-
18th Ağustos 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

BAŞÖRTÜLÜ YARI ÇIPLAKLAR

Etraf başörtülü yarı çıplaklardan geçilmiyor.

Tesettürle başkaları değil ama başörtülüler fena halde dalga geçmekte.

Arkadaş zor geliyorsa çıkar kafandaki örtüyü.

Sana zorla taktıran mı var?

Bir salaşlık, bir derbederlik.

Sanki kafasındaki iki kılı kapatınca hatun kişi, bütün vazifelerini tamamlamış gibi vücudunu orta yere saçıveriyor.

Acaba Müslüman kadının sadece saçı kıymetli, en mahrem vücut azaları çok mu değersiz diye düşünmekte insanlar. Göbekler, göğüsler, kalçalar orta yerde.

Kadıncağız adeta amazon gibi sokağa fırlamış.

Önceki gün ziyaretime gelen üç bayan yazarla oturup konuştuk. Örtülerini bayağı modernleştirmişlerdi. Belli ki bana akıl vermeye gelmişlerdi. “Biz de zamanında bu tesettürü amma abartmışız” deyince bayağı şaşırdım. Arkadaşlarım iyi eğitimli ve sevilen kalem sahipleri idi ama değil pardösü, ceket bile giymeyerek incecik elbiselerle ne büyük devrim yaptıklarını anlatmaya uğramışlardı.

En baştakilerdeki bozulma bütün toplumu etkilemekte. VIP kadınlardan başlayan bir dezenformasyon.

“Özür dileriz cumhurbaşkanlığı sitesinde hanımefendinin bir düğünde çekilmiş resmi çıkmış, düzelteceğiz”.

“E evladımın düğününde bile, şöyle etrafa endamlı bir kadın nasıl olurmuş göstermeyeyim mi? Hem bizi zevksizlikle, demodelikle suçlayan laiklere biraz zarafet dersi vermeyelim mi?” iyi niyetinizi yüzünüzden okuyorum da.

Düğünlere katılan binlerce erkeğin meraklı bakışlarını bir kalemde yok saymanız da size ilahi bir artı getiriyor mu acaba?

Ya da dinin şöyle bir kuralı mı var? Düğünlere katılan erkekler namahrem sayılmaz. Zaruret miktarıdır. Gecelik gibi elbiselerle göbeği göğsü etrafa dağıtıp salon sahibeliği yapmanız da bir mahzurat yok mudur?

Büyük başlarımız böyle yapınca; halk çocukları da nereden bulsunlar cici salonları, şık avizeleri, pahalı kostümleri; onlar da sokaklarda soyunmaya başladılar.

Tamam, bizim kızlar yeni örtünüyor biraz hoşgörü de, altmış yaşındaki büyük hanımlarda da mendil kadar başa yapışan örtüler ve göbek göğüs hatları olabildiğince belli eden dar kostümler.

Acaba Müslüman modacılar ellerindeki makasın hakkını nasıl verecekler? Pardösü değil de atletizm mayosu biçiyorlar sanki. Bütün vücut azaları ortada.

Tanıdığım pek çok başı açık laik bayan; bizim başı örtülü pek çok kadınımızdan daha kapalı giyinmekteler. Yaz sıcağında diz altı eteği üzerine ceketini ya da hırkasını giymeden dışarı çıkmayan, neneden atadan görgülü, terbiyeli çok insan tanıyorum.

Lakin bizim cephede bir amazonluk, bir yarı çıplaklık almış başını gidiyor. Arkadaşlar zor geliyorsa takmayıverirsiniz şu örtüyü olur biter.

Ama Rabbimizin Müslüman kadınlara hediye ettiği tesettür tacını, toza kire bulayıp ayağa düşürmeyin lütfen.

Allah sonumuzu hayreyleye ama durum hiç iç açıcı değil. Aşağılık kompleksleri ile acınacak durumdayız.

Hem bu konuda sadece kadını suçlamam da yersiz.

En büyük suçlu insanın erkek cinsi yine.

Geçen gün baktım anlı şanlı delikanlı, kolundaki eşi yarı çıplak. Dapdar bir pantolon, neredeyse bağırsaklarının başlangıç ve bitiş yeri ortada. Üzerinde uzun bir ceket yok. Derisine yapışmış bir mini bluz. Ve bu trajik tabloya arsızca bir de baş bağlamış. Bu görüntüyü veren kadından çok erkeğe baktım. Acaba oğlan kör mü diye. Aval aval ağzını açmış etrafı seyreden delikanlı, yanındaki kadının yarı çıplaklığını göremeyecek kadar aptaldı.

Tesettürün bozulmasında en büyük suçlu erkekler.

Onlar açık bayanlara, televizyonun edepsiz çıplaklarına hayranlıkla bakarken, hanımları da; o aptal beylerini ellerinde tutabilmek için açılma yarışına girdiler. Bizim pek çok kadınımız niçin kapanmıyor sanıyorsunuz, ya da böyle yarı çıplak dolaşıyor derseniz; kocaları yüzlerine bakmaz diye.

Rabbimiz setr olma hususunda cümlemizin kalbine güzel ilhamlar versin.

19 EKİM 2007 Mine Alpay Gün

http://www.milligazete.com.tr/makale/basortulu-yari-ciplaklar-99021.htm

 

 

posted in GİYİM | 0 Comments

18th Ağustos 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK



ÇEYREK TESETTÜR GERÇEK TESETTÜRE KARŞI YA DA BAŞÖRTÜLÜ ÇIPLAKLAR

Biraz da etki-tepki meselesi olsa gerek. Egemen güçlerin bunca saldırısı ve zulmün

e rağmen çarşılara, pazarlara baktığımızda başörtülü kızlardan geçilmiyor. Bardağın neresine bakalım? Hiç yoktan başı örtülü bayanların sayısı hâlâ çok sayıda diye sevinelim mi; yoksa, başörtüsü, rûhundan giderek soyutlandı, çarşılar başörtülü mankenlerin boy gösterdiği podyuma döndü, örtü sokağa (ayağa) düştü diye üzülelim mi?

Sürpriz olan hangisi? Azçok kültürlü kızların başörtülü olabilmesi mi, yoksa her yönden gayrı İslâmî yaşama biçiminin kuşattığı ve modern Batı standartlarını içselleştirmiş, özgürlük putunun kurbanı ve sosyal hayatın, sokak ve çarşının tutsağı olmuş başörtülü kızların her aklı başında müslümana “bu kadar da yozlaşma olmaz!” dedirtecek anormallikleri mi? Okullarda karma eğitimin tezgâhından geçmiş, televizyon dizileriyle büyümüş, kadın-erkek eşitliğini ve kadın özgürlüğünü bayraklaştırmış, dünyevileşmiş, İslâm’ı yeterince bilmeyen, bildiklerini tümüyle yaşamanın getirdiği bedellere hazır olmayan kızların çeyrek tesettürü mü?…

Müslüman bayan, erkeklerin de bulunduğu sosyal hareketlere katılır veya yabancı erkeklerle meşrû ölçüler içinde konuşurken, her şeyden önce dişiliğiyle değil; kişiliğiyle bulunmalıdır. Bir kadın için, sosyal hayatta tesettür her şey değil; bir şeydir. Onsuz olmaz ama, onunla da her şey tamamlanmış değildir. Kahkaha gibi aşırı ve sesli gülme, yabancı erkeklerle şakalaşma, gereksiz samimi tavırlar, kadınsı işveler, yapmacık edâ ve sesin güzelleştirilmesi için doğal olmayan çabalar vb. iffetli müslüman bir hanıma yakışmayacak ve müslümanlarca yadırganacak ya da farklı gözle değerlendirilecek her türlü tavırdan kaçınılması gerekir. Müslüman hanımın bu ölçülere riâyet etmeden sosyal hayatta yer alması ya da erkeklerle konuşması, hem kendine, hem dâvâsına, hem tesettürlü hanımlara, hem İslâm’a ve hem de müslüman kadınların toplumda müslümanca yer etmesi için gereken ortamın ve örfün oluşması önündeki zincirlerin kırılma çabalarına çok büyük zararlar verecektir.

Bugün çarşıda, pazarda, tezgâhta, masa ve kasa başında, başörtülü bayanların “örtülü çıplak” diye tanımlanabilecek başörtülü yozlaşmanın görüntülerini de şöyle özetleyelim: Çarşaf ya da bol ve uzun pardösü benzeri bir dış giysinin tamamlamadığı bir kıyâfet. Dış giysi cinsinden bir şey olmaksızın sadece başörtü, altına etek veya pantolon, üstüne bluz, elbise cinsinden bir şey giyerek çarşı pazarda dolaşma veya işyerlerinde ya da okullarda bu kıyafetle yabancı erkeklere (iş arkadaşlarına, sınıf arkadaşlarına, müşterilere…) gözükmek.

Yasak savma cinsinden bile kabul edilemeyecek tarzda, çok ince veya çok kısa ya da çok dar pardösümsü bir dış giysi.

Başörtünün altından sırıtan çirkinlik: Yüzde makyaj, dudaklarda ruj, yanaklarda allık, gözlerde boya ve hatta başörtüsünün rengine uygun özel lens, kaşlarda inceltme ve vücutta ağır parfüm kokusu gibi acâyiplikler.

Yani, başörtülü sekreter ve başörtülü tezgâhtar bayanların büyük çoğunluğu başta olmak üzere ev hanımı veya ev kızı olmadıkları imajını her haliyle yansıtmaya çalışarak entel takılan  genç bayanların da önemli bir kesiminin çarşıda, okulda, işte… başörtülü mankenlere benzeme gayreti. Üstü kapalı altı havalı, uygunsuz etek üstü türban, altta dar kot pantolon üstte başörtüsü, bacakları açık ama başı kapalı tipler; Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu dedirtecek şekilde, altı kaval üstü şişhane görüntüsü…

Süslü kubbesi olan bir câminin alt katının tapınak olarak kullanıma açılması gibi bir şey. Başında sarık, ayağında mayo olan imam kıyâfeti ne ise onun gibi. Ne var bunda demeyin, sarıklı imamın giydiği mayonun HaŞeMa yani, Hakiki Şeriat Mayosu değil; Batılıların giydiği cinsten iki parmaklık mayo olduğunu düşünün. Sakallı ve başında sarığı olan genç bir imamın sosyete plajında bakınarak gezinmesi ne ise, aynı ve belki daha ağır değil midir, çarşı ve pazarda (hal diliyle “şişşt, baksana bana!” diye konuşan giysi içinde) kendine baktırarak gezinen başörtülü kız.

İkişer kelimelik kısa tanımlarla özetlersek: “Başörtülü açıklık”; “örtülü çıplaklık”; “tesettürsüz örtü.” Şunlar da üçer kelimelik: “Cilâlı baş devri”; “cennetle cehennem koalisyonu”; “sulandırılmış İslâm’ın görüntüsü”; “zakkum aşılanmış çiçek”; “zehir karıştırılmış bal.”

Konserlerde alkış ve ıslıkla da yetinmeyip dans eder gibi hareketlerle tempo tutup sanatçının ezgisine/şarkısına koro elemanı gibi katılan başörtülü kızlar kimse tarafından yadırganmıyor artık. Çarşılarda özgürce gezmekle tatmin olmayan başörtülü bayanların bir kısmı, deniz kenarlarında, park ve pastanelerde özgür takılıyorlar, herkesin içinde şuh kahkahalar atabiliyor, çarşıda (şimdilik) kız arkadaşlarıyla öpüşebiliyor, çok rahat tavır ve cıvık cinsellik kokan davranışlardan, bazen kol kola bir yabancı erkekle fingirdeşmekten bile çekinmiyorlar.

Peygamberimiz (s.a.s.)’in “giyinik olduğu halde çıplak gibi görünen kadınları, Cehennem ehlinden” saymasının (Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128) sebebi üzerinde düşünülüyor mu dersiniz? Hz. Peygamber, bunların Cennete giremeyeceği gibi, Cennetin kokusunu dahi alamayacağını belirtmiştir. Kimdir bu örtülü çıplaklar? Bunlar şeriatın koyduğu ölçülere uymayan, yani ince, dar ve uzuvları gösteren elbiseler giyen ya da vücudunda örtmesi gereken yerleri örtmeyen kadınlardır. Kadınların bu şekilde giyinmesi, küçük günahlardan olsaydı, Hz. Peygamber, onları Cehennem ehlinden saymaz, Cennetin kokusunu dahi alamayacaklarını söylemezdi. Farzedelim ki, sözkonusu şekilde giyinmek, küçük günahlardandır. Bu durumda küçük günahlarda ısrar etmenin, günahı büyüteceğini bilmiyorlar mı? Bilinmelidir ki, “sürekli yapılan hiçbir günah, küçük; tevbe edilen hiçbir günah da büyük değildir.”

Hasan Basri gibi: “Siz sahâbeyi görseydiniz deli (öcü) derdiniz, onlar da sizi görseydi müslüman (tesettürlü) demezdi” demeyeceğim; daha hafifini tercih edeceğim: Günümüz Mekke ve Medine’sinde, hatta Tahran’ında, Afrika’nın nice ülkesinde, Malezya’da… erkek ve hanım müslümanlar, bu giysi ve davranış sahiplerine hiç duraksamadan kötü kadın damgası vurabilirler, kendilerinden saymayacakları gibi, hicaplı/tesettürlü sınıfı küçük düşürdükleri için ajan muâmelesi yaparlar. Ama Batı ülkelerinde bu kıyafet ve tavrın, tepki almadan kabul göreceğinden emin olabilirsiniz. Başörtüsü dışındaki bu giysi ve davranışı kendi standartlarında gördüklerinden, “herhalde başı keldir de kapatma ihtiyacı duyuyordur veya başına bir bez bağlamaktan zevk alıyordur, imaj anlayışıdır, bu tür değişiklikle dikkat çekmek istiyordur” şeklinde değerlendirmeler yaparlar…

Bunlar (iki inanç, iki grup) arasında bocalayıp durmaktalar; ne onlara (bağlanıyorlar, benziyorlar) ne bunlara. Allah’ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın.” (4/Nisâ, 143). Hem Allah’ı, hem şeytanı râzı etmeye çalışmak, sadece şeytanı râzı edecek gülünç tavırlara, aldatış ve aldanışlara götürür insanı. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezâsı ancak dünya hayatında rezillik, rüsvaylıktır; Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” (2/Bakara, 85) “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri şeriat (dinî kaide) kılan şirk koştukları ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21). Hakla bâtılın koalisyonu, güzel bir içeceğin zehirle karıştırılmışı gibidir. Altısı içinden, altısı dışından tavırlar dinle alay etme gibi değerlendirilebilir. Müslümanlığı çok kötü temsil eden kimselerin zararları, müslüman olmayanlarınkinden daha büyük olur çoğu zaman; akılsız dost ve akıllı düşman misali. İslâm’a en büyük zarar, tarih boyunca hep içeridekilerden gelmiştir. Dini yanlış temsil ile “müslümanlar işte böyle!” dedirtecek tavizci anlayışa ve kötü örnek olarak dini de küçük düşüren tavırlara kimsenin hakkı yoktur.

Bütün bunların yanında saçının tekinin bile gözükmemesine ciddi özen gösterilerek takınılan ve çoğunlukla “bone”li başörtüsü; rengârenk, bin bir desen, cıvıl cıvıl. Anadolu’daki fazla kültürlü olmayan bayanların kıyafetinin diğer bölümlerinde bu denli yozlaşma olmamasına rağmen, başörtü bağlama konusunda biraz ihmalkârlık biraz alışkanlık gereği, yer yer saçlarından bir kısmının bazen veya devamlı gözükebilecek şekilde başörtüsünde gevşek davranmalarına tam ters bir uygulamayı andırıyor, büyük şehirlerdeki bu fotoğraf. Çok kültürlü olmayan halk sınıfından geleneksel örtünmeyi sürdüren bayanlar, başörtü örtme biçimine kadar örfleştirip âdetleştirdikleri şuursuzca örtünme görüntüsü sergilerken, onlardan ayrıldığını gösterme ihtiyacı duyan ve kültürlü olduğunu düşünen modern örtülü bayanlar da, saçlarını örtme konusunda gösterdikleri titizliği; başörtüsünün süslü câzibiyetinden kaçınma hususunda, başörtüsü dışındaki giysi ve tavır konusunda (sanki bilinçli ve kasıtlı bir tavırla) göstermekten kaçınıyorlar.

Renkrenk, moda moda başörtüler, atlası, ipeği, yerlisi, ithali, bin bir çeşit… Ama, farklı etiketlere, değişik firma isimlerine aldanmayın; hepsinin markası tek: “Bak bana!” marka

http://mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=1270&k=50

 

Gazinoda, pavyon veya plajda, yani en azından gözlerin haramlarla meşgul olduğu bir mekânda başında “imam sarığı” ile dolaşmanın durumuna benziyor; çarşı pazardaki dikkat çekici tavırlarıyla başörtülü kızın tavrı. İmamın sarığı beyaz olduğundan, en küçük bir leke kaldırmadığı ve hemen göze battığı gibi, taç gibi başlara yerleşen ve sarık kadar simgesel ve ulvî değeri olan başörtüsü de, takılan başı baştan aşağı güzelleştirmeli. Yoksa, sarığı ve başörtüsünü kirletenler, farkında olmadan da olsa “din”e düşman kazandırmanın vebâlini taşımış olurlar başlarında örtü yerine İslâm’ı yanlış tanıtıp kötü örnek olarak bu modern başörtülü kızlar, bilmeden ve istemeden de olsa İslâm’a zarar veriyorlar. Buna rağmen, Ne biçim “müslüman kız” bunlar, müslüman “kız bunlara!” diyemiyoruz. Kendimiz kız(a)mıyoruz, acıyoruz, bu kızlarımıza. Bunların konumu, müslümanlığın bu ülkede ne hale getirildiğini gösteriyor. Câhil bağlılarının ya da kendini bağlı zanneden mensuplarının dine bakışını ele veriyor. Yozlaştırılmış, sulandırılmış, ılımlılaştırılmış dinin başörtü versiyonu da böyle oluyor demek ki. Amerikancı müslümanlığın, düzene uygun demokrat müslümanlığın, fri takılmanın, özgürleşmenin yansıması bunlar. Dine karşı din, başörtüsüne karşı başörtüsü. İçi boşaltılmış tesettür. Vitrinci, slogancı tavrın neticesi. Modern muharref müslümanlığın göstergesi, hakla bâtılın giysideki koalisyonu.

Çeyrek tesettür anlayışı, çeyrek din anlayışı demektir. Aslında, kadınıyla erkeğiyle günümüz Türkiye müslümanı, çoğunlukla diğer dinî algılayış ve yaşayış konularında da benzer tavır içinde. Başörtüsü, başların üstünde olduğu ve sokakta çarşıda (sevinemiyoruz maalesef) çokça başörtülü boşta gezen (ya da görücüye çıkıp bir şeyler arayan) kız olduğu için göze batıyor da ondan. Hani bir zamanlar yetkili bir Türk büyüğü(!), öyle diyordu ya: “Bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz.” Bu sözdeki komünizm kelimesini başörtüsüyle değiştirerek aynı sözü söylüyor şimdiki etkili ve yetkililer. Ve getirdikleri başörtüsü de bu. “Olmaz olsun böyle başörtüsü!” dedirtmek istiyorlar topluma. Önceleri sosyete çıplakları şöyle diyordu: “Biz ne çarşaflılar gördük, ne haltlar ediyorlar…”  Bu cümleden sonraki ifadeleriyle % 99,9 yalan söylüyorlardı. Ama, şimdi artık sadece sosyeteler değil, halkıyla elitiyle, her kesimden insan hem de nice gerçek olaylar ve gerçek görüntülerle delillendirerek “biz ne başörtülüler gördük, ne haltlar ediyor…” diyebiliyor, hiçbir müslümanın onaylayamayacağı cinsten aşırı özgür tavırları, yanındaki erkekle fingirdeşen başörtülüleri ve cıvık davranış ve başörtüsüyle taban tabana zıt giysi veya giysisizlikleri, makyajlı rujlu, allıklı pudralı, manken yürüyüşlü başörtülüleri gösteriyor.

Güler misiniz, ağlar mısınız? Ben ağlanılması gerektiğini, ama ağlamaya bile vaktimizin olmadığını, bunların bizim insanımız, en azından bizim mesajımıza düşman olmayan, bize yakın insanlar olduğunu değerlendirmekten yanayım. Bütün bu yanlış/çirkin tavırlar gösteriyor ki, şuurlu müslümanlara, hepimize çok iş düşüyor. Eğer biz yeterince İslâm’ı, tevhidi, Allah’ı, O’nun emir ve yasaklarını, bütüncül olarak doğru bir şekilde anlatabilseydik, söylediklerimizi yaşayabilseydik, çevremizdeki çirkinlikleri nehy edebilseydik bu anormal manzaralarla kesinlikle karşılaşmazdık. Nitekim, din eğitimi yönüyle temeli sağlam atılmış olan köklü ve sahih din/tevhid öğretimi ve eğitimi/terbiyesi alan kızlarda savrulma daha az olmakta.

İçinde bulunulan mekânın inanca ve yaşayışa büyük tesiri vardır. Câhilî eğitim veren kurumlara, câhiliyye köle pazarlarını andıran çarşı ve pazarlara salıverilen insanların da bulunduğu ortamdan etkilenmemesi için çok ama çok sağlam bir tevhidî şuura, her bedelini ödemeye hazır güçlü bir imana ihtiyaçları vardır. Meyve veren her bitkinin her toprakta yetişmediğini, bazı yerlerin ayrık otlarına, kaktüs ve zehirli bitkilere çok müsait olduğunu hatırlayalım. Başında güzel meyve cinsinden başörtüsü bulunduran kızlarımız birer fidandır. O fidanın her bir yanını ahtapot kollarıyla zehirli sarmaşıklar sarıyor ve meyve verecek özünü vampir dişleriyle emmeye çalışıyorsa, öyle bir genç ağaçtan güzel bir meyve bekleme şansımız pek olmayacaktır. Balık için su ne ise, tesettür de müslüman hanım için odur. Su, balığın, içinde yaşayamayacağı oranda pislenmiş, zehirli atıklarla bulanmış ise balığın hali ne olur?…

Uzun da olmayan etekleriyle diz altlarını, hele yırtmaçlı etekleriyle bacaklarını, kot ve benzeri pantolonla vücut hatlarını, bluz veya tişörtle göğüs çıkıntılarını, üstünde hâlâ duruyorsa pardösü demeye bin şâhit isteyen mont türünden ve daracık dış giysisiyle belinin inceliğini göstermekten çekinmeyen başörtülü kızlarımız, başı açıklara geç de olsa uyarak düşük pantolon ve açık göbek modasına da uyar ve teşhirciliğin bu kadar rezilcesine de atılırsa şaşmamak lâzım. Başında başörtüsü var ya yeter, o kendini kapalı sayıyor. Zaten yozlaşma ve dejenerasyon yavaş yavaş büyüdüğünden toplum şaşmıyor, yadırgamıyor, doğal karşılıyor bütün bunları

İfrat ve tefrit hemen bütün insanımızı kuşatmış. Herkes başörtüsünün bir tarafını çekiştirdi. Başörtüsünün abartılı düşmanlarına karşı, bizim mahallede bazıları onu teferruat sayarken, bazıları da onu fazla abarttı ve sloganlarının başına çıkardı. Giderek başörtüsü putlaştırılmadan da yakasını kurtaramadı. Sanki başka zulüm yokmuş, daha önemli başka farzlara baskı yokmuş gibi bir tavırla, başörtüsüne gereğinden fazla vurgu yapıldı. Üniversitelerden istenilen tek istek o idi. Altyapıya önem vermeden, iman ve tevhid vurgusu yapılmadan, takvânın gereği olarak hayâ ve edebe atıfta bulunulmadan; tam tersine “demokratik hak”, “insan hak ve özgürlüğü”, “anayasanın verdiği onay”, “Zübeyde Hanım’ın da yaptığı/taktığı gibi” referanslarla ve onu doğuran temel değerden yalıtılmış şekilde ve sloganlaştırılarak yalnızlaştırılan “başörtüsü” evet, itiraf edilip dillendirilmesi zor olsa da putlaştırmış oldu. Allah’tan bağımsız peygamber sevgisi dâhil, her çeşit aşırılık putlaştırma olur da başörtüsü gibi baş tâcı putlaştırılmaz mı? Varsa yoksa başörtüsü diyen ve başka hiçbir talebi olmayanlara cevap da hak ettikleri cinsten oldu: Öyleyse alın size başörtüsü; sosyal alanlardaki sulandırılmış şekliyle alın başınıza çalın!

Parçacı yaklaşım, uzlaşmacı yaklaşımdır. Parçayı bütün sanan, bütünü asla aramayacak, bütünü hepten yitirecek, bütünle bağlarını koparacaktır. Bu, hikmetin yitirilmesi değildir sadece; dinin de yitirilmesine giden yoldur aynı zamanda. Parça, bütünden koparılınca bütünün değerlerini kaybeder. Ağaçtan koparılan bir dal, bitkiden koparılan bir çiçek, insandan koparılan bir el, göz, kulak veya baş kısa zamanda ne duruma düşerse, tesettür ve takvâ örtüsünden, ona alt yapı olan iman ve Allah korkusundan koparılan başörtüsü de o duruma düşer/düştü…

Hakları kalmasın, bu manzarada yeşil sermayenin, “başörtülü tezgâhtar aranıyor” diye kapısına yazı yazan yeşil holdingden hacı amca tuhafiyecisine kadar esnafın, manken tipli başörtülü eleman arayanların, başörtülüleri plajlara alıştıran Kapris Oteli ve benzerlerinin, tesettür mayolarının, bu sektörden geçinen çeşitli alandaki iş piyasasının, özellikle tekstil firmalarının, ha bir de Tekbir(!) giyim ve benzerlerin, onların icadı başörtü defilelerinin büyük rolü var…

Giysisiyle kültürlü olduğunu göstermek istiyor kızlarımız; tabii bu kültürün İslâmî bir kültür olmadığını önemsemeden. Kimlere benzemeye çalışıyorsa onlardan sayılacağını unutuyor. Genç ve özellikle güzel gözükmek istiyor sokaktaki ve iş hayatındaki bayanlar. “Örtülü isek, bizim de güzel gözükme hakkımız yok mu?” diyorlar; müslüman hanımın cehenneme gitme (erkekleri de itme) hakkı araması gibi bir şey bu. Şeytânî düzenlerin oyununa geldi insanımız. “Başörtülü bayanlar yeter ki çarşıya pazara dökülsünler, zarûret olmaksızın ve uygun ortam aranmaksızın çalışma hayatına girsinler, lisesi üniversitesi ve diğer kurumlarıyla düzenin çarkları arasına sıkışsınlar, moda oltasına takılsınlar… gerisi kendiliğinden gelir” hesabıyla tuzaklar kuruldu ve kolay avlandı kızlarımız. Cennetin bedelini unuttular, Mekke’ye gidecekken Paris’in yolunu tuttular…

Mesajdır giysi, çağrıdır, ya da korunmadır. Giysinin temel olarak üç özelliği vardır: Tesettür/örtme, koruma ve süs. Bunlar içinde en önemlisi, giysinin insanı örtme özelliğidir, yani tesettür. Giysiden mahrum kalmak, çıplaklık, insanı cennetten çıkaran isyanın görüntüsü olduğu gibi, şeytanın bu yolla insanı belâya uğratıp cennete girmesine engel olmasına fırsat vermektir. Şeytan Cennette Hz. Âdem ve eşinin çıplak olması için bütün planlarını kurmuş ve onların cennetten çıkarılmalarına sebep olmuştu. Onlar da birlikte Rablerine yönelip af talebinde bulundular, örtündüler ve Allah da onları affetti. “Ey Âdem oğulları! Şeytan, ana ve babanızı (Âdem ve Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları iman etmeyenlerin dostları kıldık.” (7/A’râf, 27). Hz. Âdem ve Havvâ’da isyanın sonucu, Cennetten çıkarılmanın alâmeti  olarak ortaya çıkan çıplaklık, bu kişilerin nesillerinde Cennete girmeye engel sebeplerden biri, isyanın görüntüsü, şeytana uymanın özelliğidir.

Bir başörtüsü sektörü oluştu; kapitalizmin örtülü versiyonu olarak türban rantı ortaya çıktı. Bin bir çeşit desen ve renk cümbüşüyle. Doğu zevkine hitap edip başörtüsü üreten yüzlerce yerli ve yabancı firma, ithâlatçılar, sadece başörtüsü satan mağazalar, başörtü modaları, başörtü defileleri, başörtülüler için özel mayolar… İçinde müslümanların da yaşadığı kapitalist düzenlerde finans kurumları nasıl bir görüntüyle, hangi görevi yerine getirmek için kurulmuş ve düzen açısından nasıl sakıncasız (hatta faydalı) görülmüşse; başörtülü kızlar da o amaç için “Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler olan” (Müslim, Mesâcid 288) çarşı ve pazarlara  çıkarılmıştır. Kapitalizmin nimetlerinden(!) mahrum olmadan fâizden kaçmak isteyen kimselerin paralarını piyasaya, dolayısıyla kendi kasalarına çekmek isteyenlerin finans kurumları aracılığıyla bu işi yaptıkları gibi; açık saçıklardan biraz rahatsız olanların paralarını ve ilgisini çekmenin kapitalistçe yolu oldu başörtülü tezgâhtarlar, başörtülü sekreterler. Bunca işsiz erkek varken, bu kızlar, hangi özellikleriyle tercih ediliyor dersiniz? Ya da ille bayan gerekiyorsa, niye özürlü bir bayan, yaşlı bir bayan değil de; manken ölçülerine uygun yapıda genç bayanlar isteniyor? Telefona bakmak, ya da müşteriyle ilgilenmek için manken gibi olmanın avantajını  insanî akıl ve İslâmî kültür mü, yoksa şeytânî düzen ve sömürücü görüş mü söylüyor? Kime ve neye hizmet ettiğini, neyi âlet edip sömürdüğünü para denilen câzip şeytan haydi işverene düşündürtmüyor; ya siz başörtülü kızlar, bunların sizi sömürüp kullanmasına, bundan da kötüsü sizin örtünüzü istismar etmesine, güzelim örtüyü sizin elinizle katran kazanına koymalarına, dünyada izzetinizin, âhirette cennetinizin çalınmasına nasıl rızâ gösteriyorsunuz? Değer mi üç kuruş para veya meymenetsiz insanların keyfi/beğenisi için bunlar? Özgürlük mü zannediyorsunuz bu köleliği, bu kullanılmayı, bu metâ ve nesne haline getirilmeyi; hâlâ akletmiyor musunuz? Başörtüsünü başınıza aldığınız gibi aklınızı da başınıza alın, şeytanın ve şeytanlaşanların oyuncağı, kölesi olmayın.

Düşünebiliyor musunuz, İslâm’ın cihad bayrağını dalgalandırma şerefi gibi hanımlara üstünlük verdiren o başların tâcı, kapitalizmin hizmetinde, daha kötüsü (söylemesi zor da olsa söyleyelim:) cinselliğin, göz zinâsının hizmetinde.
Kapitalist ve materyalist dünya her şeyi o denge(sizlik)de tutuyor: Arz talep. Üretim ve tüketim için bu böyle olduğu gibi, çeyrek tesettürlü bayanlar konusunda da bu böyle: Çıplaklardan hoşlanmayan, hele onlarla asla evlenmek istemeyen çok sayıda muhâfazakâr genç erkek var; bunlar için de çarşıda pazarda delikanlıların ilgisini kendisine çekmeye çalışan ve bu erkeklerin zevkle bakıp (tabii iyi niyetle canım, ona ne şüphe!) hoşlanacağı tipler gerekli. Piyasa şartları böyle oluşacak, bir taraftan fitne kazanı kaynarken, bir taraftan başörtüsü sektörü piyasaları canlandıracak, her çeşidiyle sömürü artmış olacak. “Günün hatta akşamın her saatinde bunca başörtülü kızın çarşıda sokakta ne işi var?” diyen bile artık yok. Evi hapishane gibi gören kızlar ve genç kadınlar artık sokaklarda göz hapsinde yaşadıklarını, özgürlük adına erkeklerin göz zevklerine gönüllü kölelik yaptıklarını ya düşünmüyor, ya da bundan şeytânî şekilde zevk alıyorlar. İslâmî ahlâkın sokaklara hâkim olmadığı bugünkü çarşı ve pazarlar, hanımıyla erkeğiyle müslümanların, özellikle gençlerin ancak çok zarûrî bir işleri varsa, zarûret miktarı çıkıp dönecekleri mekânlardır…

http://mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=1297&k=51

Makyajın rengine uygun başörtüsü ya da başörtüsüne uygun renk ve biçimde kıyafet; başörtüsü modası denilen yeni moda türedi. Her dışarıya çıkmadan ütüden geçirilen, ayna karşısında yarım saat uğraşılarak takılan, kendisine verilen para ile Afrika’da bir kadının hayat boyu kendini tümüyle örtecek giysi alabileceği bir aksesuar.

Bu tavırlara bakarak “bu hanımlar kapanmak, Allah için örtünmek istediklerinden, nâmahrem bakışlara dur demek için başörtüsü takıyorlar” diyenler beri gelsin; Allah sorarsa bunlara olumlu şâhitlik yapabilecek kaç kişi çıkar dersiniz? Cinsel çekiciliği/câzibeyi kitabına/eşarba uydurup gözü açık safları kandırmak isteyen şeytan, insana sağdan yaklaşırken başörtüsü şeklinde flama kullanıyor olmasın? Yoksa bu yozlaşmış acınası başörtülüler, erkeklerin dikkatini bu şekilde daha çok çekmek için başörtüsünü yem ve istismar aracı mı görüyorlar?

Hayır, bin kere hayır! Medine’de Kaynuka Oğullarından Yahûdilerin, yüzünü açmak istedikleri ve onu savunan müslümanın bu zulmü yapanı öldürüp sonra şehid edilmesine sebep olan ve Rasûlullah’ın bu olay akabinde uğrunda savaş verdiği hanımın örtüsü böyle değildi.

Maraş’ta savaş pahasına savunulan başörtüsü bu tip başörtüsü değildi.
Nur sûresi 31. âyette mü’min hanımlarının yakalarının üstüne örtmeleri emredilen ‘humurhımâr’ bu başörtüsü değildir. Ahzâb sûresi, 59. âyette mü’min hanımlara emredilen cilbâb; üstlerine giymeleri gereken dış elbise bu değildir, hayır!…

Elbisenin sadece dinle, dinin emirlerine teslimiyetle değil; aynı zamanda dinin özü olan takvâ ile de yakın irtibatı vardır. İnsan, takvâ adlı elbiseye bürünmemiş ise, her tarafını çok kalın giysilerle tümüyle örtse bile bu giysi ona yeterli gelmeyecek, kendisini ve muhâtaplarını haramlardan korumaya yetmeyecektir. Edeb, hayâ, iffet gibi kelimelerle de ifâde edilen bu durum, Arapça’da hicab kelimesiyle ifâde edilir. Bu özellik, giyinmenin arka planını ortaya koyduğu için, “giysili çıplak” olmaya giden yolu tıkayacak, sözgelimi kadının cinsel tahrik unsuru olarak ayakkabı veya terliklerini kadınsı bir edâ ile tahrik edecek şekilde ses çıkararak kullanmasına, tahrik edici parfümler kullanmasına engel olacaktır. Haramlara dâvet edici şuh kahkahalar, kadınsı cilve, kırıtma ve aşırı rahat/özgür tavırlar ile sadece dış giysinin kapatamadığı çirkinlikleri ancak takvâ giysisi kapatır.

Takvâ giysisi, edeb, iffet ve hayâ günümüzün gençlerine doğal ortamda, evde, çevrede çocukluğundan beri verilemediği için çeyrek tesettürlüler, yani “örtülü ama tesettürsüz” kimseler ortalığı kaplamaya başladı. Takvâ giysisinin önemsenmemesine, biraz da diğer tamamlayıcı unsurlardan yalıtılmış şekilde, sadece “başörtüsü” vurgusunun sebep olduğu değerlendirilmelidir. İş, bırakın takvâ giysisini, fetvâ boyutunu bile hiçe sayan, sanki İslâm’ın tesettür ve hicap emriyle dalgasını geçen bir tuhaflığa, hatta maskaralığa bile dönüşebilmektedir. İşin sadece fıkhî/şekilsel boyutunu ele alan, ama takvâ giysisinden soyunmuş bir bayan sözgelimi parmağını göstermenin câiz olduğundan yola çıkarak yabancı bir erkeğe parmağıyla işaret ederek parmağına “haydi gel!” dedirtebilir, gözünü göstermenin câizliğinden yola çıkarak göz kırpabilir. Bu tür problemlerin ne kadar yaygın olduğunu belki sokağıcaddeyi, okulu, gezinti yerlerini tanımayan kişiler bilmeyebilir, ama iş gerçekten çığırından çıkmış vaziyettedir. Sadece başörtülü olan, diğer giysileri ve tavırlarıyla takvâ giysisine hatta düşman olan, ya da şeklen tesettürlü olduğu halde İslâmî edebe, hayâ ve iffete yeterli derecede sahip olmadığı hemen belli olan kişinin kapalı kıyâfeti de artık yadırganmamakta, her iki farklı, hatta birbirine düşman tavır normal görülebilmektedir.

Elbise de konuşur. Evet, kişi, dili aracılığıyla konuştuğu gibi, elbisesi aracılığıyla da konuşur. “Bana, benim dişiliğime bakma, ben Allah’tan korkan bir müslümanım. Toplumun ve/veya kendimin ihtiyacından dolayı bulunduğum sosyal hayatta şu anda ben bir dişi olarak değil, kişi olarak varım. Sahip olduğumu düşündüğüm her şey gibi kendi vücudum da bana emânettir, Allah’ın emâneti. Onu nasıl kullanmam, nasıl örtmem gerektiğini de Sahibi bilir. Yanlış kıyafetim ve hatalı davranışım yüzünden de başka erkekleri günaha dâvet ederek mülkün sahibine ihânet edemem! Kıyâfet tercihimle ilân ediyorum ki, yabancı erkeklerin bana bakmasını istemiyorum” şeklinde kibarca mesaj vermesi gereken başörtüsü, bugün göz alıcı renk ve desenleri, diğer tamamlayıcı giysi ve tavırlarıyla cıyak cıyak bağırıyor: “Hey erkekler, ben buradayım, baksanıza! Sizin dikkatinizi ve ilginizi çekip kendime baktırmak için ben ne paralar sarfettim, kaç mağaza gezdim, ne uğraşlar verdim. Nasıl, yakışmış mı başörtüm, uyum sağlamış değil mi diğer giysilerimle. Karar veremedinse tekrar bak, bir daha bak! Ha, nasıl olmuşum, güzel miyim, bu giysilerimle daha güzelleşmiş miyim? Cevabını şimdilik gözlerinle veriyim mi?”

Örtünmenin amacı başkasının bakışlarından korunmak ve ırzı meşrû olmayan cinsel isteklerden sakınmaktır. Erkeklerin gözlerini sakınması, kadınların iffetini korumak içindir. Bir şey maksadından soyutlanarak algılanırsa işte böyle sulandırılır, yozlaştırılır.

Tesettür, kadının kimliğini öne çıkaran bir onurdur. Müslüman hanımın, toplumda dişiliğiyle değil, kişiliğiyle yer edinmesini sağlayan, kadının sömürülmesine ve eziyet edilmesine karşı koruyucu bir kalkandır. Kadının teniyle, derisiyle değil, insanî özellikleriyle topluma katılmasıdır. Bir bilinçtir, bir cihaddır, bir ibâdettir tesettür. İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar…

Materyalist modern insan; imajı, vitrini, kaportayı, yani madde cinsinden ve göz boyayacak şeylerin özün yerine koydu. Bunun kadın açısından durumu da şu: Fark edilip beğenilmek isteyen bir kadın, teniyle, çekici kıyâfetiyle, dişiliğiyle bunu gerçekleştirecek, toplumda bu özelliklerle yer edinecektir. İnsanî erdemlerle, hizmet ve hayırlı çalışmalarla kendini ispatlamak, ancak kulluk şuuruyla ve İslâm kimliğiyle sözkonusu olabilir. Kadın edilgenlikten, sömürüden, metâlaşmaktan, nesneleşmekten, kendi nefsine veya kendine nefsine köle olanlara kölelikten kurtulmak ve erkek egemen dünyada hak ettiği saygın yeri almak istiyorsa, bunun yolunun kesinlikle tesettürden, hicaptan, Allah korkusuna dayalı bir yaşayıştan, İslâmî bir aileden geçtiğini unutmamalıdır. Kadının huzur ve mutluluğu sokaktan geçmemektedir. Sokakta bulunanlar veya bulunduğu sanılanlar yine bir sokakta kaybedilecek şeylerdir…

Sağduyu sahibi her insanın kabul edeceği gibi, İslâm’ın istediği gibi örtünmemek ve bunun sonucunda karşı tarafı tahrik etmek bir eziyettir. Bayanlara yönelik cinsel tâciz elbette bir eziyettir, zulümdür; ama buna sebep olan cinsel tahrik de erkeklere yönelik bir eziyet ve zulümdür. İslâm’ın istediği gibi tesettüre, hayâ ve edebe, takvâ giysisine özen göstermeden toplum içine çıkan bayanlar, özellikle nâmuslu müslüman erkeklere yönelik bir eziyet yapmakta, onların vebalini almakta, günahlarına vesile olmaktadır. Gereği gibi tesettür ve edep içinde olmayan bayanlar, kendilerini ister istemez gören erkeklerin haklarını gasp etmektedirler; en doğal hakları olan namuslu olma, Allah’a kulluk yapma, haram işlemeden yaşama hakkını çiğnemektedirler. O yüzden tesettüre ve hayâya tam dikkat etmeyen bayan, kendisine gözüktüğü tüm erkekleri taciz ederek kul hakkı suçu işlemektedir.

Örtü bir kalkan oluyor. Karşı tarafı tahrik edecek unsurları perdeliyor. Karşı tarafa karşı caydırıcı bir özellik taşıyor. Ve örtülü bir kadın böylece çok yönlü bir eziyetten de kurtuluyor. Tâciz gibi eziyetlerden, çirkin bakış ve düşüncelerden, teklif ve sataşmalardan korunmak isteyen bir bayanın şöyle düşünmesi gerekir: “Başkasının bana cinsî tâcizde bulunmasını istemiyorsam, bana ait güzellikleri allayıp pullayarak teşhir etmemeliyim. Tahrik ederek başkalarının bana cinsî tâciz yapmasına sebep olacak duygularını kabartmamalıyım.”

Örtünmeden amaç korumak ve korunmaktır. Görüntü ile harekete geçen söz dinlemez erkek duygularına karşı yine erkeği koruyoruz. Tabii dolayısıyla erkeğin tahrik olup saldırmasına karşı kadın kendini de koruyor. Örtü, erkeğe İlâhî sınırları hatırlatma ve onun günaha girmesine engel olma fonksiyonunu yerine getirir. Erkeğin içindeki söz dinlemez duygular, örtü karşısında sessiz kalıp tahrik olmadan yuvalarına dönerler. Örtü erkeği kötü düşünceden korurken, kadını da kötü düşüncenin fiile dönüşmesinden korur.

Günümüzde cilbâb, yani pardösü benzeri dış elbise önemsenmez hale geldiği gibi, “başörtüsü zulmü” farklı bir tepkiyi aşırılaştırdı; tesettür denince sadece başörtüsü akla gelmeye başladı. Bazı genç bayanlar da sadece başörtüsüyle yetinmeye başladı. Giderek artan bir ucûbe olarak boneli, başörtülü, fakat makyajlı; başörtülü, ama eteği dizlerine kadar yırtmaçlı; başörtülü fakat üstünde sadece tişörtlü etekli kıyafetler boy göstermeye başladı. İslâm kadınının sadece tesettürü bile yeterli görmesi mümkün değilken, yani aynı zamanda takvâ elbisesi olan iffet, hayâ, saygın kişilik özelliklerini kuşanmak, tavır/yürüyüş/ konuşma/gülme/aşırı serbest hareket vb. davranışlarda fitne unsuru olabilecek tüm hususlardan sakınmak mecbûriyetinde olduğu halde, sadece giysi olarak tesettür konusu bile uygulamada büyük çapta dejenereye uğramaya başladı. Kala kala sadece bir başörtüsü kaldı; o da zora gelinince, sözgelimi üniversite uğruna, öğretmenlik vb. amaçlar için çıkarılabilecek; pazarlık ve tâviz konusu olabilecek; türbanla, şapkayla, perukla… değiştirilebilecek bir ucuzluğa düştü. “Artık televizyonlarda ve halka açık salonlarda tesettür defileleri yapılıyor’ deyin, gerisini onlar anlar” diyecek Bekri Mustafa’lara kaldı iş. Biraz alaylı, biraz da gerçeğin düşmanları tarafından müslümanların yüzüne tokat gibi vurulması kabilinden, boyalı basın buna “çeyrek tesettür” adını taktı. “Tesettür ya vardır, ya yoktur; bunun yarımı, çeyreği, ekmek arası olur mu?” demeyin, uygulamaya bakarsanız oluyormuş…

Başörtüsü, bir aksesuar gibi değerlendiriliyor bazı kızlarımızın gözünde. Kadınsı çekiciliğini yabancılar karşısında en aza indirmesi gereken tesettür, bir moda gibi düşünülüyor. “Tesettür(!) defilesi” denilen ucûbeler, bir taraftan talebe/isteğe cevap verirken, daha çok da arzı körüklüyor. Dışarıya çıkarken erkek bakışlarını üzerine çekmemeye gayret etmesi gereken müslüman bayan, kocasının karşısında belki bu kadar süslenip kıyâfetine özen göstermezken en az yarım saat ayna karşısında kendine çeki düzen vermeye çabalıyor, başörtüsünün rengine uygun olmayan pardösü ve ayakkabıyı giysiden saymıyor… Akşam olunca da evinde, Filistin’li kızların dramını, Irak’taki kadınlara yapılan zulmü gözünden yaşlar akıtarak seyrediyor.

Bütün bunlar, câhil bırakılmış ve okullar başta olmak üzere düzen ve onun tüm kurumlarıyla, gayrı İslâmî çevre şartlarıyla yozlaştırılıp bilinçsizleştirilen, çok kimliklileştirilen/kimliksizleştirilen, Batının ve bâtılın değersiz değerlerine özendirilmeye çalışılan toplum kurbanı şuursuz müslüman kızlarımıza kızmamıza ve suçu sadece onlara yüklememize sebep olmamalı. Zaten onlar da erkeklerin aynası, elmanın diğer yarısı. Müslüman erkeklerdeki dünyevîleşme, takvâyı hatta haramhelâl sınırlarını geri planlara atmayı dışarıdan hemen tespit etmek mümkün olmuyor; eğer kadındaki tesettür gibi dıştan hemen belli olan bir ölçüt olsaydı veya varsa, hemen bu diğer yarımda da benzer dejenerasyon aynı oranda sergilenecektir. Zaten bu bayanların da çoğu, bu çeşit şuursuz müslümanların eşleri, kızları, kardeşleri değil mi? Bunlara kızmaktan, hatta acımaktan da öte, kadın ve erkek hepimize bu yozlaşmanın sebeplerini doğru teşhis edip çareler üretmek için gece gündüz çalışmamız, fedâkârlıklarda bulunmamız, güzel örnek olmamız, fesat ortamını salâh ortamına çevirmek ve insanları ıslah için hilâfet görevimizi yerine getirme gayretiyle ha bire koşturmamız gerekiyor.

Eğer başörtülüler, gerçekten Allah rızâsı için ve O’nun emri olduğundan dolayı başörtüsü örtüyorlarsa, Peygamber ihtarları; modadan, yabancı erkekler tarafından beğenilme arzusundan ve hevâya uymaktan, şeytanı ve şeytanlaşanları da râzı etme çabasından daha etkili olacaktır. O yüzden insanımıza, özellikle başörtülü tesettürsüzlere şu hadisi şerifleri hatırlatalım:

“Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki grup vardır: Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları döven bir topluluk. Diğeri, giyinmiş oldukları halde çıplak görünen (örtülü çıplak) ve öteki kadınları kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesâfeden hissedilen kokusunu bile alamazlar.” (Müslim, Cennet 52, 53, h. no: 2857, Libâs 125, hadis no: 2128)

“Ümmetimin son zamanlarında açık ve çıplak kadınlar bulunacaktır. Başlarındaki saçlarının kıvrımları develerin hörgücü gibi olacaktır. Siz onları lânetleyin. Çünkü onlar mel’un kadınlardır.” Başka bir rivâyette aynı hadise şu ibâre de ilâve edilmiştir: “Onlar cennete giremezler. Cennetin kokusunu alamazlar. Onlara cennet kokusu şu kadar şu kadar fersah mesafeden ulaşır.” (Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr; Müslim)

“Rasûlullah (s.a.s.), hafif bir elbise giyip tamamen vücut hatlarını örtmeyen elbiseler giyen kadınlara “Onlar adı örtülü ama gerçekten çıplaktırlar” buyurmuştur (Süyûtî, Tenvîru’l-Havâlif, c. 3, s.103)…

Ve bir âyeti kerime: “Ey Âdem oğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi (takvâ ile kuşanıp donanmak) ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).” (7/A’râf, 26). Daha hayırlı olan “takvâ elbisesi” nedir? Takvâ (din örtüsü) ile kişi, kendini korumaya, dinî hayatına zarar verecek şeylerden sakınmaya çalışır. O örtü ile korunur, o örtü ile temiz fıtratını savunur, o örtü ile edep dışı işlerden kendini muhâfaza eder. O örtü onun için zırh gibidir, sağlam bir kale gibidir, çevresinde onu tehlikelerden saklayan nöbetçiler gibidir. İşte takvâ elbisesi budur. İnsanın rûhunu giydiren ve doyuran elbise. İnsanın mânevî dünyasını kollayan, yüzünü kızartacak bütün yanlış hareketlerden koruyan bir mânevî giysi, bir örtünüş ve davranış biçimi. Mü’minin onuruna, kişiliğine, inancı, ahlâkı ve namusuna zarar verecek davranışlardan onu koruyan bir giysidir takvâ elbisesi.

Takvâ elbisesi, sırf Allah rızâsı için ve emredildiği gibi, şuurla sevgi dolu teslimiyetle örtünmektir. Takvâ elbisesi, takvâ hissi veya takvâ duygusu ile giyim, yani hayâ duygusu ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci ile giyilen ve Allah’ın izniyle maddîmânevî ayıptan, çirkinlikten, zarar ve tehlikeden koruyacak olan bu elbise daha güzeldir, sırf faydadır. Takvâ duygusu olmayanlar ne kadar kalın giyseler de çıplaklıktan kurtulamazlar. Asıl hayır takvâ elbisesidir ki, örtülmesi gereken yerlerin örtünmesini sağlar, kişiyi maddî ve mânevî hayâsızlıklardan korur.

Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir bilmez hale getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı tek çıkar yol olarak düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet zevkinden mahrum bırakılmış, kısacası çağdaşlaştırılmış insanın şu veya bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin istismârına yönelik kapitalist tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir. Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir. İman olmadan ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın Kur’an’ı yaşamak olduğunu bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak, inandırmak, benimsetmekten başka çıkar yol gözükmüyor. Tevhidî anlamda gerçek bir iman olmadan insanın ahlâklı, nâmuslu ve şerefli olması da mümkün değildir. Çünkü izzet; ancak Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir (63/Münâfıkun, 8).

Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer etmesi, erkekleri tahrik edecek veya onların dikkatlerini üzerine çekecek kıyafet, davranış ve tavırlarda bulunmaması gereklidir. Bazı müslüman kadın ve kızların gayri müslim bayanlardan toplum içinde sadece başörtüsüyle ayrıldığı, onun dışında davranış ve hatta giysi yönüyle pek farklı olmadıkları görülen bir vâkıadır. Şuh kahkahalar, yabancı bir erkekle samimi tavırlar, aşırı serbest hareketler, müslüman bir hanıma yakışmayacak basitlikler içinde toplum içine çıktıkları giderek çokça görülen bir şahsiyet problemidir. Bu davranışların hem kendilerini küçülttükleri, hem örtülü bayanlar hakkında yanlış ve kasıtlı yargıda bulunanlara koz verdikleri ve hem de dini yanlış tanıttıkları yönüyle fitneye sebep olan “çeyrek tesettürlü” bayanlar gittikçe daha artmaktadır. Ama, bunu toplumdaki tüm müslüman bayanlara şamil kılmak veya böyle davrananlar yüzünden diğerlerini de toplumdan tümüyle uzaklaştırmak doğru olmasa gerektir.

Tesettür, hanımlar için Allah’ın emirlerine uygun olarak örtünme demektir, iman alâmetidir, İslâm şiarıdır. Ruhumuz gibi, vücudumuz üzerinde de Allah’ın hâkimiyetini kabul edişin belgesi olan bir ibâdettir tesettür…

Sağlam bir iman olmadan, başta duran başörtüsü ne kadar sıkı bağlanırsa bağlansın, temsil ettiği değerler; nefis, şeytan veya onların dıştaki temsilcilerinden gelen en ufak bir rüzgârda uçup gidecek veya başörtülü ama çıplak denilecek tip oluşacaktır…

Modernizm, günümüzde faşist bir din halini almıştır. Global dünya dini olarak dayatılan bu emperyalist dünya görüşü, insanı tek tip haline getirip sürüleştirmekte, onu her yönüyle köleleştirmektedir. Batılılaşan bayan, niye giysisini, giysisiyle dikkat çekmek istediği vücudunu teşhir etme ihtiyacı duymaktadır? Modernizm şeklinde ortaya çıkan çağdaş Batı yaşama biçimi ve ideolojisi olan materyalizm, insanın rûhunu, mânevî dinamiklerini hiçe saymakta, kişiyi sadece sahip olduğu giysiden, arabadan, paradan, maldan ibâret kabul etmektedir. Bayanları da etten, deriden ibâret, giysiden, kozmetik ürünlerden, süslenmeden ibâret görmektedir. Batılı(laşmış) insan da kendine biçilen rolden memnundur. Zinâya yaklaşma ve yaklaştırma olacakmış, toplum ifsâd edilecekmiş, erkekler tahrik edilip günahlara dâvetiye çıkarılacakmış, böylece kendisinin yolunu tuttuğu Cehenneme nice erkekleri de sürüklüyor olacakmış, çağdaş bayanın umurunda değildir. Nasıl olsa, memlekette demokrasi var; canı ne isterse onu giyer, vücut onun değil mi, istediği gibi yapar

Kraliçe Çıplak: Andersen’in meşhur masalındaki çıplak kralın çıplaklığını göre göre kabullenip dile getirmekten çekinenler gibi oldu insanımız. Başlarındaki taç kabul ettiğimiz başörtüsü ile kral değilse bile bizim mahallenin kraliçeleri durumundaki başörtülülerin örtüyü istismar edip yozlaştırmasından dolayı “kraliçe çıplak!” diye bağırmayı göze alanlar olmazsa bu çıplaklık tüm toplumu mahvedecektir. “Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (herkese yayılır ve hepinizi perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25)…

http://www.mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=1315&k=52

 

 

posted in GİYİM | 3 Comments

12th Ağustos 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

RİVAYETLERİN (HADİSLERİN) İSLAMİ AÇIDAN DEĞER(LENDİRİLMES)İ

Allah herkese kendisiyle gerçeği görecekleri akıl ve vicdan vermiş, içinde ilkeler ve değerlerle dolu bir kitabı seçkin elçilerine indirmiştir. İnsan net olan bazı konulara inanmayınca, ondan emin olmayınca diğer konular da sorunlu sürmektedir.

 

KUR’AN’DA ALLAH’IN SÖZLERİ VE FİİLLERİ

KUR’AN’DA İNSAN SÖZLERİ VE DAVRANIŞLARI

Kur’an, Allah’ın kitabıdır, kelamıdır. tümüyle Allah’ın söz (kavl) ve fiillerinin anlatımından oluşmaz. Bu, ne demektir? Kur’an’da Allah’ın sözleri ve fiilleri dışında, peygamberlerin, müminlerin sözleri ve davranışları vardır. Ancak bu sözleri de yine biz Allah aktarmıştır. Bu sözlerin sahipliği gerçeğini değiştirmemiştir. O yüzden örneğin Allah demiştir ki: Musa dedi ki “:….” Böylece Hz. Musa’nın sözünü bize aktarmıştır. Tüm aktarımla birkaç cümle değildir.  Binden fazla cümle… Orada münafıkların, kafirlerin, müşriklerin, şeytanların, katillerin, eşcinsellerin sözleri ve davranışları anlatılmıştır. Dolayısıyla orada, Allah Resulüne ve diğer resullere ait kesin sözler vardır.

 

Örnek mi?

Furkan: 30. Peygamber dedi ki: “Ey Rabbim! Halkım şu Kur’an’ı amacından uzak bir konuma soktu.”

Bu sözün Allah Resulüne ait olduğu kesin mi? Elbette… Buna benzer oldukça çok sayıda örnek var. 332 yerde, Allah “kul=de ki” diyor. “De ki” ile başlayan ayetlerde Peygamber’in söylemesi gerekenler, en az 4-5 cümleden oluşuyor. Bu ne demek? “De ki”li cümleler, en az 1500 cümle. Allah Resulü’nün, en az 1500 cümleyi kesinlikle söylediğini biliyoruz. Bir de, “Sen dedin”, “Demiştin”, “Diyordun”, “Demedin”, “Dedin mi” gibi bu konuya çok sayıda örnek var. 460 yerde ise diğer Allah’ın Resullerinin dedikleri aktarılmıştır. Bunu da en az 5 ile çarpalım.  En az 2000 cümle yapar. Bir de Allah Resulu zikretti (bahsetti), sordu, hatırlattı, öğüt verdi, nasihat etti diye geçen ifadeler var. Bunların dışında “Müminler dedi ki” diye başlayan cümlelere girmeyelim. 534 yerde inanmayanların (müşrik, kafir, zalim) sözleri aktarılmış. Bunu da en azından 5 ile çarpalım. 2000’den fazla cümle kafirlerin sözü olarak aktarılmış. Allah’ın Firavun’un sözlerini, şeytanın sözlerini bile en azından birkaç sayfa Kur’an’ına koymuş, ama sevdiği, seçtiği elçisinin sözünü koymamış. Lütfen gerçeğe saygılı olalım. Yoksa şeytanın ve Firavun’un sözü daha mı kıymetli? Haşa. Örnekler sözler mi istemiştiniz? Buyurunuz…

 

KUR’AN’DA “DE Kİ” İFADELERİ

2/80,93,94,97,111,120,135,139,140,142,189,215,217, 219,219, 220,222 3/12,15,20,26, 29,31-32,61,64,73,84,93,95, 98,99,119,154,154,165,168,183 4/63,77,78,127,176 5/4,17,18,59-60,68,76,77,100 6/11, 12,14,14,15,19 (4yerde),37,40,46,47,50,50,54, 56,58,63,66,71,90-91,91,109,135, 143,145,147, 151,158,161,162,164 7/28,29,32,33,158,187,187,188,195,203 8/1,38,70 9/24, 51,53,61,64, 65,81,83, 94,105,129 10/15,16, 18,20,21,31,31,34,35,38,41,49-50,53,58-59,59,69, 101-102, 104,108 11/13,35,121 12/108 13/16 (5yerde), 27,30,33, 36,43 14/30,31 15/89 16/102 17/23, 24,28,42,50-51,51,53,56, 80, 81, 84,85,88,93, 95,96,100,107,110, 111 18/22,24, 26,29,83, 103,109,110 19/75 20/44,47,105,114,135 21/24,42,45, 108,109 22/49,68, 72 23/28, 29,84, 85,87,88,89,93,97,118 24/30,31,53,54 25/6,15,57,77 26/12,216 27/59,64,65, 69,72,92,93 28/49, 71, 72,85 29/20,50,52,63 30/42 31/25 32/11,29 33/16,17,28,59,63 34/3,22,24,24-25-25-27,30,36,39,46-47-48-49-50 35/40 36/79 37/18 38/65,67,86 39/8-9-10-11,13-14-15,38,38-39,43-44,46,53,64 40/66 41/6,9,13,44,52 42/15,23 43/81,89 45/14,26 46/4,8,9,10 48/11, 15,16 49/14,16,17 52/31 56/49 62/6,8,11 64/7 67/23,24,26,28,30 72/1,20,21,22,25 79/18 109/1-6 112/1-4 113/1-5 114/1-6 58 sûre Toplam 332 yerde  Dedin/söyledin-9/92 Diyorsun/Söylüyorsun-3/124 4/81 11/91 20/94 33/37 Demiyorum/Söylemiyorum-6/50,50 7/105 11/31,31,31 40/44  Deme/Söyleme-17/23 18/23 Denildi ki- 2/11,13,91,170,206 3/167 4/61,77 5/104 9/38,46 16/24,30 24/28 25/60 32/20 36/45,47 37/35 45/32 58/11 63/5 77/48  Sözün- 41/33 69/40 81/19

 

DİĞER RESULLERİN SÖYLEDİKLERİ:

-2/54,61,67-69,71,124,126-129,131-133,214, 246-248,258-260 3/37-38,40-41,52,55,124 4/81 5/20,25-26,72,109-110,112,114, 116-117 6/50,74,76-78,80 7/59,61, 65,67,71,73-74,79, 80-81,85-88,93,104-105,116,128-129,138, 140,143,150-151,155 9/40,92 10/71-72, 77,80-82, 84,88 11/7,18,28-31, 33-34,41-43,45,47, 50-53,54-57,61,63-65,69,77-78,80,84-86,88-90,91-93 12/4-6,13,18,23,26,33,37-42,47-50, 52-53,55,59-60, 62,64,66-67,69,77,79,83-84,86-87,89-90, 92-94,96,98-101 14/6-12,35-41 15/52,54,56-57,62,68-69, 71-72 17/102 18/60,62,64,66,69,71, 73-74,76-77,95-96,98 19/3-6,8,10-11,30-33,42-45,47-48 20/10,18,25-35,45, 47-48,50,52- 54, 59,61,66,84, 86,90,92-94,97-98 21/52,54,56-57,63,66-67,83,87,89,112 23/23,26,32,39 25/30 26/12-14,16,20-22,24, 26,28,30,43,62,70,72-73,75-89,106-110,112-115,117-118,124-135,142-152, 155-156, 161-166,168-169,177-184,188 27/7,15-16,19-21,27-28,31,36-38,40-41,44-46,54-55,91-92 28/28 29/16-18,25-26,28-30,32,36 31/13,16-19 33/37 36/14,16-17,19,26-27 37/85-89,91-93,95-96,99-100,102,124-126 38/24,32-33, 35,41 39/71 40/27-28,50,83 43/24,26, 46,63-64 46/15,17 51/25,27,31 60/4 61/5-6,14 66/3 71/2-28 91/13  463 yerde

 

İNANMIŞ KİŞİLERİN SÖYLEDİKLERİ

2/25,58,83,104,133,136,154,156,169,201,235, 246,249-250, 259,285 3/7, 16,37,52,64, 81, 147,165,173 4/5,8-9,43,46,75,77,94,171 5/7,14,23,27,53, 83, 85,111-113 6/152 7/23, 35-37,43-44,47,50,75, 121,125, 129,149,161,164,205 9/59 10/85 11/72 12/10,74,79,80,91,97 16/27, 30,116 17/23,28,108 18/10,14,19, 21,23,37,53, 63,67,70, 72,75,78,95-96,98 19/18,20,23,26,29 20/40, 70,72 22/40 23/109,113 24/12,16,51 25/63,65, 74 26/47,50,61 27/22,39-40,42,44 28/9,11,12,20,23, 25-27,53,55,76,80 28/82 29/2,46 30/56 31/13 33/4,22,32,69-70 34/23 35/34 37/54,56,102 38/22-23 39/74 40/28,30,38,44 41/30,33 42/45 43/13,24 46/13,15,29-30 47/16,20-21 49/14 51/29 52/26 57/14 58/1-3 59/10 60/4 61/2-3,14 66/3,8,11 68/28 69/19 72/1,5 78/38 183 yerde

 

Bir de Kur’an’da elçilerin davranışları aktarılır. “Hani sen evinden çıkmıştın. Hani müminlerin hoşuna gitmiyordu. Hani eşine bir şey söylemiştin.” Gibi canlı örnekler sunulur. Bu ayetlerin sayısı da oldukça kabarıktır. Öyleyse gerçekten peygambere itaati önemseyen bir kişi için Peygamber’e ait çok sayıda söz ve davranış Kur’an’da mevcuttur. Ayrıca hadis kitapları da ilahi kitabı destekliyorsa onlar da bu anlayışı güçlendirir.

 

PEYGAMBER’İN DAVRANIŞLARI:

v  İmanı-2/285 3/152,179 4/136 7/158 9/86 24/62 48/9 49/15 57/7,19 58/4 60/1 61/11, İmanda ayrım yapılmaması-2/285 3/152,

v  Sorumluluk bilinci ve özdenetimi-3/179 8/1 24/52 57/28, Takva çağrısı-26/107,125,143, 162, 178, İtaatı-3/32,132 4/13,59,69 5/92 8/20,46 9/71 24/52,54 33/33 48/17 49/7,14 58/13 64/12,

v  Tebliği-5/67,92 7/62,68,79,93 16/35 24/54 29/18 33/39 64/12 72/23,28, Daveti- 8/24 57/8,  Allah’tan başkalarını kutsal bilip bağlanmamaya çağrısı-41/14, Allah’ın kullarının kendisine teslim etme çağrısı-44/17-18,

v  İlahi mücadelesi[cihâd]-9/86,88 61/11, Nasihatı-7/62,68,93, Düzeltmek için uğraşı-8/1, Aktivitesi-26/218 52/48 72/19 73/2,20 74/2, Geri kalmayışı-9/120, 

v  Namaz-niyazı-24/56 33/33 58/13, 

v  Zekatı-24/56 33/33 58/13, Sosyal yardım harcaması yapması-57/7, Zenginleştirmesi-9/74, Vermesi-9/59 59/7,

v  Açıklaması-5/15,19 14/4, Okuyup anlatışı-2/129,151 7/35 39/71 65/11 98/2, Vahiy konuşması-53/3-4,

v  Dostluğu-5/56, Sırdaş edinmesi-9/16, Sevgisi-9/24 42/23, Birlikteliği-9/88 25/27, Müminlere karşı şefkatli ve merhametli oluşu-9/128, Müminlere karşı düşkünlüğü-9/128,

v  Başvurulması-4/59, Görüşü-9/94,105, Sakındırması-59/7, Haram kılması-9/29,  Haksızlık etmemesi-24/50, Kararı-24/48,51, Nihaî kararı-33/36, Bilgisi-57/25, Bağışlanma isteği-4/64 63/5, İnsanların içinde olması-3/101,

v  Dürüstlüğü-11/112 33/22 36/52 42/15, Onurlu olması-9/128, Şahit olması-2/143 22/78 73/15, Uyarıcı olması- 4/165 6/48 18/56, Onaylaması-2/101 3/81, Müjdelemesi-4/165 6/48 18/56, Sözü-33/22, Yüzünü din için çevirmesi-10/105 30/30,43,

v  Gerçeği getirmesi-4/170, Ayet getirmesi-3/49 13/38 40/78, Eseri-20/96, Aldanma vaat etmemesi-33/12,

 

Allah dileseydi Kitabını koruduğu gibi hadisleri de korurdu. Ayrıca hadis kitaplarının yazım tarihine baktığımızda Hz. Peygamber’den yaklaşık 200 yıl sonra, Emevi gibi zalim, ırkçı, totaliter, baskıcı bir devletin temelleri üzerinde yazılmıştır. O devlet ki yöneticileri fıçı fıçı içki içip sarhoş olmuşlar, yolsuzluklar yapmışlar, dansöz oynatmışlar, dini dejenere etmek için kendi lehlerine hadis uydurmuşlar, tüm Emevi camilerinde 80 yıl boyunca Hz. Ali ve yakın çevresine saatlerce lanet okumuşlardır. Peygamber’in en yakın arkadaşlarına zulm etmişlerdir. Onların bıraktığı mirastan farklı sonuç beklemek çok fazla safdillik olurdu.

Kur’an’da bilindiği gibi Besmelelerle birlikte 6346 ayet bulunmaktadır. Hadis kitapları geçmişteki çeşitli din bilginleri tarafından sınıflandırılmıştır:

Kimine göre güvenilir(sahih) hadis kitapları, KÜTÜBÜ SİTTE (ALTI HADİS KİTABI)’dır. Toplam 35.197 hadis içermektedir.

Kimine göre güvenilir(sahih) hadis kitapları, KÜTÜBÜ SEB’A (YEDİ HADİS KİTABI)’dır. Toplam 37.023 hadis içermektedir.

Kimine göre güvenilir(sahih) hadis kitapları, KÜTÜBÜ TİS’A (DOKUZ HADİS KİTABI)’dır. Toplam 80.529 hadis içermektedir.

 

HADİS ALİMLERİNİN BİRBİRLERİNE İTİRAZLARI

 Sadece Buhari ve Müslim’in ortak hadis sayısı 1986’dir. Bu şu demektir: 1986 hadisin dışında kalan hadisleri her bir hadis kitabı düzenleyicisi olan din alimi, sahih olarak görmemektedir. Görmediği, kendi kriterlerine uygun olmadığı için kitabına almamıştır. (Bkz. Müttefekun Aleyh_ Abdullah Feyzi Kocaer)  http://www.darulkitap.com/kitaplar/hadis/muttefikunaleyh.rar  

Kütübü Sitte ve Müsned’in ortak hadis sayısı 295’dir. Bu şu demektir: 295 hadisin dışında kalan hadisleri her bir hadis kitabı düzenleyicisi olan din alimi, sahih olarak görmemektedir. Görmediği, kendi kriterlerine uygun olmadığı için kitabına almamıştır. (Bkz. Yedi Hadis İmamının İttifak Ettiği Hadisler: Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai, Ebu Davud, İbn Mace, Ahmed B. Hanbel) http://www.darulkitap.com/kitaplar/hadis/7imam.rar

Kütübü Sitte ve diğer hadis kitaplarındaki ortak sayısı 499’dür. Bu şu demektir: 499 hadisin dışında kalan hadisleri her bir hadis kitabı düzenleyicisi olan din alimi, sahih olarak görmemektedir. Görmediği, kendi kriterlerine uygun olmadığı için kitabına almamıştır. (Bkz. Camiu’l-Ehadis: Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai, Ebu Davud, İbn Mace, Ahmed B. Hanbel, Malik B. Enes, Darimi)  http://www.darulkitap.com/kitaplar/hadis/camiulehadis.rar  

 Evet, bir hadis bilginin sahih kabul ettiği hadisi diğer hadis bilginleri (çoğu hadis bilgini) sahih olarak görmemektedir. Sahih kabul etme elbette sened (rivayet eden kişiler) itibariyledir. Sened itibariyle de olsa sahih görülmemektedir. Hadis bilginlerinin sahihliğinde ittifak ettikleri, Kur’an denetimine tabi tutma dışında hadislerin sağlamasını yapma yöntemi bilinmemektedir. Hadis kültürü dünyasında, 1 veya 2 milyona yakın hadis bulunmaktadır. Oysa Kütüb-ü Sitte (Altı Hadis Kitabı) ‘de tekrarsız olarak yaklaşık 10 bin hadis bulunmaktadır. Kütüb-ü Tis’a (Dokuz Hadis Kitabı-Müsned, Muvatta ve Darimi dahil) ‘da tekrarsız hadis sayısı 50 bini geçmez.

 

Dönelim geleneksel mirasa. Alimler 200 yıl sonra yazılan kitapların, özellikle rivayetlerin(hadislerin) kritiğini (eleştirisini) yapmışlardır. Hatta Dört Halife Döneminde zaman zaman dile getirilen çok kısmi hadis örnekleri Hz. Ömer ve Hz. Aişe validemizin tenkidine uğramıştır. Hz. Aişe’nin itiraz ettiği hadisler adı altında eserler hadis alanında uğraş verenlerce meşhurdur. Zaten birinin kendi hadis kitabına aldığı ama diğerinin almadığı hadisler, o hadis bilginine göre sahih kapsamında değerlendirilmemektedir.

 

BUHARİ VE MÜSLİM(SAHİHAYN)‘E YAPILAN TENKİTLER-(Prof.Dr.M.Yaşar KANDEMİR)

1- Dârekutnî‘nin(ö.385/995) Tenkidleri: Tarih boyunca muhtelif muhaddisler Buhari’nin ve Müslim ‘in Sahih ‘lerine tenkitler yöneltmişlerdir. Bilindiği kadarıyla bu eserleri senedleri bakımından tenkid edenlerin ilki Buhari ‘den 119 yıl sonra vefat eden Dârekutnî ‘dir(ö.385/995). El-İlzâmât `ale’s-Sahihayn adlı eserinde, Buhari ve Muslim ‘in şartlarına uyduğu halde Sahihayn ‘da yer almayan yetmiş hadisi toplamıştır… Dârekutnî ‘nin aynı konudaki diğer önemli bir eseri (el-İlzâmât ile birlikte yayımlanan) Kitâbu’t-Tetebbu` ‘dur. Sahihayn ‘da bulunup da illetli olduğunu ileri sürdüğü 218 hadis hakkındadır…

2-İbn Hazm‘in (ö.438/1046) Tenkidleri: İki hadisi tenkid etmiştir. Buhari ‘deki tenkid ettiği hadis, İsra ve Mi’rac hadisidir. Muslim ‘deki hadis ise, Mekke fethinde müslüman olan Ebu Sufyan ‘ın Resûlullah ‘tan istediği üç şeye dairdir.

3-Ebu Ali el-Gassanî‘nin (ö.498/1105) Tenkidleri: Et-Tenbîh ale’l-evhâmi’l-vakia Fi’s-Sahihayn min Kıbel’r-Ruvât ile diğer eseri, Takyîdu’l-Muhmel ve Temyîzu’l-Muşkil

4-Mahmud Ebû Reyye: Edvâ’`ale’s-Sunneti’l-Muhammediyye ev difâ` `ani’l-hadis= “Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması” adıyla Yöneliş Yayınlarınca Türkçeye çevrilmiştir. 200 ‘den fazla hadisi kuşkulu bulmuştur. s.338 Hâzimî-Şurûtu’l-Eimmeti’l-Hamse. Bu kitapta, Muhammed Zâhid el-Kevseri nin yazdığı dipnotta, 200 ‘den fazla hadisi kuşkulu bulmuştur.

5-el-Makdisî: Garâibu’s-Sahihayn-200 ‘den fazla hadisi kuşkulu bulmuştur.

6-es-Seyyid Sâlih Ebû Bekr‘in Görüşleri: El-Advâu’l-Kur’âniyye fi’ktisâhi’l-ehâdisi’l-isrâîliyye ve tathîri’l-Buharî minhâ: İsrailiyyat izleri taşıyan hadisler, Kur’an ‘da olmayan hükümleri koyan hadisler, Peygamber ‘i aşırı yücelten hadisler buna örnek vermiştir. Sahih-i Buhari İsrailiyyatla dolu olduğunu diğerlerinin de benzer özellikler taşıdığını söylemiştir… Kur’an ‘da her şey olduğunu, Kur’an ‘a ters düşen sözlerin uydurma olduğunu dile getirmiştir… İki cilt kitabının ikinci cildinde, 120 hadisin İsrailî uydurma olduğunu söylemiştir…

7-Muhammed Sâdık Necmî‘nin Görüşleri: Teemmulât fi’-Sâhihayn.  Şii yazar 50 hadisi tenkid etmektedir.

8-Muhammed Gazâlî’nin Görüşleri: Es-Sunnetu’l Nebeviyye beyne ehli’l fıkh ve ehli’l hadîs= Fakihlere ve Muhaddislere Göre Nebevi Sünnet adıyla Türkçeye de tercüme edilmiştir. Trc. Ali Özek İstanbul-1982 20 ‘den fazla hadisi tenkid etmiştir. Bu konuda bir açık oturum düzenlenmiş, “Sünnet Üzerine Bir Kitap ve Bir Açık Oturum” adıyla İslami Araştırmalar dergisinde neşredilmiştir. V/2 s.100-118 Nisan 1991

9-Mehmed Said Hatiboğlu’nun Görüşleri: Hz.Peygamber’in Vefatından Emevilerin Sonuna Kadar Siyasi İctimai Hadiselerle Hadis Münasebetleri(Doçentlik tezi)-Gayb haberlerini Peygamber ‘in bilemeyeceğini, bu haberlerin uydurma olduğunu bildirmiştir. Uydurmaya örnek olarak Buhari ve Muslim ‘den bir hayli hadis rivayet etmiştir. (SÜNNETİN DİNDEKİ YERİ s.367-410 İSLAMİ İLİMLER ARAŞTIRMA VAKFI TARAFINDAN HAZIRLANMIŞTIR. ENSAR NEŞRİYAT İSTANBUL-1998 Prof.Dr.M.Yaşar KANDEMİR).

 

HADİSLERİN VE ALLAH RESULÜNÜN KONUMU

Görece olarak bazı hadis kitapları diğerlerine göre daha sahihtir. Örneğin Buhari ve Müslim bunlar arasında en güvenilir olan hadis kitaplarıdır. Evet, bu kitaplarda çok sayıda ahlaki ve ilahi değerler vardır. Bunlar da Kur’an’daki pek çok ayeti destekler mahiyettedir. Şimdilik bu hadis kitaplarından örnekler vermek yerine genel bilgi vermeyi uygun buluyorum. Ancak aynı kitaplarda insanı, özellikle kadınları aşağılayıcı ve Kur’an’a aykırı azımsanmayacak ölçüde sözler de bulunmaktadır. İçinde tutarsızlık (çelişki) bulunan bir kitap arşivde tarihe ışık tutsa da, içindeki hikmetli sözler alınsa da kaynak olma özelliğini yitirmiş demektir. Örneğin oradan yeni bir dini hüküm çıkarılamaz. Ancak var olan ilahi kitaptaki hükümlere o dönemin toplumundan örnekler getirebilir. O yüzden dinin kaynağı yalnızca Allah’ın kitabı Kur’an’dır. Hz. Peygamber hayatta iken de Kur’an tek kaynak idi. Allah Resulü, yalnızca o kitabı tebliğ ediyordu. Müslümanların Kur’an’ı yanlış anlama veya doğru anlayamama durumunda Elçi onu Kur’an’dan açıklıyor veya o döneme özgü örneklerle ayete açıklık getiriyordu. Bunu herkese değil yalnızca anlamayan veya yanlış anlayanlara yapıyordu. Çünkü ilahi kitap ona inananlarca anlaşılabilir bir kitaptı. Onun yanlış anlaşılması ancak bizlerin eksikliklerinden veya hatalı tutumlarından kaynaklanmakta idi. Nitekim 2Bakara, 67-71 arasını incelersek İsrail oğullarının ilahi kitabı ne zaman anlamadıklarına ve Allah Resulü Musa’nın ne zaman devreye girdiğine tanık oluruz.

Allah Resulü tebliğ ettiğine uygun davranıyor ve bununla müminlere örnek oluyordu. Bizler Allah’ın kitabı deyince genellikle, “Allah şunu, şunu dedi, şunu şunu yapın veya bunu bunu yapmayın” diye anlıyoruz. Bu bilgi doğru değildir. Allah’ın kitabı yalnızca bunları içermez. Aynı zamanda Resul bunları insanlara götürdüğünde karşılaştığı tepkileri ve bunların Resul’deki yansımalarını da içerir. Yani Kur’an canlı bir organizma gibidir. Orada Allah Resulünün içine girdiği her olay aktarılmıştır. Öyleyse orada Resulün hayatı da aktarılmıştır, belki beşeri (biyolojik gereksinimleri olan insan) özelliklerine fazla vurgu yapılmamıştır. Ancak Kur’an’da Allah’ın dediklerinin yanı sıra, Resullerin dedikleri, Müşriklerin dedikleri, Münafıkların dedikleri, şeytanların dedikleri de aktarılmıştır. Orada adeta herkesin insanlığın işine yarayacak sözleri aktarılmıştır.

Günümüzde pek çok insan ne yazık ki Allah’ın kitabı Kur’an’ı rafa kaldırmışlar (Bkz. 25Furkan, 30), onun yerine farklı grupların kendilerine özgü kitaplarını neredeyse onun yerine geçirmişlerdir. Artık Kur’an hayat kitabı değil, memat(ölüm) kitabına dönüşmüştür.

Buhari, kitabının önsözündeki verdiği bilgiye göre 600 bin hadis toplamış, bunlardan yalnızca tekrarlarla birlikte 9082, net 2761 hadisi kitabına almıştır. Gerisini çöpe atmıştır. Ancak ne yazık ki 2761 hadis arasında bile doğru hadislerin yanı sıra akıl almaz biçimde İslam’a aykırı hadisler vardır.

Görüldüğü gibi yalnızca Altı Hadis Kitabı yaklaşık 38 cilt ve tekrarlarla birlikte 35 bin küsur hadisi bulmaktadır.

 

GENEL OLARAK HADİSLERİ SINIFLANDIRMA

Hadis usulü alimleri hadisleri çeşitli biçimde sınıflandırmışlardır.  Bunların en genel sınıflandırmada hadisler ikiye ayrılmıştır: 1. Ahad hadisler 2. Mütevatir hadisler

Ahad hadisler, birkaç farklı kanaldan gelen sahih hadisler için kullanılmıştır. Sahih hadis veya ahad hadis bu bakımdan zan ifade etmektedir. Zannın doğruluk değeri en fazla % 60-70 doğru demektir. Sahih hadis % 60-70 doğru hadis demektir. Mütevatir hadis ise baskın görüşe göre kitlesel 70 ve daha fazla kanaldan gelmiş hadis ve haberler için kullanılmaktadır. Mütevatir hadis ise %90-99 doğru anlamına gelmektedir. Kur’an mütevatir yolla gelmiş değildir. Kur’an, bizzat Allah Resulü hayatta iken onlarca vahiy katibi tarafından yazılmış, Hz. Peygamber’in vefatıyla bu nüshalar resmi tek nüsha haline getirilmiştir. Yazılı belgenin aktarımına mütevatir denmez. Örneğin, Mehmet Akif Ersoy’un “Safahat” adlı kitabı bize mütevatir yolla ulaşmadı. Mütevatir haberde duyum yoluyla, çok büyük bir kitle nakletmiş olsa da kulaktan kulağa rivayet söz konusudur. Mütevatirin yüzde yüz kesinlik ifade etmeyeceği hakkında çok sayıda örnek verilebilir. Her dindeki dini bilgiler yazılı metin halinde gelmediyse binlerce kişi o inancı aktardıysa o rivayet bir mütevatirdir. Bir Hıristiyan da pekala domuz etinin helal olmasıyla ilgili rivayetleri mütevatir bulabilir. Ancak bu bir kesinlik ifade etmez. Ellerindeki İncil’de de domuz etinin helal oluşuyla ilgili bir kayda rastlanmaz.

Din alimleri ahad hadislerin dini uygulamalarda kanıt (delil) olabileceğini, ancak inanç (akaid/itikad) konusunda delil olamayacağı konusunda neredeyse görüş birliğine varmışlardır.  Onlara göre mütevatir hadisler inançta, ahad hadisler amelde delil niteliği taşıyabilir. Bir şeyin haram olduğuna inanmak, gayptan haber vermek, Allah’ın nitelikleri gibi konular inançla ilgilidir. Onlara göre de bu konuda bir hadisin delil değeri taşıması için ya Kur’an’dan delil getirilmelidir veya eğer hadis ise en azından mütevatir olmalıdır.

Sahih hadisin % 60-70 doğru, mütevatir hadisin %90-99 doğru olması ne anlama gelmektedir? Hadislerin sıhhati (sahihliği, doğruluğu), hadisin vermek istediği mesajla ilgili değil rivayet (aktarım) edenlerin güvenilirliği ile ilgilidir.  Diğer bir ifadeyle, sahih hadis demek, farklı kanallardan gelen rivayet sayısının güvenirliği, % 60-70 demektir. Mütevatir hadis ise farklı kanallardan gelen rivayet sayısının güvenirliği % 90-99 anlamına gelmektedir. Basit bir örnek vermek gerekir, dedeniz hakkındaki bir haberi dedeniz öldükten sonra güvenilir 3-5 kişi söylüyorsa bu haber sahihtir, en az 70 kişi söylüyorsa mütevatirdir. Ama dedenizin ne söylediklerinin kritiği yapılmamıştır. Örneğin, dedeniz şöyle şöyle fikirlere sahip bir adam idi. Acaba dedeniz böyle şeyler söyler veya böyle işler yapar mıydı? İşte bunun kritiği (incelenmesi) yapılmadan sahih veya mütevatir olmasına karar verilmiştir. Hadis alimlerine göre, bir hadisin sahih olması, o hadisin metninin % 60-70 doğru, mütevatir olması da o hadisin metninin %90-99 doğru olduğu anlamına gelmemektedir. Konu rivayetlerin en kadar çok kişi tarafından tekrarlanmasıyla ilgilidir.

 

ZAN İFADE ETSE DE HADİSLERLE İLGİLİ TUTUM

İlahi buyrukları destekleyici ve onları vahyin amacı doğrultusunda açıklayıcı tüm hadisler, her Müslüman için birer değerdir, onları hayatında kullanır, yaşamına renk katar. Atasözlerini ve özdeyişleri kullanan her Müslüman bu yöndeki hadislerden pekala yararlanır. Gerekçe nedir? Müslüman şu gerçeğe inanmaktadır. Nerede bir hak ve hakka uygun bir söz varsa o mutlaka, Allah kaynaklıdır. Bakınız Kur’an: 18Kehf/29: “Hak, Rabbin kaynaklıdır…” 2Bakara/147: “Hak, Rabbindendir…” Birileri doğru, güzel ve iyi şeyler yapmıştır, Allah da ona bu güzel şeyi öğretmiştir. Kimden gelirse gelsin bu gerçek değişmez. Hadisler bu konuda daha fazla hak sahibi olduğu gibi, içerisine uydurmalar karışması hasebiyle daha fazla da vahiy denetimine (Kur’an’a arz etmeye) tabi tutulmalıdır. Çünkü orada bir Çin atasözünden daha bağlayıcı olduğuna inanılan bilgiler vardır. Bu bilgiler vahye ilişkin gerçekleri işlemektedir. Öyleyse onların gerçekten vahyi destekleyici veya vahyi amacı doğrultusunda açıklayıcı olmalıdır. Vahiy dışındaki alan, mayınlı alandır. Başka bir otoritenin (Kur’an’ın) denetimine tabi olan bir kaynak ana kaynak olamaz. Ancak yan kaynak olabilir.

Hadis külliyatında ilahi buyrukları destekleyici ve onları vahyin amacı doğrultusunda açıklayıcı çok sayıda hadis örneği vardır. Örnekler:

664-İbnu Abbâs şu âyet hakkında: “Onların çoğu, ortak koşmadan Allah’a inanmazlar” (Yusuf, 106) şu açıklamayı yapmıştır: “Yâni, “Onlara kendilerini kim yarattı, semâvat ve arzı kim yarattı diye sorarsınız, “Allah” diye cevap verirler, işte bu onların imanıdır. İbâdet etmeye gelince Allah’tan başkasına taparlar, bu da onların ortak koşmaları, şirkleridir.” [Rezin’in ilavesidir. (Taberi 13, 51).]

2010-”Resûlullah Hz. Muâz’ı Yemen’e gönderdi. (Giderken) ona dedi ki:”Sen Ehl-i Kitap bir kavme gidiyorsun. Onları davet edeceğin ilk şey Allah’a ibâdet olsun. Allah’ı tanıdılar mı, kendilerine Allah’ın zekâtı farz kılmış olduğunu, zenginlerinden alınıp fakirlerine dağıtılacağını onlara haber ver. Onlar buna da itaat ederlerse kendilerinden zekâtı al. Zekât alırken halkın (nazarlarında) kıymetli olan mallarından sakın. Mazlumun bedduasını almaktan kork. Zîra Allah’la bu beddua arasında perde mevcut değildir.” [Buhârî, Zekât 1, 41, Sadaka 1, 63, Mezâlim 9, Megâzî 60, Tevhid 1; Müslim, Îmân 31, (19); Tirmizî, Zekât 6, (625); Ebû Dâvud, Zekât 4, (1584); Nesâî, Zekât 46, (5, 55).]

5160-Mesruk anlatıyor: “Hz. Aişe’ye dedim ki: “Ey anneciğim! Muhammed Rabbini gördü mü?” Bu soru üzerine:” Söylediğin sözden tüylerim ürperdi. Senin üç hatalı sözden haberin yok mu? Kim onları sana söylerse yalan söylemiş olur. Şöyle ki: Kim sana: “Muhammed Rabbini gördü” derse yalan söylemiş olur.(Hz. Aişe bu noktada, sözüne delil olarak) şu ayeti okudu. “Onu gözler idrak edemez, O ise gözleri idrak eder” (En’am 103). Devamla dedi ki: “Kim sana derse ki Muhammed yarın olacak şeyi bilir, yalan söylemiştir. Zira ayet-i kerimede: “Hiçbir nefis yarın ne kesbedeceğini bilemez”(Lokman 34) buyrulmuştur. Kim sana Muhammed’in vahiyden bir şey gizlediğini söylerse o da yalan söylemiştir. Çünkü ayet-i kerimede: “Ey Peygamber! Sana Rabbinden her indirileni tebliğ et. Şayet bunu yapmazsan Allah’ın risaletini tebliğ etmiş olmazsın” (Maide 67) buyrulmuştur. Lakin Resulullah Cibril’i (suret-i asliyesinde) iki sefer görmüştür.” [Buhârî, Tefsir, Maide 7, (Bed’ül-Halk 6, Tefsir, Necm 1, Tevhid 4; Müslim İman, 287, (177); Tirmizî, Tefsir, En’am (3070).]

Size, sarıldığınız sürece asla sapıtmayacağınız bir şey bırakıyorum: Allah’ın Kitabı…” Müslim Kitap-15 Bab-19 Hadis 1218 İbn Mace Kitap-25 Bab-84 Hadis-3074

5799-”Resûlullah vasiyette bulundu mu?” diye sordum.”Hayır” dedi. Ben tekrar:”Öyleyse, kendi vasiyette bulunmaksızın halka nasıl vasiyeti farz kılar veya emreder?” dedim.”Allah’ın Kitab’ını vasiyet etti!” diye cevap verdi.” [Buharî, Vesaya 1, Megazî 83, Fezailu’l-Kur’an 18; Müslim, Vasiyet 16, (1634); Tirmizî, Vesaya 4, (2120); Nesâî, 2 (6, 240).]

5406-İbnu Abbas anlatıyor: “Resûlullah muhtazar (ölmeye yakın) iken evde bir kısım erkekler vardı. Bunlardan biri de Ömer İbnu’l-Hattab idi. Resûlullah : “Gelin, size bir şey (vasiyet) yazayım da bundan sonra dalalete düşmeyin!” buyurdular. Hz. Ömer:”Resûlullah’a ızdırap galebe çalmış olmalı. Yanınızda Kur’an var, Allah’ın kitabı sizlere yeterlidir” dedi. Oradakiler aralarında ihtilafa düştü. Kimisi: “Yaklaşın, Resûlullah size vasiyet yazsın!” diyor, kimi de Hz. Ömer’in sözünü tekrar ediyordu. Gürültü ve ihtilaf artınca, :”Yanımdan kalkın, yanımda münakaşa caiz değildir!” buyurdu. Bunun üzerine İbnu Abbas : “En büyük musibet, Resûlullah’la onun vasiyeti arasına girip engel olmaktır!” diyerek çıktı.” [Buharî, Megazî 83 Salat 80 Fezail 3, İlm 39, Cihad 176, Cizye 6, İtisam 26; Müslim, Vasiyye 22, (1637).]

424-Hz. Ali anlatıyor: “Resûlullah buyurdular ki: “Kim Kur’ân’ı okur, beller, helâl kıldığı şeyi helâl kabul eder, haram kıldığı şeyi de haram kabûl ederse Allah, o kimseyi cennete koyar.” Tirmizi, Sevâbu’l-Kur’ân 13, 2907 H.

643-Adiyy İbnu Hâtim anlatıyor: “Boynumda altundan yapılmış bir haç olduğu halde Resûlullah’a geldim. Bana: “Ey Adiy boynundan şu putu çıkar, at!” dedi ve arkadan şu ayeti okuduğunu hissettim:”Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek ilahtan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ilah yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir.” (Tevbe, 31). Resûlullah devamla: “Aslında onlar, bunlara (ruhbanlarına) tapınmadılar, ancak bunlar (Allah’ın haram ettiği bir şeyi) kendileri için helâl kılınca hemen helâl addediverdiler, (Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi de) kendilerine haram edince hemen haram addediverdiler.” Tirmizi, Tefsir, Berâe, (3094).

Adiyy İbnu Hâtim anlatıyor: “Boynumda altından yapılmış bir haç olduğu halde Resûlullah(a.s.)’a geldim. Bana: “Ey Adiy boynundan şu putu çıkar, at!” dedi ve arkadan şu ayeti okuduğunu hissettim: “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini (yani din adamlarını) ve Meryem oğlu Mesihi rab edindiler. Oysa tek olan Allah’ tan başkasına ibadet etmemekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka ibadete layık ilah yoktur. Allah koştukları eşlerden münezzehtir.” (9Tevbe, 31)

Adiyy İbnu Hâtim bu ayeti kerimeyi duyunca Rasulullah’a: “Onlara ibadet etmiyorlar ki!” dedi. Bunun üzerine Rasulullah: “Onlar Allah’ın helal kıldığı bir şeyi haram, haram kıldığı bir şeyi helal kıldıkları zaman onlara itaat etmiyorlar mı?” diye sorunca; Adiyy İbn Hatem: “Evet” dedi. Rasulullah: “İşte böylece onlara ibadet ediyorlar” buyurdu. (Tirmizi, Tefsir, Berâe, (3094-3095)

 

 

YA HADİSLER KESİN DOĞRUYSA…

Hadislerin % 100 Allah Resulü tarafından söylenmiş olduğunu bilseydik durum/sonuç ne olurdu? Bu konuda Allah Resulü’nün sahabesinin (arkadaşlarının) tutumuna bakmakta yarar vardır. Allah Resulünün yanında yetişmiş olan Peygamber dostları, onun her dediğine kayıtsız şartsız teslim olmuyorlardı. Hz. Peygamber’in kararlarına arkadaşlarının itiraz ettiklerinin örneklerinin yanı sıra Peygamber’in hatalı kararları ve tutumlarına dair çok sayıda örnek vardır. Buna dair örnekleri aşağıda bulacaksınız.

 

HZ. PEYGAMBER’İN KARARLARINA ARKADAŞLARININ İTİRAZ ETTİKLERİNİN ÖRNEKLERİNİN YANI SIRA PEYGAMBER’İN HATALI KARARLARI VE TUTUMLARINA DAİR ÖRNEKLER:

5949-“Resûlullah Medine’ye geldiğinde, Medineliler hurma aşılıyorlardı: “Ne yapıyorsunuz?” diye onlara sordu. Medineliler: “Bu, eskiden beri yapmakta olduğumuz bir şey!” deyip (açıkladılar). Resûlullah da: “Eğer bunu yapmasanız belki de sizin için daha iyi olur!” buyurdular. Bunun üzerine Medineliler o işi bıraktılar. Hurma ağaçları meyve tutmadı. Durum Resûlullah’a haber verilince şöyle buyurdular: “Bilin ki, ben bir beşerim. Size dininizle ilgili bir emirde bulunursam onu derhal alın. Eğer kendi görüşüme (reyime) dayanan bir şey emredersem, bilin ki ben bir insanım!” [Müslim, Fezail 140, (2362).]

4897-”Resûlullah, odasının kapısında bir münakaşa işitmişti. Yanlarına çıkıp: “Ben bir beşerim. Bana ihtilaflılar gelir. Bunlardan biri, diğerine nazaran daha ikna edici olur. Ben de onun doğru söylediğini zanneder, lehine hükmederim. Ancak kime bir Müslümanın hakkını vermiş isem, bunun ateşten bir parça olduğunu bilsin. O ateşi ister yüklensin, ister terk etsin (kendisi bilir)” buyurdular.”  (Ayrıca 6670 No’lu hadis)

5361-”Resûlullah buyurdular ki: “Allahım! Ben senden cayamayacağın bir söz talep ediyorum. (Biliyorsun) ben bir beşerim. Hangi mü’mine eziyet verir, kırıcı söz sarf eder, lânette bulunur, vurursam (canını yakarsam) bu haksızlığı onun lehine, Kıyamet günü bir rahmet, (sevabında) bir artış, sana bir yaklaşma vesilesi kıl.” [Buhari, Da’avat 34; Müslim, Birr 90, (2601).]

5362-”Resûlullah’ın yanına iki kişi girdi. Resûlullah’a bir şeyler söylediler. Fakat ne söylediklerini bilmiyorum. Söyledikleriyle Resûlullah’ı kızdırmışlardı. Onlara kötü söz söyledi(lânet etti), kırıcı konuştu (sebb etti). Adamlar çıkınca: “Vallahi! Ey Allah’ın Resûlü! Bunların kazandığı hayrı kim kazanabilir?” dedim. “Bu da ne?” buyurdular. “Onlara kötü söz söyledin, kırıcı konuştun” dedim. “Benim Rabbime ne şart koştuğumu bilmiyor musun? Dedim ki: “Allahım, ben bir beşerim. (Beşerin razı olduğu gibi razı olur, beşerin kızdığı gibi kızarım.) Öyleyse mü’minlerden hangisine (hak etmediği halde) kötü söz söylersem, kırıcı konuşursam” bunu onun hakkında (günahlarından temizlik vesilesi), (sevabında) bir artış ve ücret kıl!” buyurdular.” [Müslim, Birr 88, (2600).]

 

14. (525)- Resûlullah Safvân İbnu Umeyye, Süheyl İbnu Amr ve el-Hâris İbnu Hişâm’a beddua ediyordu. Bunun üzerine şu âyet indi: “Allah’ın, onların tevbelerini kabul veya onlara azâb etmesi işiyle senin bir ilişiğin yoktur; çünkü onlar zalimlerdir” (Âl-i İmran: 3/128).

AÇIKLAMA:…  Saffân İbnu Ümeyye: Fetih günü kaçtı ise de sonradan Resûlullah’a katılarak, henüz Müslüman olmadığı halde Huneyn ve Taif seferlerinde Müslümanların yanında yer aldı. Müellefe-i kulûbtandır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın cömertçe ikramları sonunda Müslüman oldu. Yermuk seferine Müslüman olarak katıldı.

5756 AÇIKLAMANIN DEVAMI_Bedir Savaşı’na karar verildikten sonra Hz. Peygamber ordunun savaş vaziyeti alacağı yeri tayin ederek yerleşme emrini vermişti ki, Hubab huzura çıkarak harp mevziini seçme işini vahyin irşadı ile değil de kendi re’yi ile yaptı ise buranın uygun olmadığını Hz. Peygamber’e söyledi. Hz. Peygamber de: “Hayır, vahiy değil, kendi reyimle  seçmiştim” der. Hubab’ın fikrine uygun olarak yeniden yerleşim yapılır (İbnu Sa’d II/15; Hâkim, a.g.e., III/427; Vâkıdî, Meğâzî Oxford, 1966, I/53) Aynı Hubab’ın gerek Hayber (Vâkıdî, a.g.e. II/645), gerek Tâif (Vâkıdî, a.g.e. II/325-326) seferleri sırasında, gerekse Benû Nadr ve Benû Kureyza gazvelerinde (Suyûtî, Hasâisu’l-Kübrâ, III/257-258) (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/138.)

5756 AÇIKLAMANIN DEVAMI_Fetih günü Mekke’nin haramlığını (yasaklığını) ilân eden Hz. Peygamber’in bu meyanda “otlarını yolmanın da harama (yasağa) dahil olduğunu” söylemesi üzerine amcası Abbas tarafından izhir denen ve günlük hayatta muhtaç olunan bir otun bu yasaktan hâriç tutulması için yapılan talebin kabul edilmesi (Buhârî, Cenâiz 76; Müslim, Hacc 445-448) şarap yapılan (Buhârî, Eşribe 8), eşek eti pişirilen kapların kırılması için verdiği emre “kırılmayıp yıkandıktan sonra kullanılması” (Buhârî, Meğâzî 38) için yapılan teklifin kabul edilmesi gibi örnekler Hz. Peygamber’in çok farklı konularda muhataplarını dinleyip görüşlerini değerlendirdiğini gösterir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/138.)

628 AÇIKLAMASI-Bedir Savaşı zaferle kapanıp, aralarında Resûlullah’ın iki amcası Abbâs ve Akîl’in de bulunduğu 70  kadar esirle Medine’ye dönülünce bu esirlere nasıl bir muamele yapılacağı gündeme geldi. Harp esirleri üzerine henüz vahiy gelmemiş olduğu için Hz. Peygamber meseleyi istişare  yoluyla çözmeye karar verdi. Ashâb’ın ileri gelenlerinin fikirlerini aldı:

Hz. Ebu Bekir: “Bunlar senin kavmine mensup kimselerdir, bazısı da ailendendir.. Fidye mukabili serbest bırak, fidye ile maddî yönden güç de kazanırız…” manasında tavsiyede bulundu.

Hz. Ömer: “Bunlar seni yalanladılar, yurdundan çıkardılar, getir hepsinin boyunlarını vur, bunlar küfrün  önderleridir. (Onlardan gelecek paraya muhtaç değiliz) Allah bizi zengin kılar. Amcan Akil’i Ali’ye, Abbâs’ı Hamza’ya, falancayı da bana teslim et, boyunlarını uçuralım…” meâlinde konuştu. Sa’d İbnu Muâz da aynı kanaati izhâr etti…

Bu sırada Hz. Peygamber’in yanına giren Hz. Ömer, Resûlullah’ın ve Hz. Ebu Bekir’in ağlamakta olduklarını  görür. – Ey Allah’ın Resûlü niye ağlıyorsun? sebebini söyle, gerekiyorsa ben de ağlıyayım! der. Hz. Peygamber:

Arkadaşlarınızın fidye alması sebebiyle ağlıyorum. Onların azabı bana şu ağaçtan daha yakın kılındı. (Orada yakın bir ağaç vardı). Şâyet, gökten azâb inmiş olsaydı Ömer’le Sa’d İbnu Mu’âz’dan başka kimse kurtulamazdı” der. Ancak, gelen şu müteakip vahy mü’minlere ganimeti helâl kılar. (Meâlen): “Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş olarak yiyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah çok mağfiret edici, çok esirgeyicidir” (Enfal: 8/69) (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/502-505.)

4255 AÇIKLAMA-Uhud Savaşı öncesinde, Hz. Peygamber bir rüya görmüştü: “Sanki sağlam bir zırh içerisindeydi, kılıncı Zülfikâr’ın demiri çatlamıştı. Bir öküz kesilmişti arkadan da bir koç kesilmişti.” Rüyayı ashabına anlattı. Ve şöyle tevil etti: “Sağlam zırh Medine’dir. Kılıcımın çatlaması, nefsime gelecek bir musibet, [Âl-i Beytimden birinin ölmesidir.] Kesilmiş sığır, ashabımdan öldürülmedir. Koçun ilavesine gelince, koç bir gruptur, inşallah Allah öldürecektir.”

Bu rüya’ya göre, Resulullah Medine’den çıkmama görüşünde idi. Görüşüne muvafakat almak istiyordu. Bu maksatla istişare etti. Abdullah İbnu Übey İbni Selül de çıkmamak gerektiğini söyledi. [O şöyle diyordu: “Ey Allahın Resûlü! Medine’de kal, onlara çıkma. Allah’a kasem olsun, Medine’den düşmana karşı her çıkışta musibetle karşılaştık. Bize girince de onlar musibetle karşılaştılar. Eğer girerlerse, erkekler karşılarında çarpışır, kadın ve çocuklar tepelerinden taş atarlar…”]

4255…Medine’den çıkmamak, Muhacir ve Ensâr’dan büyüklerin müşterek görüşü idi. Aleyhissalâtu vesselâm: “Şehrin içinde kalın. Kadın ve çocukları şatovari surlu evlere yerleştirin, (biz de düzensiz olarak şehre girecek muhariplerle savaşırız)” diyordu. Bedr’e katılmamış olan gençler, Resulullah’tan düşmana karşı çıkmayı talep ettiler, şehit olmak arzularını beyan ettiler. [“Bizi düşmanın karşısına çıkarın, bizi kendilerinden korkmuş, zayıflar olarak görmesinler dediler.”] İstişarede bu görüş galip geldi.

Resulullah halka cuma namazı kıldırdı. Sonra onlara vazetti, gayret ve cihad emretti. Sabrettikleri takdirde zafer elde edileceğini müjdeledi. Düşmana karşı çıkma hazırlığı yapılmasını emretti. İkindi namazını da  kıldırdıktan sonra  şahsen hazırlanmak üzere evine girdi. Bu esnada Medine ve Âvali ahalisi de hazırlanmış, toplanmış idi. Resulullah’ın çıkmasını bekliyorlardı. Sa’d İbnu Muâz ile Üseyd İbnu Hudayr, halka: “Siz Resulullah’ı dışarı çıkmaya zorladınız. Halbuki, O’na emir gökten gelir, kararı ona bırakın!”  dediler…

4255 AÇIKLAMA-…Resulullah da çıktı. Üst üste iki zırh giymiş, beline kayıştan mamul kılıç hamalini bağlamış, kılıcını takmış, başına miğferini geçirmiş, kalkanını da sırtına  atmış idi. Bekleyen halk (Sa’d İbnu Muaz ve Üsyed’in konuşmaları üzerine dışarı çıkmadaki ısrarlarına) toptan pişman olmuşlardı:

Sana muhalefet bizim neyimize! Siz nasıl muvafık görüyorsanız öyle yapın!” dediler. Ancak, Aleyhissalâtu vesselâm:

Bir peygamber zırhını bir kere giydi mi düşmanlarıyla onun arasında Allah hükmedinceye kadar, onu atmak ona yakışmaz! Verdiğim emre dikkat edin, onu Allah’ın adına yapın; sabrettiğiniz takdirde zafer sizindir” der… (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/128-133)

4262 AÇIKLAMA-…Muhasara, başarısız on küsür gün devam eder. Hz. Peygamber ittifak arasına nifak (ikilik) sokma yollarını arar. Gatafanlılarla gizlice sulh yapmayı, onlara maddî bir şeyler ödeyerek çekilmelerini sağlamayı düşünür. Hatta Medine  hurmalarının üçte birini verme şartıyla antlaşma temin edilir. Ancak Ensar: “Bu bir emirse dilediğinizi emredin, teklifse razı değiliz” derler. Resulullah: “İlahi emir olsaydı, istişare etmezdim, bu bir fikirdir, teklif ediyorum” der. Ensar: “Öyleyse kılıçtan başka bir şey vermeyiz” derler. İbnu Hişam, Sa’d İbnu Muaz’ın şöyle  dediğini kaydeder: “Ey Allah’ın Resulü! Biz Allah’ı tanımaz putlara taparken, onlar hurmalarımızdan ikramımız olarak veya parayla satın alarak yerlerdi. Şimdi İslam’la müşerref olduk, hidayete erdik. Sizinle ve İslam’la izzete  erdik. Bu halde mi malımızı şerefsizce vereceğiz. Hayır! Allah’a yemin olsun böyle gelecek bir sulha ihtiyacımız yok! Antlaşma yırtılır, bu iş böylece kalır.

651- İbnu Ömer anlatıyor: Abdullah İbnu Übey İbni Selül öldüğü zaman oğlu Resûlullah’ın huzur-i âlîlerine çıkıp, mübarek gömleklerini babasına kefen olarak vermesini talep etti. Resûlullah talebi kabul edip verdi. Bunun üzerine, babasının cenaze namazını kıldırıvermesini talep etti. Resûlullah bu talebi de kabul etti ve namaz kıldırmak üzere kalktı. Ancak, Hz. Ömer kalkarak Resûlullah’ın elbisesinden tuttu ve: “Ey Allah’ın Resulü, Rabbin seni, ona namaz kılmaktan men etmişken, sen nasıl ona namaz kılarsın?” diye müdahale etti. Resûlullah: “Allah beni muhayyer bırakmıştır, zira: “Onların ister bağışlanmasını dile, ister dileme, birdir. Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen de Allah onları bağışlamayacaktır” (Tevbe, 80) buyurmaktadır. Ben yetmişten de fazla bağışlama talebinde bulunacağım” dedi. Hz. Ömer: “Ama o münafıktır!” dedi. Resûlullah buna rağmen onun ardından  namaz kıldı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şu âyeti inzâl buyurdu: “Onlardan ölen  hiç kimse için ebediyen namaz kılmayacaksın, mezarı başında da durmayacaksın. Çünkü onlar Allah ve Resûlüne inanmadılar, fâsık olarak öldüler” (Tevbe, 84).

Hz. Ömer der ki: “Sonra o gün Resûlullah’a karşı izhar ettiğim cürete hayret ettim. Allah ve Resulü daha iyi bilirler.” [Buhâri, Cenaiz: 85, Tefsir, Berâe: 12; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe: 25, (2400), Sıfâtu’l-Münâfıkîn: 3, (2744); Tirmizî, Tefsir: 3096 H.; Nesâî, Cenâiz: 69, (4, 68).]

4266-“Resûlullah Hudeybiye senesinde Medine’den çıktı…  Süheyl İbnu Amr çıkageldi. Aleyhissalâtu vesselâm: “İşiniz artık size kolaylaştırıldı, size Süheyl İbnu Amr geldi.” Resulullah’a: “Gel! seninle aramızda bir antlaşma (metni) yazalım!” dedi. Resulullah katibini çağırdı ve emretti: “Yaz Bismillahirrahmanirrahim.”

Süheyl itiraz etti: “Rahmân ne demek? Vallahi onun ne olduğunu bilmiyorum. Fakat: Bismikallahümme yaz, vaktiyle senin de yazdığın gibi” dedi.

Müslümanlar da ona itiraz ettiler: “Biz onu değil, bismillahirrahmanirrahîm’i yazarız!” dediler.

Ama Resulullah emreder: “Bismikallahümme yaz! ve devam et: “Bu Allah Resulü ve Süheyl’in üzerinde mutabık kaldıkları hususlardır.”

Süheyl yine itiraz eder: “Vallahi, eğer bilsek ki sen Allah’ın Resulüsün sana Beytullah’ı kapamazdık, seninle savaşmazdık da. Şöyle yaz: Muhammed İbni Abdillah.”

Resulullah : “Vallahi siz beni yalanlasanız da ben kesinlikle Allah’ın Resûlüyüm. Bununla beraber, Muhammed İbni Abdillah yaz!” buyurur ve devam eder: “Bizimle Beytullah arasından çekilmeniz ve onu tavaf etmemiz şartıyla.”

Süheyl itiraz eder: “Vallahi hayır. (Biz size bu yıl tavafa izin versek), Araplar “bizim âniden emrivâkiye geldiğimiz” hususunda dedikodu yapar. Ancak ziyâreti gelecek yıl yapacaksınız” der. Böyle yazılır. Süheyl ilâve eder: “Senin dinine de girse, bizden hiç bir erkeğin sana gelmemesi, gelirse iade etmen şartıyla.”

Müslümanlar bu şarta itiraz ederek: “Sübhânallah! Bize iltica eden bir Müslüman, müşriklere nasıl iade edilir?” derler. Bu halde iken Ebu Cendel İbnu Süheyl İbni Amr zincirleri arasında seke seke geldi. Mekke’nin aşağısındaki hapsedildiği yerden kaçmış, kendini Müslümanların arasına atmıştı.

Süheyl: “Ey Muhammed, bu seninle üzerine anlaştığınız maddelerin ilk uygulaması olacak, bunu bana iade edeceksin!” dedi. Resulullah : “Biz henüz anlaşmayı yazıp bitirmedik” buyurdu. Süheyl: “Öyleyse, vallahi ben seninle hiç bir madde üzerine sulh yapamam!” dedi.  Aleyhissalâtu vesselâm: “Öyleyse şu Ebu Cendel’i bana bağışla da imza et!” buyurdu. Fakat Süheyl: “Asla ben bunu sana bağışlamam” diye direndi. Aleyhissalâtu vesselâm: “Hayır, hatırım için yap!” ricasında bulundu. Süheyl direndi: “Asla yapmam!”

Mikrez İbnu Hafs atılıp: “Biz onu sana müsaade  ettik!” dedi. (Ancak imza yetkisine sahip olmadığı için Süheyl onu dinlemedi. Ebu Cendel teslim edilecekti). Ebu Cendel: “Ey Müslümanlar, (nasıl olur?) Ben size Müslüman olarak sığınmışım. Beni müşriklere teslim mi ediyorsunuz? Bana yaptıklarını görmüyor musunuz?” dedi. Ebu Cendel’e Allah yolunda çok işkenceler yapılmıştı.

Ömer İbnu’l-Hattab der ki: “(O gün, bu cereyan eden hadiseleri çok alçaltıcı bularak) Resulullah ‘a gelip: “Sen Allah’ın hak peygamberi değil misin?” dedim. “Evet!” dedi.” Biz hak üzere, düşmanlarımız da batıl üzere değiller mi?” dedim. “Evet” dedi. “Öyleyse  biz niye dinimiz uğrunda alçaklığı kabul ediyoruz” dedim. “Ben Resulullah’ım; (bu anlaşmayı imzalamakla) Allah’a âsi olmuş da değilim. Allah yardımcımızdır!” dedi. “Sen, bize (Medine’den çıkarken) Beytullah’a gideceğiz, onu tavaf edeceğiz demedin mi?” dedim. “Pek tabii, ama sana bu yıl gideceksin dedim mi?” dedi. “Hayır!” dedim.

“Sen  mutlaka onu tavaf etmeye geleceksin!” buyurdu. Ben Hz. Ebu Bekr’e geldim. “Ey Ebu Bekr! Bu adam Allah’ın hak peygamberi değil mi?” dedim. “Elbette  hak peygamberi!” dedi. “Biz hak, düşmanlarımız da batıl üzere değiller mi?” dedim. “Elbette (onlar batıl, biz hak üzereyiz)” dedi. “Öyleyse, niye dinimiz için  alçaklığı kabul ediyoruz?” dedim. “Be adam! O Allah’ın Resûlüdür. (Bunu kabul etmekle) Rabbine isyan etmiş olmayacak da. Allah onun yardımcısıdır. Şu halde sen O’nun emrine sarıl. Allah’a yemin ederim o hak üzeredir!” dedi. “O bize: “Kabe’ye gideceğiz, onu tavaf edeceğiz!” demiyor muydu?” dedim. “Evet ama, sana bu yıl gideceksin dedi mi?” dedi. “Hayır!” dedim. “Sen ona gidecek, onu tavaf edeceksin!” dedi.

 (Hadisi rivayet eden Zührî) der ki: “Hz. Ömer dedi ki: “(O günkü nezaketsiz çıkışımın günahını affettirmek için nice amellerde bulundum.”

Anlaşmayı yazma işinden çıkınca, Resulullah ashabına: “Kalkın kurbanlarınızı kesin, sonra da traş olun!” buyurdu. Ancak (müşriklerle yapılan bu antlaşmadan hiç kimse memnun değildi. Bu sebeple) kimse kalkamadı. Resulullah, emrini üç kere tekrar etti. Yine kalkan olmayınca Ümmü Seleme’nin çadırına girdi. Ona halktan maruz kaldığı bu hali anlattı. O, kendisine: “Ey Allah’ın Resulü! Bunu (yani halkın kurbanını kesip, traşını olmasını) istiyor musun? Öyleyse çık, Ashab’tan hiçbiriyle konuşma, deveni kes, berberini çağır, seni traş etsin!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm kalktı, hiç kimse ile konuşmadan bunların hepsini yaptı: Devesini kesti, berberini çağırdı, traş oldu.

Ashab bunları görünce kalktılar  kurbanlarını kestiler, birbirlerini traş ettiler. Ancak, bu sırada gam ve kederden birbirlerini öldüreyazdılar. Sonra bazı mü’mîne kadınlar (Mekkelilerden kaçarak) geldiler. Allah Teâlâ Hazretleri, (onların geri verilmemesi için) şu âyeti indirdi: “Ey iman edenler, (kendi ifadelerince) mü’mîne kadınlar muhâcir olarak geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah onların imanlarını iyi bilendir ya, fakat siz de mü’mine kadınlar olduklarına kail olursanız onları kâfirlere geri vermeyin. Bunlar onlara helal  değildir. Onlar da bunlara helal  olmazlar. (Kâfir zevcelerinin bu kadınlara) sarfettikleri (mehri) onlara (kafirlere) verin. Sizin onları nikâhla almanızda, mehirlerini verdiğiniz takdirde, üzerinize bir günah yoktur…” (Mümtehine 10).

Hz. Ömer, ayet üzerine o gün cahiliye devrinde evlendiği iki hanımını boşadı. Birini Hz. Muaviye İbnu Ebû Süfyan nikahladı, diğerini de Safvân İbnu Ümeyye. Sonra Resulullah Medine’ye döndü. Kureyş’ten Ebu Basîr Müslüman olarak Medine’ye iltica etti. Mekkeliler onu almak üzere arkasından iki adam gönderdiler.

“(Antlaşmada) bize verdiğin söz var, onu teslim  et!” dediler. Resulullah derhal onu onlara teslim etti. Bunlar Ebu Basîr’i alıp gittiler. Yolda Zülhuleyfe nâm mevkiye gelince, (azıkları olan) hurmadan yemek üzere konakladılar. Ebu Basîr onlardan birine: “Vallahi şu kılıncı çok güzel görüyorum!” dedi. O, hemen kınından sıyırıp: “Doğru! Vallahi pek hârika! Onunla ne tecrübelerim var!” dedi. Ebu Basîr: “Hele bir göster, daha yakından bakayım!” deyip kaptığıyla adama vurup öldürdü. Öbürü kaçıp Medine’ye geldi, koşarak Mescid’e girdi.

Resulullah onu görünce (yanındakilere): “Bu adam her halde bir korku geçirmiş”  dedi. Adam’a gelince: “Vallahi arkadaşım öldürüldü! Beni de öldürecek!” dedi. Ebu Basîr da geldi. “Ey Allah’ın Resulü! Allah senin zimmetini (taahhüdünü) yerine getirdi, beni onlara iade ettin. Allah beni onlardan tekrar kurtardı” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: “Harbi kızıştıranın anası ağlar. Keşke ona bir kişi daha olsa!”  cevabını verir. Ebu Basîr bu sözü işitince anlar ki, Aleyhissalâtu vesselâm onu yine iade edecek. Hemen oradan çıkıp deniz kenarına gelir [İs denen bir yere yerleşir].

Mekkelilerin elinden Ebu Cendel İbnu Suheyl de kurtulup Ebu Basîr’e iltihak eder. Derken Kureyş’ten Müslüman olan herkes Ebu Basîr’e katılmaya başlar. Kısa zamanda orada bir grup teşekkül eder. Allah’a yemin olsun. Kureyş’ten Şam’a gitmek üzere bir kervanın haberini aldılar mı, ona saldırıp adamları öldürüyor, mallarına da el koyuyorlardı.

Kureyş Resulullah’a elçi gönderip, Allah’ın adını ve aralarındaki akrabalık bağlarını hatırlatarak, Mekke’den geleceklerin emniyette olacağını, yeter ki Ebu Basîr ve arkadaşlarının yaptığı baskınların önlenmesini rica ettiler. [Bazı rivayette,  bunu temin için Medine’ye bizzat Ebu Süfyan’ın geldiği belirtilir.] Resulullah da onları Medine’ye çağırdı. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: “O size Mekke’nin karnında (hududu içinde), onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendi. Allah ne yaparsanız hakkıyla görücüdür. Onlar, küfreden, sizi Mescid-i Haram’dan ve alıkonulmuş hediyelerin mahalline ulaşmasından men edenlerdir.

Eğer (Mekke’de) kendilerini henüz tanımadığınız mü’min erkeklerle mü’min kadınları bilmeyerek çiğneyip de o yüzden size bir vebal isabet edecek olmasaydı (Allah size fetih için elbette izin verirdi). (Bunu) kimi dilerse, onu rahmetine kavuşturmak için (yaptı). Eğer onlar seçilip ayrılmış olsalardı biz onlardan küfredenleri muhakkak elem verici bir azaba giriftar etmiştik bile. O küfredenler kalplerine o taassubu, o cahillik taassubunu yerleştirdiği sırada idi ki hemen Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine kuvve-i maneviyesini indirdi, onları takva sözü üzerinde durdurdu. Onlar da buna çok layık ve buna ehil idiler. Allah  her şeyi hakkıyla bilendir.” (Feth 24-26). [Buharî, Şurût 15, 1, Hacc 106, Muhsar 3, Megâzî 35, Tefsir, Mümtahine 2; Ebu Dâvud, Cihad 168, (2765, 2766), Sünnet 9, (4655).]

Hudeybiye’ye indiğinde Hudâalılardan Hıraş b. Umeyye’yi elçi olarak müşriklere gönderdi. O, müşriklere, savaşmak niyetinde olmayıp yalnızca Kâbe’yi ziyaret için geldiklerini ve Umre yapıp döneceklerini bildiriyordu. Elçi İbn Umeyye, Mekke’ye varıp bunu söyleyince müşrikler devesine vurup onu yere düşürerek öldürmek istediler. Mekkeli olmayan çoğu Habeşli bazı kimseler araya girip bu elçiyi kurtardılar, geri dönerek durumu Resulullah (s.a.s.)’e anlattı. Bunun üzerine Resul-u Ekrem. Hz. Ömer (r.a.)’i göndermek için yanına çağırdı. Hz. Ömer (r.a.): “Ya Resulullah, onlar benim kendilerine olan kin ve düşmanlığımı bilirler. Ben onlara güvenemem, şayet onlar tarafından bir işkenceye uğrarsam Mekke’de bana yardımcı olacak akrabalarım Adiyyoğulları’ndan kimse yoktur. Binaenaleyh, Osman b. Affân’ı gönderirseniz, orada onun akraba ve yakınları çoktur. Hem onu severler. İrade ve arzunuzu daha rahat tebliğ edebilir.” dedi.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.s.) Hz. Osman b. Affân (r.a:)’ı çağırıp, onu Kureyş’e gönderdi. Osman b. Affân (r.a.) Mekke-i Mükerreme’ye varınca önce Resulullah’ın emrini tebliğ etti ve: “Biz Hudeybiye’ye muharebeye gelmedik. Yalnız ziyaret ve Umre yapmak için geldik.” dedi. Bu arada Osman b. Affân (r.a.) Mekke’ de iman edip İslâm’a girmiş olanlara fethi müjdelemek istiyordu. Bu da Hz. Osman’ın görevleri arasındaydı. Bu arada Kureyş Hz. Osman’a, “İstersen sen Beytullah’ı tavaf et; ancak hepinizin, üzerimize gelip tavaf etmenize izin veremeyiz.” dediler. Hz. Osman b. Affân’ın verdiği cevap bir elçiye yakışır nitelikte ve gayet vakurdu: “Allah’a yemin ederim ki Resulullah ve ashabı tavaf etmedikçe ben de Beytullah’ı tavaf edemem.” (Vakidî, Kitâbu’l-Meğâzî, II, 602).

Hz. Osman b. Affân’ın bu cevabı üzerine müşrikler onu göz hapsinde tutup Mekke’de alıkoydular. Diğer taraftan Hudeybiye’ye “Osman öldürüldü” diye yanlış bir haber ulaştı. (İbn Hişam, Sîre, III, 329). Bu haber, müminleri ziyadesiyle üzdü ve Resulullah (s.a.s.): “O kavim ile çarpışmadan gidemeyiz” dedi. (Taberi, Tarih, III, 77; İbnü’l-Esir, el-Kâmil, II, 203).

1. (4435)- “Resulullah askeri bir sefere hazırlamış, askerlerin başına da Üsame İbnu Zeyd’i komutan yapmıştı. (Üsâme siyahi bir azadlının oğlu olması hasebiyle) onun komutanlığından memnun kalmayan bazı kimseler dedikodu yaptılar. (Söylenen yersiz sözler kulağına ulaşmış olan) Resulullah:

“Onun komutanlığı hususunda dedikodu yapan sizler, aynı dedikoduyu daha önce babasının komutanlığı için de yapmıştınız. Allah’a yemin olsun! O komutanlığa layık idi. Ve o, bana, insanların en sevgililerindendi. Bu da, bana ondan sonra insanların en sevgili olanlarındandır”  buyurdu.” [Buhârî, Fezâilu’l-Ashab 17, Megâzî 42, 87, Eymân 2, Ahkam 33; Müslim, Fezailu’s-Sahabe 63, (2426); Tirmizî, Menakıb, (3819).]

16. (1116)- Râfi’ İbnu Hadîc anlatıyor: “Resûlullah Huneyn günü Ebu Süfyân İbnu Harb, Savfân İbnu Ümeyye, Uyeyne İbnu Hısn, Akra’ İbnu Hâbis ve Alkame İbnu Ulâse’den herbirine yüzer deve verdi. Abbâs İbnu Mirdâs’a ise daha az verdi. Bunun üzerine (aynı zamanda şair olan) Abbâs İbnu Mirdâs şu mânada  bir şiir düzdü:

“Benimle atım Ubeyd’in payını Uyeyne ile Akra’ arasında  mı taksim ediyorsun?

Ne Bedr[33] ne de Hâbis, cemiyette, Mirdâs’tan üstün değillerdir.

Ben de onların hiçbirinden aşağı değilim.

Ancak bugün sen, kimi alçaltırsan o bir daha yükselmez.”

Râfi’ der ki: “Bunun üzerine Resûlullah onun payını da yüz  deveye yükseltti.” [Müslim, Zekat 137, (1060).]

 

SON SÖZ

Peygamber dostları, onun her dediğine kayıtsız şartsız teslim olmuyorlardı. Hz. Peygamber’in bazı kararlarına arkadaşlarının itiraz ettikleri ve Peygamber’in bazı hatalı kararları ve tutumları yukarıda örneklerle sunuldu. Tüm bunların gerekçesi, Allah Resulü, bir ilah veya melek değil, o bir insan idi. Dürüstlüğü ile, hak ve adaleti ile, karakteri ile örnek idi. Allah’a karşı sorumluluğunu en güzel biçimde yerine getirdi. Arkadaşları da onun bir insan elçi olduğunu bildikleri için öyle davranıyorlardı. Elçinin görevi, elçilik mesajını desteklemek ve bu mesajın amacına uygun örnekler, açıklamalar ve davranışlar ortaya koymak ve bunları yaymaktır. Elçinin görevi, mesajı değiştirmek, ona ekleme yapmak, mesajın bazı maddelerini iptal etmek değildir. Böyle bir durumda açıktır ki ne hadislerin, ne de Allah Resulünün yetki alanına aşağıdaki başlıklar girmez;

1. Yeni bir ilahi (dini) hüküm (haram-helal-farz) belirleyemez.

2. Kur’an’a aykırı bir söylem Peygamber’e ait olamaz.

3. Peygamberlere ait kesin sözler ve davranışlar Kuran’da vardır.

4. Kur’an, Allah Resulünden bağımsız bir kitap değil Kur’an’, ilahi buyruklarla birlikte Allah Resulünün hayatının kitaplaştırılmış halidir.

5. Resul’u örnek almak “salt hadis kitaplarına uymak” olduğuna inanırsak Hz İbrahim, Hz Musa, Hz Yusuf, Hz İsa gibi diğer resulleri örnek almayı göz ardı etmiş oluruz.

6. Kur’an YAZILI BELGE olarak, hadisler ise SÖYLENTİLER VE RİVAYETLER yoluyla günümüze kadar geldi.

7. Allah borç durumunda bile sözel ifadelere güvenilmemesini, borcun mutlaka şahitler huzurunda hatta sağlam şahitler huzurunda YAZILMASINI farz kılıyor.(2Bakara/282)

 

ÇÜNKÜ;

1. PEYGAMBERDEN AMAÇ VAHYE UYMAKTIR:

20Taha/134-Eğer biz onları o Kur’an’dan önce bir azap ile helâk etseydik mutlaka, “Ey Rabbimiz! Keşke bize bir peygamber(RESUL) gönderseydin de alçalıp rezil olmadan önce ayetlerine uysaydık” derlerdi.

28Kasas/47-Kendi yaptıkları sebebiyle başlarına bir musibet gelip de, “Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber(RESUL) gönderseydin de ayetlerine uysaydık ve müminlerden olsaydık” diyecek olmasalardı, seni peygamber olarak göndermezdik.

25Furkan/30- Peygamber, “Ey Rabbim! Halkım şu Kur’an’ı rafa kaldırılmış bir duruma getirdi” dedi.

28Kasas/85-Kur’an’ı sana farz kılan Allah, şüphesiz seni dönülecek bir yere döndürecektir. De ki: “Rabbim hidayetle geleni ve apaçık bir sapıklık içinde olanı daha iyi bilir.”

 

2. PEYGAMBER EMREDİLENE UYGUN DAVRANIR:

5Maide/117-“Onlara, senin bana emrettiğin şu sözden başka bir şey söylemedim: ‘Benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.’ İçlerinde olduğum sürece üzerlerine tanıktım. Sen beni vefat ettirince üzerlerine yalnız sen gözetleyici oldun. Ve sen zaten her şey üzerinde bir gözcüsün ve bir tanıksın.“

 

3. PEYGAMBER, KENDİSİNE KULLUK EDİLMESİ VEYA RABLIK İDDİASINA KALKIŞMAZ:

3Al-i İmran/79-Allah’ın vahiy, sağlam muhakeme ve peygamberlik bağışladığı hiç kimsenin bundan sonra halkına, “Allah’ın yanı sıra bana da kulluk edin!” demesi düşünülemez; aksine, (onlara şöyle öğüt verir): “ilahi kelamın bilgisini yayarak ve kendiniz (onu) derinlemesine inceleyerek Allah adamları olun!“ 80-O, melekleri ve peygamberleri tanrı edinmenizi emretmez: (zaten) kendinizi Allah’a tam teslim ettikten sonra hiç O sizi hakikati inkara davet eder mi?

 

4. PEYGAMBER’İN İLAHİ BİR GÜCÜ YOKTUR:

27Neml/65-De ki: “Göktekiler ve yerdekiler gaybı bilemezler, ancak Allah bilir. Onlar öldükten sonra ne zaman diriltileceklerinin de farkında değildirler.”

6En’am/50-De ki: “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.” De ki: “Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?”

6En’am/59-Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.

7A’raf/188-De ki: “Allah dilemedikçe ben kendime bir zarar verme ve bir fayda sağlama gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı biliyor olsaydım, daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.”

 

5. HARAM-HELAL BELİRLEYEMEZ:

66Tahrim/1-Ey Peygamber! Eşlerin(den herhangi biri)ni memnun etmek için, neden Allah’ın sana helal kıldığı bazı şeyleri (kendine) haram kılıyorsun? Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.

10Yunus/59-60-“De ki: “Gördünüz mü, Allah’ın size rızık olarak indirdiği şeylerin bir kısmını haram ve bir kısmını helâl yaptınız.” De ki: “Allah mı size böyle izin verdi, yoksa siz Allah hakkında yalan mı uyduruyorsunuz? Peki, bu kendi yalanlarını Allah’a yakıştıranlar, Kıyamet Günü (başlarına gelecek olan) hakkında acaba ne düşünüyorlar? Gerçek şu ki, Allah insanlara karşı sınırsız cömertlik göstermektedir; ama (ne yazık ki) onların çoğu şükrünü bilmez.”

16Nahl/116-“Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü “Şu helâldir, şu haramdır,” demeyin, yoksa Allah hakkında yalan uydurmuş (Allah’a iftira atmış) olursunuz. Allah hakkında yalan uyduranlar ise kurtulamazlar.”

6En’am/148-Allah’a ortak koşanlar diyecekler ki: “Eğer Allah dileseydi, biz de, babalarımız da ortak koşmazdık. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan öncekiler de (peygamberlerini) böyle yalanlamışlardı da sonunda azabımızı tatmışlardı. De ki: “Sizin (iddialarınızı ispat edecek) bir bilginiz var mı ki onu bize gösteresiniz? Siz ancak kuruntuya uyuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.”

16Nahl/35-Allah’a ortak koşanlar, dediler ki: “Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye kulluk (ibadet) etmezdik, O’nun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Kendilerinden öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen sadece apaçık bir tebliğdir.

42Şura/21-Yoksa onlar, Allah’ın asla izin vermediği şeyleri kendileri için (hukuki ve) ahlaki bir yükümlülük (din) haline sokan sözde ilahi ortakları mı var? Nihai hüküm ile ilgili (Allah’ın) bir kararı bulunmasaydı, onlar arasında her şey (bu dünyada) hükme bağlanmış olurdu ama zalimleri (öteki dünyada) acı bir azap beklemektedir.

5Maide/87-Siz ey inananlar! Allahın size helal kıldığı hayatın güzellikleri haram kılmayın (kendinizi yoksun bırakmayın). Hakkın sınırlarını aşmayın: Allah, sınırları aşanları asla sevmez.

6En’am/149-“De ki: “En üstün delil yalnızca Allah’ındır. O, dileseydi elbette sizin hepinizi doğru yola iletirdi.”

6En’am/150-“De ki: “Haydi, Allah şunu haram kıldı” diye tanıklık yapacak şahitlerinizi getirin. Onlar şahitlik etseler de sen onlarla beraber şahitlik etme. Ayetlerimizi yalanlayanların ve ahirete inanmayanların arzularına uyma. Onlar Rablerine, başka şeyleri denk tutuyorlar.”

6En’am/145-De ki: “Bana vahyolunan Kur’an’da bir kimsenin yiyecekleri arasında leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki o şüphesiz necistir- ya da Allah’tan başkası adına kesilmiş bir (murdar) hayvandan başka, haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Fakat istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın kim bunlardan yeme zorunda kalırsa yiyebilir.” Şüphesiz Rabbin çok bağışlayandır, çok merhametlidir.

6En’am/151-De ki: “Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya iyi davranın. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız. (Zina ve benzeri) çirkinliklere, bunların açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Meşrû bir hak karşılığı olmadıkça, Allah’ın haram (dokunulmaz) kıldığı canı öldürmeyin. İşte size Allah bunu emretti ki aklınızı kullanasınız.”

2Bakara/173-“Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı…”

6En’am/140-Beyinsizlikleri yüzünden bilgisizce çocuklarını öldürenler, Allah’ın kendilerine verdiği rızkı -Allah’a iftira ederek- haram sayanlar, mutlaka ziyan etmişlerdir. Gerçekten onlar sapmışlardır. Doğru yolu bulmuş da değillerdir.

Konuyla ilgili daha fazla ayrıntı için lütfen aşağıdaki yazıyı inceleyiniz:
Resule İtaat, Müslümanın Peygamber Anlayışı ve Peygambere Bakışı

posted in Hadis | 0 Comments