’in Evrim kuramı üzerinden yapılan bir yorum olduğunu daha önceki yazımızda işlemiştik. Gerçekten de evrim ilkelden gelişmişe bir dönüşüm müdür? Yine evrim beyaz adamın üstte olduğu insanlar arasında da ırkçı bir hiyerarşiyi mi kanıtlar? Elbette bu gibi yorumlar evrim gerekçe gösterilerek tarihte yapılmış ve bilim olmayan bu bilim-yorumları. Bu anlayışa sahip olan bilim adamları evrimsel dönüşümleri resmederken karanlık dönem olarak adlandırdıkları Homo Erectus ve Neanderthal insanlarını ilkel, kaba saba, hayvanımsı  ve medeniyetten yoksun şekilde resmetmişlerdir. Oysa Evrim kuramı “ilkelden gelişmişe bir ilerleme”yi ifade etmez. Evrim koşullara göre yol alan ve bu yolda değişimi ortaya çıkartan bir yasadır. Bu yasa koşulların sonucu geliştiren, gerileten ya da nötr bırakan bir uyum sağlama düzeneğidir. Bu sebeple insan’ın bilinçli bir varlık olması onun bilincinin “ilerlediği” onun diğer akrabalarından üstünleştiği anlamına gelmez. Bilincin uyanması bu potansiyel öz’ün koşullar sayesinde açığa çıkması ve uyum sayesinde filizlenmesini ortaya çıkartıyor. Şayet bir varlıkta bilinç varsa bu bilinç doğal olarak kültür ve medeniyeti doğurur. Bu sebeple medeniyet ilkelden gelişmişe ilerlemez. Bilincin var olduğu her zaman diliminde aynı sonuçları ortaya çıkarır. Bu sebeple “ilkel mağara adamı kurgusu” gerçeği yansıtmamaktadır hele ki binlerce yıl boyunca insan türlerinin aynı şekilde ilkellikte yaşadıklarını düşünmek te yanlıştır. Bugünün bilinen 4.000 yıllık medeniyet tarihi ile 32.000 yıl önce Chauvet Mağarasındaki resimler arasında bağ kurarsak ilk bilinçli insanın hiç te “ilkel”olmadığını göstermektedir. Ayrıca atalarımız Homo Erectus’ların yaşadığı dönemin Buzul Çağı olduğunu söylemiştik. Arkeolojik bulgular göstermektedir ki Buzul döneminde bugün denizlerle kaplı pek çok yer kara parçasıydı ve insanların bu bölgelerde yaşamaları muhtemeldir. Buzul devrinin sona ermesiyle bu kara bölgeleri sularla kaplandı.

Tarihçilerin bir kısmı Buzul döneminde kurulan medeniyetlerin travmatik iklim değişiklikleri sırasında ortadan kaybolduklarını düşünmektedir. “Yaban” insanının doğayla uyumlu teknolojiler geliştirmeleri de karanlık döneme ait ilkel olmayan tarihsel bulgular geçmişin hiç te “geri” olmadığını göstermektedir.

Peki bu arada yani binlerce yıllık bilinçli insanın karanlık döneminde ne oldu? Tarihçiler, ve antropologlar için bakir bir araştırma sahası…

 “İlkel”in icadı Batı medeniyetinin “son aşama” zamansal olarak geride kalanların da “gerici/ilkel” olduğu ideolojisini haklı çıkartmak için ortaya konmuştur. Oysa evrim şartlara uyumla alakalı olan ama ilerleme-gerileme ve gelişmeyle alakalı olmayan bir süreçtir. Yani döngüsel bir süreç…

Farklı şartlar var olduğunda farklı dönüşümlerin gerçekleşebileceği bir süreç, daima ilerlemeyen bir uyum yolculuğu… Bazen ileriyle bazen geriye bazen sağa bazen sola giden bir labirent yolculuğu…

Konuyla ilgili antropolojik çalışmalar için ipucu kitapları: “Yaban Aklın Evcilleştirilmesi” Jack Goody, Dost Yay. “İlkel Toplumun İcadı” Adam Kuper, İnsan Yay. “Gelecekteki İlkel”, John Zerzan, Kaos Yay.

İnsanın Evrimi ve Irk Kavramı:

Irk, alt tür anlamına gelir bir ırkı belirlemek için insan genlerinde bariz bir farklılığın olması gerekir. Oysa böylesi bir farklılığı belirlemek olanaksızdır. Irkın biyolojik tanımına göre bir ırkın belirli bir gen ya da gen grubuna sahip olması ya da olmaması gibi bir durum söz konusu değildir. Popülasyonlar genetik açıdan “açıktır”, gen alışverişi yapılabilir. İnsan popülasyonları genetik açıdan açık oldukları için türümüz içinde sabit özelliklere sahip bir ırk grubu yoktur. (Sosyal Antropoloji, Kaknüs Yay. Sf. 197) Bu açıdan baktığımızda “ırk” kavramı kurgusaldır. Ayrıca Batı Merkezli sosyal Darwinistlerin “üstün beyaz ırk” düşüncesinin de yine evrimsel süreç açısından yanlış olduğu kanıtlanmıştır. Çünkü bugünkü bulgular ve DNA araştırmaları ilk insan türlerinin Afrika Merkezli ve siyah derili olduğunu ortaya koymuştur. Deri rengi de doğal seçilimin ve uyarlanmanın örneğidir. İnsan derisinde melanin denen madde onu koyu ya da açık yapar. Melanin güneşin zararlı ışınlarına karşı insanı korur. Güneş ışınlarının yoğun olarak hissedildiği bölgelerde doğal seçilim sonucu insan derisindeki melanin yoğunluğu fazla olanlar baskın olmuştur. Kuzeye doğru yayılan insanlar ise D vitamini daha çok özümsemek için melanin yapıları zamanla azalmış ve beyazlamışlardır. Tüm insanlarda siyahıyla beyazıyla potansiyel olarak yoğun melanin bulunmaktadır. Bu sebeple beyazlar güneşlendiklerinde derileri kararmaktadır. Sonuç olarak evrimsel süreç göstermektedir ki deri farklılıkları hiçbir şekilde bir üstünlük ya da toplumsal bir farklılık belirtisi değildir. Deri rengi tamamen işlevseldir.

Evrimsel süreç içinde insan bilinçlenmiş ve bugünkü Kenya bölgesinden Arap Yarımadasını geçti ve tüm dünyaya yayıldı. Gary Stix,  Scientific American dergisinde yazdığı makalede şu ifadelere yer veriyor: Elli veya altmış bin yıl önce, Afrikalı küçük bir topluluk – birkaç yüz, en fazla birkaç bin kişi – aynı boğazı küçük kayıklarla geçti, hem de hiç dönmemek üzere.

Doğu Afrika’daki vatanlarını terk etmelerinin sebebi tam olarak anlaşılamamıştır. Belki iklim değişti, veya bir zamanlar bol olan su kabukluları stokları tükendi. Fakat bazı şeyler gayet belirgin. Afrika’dan ilk çıkanlar, tam anlamıyla modern insanları tanımlayan fiziksel ve davranışsal özellikleri de – büyük beyinler ve dil yeteneği gibi – kendileriyle birlikte getirdiler. Asya kıtasında şimdi Yemen olan yerdeki çadırlarından, kıtalara yayılan ve köprüler kuran ve onca yolu aşıp Güney Amerika’nın en ucundaki Tierra del Fuego’ya kadar ulaşan on binlerce yıllık bir yolculuğa çıktılar. Bilim insanları, elbette, bu gezilere, fosilleşmiş kemikler veya koleksiyonlarda zahmetlice saklanan ve gizlenen mızrak uçları sayesinde bir hayli nüfus ettiler. Fakat antik-elden düşmeler, genelde bu uzak tarihin tam bir resmini veremeyecek kadar azdır. Geçen 20 yıl içinde, toplum genetikçiler, modern insanların ilk göçlerinden kalma bir genetik galeta unu izini şekillendirerek paleoantropolojik kayıtlardaki boşlukları doldurmaya başladılar. DNA’mızın neredeyse tamamı – insan genomunu oluşturan üç milyar kodun veya nükleotidin yüzde 99.9u – her insanda aynıdır. Yukarıda sıraladığımız bulgu ve gözlemler de göstermektedir ki ne evrimsel süreç bahanesiyle bir ırkçılık meşrulaştırılabilir ne de evrimsellik İlerlemeci Tarih anlayışını haklı çıkartır! İnsanlık ilkelden gelişmişe doğru ilerlememekte aksine insan bilincinin ortaya çıkışı/üflenişi ile birlikte insan medeniyeti ortaya çıkmaktadır. Evrimi buna argüman kılmak isteyenlerle evrim karşıtlığını haklı çıkartmak için evrim ırkçılıktır ilerlemeciliktir modernistliktir demek açık bir tutarsızlıktır.

Evet. Evrim konusunu araştırdıkça daha da ilgi çekici daha da ayrıntılı bir hal alıyor.

İnşallah sonraki yazımızı bu noktaya kadar edindiğimiz bilgilerle karşılaştırıp Kur’an’daki yaratılış ile ilgili kavramları ve Adem kıssasını konu edinelim. Ayrıca son dönem Müslüman düşünürlerin konuya yaklaşımlarını masaya yatıralım. “Her an Yaratan”’a emanet olunuz…

http://www.haksozhaber.net/beserden-insana-3-12113yy.htm

KUR’AN’A GÖRE ALLAH NASIL YARATIR? -4

Giriş yazımızdan bu yana başladığımız düşünce serüvenini İslam’ın temel kaynaklarının yaklaşımlarına ve son dönem İslam düşünürlerinin konuya yaklaşımlarını konu edineceğiz. Sonuç olarak ta tüm araştırma dizimizin kısa bir özetini vereceğiz. Ne yazık ki araştırmamız esnasında görülmüştür ki evrim konusu halen Müslümanlar arasında rahatlıkla tartışılabilen, “itikadi bir mevzu değil de kainat ayetlerini okumakla alakalı bir konu” olarak ele alınamıyor. Konuya böylesi bir gerilimde ve daha önceki önyargılar eşliğinde girilince de anlatılmak istenen değil anlaşılmak istenenler konunun ilmi bir şekilde konuşulmasına engel oluyor. Pek çok okuyucudan olumlu katkılar ve yorumlar gelse de bazı kardeşlerimiz halen konuyu “Allah’a bühtan/iftira” olarak nitelendirerek bizi de Allah’a iftira atan kişiler olarak itham edebiliyorlar. Oysa bir konunun eleştirisi o konunun tamamın önce dinlenerek konu içindeki delillerin ve değerlendirmelerin eleştiri konusu yapılmasına bağlıdır. Eğer bir makalenin tezlerine hiçbir eleştiri getirilmeyip “bu zaten böyledir!” gibi delilsiz, sebepsiz yargılar serdetmek aşılması gereken bir zaaf…

Evrim tartışmalarında sıklıkla müşahade edilmektedir ki evrim karşıtlığını kendilerine vazife olarak gören pek çok dindar aslında evrim kuramının ne dediğini bilmemektedir. Evrim karşıtlığını “insan maymundan gelmiş!” “herşeyi tesadüfle açıklayan bir teori” gibi popülist, yüzeysel ve çarpıtma zanlarla beslemektedir. Evrim’e neden karşı olduğunu ve nasıl bir antitez sahibi olduğunun dahi farkında olmayan pek çok dindar evrimi Allah’ı kurtarmak için reddetmektedir. Böylesi bir yüzeysellik ise konunun anlaşılmasını imkansızlaştırmaktadır. Kuramın 150 yıldır ortaya çıkan bulgular, deneyler ve keşiflerle desteklenmesine ve doğrulanmasına rağmen karşıt iddiaların bulgu, deney ya da keşiflere dayanmayan itirazları zannın ötesine geçememektedir.

Yazı dizimizin bu noktasına kadar özellikle sadece “evrim kuramının ne dediği”ni anlamaya çalıştık. Bu sebeple bulgu, fosil, gözlem ve deney sonuçları gibi akli bilgilerin dışına çıkmamaya özen gösterdik. Yazımızın bu bölümünde ise İslam’ın yaratılışa nasıl baktığını, Rabbimiz’in hangi kavramlarla yaratılışı tefsir ettiğini göreceğiz. Nasslar’ın açtığı anlam alanıyla ilk üç yazımızda ulaştığımız akli sonuçlar arasında bir karşılaştırma ve değerlendirme yapacağız.

Kur’an’da Yaratılış ile ilgili kavramlar

Yazı dizimizin bu noktasına kadar öncelikle Evrim kuramını anlamaya evrimsel sürecin nasıl işlediğini bulgular, gözlemler ve deneysel sonuçlar gibi veriler eşliğinde konu edindik. Bu noktaya kadar herhangi nakli bir bilgiye başvurmamıştık. İşte yazımızın bu bölümünde şimdiye kadar ulaştığımız sonuçlarla Kur’an’ın söylemini karşılaştıracağız. Bu açıdan isterseniz Kur’an’daki yatartılışla ilgili kavramları inceleyelim. Kavramların Arapçadaki anlam alanlarını Kur’an kelime ve kavram sözlüğü olarak artık bir klasik halini alan Rağıb el-İsfehani’nin Müfredat’ını (Dar’ul Kalem, Dimeşk) referans alarak inceleyeceğiz:

0- İBD – ابداع  (-د-عب (: Yoktan eşsiz Yaratma

İbda yoktan örneksiz yaratma demektir. Daha önce tasavvur edilmemiş, varolmayan bir şey’in var edilmesi anlamına gelen bu fiil sadece Allah’a mahsustur. Eşsizlik anlamına gelen “bedi” bu sıfır noktasından var etme kudretidir.

بَديعُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ اَنّٰى…

“O semâları ve yeri yoktan var edendir…” En’am 6/101

بَديعُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاِذَا قَضٰى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونَ

“Göklerin ve yerin yaratıcısı O’dur; bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece “Ol” der -ve o (şey hemen) oluverir”. Bakara 2/117

1- FATARA- فطر : Potansiyel’i Yaratma

Fatara Allah’ın bir şeyi yaratması ve onu herhangi bir fiili yapmaya aday halde düzenlemesi demektir.

فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّينِ حَنيفًا فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّتى فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا…

Böylece sen, batıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde (hak olan) dine çevir ve Allah’ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran… Rum 30/30

Fatara ya da diğer ifadesiyle “Fıtrat” yaratılışın potansiyel durumudur.

2- FELAQ فلق : Potansiyelden açığa çıkartma

Felaq, zaten özünden yeni bir şeyin çıkmasına elverişli bir varlıktan yeni bir varlık çıkartmak anlamına gelir.

اِنَّ اللّٰهَ فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰى يُخْرِجُ الْحَیَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَمُخْرِجُ الْمَيِّتِ مِنَ الْحَیِّ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ فَاَنّٰى تُؤْفَكُونَ

“Kuşkusuz Allah, tohumu ve meyve çekirdeğini çatlatarak ölüden diriyi meydana getirendir ve diriden de ölüyü çıkaran. İşte budur Allah: ve akıllarınız hala nasıl da tersyüz oluyor!” En’am 6/95

3- KHALQ خلق : Birşeyden Başka bir şeyi ortaya çıkartmak

“Khalq” kavramı varolan bir şeyi başka bir şeye dönüştürerek yeni bir şeyi ortaya çıkartmak anlamına gelir.

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذى خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَثيرًا وَنِسَاءً

Ey insanlar! Sizi bir tek can(lı)dan halden hale geçiren ve ondan da eşini üreten ve her ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbinize karşı sorumluluk bilincine sahip olun. Nisa 4/1

خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّ تَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ

خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَصيمٌ مُبينٌ

O (ki,) gökleri ve yeri (içsel) bir gerçeklik, (şaşmaz bir düzen) üzere halden hale geçirerek yaratmıştır. İnsanı nutfeden halden hale dönüştürerek yarattı. Böyle iken bakarsın ki o, Rabbine açık bir hasım kesilmiştir. Nahl 16/3-4

Hayatın çeşitliliği Allah’ın İşaretlerindendir:

اَفَمَنْ يَخْلُقُ كَمَنْ لَا يَخْلُقُ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ

وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَا اِنَّ اللّٰهَ لَغَفُورٌ رَحيمٌ

“Şu hâlde hiç halden hale geçirerek düzenli biçimde yaratan ile, bu işlemi yapamayan bir olur mu? Artık siz düşünmez misiniz?

Allah’ın nimetlerini (bu şekilde yarattıklarını/yaratışını) saymaya kalksanız, asla böyle bir işin altından kalkamazsınız! Gerçek şu ki, çok acıyan çok esirgeyen gerçek bağışlayıcı elbette Allah’tır…” Nahl 16/17-18

İsa (as) da Khalq etmişti:

Halk etme kavramı Hz. İsa’ya izafeten de kullanılmıştır. Bu kullanım da göstermektedir ki halden hale geçirerek oluşturabildiğini de göstermektedir:

وَاِذْ تَخْلُقُ مِنَ الطّينِ كَهَيْپَةِ الطَّيْرِ بِاِذْنى فَتَنْفُخُ فيهَا فَتَكُونُ طَيْرًا بِاِذْنى…

“(Ey İsa)Nasıl Benim iznimle çamurdan, (sana uyanların) kaderini şekillendirdiğini ve sonra bunun Benim iznimle (onların) kaderi olabilmesi için ona üflediğini…” 5/110

4- ENŞEE انشأ ( ن-ش-ع) Varolan bir şeyden başka bir şeyin aşamalı olarak üretilmesi/inşa edilmesi

Enşee (İnşa) da bir şeyin aşama aşama geliştirilerek/dönüştürülerek var kılınmasıdır. İnşaa ederek yaratmak Kur’an’da doğadaki şeylerin yaratılması için kullanılmıştır. Örneğin Bulutların “yaratılışı” için şöyle denmektedir:

هُوَ الَّذى يُريكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَطَمَعًا وَيُنْشِئُ السَّحَابَ الثِّقَالَ

O, korku ve ümit vermek için size şimşeği gösterendir, yağmur yüklü bulutları inşa edendir. Ra’d 13/12

Enşee kavramı Kur’an’da ayrıca ceninin halden hale dönüşerek insanın vücuda gelmesi için de kullanılmıştır.  (23/31, 53/32)

İlginç olan nokta ise yeniden yaratılış için de bu kavram kullanılmaktadır:

نَحْنُ قَدَّرْنَا بَيْنَكُمُ الْمَوْتَ وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوقينَ عَلٰى اَنْ نُبَدِّلَ اَمْثَالَكُمْ وَنُنْشِئَكُمْ فى مَا لَا تَعْلَمُونَ

“Sizin yerinize benzerlerinizi getirmek ve sizi yeniden inşa etmek üzere aranızda ölümü biz takdir ettik. (Bu konuda) bizim önümüze geçilmez.” Vakıa 56/60-61

5- CEALE جعل  Eskisinin yerine yenisini oluşturmak

Ceale, bir şeyi uygun hale getirip uygun olmayan halini bertaraf etmek anlamına gelmektedir.

اِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْاٰنًا عَرَبِیًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ

Onu, düşünüp kavrayabilmeniz için Arapça bir hitabe yarattık. Zuhruf 43/3

Yukarıdaki 5 kavram da görüldüğü üzere Yaratma fiili sadece yoktan var etme anlamında kullanılmamıştır. Rabbimiz yoktan var ettikten sonra halden hale geçirerek te vardan da yeni varlar var etmektedir. “İlk yaratılış” olarak tanımlayabileceğimiz Varlığın özü yokluktan Allah’ın

İradesiyle yoktan yaratılmıştır. Ancak bu başlangıçtan sonraki süreç Fatara, Felaq, Khalq, İnşa ve Ceale kavramlarıyla ifade edilen halden hale geçiş, bir şeyden başka bir şeyin ortaya çıkması anlamında bir yaratılıştır. Halk arasındaki eksik yaratılış telakkisi yaratmanın sadece yoktan yaratma olduğu zannının devamını sağlamıştır. Oysa Allah’ın yaratıştaki sünneti bir şeyi yoktan yarattıktan sonra diğer şeyleri o özden türeterek, vardan başka bir var ederek yaratmasıdır.

“Kun fe yekun!” ne demektir?

Allah bir şeyin olmasını isterse “ol deyince , oluş sürecine girer”. Burada;

1. Allah’ın yoktan var etmesi.

2. Varlıkları kullanarak var etmesi

3. Vardan var etme sürecinin devam etmesi…

Birincisi, Rabbimiz yoktan bir varlığı var etmektedir. Ayrıca dilerse de yok etmektedir. Varlıklara verilen özellik ve yeteneklerde ol emri ile yoktan verilebilmektedir.

 إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

“O, Tek’tir, Biricik’tir, öyle ki bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece “Ol!” der -ve o (şey hemen) oluş süreci başlar.” (Yasin 36/82)

Prof. Dr. Cafer Sadık Yaran, “Understanding Islam” adlı eserinde Yasin Suresi 82. ayetten hareketle bahsettiğimiz gibi olma sürecini üç sınıfa ayırıyor. Evrimci yaratılışa “Kun fe yakun” ayetindeki feyekun filinin mudari (gelecek kipinde) oluşu ve süreci ifade ettiğini belirtiyor. “Be an it is” (Yasin 82)(ol der o da olur.) burada “olur” geniş zaman fili yani evrimdir. O halde ilgili ifadeyi Türkçe’ye Mustafa İslamoğlu’nun da yaptığı gibi şöyle çevirmeliyiz: “O, ol deyince oluş süreci başlar…”

İkincisi ise, Şefkatli olan Allah varlıklardan yeni varlıklar ortaya çıkarmaktadır. Bu konuda Rahman bazı kanunlar koymuştur. Bu kanunlar çerçevesinde olaylar gerçekleşir. Bazıları bu yaratmayı Allah’ın koyduğu kanunlarda ya da varlıklardaki gizli bir güçte aramaktadırlar. Oysa varlığın tanrısal yeteneği yerine bu yaratılma kanunlarından faydalanmak için araştırmalar yapılmalıdır. Fakat bazıları bu varlıklardaki Allah’ın ol emrine uydukları kısmı görememektedirler.

Kur’an’a göre kainat bir bütünlükten ayrıştırıldı ve tüm canlılar sudan yaratıldı.

اَوَلَمْ يَرَ الَّذينَ كَفَرُوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَیْءٍ حَیٍّ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ

O inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan oluşturmaya başladık (ceale). Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya 21/30)

Kavramların öz anlamlarını koruyarak/semantik yöntem izlenerek aşağıdaki ayeti okuduğumuzda ufuk açıcı düşüncelere kapı aralıyor:

وَاللّٰهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِنْ مَاءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشى عَلٰى بَطْنِه وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشى عَلٰى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشى عَلٰى اَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللّٰهُ مَا يَشَاءُ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَديرٌ

Ve bütün yaratıkları “hayret verici bir su”dan halden hale geçirerek yaratan Allah’tır; öyle ki, (canlılar) karnı üzerinde sürünürerek ve iki ayağı ile yürüyerek ve de dört ayağı üzerinde yürüyerek (yaşarlar). Allah dilediğini halden hale dönüştürerek yaratır; çünkü O, gerçekten de her şeye kadirdir. (Nur 24/45)

اَلَّذى اَحْسَنَ كُلَّ شَیْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَاَ خَلْقَ الْاِنْسَانِ مِنْ طينٍ

O ki, halden hale geçirerek yarattığı her şeyi en güzel şekilde ortaya çıkarttı. İnsanı halden hale dönüştürerek yaratmaya da çamurdan başladı. (Secde 32/7)

Kur’ân-ı Kerim’de insanın nasıl ve neden yaratıldığını açıklayan âyetlerin sayısı bir hayli kabarıktır ve bu âyetler çeşitli sûrelere serpiştirilmiştir.

Kur’ân’da ilk insanın yaratılış maddesi olarak iki şeyden söz edilir: biri toprak, diğeri “Allah’ın ruhu”. Toprak ise, tek bir şekilde olmayıp, çeşitli isimler altında geçer. Bunlar (1) Turab (toprak), (2) Tîyn (çamur), (3) Tîn-i lâzib (şekil kabul eden çamur), (4) Salsal (kuru balçık), (5) Hame-i mesnun (şekillenmiş kara balçık) olup, insanın belli aşamalardan geçirilerek yaratıldığını belirten âyete de (Nuh, 71/14) dayanan Ragıp el-İsfahânî gibi bazı âlimlere göre bunlar, “Allah’ın ruhundan üflenme” ile birlikte ilk insanın altı yaratılış merhalesini ifade etmektedir (İsfahanî 1961).

Burada sormamız gereken şey şu: Bu ifadeler bilimsel birer bilgi midir? yoksa yaratılışa dair genel olarak verilen teşbihi kavramlar mıdır? Kur’an din dili kullanan bir hitabe olduğundan yukarıda verilen bilgileri bilimsel bilgi olarak değerlendirmemek gerekiyor.  İnsanın gözlemsel olarak toprak elementlerinden yapılmış olması ve Özellikle insan’ın varoluş sürecinin şaşılası bir sudan çamurlaşma olarak ifade edilmesi üzerinde araştırmalar gerektiren bir konu. Kur’an’da insanın yaratılışıyla ilgili şu ayetleri de okuruz:

“Sizi[n her birinizi] peşpeşe aşamalardan geçirerek yaratanın O olduğunu gördüğünüz halde?

Görmüyor musunuz Allah yedi göğü nasıl birbiriyle uyumlu yaratmıştır, ve onların içine ay’ı [yansıyan] bir ışık olarak yerleştirmiş ve güneşi [ışık saçan] bir lamba yapmıştır?

Ve Allah sizi yerden [tedricî bir şekilde] yeşertip büyütmüştür;  ve sonra sizi [öldükten sonra] ona geri döndürecektir.” (Nuh 71/14-17)

ADEM KİMİN HALEFİ?

Aşağıdaki ayetten insanlığın şimdikinden önce başka bir dönem geçirdiği yönünde bir izlenim edinilebilir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰئِكَةِ اِنّى جَاعِلٌ فِى الْاَرْضِ خَليفَةً قَالُوا اَتَجْعَلُ فيهَا مَنْ يُفْسِدُ فيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ اِنّى اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ

“Hani Rabbin, meleklere ‘ben yeryüzünde bir halife atıyorum’ demişti. Melekler ‘Ya Rabbi, sen yeryüzünde kargaşa çıkarmakta olan, kan döken birini mi atıyorsun?…” (Bakara, 2/30)

Ayette Adem’in yaratılışı ile ilgili geçen kavram yukarıda da konu edindiğimiz “Ceale” جعل  kavramıyla anlatılmaktadır. “Eskisinin yerine yenisini oluşturmak/atamak” anlamına gelen ceale ile ifadelendirmiştir. Peki “Khalifa” (Halife) ne demek? Halife Arapça ardı sıra gelen, eskisinin yerine geçirilen, benzeriyle yer değiştiren anlamlarına gelmektedir. Dolayısıyla bir şeyin halife olabilmesi için selef’inin yani ardılının varolması gerekir. Selefsiz Halef olmaz.  Ceale ve Halife kelimelerinin kullanılmış olması Adem’den önce adem’e benzeyen varlıkların varolduğu anlamına gelir. Ayrıca ayette kullanılan zaman kipi hal sigasıyla (mudari/şimdiki zaman) ile gelmektedir. Bu şun anlama gelir: “Adem”’in halife atanması onun yaratılmasından sonra ortaya çıkan bir süreçle gerçekleşmiştir.

 Ayette geçen Adem’in ortaya çıkarılış sürecini şöyle de anlamlandırabiliriz:

وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰئِكَةِ اِنّى جَاعِلٌ فِى الْاَرْضِ خَليفَةً.

“Hani Rabbin, meleklere ‘ben yeryüzünde benzerlerinin yerine geçireceğim bir varlık olarak eskisinin yerine yenisini var edeceğim’ demişti.”

Bu hüküm karşısında doğal olarak Melekler soru sordular:

قَالُوا اَتَجْعَلُ فيهَا مَنْ يُفْسِدُ فيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ؟

‘Ya Rabbi, sen yeryüzünde kargaşa çıkarmakta olan, kan döken birini mi atayacaksın?

Bu soru doğaldır, çünkü Adem’deki önceki “benzer”leri yeryüzünde kargaşa çıkarıp kan dökmüşlerdir.Bu sebeple ellerindeki bilgiye dayanarak Adem’in de böyle bir tür olacağını zannetmişlerdir. Oysa Allah onlara şu cevabı vermiştir:

قَالَ اِنّى اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ

“(Allah) “Sizin bilmediğiniz (çok şey var, onları) Ben bilirim!” diye cevapladı.” (2/30)

Adem’in Meleklerin bilmediği özelliği ise onun isimlendirebilme yeteneğidir:

وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِٶُنى بِاَسْمَاءِ هٰـؤُلَاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقينَ

Ve O, Adem’e her şeyin ismini belletti (eşyayı isimlendirebilme yeteneği verdi), sonra onları meleklerin önüne koydu ve “Dedikleriniz doğruysa haydi bu (şeylerin) isimlerini Bana söyleyin bakalım!”dedi. (2/32)

قَالَ يَا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَائِهِمْ فَلَمَّا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَائِهِمْ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنّى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ

تَكْتُمُونَ

O: “Ey Adem, bu (şeylerin) isimlerini onlara bildir!” buyurdu. (Adem) isimleri onlara bildirince (Allah): “Size, ‘göklerin ve yerin gizli gerçeğini, açıkladıklarınızın ve gizlediklerinizin tümünü yalnız Ben bilirim’ dememiş miydim?” dedi.

Adem’in selef/önceki benzerlerinden farklı olarak bilinçli bir beşer olması onun yeryüzündeki halifeliğinin de kilit noktasıdır.  Bilindiği üzere bu teşbihi diyalog sonrasında meleklerin Adem’in çnünde saygıyla eğilmeleri/onların Adem’in bilinci karşısında teslim olmaları istenmiştir.

Adem olarak karakterize edilen “bilinçli insan”’ın çoğul olduğu da Kur’an’da Adem’in çoğul zamirle de ifadelendirilmiş olduğununu öğrenmekteyiz:

“Biz sizi yarattık. Sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere ‘Âdem’e secde edin’ dedik.” (A’râf, 7/ 11)

İNSANLIK ENSEST İLİŞKİDEN Mİ TÜREDİ?

Bu açıklama yöntemi Adem’in öncesiz (selefsiz) şekilde yoktan yaratıldığı iddiasından çok daha tutarlıdır. Adem’in selefsiz biçimde yoktan var edildiğini iddia eden haliyle eşini de onun kaburga kemiğinden yaratıldığını iddia etmişlerdir. Daha sonra insanlar nasıl yaratıldı? Sorusuna ise Adem ve Havva’nın çocuklarının birbirleriyle evlendirildiği gibi bir izah yapmaktadırlar. Çağlar ve mekanlar üstü evrensel bir ahlakı öngören İslam’ın dünya görüşüyle ne kadar uyumludur? Ensest bir çoğalmayı meşru görebilen bir anlayış ne kadar tutarlı olabilir?

TEK BİR CANLIDAN YARATILDIK

يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَثِيرًا وَنِسَاءً ۚ وَاتَّقُوا اللَّهَ الَّذِي تَسَاءَلُونَ بِهِ وَالْأَرْحَامَ ۚ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا

“Ey İnsanlar! Sizi bir tek can(lı)dan yaratan, ondan eşini var eden  ve her ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Kendisi adına birbirinizden [haklarınızı] talep ettiğiniz Allah’a karşı sorumluluk bilinci duyun ve bu akrabalık bağlarını gözetin. Şüphesiz Allah, üzerinizde daimî bir gözetleyicidir.” (Nisa 4/1)

Muhammed Esed ayetle ilgili şu yorumu yapar: “Klasik müfessirlerin çoğu, nefs terimine yüklenen pek çok anlam içerisinden -can, ruh, akıl, canlı varlık, canlı, insan, şahıs, kimlik (şahsî kimlik anlamında), insanlık, hayat özü, temel ilke ve diğerleri- “insan”ı tercih ederler ve bu terim ile burada Hz. Âdem’in kasdedildiğini kabul ederler. Ama Muhammed Abduh bu yorumu reddeder (Menâr IV, 323 ve diğerleri.) ve onun yerine, insan soyunun ortak kökenini ve kardeşliğini vurguladığı için (ki yukarıdaki ayetin amacı da budur) “insanlık” karşılığını tercih eder; ayrıca bunu Hz. Âdem ile Havva’nın yaratılması konusundaki Kitâb-ı Mukaddes’in tasvirlerine yersiz şekilde bağlamaz. Nefs’i bu bağlamda “canlı” olarak çevirmemin mantığı da aynıdır. Zevcehâ (“eşi”) ifadesine gelince, zevc (“bir çift”, “çiftten biri” veya “bir eş”) terimi, canlı varlıklarla ilgili olarak bir çiftin veya bir ikilinin hem erkek hem de dişi tarafı için kullanıldığından, insanlarla ilgili olarak da hem kadının eşini (kocasını), hem de kocanın eşini (karısını) ifade eder. Râzî’nin naklettiğine göre, Ebû Müslim “Ondan (minhâ) eşini yarattı” ibaresini, “Onun kendi cinsinden (min cinsihâ) eşini (karşı cinsini) yarattı” anlamında yorumlar ve böylece Muhammed Abduh’un yukarıda işaret edilen görüşünü destekler. Minhâ’nın lafzen, “ondan” şeklinde çevrilmesi, metin ile uyumlu olarak, her iki cinsin “bir tek canlıdan” türetildiği biyolojik gerçeğini yansıtır.”

İSA’NIN DURUMU NASIL ADEM GİBİDİR?

إِنَّ مَثَلَ عِيسَىٰ عِنْدَ اللَّهِ كَمَثَلِ آدَمَ ۖ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

“Allah katında İsa’nın durumu Âdem’in durumu gibidir, ki Allah onu topraktan halden hale geçirerek yarattı ve sonra “Ol!” dedi; işte (insanoğlu böylece) olmaya başlar/olmaktadır.” (Al-i İmran 3/59)

Esed konuyla ilgili şunları söyler: “Lafzen, “İsa’nın misali, Âdem’in misali gibidir…” Mesel ifadesi (ki, yukarıda “durum” olarak çevrilmiştir), çoğunlukla, mecazî olarak bir şahsın veya şeyin içinde bulunduğu hali veya şartları göstermek için kullanılır ve bu anlamda -müfessirlerin işaret ettikleri gibi- sıfat (bir şeyin “mahiyet”i veya “tabiat”ı) kelimesi ile eş anlamlıdır. Metnin siyâk ve sibâkından açıkça anlaşılabileceği gibi, yukarıdaki pasaj, Hz. İsa’nın uluhiyetine dayanan Hristiyanî doktrine karşı itirazın bir parçasıdır. Kur’an burada, diğer birkaç yerde olduğu gibi, Hz. İsa’nın Hz. Âdem -ki, bu bağlamda bütün insan soyunu ifade etmektedir- gibi sadece “topraktan yaratılmış”, yani, toprağın üzerinde ve altında asal şekillerinde bulunan organik ve inorganik maddelerden yaratılmış bir ölümlü olduğu gerçeğini vurgular. Karş. ayrıca Kur’an’ın bütün insanlardan “topraktan yaratılmış” olarak söz ettiği 18:37, 22:5, 30:20, 35:11 ve 40:67. ayetler. “Âdem”in burada insan soyunu temsil etmiş olması, bu cümlenin son kelimesinde geniş zaman kipinin kullanılması ile vurgulanmıştır.”

BAZI SORULAR…

İnsanın ve doğanın en güzel biçimde yaratılmış olması ile evrim arasında bir çelişki yoktur. Aksine “Ahsen” bir şeyin tutarlı ve yolunda güzel biçimde işlemesi demektir. Güzellik uyumla alakalıdır. Değişen şartlara göre uyum sağlayabilen ve sistemli işleyen bir düzenek güzel bir yaratılıştır. Sebep-sonuç dizgesinde devam eden bir düzen güzeldir. Yoksa bugün bazı insanların anladığı tarzda kainatın ve insanın en güzel biçimde yaratılmış olması onların statik biçimde tek bir defada yaratılıp durağan biçimde bırakıldığı anlamına gelmez. Şayet bu anlama geliyorsa İnsanı en güzel biçimde yaratan Allah engelli insanları güzel biçimde yaratmamış mıdır?! Bu sorunun cevabında Allah (haşa) hatalı olmadığına gore demek ki bizim en güzel biçimde yaratma algımızda bir sorun var demektir.

كَانَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللَّهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنْذِرِينَ

Bütün insanlar bir zamanlar bir tek topluluktu; [sonra ihtilafa düşmeye başladılar], bunun üzerine Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi. (2/213)

Bu bölümden şöyle bir sonuca ulaşabiliriz ki Adem kıssası literal bir okuma ile değil sembolik bir okuma ile okunmalıdır. Bir başka ifadeyle Adem ve eşinin kıssası Kur’an’da tarihsel bir gerçekliği anlatmamakta aksine müteşabih/alegorik bir anlatımla insanoğlunun bilinçlenme sürecini betimlemektedir. Adem kıssasını bilimsel bir bilgilenme için değil insanın insan olmasını anlamak için okuyan muhatap teatral bir anlatım içinde karakterize edilen kahramanlar aracılılığıyla aslında kendi hikayesini dinlemektedir. Kan döken ve yeryüzünü fesada sokan Beşer türü zamansal süreç içinde yine Allah’ın koyduğu yasaların işlemesi sonucu şartlara uyum gösterdi ve bu uyumun sonucu olarak bilinçlendi. Bilinçlendiğinde eşyaya isim verebilme onları tanımlayabilme yeteneğini ve bunun sonucu olarak ta konuşma yeteneğine ulaştı. Bilinçlenen beşer böylelikle bilinçsiz türdeşlerinin/seleflerinin yerini aldı böylece yeryüzünü imarla görevli bir halife oldu. Yani ekolojik sistemin bilinçli temsilcisi, doğanın sözcüsü…

İşte bu bilinçlenme/halife olma süreci beşeri “İnsan” yaptı. Bu sürecin sahibi Allahtı ve Allah bu sebep-sonuç dizgesiyle yaratmasına devam etmekte.  İlk bilinçli/halife insan(lar) “Adem ve eşi” karakterleriyle sembolize edilmektedir. Teşbihle bu sürecin teatral biçimde anlatılması sürecin evrenselliğine de uygun. Çünkü herkes hayatında Adem kıssasını yaşar… Her beşer bilinçsiz bir canlı olarak anne rahmine düşer. 9 aylık bir iç-evrim süreci sonucunda doğar. Doğduğunda da bilinçli değildir. Bilinci ve bedeni zamansal bir süreç içinde olgunlaşır. Beşer akıl-baliğ olduğunda yani cinsel ve tinsel bilince ulaştığında (yasaklanan ağaç imgesi) yeryüzü cenneti olan çocukluğundan/masum fıtratından, sorumluluk dünyasına “düşer”…

Afgani: Materyalist olmayan bir Evrim Kuramına Doğru…

19. yy’da Evrim kuramıyla ilgili görüş serden düşünürlerin başında Cemaleddin Afgani gelmektedir. Afgani, evrim kuramını gerekçe göstererek Materyalizmi savunanlara yönelik kaleme aldığı “Dehriyyun’a Reddiye” kitabında materyalizmin tutarsızlıklarını ortaya koyar. Buna karşılık Evrim kuramının Darwin’den çok önceleri Arap bilim adamlarınca ortaya konmuş bir düşünce olduğunu ifade eder. Afgani konuyla ilgili şöyle demektedir: “Bu konuda öncelik, Darwin’e değil, Arap bilginlerine aittir. Bununla birlikte Darwin’in üstünlüğünü, sabır ve sebatla araştırmalarını sürdürmesini ve “tabiat tarihi”ne pek çok bakımdan hizmetini de kabul etmek lazımdır.” Afgani, dönemin materyalist Darwinistlerine atıfta bulunarak eleştirilerini dile getirir. Daha sonra ise Evrimin İslam düşüncesindeki yerine değinen Afgani, Doğal seleksiyonun benzerinin hayvancılık yapan Arapların uygulamalarında da olduğunu belirtir. (Bkz. C. Afgani’nin Hatırları, M.Mahzumi Paşa, Klasik Yay. Sf.143-149)

Mutahhari: Biyolojik Evrim’den Tarih Sosyolojisine

Mutahhari de “Tarih ve Toplum” (Türkçesi İst. 1991 Yöneliş Yay.) isimli eserinde Evrim ve tekamül kavramlarını tartışır. Mutahhari’ye göre Evrim ilkelden gelişmişe bir tekamül süreci değildir. Evrimsel sürecin bir ilerleme değil uyum sağlama süreci olduğunu anlatan Mutahhari, insan bilincinin kendi evrimsel sürecini yönlendirme fonksiyonu olduğunu böylece doğal yaşamı şekillendirebileceğini ileri sürer. Yazar, Biyolojik evrim acaba sosyolojik olarak ta insan topluluk içinde geçerli midir? Sorusuna cevap arar. Kur’an’ın tarih felsefesiyle evrimsel süreci ve insanlık tarihini karşılaştırmaya çalışan yazar biyolojik evrimsel süreçten sosyolojik tarihsel evrime kadar insanın ve insan topluluklarının yeni şartlarda nasıl bir uyum ve değişim geçirdiklerini araştırır. Mutahhari açıkça biyolojik evrim ve tarih sosyolojisi arasında ilerlemeci olamayan ama evrimsel olan bir tarih sosyolojisi ve felsefesi inşa etmeye çalışır. (Bakınız: Mutahhari, “Tarih ve Toplum” Türkçesi C. Şişman, sf. 196-208 Yöneliş Yay.  İst. 1991 )

Beheşti ve Bahoner: Evrimsel Yaratılış Araştırılmalı

Ayetullah Beheşti ve Cevad Bahoner ortak hazırladıkları “İnsan ve Tarih” isimli eser’de Evrim’e müstakil bir bölüm ayrılmıştır. Beheşti ve Bahoner, hayatın ilahi bir olgu olduğunun altını çizerler. Evrimle ilgili şu ifadelere yer vermişlerdir: “Kur’an, yağmurun yağması, ırmakların akması,ve dağlardan insanın yaratılışına kadar tüm doğal değişiklikleri Allah’a atfetmektedir. Bazı durumlarda pek çok değişiklik doğal etkenlere de atfedilmektedir. Bu iki grup ayetler tezat teşkil  etmez, sadece birbirlerini desteklerler; çünkü doğal olayları yöneten bilimsel kanunlar, sadece Allah tarafından verilmiş normlardır. O’nun iradesi, O’nun doğrudan tüm değişiklikleri ve doğal olayları oluşturduğu anşamına gelmez. Gerçekte O, doğakl değişikliklerin sistemini yaratmıştır. Bu O’nun iradesidir.” Evrim kuramını detaylı biçimde inceleyen yazarlar değerlendirmelerini şöyle sonuçlarlar: “Dünyadaki tüm var olan şeyler evrim dereceleri bakımından tarihsel bir ardıllığa sahiptirler… Evrimin, tüm yaşayan canlılara uygulanabilen geel bir kural olduğunu farzettirecek işaretler vardır.” Evrim kuramı üzerine önemli bir analiz demesi olan bu çalışma’nın çizdiği ufuk maalesef devam ettirilememiştir. (Muhammed Hüseyin Beheşti, Cevad Bahoner, “İnsan ve Tarih” Türkçesi: Ahmed Erdinç, sf. 78-87 Bir Yay. İst. 1989)

Şeriati: Her dem tekrarlanan kıssa: Adem

Ali Şeriati de benzeri bir tutm içindedir. Şeriati, “Adem kıssası”nın insanın bireysel serüvenini sembolize eden bir kıssa olduğu görüşündedir. Her insan çocukluk/bilinçsizlik döneminde sorumsuzluk ve mutluluk alanındadır. Ancak cinsel ve akli gelişimini tamamladığında bu mutlu/sorumsuz dönem son bularak sınavın yaşandığı dünyaya adım atar. İşte Adem ve eşinin şahsında hikaye edilen şey de her İnsanın yaşadığı bu kadim tecrübenin sembolize edilmiş halidir. İnsan bilinçsiz bir varlıkken sorumsuzca bahçelerde yaşardı. Sonra akli bilince evrildi ve bu bilinçlenme süreciyle beşer türü, Adem yani sorumlu, bilinçli ilk insan oldu. (Bkz. Ali Şeriati, “Hubut”, “İnsan”) Bu yaklaşımın bir benzerini Ümit Aktaş, “Adem” (Çınar Yay. İst. 2005) isimli romanında da göstermektedir. Ayrıca günümüzde evrimsel yaratılışı kitap ve makalelerinde araştıran pek çok Müslüman ilim adamı bulunmaktadır. Muhammed Esed, Bahaeddin Sağlam, Prof. Dr. Süleyman Ateş, Prof. Dr. Cafer Sadık Yaran, Prof. Dr. Mehmed Bayraktar, Prof. Dr. İsmail Yakıt bu isimlerden sadece bir kaçı…

Sonuç:

4 yazılık değerlendirme çalışmamızı maddelerle şöyle özetleyebiliriz

1- Evrimsel türeyiş fikri ve kuramları Darwin’den çok önceleri bizzat İslam alimleri tarafından ortaya konmuş, sistematize edilmiştir. Müslüman alimler dönemlerinde yaptıkları gözlemler ve deneylerle canlıların evrim yoluyla çeşitlendiklerini ifade etmişlerdir. (İslam’da evrimci yaratılış teorilerinin ayrıntılar için Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar’ın kaleme aldığı “İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi” isimli eseri tetkik edilebilir. (Kitabiyat Yay. Ankara 2001)

2- Evrim kuramı, kainattaki işleyişin ve özelde biyolojik çeşitlenmenin kim tarafından yapıldığı ile ilgili değil nasıl işlediği ile ilgili bir açıklama tarzıdır.

3- Özgün Müslüman düşünüş ya kırk katır ya kırk satır misali dayatılan “ya evrimci materyalizm ya evrim düşmanı dindarlık” kısır döngüsünden farklı, başka bir okuma yapabilirler.

4- Kuram ve o kuramın yorumlanması ayrı şeylerdir. Kuram (Teori), Edinilen bulgulara ve kanıtlara dayanılarak ortaya konan bir düzenek tezi, değerlendirme iken Kuramın yorumu bu kuramdan yola çıkarak dini, felsefi ve sosyolojik çıkarımlarda bulunmak kuramdan hareketle öznel yorumlarda bulunmaktır. Bu sebeple Evrim kuramı başka, Evrim kuramını kendi materyalist ideolojilerine argüman kılmak başka şeylerdir.

5- Canlılar gezegende oluşan değişimlere göre kendi yapıları da değişiyordu. Bu değişimde hayatta kalma mücadelesi doğal seleksiyon (seçilim) ve karşılıklı yardımlaşma gibi faktörlere göre devam ediyor. Bu durum Darwin’in elde ettiği bulgular ve gözlemleri düzenli biçimde açıklamasıydı. Ortaya konan bu açıklama tarzı Kilisenin durağan yaratılış dogmasını sarsıyordu. Evrimi sürdüren üç temel süreç vardır; Doğal seçilim, genetik değişim ve karşılıklı yardımlaşma.

6- Evrimsel Çeşitlenme: Bilinçli bir süreçtir. Evrilmek için gerekli potansiyel zaten evrilen canlının evrim öncesi yapısında vardır, evrim onun kendini gerçekleştirmesi olarak anlaşılmalıdır. Yani, evrimin sonucu diye gördüğümüz şey, aslında öngörülmüş bir amaçtır. Bu da bir teoloji (amaçlılık) anlayışı getirir.

7- İkinci yazıda ayrıntılı örnekleri verildiği üzere Evrim dünden elde edilen tarihsel bulgu ve fosillerle günümüzdeki canlılar üzerinde yapılan deney ve genetik çalışmalarda yapılan gözlemlerle halen aksi ispatlanamamış tek açıklama tarzdır.

8- İnsan da bu evrimsel sürecin bir parçası olarak evrimleşmiş ve ortak bir hominid atadan dönüşerek tek bilinçli ve özgür iradeli canlı olmuştur. Bulgular günümüz insanı Homo Sapiens’ten önce bilinçli Homo Erectus ve Neanderthal insan türlerinin varlığını ortaya koymuştur.

9- Üçüncü yazımızda tartıştığımız konu ilk insanın ilkel olup olmadığıydı. Şayet bir varlıkta bilinç varsa bu bilinç doğal olarak kültür ve medeniyeti doğurur. Bu sebeple medeniyet ilkelden gelişmişe ilerlemez. Bilincin var olduğu her zaman diliminde aynı sonuçları ortaya çıkarır. Bu sebeple “ilkel mağara adamı kurgusu” gerçeği yansıtmamaktadır hele ki binlerce yıl boyunca insan türlerinin aynı şekilde ilkellikte yaşadıklarını düşünmek te yanlıştır.

10- Üçüncü çalışmada sıraladığımız bulgu ve gözlemler de göstermektedir ki ne evrimsel süreç bahanesiyle bir ırkçılık meşrulaştırılabilir ne de evrimsellik İlerlemeci Tarih anlayışını haklı çıkartır! İnsanlık ilkelden gelişmişe doğru ilerlememekte aksine insan bilincinin ortaya çıkışı/üflenişi ile birlikte insan medeniyeti ortaya çıkmaktadır. DNA çalışmaları göstermektedir ki tüm insanların genleri aynıdır ve “ırk” kavramı kurgusaldır. Üstün ırk diye bir şey yoktur, insanlar arasındaki fiziksel farklılıklar işlevseldir.  Evrimi buna argüman kılmak isteyenlerle evrim karşıtlığını haklı çıkartmak için evrim ırkçılıktır ilerlemeciliktir modernistliktir demek açık bir tutarsızlıktır.

11- Kur’an’da yaratılış 5 ana kavramla açıklanmıştır. Bu 5 ana kavramın 1’i yoktan yaratmayı 4’ü ise evrimsel, halden hale gerçek yaratılmıştan başka bir şeyi yaratmayı ifade etmektedir.

12- İnsanın Halifeliği Bilinçli sorumlu insan’dan önce benzeri bir türün var olduğunu gösterir. Her halefin bir selefi vardır. Meleklerin “Adem” karakteriyle sembolize edilen yani ilk bilinçli insan(lar)a karşı çıkış sebebi de o ana kadar gördükleri Adem benzerlerinin yeryüzünde kan dökücü bir tür olduğundan dolayıdır.

http://www.haksozhaber.net/kurana-gore-allah-nasil-yaratir-4-12192yy.htm

posted in YARATILIS | 0 Comments