-
28th Mart 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İslam’da insana ait ölümsüz ve tanrısal parça ruh inancı yoktur.

Yaratılan her şey maddidir. Hatta cinler ve melekler bile (örneğin cinler ateşten yaratılmışlardır).

Cennet ve cehennem de farklı fizik yasalarına sahip diğer evrenlerdedir ve sapına kadar maddedir.

Ruhçu öğretinin İslam dünyasına uydurma hadisler ve tasavvuf öğretileriyle sızması sonucunda bugün müslümanlar uydurma ruhlar alemine iman ettirilmektedir. hatta Kuran’ı tercüme derken ayetlerde “nefs, can” geçen yerlerde “ruh” denilerek çeviriler bile çarpıtılmıştır.

Kuran’da gerçekten ruh diyen ayetler “vahiy”den ve de bu vahyi ileten Cebrail adlı vahiy meleğinden bahsetmektedir.


Yani Kuran’da;


Ruh=Vahiy
Ruh=Cebrail

Kuran’a göre kabir azabı veya mükafatı yoktur. Hemen hemen herkes kıyamet sonrası, mahşer gününde tekrar yaratılacak ve sonsuz yaşamlarına kavuşacaklardır.

Yalnız dikkat ederseniz hemen hemen herkes dedim. Çünkü Kuran’a göre istisna insanlar var. Bu konuda Naci Çelik gibi bazı yazarlar güzel tespitlerde bulunmuşlardır.

Kimdir bu ayrıcalıklı insanlar? Bunlar Firavun gibi günahkârlıkta çok aşırıya giden büyük günahkarlarla, şehitler gibi sevap kazanmada çok ileri seviyede olan cennetlik insanlardır.

Firavun gibi günah işlemede çok aşırı bir seviyede ileri giden insanlar daha kıyamet beklenmeden cehennemde yaratılarak daha şimdiden ateşte yanmaya başlamışlardır. Ahirette ise cezalarını daha şiddetli bir şekilde çekmeye başlayacaklardır:

– Ateş; onlar, sabah akşam ona karşı sunulur dururlar. Kıyamet kopacağı gün de: “Tıkın firavun ailesini en şiddetli azaba!” (denilir). (Mumin Suresi 46. Ayet )

Burada firavun ve ailesinin şimdiden sürekli ateşe atıldığı, kıyamet sonrası ise asıl azaba atılacağı söyleniyor. Yanı bunlar şimdiden beden olarak cehennemde yaratılmışlardır.

Diğer uç gurup ise iyilikte çok ileriye gidenlerdir. Bunlar da kıyamet beklenmeden şimdiden cennette bedenen tekrar yaratılmışlar ve mükafatlandırılmaya başlanmışlardır. Bunlara örnek olarak şehitleri verebiliriz:

Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölmüşler sanmayın! Aksine onlar hep hayattadırlar, Rablerinin katında rızıklandırılırlar.

Allah’ın kendilerine lütfundan verdiği mutlulukla sevinç duyarlar ve arkalarından şehit olarak kendilerine katılmamış olan mücahitler hakkında: “Onlara hiçbir korku yok ve onlar üzüntü de duymayacaklardır. ” müjdesinde bulunurlar. (Ali imran suresi 169-170)

 

Burada da açıkça ayetler, şehitlerin kanlı ve canlı bir şekilde yani bedenen cennette şimdiden yaşamaya başladıklarını ve nimetler içinde olduklarını söylüyor.

Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölmüşler sanmayın! Aksine onlar hep hayattadırlar, Rablerinin katında rızıklandırılırlar.

Allah’ın kendilerine lütfundan verdiği mutlulukla sevinç duyarlar ve arkalarından şehit olarak kendilerine katılmamış olan mücahitler hakkında: “Onlara hiçbir korku yok ve onlar üzüntü de duymayacaklardır. ” müjdesinde bulunurlar. (Ali imran suresi 169-170)

Bu ayetler bile ruhlar alemi safsatasını yerle bir etmeye yeterlidir.

Eğer insanların ruhu olsaydı, tüm insanlar öldükten sonra yaşıyor olacaktı ve ayet “herkes canlıdır aslında ” falan derdi.

Ama öyle demiyor. Şöyle diyor:

Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölmüşler sanmayın! Aksine onlar hep hayattadırlar, Rablerinin katında rızıklandırılırlar.

 

Yani “sadece şehitler gibi istisna insanlar kıyamet öncesi yaşayabiliyorlar. ” Çünkü diğer insanlar ölüler ve kıyameti bekliyorlar ikinci yaratılış için. Ve ruhları olmadığından cansızlar.

Ama şehitler şimdiden cennette yaratıldıklarından (Rabbin katı) , diğer insanlardan farklı olarak şimdiden ikinci yaşamlarına başlamış bulunuyorlar. Kıyametten sonra kendilerine katılacak diğer insanları da bekliyorlar.

Yine insanların ruhu olmadığına Kuran’dan delil vermeye devam edelim:

Yasin 51-52: Sûra üfürülmüştür! Bak, işte kabirlerden, Rablerine doğru akın akın gidiyorlar. Şöyle diyecekler: “Vay başımıza gelene! Kim kaldırdı bizi mezarımızdan? Rahman’ın vaat ettiği işte bu! Peygamberler doğru söylemişler. ”

Eğer bu insanlar öldükten sonra ruhlar aleminde yaşamaya devam etselerdi, bu alemde yaşayacakları binlerce ve hatta belki de milyonlarca yıl boyunca ahiretin gerçek olduğu acı gerçeğini yudum yudum özümsemiş olacaklardır.

Ama hayır, bu insanlar dünyada öldükten sonra ilk defa kendilerine geliyorlar ve büyük bir şaşkınlık içinde “meğerse doğruymuş” gibilerinden birşeyler söyleyerek büyük bir şok yaşıyorlar.

Çünkü ruhsal yaşam diye birşey yok. Onlar vefat ettikten sonra kıyamete kadar cansız bir şekilde beklediler ve uyandıklarında yani ikinci yaratılışlarında da acı gerçeği gördüler.

 

İNSANA AİT RUH İNANCININ YAPTIĞI BOZGUNCULUKLAR

1. İnsana ait tanrısal parça ruh inancı insanların rableştirilmesinin kapısını ardına kadar açıyor ve bunun sonucunda kutsal insanlar, tapınılan sefil ruhbanlar ortaya çıkıyor.

2. İnsana ait ruh inancından dolayı çoğu insan tekamül safsatasına inanıyor. Ve bu yüzden acı çekip olgunlaşacağına inandığından kendine zulmediyor veya başına bir musibet geldi mi bunu iyi birşey zannedip kurtulmak için şevkli davranmayabiliyor. Halbuki Kuran’a göre başımıza gelen musibetler hiç de hayra alamet değildir ve günahlarımızdan dolayı bir uyarıdırlar.

3. İnsana ait ruh inancından dolayı insanüstü bir varlık olabileceğine inanan ruhbanlar dünya nimetlerine sırt çevirerek kutsallaştığına inanıyorlar. bu sapkınlığı bir “erdem” olarak görüyorlar. hatta kimisi cennet nimetlerini bile istemiyor ve ilahlaşmaktan başka bir şeyi gözü görmüyor(birlenme inancı).

4. İnsana ait tanrısal parça ruh inancından dolayı ölümün güzel bir şey olduğu zannediliyor. Çünkü bu inanca göre ruh bedene hapistir ve ölüm ruhun özgürlüğüne kavuşması-birlenmesi demektir. bunun sonucunda intihar-cinayet vb. sapkınlıklar daha sempatik bir gözle görülebiliyor birçok ruh inancına sahip insan tarafından. . . . . . . . . .

5. Yine insana ait ruh inancından dolayı birçok insan reenkarnasyona inanıyor. Bu da her dirilişte bambaşka bir yaratık olunacağı anlamına geliyor. Ve bu da farkında olunmasa da ölen kişinin bir daha geri gelmemek üzere yok olması demektir. Çünkü başka bir bedende başka bir kişilikte hatta başka cinsiyet veya türde dünyaya geleceksen sürekli, ölünce şu anki sen bir daha oluşmamak üzere yok olacak demektir. yani tam bir materyalist inanca bürünüyor işin derinine inince

6. Ruh ikizi inancı görülüyor birçok ruhçu öğretide. . . Bunun sonucunda yalnızca ruh ikiziyle birlikte olan insanın tekamül edip mutlu olabileceği safsatasına inanılıyor. Bu da cinselliği çaktırmadan yasaklama-kısıtlama hinliğini içeriyor.

7. İnsana ait ruh inancı ve tekâmül safsatası aslında günah işlemenin gerekli olduğu yanlış inancına da götürüyor insanları. çünkü tekamül için dünyaya gelen ruh günah işleyip acı çekmeli ki mükemmelliğe giden yolda olgunlaşabilsin deniliyor. bu inanç kabala öğretisiyle Museviliğe, tasavvuf öğretisiyle de islam dünyasına sokuşturulmuştur.

8. İnsana ait ölümsüz ruh inancı, bedenli yeniden yaratılıp ahirette maddi yaşayacağımız gerçeğini bazı kimselere inkar ettiriyor. Ruhçular maddeyi küçümsedikleri hatta bazıları iğrendikleri için sonsuz yaşamın bedenli değil de ruh olarak olabileceğini söyleyiveriyorlar. kutsal kitaplardaki maddi sonsuz yaşamı anlatan ayetlere sembolik anlamlar yükleyerek dolaylı yoldan inkar ediyorlar.

9. Yine bazı ruhçular Allah’ın yarattığı bu maddi evrene şükretmek bir yana dursun, ona “leş” diyerek hakaret ve nefretlerini kusuyorlar. Allah’ın bizim için yarattığı güzelliklere nefret ve hainlik içinde olabiliyorlar. Kendi uydurdukları madde ötesi aleme tapınıyorlar ve ona ulaşmak için çırpınıyorlar. . . . . . .

10. Ruhun tekâmülü inancı sonucunda kişisel ve toplumsal bazda ayrımcılık-üstünlük meselesi ortaya çıkıyor. Kimi insanlar kimi insanlardan üstün kabul edildiği gibi kimi ırklar da diğer ırklardan üstün tutulabiliyorlar. bazı ruhçular sarışın renkli gözlü insanın tekamül etmiş üstün insanı temsil ettiğine inanırlar. hatta hitlerin ırkçı katliamlarının arkasında bile bu ruhçu-ırkçı sapma vardır. büyük ruh adlı varlıktan medyumlar aracılığıyla aldığı direktifler doğrultusunda bilenen çılgınlıklarını yapmıştır hitler.

11. Ruhlara inanan insan cinlerin aldatmalarına daha yatkın oluyor. ruh çağırma seanslarında ya şarlatanların yalanlarına kanıyorlar ya da cinlerin ruh kılığında söyledikleri yalanlara. . . . . . . . . Yakınlarının veya hayatta olmayan ünlü insanların ruhlarıyla görüştüğünü sanan kimseler, bu celselerde aldıkları bilgileri mutlak doğru zannedip yoldan çıkabiliyorlar.

Ruh konusuna gelecek olursak;


Kuran’da ruh vahiy ve vahiy meleği anlamlarında kullanılmaktadır dedik ve gösterdik. İşte ayetlerde “hakkında size çok az şey verilmiştir” denilen şey bunlardır. Yoksa Kuran bir bilinmeyen ve sırlar kitabı değildir. Hatta bu ifade, sizin ianndığınız şekilde bir ruhun olmadığının başka bir ispatını daha sunar. Çünkü insana ait sözde ruhla-hayaletle ilgili binlerce kitap ve çalışma vardır bildiğiniz üzere. Kuran’ın bahsettiği ruh yani vahiy ve vahiy meleği hakkında ise çok az bilgi verilmiştir.


İsa kendisindeki vahiy yani ilahi bilgi ve Cebrail’in yardımı ile hastaları iyileştirebilir ve ölüleri diriltir. Yoksa kendinden bir parça aktararak gerçekleştirmiyor bunu. Hele ki Rabbimiz kendinden parçaları kimseyle paylaşmamış ve kimseyi ortak etmemiştir kendisine. İnsanın içinde tanrısal parça olduğu yalanı, insanları şirke batırmak için cinler tarafından aşılanmaktadır ustaca. Bize aktarılan ilahi bilgidir-vahiydir.

 

Ahiret evreninde yeniden yaratılmaya gelince;

Orada da yaratılmak için bir hortlağa ihtiyacın yok. Tıpkı şu anda olduğu gibi maddeden ibaret olacaksın. Nefs ise beden ile yaşam enerjisinin(canın) buluşması sonucu ortaya çıkan bize özgü karakterdir-benliktir. Yoksa bedenden ayrı yaşayabilen-düşünebilen bir hayalet falan değildir.



Ahiret evreninde yeniden yaratılınca tıpkı şu anda olduğu gibi bedenin olacak. Zaten şu dünyada bile hücrelerin her 10 yılda bir tamamen yenileniyor. Yani her 10 yılda bir yepyeni bir bedene kavuşuyorsun sıfırdan.



KAF


2 İş sanıldığı gibi değil! Kendilerine içlerinden bir uyarıcı geldi diye şaştılar da şöyle dediler o küfre batanlar: “Acayip şey bu!”


3 Ölünce mi, biz toprak olunca mı? Çok uzak bir dönüştür bu. “


4 Toprağın onlardan neyi eksilttiğini pek iyi bilmişizdir biz. Her şeyi saklayıp koruyan bir Kitap var katımızda.



İnkarcılar, öldükten sonra bedenlerinin tamamiyle yok olacaklarını düşünüyorlar.



Ama 4. ayette onlara gerekli cevap veriliyor.


Parmak uçlarına kadar tüm bilgiler kayıtlıdır ve yeni yaratılışta yine “aynı insanlar” olarak var olacaklardır.

http://www. hanifdostlar. net/forum_posts. asp?TID=4361&KW=Emre%5F1974tr

 

Bu ruhçu öğretinin temel karakteristiklerinden biri de evrim inancıdır. Yani fiziksel ve ruhsal olarak evrim inancı binlerce yıldır cinler tarafından insanlara benimsetilmeye çalışılmaktadır.

Tıpkı ruhlar alemi, reenkarnasyon, panteizm ve diğer saptırıcı hurafeleri gibi…

Bu 21. yüzyılda da reenkarnasyon ve ruhlar inancını sanki bilimselmiş bir şeymiş gibi materyalistlere bile kabul ettirmeyi hedefliyorlar. Bildiğiniz üzere komünizm ve evrim inançlarını zaten materyalistlere bile aşıladılar bilim maskesiyle. Ve şimdi de bilim dünyasına reenkarnasyon ve ruhlar saptırmacalarını sokuşturmak üzereler.

Bunları daha önce dinlere sokuşturmuşlardı zaten. Ruhlar alemi, reenkarnasyon, fiziksel ve ruhsal evrim, panteizm, çilecilik, ruhbanlar vs., Hinduizm’den Kabalaya, Tasavvufa kadar pagan birçok öğretiye sokuşturulmuş vaziyette. Evet kabala ve tasavvufla bile fiziksel evrim inancı açıktır.

Neden şimdi olayın bu noktasına değindim? Çünkü görüyorum ki “yalnız Kuran” felsefesini benimseyenler bile bu tuzağa hızla yakalanıyorlar. Birçok “yalnız Kuran” diyen arkadaş koyu bir evrim inanırı olup çıkmakta, heceyanla ayetlerde evrimi gördüğünü sanıp, akılları sıra bilimle ayetleri buluşturmaya çalışmaktalar.

Hayır, şeytanın ruhçu öğretisinin temel saptırıcı inançlarından olan evrim, aynı zamanda en yıkıcı felsefi silahlarındandır.

Bu yolla;

Kimi insanlara Tanrı inkar ettiriliyor
Kimi insanlara, evrimleşip tanrı olacağı inancı aşılanıyor
Kimi insanlar ırkçı yapılıp vahşetlerin vücuda gelmesi sağlanıyor.
Kimi insanlara cennet ve cehennem inkar ettiriliyor.

Ve kimi insanlara “değişim amaç” olarak benimsetilip güzelliklerin yıkılması sağlanıyor.

 

Zaten “evrimsel yaratılış” şeytani tuzağı, tarih boyunca sahnedeydi. Şimdi de Kuran’a dönüş hareketinin içine sızarak ele geçirmeye çalışması, daha en başından ilahi yolun kaybedilmesi demektir.

Kuran bu evrim hurafesiyle mücadele için gelmiştir gerçekte. Tıpkı ruhlar alemi, kutsal insanlar, reenkarnasyon, panteizm, ırkçılık ve diğer hurafelerle mücadele için gelmesi gibi….

Ama ruhçular bunları bilim maskesiyle bir güzel dünyaya aşıladıkları gibi, şimdi de kapıda reenkarnasyonun benimsenmesi var. Bunun için harıl harıl çalışılıyor.

Ne yazık ki Lucifer işini şansa bırakmıyor. Her koldan geliyor görüldüğü üzere.

Ha bir de “cinlerin varlığını inkar ettirmek” en büyük özelliğinden ruhçuluğun. Böylelikle İblis ve kabilesi rahatça at koşturabilecektir. Çünkü cinler diye bir inanç kalmayınca, artık onlara karşı önlem de kalmayacaktır ve işlerini rahatlıkla göreceklerdir. Dahası kendilerini “falancanın ruhu, uzaylı, tanrısal varlık, Ramtha vs. diye tanıtabileceklerdir.

Evet şimdi “yalnız kuran” dediklerini iddia eden bazı arkadaşların bazı “ruhçu sapmalarına” göz atalım:


1-Namazı ve haccı inkar(bugün birçok sözde “yalnız Kuran” diyen arkadaş, bunları inkar ettiği gibi, pagan uygulamalar olarak görüyorlar. E zaten İblis’in amacı da insanları namazdan ve diğer ibadetlerden uzaklaştırmaktı)
2- Cinleri ve melekleri inkar : (Ayetlere sembolik anlamlar yüklenerek,ayet cımbızlanarak, cin ve melek diye , insanlardan ayrı akıllı varlıkların varlığı inkar ediliyor. Zaten bu da ruhçu öğretinin binlerce yıldır gerçekleştirmeye çalıştığı şeydi. Şimdi maalesef birçok “only Quran” diyen insan da bu tuzağa düşmüş durumda)

 

Kimisi melekleri tabiat güçleri olarak adlandırıyor, kimi cinleri abuk sabuk bir şekilde yorumlayarak “var olmadıklarını” aşılamaya çalışıyor.


3- Evrime iman etmek ( bu da ruhçuluğun tarih boyunca insanlara aşılamaya çalıştığı bir sapkınlık. Böylelikle bahsettiğimiz felaketleri gerçekleştiriyor cin tayfası)

 

Ne yazık ki birçok arkadaş bu saydıklarımdan en az birine yakalanmış durumda. Özellikle evrim inancı bir virüs gibi hemen herkesi sarıyor. Çünkü bilim maskesini ustaca kullanıyor. Ama şimdi reenkarnasyon sapmasını da bilim maskesiyle materyalistlere bile benimsetince şeytanlar, bu sefer de birçok müslüman ayetlerde reenkarnasyonu ve hatta ruhlar alemini görmeye başlayacaktır.

Gerçekten de ruhçu öğreti displinli bir şekilde tüm alanları zaptediyor.

Öyle ki “akıllı tasarım” hareketi bile bir evrim hareketine dönüşmüş durumda. Şimdi artık “evrim şansa değil, kader sonucu gerçekleşiyor” muhabbetine sarılmaya başladı akıllı tasarımcılar. Halbuki yazı tura bile kader sonucu oluşuyor. Bunun için miydi o başlangıçtaki tantananız ve sözde evrime bayrak açmanız? (Emre_1974tr)

http://www.hanifdostlar.net/forum_posts.asp?TID=5503&KW=Emre%5F1974tr

Lütfen yalnızca Allah’tan yardım dilenmesi gerektiğini unutmayınız! (Fatiha, 5) Allah’tan başka hiç kimsenin ilahi gücünün olmadığını da… (Bakara, 255)

posted in MITOLOJİ | 0 Comments

28th Mart 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kuran’ın bizlere yaratılışla ilgili sunduğu mizansen şu:


Bakara
30 Bir zamanlar Rabbin meleklere: “Ben, yeryüzünde bir halife atayacağım.” demişti de onlar şöyle konuşmuşlardı: “Orada bozgunculuk etmekte olan, kan döken birini mi atayacaksın? Oysa ki bizler, seni hamd ile tespih ediyoruz; seni kutsatıp yüceltiyoruz.”Allah şöyle dedi: “Şu bir gerçek ki ben, sizin bilmediklerinizi bilmekteyim.”


Bu ayetten meleklerin insandan önce yaratıldığını anlayabiliyoruz. Özgür iradelerinin olduğunu da görüyoruz.


Secde

7 O, odur ki, yarattığı her şeyi güzel yarattı. Ve insanın yaratılışına çamurdan başladı.

8 Sonra onun neslini bir üsareden, hor görülen bir sudan oluşturdu.
9 Sonra ona bir biçim verdi ve onun içine kendi ruhundan üfledi. Sizin için, işitme gücü, gözler ve gönüller vücuda getirdi. Ne kadar da az şükredersiniz!

Burada da Adem’in yaratılışına atıf var.

Anne rahmindeki yaratılışla ilgili ayetler konu ile bire bir ilintili olmadıgından şimdilik onlara değinmeye gerek yok diye düşünüyorum.


İlk insanın yaratılışıyla ilgili elimizde çok bilgi yok.

(Ama ayetlerin verdiği bilginin bilimle çelişen bir tarafı da yok. 1400 yıllık bir kitabın “biz insanı oksijen, karbon,hidrojen… elementlerinden yarattık” demesindense böyle zamanüstü ve her çagda anlaşılabilen bir dille anlatması bence çok hoş ve heyecan verici… Ruh’un ve Ruh üflemenin ne anlama geliyor olabildiği, bunun İsa ve Adem’in yaratılışındaki ortak formulun bir parcası oldugu zaten pek çok kez tartışıldı.)

Konuyla ilgili diğer ayetlere gececek olursak;

Öncelikle az sonra bahsi bolca geçecek olan İblis’in kim oldugunu açıklıga kavusturalım:


Kehf

50 Hani, biz meleklere “Âdem’e secde edin” demiştik de İblis dışında hepsi secde etmişti. İblis, cinlerdendi. Kendi Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz, benim beri yanımdan, onu ve onun soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin düşmanınızken. Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu!

İblis melekmiş. Ama Rabbin emrine ters düştüğü için cin olmuş. Yani isyankar ve Rabbin emrine uymayan meleklere cin deniyor. Buradaki İblis “cinlerdendi” ifadesi ise Allah’ın bunu zaten önceden bildiğini vurguluyor ve Bakara 30’daki “Şu bir gerçek ki ben, sizin bilmediklerinizi bilmekteyim.” ifadesiyle mükemmel bir uyum gösteriyor. Yani Adem’in yaratılışında melekleri kendileriyle yüzleştirme ve içlerinden isyankar olanlarını ortaya döküp hak ettikleri karşılığı verme durumu var.


Kısaca;
İblis-> cinlerin atası
Adem-> insanın atası


Araf

11 Andolsun ki sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da meleklere “Âdem’e secde edin” dedik. Onlar da secde ettiler. Ama İblis etmedi, secde edenlerden olmadı o.
12 Allah buyurdu: “Sana emrettiğimde secde etmeni engelleyen neydi?” İblis dedi: “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın
13 Buyurdu: “O halde in oradan. Senin haddine mi orada büyüklük taslamak! Hadi çık! Sen alçaklardansın.”
14 Dedi: “İnsanların diriltileceği güne kadar bana süre ver.”
15 Buyurdu: “Süre verilenlerdensin.”
16 Dedi: “Beni azdırmana yemin ederim ki, onları saptırmak için senin dosdoğru yolun üzerine kurulacağım.”
17 “Sonra onlara; önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından musallat olacağım. Birçoklarını şükreder bulamayacaksın.”
18 Allah buyurdu: “Çık oradan. Yenik düşmüş ve kovulmuş olarak. Onlardan sana uyan olursa yemin olsun ki, cehennemi tamamen sizden dolduracağım.”
19 “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette oturun, dilediğiniz yerden yiyin ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de zalimlerden olursunuz.”
20 Derken, şeytan, kendilerinden gizlenmiş çirkin yerlerini onlara açmak için ikisine de vesvese verdi. Dedi: “Rabbinizin sizi şu ağaçtan uzak tutması, iki melek olmayasınız yahut ölümsüzler arasına katılmayasınız diyedir.”
21 Ve onlara, “ben size öğüt verenlerdenim” diye yemin de etti.
22 Nihayet onları kandırarak aşağı çekti. O ikisi ağaçtan tadınca çirkin yerleri kendilerine açıldı. Bahçenin yapraklarından yamalar yapıp üzerlerine örtmeye başladılar. Rableri onlara seslendi: “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Ben size, şeytan sizin için açık bir düşmandır demedim mi?”
23 “Ey Rabbimiz, dediler, öz benliklerimize zulmettik. Eğer bizi affetmez, bize acımazsan elbette ki hüsrana uğrayanlardan olacağız.”
24 Buyurdu: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde belirli bir süreye kadan mekân tutmanız ve nimetlendirmeniz öngörülmüştür.”

Ateistler tarafından Lord of the Rings üçlemesinin dördüncü ayağı gibi algılanan bu yaratılış kıssasını dikkatli bir şekilde, ayetlere sembolik anlamlar yüklemeden ve ön yargılarımızı bir kenara bırakarak inceleyelim bakalım.


İblis diye bir varlık var. Önce bir kişilik özelliklerine bakalım:

İsyankar, ırkçı, kibirli, yalancı, düzenbaz, sahtekar, egoist…

İsyankar: Rabbinin emrine karşı geliyor.
Irkçı-kibirli: O topraktan ben ateştenim diye artistlik yapıyor.
İftiracı- yalancı: “Rabbinizin sizi şu ağaçtan uzak tutması, iki melek olmayasınız yahut ölümsüzler arasına katılmayasınız diyedir.” diye yalanlar uyduruyor. Hem de bunları Allah adına ve Allah’ın sozlerini (ağaca yaklaşmayın) açıklama adına yapıyor.”
Düzenbaz-sahtekar: yalanlar üzerine yemin ediyor, “ben size öğüt verenlerdenim” diyor.

Egoist: Ben yandım herkes yansın mantığı güdüyor. Hatasından dönmek yerine iyice azgınlaşıyor.



Şimdi bu karakterde bir varlık yarattık kafamızda…

(Bu arada bu ayetlere sembolik anlam yükleyen müslüman arkadaşlar da umarım bunu yapıp ayetlerin anlamlarını eğip bükmeden “literal” anlamlar üzerinden de ders yüklü çıkarımlar yapılabileceğini görürler.)

Yukarıda betimlenen varlık Tanrı’dan rakibinin ayağını kaydırmak üzere izin alıyor. Ve daha önceden Meleklerin test edilmesi / kendileriyle yüzleştirilmesi için kullanılan Adem’in, bu kez isyankar olan melekler, yani cinler (İblis ve soyu) tarafından test edilmesine karar veriliyor. Ve Allah İblis’e uyan herkesi cezalandıracağını söylüyor.

Cennet bahçesinde yaşayan Adem’in karakterine gelecek olursak..

Unutkan, saftirik, pek sorgulamayan, hemen oyuna gelen, Rabbine İblis gibi kasıtlı olarak değil, farkında olmadan karşı gelen bir tip… Yani onun itaatsizliğinin en temelinde yatan şey ve yanlışa sapmasına neden olan hatası kibiri yahut egoizmi değil daha ziyade saf yapısı, birşeyin aslı astarı ne iyice sorgulamadan inanması-kanması… Bir de ölümsüzlük zaafı var.

Karakterler kafamızda iyice oturduysa devam edelim.

Yaratılış kıssasına göre;

Adem’in soyu ve İblis’in soyu kıyamete kadar birbirlerine düşmanlar.
Ve bu savaşta aktif role sahip olan unutkan ve saftrik Adem ve soyundan çok, İblis ve yandaşları. İddiasını gerçekleştirmek ve “rakibini” peşinden cehenneme sürüklemek, tuzağına düşürmek için herşey mübah ona…

Tüm bunları bilen Allah Adem’den yana olmalı ki Kitaplar yolluyor ve bu kitapların içinde bu sinsi çekişmeye yer veriyor. Defalarca farklı şekillerde anlatıyor…“Dunya aslında gorunmeyen kötü ve (genellikle özünde iyi olan) insan arasındaki bir savaş” diye öğütler veriyor insana… Türlü türlü söylüyor. Uyarıyor… Ona uyanı-oyununa gelip fark etmeyeni, pişman olmayanı cehenneme atacagım diyor…


Ve hikayemiz burada sona eriyor.

Şimdi işin son kısmına geçiyoruz…

Burada artık sadece ayetleri baz almayacağız… Ayetleri sınayacağız…
Dünyayı, yaşamı, insanları gözlemleyeceğiz ve empati kuracağız… Bir anlamda tüme varım yapacağız…

Şimdi bir anlığına bu hikayenin gerçek olduğunu düşünelim, biraz FRP oynayalım ve eğer biz İblis olsaydık nasıl tuzaklar kurardık biraz düşünelim….


Ben kendi adıma;

1. İnsanlığa doğru yolu göstermek üzere gönderilmiş kitapları tahrif ederdim.

(“Hem zaten dosdoğru yolun üzerine kurulacağım” da demiştim hazır)

2. Herhangi bir koruma altındaysa ve bu kitapları tahrif edemiyorsam mesajlarının üzerini örtmek için didinirdim.

a) Daha önce cennet bahçesinde Adem’e yaptıgım gibi Allah adına ve Allah’ın sozlerini (“agaca yaklaşmayın”) açıklama adına yalanlar söyler, kafa bulandırırdım.

b) İnsanların duygularını süistimal eder onları sevdikleri insanları alet ederek oyuna getirirdim. (Örneğin peygamber ve bunlar onun sözleri der kandırırdım)

c) Muhakkak örfe ve geleneğe sızardım ki İlahi kitapların verdiği mesajları ve buyrukları çarpıtabileyim. Örneğin Kitapta kadının ekonomik haklarını garantiye alan “mehir” sistemi varsa ben örfe “başlık parası” adı altında, mehirle karışan ama aslında alakası olmayan bir sistem sokuştururdum.

d) İnsanların felsefeye olan ilgilerini sömürür, ayetlere sembolik anlamlar yükletir, batıni, ezoterik anlamlar diye birşey uydurur… polarite, diyalektik vs. kavramları sayesinde “aslında gercekte varolmadıgımı ve sadece dünyevi bir yanılsama oldugum” yalanını benimsetirdim.

e) Rehber / Kutsal kitapların yogun uygulanma ihtimali olan bölgelerde ordumu sağlamlaştırır kaos yaratır, onlar örtülerle, hımarlarla ugrasırlarken ben mesajın üzerini örtmüşlüğün verdiği keyifle zevkten dört köşe olurdum…

f) Onları kendi içlerinde parçalara bölerek zayıflatırdım. Aralarına düşmanlık sokardım…

3.Cin-peri masalı diye bir “genre” (janr?) uydururdum. Bunların çocuk hikayeleri oldugunu ve “aklı başında yetişkinlerin” asla bunlara inanmaması gerektiğini bir güzel aşılardım… gücüme ve yapabileceklerime inanmayanlar karşısında güç kazanırdım.

4. Kendimden başka “görünmeyen bir varlık türü” icad ederdim. Buna da Rehber kitapta farklı bir anlama gelen yarı-gizemli bir kelimenin adını verirdim….Meslea: “ruh” … İnsanların saflığından ve kaybettikleri sevdiklerine olan zaaflarını kullanır; onlarla iletişime geçebileceklerine inandırır, kandırır, yanlış şeylere inandırırdım. Böylelikle daha sonra yoldan saptırmak için empoze edeceğim şeylere ortam hazırlardım. (reenkarnasyon, sembolik cennet-cehennem, ruhlar alemi, hayaletler vs.)

5. Varoluşu anlamlandıracak farklı alternatifler yaratırdım.

Ruhçu öğretiden yola çıkarak onlarca şey daha ekleyebilirdim listeye… Ama herkesin bu öğretinin gerçek yüzünü kavramamış olduğunu hesaba katarak daha gözlemlenebilir, somut, gündelik hayatı biraz “bu gözle” gözlemleseniz fark edeceğiniz örnekler vermeye çalıştım…

Listeyi uzatabilirsiniz….Sizin hayal gücünüze (!) kalmış…

Ben bu Tolkienvari fantastik peri masalına (!) inanmadan önce bunları çok düşündüm… (by Epifun)

http://forumeydan.ipbfree.com/index.php?showtopic=1062

posted in KADER | 0 Comments

15th Mart 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DİN ve DEVLET İLİŞKİLERİ-TEOKRASİ ve LAİKLİK

DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

1- DEVLETİN DİNİ

2- LAİKLİK

3- KUR’AN’A UYGUN MÜSLÜMANLIK

4- TARİKATLAR

5- DİN EĞİTİMİ

6- SİYASİ PARTİLER

7- ORDU-MİLLET KAYNAŞMASI

KİTAB-I MUKADDES’E VE KUR’AN’A GÖRE TEOKRASİ VE LAİKLİK

1- KİTAB-I MUKADDES VE TEOKRASİ

B- Teokrasi İle İlgili Yorumlar

C- Kilise Ve Teokrasi

2- KUR’AN VE TEOKRASI

3- LAİKLİK

4- DEĞERLENDİRME

 

 

 

 

DİN ve DEVLET İLİŞKİLERİ-TEOKRASİ ve LAİKLİK

Her şeyimizi Allah’a borçluyuz, kimse onun verdiğinden fazlasına sahip olamaz. “Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.” (Bakara 2/255) Buna her insan inanır ve inancını bir şekilde ifade eder.

Putlara tapanlar da buna inanır. Bunlar putları, Allah’a yakın saydıkları bir kısım ruhanilerin simgesi olarak görür ve onlara, kendilerini Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye taparlar. Ama bu inanç akla aykırıdır. Hayallere ve efsa­nelere dayanır. Doğruluğunu kanıtlayacak bir tek bilgi ve belge yoktur. Bu şirktir.

Günümüzde tanrıtanımaz diye adlandırılan ateistler de aslında Allah’a inanır­lar. Adına ister Doğa, ister Gök Tanrı isterse ne denirse densin, bütün varlıkları yaratan ve ev­renin tek hakimi olan Allah’ı inkar mümkün olmadığından tanrıta­nımaz, baba­sını tanımazlık eden kişiye benzer. O, sıkışık zamanında nasıl ba­basını ararsa bu da dara düşünce Allah’a sığınır. Aslında bunlar, Allah’ın kendi­lerine her şey vermesini ama emir vermemesini isterler.

Bazı kimseler de Allah’ın emir vermesini kabul ederler. Ama onları sınıflara ayı­rır, kimini uygun bulur, kimini de uygun görmezler. Bunların durumu, Kur’anda yer alan şekliyle, Şeytan’ın durumuna benzer. Şeytan’ın o hale gelmesi, Allah’ın bir tek emrini uygun görmemesi ile başlamıştır. Yoksa o Allah’a, ahiret gününe ve inanılması gereken bir çok şeye inanır.

İnanç, insanın bütün ilişkilerini etkiler. İster özel alanda olsun, ister kamu alanında olsun, her yerde etkisini gösterir. Fakat insan bir inançta kalmayabilir. Ama inancı değişti diye yaşadığı bir toplumdan çıkıp bir başka topluma geçe­mez. Bu sebeple her toplum, değişik inanç sahiplerine katlanmaya hazır olma­lıdır. Ulaşım ve haberleşmenin geliştiği, bir çok kimsenin doğup büyüdüğü top­lumu terkedip başka yerlere göç ettiği çağımızda, kendimiz gibi inanmayanlara katlanmak, kaçınılmaz bir zorunluluk halini almıştır. Çünkü köyünden kentinden ayrılıp başka yerlere gidenler inançlarıyla birlikte gitmektedirler.

Mantıklı düşünen her insan, hiç kimseyi kendi gibi inanmaya zorlayamaya­cağını anlar ama insanların çoğu mantıklı hareket etmezler. Bu sebeple de inanç farklılıkları, düzinelerce probleme yol açar.

Toplumlara doğru görüşlerin egemen olması gerekir. Bu konuda doğru gö­rüş, insanların inandıkları gibi yaşamalarına imkan vermektir. Ne yazık ki, etkili ve yetkili mevkide olanlar, doğruların değil, gücün egemen olmasına daha çok önem verirler. Bu da zulümlere ve haksızlıklara yol açar.

Doğruların yerine gücün egemen olmasını isteyenler, aslında insanların kendilerine köle olmasını istemiş olurlar. Onlardan kimi bu konuda maddi gü­cünü, kimi devlet gücünü, kimi de dini kullanır. Bu sebeple hürriyetler konusu, ta­rih boyunca insanlığın en önemli konu­su olmuştur. Hürriyet mücadelesine soyu­nan nicelerinin, etkili ve yetkili bir konuma gelince kendinden başkasına hürriyet tanımadığı çokca görülen bir gerçektir.

İlahi dinler, inançlara baskı yapmayı kesinlikle reddederler. Pey­gamberler hep bunun mücadelesini vermişlerdir. Onlar insanı, insana köle ol­maktan kurtar­maya ve Allah’tan başkasına köle olmamalarını sağlamaya çalış­mışlardır. Bütün pey­gamberlerin ortak isteği, insanların Allah’tan başkasına iba­det etmemesidir. “İbadet” sözlükte kulluk ve kölelik, yani kayıtsız şartsız boyun eğme anlamına ge­lir. Allah’tan başkasına ibadet etmemek, ondan başka kim­seye kayıtsız şartsız boyun eğmemek demektir. Ama dini, bir baskı aracı olarak kullanmak isteyenler, öncelikle onu, peygamberlerin gösterdiği çizgiden saptırıp tanınmaz hale getir­mek zorunda kalmışlardır.

Bunlar dini, kişisel olmaktan çıkarıp kurumsal hale getirmişler, insanları dine kabul ve dinden çıkarma işlemlerini törene bağlayarak inançları da kendi emirleri altına sokmuşlardır. Bir yandan da bu kurum sayesinde devlete hakim olma ve Allah adına devleti yönetme imkanına kavuşmuşlardır. Yönetime Allah adına el koyunca devletin bütün nimetlerinden yararlanmış ama verdikleri ekonomik ve sosyal sıkıntılardan, yaptıkları zulüm ve baskılardan Allah’ı sorumlu tutmuşlardır. Kimse Allah’a hesap soramayacağından kendileri sorumsuz bir mevkide bulun­muşlardır. İşte bu teokrasidir. Buna uygun teşkilatlanma hırıstiyanlarda vardır. Teokrasi, devletin kilisenin emrine girmesinin adıdır. Bunun kabul edilebilir bir ta­rafı yoktur. Onun için teokrasiye karşı verilen mücadele haklı bir mücadeledir. Laiklik bu mücadelenin adı olmuştur.

Teokrasiye başkaldırının simgesi olan laiklik, zamanla inançlara baskının aracı haline getirilmiştir. İnsanları kendilerine köle etme hırsı içinde olanlar şimdi, ya dini ya da laikliği kullanarak hürriyetleri ortadan kaldımaya çalışmaktadırlar.

 

 

DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

 

1- DEVLETİN DİNİ

1. Devlet bir kurumdur. Kurumların dini olmaz, insan­ların dini olur. Devlet namaz kılmaz, oruç tutmaz ve ahi­retle ilgili bir endişe taşımaz. Devlet gibi diğer kurum ve kuruluşların da dini olmaz.

Devleti veya bir kurumu idare eden­ler, kendi inançla­rını idarelerine yansıtır­lar. Bu tabii bir durumdur. Müslümanların hakim ol­duğu devlete is­lam devleti, hı­rıstiyanların ha­kim olduğu devlete de hırıstiyan devleti denmesi bundandır. Tabii olmayan, idarecilerin halkı kendileri gibi inan­maya zor­lama­larıdır. İşte din devleti veya ideolojik dev­let böyle do­ğar. Bir inancı zorla de­ğiştir­mek mümkün ol­madı­ğından böyle yer­lerde iç çekiş­me­le­rin, baskı ve zu­lümlerin sonu gel­mez.

2. Dinin özü imandır. İmanın temeli de kalp ile tasdiktir. Kalp insanın iç dünya­sında­dır. İnsan bu­rada alabildiğine hür­dür. Hiçbir inanç, insana zorla kabul et­tiri­lemez. En baskıcı rejim­ler dahi bunu başaramazlar. Allah Teâlâ şöyle bu­yu­rur:

Dinde zorlama olmaz; ar­tık doğru ile eğri birbirinden iyice ayrılmıştır. Bundan böyle kim zorbaları tanımaz da Allah’a inanırsa kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bi­lendir.” (Bakara 2/256)

Bu sebeple müslüman­lar kimseyi müslüman olmaya veya müslüman gibi dav­ranmaya zorlayamazlar; tam tersine herkese inandığı gibi yaşama imkânı verir­ler. Bu böyle olduğu için müslüman­ların devleti, din devleti yani teokratik devlet ola­maz. Onlar, insan­ları Allah adına değil, kendi adlarına yönetirler. İyi yöne­ten sevap kazanır. Kötü yö­neten ise onun sorumlulu­ğunu üstlenir

3. Türkiye’de din deyince İslam an­laşılır. Bu di­nin bir peygamberi, bir de Kitabı vardır. Müslüman olmak isteyen, o peygambe­rin gösterdiği ve bu Kitab’ın bildirdiği gibi inanır ve yaşar. Yani Kur’an’a uyar.

Bir de Kur’an’ı kendilerine uyduranlar vardır. Bunlar, hem diledikleri gibi ya­şamak hem de müslüman sayıl­mak is­terler. Onun için kendilerine uy­mayan ayet ve hadislerin bir kısmını eski çağ­larla ilgili görüp yürürlükten kalkmış sa­yarlar, bir kısmını da farklı yorumlarlar. Böylece hayatla dini ba­rıştırmış, dine çağdaş bir yorum ge­tirmiş oldukların dü­şünürler.

Kur’an’ı kendine uydurmaya çalış­manın doğru olmadığını onlar da bildi­ğinden içlerini rahatlatmak için destekçi­ler ararlar. Kendilerine yakın gördüklerini öne çı­ka­rır, diğerlerini geri iterler. Devlet adına ya da bir kurum veya kuruluş adına konuştukları hava­sını vererek güçlü görünmek isterler. Bu yanlış bir yoldur. Çünkü din konusunda kim konu­şursa konuşsun kendi adına konuşur.

Din devleti demek doğru olmadığı gibi dinsiz devlet demek de doğru de­ğildir. Dindarlık veya dinsizlik sadece insan­la ilgili bir kavramdır. Bu sebeple hiç kimse, din konusunda devlete ait bir kurum veya kuruluş adına ko­nu­şa­maz. Çünkü bu kurum ve kuruluşlar, aynı inanca mensup kişilerin oluş­tur­duğu bir dinî cemaat değildir. Dinî bir konuda bun­lar adına konuşan kişi, kendi inan­cını o ku­rum veya kuruluşlara mensup kişi­lerin inancı gibi göstermiş olur ki, buna kim­senin hakkı yoktur.

Din ile ilgili olarak her müslümanı bağla­yan şey­ler; Kur’an ayetleri, sahih hadis­ler ve icma ile belirlenmiş şeylerdir. İcma, aynı devirde yaşayan İslam bil­ginlerinin ta­mamının dinle ilgili bir konuda görüş bir­liği sağlamasıdır.

4. Din hürriyetinin teminatı Kur’an’dır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Rabbin dileseydi, yeryü­zünde bu­lu­nanların hepsi inanırdı. Öyle iken in­san­ları inanmaya sen mi zorlaya­cak­sın?” (Yunus 10/99)

İnsanın dış dünyası da içi gibi hür ol­malıdır. İşte gerçek kişiliğe o zaman kavu­şur.

5. Devletin vatandaşı ile iliş­kisi dinî veya ideolojik bo­yutta değil, adalet bo­yu­tunda olmalıdır. Devletin te­mel gö­revi, adaleti, iç ve dış güvenliği sağla­mak, vatan­daşların temel hak ve hürri­yetle­rine engel olan şeyleri ortadan kaldırmaktır.

Devlet baskısı ile inanmış gözüken­ler vücuda alınmış mikrop gibi olur, güçlü hale gelince hastalık yaparlar.

İnançlarına baskı yapıl­mayanlar da vücuda yapıl­mış aşı gibi ülkeyi koruma görevini üstlenirler. Osmanlı devletin­deki azınlıkların kendilerini azınlık değil, devle­tin şerefli bir vatandaşı saymaları çok önemliydi.

Devlet güneş gibi olmalı­dır. Güneş nasıl müslüman, hırısti­yan, yahudi, zen­gin, fa­kir ve ırk ayırımı yapmadan her­kese aynı mesafede ise devlet de va­tandaş­larına karşı hep aynı mesafede durmalıdır.

 

 

2- LAİKLİK

6. Laiklik Fransa’da doğmuş­tur. Fransızca’da dinî kuruluş­ların hakimi­ye­tinden bağım­sız olan ku­ruma Laik (laic veya laique) de­nir[1]. Bu ül­kede dinî kuru­luş de­yince Katolik kilisesi anlaşılır. Lâiklik mü­cadelesi hırıstiyan­lığa karşı değil, kili­seye karşı verilmiştir.

7. Kilise, Allah adına hareket et­tiğini öne sürerek kralı, hü­kü­met­leri ve vali­leri belir­le­mede ve gö­reve getirmede kendini yetkili görmüştür[2]. Bugün, seçilmiş kişi­lere ye­min ettir­mekle bu yetkisini az da olsa sür­dürmek­tedir. Fransız tarihi, kili­seye karşı ve­ril­miş mücadelelerle dolu­dur. Kilisenin devlet üzerin­deki ege­menliğini kırma ça­baları XIV. yüz­yılda başlamıştır[3].

8. Laiklik mücadelesinin dine karşı veril­mediğinin en önemli göstergesi, Fransa’da ku­rucu meclis üyeleri tarafından hazırlanan ve Ağustos 1789’da kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 10 ve 11. mad­deleridir. Bu madde­ler şöyledir:

Madde 10. Hiç kimse, dinsel inançları dahil, inançlarından dolayı rahatsız edi­lemez; elverir ki, bu inançların açık­lan­ması yasa tarafından sağlanan kamu düzenini bozmasın.

Madde 11. Düşünce ve inançların başkalarına öz­gürce iletilmesi insanın en önemli haklarından biridir; her yurttaş öz­gürce konu­şabilir, yazabilir ve bunları basıp yayabilir; bu özgürlü­ğün kötüye kullanılmasından ancak yasaca belirle­nen du­rumlarda sorumlu olur.

9. Bu bildirge, 1791 tarihli Fransız Anayasası’nın baş­langıç bö­lümü ol­muştu[4]. Bu anayasa, Katolik Kilisesinin imtiyaz­larına son vermeyi ve protestan, yahudi veya dinsiz olanların haklarını, özellikle din ve vicdan hürri­yeti adına her çeşit dinî gö­rüntüyü eşit görmeyi hedefli­yordu[5]. Çünkü kilise bir başka din men­su­buna hayat hakkı tanı­mazdı.

Bildirgenin başlangıcında insan hak ve hürriyetlerinin önemi şu ifadelerle be­lirtil­mektedir:

“Fransız halkının, Ulusal meclisi oluşturan temsilcileri, halkın mutsuzlukla­rına ve hü­kümetlerin yozlaşmasına tek neden olarak, insan hakları­nın bilinme­mesini, unutulma­sını ve çiğnenmesini gördük­lerinden insanın doğal, vaz­geçil­mez ve kutsal haklarını resmi bir Bildirge ile açıkla­maya karar verdiler..”

10. Burada özgürlüğün tanımı yapılmış ve yasa ile gere­ğinden fazla sınırlan­maması için Bildirge’ye madde kon­muş­tur. İlgili maddeler şöy­ledir:

Madde 4. Özgürlük başka­sına zarar vermeyen her şeyi yapabilmek demektir. O halde her insanın doğal haklarının kullanılması ancak, toplumun öteki üyele­rine sağladığı aynı nitelikteki haklarla sınırlanır. Bu sınırlar ancak yasayla be­lir­lenebilir.

Madde 5. Yasa yalnızca topluma za­rar verici eylem­leri yasaklar. Yasa ta­ra­fın­dan yasaklanmayan hiç bir şeye en­gel olunamaz ve hiç kimse yasanın em­retmediği bir şeyi yapmaya zorlana­maz.

11. Türkiye’deki resmi belge­lerde de lâiklik dine karşı değildir. Anayasa’nın 2. mad­desi şöyledir:

Türkiye Cumhuriyeti, toplumun hu­zuru, milli daya­nışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına say­gılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, de­mokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

12. Demek ki, lâiklik Türk Devleti’nin bir özel­liğidir. Devletin bir başka özelliği de insan haklarına saygılı ol­masıdır.

Anayasa’nın 24. maddesi her vatan­daşa vicdan, dinî inanç ve kanaat hürri­yeti ta­nımıştır. Yani Anayasa, lâik­li­ğin devletin bir özelliği ol­duğunu, vatanda­şın dindar olabileceğini kabul etmiştir.

13. Anayasa’nın 26. maddesi de dü­şün­ceyi açıklama ve yayma hürriyeti ver­miştir. Maddenin giriş cümlesi şöy­ledir:

Herkes düşünce ve ka­naatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek ba­şına veya toplu olarak açık­lama ve yayma hakkına sa­hiptir…”

Anayasa’nın böyle olması tabiidir. Zaten İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 16. maddesi şöyledir:

Hakları güvence altına alınmamış, kuvvetlerin ayrı­lığı belirlenmemiş toplum­la­rın anayasaları yok demek­tir.”

14. 1948’de Birleşmiş Milletler ta­rafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi de düşünce vicdan ve din hürriyeti konu­sunu karara bağlamıştır. Bu madde dini, ne sosyal alan­dan ne kamu alanından ne de başka bir alandan so­yut­lar. Böyle bir şey zaten dü­şünüle­mez. Dindar kişi, di­ni­nin emrini bıraka­rak başka kişilerin emrini ye­rine getire­mez. Eğer ye­rine getirmek zorunda ka­lırsa ya giz­lice ya da açıktan buna karşı koyar. Bu da İnsan ve Yurttaş Hak­ları Bildirgesi’nin giriş kıs­mında belir­tildiği gibi “…halkın mutsuzlukla­rına ve hükümetlerin yozlaşma­sına..” sebep olur. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 18. mad­desi şöyledir:

Herkes düşünce, vicdan ve din öz­gür­lüğüne sahiptir; bu herkes için yalnız ya da topluca, gerek kamu önünde ge­rekse özel olarak öğre­timle, uygulama­larla, ta­pın­mayla ya da dinsel yükümlü­lükleri ye­rine getirerek dinini ya da inan­cını ortaya koy­mak öz­gürlüğünü de içe­rir[6].

15. Anayasa’nın Başlangıç’ında da; .. lâiklik ilkesinin ge­reği kutsal din duygula­rının, Devlet işle­rine ve politikaya kesin­likle karış­tırılma­yacağı..” ifade edil­miştir. Demek ki va­tandaşa hizmet götü­rülürken dinî inançlarına göre ayı­rım yapı­lamaz­.

16. Bu, İslam’da zaten vardır. Bu konuda sabıkası olma­yan bir dinin men­subuyuz. Dinimiz insanlarla ilişkilerde onların dinle­rinden kay­nakla­nan bir ayırıma izin vermez.

17. Bütün bu durumlara göre la­iklik, dine karşı değil devle­tin dinî kurumların ha­ki­miye­tine girmesine karşıdır.

İslam’da devleti hakimiyeti altına alacak bir dinî kurum yoktur. Fransa’da kiliseye karşı yürütülen laiklik müca­delesi bir kaç asır sürmüş ve çok kanlı olaylar meydana gelmiştir ama Türkiye Cumhuriyeti lâikliği kabul eder­ken hiçbir dinî kuruluşun tepkisini almamıştır. Çünkü İslamda hem devleti hakimi­yeti altına alacak bir dinî ku­rum yoktur hem de lâiklik için yapılan yukarıdaki tamınların İslam’a aykırı bir yanı yoktur. Ayrıca İslam’da ruhban sı­nıfı da bulunmaz. Hiç kimse bu dini, insanlar üzerinde nüfuz sağlamanın aracı olarak kullanamaz. Camiler de ki­lise teşkilatı gibi değildir[7].

İslam, inançlara baskı yapılmasını kabul etmez. Bir kimsenin müslüman ol­ması tamamen kendi kara­rına bağ­lıdır. Bunun için bir dinî kuruluşun onayı aranmaz. Vaftize benzer bir törenin ya­pılması da sözkonusu değildir. Çünkü İslamda ne din adamı, ne de bir başka kişi Allah adına hareket edebilir. Allah müslüman ol­mayı öyle bir kaideye bağ­lamıştır ki, buna kimse karı­şamaz. Çünkü dinin özü imandır. İmanın temeli de onu içten kabul etmek, yani kalp ile tasdiktir. Kalpteki tasdiki bir o kişi, bir de Allah bilir. Orası in­sanın en hür ol­duğu yerdir. Bu se­beple hiç kimse bir inancı kabule veya inkara zorlanamaz.

18. Kiliseye benzer bir teşki­latı ol­ma­yan, din adamla­rını birer ruhanî lider değil, sa­dece din konusunda toplumu aydınlatan ve onlara ör­nek olmaya çalı­şan kişiler olarak gö­ren ve kapısını teokrasiye tama­men kapamış olan bir di­nin yaygın olduğu yerde lâiklik ne anlama gelebilir?

İşte problem tam bu nok­tada doğmak­tadır. Burada lâikliği İslamın alternatifi sa­yan ve onu dine karşı kabul edenler ortaya çıkmaktadır.

19. Türkiye’de, azımsanma­yacak oranda ateist[8], yani hiç bir dini kabul etmeyen­ insanlar vardır. Kimileri de dine uzak dururlar; ondan beğendiklerini alır beğenme­diklerini kenara iterler. Bunlar etkin ko­num­dadırlar.

Ateistler din ile ilgili her görüntüyü lâikliğe aykırı sayarken dine uzak duran kişi­ler, kendilerinin hoşlan­madığı dinî görüntüleri laik­liğe aykırı sayıp or­tadan kaldır­maya çalışırlar. Bunlar laikliği dinî bir ku­rumun haki­miyetine karşı müca­dele ol­mak­tan çıkarıp doğrudan dine karşı mücadeleye dö­nüş­türmüş­lerdir. Onlara göre Allah’ın sosyal ve kamusal alanla ilgili emirleri uygula­namaz. O alanda yetkili olan kendileridir. Bunu açıkca söylemezler ama söz, davranış ve uygulamalarına başka bir anlam verme imkanı yoktur. Özel alanı da ilgi­lendirse, kendi karar ve uygulamalarına, dine aykırı diye karşı çıkılmasını asla kabul etmezler. Onların görüşlerine aykırı düşen dinî emir ve uygulamalar ya değiştirilmeli, ya da yürürlükten kaldırılmalıdırlar. Onların saygı duydukları din, kendi anlayışlarına uyan dindir. İslam dini konusunda karar mercii, Kur’an, sünnet ve din bilginleri değil, kendileridir. Yani insanlar, ancak onların mü­saade ettik­leri kadar dindar olabilirler.

20. Vicdanlara sıkıştırılmak istenen din, İslam dini olunca ona karşı mücadele çok zor olmaktadır. Çünkü islam’a karşı çık­mak her şeyden önce evrensel değerlere karşı çık­maktır. Zira İslam’ın iste­diği şey­ler, insan tabiatı ve sosyal hayatla, yani bü­tün evrensel de­ğerlerle tam bir uyum içindedir. Çünkü bu din, o değerleri ko­yan Allah’ın di­nidir. Kur’an’da şöyle buyuru­lur:

“Sen yüzünü dosdoğru bu dine, Allah’ın fıtratına (yaratma kanununa) çevir. O İnsanları ona göre yaratmış­tır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. İşte sağlam din bu dindir. Ama in­sanların çoğu bunu bilmez­ler.” (Rum 30/30)

21. Bu sebeple onlara lâiklik tanımından, insan hakların­dan, anayasa ve yasalarla tanınmış haklardan ve ev­rensel değer­lerden bahset­tiğiniz za­man ülkenin özel şartlarını ileri sürerek kabul etmezler. Laiklik devletin bir özelliği iken onu kendilerine ait bir özellik olarak belirtir ve “Ben lâikim, sen laik değil­sin.” gibi ifadeler kullanırlar. İnsanları da “laik olanlar ve olmayanlar” diye ikiye böler­ler. Bunlar kendi vicdanlarına karşı da rahat değillerdir. Vicdanlarını rahatlat­mak için zaman zaman yaptıklarının doğru olma­dığını söyleyen­ler çıkar. İşte bü­tün hu­zursuz­lukların temelinde bu yanlış anla­yış ve davranış vardır. Bunlarla yapıla­cak en etkili mücadele, bıkmadan doğru­ları anlatmaktır. Çünkü ev­rensel değer­lere karşı mü­cadele ta başından kaybe­dilmiş bir mücadeledir. Eğer o değerlerin samimi savunu­cuları varsa onlar, kısa sü­rede başarıya ulaşırlar.

 

 

 

3- KUR’AN’A UYGUN MÜSLÜMANLIK

22. İslam Allah’ın dini, Hz. Muhammed de Allah’ın son elçisidir. Kur’an-ı Kerim, hem Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğu­nun belgesi, hem de Allah’ın insanlardan neler istediğini açıkça ortaya koyan ve güvenli yollarla bize ulaşmış olan ilahî kitap­tır. Bu sebeple Kur’an’ı iyi anlamak gerekir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Bunlar Kur’an üzerinde akıl yormazlar mı? Yoksa kalp­ler üzerinde kilitler mi vardır? (Muhammed 47/24)

And olsun ki, biz Kuran’ı, üzerinde dü­şünülsün diye kolaylaştırdık; ama hani dü­şü­nen? (Kamer 54/17, 22, 32 ve 40)

23. Müslümanlar Kur’an üze­rinde düşün­meyi asır­larca unuttular. Kur’an üzerinde akıl yorma gereği unutulunca o, ulaşıla­maz, erişile­mez bir kutsal sayıldı ve onu anla­yamayacağımız şeklinde bir ka­naat oluştu. Sonra eskile­rin her şeyi hallettiği savu­nuldu ve yeniliklere kapılar kapandı. Nihayet Kur’an, se­vap kazanmak için oku­nan bir kitap haline dönüştü.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Bu Kur’an, gerçekten en doğruya ve en sağlama ulaştırır.” (İsra 17/9)

Kur’an, gerçekten en doğru ve en sağlam olana ulaştırır. Fakat o, anlamak için değil de sadece sevap olsun diye oku­nursa onunla bir yere ulaşılamaz. Böyle bir şey, tıpkı kaliteli bir balın, sırf görüntüsü ve ko­kusu ile yetin­meye benzer. Yenmeyen balın vücuda ne faydası olur. Müslümanlar asırlardır böyle yapmışlar ve Kur’an ile yeterince bes­lenememişlerdir. Geleneksel kültür kalıpları ile hurafeler iç içe girmiş, halkı hurafeler sar­mıştır. Ama artık Kur’an’ı an­lamak için okuyanlar ve Kur’an üzerinde akıl yoranlar vardır. Bunlar kendilerini ve toplumu sorgula­mak­tadırlar. Bu hareket geçmişle de he­sap­laşmaktadır.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

İnanmış kimseler için Allah’ı gönülden hatırlama ve ondan inen gerçeğe içten bağ­lanma zamanı hâlâ gel­medi mi? Sakın daha önce kendilerine Kitap verilen­ler gibi olmayalar. Onların üze­rinden uzun za­man geçmişti de kalpleri katılaşmıştı. On­lardan çoğu yoldan çıkmış durumdadır. (Hadid 57/16)

24. Türkiye’de kendini müslü­man sayma­yan azdır. Kendini müslüman sayanlar iki kesimdir. Birinci kesim kendini inanç bo­yutunda müslüman sayar. Onların içinde oruç tutan, kurban ke­sen, bayram na­mazı kılan ve zaman zaman Cuma na­mazına gidenler vardır. Onlar Batı me­deniyetini he­deflemişlerdir. Kolaylık olsun diye onlara “Batıcılar” diyelim. Diğer kesim ise dinin emirle­rini yerine getirme arzu ve kararlılığı içindedirler. Onlara da “dindarlar” diyelim.

Batıcılar dindarları gerici ve tutucu sa­yar, dindarlar da onları dinin dışında kal­makla suçlarlar.

25. Son yıllarda gösterilen gayretler her iki kesimi de Kur’an’ın etrafında toplamış­tır. Kur’an’a yönelen Batıcılar, dindarlardan bir kısmının ya­şadığı dinin hurafelerle dolu olduğunu görmüşler ve böyle bir din anlayışı ve uy­gulamasından uzak oldukları için kendi­lerini şanslı saymış­lardır. Bu durum, böyle din­darları fena halde sarsmıştır. Bu sar­sıntı karşısında onlar kendilerini savunmak için Kur’an’a yönelince yapılan tenkitlerin ço­ğunun haklı ol­duğunu görmüşlerdir. Bu yö­neliş, hurafeye bulaşmış ol­sun olmasın, bütün dindarları ve Batıcıları derinden etki­lemiştir. Artık bunların hepsi, Kur’an’ın etra­fında tek vücut olma nokta­sına yaklaş­mış­lardır.

26. Bu sarsıntı, bazı kimselerin kendilerini tamamen dinin dışında görmelerine sebep olmuştur. Allah’ın Kitabına yönelmenin olduğu her yerde bu süreç kaçınılmaz olarak yaşanır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurur:

Onlara bu işte (din işinde) apaçık belgeler verdik. Birbirlerine düşmeleri ancak, kendilerine bu bilgi geldikten sonra, aralarındaki çeke­mezlikten dolayı oldu. İşte senin Rabbin kıyamet günü, onların ayrılığa düştükleri konularda aralarında hük­medecektir. (Casiye 45/17)

Ehl-i Kitap’tan ve müşrik­lerden olan o tanımazlar, kendilerine apaçık bir kanıt ge­linceye dek çözülecek değillerdi.

O (kanıt) Allah’ın elçisidir ki, tertemiz sayfalar okur.

Onlarda dosdoğru hüküm­ler bulunur.

Kendilerine Kitap verilen­lerin bölük bölük bölünmeleri, ancak bu apaçık belgenin (Kur’an’ın) onlara gelmesin­den sonra olmuştur. (Beyyine 98/1-3)

De ki: “Doğru geldi, eğri yok oldu. Çünkü eğri hep yok olagelmiştir.

İnananları esirgeyen ve iyileştiren ne varsa, biz Kuran ile onu indiririz. Ama bu, zalimlerin sadece yıkı­mını artırır. (İsra 17/81-82)

27. Kur’an’a yönelmenin güçlü olduğu her yerde çözülen gruplar, ellerindekini kay­betme korkusuyla harekete geçerler. Duygusal davran­dıkları için tozu dumana ka­tarlar. Kendilerine hiç bir şey anlata­mazsınız. Onlara karşı sabırlı olmak gerekir. Allah Teâlâ bu konuda şöyle bu­yurur:

“Sizde bir iyilik görülse bu onları tasa­landırır. Başınıza bir kötülük gelse ona da se­vinirler. Eğer sabırlı olur ve koru­nursanız onların kurduk­ları düzen size bir zarar vermez. Çünkü onlar ne yapsalar Allah, onu çepe­çevre kuşatır.” (Al-i İmran 3/120)

Bu çalkantılar faydalıdır. Bu sayede kimileri sevap kazanır, kimilerinin de gerçek kimliği ortaya çıkar. Sonunda sağlam bir din anlayışı elde etmek mümkün olur.

28. Kur’an’a yönelme bir fan­tazi ya da bir moda değildir; evrensel ve kalıcı boyut­ları olan ciddi bir iştir. Kur’an’a yönelme sloganı ile çıkan­lardan kimileri, Kur’an’a uyma yerine Kur’an’ı kendilerine uydurma çabasına girebil­mektedirler. Bunlar başkala­rını tenkit ederken kendileri­nin ne duruma düştüklerinin farkına bile varamıyorlar. Bu sebeple Kur’an’a yönelen herkes kendini bu açıdan sık sık sorgulamalıdır.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Allah’ın ipine hep birlikte sımsıkı sarı­lın; birbirinizden ayrılma­yın. (Al-i İm­ran 3/103)

Ey İnananlar! Allah’a bo­yun eğin, el­çisine boyun eğin, sizden olan yetkililere de. Bir konu üzerinde çeki­şince, eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu hemen Allah’a ve Resulüne götürün. Bu hem daha hayır­lıdır, hem de sonu daha iyi olur. (Nisa 4/59)

Allah’ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Sakın onların heveslerine uyma. Onlardan kaçın ki Allah’ın sana indirdiği­nin bir kısmın­dan seni saptır­masınlar. Eğer yüz çevirirlerse bilesin ki, Allah bir takım günahla­rına karşılık başlarına bir kötülük gelmesini istiyordur. Zaten insan­lardan çoğu ger­çekten yol­dan çıkmıştır.

Yoksa Cahiliye devri hükmünü mü arıyorlar? İyi bilen bir millet için kimin hükmü Allah’ın hükmünden güzel olabilir? (Mâide 5/49,50)

 

 

 

4- TARİKATLAR

29. Her insan, rahatlıkla gidip katılacağı sohbet ve dostluk ortamları arar. Peygamberler bu ortamı sağlamışlardır. Kendilerine her kesimden insan rahatlıkla ve hiçbir engele takılmadan ulaşabilmiş, sohbetlerine katılabilmiştir. Meselâ Hz. Peygamberin Medine’deki mescidine kadını erkeği, yaşlısı genci, alimi cahili, müslümanı kafiri, yerlisi ya­bancısı herkes rahatlıkla gi­rebilir ve sohbete katılabi­lirdi. Sohbet, Kur’an etrafında olduğu için herkes kendi bilgi ve kabiliyetine göre oradan bir şeyler alırdı. Burası bir dernek veya lokal gibi ol­madığı için ödenecek bir aidatı veya verilecek bir çay parası da yoktu.

30. Namazda okuduğu Kur’an’ın ma­nasını anlamayan kişinin namazı olur. Çünkü o, kendi­sine bu konuda verilen emri yerine ge­tirmektedir. Emrin içinde okuduğu Kur’an’ı anlama yoktur. Ama Kur’an’ı anlamak en önemli hedeflerden olduğu için namazda okunuşu da onu daha kolay anlayacak şekilde olur. Mebsut’ta bunu anlatan ifadeleri dikkatle inceleye­lim:

“Ona dua ve selam olsun, Hz. Peygamber şöyle de­miştir: “Kim imama uyarsa, o imamın okuması onun oku­ması sayılır.” O, meşhur bir hadisinde de şöyle demiştir: “İmam tekbir alınca siz de alın, imam okuyunca siz su­sun.” İmama uyan kişinin, imamın arkasında kıraatta bulunma yasağı büyük sa­habilerden 80 kişi tarafından rivayet edilmiştir. Bunların isimlerini hadisçiler toplamış­lardır. Sa’d b. Ebî Vakkas demiştir ki, “Kim imamının arkasından kıraatta bulu­nursa namazı bozulur.” Bunun anlamı şudur: Kur’an okumada asıl maksat onu okumuş olmak değil, onu anlamak, düşünmek ve ona göre davranmaktır. İbn Mes’ûd şöyle demiştir: Kur’an, ona uyulsun diye indirildi ama insanlar tuttu, onu okumayı ibadet saydılar.” İmam okur, ce­maat da okunan Kur’anı din­lerse istenen elde edilir. Ama namazda herkes kıra­atla meşgul olursa istenen şey yerine gelmiş olmaz[9].”

Demek ki onların asıl he­defi, namazda bile olsa oku­nan Kur’an’ı anlamaktı.

31. Tarikatlar, Hz. peygambe­rin yolunda gitseler, Kur’an’ı anlamaya yönelik sohbetler yapsalar, bu maksatla eğitim ve öğretim ortamları mey­dana getirselerdi çok iyi olurdu. Ama onlar, Kur’an’ı anlamak için çaba göster­mediler. Okudukları Kur’anlar akıllarına değil, kulaklarına ve gönüllerine hitabetti. Mana unutuldu, onun sözleri ve musikisiyle yetinildi. Böylece Kur’an, sohbetin süsü haline geldi. Bu durum, ka­çınılmaz olarak hurafelere ortam hazırladı. Tarikat şeyhi, tıpkı hırıstiyan azizi gibi ruhani li­der sayıldı ve ruhânî alemle bağlantısının olduğuna inanıldı. O, Allah ile mü­ritleri arasında bir vesile ve vasıta yerine kondu. Kur’an-ı Kerime göre her müslü­man Allah’ın dostu, yani veli kulu iken bu vasıf tarikat büyüklerine has kı­lındı. Dostun dosta nazı ge­çer, denilerek Allah’ın bunla­rın nazını çekeceği kabul edildi. Onların olağan dışı yollarla insanlara yardım edeceğine inanıldı. Tarikata girme, el alma şeklinde bir törene bağlandı. Bundan önce adayın o tarikattan na­sibinin olup olmadığını belir­lemek için rüya görmesi ve bu rüyayı şeyhe anlatması şartı getirildi. Böylece isten­meyen ve şeyh tarafından onaylanmayan kişilerin tari­kata alınması engellendi. Kapılar dışarıya sıkı sıkıya kapatılmış oldu. İnsanlar, ta­rikattan olan ve olmayan diye gruplara ayrıldı. Bu da tarikatın ve dolayısıyle şey­hin kutsallaştırılmasını sağ­ladı. Bir çok mürit, Allah’ın verdiği nimetleri şeyhinin himmetiyle elde ettiğini söy­lemeye başladı. Onlara bir çeşit vahiy geldiğine, gaybı bilebildiklerine inanıldı. Bunu kabul ettirebilmek için şeyhin keramet göstermesi bir ihti­yaç haline geldi. Sonra her mürit, şeyhine ait bir keramet yakalamak için seferber oldu. Küçük bir tesadüf, bü­yük abartılarla keramet ola­rak anlatılmaya başlandı. İlm-i ledün ve ilm-i bâtın diye bir ilim uydu­rularak onların böyle bir ilime sahip oldukları kabul edildi[10]. Böylece yaptık­ları saç­malıklar birer hikmet olarak algılanmaya baş­landı. 180 sene kadar önce, Nakşibendi tarikatının Halidiye kolunda şeyhe ra­bıta adı altında yeni bir iba­det türü ortaya kondu[11]. İş, şeyhte Allah’ın tecelli ettiğine kadar götürüldü. Dünyada müritlerine yardım edece­ğine inanılan şeyhin, ahirette de şefaat ederek müritlerini cehennemden kurtaraca­ğına inanıldı. Şeyh, sanki Allah Teâlânın özel kalem müdürü ve sır katibi gibi bir mevkiye getirildi. Kur’an’dan adeta cımbızla çekilmiş bir kaç ayetin manası ciddi biçimde tahrif edilerek bu yanlışlıklar Kur’an’a tasdik ettirilmek is­tendi. Allah Teâlâ bütün bu iftiralardan uzaktır.

Bunlar Kur’an’a temelden aykırı şeylerdir. Kur’an dik­katle okunursa görülür ki, bütün peygamberler hayat­larını, bu gibi şeylere karşı mücadele ile geçirmişlerdir. En üzücü olanı da o insanla­rın bu şeyleri, daha iyi müs­lüman olma arzusuyla yapmış olmalarıdır. Gerçeği öğrendikleri zaman, ne yazık ki, her şey bitmiş olacaktır. Duamız, bunların bu dünya­dan ayrılmadan doğruları öğrenip gerekli dönüşü yapmaları içindir. Şahsi araştırmalarımıza göre az veya çok yukarıdaki hurafe­lere ve burada sayamadı­ğımız nice hurafeye karış­mamış bir tarikat yoktur.

32. Müslümanların Kur’an ile ilişkileri onu, ma­nasını anla­madan okuma ve güzel sesli hafızların ağzından dinleme boyutuna indirildiği için tarikat şeyhlerini böyle bir konuma getirmek zor olmamıştır.

Şimdi örnek olarak onla­rın şu sözlerine ibretle baka­lım:

Haklı dahi görünse mürîdin üstadına itirazı ha­ramdır[12].

Şeyh müride bir şey telkin ettiğinde devamlı onunla meşgul olmalı ve kalbine hayır ve şer bir şey getir­memelidir[13].

Müride lazım olan şartlar­dan biri de şeyhin emrettiği şeyleri tevil etmeyerek ve geciktirmeyerek yapmasıdır. Zira tevil ve geciktirme bü­yük ke­sintiye sebeptir[14].

Mürit şeyhinin terbiye­sinde ölü yıka­yanın elindeki ölü gibi olmalıdır ki, şeyh, mü­ride istediği gibi hareket edebilsin[15].

Yani kısaca mürit şeyhinin kölesi ol­malıdır. Hatta köle­den de öte bir bağlılığı bu­lunmalıdır. Çünkü köle efen­disine za­man zaman baş kaldırır veya içten içe ho­murdanır ama mürit hem içi ile hem de dışı ile şeyhine tam boyun eğer.

33. Tarikatlar, insanı sönükleş­tirmekte, kendine olan gü­veni ortadan kaldırmakta ve onu kişiliksiz hale getirmek­tedir. Türkiye’de tekke ve zaviyeler resmen kapalıdır ama fiilen çok tarikat vardır. İnsanları bu konuda uyarmak için ciddi çalışmalar yapmak gerekir. Ancak devlet, bu konuda da taraf olmamalı ki, yapılan ça­lışmalara duygu­lar karışmasın, konu rahat bir ortamda tartışılsın ve iste­nen sağlıklı ve kalıcı sonuç­lara ulaşmak mümkün olsun.

 

 

5- DİN EĞİTİMİ

Din hürriyeti, dini öğrenme hürriyetini de içerir. Din eği­timi; inanç, ibadet ve ahlak eğitimi diye üçe ayrılabilir.

 

 

A- İnanç Eğitimi

34. Dine inanmak isteyen kişi, hangi eğitim sevi­yesinde ve ne durumda olursa olsun inanır ve inandığı gibi ya­şa­maya çalışır. Eğer inancını doğru öğ­renememişse boş­luğu hura­fe­lerle doldurur. Zamanımızda nice ilim adamı, yüksek bürok­rat, sa­nayici ve iş adamı samimi olarak dinini yaşama gay­re­tine girmiş ama inancı ile ilgili yeterli bil­gisi olmadığı için sonradan hurafecilerin ve is­tismarcıların esiri haline gelmiştir.

35. Bir müslüman, öncelikle hurafelerden uzak bir inanca sahip olmalıdır. Bunun en güvenli yolu, inancını Kur’an’dan öğren­mesidir. Kur’an, bütün insanlığı yara­tan Allah’ın kitabı olduğu için inancını Kur’an’dan öğrenen­ler bütün insanlığı ku­cakla­yan ve herkese karşı anla­yışlı davranabilen ufku açık insanlar olurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

De ki: “Doğru olan Rabbinizden ge­lendir.” Artık dileyen inansın, dileyen ta­nımasın. ( Kehf 18/29)

“Kim yola gelirse sadece kendi için gelir. Kim de yo­lunu kaybederse sadece kendi aleyhine kaybeder. Hiç bir günah­kar başkasının gü­nahını çekmez. Biz de bir elçi gönderinceye kadar azab etme­yiz.” (İsrâ 17/15)

Müslümanlığı doğru öğ­retmek için, Kur’an meali okullarda ders olarak oku­tulmalıdır. Bu, aynı za­manda hurafelere karşı güvenli ve etkin bir mücadele olur.

 

 

B- İbadet eğitimi

36. Namaz, oruç, hac ve zekat konu­sunda temel bilgileri doğru bilmek gerekir.

Namaz kılan herkesin Fatiha Suresini, namaz sure­lerini, Ayet’el-kürsîyi doğru okuması icabe­der. Namaz duaları ile günlük hayatta sıklıkla karşılaşılan konularla ilgili buyrukları ve öğütleri içeren ayetleri de öğrenme­lidir. Bunların sayısı azdır. Onları doğru okumak, kendi harfleriyle öğrenmeye ve o harfleri doğru seslendirmeye bağlıdır. İmam-Hatip Liselerini ve Kur’an Kurslarını bitirmiş olanlar bir yana, bu­gün kelime-i şehadeti dahi aslına uygun olarak seslen­direnler pek azdır. Bu du­rum, yüksek seviyede bilgi ve görgü sahibi olan nice insa­nın, bu konuda ezik­lik duy­masına ve kendini küçük görme­sine yol aç­maktadır.

37. Kur’an’ı, kendi harfleriyle doğru olarak okumak da her müslümanın arzu ve ihti­ya­cıdır. İşte bu arzusunu nor­mal yollarla, iyi yetişmiş öğ­retmenler gözetiminde gi­de­remeyenler şikayetlere yol açan yol­lara başvurmak zo­runda kalmaktadır­lar. Onun için ilkokuldan başlayarak iste­yen her öğrenciye Kur’an öğretmek ge­rekir. Kur’an kursları ve İmam Hatip Liseleri bu konudaki ihtiyacı tümüyle karşılayacak ka­pasitede değillerdir. Orta kı­sımları kapatılmadan önce İmam Hatip Liselerinde görü­len aşırı yığılmaların sebebi, evladına dinî eğitim vermek isteyenlerin bu arzularına di­ğer okulların cevap ve­re­memesidir. Diğer okullarda dinini öğre­nememiş olanların aşağılık kompleksine girme­leri de yanlış davranışların bir başka sebebidir.

 

 

 

C- Ahlâk Eğitimi

38. Kişinin kendine, ailesine, yaşadığı topluma, ülkesine ve bütün insanlığa karşı hak ve görevleri vardır. Bir müslü­man bu konudaki gö­revlerini; farzları, he­lâl ve ha­ramları doğru öğrenme­lidir. Böyle olmazsa örnek bir in­san ve iyi bir müslüman ol­ması mümkün olmaz..

D- İmam Hatip Liseleri ve Kur’an Kursları

39. 1340 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu, ilmi kuruluş­ların tamamını Milli Eğitim Bakanlığına bağlamıştır. Bu cümleden olarak,

Şer’iyye ve Evkaf Vekaletine bağlı medreseler ve mektepler,

Özel vakıflar tarafından idare olunan medreseler ve mektepler

Milli Savunmaya bağlı as­keri rüşti ve idadiler,

Sağlık Bakanlığı’na bağlı dar’ul-ey­tam­lar Milli Eğitim Bakanlığına bağlan­mıştır.

Bilindiği gibi kanunlar, görü­len lüzum üzerine çıkarılır ve sonradan ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar sebebiyle ya yürür­lükten kaldırılır, ya da değiş­tirilirler.

Tevhid-i Tedrisat Kanunundaki ilk de­ğişiklik 1341 tarihinde Askeri liselerin Milli Savunma Bakanlığına bağlanması ile yapılmıştır. Daha sonra sağlık personeli yetiştiren eğitim kurumları Sağlık Bakanlığına, Üniversiteler Yükseköğretim Kurumuna bağlanmış, vakıf­lara özel okul ve üniversite kurma yetkisi verilmiştir.

Bugün Tevhid-i Tedrisat Kanununa göre faaliyetini sürdüren tek kuruluş İmam Hatip Lisesidir. Bu kanunun İmam Hatiplerle ilgili ifadeleri şöyledir:

“.Maarif Vekâleti…imamet ve hitabet gibi hidemâtı dini­yenin ifası vazifesiyle mükel­lef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşad edecektir…”(4. Madde)

40. Bugün İmam Hatip Liselerinin prog­ram­ları imamlık ve hatiplik gibi gö­revleri yerine getirecek ele­man yetiştirmeye uygun değildir. Bunlar, Anayasa’nın 24. maddesine göre devletin denetiminde din eğitimi ve öğretimi yaptıran liselerdir. Buraya gelen öğrenciler de bu gayeyle gelmektedir. Din görevlisi olmak isteyen­ler ise İmam-Hatip Lisesi ya­nında bir Kur’an Kursu’na gitmektedirler. Sekiz yıllık kesintisiz eğitim uygulama­sından sonra, mihraba geçip namaz kıldıracak kişileri bulmak çok zor olacaktır. Çünkü lise çağında verilecek eğitimle doğru dürüst Kur’an okuyacak seviyede kişiler yetiştirmek hemen hemen imkansızdır. Zira Kur’an harflerini doğru seslendirmek için gerekli ağız ve kulak terbiyesi daha küçük yaşta verilmelidir.

41. Kur’an Kursları kısa ve uzun süreli ol­mak üzere iki çeşittir:

Kısa süreli olanlar Kur’an’ı yüzünden okutma ve bazı sure ve duaları ezber­letme gayesiyle açılmıştır. Öğrencilere bu süre içinde ihtiyaç duyulan din dersleri de verilmektedir. İlk ve orta dereceli okul­lardaki din dersleri yeterli olur ve Kur’an da öğretilirse hem bu kurs­lara ihtiyaç kalmaz hem de lise çağında öğrenciyi, Kur’an’ı doğru okuyacak şe­kilde eğitme güçlüğünün do­ğuracağı sakıncalar ortadan kalkar.

Uzun süreli Kur’an Kursları, İmam Hatip Liselerine destek olmaktadır. Buralarda hafız yetiştiril­mekte ve daha yoğun bir din eğitimi ile öğrenciler mes­leğe hazırlanmaktadır. Tevhid-i Ted­risat Kanunundaki hedeflere an­cak bu şekilde ulaşılabilmek­tedir. Yoksa imamlık ve ha­tiplik yapacak memurları ye­tiştirmek mümkün olmamak­tadır. İmam Hatip Liselerinin programları, iyi bir seviyeye ulaştırılmazsa bu kurslara olan ihtiyaç devam edecek­tir.

42. İmam Hatip Liseleri bir ta­raftan Kur’an Kurslarının desteği ile dinî hizmetleri ye­rine getirecek elemanlar ye­tiştirirken diğer taraftan dinini bilen insanları topluma ka­zandırmaktadır. Böyle insan­ların varlığı toplum için büyük bir güvencedir. Bu sebeple İmam Hatip Liselerinin en önemli görevi hurafelere karşı kalkan olmaktır. Çünkü hurafeciler dini iyi bilme­yen­leri ararlar. Cahillikleri ancak bu şe­kilde farkedilmeyecek ve kendilerine bo­yun eğile­cektir. Bütün okullarda veril­mekte olan din dersleri ye­terli seviyeye çıkarılmalı ve İmam Hatip Liseleri Tevhid-i Tedrisat Kanununun istediği seviyeye ulaştırılmalıdır. Din eğitimi müfredatı Kur’an ışı­ğında gözden geçirildiği tak­tirde ülkeye aklın ve bilimin hakim olması kaçınılmazdır.

43. Sekiz yıllık kesintisiz eği­timin uygulanmasından sonra eğitimle ilgili her konuda olduğu gibi din eğitimi konusunda da bü­yük bir kaosa girildiği ve sıkıntıla­rın doruğa çıktığı açıkca gö­rülmektedir. Buna taraf olanlardan kimileri bu­nun insanları dinden uzak­laştıracağı, kimileri de bu sayede dinî hayata istedik­leri şekli verebilecekleri umuduna kapılabilirler. Ama İnsanların dine yönelişlerine engel ol­mak mümkün değil­dir. Bu, bütün dünyada ya­şanan bir süreçtir. Dine yö­nelen kişiler ise din konu­sunda sadece, o dinin önder­lerinin yolunda giderler.

44. Dinden değil, dinin eksik ve yanlış öğrenilmesin­den korkmak gerekir. Eğer dinî eğitim yaygınlaştırılmaz ve İmam Hatip Liselerinin mes­leki ağırılıkları artırıl­mazsa inancını sorgulamayan, dinî liderleri Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri gibi algılayan in­sanlar ço­ğalır. İşte asıl fela­ket o zaman olur.

 

 

 

6- SİYASİ PARTİLER

45. Anayasaya göre, “..devletin bir kişi veya zümre tara­fından yönetil­mesini veya sosyal bir sını­fın diğer sosyal sınıflar üze­rinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kav­ram ve görüş­lere dayanan bir devlet düzenini kurmak amacıyla..” si­yasi parti kuru­lamaz[16].

Anayasa böyledir ama ideolojilerini öne çıkaran kimi idarecilerin halkı kendileri gibi inanmaya zorlayan tavırları dil, ırk, din ve mezhep farklı­lığına dayalı partile­rin kurul­masına ortam hazırlamıştır. Bunlara karşı başka partiler de kurulunca birdenbire çok sayıda parti ortaya çık­mış ve her biri kendine taban bulabilmiştir.

Bu durum gereksiz sür­tüşmelere, va­tandaşların sınıf ve zümrelere ayrılması gibi tehlikeli sonuçlara yol aç­makta, ülkenin gücü ve imkanları bu çark içinde heba olup gitmektedir. İdarecilerin kendi ideolojlerini kabul ettirme çabaları, karşı ideolojileri devlete hakim olma mücade­le­sine sokmuş­tur. Bir çok siyasi parti, bir hizmet yarışı ortaya koyma yerine temsil ettiği ideolo­jiyi hakim kılma ve yandaş­la­rını devlet imkanlarından yarar­landırma yarışına girmiş gö­rünmektedir. Böyle bir or­tamda sonu alınmaz çatış­ma­ların ol­ması kaçınılmaz­dır.

46. Bu ortamı doğuran hu­kuki ve sosyal sebepler ortadan kaldırıl­mazsa sonuç alına­maz. Nitekim 12 Eylül 1980’den sonra siyasi parti sayısını azaltma gay­reti ba­şarısızlıkla sonuçlanmıştır. Artık %20 ler civarında oy alan partiler Türkiye’nin en büyük partileri olarak hü­kü­met kurmaktadırlar.

İdeolojik davranışlara son verilecek olsa partiler kendi ideolojilerini hakim kılmaktan vazgeçerek ülke kalkınması için hizmet yarışına gir­mek zorunda kalırlar.

47. Türkiye’de en büyük ça­tışma, İslam dinine karşı ya­şanmaktadır. Bu durumda dine dayalı parti konusu özel bir önem taşır. Şimdi o konuya girelim:

 

 

A- Dine Dayalı Parti

48. İslâmî parti olmaz ama müslümanların partisi olabilir. İkisi arasında fark vardır. İslam bir dindir. Bu dinin he­defi kişilerdir. O, dünyalık elde etmenin aracı olarak kullanılamaz. Dini tebliğ ile görevli pey­gamberlerin or­tak sözü şudur:

“Ben sizden buna bir ücret istemem, benim ücretim sa­dece varlıkların sahibi olan Allaha aittir.” (Şuarâ 26/180)

49. Dine karşı çıkanlar, din tebliği ile iktidar mücadelesini birbirine karıştırmışlardır. Hz. Musa ile devrin en büyük kralların­dan olan Firavun arasında geçen şu ko­nuşma bu açıdan önemlidir.

“Musa dedi ki, “Bak, Firavun! Ben âlemlerin Rabbinin bir elçisiyim.

Bana düşen, Allah’a karşı gerçek dışı bir şey söyle­memektir. Size Rabbinizden bir mucize getirdim, İsrailoğullarını benimle be­raber gönder.” (Araf 7/104-105)

Firavun dedi ki: “Alemlerin Rabbi de neyin nesi oluyor?”

Dedi ki, kesin olarak ina­nacaksanız, o göklerin, yerin ve ikisinin arasındaki her şeyin Rabbidir.”

(Firavun) Çevresinde bulunanlara dedi ki, “İşitmiyor musunuz?”

Musa devam etti: “O sizin de Rabbiniz, önceki ataları­nızın da Rabbidir.”

Firavun dedi ki, “Size gön­derilen elçi­niz gerçekten de­lidir.”

Musa dedi ki: “Eğer aklınızı kullanabi­lirseniz o, doğunun, batının ve bu ikisinin ara­sında olanların Rabbidir.”

Firavun dedi ki: “Hele ben­den başka­sını tanrı edin, and olsun seni zindanlık­lardan biri yaparım.”

“Ya sana apaçık bir şey getirmiş ol­sam da mı?” dedi.

“Haydi getir bakalım; eğer doğrulardan biri isen.” dedi.

Hemen değneğini attı, bir de ne gör­sün apaçık bir ej­derha!

Elini çıkardı, o da bakanlar için bem­beyaz oluverdi.

(Firavun,) çevresinde bu­lunan ileri gelenlere dedi ki: “Bu gerçekten bilgin bir bü­yücü.

İstiyor ki büyüsüyle sizi toprağı­nızdan çıkarsın. Ne emredersiniz?

Dediler ki, “Onu ve karde­şini alıkoy, şehirlere topla­yıcılar gönder.

Sana bütün bilgin büyücü­leri getirsin­ler.” (Şuarâ 26/18-37)

Burada Hz. Musa: “İsrailoğullarını benimle be­raber gönder.” dediği halde Firavun, tam aksine onun ik­tidarı ele geçirmek istediğini iddia ederek milli duyguları istismar etmiştir. Firavun’un sö­zünü tekrar edelim:

“O İstiyor ki büyüsüyle sizi toprağı­nızdan çıkarsın.”

Halbuki, Hz. Musa İsrailoğullarını alıp gitmek is­tiyor. Firavun Hz. Musa’nın ne dediğini iyi anlıyor ama sanki onun gerçek niyetini sezmiş gibi davranarak de­magoji yapıyor ve kendini değil de halkını düşündüğünü söylemeye çalışıyor. Çünkü doğruyu söylemek işine gelmiyor.

50. Bu sebeple İslamı, iktidara gelmenin bir vasıtası olarak kullanmak yanlıştır. O zaman yetkili makamda bulunanlar İslama duygusal yaklaşırlar. Zira hiç kimse elindeki im­kan­ları kaybetmek istemez. Ayrıca bu davranış iktidar hırsıyla yanıp tutuşanları da harekete geçirir. Sonunda kimileri ikti­darı elden kaçır­mamak için dine karşı çı­kar­ken, kimileri de iktidara ge­lebilmek için dini kullanırlar. Her ikisi de dini, gereği gibi düşünmeye ve bir etki al­tında kalmadan o konuda karar vermeye engel olur.

51. İslamın partisi olmaz ama müslüman­ların bir veya bir­den çok partisi olabilir. Bunlar programlarını ortaya koyar, gerekli bilgi birikimi ve tecrübeye sahip oldukla­rını gösterir ve iktidar mücade­lesine katı­lır­lar. İktidara gelir­lerse din adına değil, kendi adlarına yönetirler. İyi yöne­tirlerse sevabı kendilerine, kötü yönetirlerse ve­bali yine kendilerine olur. Çünkü İslamda yanlış ol­maz ama müslümanda olabilir.

52. Din hürriyeti önemlidir. İnanç bir kalp işi olduğu için inanç hürriyetini tanımak veya tanımamak fazla bir anlam taşımaz. Ama din hürriyeti çok önemlidir. Din de­yince, o dinin bütün emir ve yasakları anlaşılır. Bunun daha açık ifadesi, inan­dığı gibi yaşama hürriyetidir.

İslam, insana inandığı gibi yaşama imkanı sağlar ve inançlara baskı ve haka­reti yasaklar. Osmanlının, mey­hane aç­mayı ve domuz ye­tiştirmeyi müslüman kesime yasaklayıp gayrimüslimlere ser­best bırakması bu yüz­dendir.

Bu anlayış, İspanya’dan kaçan ya­hudilere kucak aç­mamıza ve on­lara tarih­lerinin en mutlu dönemini yaşat­mamıza sebep olmuştur. Yahudiler bunun hatı­rasına 500. Yıl Vakfı’nı kurmuşlardır.

53. Ama artık eski hoşgörü ortamı yok­tur. Çünkü etkili mevkilerde bulunan ateistler ve dine uzak kimseler, hoş­görülü olama­maktadırlar. Bunlar, çeşitli sebeplerle müslüman görünme ih­tiyacı da duy­dukları için problem karmaşık hale gelmektedir. 1946’dan beri kurulan siyasi partiler, daha çok oy alabilmek için halkın dinî duygularına hita­betme konu­sunda adeta ya­rışmışlardır. Bunların içinde samimi olanlar olduğu gibi dinî duyguları istismar edenler de olmuştur.

Anayasanın 24. madde­sine göre “Kimse .. her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kö­tüya kullanamaz.”

Din istismarının adı ikiyüz­lülük ve mü­nafıklıktır. İkiyüzlü ile gerçek dindarı ayır­mak zordur. Hele insanlara dinleri konu­sunda problem çıkarı­lırsa ikiyüzlüler için bulunmaz bir fırsat doğar. Bu defa ger­çek dindarlar din istismarcılğı ile suçlanırlar. Bu da her şeyi alt üst eder. Türkiye’de yaşanan budur. Bir de her türlü dinî görün­tüye, laiklik adına karşı çı­kan, dinî eğitime darbe vurup in­sanları dinlerinden uzaklaş­tırmayı çağdaşlık sa­yanla­rın, kendilerine duyulan tepki­leri azaltmak için zaman za­man çıkıp dine saygılı olduk­larını, fakat din istismarına karşı olduklarını söylemeleri yok mu, İşte bu tavır, daha büyük tepki toplamakta ve dindarlara, alaya alındıkları duygu­sunu vermektedir.

İkiyüzlüler Hz. Peygambere de sıkıntı çek­tirmişlerdi. Kur’an’da bu ko­nuda bir çok uyarı vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Sana “Başüstüne” derler, ama senin yanından uzak­laşınca, içlerinden bir ta­kımı, geceleyin se­nin dediklerin­den baş­kasını ortaya koyar. Allah da onların gece yaptık­larını yazar. Artık on­lardan yüz çevir. Allah’a dayan. Koruyucu ola­rak Allah ye­ter”. (Nisa 4/81)

54. Din evrensel ve zamanüs­tüdür. Yani dinin zamana ve mekana bağlı ol­mayan de­ğişmez kuralları vardır. Devlet politika­ları ve kanun­lar ise zamana, me­kâna ve ihtiyaçlara göre değişir. Bir devlet, eğer din ve vicdan hürriyetini tanırsa ka­nunla­rını ve politikalarını ona göre dü­zen­ler. Çünkü dine yapılacak müdahaleyi hiç bir dindar kabul edemez.

Meselâ, Nur Suresi’nin 31. ayeti, müslüman kadınların başlarını örtmele­rini emre­der. Bu emir, ilk günden beri tartışmasız uy­gulanmıştır. Bugün, hem Türkiye’de hem de diğer İslam ülke­le­rinde müslüman kadınlar başlarını örter­ler. Tutulur kimi yerlerde kadınla­rın baş­la­rını örtmesini yasak­lanırsa bütün müs­lümanla­rın tepkisi alınır. Kur’an var ol­dukça bu tepki sona ermez.

Bu tepki olduğu sürece onu istismar edenler de olur. Bir parti başörtüsünü savu­nur, diğeri karşı çıkar. Buna ateistle­rin ve İslama uzak kimselerin, dini vicdan­lara sıkıştırma gayretleri de ek­lenince lâik­lik dinsizlik olarak uygulama alanı bulur. Artık akıl değil, duygular öne çı­kar. Bu durumda partilere oy verenler de duygu­larıyla ha­reket ederler. Partilerin ülke kal­kınması, birlik ve beraber­lik için ne yapa­cağı onları çok ilgilendirmez. Partilerden birine oy veren için önemli olan dininin emrini yerine ge­tirme imkanını elde etmek, diğeri için önemli olan da buna mani ol­maktır. Böylece her iki parti de tepki oy­larıyla parlamentoya girer ve siya­sal dengeleri bozarlar. Dürüst politikacılar ise ya si­linip gitme pahasına dürüst­lüğe de­vam ederler, ya da menfaatlerini düşüne­rek poli­tikalarını değiştirme zorunlu­luğu hissederler.

55. Halbuki bizim devlet gele­neğimize uygun olarak dev­let dine karışmasa, dinî duy­guları istismar mümkün ol­maz. Böylece kendi elimizle kendimizi tehlikeye atmamış oluruz. O zaman dürüst poli­ti­kacıların işi kolaylaşır, si­yasi parti sayısı kendiliğin­den ikiye ya da üçe düşer. Çünkü istismar edilecek bir şey kalma­yınca ciddi politi­kalar üretmek gerekir. Bu da zor iştir. Bilgi birikimine, alt yapıya ve yeterli donanıma sahip olmayı gerektirir. Ama istismar kolaydır. Kim daha çok bağırır ve daha çok ya­lan söylerse daha çok taraf­tar bulabilir.

 

 

B- İran Ben­zeri İslam Cumhuriyeti

56. İslam dini ruhban sınıfını kabul etmez. Allah önünde insanların hepsi eşittir. Bunun tek istisnası Şiilikte vardır. Bu mezhep devlet başkanının kim olacağı hususunda çıkan ihtilaftan doğmuştur. Onlara göre imam, yani devlet baş­kanı Hz. Peygamber tarafın­dan tayin edilmiş olmalı ve bütün günahlardan arındı­rılmış bulunmalıdır. Şiiler bu şahsın Hz. Ali ol­duğu konu­sunda ittifak etmişlerdir. Yani onlara göre devlet başkan­lığı siyasi bir makam değil, dinî bir makamdır. Şimdi on­ların imamlık, yani devlet başkanlığı konusundaki bazı görüşlerine bakalım:

İmamlık ancak Allah’tan nass ile, ya­hut o imamdan önceki imamın onun ima­me­tini beyaniyle tahakkuk eder. İnsanların seçmesiyle, iste­mesiyle ol­maz. İnsanlar di­lediklerini imam olarak ta­yin, yahud dilediklerini azil hak­kına sahip değillerdir.[17]

Şiilerin, imamın özellikleri ile ilgili inanç­ları şöyledir:

“İmamın da peygamber gibi içte, dışta, görünürde, gizlilikte, bütün kötü ve pis şeylerden, doğumundan vefatına dek masun oldu­ğuna inanıyoruz. İmam, ima­metten önce, sonra, soy boy şerefi ba­kımından en yüce ve temiz kişi olup her türlü kötülükten, suçtan, yanılma­dan, yanlış iş görmeden, unutmadan ve her türlü aşağılık şeylerden masun­dur[18].”

İran’daki Şiiler, imamın sıfatları ve bilgisi konusundaki inançlarını şöyle ifade eder­ler:

“İmamın peygamber gibi, yiğitlik, ke­rem, temizlik, ger­çeklik, adalet, tedbir, hikmet ve bütün üstünlükler ve iyi huylar bakımından halkın en seçkini olması ge­rekir ve buna inanmaktayız…

İmamın ilahî hükümlere, ilahî maarife, bütün bilgilere sahip olması, peygamber, yahud kendisinden önceki İmam vasıtasıy­ladır. Yepyeni bir şey hakkında da imam, Allahu Talâ’nın ona ih­san ettiği kudsi kuvvetle, il­ham yoluyla gereği gibi hük­meder, o şeyi künhüyle an­lar, bilir. Bir şeye yönelirse, onu bilmek dilerse, o şey hakkında, ancak gerçeği bilir, yanılmaz, şüpheye düşmez, bu hususta aklî delil­lere, ya­hut belletenlerin belletmesine ihti­yacı yoktur. Bilgisi iktiza edince daha da derinleşir. Daha da ziyadeleşir…”

“… İmamlardan hiçbiri bir muallime git­memiş, bir mü­rebbiden bir şey öğren­me­miştirHiç biri bir hocadan ders gör­memiş, hiç biri bir mektebe, bir medre­seye gitmemiştir. Böyle olduğu halde kendilerine bir şey so­rulunca ona derhal en doğru cevabı vermedeler. Dillerine bilmiyorum sözü gelmediği gibi. cevap vermek için dü­şünmeleri yahut cevabı bir müddet sonraya tehir etme­leri de vaki değildir[19]

 

 

1- İmamlara İtaat

Şiilerin imamlara itaat ko­nusunda inançları şöyledir:

Onların buyrukları Allah’ın buyrukla­rıdır. Yasakları O’nun yasaklarıdır. Onlara itaat Allah’a itaattır. Onlara isyan, Allah’a isyandır. Onları seven Allah’ı se­ver. Onlara düşman olan Allah’a da düş­man olur. Onların emirlerini reddetmek caiz değildir.[20]

57. Ehl-i sünnetin bunları kabul etmesi mümkün değildir. Türkiye’de yaygın olan İslam anlayışı budur. Ehl-i sünnete göre devlet başkanlığı siyasi bir makamdır. Onun için bu konuda bir ayet ya da ha­dis yoktur. Yukarıda onların imamlar için söylediklerinin çoğunu biz peygamberler için dahi söyleyemeyiz.

Kur’an’a göre “Hz. Muhammed sadece bir re­suldür.” (Al-i İmrân 3/144) Arapça’da bir sözü ve elçiliği yüklenen ki­şiye resul denir[21]. Yani resul, işe kendini karış­tırmadan birinin sözünü bir başka­sına ulaş­tırmakla gö­revli kişidir[22]. Dinî te­rim ola­rak da Allah’ın, kendi hüküm­lerini halka ulaştır­mak üzere görevlendirdiği in­sana resul denir[23]. Bunun Türkçe karşı­lığı elçi’dir.

Allah Teâlâ elçilerinin gö­revini üç şe­kilde belir­lemiştir:

Elçinin birinci görevi emri tebliğdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Elçilere apaçık tebliğ­den başka ne düşer?” (Nahl 16/35)

“Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçili­ğini yapmamış olursun” (Maide 5/67)

Elçinin ikinci görevi emri açıklamadır. Ayette şöyle buyu­rulur:

“Biz ne elçi gönderdiysek sadece kendi halkı­nın diliyle gönderdik ki, onlara açık açık an­latsın.” (İbrahim 14/4)

Allah’ın Elçisinin üçüncü görevi müjdeleme ve uyar­madır. Bu konuda şöyle bu­yurulur:

“Biz seni bütün insanlara sadece bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak göndermi­şiz­dir.” (Sebe 34/28)

Elçi baskı yapamaz. İnsanlara tam bir inanç hürri­yeti tanıyan Allah şöyle bu­yu­ruyor:

“Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçü­sün.

Sen onların tepesine diki­lecek değil­sin.” (⁄aşiye 88/21-22)

Allah’ın elçileri mucize gösterirler. Mucize, onlara olağanüstü bir kişilik ver­mek için değil, Allah’ın elçisi ol­duk­larını belgelemek içindir.

İtibarlı bir kişi, günün bi­rinde kalkıp ben Amerika’nın Ankara Büyükelçisi ol­dum dese, Türk Devleti Amerikan hükümetinin onu elçi olarak görevlendirdiğine dair belge ister. İşte mucize de Allah’ın elçisi­nin görevlendirme bel­gesidir. İnsanların böyle bir belge düzenleme imkanı ol­ma­dığı için adına mucize denmiştir.

Hz. Muhammed tıpkı bizim gibi bir in­sandır. Bizden farkı, Allah’ın Elçisi olmasıdır. Kur’an’da şöyle buyuruluyor:

“De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir in­sanım. Bana, sizin tanrınızın bir tek tanrı olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umu­yorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin.” (Kehf 18/110)

58. İşte bir tarafta imamlarını kutsal bir ki­şiliğe büründüren şiilik, diğer tarafta Hz. pey­gamberi bile herkes gibi bir in­san sayan ehl-i sünnet inancı. Biri devlet başkanlı­ğını dinî bir makam sa­yarken di­ğeri siyasi bir makam saymak­tadır. Üstelik sünniler devletlerini, İslam adıyla değil, Abbâsî, Selçuklu ve Osmanlı gibi adlarla kur­muş­lardır. Dört halife döne­minde devlete ad bile kon­mamıştır. Bunlar boşuna değildir. Arada bu kadar fark varken şiiler ile ehl-i sün­neti aynı saymak kabul edilemez bir hata olur. Türkiye’de İran benzeri bir İslam Cumhuriyeti kurulacağını id­dia edenler esasen bu farkı yeterince bil­meyenlerdir.

 

 

 

7- ORDU-MİLLET KAYNAŞMASI

59. Ordusuz millet ve milletsiz ordu düşü­nülemez. Bunlar et ve kemik gibi birbirine muh­taçtır. Et ile kemik arasına yabancı madde girerse vücutta dayanılmaz ağrılar olur. Ordu ile millet arasına yabancı un­surların girmesi de aynıdır. Yabancı un­sur­lardan kastedilen ikiyüzlü­lerdir. Bunların ne orduya ne millete faydası olur. Bunlardan kimileri ordunun, kimileri de milletin yanında yer almış gözükerek bir tarafı diğerin­den koparmaya çalışırlar.

Ordu mensuplarıyla ilim adamları ger­çekleri kolay kabul eden bir yapıya sa­hip­tirler. Çünkü her iki meslek de yalan­dan, dolandan uzaktır. Ama bunlar kim­seyi kandırmadıkları için başkala­rının da kendilerini kandıra­mayacaklarını sanırlar. Kandırıldıklarını anladıkları zaman da iş işten geçmiş olur.

İkiyüzlüler, bulanık suda balık avla­maktan hoşlandık­ları için ortalığı karıştır­makta üstlerine yoktur. Halkı, bun­ların samimi olmadıklarına inandırmak zordur. Bu se­beple onlara karşı mücadele yu­muşak, dikkatli ve sürekli olmalı ve onları cesaretlen­direcek, istismarlarına fırsat verecek bir uygulama içine girilmemelidir. Bu bakımdan devlet sorumluluğu ile ha­re­ket etmeli ve bunların ordu millet kay­naşmasının önüne geçmeleri engellenme­lidir.

60. İkiyüzlüler ordu mensupla­rının iyi niyetini istismar için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Bunlar bir kısım ilim adamlarını yanla­rına al­makta da zorluk çekmezler. Böylece durup dururken ül­kede büyük sancılara sebep olabilirler.

Kur’an-ı Kerim’de ikiyüzlü­ler ile ilgili bir çok uyarı var­dır. Onlardan biri şöyledir:

Ey İnananlar! Sizden ol­mayanı sırdaş edinmeyin, onlar sizi şaşırtmaktan geri durmazlar. Size sıkıntı veren şeyden hoşlanırlar. Onların öfkesi ağızlarından taşmak­tadır, içlerinin gizlediği ise daha büyüktür. Eğer aklınızı kullanırsanız on­larla ilgili ipuçlarını açık açık ortaya koy­muşuzdur.

İşte siz, öylesiniz ki, tutar onları se­versiniz, ama onlar sizi sevmezler. Siz bu Kitabın (Kur’an’ın) tamamına da inanırsınız. Onlar sizinle karşılaşınca “İnandık” derler. Meydanı boş bulunca da, size olan öf­kelerinden tırnak­larını yerler. De ki: “Öfkenizden çatlayın”. Allah o göğüslerin ne taşıdığını bi­lir.

Sizde bir iyilik görülse bu onları tasa­landırır. Başınıza bir kötülük gelse ona da se­vinirler. Eğer sabırlı olur ve koru­nursanız onların kurduk­ları düzen size bir zarar vermez. Çünkü onlar ne yapsalar Allah, onu çepe­çevre kuşatır.” (Al-i İmran 3/118-120)

İnsanlar, tarih boyunca en büyük sı­kıntıyı ikiyüzlülerden çekmişlerdir. Onlara münafık denir. Bunlar, inanmadıkları halde inanmış gözükürler. Bunların bir kısmı dürüst davrananları hayran bıraka­cak bir çizgi çizebilir. Nitekim onların içinde Hz. Muhammed’i bile hayran bı­rakanları ol­muştur. Ayette şöyle buyurulur:

“Onları gördüğün zaman dış görünüş­leri seni imrendi­rir. Konuşurlarsa, konuş­ma­larına kulak verirsin. Tıpkı, dayalı kof kütükler gibidirler; her çığlığı kendi aleyh­lerine sayarlar. İşte düşman on­lardır. Onlardan sakın. Allah onların canlarını alsın. Nasıl da saptırılıyorlar. (Münafikûn 63/4)

61. Ordu ile milleti birbirinden soğutmak ve arayı açmak isteyenlerin işlerini kolay­laş­tıran bir husus vardır ki, onu gözden geçirmek gerekir. Ordu mensuplarının kışlaları ayrı, lojmanları ayrı, kantin­leri ayrı, eğlenme ve din­lenme yerleri ayrıdır. Erkek vatandaşlar, sadece ömür­lerinin bir döneminde er veya yedeksubay olarak ordu mensuplarıyla yüzyüze gelirler. Orada da konum ge­reği, ilişkiler askeri disiplin içinde olur. Bu tarz, askeri perso­neli bazı dış etkilerden koruyor gibi gö­zükse de halk ile araya mesafe sok­makta ve kaynaşmayı önle­mekte­dir.

Ordu, bu halkın ordusudur. Bu sebeple halkın ordusuyla kaynaşması, karşılıklı destek ve güvenin artarak devam et­mesi açısından çok önem­lidir. Bu sayede, araya aracı­lar girmeden ordu hal­kını, halk da ordusunu yakından tanıma fırsatı bulacaktır.

Belli bir olgunluğa eriş­memiş kişiler ordu mensubu olamaz­lar. Büyük bir tarihi geçmişi ve kökleşmiş gele­neği olan Türk ordusunun bu ko­nuda gelişmiş ve yerleş­miş ölçüleri var­dır. Halkla bi­rebir ilişkiye girildiği zaman, askeri personeli bazı dış etki­lerden ko­ruma düşüncesiyle halktan uzak tutmanın aşırı bir hassasiyet olduğu görü­lecektir.

Şunu da unutmamak ge­rekir ki, bun­dan zarar göre­cek olan iki yüzlüler ve onla­rın uzantıları, ordu-millet kaynaşmasını engellemek için ellerinden ne gelirse ya­pacaklardır. Çünkü bu, onla­rın oyunlarını bozacak, araya giremeyecekler ve mil­leti ordusundan ayırma umutlarını kaybedeceklerdir. İşte asıl o zaman ordu-millet olduğumuz bütün açıklığı ile ortaya çıkacaktır. Çağımızdaki şavaşların hattı müdafaayı değil, sathı mü­dafaayı gerekli kıldığı, o sathın da bütün vatan olduğu gerçeği, fiilen de bunu zo­runlu kılmakta­dır. O zaman düşmanların ülkemiz üze­rinde planlar yapma imkan­ları da ellerinden alınmış olacaktır. Bunun ne ka­dar faydalı olduğu terörle müca­delede zaten görülmüştür.

Bir başka konu da şudur: Kimi siyaset adamları ve bazı basın organları derin devlet, çeteler vs. gibi üstü kapalı ve iğ­neleyici sözlerle kendi başarısızlıklarını veya halk tarafından kabul gör­meyecek tekliflerini orduya mal etme gibi bir kur­nazlık içine girerek menfaatlerini koruma uğruna bu ayrılığı körükleyebilmektedir­ler. Ordu millet-kaynaşması ideal boyutta devam ettiği taktirde bu gibilerin kurnaz­lık­ları da kursaklarında kalacak ve kendi başarısızlıklarını örtmek için üstü kapalı da olsa orduyu kullanamaya­caklardır.

 

 


 

KİTAB-I MUKADDES’E VE KUR’AN’A GÖRE TEOKRASİ VE LAİKLİK

62. Türkiye’de siyaset, ekonomi ve hukuk gibi temel konuların din ile il­gisi, genellikle hırıstiyanlık ve ya­hudilik açısından ele alınır. Bu sa­hada yetişenlerin çoğu, İslam’ın bu gibi konulara bakışını ya bilmez ya da yanlış bilir. Teokrasi ve laik­lik kav­ramları da böyledir. Bu iki kav­ram, hırıstiyan ülkelerde ortaya çıkmıştır. Aşağıdaki yazı, böyle bir bilgi eksikliğini gidermeye katkıda bulunmak amacıyla hazırlanmıştır.

 

 

 

1- KİTAB-I MUKADDES VE TEOKRASİ

63. Teokrasi, theos (tanrı) ve kra­tein (hükmetmek) sözlerinden olu­şan birleşik bir ke­limedir[24]. Hakimiyeti Tanrıya, ya da Tanrı iradesine da­yandı­ran yönetimler için kul­lanılır. Buna göre krala ve hükümet­lere itaat Tanrı’ya itaattir. Onlara karşı gel­mek Tanrı’ya karşı gel­mektir. Çünkü kral, hükümetler ve vali­ler Tanrı tarafından belir­lenir ve onun tarafından göreve ge­tirilirler.

Bunun Kitab-ı mukaddes’te da­yanağı vardır. Ama Kur’an böyle bir yönetim anla­yışını kabul etmez.

A- İlgili Metinler

64. Kitab-ı mukaddes, Ahd-i atîk ve Ahd-i cedîdden oluşur. Tevrat’a Ahd-i atîk, İncil’e de Ahd-i cedîd denir.

65. İncil’de teokrasiyi öngö­ren me­tinler vardır. Tevrat’ta ise bu an­lama gelebilecek bir ifade yer alır. Tevrat’ın ifadesi şöyledir:

Süleyman dedi ki, “Ey oğlum Rab’den ve kraldan kork. İhtilalcilere ka­rışma[25].

İncil, iki yerde teokrasiyi açıkça emreder. Bu metinler Pavlos’un ve Petrus’un mektuplarında yer alır.

 

 

 

a- Pavlos’un Romalılar’a mektubu

66. Pavlos mektubunda şöyledir:

Herkes emri altında bulunduğu hükümetlere boyun eğsin. Zira Allah tarafından verilmemiş bir yetki yoktur. Mevcut hü­kümetler Allah tarafın­dan atanmıştır. Bunun için hükümete karşı gelen Allah’ın düzenine karşı direnmiş olur. Direnenler kendilerini sorum­luluk altına sokacaklardır. Çünkü hü­küm­darlar iyi işler için değil, sa­dece kötü işler için korkuturlar. Hükümetden korkmamak ister mi­sin? Öyleyse iyi olanı yap, o za­man onun tarafından övülürsün. Çünkü o Allah tarafından, senin iyiliğin için görevlendirilmiştir. Ama eğer kötü olanı ya­parsan kork, çünkü kılıcı boş yere taşımıyor. Zira o Allah’ın hizmetin­dedir, kötü­lük işleyene olan öfke­den dolayı intikam alır. Bu sebeple yalnız kor­kudan değil, gönülden bir bağlılıkla da ona bağımlı olmak gerekir[26]“.

 

 

 

b– Petrus’un 1. mektubu

67. Petrus’un 1. Mektub’unda şu ifadeler geçer:

“İmdi insanlar tarafından kuru­lan her düzene Rabb için bağımlı olun. Gerek başta bulunan kişi ol­ması nedeniyle krala, gerekse vali­lere boyun eğin. Çünkü onlar, O’nun ta­rafından, suçluları ceza­lan­dırsınlar ve iyi iş yapanları öv­sün­ler diye gönderilmişlerdir. Zira Allah’ın is­tediği şudur: Hür kişiler gibi yaşa­yın, ama hürriyetinizi şerre örtü yapma­yın. Ancak Allah’ın kulları gibi olup iyilik yapa­rak cahil kişile­rin cahilliğini sustu­run. Herkese saygı gösterin. Kardeşleri sevin. Tanrı’dan korkun. Krala saygı gös­te­rin[27].”

 

 

 

 

 

B- Teokrasi İle İlgili Yorumlar

68. Hırıstiyan düşünürlerden Jean Calvin ve Stephanus Junıus Brutus’a göre Hırıstiyanlık teokra­siyi emretmektedir.

 

 

a- Jean Calvin’in yorumları

69. Calvin Kitab-ı mukaddes’in yu­karıdaki ifadelerini şöyle yo­rumla­maktadır:

“Petrus, “krala saygı gösterin.” ve Süleyman, “Oğlum Tanrı’dan ve kraldan kork.” dediği zaman biz­den bir şey isti­yor. Çünkü birin­cisi, saygı terimi ardında içten ve ger­çek bir hürmeti kastediyor, ikincisi, kralı Tanrı’yla birlikte anarak kralın bir çeşit kutsal yücelik ve değerle donatıl­mış olduğunu gösteriyor.

Pavlos’un önemli buyruğunu da unutmamalıyız. Onun,“Bu se­beple yalnız korkudan değil, gönülden bir bağlılıkla da ona bağımlı olmak ge­rekir.” sözüyle anlatmak istediği, prenslere ve yöneticilere olan itaatin sadece korkudan değil, bu­nun aynı zamanda Tanrı’ya itaat olduğu biline­rek yapılması gereğidir. Çünkü prenslerin ve yö­neticilerin iktidarı Tanrı’dan gelir…

Pavlos der ki, “Herkes emri al­tında bulunduğu hükümet­lere bo­yun eğsin.” Şu halde her kim hükümete karşı gelirse Tanrı’nın dü­zenine karşı gelmiş olur.

70. Şu hususta kimse kendini al­datmasın, Tanrı’ya karşı gel­meksi­zin yöneticilere karşı çıkamayız. Çünkü silahsız bir yönetici ceza­landırama­yacağı için küçümsense de Tanrı si­lahlıdır ve bu küçüm­seyişin intikamını derhal alacaktır.

İtaat kavramı altında şu unsur­ları görüyorum: Fertler kamu ile ilgili konu­larda kendilerini yetkili gör­memeli, devlet işlerine karışma­malı, yöneticilerin yetkisine gi­ren işlere bu­runlarını sokmamalı ve genel olarak kamuyu ilgi­lendi­ren herhangi bir girişime kalkışmama­lıdırlar. Kamu düze­ninde düzel­til­mesi gerekli olan bir bozukluk varsa kar­gaşa çıkarmamalı, elleri­nin bağlı olduğu bir işe kendilerini sokma­malıdır­lar. Bu alanda eli kolu bağlı olma­yan tek kişi yönetici­dir. Demek is­tediğim, kendile­rine emir verilme­den hiç bir işe kalkışma­sın­lar. Çünkü eğer yönetici emir vere­cek olursa on­lar da kamu otori­tesi ile yetkilendirilmiş olurlar…

71. Kamu yararına uygun yöne­ten­ler, Tanrı’nın hakimiyetinin ger­çek ör­nekle­ridir. Adaletsizce ve dikta­törce hükmedenler de yine Tanrı ta­rafından in­sanları günah­karlıklarından dolayı ceza­landırmak için görevlendirilmişler­dir. Yine de onlarda ya­sal gücü Tanrı’dan aldık­larını gösteren o kutsal haşmet vardır…

Bütün şereften yoksun, en kötü karakterli bir kimse bile eğer kamu yetkisine sa­hipse, Tanrı’nın kendi buyrultusuyla adaletinin ve yargı­sının bakanlarına havale et­tiği o görkemli, kutsal iktidarla do­natıl­mıştır ve do­layısıyla halkına itaati bakımından kralların en iyisi kadar şerefe ve saygı görmeye layıktır.

Karakterleri ne olursa olsun, bu saygıyı, hatta bu dindarca bağlı­lığı bütün yöne­ticilerimize sonuna ka­dar göstermek zo­rundayız. Bunu sık sık tekrar ediyorum ki, kişileri kendi başlarına ele alma­mayı öğ­renelim; Tanrı’nın buyrultusuyla kişilikle­rinde sarsılmaz bir haşme­tin yazılı ve kazınmış ol­masını ye­terli sayalım…

72. Kötülükleri tedavi etmek üs­tü­müze düşmez. Bize dü­şen tek şey, bü­tün kralların yürek ve meyil­leri elinde olan Tanrı’nın yardımını is­temektir… Tanrı’nın önünde onun kut­sadıklarını öpme­yen, yargılanan boynu bükükleri ezmek için ada­letsiz yasalar çıka­ran, yok­sul in­sanlara zulüm, dul kadınlara hak­sızlık, öksüzlere ezi­yet eden, yer­yüzünün bü­tün kralları ve yargıçları sonunda yerlerin­den düşecek ve ezile­ceklerdir[28].”

 

 

b- Stephanus Junıus Brutus’un yorumları

73. Brutus bu konuda şöyle der: Kutsal Kitap, Tanrı’nın kendi sul­ta­sıyla, kralların ise tanrı’dan aldık­ları sultaya da­yanarak hükmettik­lerini, asıl egemenliğin Tanrı’da bulundu­ğunu, kralların onun dele­geleri ol­duklarını söyler[29].

Kral makamını, Krallar Kralı efendimiz Tanrı’dan, kendi halkına adalet dağıtmak ve onları bütün düşmanlarına karşı korumak ama­cıyla alır..

Kralların taç giymesinde iki türlü sözleşme olduğunu oku­yoruz: Biri halkın Tanrı’nın halkı olması için Tanrı’yla kral ve halk arasında, ikincisi, halkın sadakatla itaat, kra­lın da ada­letle hükümdarlık et­mesi için kralla halk arasındadır[30].”

 

 

 

 

 



C- Kilise Ve Teokrasi

74. Kilise, teokratik sistemin en te­mel kurumudur. Çünkü bu sis­temde kralı, hükümetleri ve valileri belirleyen ve göreve getirenin Tanrı olduğuna inanılır. Hırıstiyanlara göre Tanrı Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlüsüdür. Oğul İsa’dır.“Gökte ve yeryüzünde bütün iktidar ona verilmiştir[31].” İsa adına hareket etme ve karar verme yetkisi ise kiliseye aittir. İsa kili­sede hazır bulunur. Çünkü kilise onun manevi varlığı ile bü­tünleş­miştir[32]. Kutsal Ruh ise kili­seyi Allah’ın yani Baba’nın nimeti ve armağanlarıyle doldurur ve hata­lardan korur[33].

75. Matta İncil’ine göre Hz. İsa çarmıha gerilip defnedildikten üç gün sonra kabrinden çıkmış, Galile’de 11 havarisine gö­rünmüş ve şöyle demiştir:“Gökte ve yeryü­zünde bütün iktidar bana ve­rilmiş­tir. Şimdi gidin, bütün ulusları öğrenci yapın. Onları Babam, Ben ve Kutsal Ruh adına vaftiz edin. Sizlere buyurduğum her şeyi tut­malarını onlara öğretin. İşte dün­yanın sonuna kadar ben her an sizlerle beraberim[34].”

Bu, kiliseyi hırıstiyanlar yanında güçlü bir hale getirmiştir. Hatta bir kimsenin hırıstiyanlığa kabulü de kilisenin onayı ile olur. Bunun için vaftiz gerekir. Vaftiz, Yunanca suya batırmak demektir. Bir Hırıstiyanlık terimi olarak İsa’nın manevi vücu­duyla birleşmeyi ve Kutsal Ruh’la yeniden doğmayı ifade eder. Vaftiz, hırıstiyan olmanın ilk şartıdır. Bir kiliseden diğerine geçmek de vaftizle olur[35].

76. Hırıstiyan dünyasında en çok mensubu bulunan mezhep Katolik Mezhebidir. Bu mezhep kendini Petrus’a bağlar. Ruhanî reis Papadır. Papa, İsa’nın vekili ve Petrus’un halefi­dir. Papa yanılmaz bir otorite, kilise ise evrenseldir. Kilise dışında kurtuluş yoktur. Roma, diğer kiliselerin ruhanî merke­zidir ve hepsinden üstündür. Kilise, Kutsal Ruh tarafından sevk ve idare edilir. Kutsal Ruh Baba ve Oğul’dan çıkar. İncil’in yorumu ki­lise eliyle olur[36].

77. Teokratik düzende kralı, hü­kü­metleri ve valileri belirleme ve gö­reve getirme yetkisi kiliseye ait­tir. Çünkü kilise Tanrı adına hare­ket eder ve ona ait olan yetkiyi kul­lanır. Fakat ki­lise bu konuda bir so­rumluluk üstlenmez. Zaten Kutsal Ruh’un kiliseyi hatalardan ko­ruduğu[37] inancı onlara sorumlu­luk yüklemeye engeldir.

78. Buna göre teokrasiyi şöyle tarif etmek gerekir: “Teokrasi, ha­kimi­yeti kilisenin iradesine bırakan yö­netim biçimidir. Bu sistemde kralı, hükümetleri ve valileri belir­leyen ve göreve getiren kilisedir.”

 

 

 

 

 

2- KUR’AN VE TEOKRASI

79. Kur’an’da devlet başkanı, yö­ne­ticiler ve yönetim sistemiyle ilgili özel bir hüküm yoktur. Bu konuda Hz. Muhammed’den de bir emir ve tavsiye gelmemiştir. Bu, yö­netici­lere bir kutsallık verilmediğini on­ların hiç bir konuda dokunulmaz sayılamadığını göste­rir. Teok­rasi bu anlayışa zıt olarak Allah’ın yetkisi­nin bir kuruma devri veya onunla paylaşılması an­lamına geldiği için bu yetkiyi kullananların sorumsuz, kutsal ve dokunulmaz olmasını ge­rektirir. Kur’an’a göre böyle bir dav­ranış şirktir. Allah Teâlâ şöyle bu­yurur:

“De ki: Çocuk edinmemiş olan, hakimiyette ortağı bulun­mayan, acizlik­ten ötürü bir dosta ihtiyacı olma­yan Allah’a hamdolsun.” O’nu bü­yükle­dikçe büyükle.” (İsra 17/111)

Kur’an’a göre Peygamberler bile yaptığından sorumludur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Kendilerine elci gönderilenleri kesinkes sorguya çekeceğiz. O elçileri de kesinkes sorguya çekeceğiz.

Yaptıklarını kendilerine bir bir anlatacağız , çünkü uzakta değiliz.

O gün tartı yapılacağı doğrudur. Kimin tartıları ağır gelirse, işte böyleleri başarmış olacaklardır.

Kimin tartıları az gelirse böyleleri de ayetleri­mize karşı haksız dav­ranışları sebebiyle kendilerini kay­betmiş olacaklardı.r. (Araf 7/6-9)

Teokrasi de yöneticilerin za­lim­liği, onların suçu değil, Allah’ın in­sanları ceza­landırması sayılır. Halbuki Allah zalimlerden uzak durmayı emreder. O, şöyle buyurur:

Siz, zalimlik yapanlara yönel­meyin, yoksa o ateş size de doku­nur. Allah’tan başka size velilik ya­pacak kimse yoktur; sonra, yardım da göremezsiniz. (Hud 11/113)

Haksızlık yapan kim olursa ol­sun, haksızlığa uğrayanın yanında olmak gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Her kim, zulme uğradıktan sonra hakkını alacak olsa ona karşı dur­manın bir yolu yoktur.

Asıl yol, İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı bulunmalıdır. Onların payına düşen elemli bir azaptır. (Şurâ 42/41-42)

Kendi kötü davranışlarını Allah’ın onayladığını, sadece Allah’a ortak koşanlar söyler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Eş koşanlar dediler ki: “Eğer Allah dileseydi onun dışında hiçbir şeye kulluk etmezdik. Bunu ne biz ve ne de babalarımız yapardı. O’nun buyruğu olmadan bir yasak da koymazdık.” Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Elçilere düşen açıktan açığa bildirmekten başka ne olabilir ki?” (Nahl 16/35)

Teokrasi, Allah’a boyun eğer gibi yöneticilere boyun eğmeyi is­ter. Onlara itaat Allah’a itaat, on­lara muhalefet Allah’a karşı gelmek sayılır. Kur’an bunu da şirk sayar. Çünkü onların Allah’ın emrine aykırı isteklerine boyun eğen, o ko­nuda onları Allah’ın ye­rine koymuş olur. Şirk yani Allah’ın yetkisini pay­laşma veya birileriyle paylaştırmaya kalkma günahı bağışlanmaz tek günahtır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah kendine ortak koşulmasını bağışla­maz, bunun altında olanı dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa 4/48)

 

 

 

A- Yönetimle İlgili Kurallar

80. Kur’an’ın devlet yönetimi ile ilgili kuralları evrenseldir. Bunlar her türlü rejimde savunulabilir. Onların yokluğu hu­zursuzluğa ve kargaşaya yol açar. Onlara doğru­dan karşı çıkmak insanı güç du­ruma sokar. Bu kural­lara uyan her sistem, ideal bir devlet sistemi ha­line gelir. Şimdi bunlardan bir ka­çını teokrasi ile mukayeseli ola­rak gö­relim.

 

 

a- Adalet

81. Kur’an, bir ön şart koy­maksı­zın adil olmayı emreder. Bu se­beple yöneticiler, din, ırk, yaş, cin­siyet ve sosyal konum vs. ayırımı yap­maksı­zın herkese adil davran­makla yükümlüdür. Bu konudaki emirler kesindir.

Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emre­der; hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Belki tutarsınız diye size öğüt verir. (Nahl 16/90)

82. Allah zorbalara boyun eğ­meyenleri ödüllendireceğini bil­dirmek­tedir.

Zorbalardan, onlara içtenlikle boyun eğmekten[38] kaçınıp Allah’a yöne­lenler varya, İşte bu müjde onlaradır. Kullarımı müjdele. (Zümer 39/17)

83. Teokraside adalet olmaz. Çünkü bu sistemde kamu yararına uygun yönetenler Tanrı’nın haki­miyetinin gerçek ör­nekle­ri, adalet­sizce ve diktatörce yönetenler de Tanrı ta­rafından in­sanları günah­karlıklarından dolayı ceza­landırmak için görevlendirilmiş kişiler olarak algılanırlar. Böyle bir yöne­timde adalet aramak boşuna olur.

 

 

b- Hürriyet

84. Dinin hür iradeyle seçilmesi Allah’ın değişmez yasası­dır. Bu se­beple bütün pey­gamberler hürriyet konusu üstünde ti­tizlikle durmuş­lardır. İnsanlara; “Allah’tan başka­sına ibadet etmeyin” deme­leri­nin anlamı budur. Çünkü İbadet söz­lükte taat anlamına gelir. Taat bo­yun eğmek demek­tir, daha çok “emre uymak ve izinden gitmek.” anlamında kullanılır[39]. Türkçede buna kulluk ve köle­lik denir.

“Allah’tan başkasına ibadet et­meyin” demek, Allah’tan başkasına kul-köle olmayın, demektir. Bu se­beple teokratik sistem, peygam­ber­lerin bu ortak isteklerine aykırı­dır. Çünkü bu sistem insanları yönetici­lere köle etmektedir.

Burada inanç ve ibadet hürriyeti ile inandığı gibi yaşama hürriyeti, özel önem kazanmaktadır.

 

 

(1) – inanç ve ibadet hürriyeti

85. Dinin özü imandır. İmanın temeli de onu içten kabul etmek, yani kalp ile tasdiktir. Kalpteki tas­diki bir o kişi, bir de Allah bilir. Orası in­sanın en hür olduğu yerdir. Bu se­beple hiç kimse bir inancı kabule veya inkara zorlanamaz. Çünkü bu, insan fıtratına aykırıdır. Allah Teâlâ şöyle buyu­ruyor:

“Dinde zorlama yoktur; artık doğru ile eğri birbirinden iyice ay­rıl­mıştır. Bundan böyle kim zor­ba­ları tanımaz da Allah’a inanırsa kop­mak bilme­yen sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilen­dir.” (Bakara 2/256)

86. İnsanlar ibadete de zorlana­maz. Çünkü ibadet için ni­yet ge­rekir. Niyet, bir şeye içten karar vermek­tir. “Ameller ni­yetlere gö­redir[40].” Bir ibadetin ne maksatla yapıldığını, tam olarak bir o ibadeti yapan bir de Allah bilir. Niyetsiz ibadet yapı­lamadığından zorla iba­det olmaz. Birisine zorla namaz kıldırılabilir ama niyet et­mezse na­maz kılmamış, bo­şuna yatmış kalkmış olur. Bu da bir şeye yaramaz.

87. Bir kimsenin müslüman ol­ması için bir tören yapılmasına ge­rek yoktur. İnanılması gereken şeylere içten inandı mı müslüman olur. Ama hırıstiyanlıkta dine kabul, vaf­tiz töreniyle olur. Böyle bir tören kişiyi, onu dine kabul edenlerin manevi baskısı altında bırakır. İnsanları dine kabul yetkisini Allah Hz. Muhammed’e bile vermemiştir. O, şöyle buyurur:

“Sen, sevdiğini yola geti­remez­sin, ama Allah, di­lediğini yola geti­rir. Yola gele­cekleri en iyi o bilir.” (Kasas 28/56)

 

 

 

(2) – İnandığı gibi yaşama hürri­yeti

88. İnanç bir kalp işi olduğu için inanç hürriyetini tanımanın veya tanımamanın bir anlamı yoktur. Ancak din hürriyetinden bahsedi­lebilir. Din deyince, o dinin bütün emir ve yasakları anlaşılır. Bunun daha açık ifadesi, inandığı gibi yaşama hür­riyetidir.

89. Devletin vatandaşı ile ilişkisi dinî veya ideolojik boyutta değil, adalet boyutunda olur. Müslümanların devlet ge­lene­ğinde, insanların inandığı gibi ya­şamaları sağlanmış ve inançlara hakaret fırsatı verilmemiştir. Mesela Osmanlı, mey­hane aç­mayı ve do­muz yetiştirmeyi müslüman kesime yasak­larken hırıstıyanlara serbest bırakmıştır. Çünkü onların inançla­rına göre bunlar günah değildir.

Bu anlayış, İspanya’dan kaçan yahudilere kucak aç­mamıza ve on­lara huzurlu bir hayat sağlama­mıza sebep olmuştur. Onlar bunun hatırasına Türkiye’de 500. Yıl Vakfı’nı kurmuşlardır.

 

 

 

c- Aklın kullanılması

90. Akıl insanı hayvandan ayırır. İnsan arzularını dizginleyebi­lirse güzel şeyler olur. Arzular öne çıkarsa düşünceler, bakışlar ve anlayışlar değişir.

91. Kur’an daima aklı kullanmaya çağırır. Kur’an’da akıl) keli­mesi geçmez onun yerine 16 yerde lübb’ün çoğulu olan elbâb ge­çer. Lübb, lekesiz saf akıl[41] an­lamına gelir. Çünkü şart­lanmış, menfaatlerinin ve bek­lenti­lerinin esiri olmuş kişiler de akıllıdır ama onlar akıllarını gereği gibi kulla­na­mazlar. Kullansalar bile çı­kan so­nuca güven duyup bağla­namazlar. Onların akılları lekeli ve bulanıktır. Öncelikle aklı, arzuların esiri ol­maktan kur­tarmak gerekir.

Kur’an’da akıl kö­künden tü­re­til­miş olup aklı kullanma an­lamındaki kelimeler 48 yerde ge­çer. Bunlardan biri şöyledir:

“Allah pisliği akıllarını kullanma­yanların üstüne bırakır.” (Yunus 10/100)

92. Teokratik sistem, vatandaşın aklını kullanmamasını ve bir şeye ka­rışmamasını ister. Jean Calvin’in şu ifadeleri bunu açık bir şekilde göste­rmektedir:

“Fertler kamu ile ilgili konularda kendilerini yetkili görme­meli, dev­let işle­rine karışmamalı, yönetici­le­rin yetkisine gi­ren işlere bu­run­larını sokmamalı ve genel olarak ka­muyu ilgi­lendiren herhangi bir gi­rişime kalkışmamalıdır­lar. Kamu dü­zeninde düzeltilmesi ge­rekli olan bir bozukluk varsa kargaşa çıkarmamalı, ellerinin bağlı ol­duğu bir işe kendilerini sok­mamalıdır­lar. Bu alanda eli kolu bağlı olmayan tek kişi yöne­ticidir[42].

Buna karşılık Kur’an, insanın et­rafında olup bitenlerle ilgi­lenme­sini, yanlış davranışlara karşı çık­masını ister. Kur’an’da, İsrailoğullarından inkar edenlerin, Hz. Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlendikleri ve bu­nun se­bep­lerinden birinin şu olduğu açıklanır:

“Onlar birbirlerinin işledikleri fe­nalıklara engel olmazlardı. Yapmış ol­dukları şey ne kötü idi!” (Maide 5/79)

Hz. Muhammed de şöyle der: “Sizden kim bir kötülük gö­rürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yet­mezse diliyle dü­zeltsin. Ona da gücü yetmezse içten içe karşı çık­sın. Bu imanın en zayıf olanıdır[43].”

 

 

d- Yalnız Allah’tan korkmak

93. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “insanlar­dan korkmayın, ben­den kor­kun, ayetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin.” (Maide 5/44)

“Eğer inanıyorsanız bilin ki asıl korkmanız gereken Allah’tır.” (Tevbe 9/13)

Teokrasi, yöneticiden korkul­masını ister. Jean Calvin’in sözleri şöyledir: “Ülkenin babası, halkının ço­banı, barışın koruyucusu, adale­tin başkanı, suçsuzların sa­vunu­cusu olan yö­neticinin gücünü ka­bul etmeyen kişi haklı olarak deli sayıl­malıdır[44].” Demek ki bu sis­temde yöneticiden korkmayan ve onun gücünü kabul etmeyen deli damgası yer.

 

 

 

e- Yanlışa karşı çıkmak

94. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“İçinizde iyiliğe çağıran bir öncü­ler grubu bulunsun. Doğruyu em­retsin­ler ve uygunsuzluğa engel olsunlar. İşte böyle toplum­lar düz­lüğe çıkar­.” (Al-i İmran 3/104)

Firavun Mısır’da güçlü bir krallık kurmuştu. Halkını köle yerine ko­yar, onlar da ona baş eğerlerdi. Allah bunu kınamış ve şöyle bu­yurmuştur:

“Musa’yı belgelerimizle ve açık bir yetki ile göndermiştik,

Firavun’a ve adamlarına… Ama onlar Firavun’un buyruğuna uydu­lar; oysa Firavun’un buyruğu doğ­ruyu gös­termiyordu.” (Hud 11/96-97)

Bir kişi, Hz. Muhammed’e sordu:

“- Hangi cihad daha değerlidir?

Dedi ki, ” Zalim sultanın yanında söylenen doğru söz[45].”

Teokrasi, yetkililerin zalimliğini Allah’ın halkı ceza­landırması saya­rak kutsamaktadır. Böyle bir sistem zalim sultanın yanında söylenecek her doğru sözü yanlış sayar. Çünkü bu sistemde yetkililerin yaptığı her şey doğru, onlara karşı çıkmak yanlıştır. Jean Calvin’in şöyle diyor:

“.. Karakterleri ne olursa olsun, bu saygıyı, hatta bu din­darca bağlı­lığı bütün yöneticilerimize so­nuna kadar göster­mek zorun­dayız… Bundan itaatin adil yöne­ticilere gösteri­leceği sonucunu çıkarıyor­sanız yanlış dü­şünüyorsunuz. …Eğer bir vahşi ta­rafından zalimce işkence görürsek, eğer haris ve lükse düşkün biri ta­rafından doy­mak bilmez bir şekilde so­yulacak olursak, eğer bir tembel tarafından ihmal edilecek olursak, eğer kısa­cası doğruluğumuz yü­zünden dine ve kutsal şeylere saygısız olan bir prens tarafından eza görecek olur­sak ilk önce işlediğimiz günahları hatırlayalım, çünkü Tanrı, şüphe­sizdir ki karşımıza çıkan bu kötülük­lerle bizi cezalandırmaktadır. Böylelikle bo­yun eğiş bizi sabırsız­lığımızdan kurtaracaktır. Ve düşü­nelim ki bu kötülük­leri tedavi et­mek bizim üs­tümüze düşmez. Bizim üstümüze düşen tek şey, bütün kralların yü­rek ve yön­seme­leri elinde olan Tanrı’nın yardımını istemektir[46].”

95. Kur’an’a göre bir kimsenin etkili ve yetkili bir makamda ol­ması onun doğru davrancağı anlamına gelmez. Yanlış dav­ranan kim olursa olsun, onun bu davranışı onayla­namaz.

Güçlü kral Firavun Hz. Musa’ya karşı halkına şöyle demişti:

” Ey kavmim! Mısır’ın hakimiyeti bende değil mi? Bu nehir­ler be­nim topraklarımın içinde akmıyor mu? Görmez misi­niz?”

“Yoksa ben şundan, daha ne demek istediğini bile açıklayama­yan şu alçaktan iyi değil miyim?” (Zuhruf 43/51-52)

Firavun dedi: “Bırakın beni Musa’yı öldüreyim; o da Rabbini ça­ğırsın bakalım. Çünkü korkarım o, sizin dininizi değiştirir veya bu toprakta karı­şıklık çıkarır.”

Musa şöyle dedi: “İşte ben, be­nim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a sı­ğınırım. Hesap gü­nüne inanmayan her kibirlinin şer­rinden.” (Mümin 40/26-27) Çünkü Hz. Musa, gere­ken her uyarıyı yapmış, ama Firavun bu uyarılara zul­münü artırarak cevap vermişti.

Bütün bunlar, siyasi çalışmalara katılıp yanlış davranış­lara engel olmak için elden ge­leni yapmayı zorunlu kılar. Ama teokratik sistem bunu ka­bul etmez.

 

 

 

B- Mezhep Ve Tarikatlar

Buraya kadar anlatılanlar sünni mezheplerin görüşüdür. Ama şiilik ile tarikatlar öyle değildir. İran’da şianın imamiye kolu yaygındır. Şimdi İran şiilerinin konu ile ilgili görüşleri ile tarikatların bazı görüşlerine bakalım.

 

 

 

a- İran benzeri İslam cumhuri­yeti

96. İran’a hakim olan mezhep şiiliktir. Bu mezhep dev­let başka­nının kim olacağı hususunda çıkan ihtilaftan doğ­muştur. Onlara göre imam, yani devlet başkanı Hz. Peygamber tarafından tayin edil­miş olmalı ve bütün günah­lar­dan arındırıl­mış bulunmalıdır. İlk şiiler bu şahsın Hz. Ali olduğu ko­nusunda itti­fak etmişlerdir. Onlara göre devlet başkanlığı siyasi değil dinî bir makamdır. Onların imamlık, yani dev­let başkanlığı konusun­daki bazı görüşleri şöyledir:

“İmamlık ancak Allah’tan nass (açık bir emir) ile, yahut o imam­dan önceki imamın onun imame­tini be­yaniyle tahakkuk eder. İnsanların seçmesiyle, istemesiyle olmaz. İnsanlar di­lediklerini imam ola­rak tayin, yahud dilediklerini azil hak­kına sahip değillerdir.[47]

Şia’nın konu ile ilgili inançları şöyledir:

“İmamın da peygamber gibi içte, dışta, görünürde, gizli­likte, bütün kötü ve pis şeylerden, doğumun­dan vefatına dek masun (korunmuş) olduğuna inanıyoruz. İmam, imametten önce, sonra, soy boy şe­refi bakımından en yüce ve temiz kişi olup her türlü kötülükten, suçtan, yanılmadan, yanlış iş gör­meden, unutmadan ve her türlü aşağılık şeylerden masundur[48].”

97. İran’daki şiilerin, İmamın sıfat­ları ve bilgisi ile ilgili inançları şöyledir:

“İmamın peygamber gibi, yiğitlik, kerem, temizlik, gerçeklik, adalet, tedbir, hikmet ve bütün üstünlükler ve iyi huylar bakımın­dan halkın en seçkini olması gerekir ve buna inan­maktayız…

İmamın ilahî hükümlere, ilahî maarife, bütün bilgilere sahip ol­ması, peygamber, yahut kendisin­den önceki İmam vasıtayla­dır. Yepyeni bir şey hakkında da imam, Allahu Talâ’nın ona ih­san ettiği kudsi kuvvetle, ilham yoluyla ge­reği gibi hükmeder, o şeyi kün­hüyle anlar, bilir. Bir şeye yöne­lirse, onu bilmek dilerse, o şey hakkında, ancak gerçeği bilir, ya­nılmaz, şüpheye düşmez, bu hu­susta aklî delillere, yahut belle­ten­lerin belletmesine ihti­yacı yok­tur. Bilgisi iktiza edince daha da derin­leşir. Daha da zi­yadeleşir…”

“… İmamlardan hiçbiri bir mual­lime gitmemiş, bir mürebbi­den bir şey öğrenmemiştir… Hiç biri bir hocadan ders gör­memiş, hiç biri bir mektebe, bir medreseye git­memiştir. Böyle olduğu halde kendilerine bir şey sorulunca ona derhal en doğru cevabı ver­mede­ler. Dillerine bilmiyorum sözü gel­mediği gibi cevap ver­mek için dü­şünmeleri yahut cevabı bir müddet sonraya tehir et­meleri de vaki değildir…[49]

98. Şiilerin imamlara itaat konu­sunda inançları şöyledir:

“Onların buyrukları Allah’ın buy­ruklarıdır. Yasakları O’nun ya­sak­la­rıdır. Onlara itaat Allah’a itaattır. Onlara isyan, Allah’a is­yandır. Onları seven Allah’ı sever. Onlara düşman olan Allah’a da düşman olur. Onların emirlerini reddetmek caiz değildir[50].”

Bu görüşler teokrasi ile bağda­şır. Ehl-i sünnetin bunları kabul et­mesi mümkün değildir. Şia’nın imamlar için söylediklerinin ço­ğunu ehl-i sünnet pey­gamberler için dahi söylemez. Çünkü Kur’an’a göre Hz. Muhammed tıpkı bizim gibi bir insandır. Bizden farkı, Allah’ın Elçisi olmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana, sizin tanrını­zın bir tek tanrı olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuş­mayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin.” (Kehf 18/110)

99. Sünniler devlet başkanlığını si­yasi bir makam sayarlar. Bu se­beple devletle­rini, İslam adıyla değil, Abbâsî, Selçuklu ve Osmanlı gibi adlarla kur­muşlardır. Dört ha­life döneminde devlete ad bile konmamış­tır. Sünniler, devlet baş­kanını sıradan bir insan sayar, ona olağanüstü kişilik vermezler. O da herkes gibi yanılabilir ve yanlış kararlara varabilir­.

Bir gün Halife Ömer min­berden şöyle seslen­mişti: “Ey in­san­lar, ona salat ve selam olsun Muhammed’in gö­rüşü doğru idi. Çünkü Allah ona gerçeği gösteri­yordu. Bizim gö­rüşü­müz ise sa­dece zan ve so­rumlu­luk al­tına gir­mekten iba­ret­tir.”

Halife Ebûbekir bir ko­nuda Allah’ın kita­bında ve Hz. Muhammed’in sün­ne­tinde bir şey bulamazsa kendi görüşüne göre icti­had eder ve şöyle derdi: “Bu benim gö­rüşümdür. Doğruysa Allah’tan, yanlışsa bendendir. Allah’ın beni bağışlama­sını di­le­rim.”

Halife Ömer bir ki­şiyle karşılaş­mış ve ne var ne yok, diye sor­muştu. O da Ali ve Zeyd şöyle bir hüküm verdiler de­mişti. Bunun üzerine Ömer; “Eğer ben olsaydım şu şekilde hükme­derdim.” dedi. Adam dedi ki;

“Senin hükmet­mene ne engel var, yetki senin elindedir.” Ömer şöyle cevap verdi:

“Senin me­seleni Allah’ın Kita­bına ya da Allah’ın Elçisinin hük­müne dayan­dır­saydım bunu ya­pardım. Ama mese­leni gö­rüşe da­yandı­rıyorum, görüş belirtme hakkı or­taktır. Benim gö­rü­şüm Ali’nin ve Zeyd’in görüşünü değersiz hale getir­mez[51].”

 

 

 

b- Tarikatlar

100. Tarikatlar teşkilatlıdır. Onların tekkeleri ve zaviyeleri vardır. Her birinin bir ruhâni reisi yani şeyhi bulunur. Onlara göre şeyh, kul ile Allah arasında bir vasıta, Allah’ın kaplarından bir kapıdır[52]. Tarikata giriş el alma (bey’at) denen bir iş­lemle gerçekleşir. Böylece şeyh müridi Allah yolunda teslim almış sayılır. Kurtuluş için bir tarikata girmek şarttır[53]. Şeyh pey­gamberin vekili[54] ve yanılmaz bir otoritedir[55]. O müridin ma­nevi babasıdır[56].

101. Bunlar Kur’an’a açıkca aykırı şeylerdir. Nasıl gerçek İncil’in dı­şında oluşan Kilise, teokrasinin kaynağı olmuşsa bizde de Kur’an’ın dışında oluşan tarikatlar teokratik düşünceye zemin hazır­lamışlardır. Tarikatlar ta­rafından asırlarca işlenen fikirler bugün tari­kat mensubu olmayan kişileri de sarmıştır.

Hiç bir tarikat kilise gibi teşkilat­lanmış değildir. Bugüne kadar bir tarikatın emrine girmiş devlet de olmamıştır. Kur’an var olduğu sü­rece bunun ger­çekleşmesi bekle­nemez. Tarikatlarla ilgili şikayet edilecek bir çok konu vardır. Bunlar, müs­lümanların Kur’an ışı­ğında eğitilmesiyle ortadan kalkar.

 

 

 

C- Cami Ve Teokrasi

102. İslamda ruhban sınıfı yoktur. Camiler kilise teşkilatı gibi örgüt­lenmemiştir. Eskiden camide gö­revli imam ve müezzin bile bulun­mazdı. Cemaatten biri ezan okur, ehli­yetli biri de namaz kıldırırdı. Camilerin düzenli olarak açılması, ezanın zamanında okunması, cami bakımlarının yapılıp eşyasının ko­runması gibi ihtiyaçlar cami görev­lerinin ihdasına sebep olmuştur. Cuma namazı için de durum aynı­dır. Ancak Cuma günü büyük bir cemaate namaz kıldırmak ve on­lara hitabetmek bir çok kimsenin ilgisini çe­keceği için bu konuda çekişme ve tartışma çıkabilir. Bunu göz önünde bulunduran Hanefî mezhebi, Cuma namazını ya o yerleşim yerinin en yetkili kişisinin ya da onun tayin edeceği bir kişi­nin kıldırmasını şart koşmuştur. Yoksa ibadet için toplaşan insan­lar birbirine girebilirler [57].

103. Bir kimsenin müslüman ol­ması tamamen kendi kararına bağ­lıdır. Bunun için caminin veya bir dinî kuruluşun onayı aranmaz. Vaftize benzer bir törenin yapılması da sözkonusu değildir. Çünkü İslamda ne din adamı, ne de bir başka kişi Allah adına hereket edebilir. Zaten Allah müslüman ol­mayı öyle bir kaideye bağlamıştır ki, buna kimse karışamaz. Çünkü dinin özü imandır. İmanın temeli de onu içten kabul etmek, yani kalp ile tasdiktir. Kalpteki tasdiki bir o kişi, bir de Allah bilir. Orası in­sanın en hür olduğu yerdir. Bu se­beple hiç kimse bir inancı kabule veya inkara zorlanamaz. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur:

“Dinde zorlama yoktur; artık doğru ile eğri birbirinden iyice ay­rıl­mıştır. Bundan böyle kim zor­ba­ları tanımaz da Allah’a inanırsa kop­mak bilme­yen sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilen­dir.” (Bakara 2/256)

Kiliseye benzer bir teşkilatı ol­mayan, din adamlarını birer ruhanî lider değil, sadece din konusunda toplumu aydınlatan ve onlara ör­nek olmaya çalışan kişiler olarak gö­ren bir dinin teokrasiyi kabul etmesi sözkonusu olamaz.

 

 

 

 

 

3- LAİKLİK

104. Laiklik, devletin dinî bir ku­rumun hakimiyetinde olmaması demektir. Bu sebeple laiklik ile te­okrasi bir­birine zıttır.

Kilisenin Tanrı adına hareket et­tiğine inanıldığından kralı, hü­kü­met­leri ve valileri belirlemede ve gö­reve getirmede ki­lise kendini hep yetkili görmüştür[58]. Bugün ki­lise, seçilmiş kişilere yemin ettir­mekle bu yetkisini az da olsa sür­dürmek­tedir. Bu sebeple teokra­siye karşı mücadele kiliseyi devlet­ten uzak­laştırmakla başarılabilmiş­tir. Fransız tarihi bu konuda ve­ril­miş mücadelelerle doludur. Bu ül­kede Kilisesinin devlet üzerindeki ege­menliğini kırma çabaları XIV. yüz­yıla kadar gi­der[59]. Laiklik, gös­terilen bu çaba­lar sonucu ortaya çıkmıştır.

Fransızca’da dinî kuruluşların hakimiyetinden bağımsız bir ku­ruma Laik (laic veya laique) de­nir[60]. Fransa’da dinî kuruluş de­yince akla gelen Katolik Kilisesidir, dolayısıyle bu kilisenin hakimiye­tinde olmayan her kurum laiktir.

105. Laiklik mücadelesi dine karşı değil, kiliseye karşı verilmiştir. Nitekim Fransa’da kurucu meclis üyeleri tarafından hazırlanan ve Ağustos 1789’da kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 10. maddesi dü­şünce özgürlüğünü, 11. mad­desi de ifade özgürlüğünü düzen­li­yordu. Bu bildirge 1791 tarihli Fransız Ayasası’nın başlangıç bö­lümü oldu[61]. Böylece bu anayasa, Katolik Kilisesinin imtiyazlarına son vermeyi ve protestan, yahudi veya dinsiz olanların haklarını, özellikle vicdan hürriyeti adına her çeşit dinî tezahürü eşit görmeyi hedefliyordu[62]. Çünkü teokratik sistemde bir başka din mensu­buna hayat hakkı tanınamazdı. Bu hareket dine karşı olsaydı, başarıl­dıktan sonra din özgürlüğü veril­mez, aksine bu özgürlük tü­müyle ortadan kaldırılırdı.

106. 1948’de Birleşmiş Milletler ta­rafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi de düşünce vicdan ve din hürriyeti konusunu karara bağlayarak teok­rasinin önünü iyice kesmeye ça­lıştı. Bu madde de dine değil, ki­li­senin ha­kimiyetine karşıdır. Bu ha­reket, dinin sosyal alandan ve kamu alanından soyutlanmasına yönelik de değildir. Bu zaten dü­şünülemez. Dindar bir kişi, di­ninin emrini bırakarak başka kişilerin emrini ye­rine getiremez. Eğer ye­rine getirmek zorunda kalırsa ya giz­lice ya da açıktan buna karşı koyar. Bu da toplumda huzursuz­luk doğurur. Beyannamenin ilgili 18. maddesi şöyledir:

“Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir; bu herkes için yalnız ya da topluca, gerek kamu önünde ge­rekse özel olarak öğretimle, uygulamalarla, tapın­mayla ya da dinsel yükümlü­lükleri yerine getirerek dinini ya da inan­cını ortaya koymak öz­gürlüğünü de içerir[63].

107. Bütün bu durumlara göre la­iklik, devletin dinî kurumların ha­kimiye­tinden bağımsız hale gel­mesi de­mektir. Yani laiklik devletin bir vasfıdır. Nitekim 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’nın 2. maddesi de bunu böyle belir­lemiştir. Madde aynen şöyledir:

“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk mil­liyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere daya­nan, demokratik, lâik ve sos­yal bir hukuk Devletidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir başka özelliği de insan hak­larına saygılı olmasıdır. Anayasa’nın 24. maddesi her va­tandaşa vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyeti ta­nımıştır. 26. maddeyle de düşün­ceyi açıklama ve yayma hürriyeti ve­rilmiştir.

Konu Kur’an açısından değer­lendirilince, Kur’an’da din özgürlü­ğünün değişmez esaslara bağ­landığı görülür.

Dinin özü imandır. İmanın temeli de kalp ile tasdiktir. Kalp insanın iç dünyasındadır. İnsan bu­rada ala­bildiğine hürdür. Bu sebeple hiçbir inanç insana zorla kabul ettirile­mez. Din hürriyetinin teminatı Kur’an’dır. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur :

“Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?” (Yunus 10/99)

 

 

 

 

4- DEĞERLENDİRME

108. Tevrat’ta teokrasinin delili diye gösterilen söz Hz. Süleyman’a ait­tir. Elimizdeki Tevrat’a göre Hz. Süleyman Allah’ın elçisi değil, bir kraldır[64]. Ama Kur’an Hz. Süleyman’ı Allah’ın elçisi sayar.

Tevrat’ta Hz. Süleyman’a ait olduğu bildirilen ifade şöyledir: “Ey oğlum Rab’den ve melik’ten kork. İhtilalcilere karışma[65].” Kral’dan korkmak, onun zulmüne karşı ko­runmak için olabilir. Çünkü bu, haksızlığa bir çeşit karşı koymadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de kâfir ve münafıklara karşı korunma ile ilgili benzer bir ifade vardır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Eğer sabırlı olur ve korunur­sa­nız onların hileleri size bir zarar ver­mez.” (Al-i İmran 3/120) Korunma ihtiyacı korkudan doğar. Bu se­beple ayette, “korunma” diye ter­cüme ettiğimiz ittikâ ( ) kelimesi korku diye de tercüme edilmiştir.

“İhtilalcilere karışma” ifadesi de “bozgunculara karışma” şeklinde yorumlanırsa Hz. Süleyman’a ait olduğu ifade edilen bu söz, teok­rasinin delili olmaktan çıkar.

109. İncil’deki metinlere gelince; Pavlos’un ve Petrus’un mektup­la­rının İncil diye gösterilmesini Kur’an kabul edemez. Çünkü Kur’an’a göre İncil Allah’ın kitabı, Hz. İsa da elçisidir[66]. Petrus ile Pavlos ise birer hırıstiyandır. Petrus Hz. İsa’nın havarilerinden­dir[67]. Pavlos ise Kur’an’ın tanımladığı anlamda bir havari değildir ama hırıstiyanlar onu ha­varilerden sa­yarlarr[68]. Hz. İsa’nın havarileri, Kur’an’a göre Hz. Muhammed’in sahabileri gibi­dir[69].

110. Tevrat, İncil ve Kur’an, Allah’ın sözlerini içeren kitaplardır. Bunlarda in­san sözü olmaz. Ama elimizdeki Tevrat ve İncil’e insan sözü karışmıştır. Bunun en açık delili Pavlos ve Petrus’un mektup­larıdır. Kur’an’da Allah’ın sözleri dı­şında tek bir söz yoktur. Hz. Muhammed’in sözleri Kur’an’ın dı­şındadır ve hadis adını alır. Havariler ise Hz. Ali ve Hz. Ebubekr gibidir. Ali ve Ebubekr’in sözlerine sahabi sözü denir. Hz. Peygamber’in sözleri Kur’an sevi­yesinde kabul edilemez. Sahabinin sözü de peygamber sözü seviyesinda olamaz. Dolayısiyle Petrus ve Pavlos’un mektupları İncil’in bir parçası sayı­lamaz. Bunlar birer insan sö­züdür.

İncil’de Hz. İsa çarmıha gerilip defnedildikten üç gün sonra kab­rinden çıktığı, Galile’de 11 havari­sine görünerek şöyle dediği yazılı­dır:

“Gökte ve yeryüzünde bütün ik­tidar bana verilmiştir. Şimdi gidin, bütün ulusları öğrenci yapın. Onları Babam, Ben ve Kutsal Ruh adına vaftiz edin. Sizlere bu­yurduğum her şeyi tutmalarını on­lara öğretin. İşte dünyanın sonuna kadar ben her an sizlerle berabe­rim[70].”

Bu sözler kilisenin, güçlü ol­duğu zaman devletler üze­rinde hakimiyet kurmasına yol açmıştır.

Aynı İncil’in bir başka ifadesine göre Hz. İsa dünyaya ha­kimiyet kurmak için değil, hizmet etmek ve hayatını vermek için gelmiştir[71]. Bu, bir önceki ifadeyle çelişmektedir.

Kur’an Hz. İsa’nın vefatından sonra dünya ile ilişkisinin ke­sildi­ğini ve olup bitenlerden ha­berdar olmadığını bildirir.

“Allah, (ahirette şöyle ) diyecek­tir. “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı olarak benimseyin dedin?” O da şöyle cevap vere­cektir: “Haşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz sen onu bilirsin; sen, benim içimde olanı bi­lirsin; ben senin içinde olanı bil­mem; doğrusu görül­meyeni bilen ancak sensin”

“Ben onlara sadece Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kul­luk edin diye bana emrettiğini söyledim. İçlerinde bu­lunduğum sü­rece on­ları gö­zeti­yordum. Beni vefat etti­rince artık onlar üze­rine gö­zetle­yici yalnız sen oldun. Sen her şeyi gö­rüp gözetirsin.” (Mâide 5/116-117)

Nasıl ki Hz. Muhammed’in söz­leri Kur’an ayeti değilse Hz. İsa’nın sözleri de İncil ayeti değildir. Hele Hz. İsa’nın vefatından sonra söy­lediği iddia edilen sözler onun sözü bile olamaz. Teokrasi bu sözler üzerine kurulduğuna göre gerçek İncil’in Kur’an gibi teokra­siyi kabul etmediği ortaya çıkar.

111. Hırıstiyanlar nasıl Petrus ve Pavlos’un mektuplarına daya­narak bir teokratik sistem kurmuşlarsa şiilerin imamiye kolu da kendi büyüklerine ait sözlere dayanarak teokratik sisteme benzer bir sis­temin savunucuları olmuşlardır.

Şiiler imamlarının ve müctehid­lerinin sözlerine Allah’ın sözü de­mezler. Ama bir çoğu onları Allah’ın sözü gibi bağlayıcı sayar. Onların şu ifadelerine bakalım:

“İctihad şartlarını kendisinde toplamış müctehit, gaybet (imamın gözlerden uzak bulunması) za­ma­nında İmam aley­hisselam’ın naibi­dir, mutlak olarak hâkim ve reisdir; hüküm vermekte, halka hükme­tekte İmamın salahiyetine sahiptir. Onun hükmünü kabul et­memek İmam’ın hükmünü kabul et­memek­tir; İmam’ın hükmünü kabil etme­mek ise Allah’ın hük­münü ka­bul etmemektir ki, bu, sâdık-i âl-i Muhammed’den ri­vayet edilen hadise göre Allah’a şirk koşmakla birdir[72].”

Sâdık-i âl-i Muhammed, Hz. Muhammed’in soyundan, ge­len doğru kişi demektir. Bu kişi Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin dahi olsa onların sözleri bize delil olamaz. Bu, Petrus ve Pavlos’un sözlerine verilen değere çok benzemektedir.

Ehl-i sünnet, müctehid imamlar­dan hiç birine kutsallık tanımaz ve hiç birinin sözünü bağlayıcı say­maz.

Ma’n bin İsa el-Kazzaz demiştir ki, İmam Malik’ten şunu işittim; “Ben sa­dece bir insanım, hata yap­tığım da olur doğruyu bulduğum da. Görüşüm üzerinde düşünün, Kitap ve Sünnet’e uygun olanını alın, Kitap ve Sünnet’e uy­gun ol­ma­yanını da bıra­kın[73].”

İmam Malik sık sık şöyle derdi: “Bizimkisi zandan ibarettir. Kesin bir kanaate va­ramayız.[74]

Ebû Yusuf ve Hasan bin Ziyad, Ebû Hanife’nin şöyle dedi­ğini nak­letmişlerdir. “Bizim şu ilmimiz bir görüş­tür. O, gücü­müze göre vardı­ğımız en güzel görüştür. Kim bun­dan daha gü­zelini geti­rirse ka­bul ede­riz[75].”

 

 

 

 

SONUÇ

112. Kur’an teokratik sistemi asla ka­bul etmez. Teokrasi, Allah’ın yetki­sinin kiliseye devri veya kilise ile paylaşılması anlamına geldiği için Kur’an’a göre böyle bir davra­nış şirktir.

Diğer taraftan teokraside Allah’a boyun eğer gibi yönetici­lere boyun eğilmesi istenmektedir. Onlara itaat Allah’a itaat, onlara muhalefet Allah’a karşı gelme sayılmaktadır. Kur’an, bunu da şirk sayar.

113. Bunun dışında Kur’an’ın tav­siye ettiği bir devlet düzeni yoktur. İslamın evrensel ve zamanüstü olması da bunu ge­rekli kılmaktadır. Kur’an devletlerden, bir takım ev­rensel istek­lerde bulunur. Bunların bir kısmı yukarıda belirtilmiştir. Onlar öyle şeylerdir ki, hiçbir top­lum bunlardan vazgeçemez. Hiç bir idare de bu konuda mücadele eden insanları doğrudan karşısına alamaz Bu da İslamın her zaman ve her yerde yaşanabilmesine im­kan verir.

114. İslam bilginlerinin siyasi otorite­den bekledikleri görevler şöyle özetlenebilir: “Siyasi otorite kanun­ları uygular, cezaları infaz eder, toplumun ihtiyaçlarını giderir, as­keri donatır, vergi toplar, zorba­ları, soyguncuları ve eşkiyayı dize geti­rir. İnsanlara, inandıkları gibi yaşama hürriyetini sağlar. Adliye teşkilatının aksamadan ve ser­bestçe çalışmasını temin eder. Gelir ve servet dağılımının dengeli olması için tedbirler alır. Korunmaya muhtaç çocukların ih­ti­yaçlarının tabii ortam içinde karşı­lanabimesi için gerekeni ya­par. Yoksullara des­tekte bulunur.”

Sonuç olarak şunu söylemek ge­rekir: Teokrasi Kur’an’ın kabul etmediği bir devlet sistemidir. İncil’in teokratik dü­zeni emreden ifadeleri, Kur’an ölçülerine göre gerçek İncil’e ait olamaz. Bu konu yukarıda açıklanmıştır. Bundan gerçek hırıstiyanlığın da teokrasiyi kabul et­meyeceği sonucu çıkar. Laiklik de teok­rasiye karşı verilen mücadelenin adı olmuştur. (Prof. Abdülaziz Bayındır, DİN ve DEVLET İLİŞKİLERİ-TEOKRASİ ve LAİKLİK)

http://www.suleymaniyevakfi.org/modules/kitaplar/books/teokrasi.doc

 


[1]– Büyük Larousse Ansiklopedisi, Laik maddesi

[2]– Günay TÜMER, Abdurrahman KÜÇÜK, Dinler Tarihi, Ankara 1993, s. 256.

[3]– Büyük Larousse Ansiklopedisi, Laiklik maddesi,

[4]– Büyük Larousse Ansiklopedisi, insan maddesi

[5]– GRIC (Groupe de Rechercehes Islamo- Chretien = İslam Hırıstiyan Araştırmaları Topluluğu), Din ve Devlet, Islamochristana, 12, Roma 1986, s. 49-72′ den. Tercüme M. Sait HATİPO⁄LU, İslâmî Araştırmalar Dergisi, C. III, sayı 3, Ankara 1989, s. 102.

[6]– Büyük Lrousse Ans. İnsan maddesi. İst. 1986.

[7]Şeyhülislamlığı bir dini kurum sayanlar olabilir. Şeyhülislamlık kilise gibi bir dini durum değildir. Bunun Kur’an’a veya sünnete dayandırılan bir tarafı yoktur. O, ihtiyaç duyulduğu için ihdas edilmiş bulunan ilmî ve hukuki bir kurumdur. Şeyhülislam siyasi otoriteye bağlı idi. Göreve gelmesi ve görevden ayrılması siyasi otoritenin emri ile olurdu. Nitekim bir kanunla varlığına son verilmiştir. Ama devletler binlerce kanun çıkarsa kilisenin varlığını sona erdiremez.

[8]– Ateizm, tanrıtanımazlık anlamına gelir. Adına ister tabiat, ister Gök Tanrı isterse ne denirse densin, bütün varlıkları yaratan ve evrenin tek hakimi olan Allah’ı inkar mümkün olmadığından tanrıtanımaz, babasını tanımazlık eden kişiye benzer. O, en sıkışık zamanında nasıl babasını ararsa tanrıtanımaz da iyice dara düşünce Allah’a sığınır. Aslında bunlar, her şeyi veren ama kendilerine emir vermeyen bir Allah isterler.

Bazı kimseler de Allah’a inandıklarını açıkca söyler ve ateizmi redderler. Ama Allah’ın ve peygamberinin emirlerini, kendi anlayışlarına göre sınıflara ayırır, kimini kabul eder kimini de reddederler. Bunların durumu, Kur’anda yer alan Şeytanın durumuna benzer. Şeytanı o hale getiren Allah’ın bir tek emrini beğenmemesidir. Yoksa o Allah’a, ahiret gününe ve inanılması gereken bir çok şeye inanır. Kur’an’da bunu açıkca ifade eden ayetler vardır.

Ahazâb suresinin 36. âyeti şöyledir:

“Allah ve Rasulü bir işte hüküm verince inanmış hiçbir erkek ve kadın o işle ilgili davranışlarında ser­best ola­maz.”

Müslüman, bu ayete uygun davranır.

[9]– Şemsüddin es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut, 1409/1989, c. I, s. 199-200.

[10]– Kehf Suresinin 65. ayetinde, Hz. Musa ile karşılaşan kişi ile ilgili olarak “Ona kendi katımızdan bir ilim öğretmiştik” buyurulur. “kat” diye tercüme ettiğimiz kelimenin Arapça karşılığı “ledünn” kelimesidir. Hadis-i şeriflerden bu kişinin Hızır aleyhisselam olduğunu öğreniyoruz. İlm-i ledün ve ilm-i bâtından bahsedenler Hızır aleyhisselamın bu ilmini kasdederler. Fakat Hz. Hızırla beraber olan Hz. Musa’nın bu ilmi öğrenemediğini de kabul ederler. Çünkü bu husus hem ayetlerde hem Hz. Peygamberin sözlerinde geçer.(Bkz. Buhârî, İlim 44) Bununla beraber tarikat şeyhleri, ellerinde hiçbir belge olmadığı halde Hz. Hızır’a verilen bu özel ilmin kendilerinde de verildiğini iddia eder, kendilerini Hızır aleyhisselam yerine müritlerini de onu anlamayan Hz. Musa yerine koyarlar. Hiç bir kaynağı ve dayanağı olmayan bu iddia, şeyhleri şeytanın elinde bir oyuncak haline getirmiştir. İslam aleminin Allah’ın gazabına uğrayıp dünya sahnesinden çekilmiş olmasının asıl sebepleri bunlardır.

[11]Rabıtayı, “Şeyhin suretinin mürşidin iki gözünün arasında tasavvur edilerek müridin mürşide karşı kendisini son derece alçaltıp ona yalvarması ve onu Allah ile kendi arasında vesile kılması şeklinde” tarif eden ve tarikata böyle bir rabıtayı sokan Halid Bağdâdî’dir. Ölümü 1242 h. 1827 miladi tarihidir. (Bu gibi konular için bkz. Abdülaziz BAYINDIR, Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, İstanbul 1997.)

[12]– KOTKU, Tasavvufî Ahlak, c. II, s.5, 2. paragraf.

[13]– KOTKU, Tasavvufî Ahlak, c. II, s. 248.

[14]– KOTKU, Tasavvufî Ahlak, c. II, s. 246, paragraf 5.

[15]– KOTKU, Tasavvufî Ahlak, c. II, s.245, 3. paragraf.

[16]– Bunlar Anayasa’nın 14. maddesinde konulan sınırlamalardır. Anayasanın 69. maddesinde siyasi partilerin 14. maddedeki sınırlamaların dışına çıkamayacağı yazılıdır.

[17]– Muhammed Rıza’l-Muzaffer, Akâaid’ül-İmâmiyye, Şia İnançları (Türkçeye çeviren Abdülbaki GÖLPINARLI) İstanbul 1978, s. 50.

[18]– Şia İnançları, s. 51.

[19] Şia İnançları, s. 52-53.

[20]– Şia İnançları, s. 54.

[21]– Rağıb el-İsfahânî, el- Müfredât, s.353.

[22]– Mecelle m. 1450. (Risalet, bir kimse tasarrufta dahli olmaksızın bir kimesnenin sözünü diğere tebliğ etmektir.

Ol kimseye resul ve ol kimesneye mirsil ve diğerine mürselun ileyh denir.)

[23]– Eş-Şerîf Ali b. Muhammed el-Curcânî, et-Tarifât, tarih ve yer yok. s.110.

[24]– Mümtaz Soysal, Anayasaya Giriş, Ankara 1968, s. 16.

[25]– “”Ey oğlum Rab’den ve melik’ten kork. İhtilalcilerle ihtilat etme” Emsal-i Süleyman, XXIV/21, Kitab-ı Mukaddes, İbrani, Keldânî ve Yunan dillerinden tercüme. Dersaadet 1910. Ahd-i atîk s.775.

[26]– Mektup sadeleştirilmiştir, aslı şöyledir: “Herkes emri altında bulunduğu hükumetlere itaat etsin. Zira Allah tarafından ol­mayan bir hükü­met yoktur ve mevcut hükumetler Allah tarafından tertip olunmuştur. Bunun içün hükumete muha­lefet eden Allah’ın tertibine mukavemet etmiş olur ve mukavemet edenler kendi aleyhlerine hüküm davet edecekler. Zira hükümdarlar iyi ameller içün değil, ancak kötü ameller içün korkuturlar. Hükümetden korkmamak ister misin. İyi olanı işle ve onun tarafından medholunacaksın. Çünkü senin iyiliğin içün Allah tarafından memurdur. Lakin eğer kötü olanı işler isen kork, çünki kılıcı bey­hude yere taşımıyor. Zira Allah tarafından memur olup kötülük işleyen üzerine gazab icrası içün in­tikam alıcıdır. Bu ecilden yalnız gazab sebebiyle değil, ancak zamir sebebiyle dahi tabi olmak la­zımdır.” (Pavlos’un Romalılara Mektubu,13. bab, 1-5, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd s.206.)

[27]– İfadeler sadeleştirilmiştir, aslı şöyledir. “İmdi Rabb içün tanzimat-ı beşeriyyenin her birine gerek padişaha cümleye faik olduğundan, gerek valilere, şer işleyenlerin mücâzâtı ve hayır işleyenlerin medhi içün anın tarafından irsal olunanlar bulunduklarından itaat ediniz. Zira Allah’ın iradeti budur ki, hürler gibi, ama hürriyetinizi şerre örtü tutmayup ancak Allah’ın kulları gibi olarak cahil ademlerin cehaletini hayır işlemekle iskat edesiz. Cümleye hürmet ediniz. Biraderleri seviniz. Allah’tan korkunuz. Padişaha hürmet ediniz.” (Petros’un l. mektubu, II/13-17. Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd, s. 298.)

[28]– Jean Calvin, Hırıstiyan Dininin Öğretisi’nden seçme parçalar (Christianae religionis institutio, Kitap IV, Bölüm 20: Devlet Yönetimi Üstüne) çeviren Şahin ALPAY, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi 2, Yeni Çağ. Derleyen Mete TUNCAY Ankara 1969, s.48-51.

[29]– Stephanus Junıus Brutus, Vindiciae contra Tyrannos (Tiranlara karşı haklar) Çeviren Mete TUNCAY, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi 2, Yeni Çağ, Seçilmiş Yazılar, Ankara 1969, s. 62.

[30]– Brutus, a.g.e. s. 63.

[31]– “Ve İsa yanlarına gelüb anlara hitaben dedi ki, semada ve zeminde bütün hükumet bana verildi.” (Matta 18, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd, s. 43.)

[32]-TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e s.263.

[33]-TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e. s. 256.

[34]– Metin sadeleştirilmiştir. Elimizdeki nüshadaki ifedeler şöyledir. ” Ve onbir şakirdler Galil’e İsa’nın onlara emr etdigi dağa vardılar. ve Onu görünce ona secde kıldılar. Lakin bazısı şüphe etdiler. Ve İsa yanlarına gelüb anlara hitaben dedi ki, semada ve zeminde bütün hükumet bana verildi. İmdi gidiniz, cümle milletleri şakird ediniz. Onları Peder ve Ben ve Ruh’ul-Kudüs ismine vaftiz ediniz.Ve size emrettiğim şeylerin cümlesini hıfz etmeyi anlara talim ediniz ve işte dünyanın nihayetine degin ben her vakt sizin ile beraberim.” ( Matta 16-20, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd, s. 43.)

[35]– TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e. s. 268.

[36]– TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e. s. 270.

[37]-TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e. s. 256.

[38]– Ayette “onları ibadet etmekten” ifadesi geçiyor. Onun yerine “içtenlikle boyun eğme” ifadesi kullanılmıştır. Çünkü ibadet içiyle ve dışıyla boyun eğmektir. Eğer bu boyun eğme Allah’ın isteğine uygunsa ona ibadet edilmiş, aykırıysa başka şeye ibadet edilmiş olur.

[39]– İbnu Manzûr, Lisan’ul-Arab, Beyrut 1410/1990. Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredât (Safvân Adnan Davudî’nin tahkikiyle) Dımaşk ve Beyrut l412/l992, s.529

[40]– Bu hadis-i şerif, Sahih-i Buhârî’nin en başında yer alır.

[41]-, er-Rağıb el-İsfahânî, Müfredâtü elfâz’il-Kur’an, Beyrut 1412/1992, s. 733.

[42]– Jean Calvin, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi 2, Yeni Çağ. s.49.

[43]– Müslim, İman 78 (49).

[44]– Jean Calvin, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi 2, Yeni Çağ. s.49.

[45]– Nesaî, Bey’a, 37, Babü men tekelleme b’il-hakki ‘inde imamin câir.

[46]– Jean Calvin, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi 2, Yeni Çağ. s.51.

[47]– Muhammed Rıza’l-Muzaffer, Akâaid’ül-İmâmiyye, Şia İnançları (Türkçeye çeviren Abdülbaki GÖLPINARLI) İstanbul 1978, s. 50.

[48]– Şia İnançları, s. 51.

[49]– Şia İnançları, s. 52-53.

[50]– Şia İnançları, s. 54.

[51]– İbnu’l-Kayyım el- Cevziyye, I’lâmu’l-Muvakkıîn, Beyrut l407/1987 c. I, s. 54.

[52]– Abdulgani en-Nablusî’nin bu konuda şöyle dediği nakledilir: “Bir kimse Allah yolunda kendini teslim alan bir şeyhe teslim olursa onun, Allah’ın kapılarından bir kapı olduğuna inanması gerekir. Şeyhi bu mertebede görmek mertebelerin en düşüğüdür. Şuna da inanmalıdır ki, şeyhden kenide ne gelirse Allah’tan bilmeli, şeyhten bilmemelidir. Eğer hayır gelirse Allah’ın ona hidayeti, şer gelirse O’nun imtihanıdır. Şu halde salikin yani tarikata girmiş bir kimsenin şeyhini Allah’ın kapısı bilmesi ilk basamaktır.

İkinci basamak salikin şeyhini, Allah’ın isim ve sıfatlarının ortaya çıkıp gözüktüğü kişi olarak bimesidir. Allah’ın emir ve yasaklarıyla yükümlü olan kimse nasıl saygı duyarsa şeyhinin yanında o şekilde saygılı olmalıdır. Bu orta basamaktır.

Üçüncü basamakta salik şeyhini hiç görmemelidir, o manevidir. Onun yerine Allah’ın sıfatlarını görmelidir. Şeyhi arada fani bilmeli, Allah’ı bâkî bilmelidir. Doğrusu da budur. Bu hal üç basamağın en üstüdür. ( KOTKU, Tasavvufi Ahlâk, İst. 1982, c. II s. 185)

[53]– Mehmet Zahid KOTKU’nun konu ile ilgili ifadeleri şöyledir: Kalbi huzur-ı ilahiye dühulden men eden sıfat-ı mezmumeden halas edecek bir şeyhi, mürşit ittihaz etmek insan için vacibdir diye icma ve ittifak vakidir.

Fena sıfatlardan kurtulmağa vesiyle olan bir şeyhi mürşid ittihaz etmeyen kimseler, Allah Teâlâya ve Resûl- zî şânına isyan etmiş olurlar. Zira hak bir tarika salik olmayan kimse mürşitsiz bu sıfatlardan kurtulamaz. (KOTKU, Tasavvufi Ahlâk, c. II s.183)

[54]– Hasan Kamil YILMAZ, İslam Tasavvufu, Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar, İst. 1996, s. 494.

[55] Haklı dahi görünse müridin şeyhine itirazı haramdır. (KOTKU, Tasavvufi Ahlâk, c. II s. 5)

[56]– – KOTKU, Tasavvufi Ahlâk, c. II s. 247.

[57] Şemsüddin es-serahsî, el-Mebsût, Mısır l324, II,24.

[58]-TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e. s. 256.

[59]– Büyük Larousse Ansiklopedisi, Laiklik maddesi,

[60]– Büyük Larousse Ansiklopedisi, Laik maddesi

[61]– Büyük Larousse Ansiklopedisi, insan maddesi

[62]– GRIC (Groupe de Rechercehes Islamo- Chretien = İslam Hırıstiyan Araştırmaları Topluluğu), Din ve Devlet, Islamochristana, 12, Roma 1986, s. 49-72′ den. Tercüme M. Sait HATİPO⁄LU, İslâmî Araştırmalar Dergisi, C. III, sayı 3, Ankara 1989, s. 102.

[63]– Büyük Lrousse Ans. İnsan maddesi. İst. 1986.

[64]– Bkz. Emsal-i Süleyman, I/1, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i atîk s.751.

[65] Emsal-i Süleyman, XXIV/21, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i atîk s.775.

[66]– … Meryem oğlu İsa’ya, yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önünde bulunan Tevrat’ı doğrulayan İncil’i sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik. (Maide 5/46)

[67]– Bak. Büyük Laroussse Ansiklopedisi, Petrus ve Paulus maddeleri. İst. 1986.

[68]– Pavlos Hz. İsay’ı görmemiştir. Elimizdeki İncil’de Pavlos’un asıl adının Saul olduğu, (A’mâl-i rusul 13/9) azılı bir hırıstiyan düşmanı iken, Şam yolunda ansızın gökten parlayan bir nurun çevresini sardığı, Hz. İsa’nın ona seslendiği(A’mâl-i rusul 9/3-6), sonra onun Hz. İsa’ya inandığı ve vaftiz edildiği ((A’mâl-i rusul 9/18 vd.) ifade edilmektedir. Buna göre Pavlos, Kur’an’ın tanımladığı havarilerden değildir.

[69] “Ey inananlar! Allah’ın dininin yardımcıları olun. Nitekim, Meryem oğlu İsa, Havarilere: “Allah’a giden yolda yardımcılarım kimlerdir?” deyince, Havariler: “Allah’ın dininin yardımcıları biziz” demişlerdi. İsrailoğullarının bir takımı böylece inanmış, bir takımı da inkar etmişti; ama biz, inananları düşmanlarına karşı destekledik de üstün geldiler.” (Saff 61/14)

[70] Metin sadeleştirilmiştir. Elimizdeki nüshadaki ifedeler şöyledir. ” Ve onbir şakirdler Galil’e İsa’nın onlara emr etdigi dağa vardılar. ve Onu görünce ona secde kıldılar. Lakin bazısı şüphe etdiler. Ve İsa yanlarına gelüb anlara hitaben dedi ki, semada ve zeminde bütün hükumet bana verildi. İmdi gidiniz, cümle milletleri şakird ediniz. Onları Peder ve Ben ve Ruh’ul-Kudüs ismine vaftiz ediniz. Ve size emrettiğim şeylerin cümlesini hıfz etmeyi anlara talim ediniz ve işte dünyanın nihayetine degin ben her vakt sizin ile beraberim.” (Matta 16-20, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd, s. 43.)

[71]– “Nitekim İbn’ül-insan (yani İsa), kendine hizmet olunmak içün değil, ancak hizmet etmek ve canını çok kimseler bedeline fidye vermek içün geldi, dedi.” (Matta 20/28)

[72]– Şia İnançları, s. 24.

[73]– İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye, Ebû Abdillah Muhammed b. Ebîbekr (öl. 701 h.) İ’lâm’ul-muvakkıîn, c. I, Beyrut, 1987/ 1407, s. 75.

[74]– İbnu’l-Kayyım, a.g.e. c. I, s. 76.

[75]– İbnu’l-Kayyım, a.g.e. c. I, s. 76.

posted in GÜNCEL | 0 Comments