-
29th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

 

Patrick Glynn, Harvard ve Cambridge gibi dünyanın en ünlü iki üniversitesinden mezun olmuş, Reagan döneminde uzun yıllar siyasî danışmanlık yapmış, American Enterprise Institute gibi önemli düşünce kuruluşlarında çalışmış bir siyaset bilimci. Hâlen Washington DC’deki George Washington Üniversitesi’nde Toplum Siyaseti Çalışmaları Enstitüsü’nün yöneticiliğini yürütüyor. Prof. Glynn’e ün kazandıran çalışması ise, 1999 yılında yayımlanan “Allah’ın Varlığının Delilleri: Post-Seküler Bir Dünyada İnanç ve Aklın Uzlaşması” adlı kitabı oldu. Uzun yıllar bir ateist olarak yaşamasına rağmen, ilmî delilleri yeniden incelediğinde bir dönüşüm geçiren ve Allah’ın varlığını kabul eden Glynn, söz konusu kitapta bu kararında rol oynayan delilleri anlatıyor. Patrick Glynn ile Washington’da görüştük ve ateizmi neden terk ettiğinden, yeni muhafazakâr hareketin zihnî alt yapısına kadar pek çok konuyu konuştuk.

 
   
   

Patrick Glynn: Ben Bir Ateisttim!

Röportaj aktarımı: Mustafa Akyol

Patrick Glynn, Harvard ve Cambridge gibi dünyanın en ünlü iki üniversitesinden mezun olmuş, Reagan döneminde uzun yıllar siyasî danışmanlık yapmış, American Enterprise Institute gibi önemli düşünce kuruluşlarında çalışmış bir siyaset bilimci. Hâlen Washington DC’deki George Washington Üniversitesi’nde Toplum Siyaseti Çalışmaları Enstitüsü’nün yöneticiliğini yürütüyor. Prof. Glynn’e ün kazandıran çalışması ise, 1999 yılında yayımlanan “Allah’ın Varlığının Delilleri: Post-Seküler Bir Dünyada İnanç ve Aklın Uzlaşması” adlı kitabı oldu. Uzun yıllar bir ateist olarak yaşamasına rağmen, ilmî delilleri yeniden incelediğinde bir dönüşüm geçiren ve Allah’ın varlığını kabul eden Glynn, söz konusu kitapta bu kararında rol oynayan delilleri anlatıyor.

Önemli bir dönüşüm yaşadığınızı biliyoruz. Ateizmin bir yanılgı olduğunu ne zaman ve nasıl fark ettiniz?

Belki önce, nasıl ateist olduğumu anlatmalıyım. Ben dindar Katolik bir ailede yetiştim. Pazar günleri kilise korosuna katılırdım. Ama gençliğimde, 60′lı yıllarda değişmeye başladım, Harvard’da geçirdiğim yıllarda o devrin tipik agnostik modelini benimsedim. Strauss ile birlikte ise, örtülü bir ateizmi kabullendim. Bu ateizm daha çok Darwinizm’e dayanıyordu. Darwin’den sonra ateizm, zaten pek çok Batılı entelektüel arasında sorgulanmadan kabul edilen standart bir görüş haline gelmişti.

Ancak 80′lerde bu tablo değişmeye başladı. Aralarında benim de bulunduğum pek çok entelektüel, konuyu baştan ele alarak ateizmi sorguladı. Öte yandan Amerikan kültürü içinde de bir değişim başlamıştı. Bugün Amerikalı elitler arasında hâlâ son derece koyu seküler bir kanat var. Ama bunların görüşü, ideolojilerden sadece biri haline gelmiş durumda; eskiden, meselâ 60′larda veya 70′lerde ise söz konusu görüş gerçeğin tâ kendisi olarak kabul görüyordu. Eğer Harvard’da okuyup da pazar günleri kiliseye gidiyor olsaydınız, biraz garip birisi olarak görülürdünüz, biraz eski moda, eskide kalmış birisi olarak. Bugün bu tablo büyük ölçüde değişmiş durumda ve Amerikan entelektüelleri arasında da güçlü bir dindarlık görebiliyorsunuz. Polkinghorne gibi büyük fizikçiler Allah’ın varlığını savunuyor ve bunu çok ma’kul ve ikna edici şekilde yapıyorlar.

 

Kitabınızda da bahsettiğiniz bu ma’kul ve iknâ edici delillerden kısaca bahsedebilir misiniz?

20. yüzyılın başlarında Big-Bang (Büyük Patlama) teorisi kabul edildi ve bu teori, âlemin bir başlangıcı, yani yaratılış ânı olduğunu gösterdi. Bu, kâinatın sonsuz olduğunu savunan materyalist görüşe önemli bir darbe oldu. 1970′lerde ise fizikçiler, enteresan ve düşündürücü bir hususu fark ettiler. Kâinatın bütün fizikî dengelerinin, meselâ yerçekiminin veya atomu bir arada tutan nükleer kuvvetlerin, yaşanabilir bir âlem oluşması için en ideal değerlerde olduklarını buldular. “Antropik Prensip” (İnsan için hazırlanmış kâinat anlayışı) adı verilen bu şaşırtıcı buluş, içinde yaşadığımız kâinatın rastgele ortaya çıkmadığı, insan hayatı için özel olarak yaratıldığı fikrine büyük bir delil oluşturdu. Yıllar geçtikçe bu prensibi destekleyen yeni deliller de ortaya çıkmaya devam ediyor.

 

Biyolojide de, bir yaratılışın varlığını gösteren deliller var mı?

Elbette var! Bugün biyoloji dünyasına baktığınızda, yaratılış düşüncesine yaklaşan bir paradigma değişikliği görebilirsiniz. Biyolojinin 19. yüzyılda şekillenmiş paradigması, yani temel kabulleri sarsılıyor. Bu paradigmada en büyük pay Darwinizm’e ait. Bu teori, yeryüzündeki bütün hayatın şuursuz tabiat hâdiselerinin eseri olduğunu öne sürmüştü. Oysa canlılığın detayları keşfedildikçe, karşımıza mükemmel, hassas ve yoğun bir programa dayanan sistemler çıkıyor. Bu sistemlerin gâyesiz sebeplerin ve rastlantıların ürünü olduğu düşüncesi giderek kabul edilemez hâle geliyor.

 

Sadece Darwin değil, Freud da sarsılıyor galiba?

Kesinlikle! Freud, insan psikolojisine materyalist bir açıklama getirmeye çalışmıştı. Dahası, dinî inancın bir tür nevroz olduğunu ileri sürmüş, insanların ancak ateist olduklarında sağlıklı bir psikolojiye sahip olabileceklerini söylemişti. Ama deliller bunun tam aksini gösteriyor. Psikolojik araştırmalar, dindar insanların psikolojik yönden çok daha sağlıklı olduklarını gösteren verilerle dolu. Freud’un, dinin modernleşme ile birlikte yok olacağı şeklindeki tahmini ise, tamamen boşa çıkmış durumda.

Kitabınızda ruhun varlığına dâir ölüm ve sonrası hakkında yaşanmış tecrübelerden deliller çıkarıyorsunuz, değil mi? Evet! Aslında benim ateizmden vazgeçmemi sağlayan sürecin, asıl bu konudaki delilleri incelemekle başladığını söyleyebilirim. 90′ların başında, uzun bir tatil döneminde, ölümün kıyısına gelen insanların tecrübeleri hakkındaki raporları inceledim. Bunların çoğu, ameliyatlar sırasında kalbleri duran, birkaç dakika gerçekten biyolojik bir ölüm yaşayan, ama sonra hayata dönen kişiler. Ölümle yüzleştikleri kısa süre hakkında anlattıklarında ise, büyük benzerlikler var. Hemen hepsi ruhlarının vücutlarından ayrıldığını, kendilerini dışarıdan gördüklerini belirtiyor. Anlattıklarının hayâl ürünü olması ise imkânsız; çünkü o sırada odada neler yaşandığına, doktorların kendilerini kurtarmak için neler yaptıklarına dâir detaylı tariflerde bulunuyorlar ve bunları gözleriyle görmüş olmaları mümkün değil. Kitapta detaylı olarak anlattığım bütün bu deliller, insanın bir ruha sahip olduğunu gösteren önemli bir veri. Bir ruha sahip olmamız ise, ateizmin temel dayanağı olan materyalist felsefeyi yalanlıyor.

 

21. yüzyıla nasıl bakıyorsunuz? Bu deliller insanlığın düşüncesini nereye taşıyacak?

20. yüzyılın büyük bölümüne egemen olan sekülarizm artık geçerliliğini yitirdi. Sekülarizmin objektif bir gerçeklik olduğu sanılıyordu; artık o, sadece farklı dünya görüşlerinden birisi hâline geldi ve zemini de giderek eriyor. 21. yüzyıl, 20. yüzyıldan daha dindar olacak. Ama soru şu: Hoşgörülü ve barışçı bir din anlayışı mı, yoksa çatışmacı bir din anlayışı mı yükselecek? Kuşkusuz her sağduyulu insan, birincisini diliyor. http://www.sizinti.com.tr/konular.php?KONUID=989

 

posted in BİLİMSEL RASYONALİTE | 0 Comments

29th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

SCIENCE FINDS GOD

The Achievements Of Modern Science Seem To Contradict Religion And Undermine Faith. But For A Growing Number Of Scientists, The Same Discoveries Offer Support For Spirituality And Hints Of The Very Nature Of God.

THE MORE DEEPLY SCIENTISTS see into the secrets of the universe, you’d expect, the more God would fade away from their hearts and minds. But that’s not how it went for Allan Sandage. Now slightly stooped and white-haired at 72, Sandage has spent a professional lifetime coaxing secrets out of the stars, peering through telescopes from Chile to California in the hope of spying nothing less than the origins and destiny of the universe. As much as any other 20th-century astronomer, Sandage actually figured it out: his observations of distant stars showed how fast the universe is expanding and how old it is (15 billion years or so). But through it all Sandage, who says he was “”almost a practicing atheist as a boy,” was nagged by mysteries whose answers were not to be found in the glittering panoply of supernovas. Among them: why is there something rather than nothing? Sandage began to despair of answering such questions through reason alone, and so, at 50 , he willed himself to accept God. “”It was my science that drove me to the conclusion that the world is much more complicated than can be explained by science,” he says. “”It is only through the supernatural that I can understand the mystery of existence.”

Something surprising is happening between those two old warhorses science and religion.

Historically, they have alternated between mutual support and bitter enmity. Although religious doctrine midwifed the birth of the experimental method centuries ago (following story), faith and reason soon parted ways. Galileo, Darwin and others whose research challenged church dogma were branded heretics, and the polite way to reconcile science and theology was to simply agree that each would keep to its own realm: science would ask, and answer, empirical questions like “”what” and “”how”; religion would confront the spiritual, wondering “”why.” But as science grew in authority and power beginning with the Enlightenment, this detente broke down. Some of its greatest minds dismissed God as an unnecessary hypothesis, one they didn’t need to explain how galaxies came to shine or how life grew so complex. Since the birth of the universe could now be explained by the laws of physics alone, the late astronomer and atheist Carl Sagan concluded, there was “”nothing for a Creator to do,” and every thinking person was therefore forced to admit “”the absence of God.” Today the scientific community so scorns faith, says Sandage, that “”there is a reluctance to reveal yourself as a believer, the opprobrium is so severe.”

Some clergy are no more tolerant of scientists. A fellow researcher and friend of Sandage’s was told by a pastor, “”Unless you accept and believe that the Earth and universe are only 6,000 years old [as a literal reading of the Bible implies], you cannot be a Christian.” It is little wonder that people of faith resent science: by reducing the miracle of life to a series of biochemical reactions, by explaining Creation as a hiccup in space-time, science seems to undermine belief, render existence meaningless and rob the world of spiritual wonder.

But now “”theology and science are entering into a new relationship,” says physicist turned theologian Robert John Russell, who in 1981 founded the Center for Theology and the Natural Sciences at the Graduate Theological Union in Berkeley. Rather than undercutting faith and a sense of the spiritual, scientific discoveries are offering support for them, at least in the minds of people of faith. Big-bang cosmology, for instance, once read as leaving no room for a Creator, now implies to some scientists that there is a design and purpose behind the universe. Evolution, say some scientist-theologians, provides clues to the very nature of God. And chaos theory, which describes such mundane processes as the patterns of weather and the dripping of faucets, is being interpreted as opening a door for God to act in the world.

From Georgetown to Berkeley, theologians who embrace science, and scientists who cannot abide the spiritual emptiness of empiricism, are establishing institutes integrating the two. Books like “”Science and Theology: The New Consonance” and “”Belief in God in an Age of Science” are streaming off the presses. A June symposium on “”Science and the Spiritual Quest,” organized by Russell’s CTNS, drew more than 320 paying attendees and 33 speakers, and a PBS documentary on science and faith will air this fall.

In 1977 Nobel physicist Steven Weinberg of the University of Texas sounded a famous note of despair: the more the universe has become comprehensible through cosmology, he wrote, the more it seems pointless. But now the very science that “”killed” God is, in the eyes of believers, restoring faith. Physicists have stumbled on signs that the cosmos is custom-made for life and consciousness. It turns out that if the constants of nature–unchanging numbers like the strength of gravity, the charge of an electron and the mass of a proton–were the tiniest bit different, then atoms would not hold together, stars would not burn and life would never have made an appearance. “”When you realize that the laws of nature must be incredibly finely tuned to produce the universe we see,” says John Polkinghorne, who had a distinguished career as a physicist at Cambridge University before becoming an Anglican priest in 1982, “”that conspires to plant the idea that the universe did not just happen, but that there must be a purpose behind it.” Charles Townes, who shared the 1964 Nobel Prize in Physics for discovering the principles of the laser, goes further: “”Many have a feeling that somehow intelligence must have been involved in the laws of the universe.”

Although the very rationality of science often feels like an enemy of the spiritual, here, too, a new reading can sustain rather than snuff out belief. Ever since Isaac Newton, science has blared a clear message: the world follows rules, rules that are fundamentally mathematical, rules that humans can figure out. Humans invent abstract mathematics, basically making it up out of their imaginations, yet math magically turns out to describe the world. Greek mathematicians divided the circumference of a circle by its diameter, for example, and got the number pi, 3.14159 . . . . Pi turns up in equations that describe subatomic particles, light and other quantities that have no obvious connections to circles. This points, says Polkinghorne, “”to a very deep fact about the nature of the universe,” namely, that our minds, which invent mathematics, conform to the reality of the cosmos. We are somehow tuned in to its truths. Since pure thought can penetrate the universe’s mysteries, “”this seems to be telling us that something about human consciousness is harmonious with the mind of God,” says Carl Feit, a cancer biologist at Yeshiva University in New York and Talmudic scholar.

To most worshipers, a sense of the divine as an unseen presence behind the visible world is all well and good, but what they really yearn for is a God who acts in the world. Some scientists see an opening for this sort of God at the level of quantum or subatomic events. In this spooky realm, the behavior of particles is unpredictable. In perhaps the most famous example, a radioactive element might have a half-life of, say, one hour. Half-life means that half of the atoms in a sample will decay in that time; half will not. But what if you have only a single atom? Then, in an hour, it has a 50-50 chance of decaying. And what if the experiment is arranged so that if the atom does decay, it releases poison gas? If you have a cat in the lab, will the cat be alive or dead after the hour is up? Physicists have discovered that there is no way to determine, even in principle, what the atom would do. Some theologian-scientists see that decision point–will the atom decay or not? will the cat live or die?–as one where God can act. “”Quantum mechanics allows us to think of special divine action,” says Russell. Even better, since few scientists abide miracles, God can act without violating the laws of physics.

An even newer science, chaos theory, describes phenomena like the weather and some chemical reactions whose exact outcomes cannot be predicted. It could be, says Polkinghorne, that God selects which possibility becomes reality. This divine action would not violate physical laws either.

Most scientists still park their faith, if they have it, at the laboratory door. But just as belief can find inspiration in science, so scientists can find inspiration in belief. Physicist Mehdi Golshani of Sharif University of Technology in Tehran, drawing from the Koran, believes that natural phenomena are “”God’s signs in the universe,” and that studying them is almost a religious obligation. The Koran asks humans to “”travel in the earth, then see how He initiated the creation.” Research, Golshani says, “”is a worship act, in that it reveals more of the wonders of God’s creation.” The same strain runs through Judaism. Carl Feit cites Maimonides, “”who said that the only pathway to achieve a love of God is by understanding the works of his hand, which is the natural universe. Knowing how the universe functions is crucial to a religious person because this is the world He created.” Feit is hardly alone. According to a study released last year, 40 percent of American scientists believe in a personal God–not merely an ineffable power and presence in the world, but a deity to whom they can pray.

To Joel Primack, an astrophysicist at the University of California, Santa Cruz, “”practicing science [even] has a spiritual goal”–namely, providing inspiration. It turns out, explains Primack, that the largest size imaginable, the entire universe, is 10 with 29 zeros after it (in centimeters). The smallest size describes the subatomic world, and is 10 with 24 zeros (and a decimal) in front of it. Humans are right in the middle. Does this return us to a privileged place? Primack doesn’t know, but he describes this as a “”soul-satisfying cosmology.”

Although skeptical scientists grumble that science has no need of religion, forward-looking theologians think religion needs science. Religion “”is incapable of making its moral claims persuasive or its spiritual comfort effective [unless] its cognitive claims” are credible, argues physicist-theologian Russell. Although upwards of 90 percent of Americans believe in a personal God, fewer believe in a God who parts seas, or creates species one by one. To make religions forged millenniums ago relevant in an age of atoms and DNA, some theologians are “”incorporat[ing] knowledge gained from natural science into the formation of doctrinal beliefs,” says Ted Peters of Pacific Lutheran Seminary. Otherwise, says astronomer and Jesuit priest William Stoeger, religion is in danger of being seen, by people even minimally acquainted with science, “”as an anachronism.”

Science cannot prove the existence of God, let alone spy him at the end of a telescope. But to some believers, learning about the universe offers clues about what God might be like. As W. Mark Richardson of the Center for Theology and the Natural Sciences says, “”Science may not serve as an eyewitness of God the creator, but it can serve as a character witness.” One place to get a glimpse of God’s character, ironically, is in the workings of evolution. Arthur Peacocke, a biochemist who became a priest in the Church of England in 1971, has no quarrel with evolution. To the contrary: he finds in it signs of God’s nature. He infers, from evolution, that God has chosen to limit his omnipotence and omniscience. In other words, it is the appearance of chance mutations, and the Darwinian laws of natural selection acting on this “”variation,” that bring about the diversity of life on Earth. This process suggests a divine humility, a God who acts selflessly for the good of creation, says theologian John Haught, who founded the Georgetown (University) Center for the Study of Science and Religion. He calls this a “”humble retreat on God’s part”: much as a loving parent lets a child be, and become, freely and without interference, so does God let creation make itself.

It would be an exaggeration to say that such sophisticated theological thinking is remaking religion at the level of the local parish, mosque or synagogue. But some of these ideas do resonate with ordinary worshipers and clergy. For Billy Crockett, president of Walking Angel Records in Dallas, the discoveries of quantum mechanics that he reads about in the paper reinforce his faith that “”there is a lot of mystery in the nature of things.” For other believers, an appreciation of science deepens faith. “”Science produces in me a tremendous awe,” says Sister Mary White of the Benedictine Meditation Center in St. Paul, Minn. “”Science and spirituality have a common quest, which is a quest for truth.” And if science has not yet influenced religious thought and practice at the grass-roots level very much, just wait, says Ted Peters of CTNS. Much as feminism sneaked up on churches and is now shaping the liturgy, he predicts, “”in 10 years science will be a major factor in how many ordinary religious people think.”

Not everyone believes that’s such a hot idea. “”Science is a method, not a body of knowledge,” says Michael Shermer, a director of the Skeptics Society, which debunks claims of the paranormal. “”It can have nothing to say either way about whether there is a God. These are two such different things, it would be like using baseball stats to prove a point in football.” Another red flag is that adherents of different faiths–like the Orthodox Jews, Anglicans, Quakers, Catholics and Muslims who spoke at the June conference in Berkeley–tend to find, in science, confirmation of what their particular religion has already taught them.

Take the difficult Christian concept of Jesus as both fully divine and fully human. It turns out that this duality has a parallel in quantum physics. In the early years of this century, physicists discovered that entities thought of as particles, like electrons, can also act as waves. And light, considered a wave, can in some experiments act like a barrage of particles. The orthodox interpretation of this strange situation is that light is, simultaneously, wave and particle. Electrons are, simultaneously, waves and particles. Which aspect of light one sees, which face an electron turns to a human observer, varies with the circumstances. So, too, with Jesus, suggests physicist F. Russell Stannard of England’s Open University. Jesus is not to be seen as really God in human guise, or as really human but acting divine, says Stannard: “”He was fully both.” Finding these parallels may make some people feel, says Polkinghorne, “”that this is not just some deeply weird Christian idea.”

Jews aren’t likely to make the same leap. And someone who is not already a believer will not join the faithful because of quantum mechanics; conversely, someone in whom science raises no doubts about faith probably isn’t even listening. But to people in the middle, for whom science raises questions about religion, these new concordances can deepen a faith already present. As Feit says, “”I don’t think that by studying science you will be forced to conclude that there must be a God. But if you have already found God, then you can say, from understanding science, “Ah, I see what God has done in the world’.”

In one sense, science and religion will never be truly reconciled. Perhaps they shouldn’t be. The default setting of science is eternal doubt; the core of religion is faith. Yet profoundly religious people and great scientists are both driven to understand the world. Once, science and religion were viewed as two fundamentally different, even antagonistic, ways of pursuing that quest, and science stood accused of smothering faith and killing God. Now, it may strengthen belief. And although it cannot prove God’s existence, science might whisper to believers where to seek the divine.

 

AN UNEASY TRUCE

Throughout Western history, science and religion have been like siblings–sometimes at loggerheads, sometimes on common ground.

800-1000 The Islamic Empire, where it is believed that astronomy and mathematics provided a glimpse of God, is for centuries the only repository of many Greek and Egyptian texts.

1268-73 In writings on Aristotle’s physical studies, Thomas Aquinas synthesizes scientific inquiry with Christian thought. After him, medieval scientists see their role as uncovering the divine plan.

1543 Copernicus publishes “De Revolutionibus.” It concludes that the earth revolves around the sun, challenging man’s exalted place at the center of God’s plan of the universe.

1633 Galileo is censured by the Inquisition for writing about and teaching the Copernican system against papal orders. He’s made to recant and is placed under house arrests.

1687 Isaac Newton’s gravitational theory, published in the “Principia,” completes the mechanistic vision of the cosmos. Newton leaves in a sliver of God–as the “first cause” of the universe.

1802 In “Research on the Organization of Living Bodies,” the chevalier Lamarck posits an evolutionary view of animal species–contradicting the idea that God created them in immutable, constant form.

1842 Richard Owen determines that recently found fossils belong to an extinct animal group he calls dinosaurs. Some see further evidence of mutating species, others the effects of Noah’s flood.

1859 In “Origin of Species,” Charles Darwin concludes that species evolve and that change is driven by variations in offspring that are either favored or eliminated in the struggle for survival.

1871 Darwin publishes “The Descent of Man,” in which he undermines the Biblical doctrine that humans are a divine creation. Instead, he argues, mankind evolved from apes.

1905 John William Strutt determines the age of a rock: 2 billion years, officially disproving James Ussher’s 1650 assertion that, according to Genesis, the universe was created on Oct. 22, 4004 B.C.

1916 Albert Einstein’s groundbreaking theories of relativity reject Newton’s carefully ordered universe. “Science without religion is lame. Religion without science is blind,” he later says.

1925 John Scopes, a high-school teacher in Tennessee, is indicted for teaching evolutionary theory. Scopes–along with Darwinism itself–is put on trial and convicted.

1948 George Gamow coins the term “big bang” to describe the theory that the universe began in a primeval explosion. An instantaneous creation leaves open the idea of a creator.

1965 Arno Penzias and Robert Wilson find that space is filled with background radiation, a discovery supporting the big-bang model. In 1989, the COBE satellite makes an image of this radiation.

1992 Pope John Paul II apologizes for the Roman Catholic Church’s condemnation of Galileo. Four years later, he endorses evolution as part of God’s master plan.

 

CHARLES TOWNES

PHYSICIST AND CHRISTIAN

He shared the 1964 Nobel Prize in Physics for discovering the principles that underlie the laser. “As a religious person, I strongly sense. . .the presence and actions of a creative being far beyond myself and yet always personal and close by,” he says. Now at the University of California, Berkeley, Townes believes that recent discoveries in cosmology reveal “a universe that fits religious views”–specifically, that “somehow intelligence must have been involved in the laws of the universe.”

 

WILLIAM STOEGER

ASTRONOMER AND JESUIT PRIEST

Stoeger, who joined the Jesuits at 17, now teaches at the University of Arizona and is a member of the Vatican Observatory. “I did have one conflict between science and religion, in sixth or seventh grade,” he says. “I got a book on paleontology from my uncle Don, so I read it only at night when no-one else was around. This conflict [between evolution and Genesis] was wonderfully resolved in high school,” Stoeger says, when a priest showed him that the Bible could be read metaphorically.

 

S. JOCELYN BELL BURNELL

ASTRONOMER AND QUAKER

For some scholars, there are limits to the consilience of research and faith. Bell Burnell, discoverer of the spinning stars called pulsars, is active in the Religious Society of Friends. She wills herself to accept Christian theology, she says, because the absence of belief is too lonely and frightening a prospect. But she keeps her beliefs separate from her astronomy work at England’s Open University. “Would I do science differently if I weren’t a Quaker?” she asks. “I don’t think so.”

 

JOHN POLKINGHORNE

PHYSICIST TURNED PRIEST

After a distinguished career in particle physics, Polkinghorne was ordained an Anglican priest in 1982. “For me,” he explains, the fundamental component of belief in God “is that there is a mind and a purpose behind the universe.” He sees hints of that divine presence in how abstract mathematics can penetrate the universe’s secrets, which suggests that a rational mind created the world. As for purpose, he sees it in how nature is fine-tuned to allow life and consciousness to emerge. MARIAN WESTLEY © 1998

http://www.newsweek.com/id/93188

http://www.newsweek.com/id/93188/page/8

 

posted in BİLİMSEL RASYONALİTE | 0 Comments

29th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

An Exclusive Interview with Former British Atheist Professor Antony Flew

Dear Friends:

The following is an exclusive interview that will be published in the Winter 2005 issue of “Philosophia Christi” the journal of the Evangelical Philosophical Society (www.biola.edu/philchristi). “Philosophia Christi” is one of the top circulating philosophy of religion journals in the world and we are pleased to offer up the definitive interview on this breaking story of global interest.

Prof. Antony Flew, 81 years old, is a legendary British philosopher and atheist and has been an icon and champion for unbelievers for decades. His change of mind is significant news, not only about his personal journey, but also about the persuasive power of the arguments modern theists have been using to challenge atheistic naturalism.

The interviewer is Dr. Gary Habermas, a prolific philosopher and historian from Liberty University who has debated Flew several times. They have maintained a friendship despite their years of disagreement on the existence of God.

Sincerely,

9 December 2004

Craig J. Hazen, Ph.D.

Professor of Comparative Religion, Biola University

Editor, “Philosophia Christi”

 

****************o*****************

My Pilgrimage from Atheism to Theism

An Exclusive Interview with Former British Atheist Professor Antony Flew

DR. ANTONY FLEW

Professor of Philosophy, Former atheist, author, and debater

DR. GARY R. HABERMAS

Professor Philosophy and Theology, Editorial Board for “Philosophia Christi”

Antony Flew and Gary Habermas met in February 1985 in Dallas, Texas. The occasion was a series of debates between atheists and theists, featuring many influential philosophers, scientists, and other scholars.1

A short time later, in May 1985, Flew and Habermas debated at Liberty University before a large audience. The topic that night was the resurrection of Jesus.2 Although Flew was arguably the world’s foremost philosophical atheist, he had intriguingly also earned the distinction of being one of the chief philosophical commentators on the topic of miracles.3

Habermas specialized on the subject of Jesus’ resurrection.4 Thus, the ensuing dialogue on the historical evidence for the central Christian claim was a natural outgrowth of their research. Over the next twenty years, Flew and Habermas developed a friendship, writing dozens of letters, talking often, and dialoguing twice more on the resurrection. In April 2000 they participated in a live debate on the Inspiration Television Network, moderated by John Ankerberg.5

In January 2003 they again dialogued on the resurrection at California Polytechnic State University–San Luis Obispo.6

During a couple telephone discussions shortly after their last dialogue, Flew explained to Habermas that he was considering becoming a theist. While Flew did not change his position at that time, he concluded that certain philosophical and scientific considerations were causing him to do some serious rethinking. He characterized his position as that of atheism standing in tension with several huge question marks.

Then, a year later, in January 2004, Flew informed Habermas that he had indeed become a theist. While still rejecting the concept of special revelation, whether Christian, Jewish or Islamic, nonetheless he had concluded that theism was true. In Flew’s words, he simply “had to go where the evidence leads.”7

The following interview took place in early 2004 and was subsequently modified by both participants throughout the year. This nontechnical discussion sought to engage Flew over the course of several topics that reflect his move from atheism to theism.8 The chief purpose was not to pursue the details of any particular issue, so we bypassed many avenues that would have presented a plethora of other intriguing questions and responses. These were often tantalizingly ignored, left to ripen for another discussion. Neither did we try to persuade each another of alternate positions.

Our singular purpose was simply to explore and report Flew’s new position, allowing him to explain various aspects of his pilgrimage. We thought that this in itself was a worthy goal.

Along the way, an additional benefit emerged, as Flew reminisced about various moments from his childhood, graduate studies, and career.

HABERMAS: Tony, you recently told me that you have come to believe in the existence of God. Would you comment on that?

FLEW: Well, I don’t believe in the God of any revelatory system, although I am open to that. But it seems to me that the case for an Aristotelian God who has the characteristics of power and also intelligence, is now much stronger than it ever was before. And it was from Aristotle that Aquinas drew the materials for producing his five ways of, hopefully, proving the existence of his God. Aquinas took them, reasonably enough, to prove, if they proved anything, the existence of the God of the Christian revelation. But Aristotle himself never produced a definition of the word “God,” which is a curious fact. But this concept still led to the basic outline of the five ways. It seems to me, that from the existence of Aristotle’s God, you can’t infer anything about human behaviour. So what Aristotle had to say about justice (justice, of course, as conceived by the Founding Fathers of the American republic as opposed to the “social” justice of John Rawls9) was very much a human idea, and he thought that this idea of justice was what ought to govern the behaviour of individual human beings in their relations with others.

HABERMAS: Once you mentioned to me that your view might be called Deism. Do you think that would be a fair designation?

FLEW: Yes, absolutely right. What Deists, such as the Mr. Jefferson who drafted the American Declaration of Independence, believed was that, while reason, mainly in the form of arguments to design, assures us that there is a God, there is no room either for any supernatural revelation of that God or for any transactions between that God and individual human beings.

HABERMAS: Then, would you comment on your “openness” to the notion of theistic revelation?

FLEW: Yes. I am open to it, but not enthusiastic about potential revelation from God. On the positive side, for example, I am very much impressed with physicist Gerald Schroeder’s comments on Genesis 1.10 That this biblical account might be scientifically accurate raises the possibility that it is revelation.

HABERMAS: You very kindly noted that our debates and discussions had influenced your move in the direction of theism.11 You mentioned that this initial influence contributed in part to your comment that naturalistic efforts have never succeeded in producing “a plausible conjecture as to how any of these complex molecules might have evolved from simple entities.”12 Then in your recently rewritten introduction to the forthcoming edition of your classic volume God and Philosophy, you say that the original version of that book is now obsolete. You mention a number of trends in theistic argumentation that you find convincing, like big bang cosmology, fine tuning and Intelligent Design arguments. Which arguments for God’s existence did you find most persuasive?

FLEW: I think that the most impressive arguments for God’s existence are those that are supported by recent scientific discoveries. I’ve never been much impressed by the kalam cosmological argument, and I don’t think it has gotten any stronger recently. However, I think the argument to Intelligent Design is enormously stronger than it was when I first met it.

HABERMAS: So you like arguments such as those that proceed from big bang cosmology and fine tuning arguments?

FLEW: Yes.

HABERMAS: You also recently told me that you do not find the moral argument to be very persuasive. Is that right?

FLEW: That’s correct. It seems to me that for a strong moral argument, you’ve got to have God as the justification of morality. To do this makes doing the morally good a purely prudential matter rather than, as the moral philosophers of my youth used to call it, a good in itself.

(Compare the classic discussion in Plato’s Euthyphro.)

HABERMAS: So, take C. S. Lewis’s argument for morality as presented in Mere Christianity.13 You didn’t find that to be very impressive?

FLEW: No, I didn’t. Perhaps I should mention that, when I was in college, I attended fairly regularly the weekly meetings of C. S. Lewis’s Socratic Club. In all my time at Oxford these meetings were chaired by Lewis. I think he was by far the most powerful of Christian apologists for the sixty or more years following his founding of that club. As late as the 1970s, I used to find that, in the USA, in at least half of the campus bookstores of the universities and liberal art colleges which I visited, there was at least one long shelf devoted to his very various published works.

HABERMAS: Although you disagreed with him, did you find him to be a very reasonable sort of fellow?

FLEW: Oh yes, very much so, an eminently reasonable man.

HABERMAS: And what do you think about the ontological argument for the existence of God?

FLEW: All my later thinking and writing about philosophy was greatly influenced by my year of postgraduate study under the supervision of Gilbert Ryle, the then Professor of Metaphysical Philosophy in the University of Oxford, as well as the Editor of Mind. It was the very year in which his enormously influential work on The Concept of Mind14 was first published. I was told that, in the years between the wars, whenever another version of the ontological argument raised its head, Gilbert forthwith set himself to refute it.

My own initial lack of enthusiasm for the ontological argument developed into strong repulsion when I realized from reading the Theodicy15 of Leibniz that it was the identification of the concept of Being with the concept of Goodness (which ultimately derives from Plato’s identification in The Republic of the Form or Idea of the Good with the Form or the Idea of the Real) which enabled Leibniz in his Theodicy validly to conclude that an universe in which most human beings are predestined to an eternity of torture is the “best of all possible worlds.”

HABERMAS: So of the major theistic arguments, such as the cosmological, teleological, moral, and ontological, the only really impressive ones that you take to be decisive are the scientific forms of teleology?

FLEW: Absolutely. It seems to me that Richard Dawkins constantly overlooks the fact that Darwin himself, in the fourteenth chapter of The Origin of Species, pointed out that his whole argument began with a being which already possessed reproductive powers. This is the creature the evolution of which a truly comprehensive theory of evolution must give some account.

Darwin himself was well aware that he had not produced such an account. It now seems to me that the findings of more than fifty years of DNA research have provided materials for a new and enormously powerful argument to design.

HABERMAS: As I recall, you also refer to this in the new introduction to your God and Philosophy.

FLEW: Yes, I do; or, since the book has not yet been published, I will!

HABERMAS: Since you affirm Aristotle’s concept of God, do you think we can also affirm Aristotle’s implications that the First Cause hence knows all things?

FLEW: I suppose we should say this. I’m not at all sure what one should think concerning some of these very fundamental issues. There does seem to be a reason for a First Cause, but I’m not at all sure how much we have to explain here. What idea of God is necessary to provide an explanation of the existence of the universe and all which is in it?

HABERMAS: If God is the First Cause, what about omniscience, or omnipotence?

FLEW: Well, the First Cause, if there was a First Cause, has very clearly produced everything that is going on. I suppose that does imply creation “in the beginning.”

HABERMAS: In the same introduction, you also make a comparison between Aristotle’s God and Spinoza’s God. Are you implying, with some interpreters of Spinoza, that God is pantheistic?

FLEW: I’m noting there that God and Philosophy has become out of date and should now be seen as an historical document rather than as a direct contribution to current discussions. I’m sympathetic to Spinoza because he makes some statements which seem to me correctly to describe the human situation(TANRI ANLAYIŞINDA DEĞERLER EGEMEN OLMAYINCA PANTEIST SPINOZA’YA YAKIN HİSSETMESİ DE DOĞAL OLMAKTADIR. DEĞERLERDEN DOLAYI SAVRULAN SAVRUKLUĞUYLA KALIYOR.) But for me the most important thing about Spinoza is not what he says but what he does not say(DEĞERLER ÖNEMLİ OLMAYINCA SÖYLENİLMEYENLER ÖNEMLİ OLMAKTADIR). He does not say that God has any preferences either about or any intentions concerning human behaviour or about the eternal destinies of human beings(İŞTE BU PANTEİST GERÇEK. DEĞERLERDEN YOKSUNLUK).

HABERMAS: What role might your love for the writings of David Hume play in a discussion about the existence of God? Do you have any new insights on Hume, given your new belief in God?

FLEW: No, not really.

HABERMAS: Do you think Hume ever answers the question of God?

FLEW: I think of him as, shall we say, an unbeliever. But it’s interesting to note that he himself was perfectly willing to accept one of the conditions of his appointment, if he had been appointed to a chair of philosophy at the University of Edinburgh. That condition was, roughly speaking, to provide some sort of support and encouragement for people performing prayers and executing other acts of worship. I believe that Hume thought that the institution of religious belief could be, and in his day and place was, socially beneficial.16

I, too, having been brought up as a Methodist, have always been aware of this possible and in many times and places actual benefit of objective religious instruction. It is now several decades since I first tried to draw attention to the danger of relying on a modest amount of compulsory religious instruction in schools to meet the need for moral education, especially in a period of relentlessly declining religious belief. But all such warnings by individuals were, of course, ignored. So we now have in the UK a situation in which any mandatory requirements to instruct pupils in state funded schools in the teachings of the established or any other religion are widely ignored. The only official attempt to construct a secular substitute was vitiated by the inability of the moral philosopher on the relevant government committee to recognize the fundamental difference between justice without prefix or suffix and the “social” justice of John Rawls’s A Theory of Justice.

I must some time send you a copy of the final chapter of my latest and presumably last book, in which I offer a syllabus and a program for moral education in secular schools.17 This is relevant and important for both the US and the UK. To the US because the Supreme Court has utterly misinterpreted the clause in the Constitution about not establishing a religion: misunderstanding it as imposing a ban on all official reference to religion. In the UK any effective program of moral education has to be secular because unbelief is now very widespread.

HABERMAS: In God and Philosophy, and in many other places in our discussions, too, it seems that your primary motivation for rejecting theistic arguments used to be the problem of evil. In terms of your new belief in God, how do you now conceptualise God’s relationship to the reality of evil in the world?

FLEW: Well, absent revelation, why should we perceive anything as objectively evil? The problem of evil is a problem only for Christians. For Muslims everything which human beings perceive as evil, just as much as everything we perceive as good, has to be obediently accepted as produced by the will of Allah. I suppose that the moment when, as a schoolboy of fifteen years, it first appeared to me that the thesis that the universe was created and is sustained by a Being of infinite power and goodness is flatly incompatible with the occurrence of massive undeniable and undenied evils in that universe, was the first step towards my future career as a philosopher! It was, of course, very much later that I learned of the philosophical identification of goodness with existence!

HABERMAS: In your view, then, God hasn’t done anything about evil.

FLEW: No, not at all, other than producing a lot of it.

HABERMAS: Given your theism, what about mind-body issues?

FLEW: I think those who want to speak about an afterlife have got to meet the difficulty of formulating a concept of an incorporeal person. Here I have again to refer back to my year as a graduate student supervised by Gilbert Ryle, in the year in which he published The Concept of Mind. At that time there was considerable comment, usually hostile, in the serious British press, on what was called “Oxford Linguistic Philosophy.” The objection was usually that this involved a trivialization of a very profound and important discipline.

I was by this moved to give a talk to the Philosophy Postgraduates Club under the title “Matter which Matters.” In it I argued that, so far from ignoring what Immanuel Kant described as the three great problems of philosophers—God, Freedom and Immortality—the linguistic approach promised substantial progress towards their solution.

I myself always intended to make contributions in all those three areas. Indeed my first philosophical publication was relevant to the third.18 Indeed it was not very long after I got my first job as a professional philosopher that I confessed to Ryle that if ever I was asked to deliver the Gifford Lectures I would give them under the title The Logic of Mortality.19 They were an extensive argument to the conclusion that it is simply impossible to create a concept of an incorporeal spirit.

HABERMAS: Is such a concept necessarily required for the notion of an afterlife?

FLEW: Dr. Johnson’s dictionary defines death as the soul leaving the body. If the soul is to be, as Dr. Johnson and almost if perhaps not quite everyone else in his day believed it to be, something which can sensibly be said to leave its present residence and to take up or be forced to take up residence elsewhere, then a soul must be, in the philosophical sense, a substance rather than merely a characteristic of something else.

My Gifford Lectures were published after Richard Swinburne published his, on The Evolution of the Soul.20 So when mine were reprinted under the title Merely Mortal? Can You Survive Your Own Death?21 I might have been expected to respond to any criticisms which Swinburne had made of my earlier publications in the same area. But the embarrassing truth is that he had taken no notice of any previous relevant writings either by me or by anyone published since World War II. There would not have been much point in searching for books or articles before that date since Swinburne and I had been the only Gifford lecturers to treat the question of a future life for the sixty years past. Even more remarkably, Swinburne in his Gifford Lectures ignored Bishop Butler’s decisive observation: “Memory may reveal but cannot constitute personal identity.”

HABERMAS: On several occasions, you and I have dialogued regarding the subject of near death experiences, especially the specific sort where people have reported verifiable data from a distance away from themselves. Sometimes these reports even occur during the absence of heartbeat or brain waves.22 After our second dialogue you wrote me a letter and said that, “I find the materials about near death experiences so challenging. . . . this evidence equally certainly weakens if it does not completely refute my argument against doctrines of a future life . . . .”23 In light of these evidential near death cases, what do you think about the possibility of an afterlife, especially given your theism?

FLEW: An incorporeal being may be hypothesized, and hypothesized to possess a memory. But before we could rely on its memory even of its own experiences we should need to be able to provide an account of how this hypothesized incorporeal being could be identified in the first place and then—after what lawyers call an affluxion of time—reidentified even by himself or herself as one and the same individual spiritual being. Until we have evidence that we have been and presumably—as Dr. Johnson and so many lesser men have believed—are to be identified with such incorporeal spirits I do not see why near-death experiences should be taken as evidence for the conclusion that human beings will enjoy a future life—or more likely if either of the two great revealed religions is true—suffer eternal torment.

HABERMAS: I agree that near death experiences do not evidence the doctrines of either heaven or hell. But do you think these evidential cases increase the possibility of some sort of an afterlife, again, given your theism?

FLEW: I still hope and believe there’s no possibility of an afterlife.

HABERMAS: Even though you hope there’s no afterlife, what do you think of the evidence that there might be such, as perhaps indicated by these evidential near death cases? And even if there is no clear notion of what sort of body might be implied here, do you find this evidence helpful in any way? In other words, apart from the form in which a potential afterlife might take, do you still find these to be evidence for something?

FLEW: It’s puzzling to offer an interpretation of these experiences. But I presume it has got to be taken as extrasensory perceiving by the flesh and blood person who is the subject of the experiences in question. What it cannot be is the hypothesized incorporeal spirit which you would wish to identify with the person who nearly died, but actually did not. For this concept of an incorporeal spirit cannot properly be assumed to have been given sense until and unless some means has been provided for identifying such spirits in the first place and re-identifying them as one and the same individual incorporeal spirits after the affluxion of time. Until and unless this has been done we have always to remember Bishop Butler’s objection: “Memory may reveal but cannot constitute personal identity.”24

Perhaps I should here point out that, long before I took my first university course in philosophy, I was much interested in what in the UK, where it began, is still called psychical research although the term “parapsychology” is now usually almost everywhere else. Perhaps I ought here to confess that my first book was brashly entitled A New Approach to Psychical Research,25 and my interest in this subject continued for many years thereafter.

HABERMAS: Actually you have also written to me that these near death experiences “certainly constitute impressive evidence for the possibility of the occurrence of human consciousness independent of any occurrences in the human brain.”26

FLEW: When I came to consider what seemed to me the most impressive of these near death cases I asked myself what is the traditional first question to ask about “psychic” phenomena. It is, “When, where, and by whom were the phenomena first reported?” Some people seem to confuse near death experiences with after death experiences. Where any such near death experiences become relevant to the question of a future life is when and only when they appear to show “the occurrence of human consciousness independent of any occurrences in the human brain.”

HABERMAS: Elsewhere, you again very kindly noted my influence on your thinking here, regarding these data being decent evidence for human consciousness independent of “electrical activity in the brain.”27 If some near death experiences are evidenced, independently confirmed experiences during a near death state, even in persons whose heart or brain may not be functioning, isn’t that is quite impressive evidence? Are near death experiences, then, the best evidence for an afterlife?

FLEW: Oh, yes, certainly. They are basically the only evidence.

HABERMAS: What critical evaluation would you make of the three major monotheisms?

Are there any particular philosophical strengths or weaknesses in Christianity, Judaism, or Islam?

FLEW: If all I knew or believed about God was what I might have learned from Aristotle, then I should have assumed that everything in the universe, including human conduct, was exactly as God wanted it to be. And this is indeed the case, in so far as both Christianity and Islam are predestinarian, a fundamental teaching of both religious systems. What was true of Christianity in the Middle Ages is certainly no longer equally true after the Reformation. But Islam has neither suffered nor enjoyed either a Reformation or an Enlightenment. In the Summa Theologiae we may read:

As men are ordained to eternal life throughout the providence of God, it likewise is part of that providence to permit some to fall away from that end; this is called reprobation . . . . Reprobation implies not only foreknowledge but also is something more. . .28

What and how much that something more is the Summa contra Gentiles makes clear: . . . just as God not only gave being to things when they first began, but is also—as the conserving cause of being—the cause of their being as long as they last . . . . Every operation, therefore, of anything is traced back to Him as its cause.29

The Angelic Doctor, however, is always the devotedly complacent apparatchik. He sees no problem about the justice of either the inflicting of infinite and everlasting penalties for finite and temporal offences, or of their affliction upon creatures for offences which their Creator makes them freely choose to commit. Thus, the Angelic Doctor assures us:

In order that the happiness of the saints may be more delightful to them and that they may render more copious thanks to God . . . they are allowed to see perfectly the sufferings of the damned . . . Divine justice and their own deliverance will be the direct cause of the joy of the blessed, while the pains of the damned will cause it indirectly . . . the blessed in glory will have no pity for the damned.30

The statements of predestinarianism in the Qur’an are much more aggressive and unequivocal than even the strongest in the Bible. Compare the following from the Qur’an with that from Romans 9.

As for the unbelievers, alike it is to them Whether thou hast warned them or hast not warned them They do not believe.31

God has set a seal on their hearts and on the hearing And on the eyes is a covering And there awaits them a mighty chastisement.32

In the UK the doctrine of Hell has for the last century or more been progressively deemphasised, until in 1995 it was explicitly and categorically abandoned by the Church of England. It would appear that the Roman Catholic Church has not abandoned either the doctrine of Hell nor predestination.

Thomas Hobbes spent a very large part of the forty years between the first publication of the King James Bible and the first publication of his own Leviathan engaged in biblical criticism, one very relevant finding of which I now quote: And it is said besides in many places [that the wicked] shall go into everlasting fire; and that the worm of conscience never dieth; and all this is comprehended in the word everlasting death, which is ordinarily interpreted everlasting life in torments. And yet I can find nowhere that any man shall live in torments everlastingly. Also, it seemeth hard to say that God who is the father of mercies; that doth in heaven and earth all that he will, that hath the hearts of all men in his disposing; that worketh in men both to do, and to will; and without whose free gift a man hath neither inclination to good, nor repentance of evil, should punish men’s transgressions without any end of time, and with all the extremity of torture, that men can imagine and more.33

As for Islam, it is, I think, best described in a Marxian way as the uniting and justifying ideology of Arab imperialism. Between the New Testament and the Qur’an there is (as it is customary to say when making such comparisons) no comparison. Whereas markets can be found for books on reading the Bible as literature, to read the Qur’an is a penance rather than a pleasure. There is no order or development in its subject matter. All the chapters (the suras) are arranged in order of their length, with the longest at the beginning. However, since the Qur’an consists in a collection of bits and pieces of putative revelation delivered to the prophet Mohammad by the Archangel Gabriel in classical Arab on many separate but unknown occasions, it is difficult to suggest any superior principle of organization.

One point about the editing of the Qur’an is rarely made although it would appear to be of very substantial theological significance. For every sura is prefaced by the words “In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.” Yet there are references to Hell on at least 255 of the 669 pages of Arberry’s rendering of the Qur’an34 and quite often pages have two such references.

Whereas St. Paul, who was the chief contributor to the New Testament, knew all the three relevant languages and obviously possessed a first class philosophical mind, the Prophet, though gifted in the arts of persuasion and clearly a considerable military leader, was both doubtfully literate and certainly ill-informed about the contents of the Old Testament and about several matters of which God, if not even the least informed of the Prophet’s contemporaries, must have been cognizant.

This raises the possibility of what my philosophical contemporaries in the heyday of Gilbert Ryle would have described as a knock-down falsification of Islam: something which is most certainly not possible in the case of Christianity. If I do eventually produce such a paper it will obviously have to be published anonymously.

HABERMAS: What do you think about the Bible?

FLEW: The Bible is a work which someone who had not the slightest concern about the question of the truth or falsity of the Christian religion could read as people read the novels of the best novelists. It is an eminently readable book.

HABERMAS: You and I have had three dialogues on the resurrection of Jesus. Are you any closer to thinking that the resurrection could have been a historical fact?

FLEW: No, I don’t think so. The evidence for the resurrection is better than for claimed miracles in any other religion. It’s outstandingly different in quality and quantity, I think, from the evidence offered for the occurrence of most other supposedly miraculous events. But you must remember that I approached it after considerable reading of reports of psychical research and its criticisms. This showed me how quickly evidence of remarkable and supposedly miraculous events can be discredited.

What the psychical researcher looks for is evidence from witnesses, of the supposedly paranormal events, recorded as soon as possible after their occurrence. What we do not have is evidence from anyone who was in Jerusalem at the time, who witnessed one of the allegedly miraculous events, and recorded his or her testimony immediately after the occurrence of that allegedly miraculous event. In the 1950s and 1960s I heard several suggestions from hard-bitten young Australian and American philosophers of conceivable miracles the actual occurrence of which, it was contended, no one could have overlooked or denied. Why, they asked, if God wanted to be recognized and worshipped, did God not produce a miracle of this unignorable and undeniable kind?

HABERMAS: So you think that, for a miracle, the evidence for Jesus’ resurrection is better than other miracle claims?

FLEW: Oh yes, I think so. It’s much better, for example, than that for most if not of the, so to speak, run of the mill Roman Catholic miracles. On this see, for instance, D. J. West.35

HABERMAS: You have made numerous comments over the years that Christians are justified in their beliefs such as Jesus’ resurrection or other major tenants of their faith. In our last two dialogues I think you even remarked that for someone who is already a Christian there are many good reasons to believe Jesus’ resurrection. Would you comment on that?

FLEW: Yes, certainly. This is an important matter about rationality which I have fairly recently come to appreciate. What it is rational for any individual to believe about some matter which is fresh to that individual’s consideration depends on what he or she rationally believed before they were confronted with this fresh situation. For suppose they rationally believed in the existence of a God of any revelation, then it would be entirely reasonable for them to see the fine tuning argument as providing substantial confirmation of their belief in the existence of that God.

HABERMAS: You’ve told me that you have a very high regard for John and Charles Wesley and their traditions. What accounts for your appreciation?

FLEW: The greatest thing is their tremendous achievement of creating the Methodist movement mainly among the working class. Methodism made it impossible to build a really substantial Communist Party in Britain and provided the country with a generous supply of men and women of sterling moral character from mainly working class families. Its decline is a substantial part of the explosions both of unwanted motherhood and of crime in recent decades.

There is also the tremendous determination shown by John Wesley in spending year after year riding for miles every day, preaching more than seven sermons a week and so on. I have only recently been told of John Wesley’s great controversy against predestination and in favor of the Arminian alternative. Certainly John Wesley was one of my country’s many great sons and daughters. One at least of the others was raised in a Methodist home with a father who was a local preacher.

HABERMAS: Don’t you attribute some of your appreciations for the Wesleys to your father’s ministry? Haven’t you said that your father was the first non-Anglican to get a doctorate in theology from Oxford University?

FLEW: Yes to both questions. Of course it was because my family’s background was that of Methodism. Yes, my father was also President of the Methodist Conference for the usual single year term and he was the Methodist representative of one or two other organizations. He was also concerned for the World Council of Churches. Had my father lived to be active into the early 1970s he would have wanted at least to consider the question of whether the Methodist Church ought not to withdraw from the World Council of Churches. That had by that time apparently been captured by agents of the USSR.36

HABERMAS: What do you think that Bertrand Russell, J. L. Mackie, and A. J. Ayer would have thought about these theistic developments, had they still been alive today?

FLEW: I think Russell certainly would have had to notice these things. I’m sure Mackie would have been interested, too. I never knew Ayer very well, beyond meeting him once or twice.

HABERMAS: Do you think any of them would have been impressed in the direction of theism? I’m thinking here, for instance, about Russell’s famous comments that God hasn’t produced sufficient evidence of his existence.37

FLEW: Consistent with Russell’s comments that you mention, Russell would have regarded these developments as evidence. I think we can be sure that Russell would have been impressed too, precisely because of his comments to which you refer. This would have produced an interesting second dialogue between him and that distinguished Catholic philosopher, Frederick Copleston.

HABERMAS: In recent years you’ve been called the world’s most influential philosophical atheist. Do you think Russell, Mackie, or Ayer would have been bothered or even angered by your conversion to theism? Or do you think that they would have at least understood your reasons for changing your mind?

FLEW: I’m not sure how much any of them knew about Aristotle. But I am almost certain that they never had in mind the idea of a God who was not the God of any revealed religion. But we can be sure that they would have examined these new scientific arguments.

HABERMAS: C. S. Lewis explained in his autobiography that he moved first from atheism to theism and only later from theism to Christianity. Given your great respect for Christianity, do you think that there is any chance that you might in the end move from theism to Christianity?

FLEW: I think it’s very unlikely, due to the problem of evil. But, if it did happen, I think it would be in some eccentric fit and doubtfully orthodox form: regular religious practice perhaps but without belief. If I wanted any sort of future life I should become a Jehovah’s Witness. But some things I am completely confident about. I would never regard Islam with anything but horror and fear because it is fundamentally committed to conquering the world for Islam. It was because the whole of Palestine was part of the land of Islam that Muslim Arab armies moved in to try to destroy Israel at birth, and why the struggle for the return of the still surviving refugees and their numerous descendents continue to this day.

HABERMAS: I ask this last question with a smile, Tony. But just think what would happen if one day you were pleasantly disposed toward Christianity and all of a sudden the resurrection of Jesus looked pretty good to you?

FLEW: Well, one thing I’ll say in this comparison is that, for goodness sake, Jesus is an enormously attractive charismatic figure, which the Prophet of Islam most emphatically is not.

1 “Christianity Challenges the University: An International Conference of Theists and Atheists,” Dallas, Texas, February 7–10, 1985, organized by Roy Abraham Varghese.

2 See Gary R. Habermas and Antony G. N. Flew, Did Jesus Rise from the Dead? The Resurrection Debate, ed. Terry L. Miethe (San Francisco: Harper & Row, 1987; Eugene, OR: Wipf and Stock, 2003).

3 Some examples by Antony Flew include “Miracles and Methodology,” in Hume’s Philosophy of Belief: A Study of His First Inquiry (London: Routledge and Kegan Paul, 1961); “The Credentials of Revelation: Miracle and History,” in God and Philosophy (New York: Dell, 1966); “Miracles,” in Encyclopedia of Philosophy, ed. Paul Edwards (New York: Macmillan, 1967); “The Impossibility of the Miraculous,” in Hume’s Philosophy of Religion, (Winston-Salem, NC: Wake Forest University Press, 1985); introduction to Of Miracles, by David Hume (La Salle, IL: Open Court, 1985); “Neo-Humean Arguments about the Miraculous” in In Defence of Miracles: A Comprehensive Case for God’s Action in History, ed. R. Douglas Geivett and Gary R. Habermas (Downers Grove, IL: Inter Varsity Press, 1997).

4 Some examples by Gary Habermas include The Risen Jesus and Future Hope (Lanham, MD: Rowman and Littlefield, 2003); The Historical Jesus: Ancient Evidence for the Life of Christ (Joplin, MO; College, 1996); The Resurrection of Jesus: An Apologetic (Grand Rapids, MI: Baker, 1980; Lanham, MD: University Press of America, 1984); “Knowing that Jesus’ Resurrection Occurred: A Response to Stephen Davis,” Faith and Philosophy 2 (1985): 295– 302; “Resurrection Claims in Non-Christian Religions,” Religious Studies 25 (1989): 167–77; “The Late Twentieth-Century Resurgence of Naturalistic Responses to Jesus’ Resurrection,” Trinity Journal 22 (2001): 179–96. For a more popular treatment, see Habermas and Michael R. Licona, The Case for the Resurrection of Jesus (Grand Rapids, MI: Kregel, 2004).

5 Gary R. Habermas and Antony G. N. Flew, Resurrected? An Atheist and Theist Debate, ed. John Ankerberg (Lanham, MD: Rowman and Littlefield, forthcoming).

6 The dialogue took place as a part of the Veritas Forum and is accessible at http://www.veritasforum.com/talks/httm.

7 Telephone conversation, September 9, 2004.

8 Both participants also agreed to the title of the interview.

9 John Rawls, A Theory of Justice (Cambridge, MA: Harvard University Press, 1971).

10 Gerald L. Schroeder, The Science of God: The Convergence of Scientific and Biblical Wisdom (New York: Broadway Books, 1998).

11 Letter from Antony Flew, November 9, 2000.

12 Antony Flew, “God and the Big Bang” (lecture, 2000), 5–6; this is a lecture commemorating the 140th anniversary of the British Association meeting regarding Charles Darwin’s The Origin of the Species.

13 C. S. Lewis, Mere Christianity (New York: Macmillan, 1980), especially Book 1.

14 Gilbert Ryle, The Concept of Mind (London: Hutchinson, 1948).

15 G. W. Leibniz, Theodicy, ed. A. Farrer, trans. E. M. Huggard (1710; London: Routledge and Kegan Paul, 1965).

16 Donald W. Livingston, Philosophical Melancholy and Delirium: Hume’s Pathology of Philosophy (Chicago: University of Chicago Press, 1998), 150.

17 Antony Flew, Social Life and Moral Judgment (New Brunswick, NH: Transaction, 2003).

18 Antony Flew, “Selves,” Mind (1949): 355–8.

19 Antony Flew, The Logic of Mortality (Oxford: Blackwell, 1987).

20 Richard Swinburne, The Evolution of the Soul (Oxford: Clarendon, 1986).

21 Antony Flew, Merely Mortal? Can You Survive Your Own Death? (Amherst, NY: Prometheus, 2000).

22 For many cases see Gary R. Habermas and J. P. Moreland, Beyond Death: Exploring the Evidence for Immortality (Wheaton, IL: Crossway, 1998; Eugene, OR: Wipf and Stock, 2003), chapters 7–9.

23 Letter from Antony Flew, September 6, 2000.

24 Joseph Butler, Butler’s Works, ed. W. E. Gladstone (Oxford: Clarendon, 1896), 1:387.

25 Antony Flew, A New Approach to Psychical Research (London: C. A. Watts, 1953).

26 Letter from Antony Flew, September 6, 2000.

27 Flew, “God and the Big Bang,” 2. Habermas’s influence on Flew’s statement here is noted in Flew’s letter of November 9, 2000 (cf. note 11 above).

28 Thomas Aquinas, Summa Theologiae, I, q.23, a.3.

29 Thomas Aquinas, Summa Contra Gentiles, Book 3, chapter 67.

30 Thomas Aquinas, Summa Theologiae, III, supp.94, a.1–3.

31 Qur’an 2, trans. Arthur J. Arberry (Oxford: Oxford University Press, 1998).

32 Qur’an 5.

33 Thomas Hobbes, Leviathan, ed. J. C. A. Gaskin (Oxford: Oxford University Press, 1998), 416, chapter 44.

34 This is the version of the Qur’an as “interpreted” by Arthur Arberry, in the Oxford University Press edition.

35 D. J. West, Eleven Lourdes Miracles (London: George Duckworth, 1957).

36 Bernard Smith, The Fraudulent Gospel: Politics and the World Council of Churches (London: Foreign Affairs, 1977).

37 See, for example, Bertrand Russell, Bertrand Russell Speaks His Mind, ed. Woodrow Wyatt (New York: Bard Books, 1960), 19–20.

http://www.biola.edu/antonyflew/flew-interview.pdf

posted in BİLİMSEL RASYONALİTE | 0 Comments

29th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Antony Flew was a lecturer at the Universities of Oxford and Aberdeen, before posts as Professor of Philosophy at the Universities of Keele and of Reading. He has now retired. He is renowned for his 1950 essay “Theology and Falsification” and his atheistic work, before announcing in 2004 his belief in a Creator God.

On 1st November 2007, Professor Antony Flew’s new book There is a God: How the World’s Most Notorious Atheist Changed his Mind was published by HarperOne. Professor Flew has been called ‘the world’s most influential philosophical atheist’, as well as ‘one of the most renowned atheists of the 20th Century’ (see Peter S. Williams’ bethinking.org article “A change of mind for Antony Flew”). In his book, Professor Flew recounts how he has come to believe in a Creator God as a result of the scientific evidence and philosophical argument.

Not surprisingly, his book caused quite a stir – as can be seen from the miscellaneous customer reviews on Amazon.co.uk. Some of those comments (and those elsewhere) implied that Flew was used by his co-author, Roy Varghese, and did not in fact know what was in the book. This is a serious charge to which Professor Flew responded and which he reiterated in a recent letter (dated 4th June 2008) to a friend of UCCF (Christian Unions) who has shown it to us. Professor Flew writes:

I have rebutted these criticisms in the following statement: “My name is on the book and it represents exactly my opinions. I would not have a book issued in my name that I do not 100 per cent agree with. I needed someone to do the actual writing because I’m 84 and that was Roy Varghese’s role. The idea that someone manipulated me because I’m old is exactly wrong. I may be old but it is hard to manipulate me. That is my book and it represents my thinking.”

Professor Flew has recently written his forthright views on Richard Dawkins’ book The God Delusion. His article, reproduced below, shows Professor Flew’s key reasons for his belief in a Divine Intelligence. He also makes it clear in There is a God (page 213) that it is possible for an omnipotent being to choose to reveal himself to human beings, or to act in the world in other ways. Professor Flew’s article is offered here as testimony to the developing thinking of someone who is prepared to consider the evidence and follow its implications wherever it leads.

************o*************

In June 2008, Professor Flew wrote his forthright views on Richard Dawkins’ book The God Delusion:

The God Delusion by the atheist writer Richard Dawkins, is remarkable in the first place for having achieved some sort of record by selling over a million copies. But what is much more remarkable than that economic achievement is that the contents – or rather lack of contents – of this book show Dawkins himself to have become what he and his fellow secularists typically believe to be an impossibility: namely, a secularist bigot(BAĞNAZ/DAR KAFALI). (Helpfully, my copy of The Oxford Dictionary defines a bigot as ‘an obstinate or intolerant adherent of a point of view’).

The fault of Dawkins as an academic (which he still was during the period in which he composed this book although he has since announced his intention to retire) was his scandalous and apparently deliberate refusal to present the doctrine which he appears to think he has refuted in its strongest form. Thus we find in his index five references to Einstein. They are to the mask(MASKE/GÖLGE) of Einstein and Einstein on morality; on a personal God; on the purpose of life (the human situation and on how man is here for the sake of other men and above all for those on whose well-being our own happiness depends); and finally on Einstein’s religious views. But (I find it hard to write with restraint about this obscurantist refusal on the part of Dawkins) he makes no mention of Einstein’s most relevant report: namely, that the integrated complexity of the world of physics has led him to believe that there must be a Divine Intelligence behind it. (I myself think it obvious that if this argument is applicable to the world of physics then it must be hugely more powerful if it is applied to the immeasurably more complicated world of biology.)

Of course many physicists with the highest of reputations do not agree with Einstein in this matter. But an academic attacking some ideological position which s/he believes to be mistaken must of course attack that position in its strongest form. This Dawkins does not do in the case of Einstein and his failure is the crucial index of his insincerity of academic purpose and therefore warrants me in charging him with having become, what he has probably believed to be an impossibility, a secularist bigot.

On page 82 of The God Delusion is a remarkable note. It reads ‘We might be seeing something similar today in the over-publicised tergiversation of the philosopher Antony Flew, who announced in his old age that he had been converted to belief in some sort of deity (triggering a frenzy of eager repetition all around the Internet).’

What is important about this passage is not what Dawkins is saying about Flew but what he is showing here about Dawkins. For if he had had any interest in the truth of the matter of which he was making so much he would surely have brought himself to write me a letter of enquiry. (When I received a torrent of enquiries after an account of my conversion to Deism had been published in the quarterly of the Royal Institute of Philosophy I managed – I believe – eventually to reply to every letter.)

This whole business makes all too clear that Dawkins is not interested in the truth as such but is primarily concerned to discredit an ideological opponent by any available means. That would itself constitute sufficient reason for suspecting that the whole enterprise of The God Delusion was not, as it at least pretended to be, an attempt to discover and spread knowledge of the existence or non-existence of God but rather an attempt – an extremely successful one – to spread the author’s own convictions in this area.

A less important point which needs to be made in this piece is that although the index of The God Delusion notes six references to Deism it provides no definition of the word ‘deism’. This enables Dawkins in his references to Deism to suggest that Deists are a miscellany of believers in this and that. The truth, which Dawkins ought to have learned before this book went to the printers, is that Deists believe in the existence of a God but not the God of any revelation. In fact the first notable public appearance of the notion of Deism was in the American Revolution. The young man who drafted the Declaration of Independence and who later became President Jefferson was a Deist, as were several of the other founding fathers of that abidingly important institution, the United States.

In that monster footnote to what I am inclined to describe as a monster book – The God Delusion – Dawkins reproaches me for what he calls my ignominious decision to accept, in 2006, the Phillip E. Johnson Award for Liberty and Truth. The awarding Institution is Biola, The Bible Institute of Los Angeles. Dawkins does not say outright that his objection to my decision is that Biola is a specifically Christian institution. He obviously assumes (but refrains from actually saying) that this is incompatible with producing first class academic work in every department – not a thesis which would be acceptable in either my own university or Oxford or in Harvard.

In my time at Oxford, in the years immediately succeeding the second world war, Gilbert Ryle (then Waynflete Professor of Metaphysical Philosophy in the University of Oxford) published a hugely influential book The Concept of Mind. This book revealed by implication, but only by implication, that minds are not entities of a sort which could coherently be said to survive the death of those whose minds they were.

Ryle felt responsible for the smooth pursuit of philosophical teaching and the publication of the findings of philosophical research in the university and knew that, at that time, there would have been uproar if he had published his own conclusion that the very idea of a second life after death was self-contradictory and incoherent. He was content for me to do this at a later time and in another place. I told him that if I were ever invited to give one of the Gifford Lecture series my subject would be The Logic of Mortality. When I was, I did and these Lectures were first published by Blackwell (Oxford) in 1987. They are still in print from Prometheus Books (Amherst, NY).

Finally, as to the suggestion that I have been used by Biola University. If the way I was welcomed by the students and the members of faculty whom I met on my short stay in Biola amounted to being used then I can only express my regret that at the age of 85 I cannot reasonably hope for another visit to this institution.

http://www.bethinking.org/science-christianity/intermediate/flew-speaks-out-professor-antony-flew-reviews-the-god-delusion.htm

 

*************o***************

Richard Dawkins branded ‘secularist bigot’ by veteran philosopher (RICHARD DAWKINS, DAHA ÖNCE ATEİST OLAN BİR FİLOZOF TARAFINDAN SEKÜLER BAĞNAZ OLMAKLA DAMGALANDI-Telegraph Gazetesi)

By Martin Beckford, Religious Affairs Correspondent
02 Aug 2008

The prominent scientist Richard Dawkins has been denounced as a “secularist bigot” by a philosopher who was himself once renowned for being an atheist.

He is accused by Prof Antony Flew of being more interested in promoting his personal views than finding the truth, in the latest controversy over his best-selling book The God Delusion.

Prof Dawkins, professor of the Public Understanding of Science at Oxford University, is also said to have “scandalously” selected particular quotes from Einstein to back up his claims that God does not exist and that people who believe in a divine creator despite an abundance of contradictory evidence are delusional.

However, the author has been left unshaken by this latest attack on his work, telling The Daily Telegraph that Prof Flew, now 85, has lost the ability to read a book, let alone write one.

Prof Flew, a former Reading University philosophy professor, was known as “the world’s most notorious atheist” before he became convinced of the existence of a “divine intelligence” in 2004.

In an article for the Christian website Bethinking.org, he writes: “The fault of Dawkins as an academic was his scandalous and apparently deliberate refusal to present the doctrine which he appears to think he has refuted in its strongest form.”

He says there are five references to Einstein in the index to The God Delusion, but no mention of his belief that the complexity of physics led him to conclude that there must be a divine intelligence behind it.

“An academic attacking some ideological position which he believes to be mistaken must of course attack that position in its strongest form. This Dawkins does not do in the case of Einstein and his failure is the crucial index of his insincerity of academic purpose and therefore warrants me in charging him with having become, what he has probably believed to be an impossibility, a secularist bigot.”

He went on: “The whole enterprise of The God Delusion was not, as it at least pretended to be, an attempt to discover and spread knowledge of the existence or non-existence of God but rather an attempt – an extremely successful one – to spread the author’s own convictions in this area.”

Prof Dawkins replied: “Antony Flew, having lost the ability to write a book, was persuaded by a Christian ghost writer, Roy Varghese, to let him write it instead. It is one thing for a footballer or a supermodel to use a ghost writer, but there is something absurd about a philosopher using a ghost writer.

“Flew has now apparently lost the ability to read a book, too, for his ‘review’ of The God Delusion turns out to be a review of its index and nothing but its index. He only needed to read Chapter 1, in order to see the absurdity of his claims about my treatment of Einstein.”

He added that an Einstein letter he tried to buy at auction this year proved that the physicist considered religions “childish superstitions”.

http://www.telegraph.co.uk/scienceandtechnology/science/sciencenews/3348563/Richard-Dawkins-branded-‘secularist-bigot’-by-veteran-philosopher.html

 

 

 

Dawkins’ God

Alister McGrath PhD

Alister E. McGrath is uniquely qualified to write this devastating and stunning rebuttal of the Oxford based atheist Professor Richard Dawkins. McGrath, also a Professor at Oxford, is not only one of the world’s leading theologians but also has a PhD in molecular biophysics. Dawkins’ recent Channel 4 documentary ‘Can You Believe It?’ confirmed how little he understands about the meaning of faith and the contents of the Bible. This fascinating and thought provoking work by McGrath is the first book-length response to the ideas Dawkins promotes in films, articles and books such as The Blind Watchmaker and the Selfish Gene.

Addresses fundamental questions about Dawkins’ approach to science and religion: Is the gene actually selfish? Is the blind watchmaker a suitable analogy? Are there other ways of looking at things?

Tackles Dawkins’ hostile and controversial views on religion, and examines the religious implications of his scientific ideas, making for a fascinating and provoking debate

Written in a very engaging and accessible style, ideal to those approaching scientific and religious issues for the first time

Contains a thrilling chapter uncovering the hollow nature of Dawkins’ unscientific ‘meme’ theory.

“Wielding evolutionary arguments and carefully chosen metaphors like sharp swords, Richard Dawkins has emerged over three decades as this generation’s most aggressive promoter of atheism. In his view, science, and science alone, provides the only rock worth standing on. In this remarkable book, Alister McGrath challenges Dawkins on the very ground he holds most sacred – rational argument – and McGrath disarms the master. It becomes readily apparent that Dawkins has aimed his attack at a naive version of faith that most serious believers would not recognize. After reading this carefully constructed and eloquently written book, Dawkins’ choice of atheism emerges as the most irrational of the available choices about God’s existence.” Francis Collins, Director of the Human Genome Project

“In this tour-de-force Alister McGrath approaches the edifice of self-confident, breezy atheism so effectively promoted by Richard Dawkins, and by deft dissection and argument reveals the shallowness, special-pleading and inconsistencies of his world-picture. Here is a book which helps to rejoin the magnificence of science to the magnificence of God’s good Creation.” Simon Conway Morris, Professor of Evolutionary Palaeobiology, Cambridge University

“This is a wonderful book. One of the world’s leading Christian contributors to the science/religion dialogue takes on Richard Dawkins, Darwinism’s arch-atheist, and wrestles him to the ground! This is scholarship as it should be – informed, feisty, and terrific fun. I cannot wait to see Dawkins’s review of Alister McGrath’s critique.” Michael Ruse, Lucyle T. Werkmeister Professor of Philosophy, Florida State University

“A timely and accessible contribution to the debate over Richard Dawkins’s cosmology which exposes philosophical naivety, the abuse of metaphor, and sheer bluster, left, right and centre. Here Alister McGrath announces what every Darwinian Fundamentalist needs to hear: that science is and always has been a cultural practice that is provisional, fallible, and socially shaped – an enterprise to be cultivated and fostered, but hardly worshipped or idolised. A devastating critique.” David N. Livingstone, Professor of Geography and Intellectual History, Queen’s University, Belfast 208 pages. 15 illustrations. Paperback

The Dawkins Delusion

Alister McGrath with Joanna Collicutt McGrath

World-renowned scientist Richard Dawkins writes in The God Delusion: ‘If this book works as I intend, religious readers who open it will be atheists when they put it down.’ His work has received wide coverage, fuelled much passionate debate and caused not a little confusion. As far as a rebuttal is concerned, Alister McGrath is ideally placed to evaluate Dawkins’ ideas. Once an atheist himself, he gained a doctorate in molecular biophysics before going on to become a leading Christian theologian. McGrath subjects Dawkins’ critique of faith to rigorous scrutiny. His exhilarating, meticulously argued response deals with questions such as:


• Is faith intellectual nonsense?
• Are science and religion locked in a battle to the death?
• Can the roots of Christianity be explained away scientifically?
• Is Christianity simply a force for evil?This book will be warmly received by those looking for a reliable assessment of The God Delusion and the many questions it raises – including, above all, the relevance of faith and the quest for meaning.

Reviews: “Addressing the conclusions of The God Delusion point by point with the devastating insight of a molecular biologist turned theologian, Alister McGrath dismantles the argument that science should lead to atheism, and demonstrates instead that Dawkins has abandoned his much-cherished rationality to embrace an embittered manifesto of dogmatic atheist fundamentalism” – Francis Collins, Director of the Human Genome Project.

“Richard Dawkins’ utopian vision of a world without religion is here deftly punctured by McGrath’s informed discourse. His fellow Oxonian clearly demonstrates the gaps, inconsistencies, and surprising lack of depth in Dawkins’ arguments” – Owen Gingerich, Professor of Astronomy, Harvard University.

“The God Delusion makes me embarrassed to be an atheist, and the McGraths show why” – Michael Ruse, Professor of Philosophy, Florida State University.

About the authors: Alister McGrath is Professor of Historical Theology at Oxford University and Joanna McGrath is lecturer in Psychology of Religion at Heythrop College, University of London. Paperback, 78 pages.

Deluded by Dawkins?

Andrew Wilson

Is Richard Dawkins right? Is God a myth? Are Christians deluded and dangerous?

In his best-selling book The God Delusion, Dawkins has mixed intellectual, scientific and philosophical arguments with vitriolic attacks on Christianity and Christians. Deluded by Dawkins? by Andrew Wilson, is a lucid and coherent refutation of Richard Dawkins’ arguments against God and Christianity. Wilson writes with the ordinary reader in mind who want to cut through the rhetoric and get to the heart of the issues involved.

Andrew Wilson says: “I saw The God Delusion on sale in London, and it annoyed me. Not because it was a book arguing for the non-existence of God, but because it was so strident, so arrogant, and so full of mistakes and misrepresentations that it could significantly mislead people. Concerned that people in my church might struggle from reading it uncritically – and, more probably, that their unbelieving friends would – I decided to work through it in some detail, and write a response…Encouraged by some church members and other friends in Christian leadership, I decided to devote the time to making … a serious, if somewhat lighthearted, response to all the substantial arguments in Dawkins’ text.”

About the Author: Andrew Wilson holds degrees in theology from Cambridge (MA) and London (MTh). He has taught a number of courses and seminars on apologetics, and has debated Christian issues with several leading scientists. Paperback, 112 pages.

http://www.penfoldbooks.com/product/19/1039

posted in BİLİMSEL RASYONALİTE | 4 Comments

28th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

[SORUMSUZLUK, İHMAL, MAZERET, BAHANE, BENCİLLİK, SOYUTLANMA VE TÖVBE]

KA’B BİN MALİK

TEBÜK SEFERİ: “ZORLUK ORDUSU”, ÇOKTAN AŞIP GİTTİ ÇÖL YOLUNU

 

Ka’b bin Malik, ağırlıklı olarak, Tebük seferiyle birlikte anılan, bu savaştaki konumuyla ilgili olarak gündeme gelen bir sahabidir. Onun portresindeki ibretlik durumları anlamamız için bu sefere değinmek ve çıkarımlarımızı bu eksende yapmamız gerekmektedir. İhmal, gevşeklik, dışlanma, boykot, pişmanlık, azap, sabır, yakarma ve bağışlanma gibi kavram ve olguları çağrıştıran bir portredir bu.

Tebük Seferi’nin İslam tarihinde ayrı bir yeri, önemi vardır kuşkusuz.

Şam’da toplanan kırk bin kişilik Bizans ordusuna karşı, hicretin dokuzuncu yılında Hz. Peygamber tarafından düzenlenen en son ve en güçlü askerî hareket olma özelliği taşıyan bu sefere Kur’an ayetleriyle de işaret edilmiş ve İslam toplumundaki kimi sonuçları üzerinde durulmuştur.

Bu seferin arka planıyla ilgili olarak çeşitli kaynaklarda aktarılan bilgiler şu şekilde özetlenebilir: Hz. Muhammed’in öldüğünü, Müslümanların da kıtlık ve yokluk içinde perişan olduklarını iddia eden Suriyeli Hıristiyanlar Bizans imparatoru Heraklius’a bir mektup yazmış ve üzerlerine gidilirse Müslümanların hezimete uğratılacağını bildirmişlerdir. Heraklius, silahlandırdığı kırk bin kişilik bir orduyu Kubad’ın komutasında yola çıkarmıştır. Allah’ın elçisi durumdan haberdar olmuş; Gassan, Cüzam, Lahm ve Âmile kabilelerinin de Rumlarla birlikte hareket edecekleri bilgisine ulaşmıştır. Bunun üzerine Medine’de “genel seferberlik” ilan edilmiştir. Diğer gazvelerde seferin nereye düzenleneceği gizli tutulurken bu kez hedef açıkça belirtilmiştir. Zira gidilecek yer uzaktır. Müthiş bir sıcak ve kuraklık vardır. Düşman güçlüdür. Mekke’den ve diğer Arap kabilelerden asker toplamaları için ulaklar görevlendirilmiştir.

Sıcak, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve güçlü düşman unsurları birlikte düşünüldüğü için bu sefere “zorlu bir sefer” denmiştir. Seferin rastladığı zamana Kur’an-ı Kerim’de “saatü’l usre / güçlük zamanı” denmiş, bu sefere de Kur’an dilinden alınarak “gazvetü’l usre / zorluk gazâsı” adı verilmiştir. Sefere katılan ordu da “zorluk ordusu” olarak anılmıştır.

Hz. Peygamber savaş için hazırlık yapılmasını emrettiği zaman mevsimin olumsuzlukları, hasat zamanı oluşu ve insanların yazın sıcağında ağaç gölgesinde oturmayı sevmeleri yüzünden, böyle sıkıntılı bir yolculuğa çıkma noktasında bir isteksizlik göze çarpmıştır. Tevbe suresindeki şu ayetlerin, bazı Müslümanların işi ağırdan almaları üzerine Allah Teala tarafından bir uyarı olarak indiği kabul edilmektedir:

“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, Allah yolunda cihada çıkın dendiği zaman yerinizde ağırlaşıp kaldınız. Yoksa ahireti bırakıp sadece dünya hayatına razı mı oldunuz? Halbuki dünya hayatının yararı ahirettekine göre pek az ve değersizdir. Eğer kuşanıp savaşa çıkmazsanız, O sizi pek acı bir azapla azaplandıracak ve yerinize başka bir topluluğu getirecektir. Siz O’na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Allah, her şeye güç yetirendir.” (9 / Tevbe: 38 – 39)

Devamındaki ayetlerde, İslam toplumunun topluca cihada çağrıldığı görülmektedir: “Güçlünüz zayıfınız hep birlikte savaşa koşun. Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (9 / Tevbe: 41)

Bu uyarılar ve Medine’deki kolektif çabalar etkili olmuş ve birçok Müslüman İslam ordusunun hazırlanması için malını mülkünü bağışlamış, etkileyici fedakârlık örneklikleri görünürlük kazanmıştır.

Durumu iyi olmayanlar bile küçük de olsa bir katkıda bulunabilmek için çırpınmışlardır. Kaynaklarda bu konuyla ilgili olarak aktarılan ayrıntılar, hem sefere verilen önemi göstermekte hem de imrenilecek bir iç dayanışmanın ve Müslüman imecesinin güzel tezahürlerini yansıtmaktadır. Hz. Peygamber “Kim bugün bir sadaka verirse sadakası kıyamet günü Allah katında onun lehine şahitlikte bulunacaktır.” buyurunca, bir adam başına sardığı sarığı vermiş, üstü başı dökülen bir yoksul da çok güzel bir deveyi bağışlayıp gitmiştir. Ebû Ukayl adlı bir Müslüman, iki ölçek hurma karşılığında sabaha kadar su çekmiş, bir ölçeğini ev ihtiyacı için ayırmış, bir ölçeğini de orduya bağışlamıştır. Başka bir yoksul Ulbe b. Zeyd ise malı, mülkü, biniti olmadığı için cihada hiçbir katkısı olamayışından ötürü çok üzülmüş ve kendini helâk edecek bir duruma gelmiştir. Gece namazından sonra Allah’a niyazda bulunmuş, imkânlarının olmayışından yakınmıştır. Ertesi gün sıkılarak, alay edilmeyi göze alarak çok az bir meta ile Hz. Peygamber’e gelmiş, bu da sadakalara eklenmiştir. Hz. Peygamber az bir sadaka veren bu yoksulu yanına çağırmış ve onun için dua etmiştir.

Kadınlar da ellerinden gelen yardımı yapmaktan geri durmamışlardır. Ümmü Sinan el-Eslemiyye’nin ağzından şunlar aktarılmaktadır: “Hz. Âişe’nin evinde Rasulullah’ın önüne serilmiş bir örtü gördüm ki üzerinde bilezikler, bazubentler, halhallar, yüzükler, küpeler, develerin ayaklarını bağlayacak birtakım kayışlarla kadınlar tarafından gönderilen ve savaşta işe yarayabileceği umulan başka eşyalar bulunuyordu.”

Bütün bunlar yapılırken münafıklar da boş durmamış, her zaman yaptıkları gibi bozgunculuğa devam etmişlerdir. Münafıkların başı olarak kabul edilen Abdullah b. Ubey b. Selül “Muhammed, Rum devletini oyuncak mı sanıyor? Onun ashabıyla birlikte yakalanıp esir olacaklarını gözümle görmüş gibi biliyorum.” diyerek halka korku ve ümitsizlik vermeye çalışmıştır. Özür beyan ederek savaşa katılmayacaklarını söyleyen münafıkların bu ve benzeri tutumlarına işaret eden ayetler, kınayıcı ve sert bir anlatıma sahiptir:

“Allah’ın elçisine muhalif olarak savaştan geri kalanlar oturup kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi çirkin görerek ‘Bu sıcakta savaşa çıkmayın!’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir.’ Keşke bilselerdi.” (9 / Tevbe: 81)

İhtiyaçlarını kendi olanaklarıyla gideremeyen mücahitler varlıklı sahabilerin yardımıyla techiz edilmiş; fakat sayı çok fazla olduğu için bu konuda sıkıntı çekilmiştir. İslâm tarihinde “ağlayanlar” diye anılan yedi kişi Rasulullah’a gelerek, bu gazveye katılmak istediklerini, fakat binit ve yiyeceklerinin bulunmadığını bildirmişlerdir. Hz. Peygamber’in kendilerine binit kalmadığını söylemesi üzerine bu yedi kahraman ağlayarak geri dönmüşlerdir. Çeşitli kaynaklarda onların kim oldukları da belirtilmektedir. Onların bu hali Kur’an-ı Kerim’de de şöyle haber verilmektedir:

“Cihada çıkabilmek amacıyla binek vermen için sana her gelişlerinde ‘Size verecek bir binit bulamıyorum.’ dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp üzüntülerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenlere de bir sorumluluk yoktur.” (9 / Tevbe: 92)

Hz. Peygamber, Tebük gazasına Medine’den hicretin 9. yılı Recep ayında perşembe günü çıkmıştı. Bu, Rasulullah’ın sonuncu gazası oldu.

Mümin oldukları halde ihmalleri yüzünden sefere katılamayanlar da olmuştur. Bunlar Mirâre b. Rabi, Hilâl b. Ümeyye ve Ka’b b. Malik idi.

 

 

 

 

KA’B ANLATIYOR

Hiçbir gazada Rasulullah’tan geri kalmamıştım. Yalnız Bedir gazasından geri kaldım. Ama bu gazadan geri kalanların hiçbirini, Allah da Rasulü de yermemişti. Bu, Bedir gazasında Rasulullah’ın, Kureyş’in kervanını talep ederek hareket etmesindendi. Fakat Allah, aralarında önceden bir yer ve zaman tayini olmamışken onunla düşmanını bir araya getirdi.

Rasulullah ile birlikte Akabe’de bulundum ve İslâm üzere sözleştiğimiz anı müşahede ettim. İnsanlar arasında Bedir’den daha çok söz edilmesine rağmen, Bedir’de bulunma beni Akabe’de bulunmaktan fazla sevindirmez.

Tebük gazasının yapılacağından haberdar oluşuma ve o güne kadar elde edemediğim güç ve imkâna sahip olmama rağmen Rasulullah’la sefere çıkmamıştım. Vallahi, o zamana kadar bir araya getiremediğim iki binit devesine sahip idim.

Rasulullah bu gazaya kadar, bir yere gaza yapacağı zaman hedefini gizlerdi. Ancak bu sefer, aşırı sıcak bir havada gazaya çıkacaktı. Uzun bir sefere, büyük bir düşmana yönelecekti. İşte bu yüzden halka durumu açıklamıştı. Gerekli olan hazırlığın yapılması emrini insanlara ulaştırmıştı. Bu nedenle Rasulullah’a sefer için tabi olanlar pek çoktu. Onları kapsamlı bir kitap bile bir araya getiremez.

Pek az kişi, gazaya çıkmama hususunda Allah’tan bir vahiy gelmediği sürece kendisini Rasulullah’tan gizleyebileceğini sanıyordu. Rasulullah, meyvelerin olgunlaştığı, gölgelerden hoşlanıldığı ve insanların bunlara yöneldiği bir zamanda bu gazaya çıktı. Rasulullah ve beraberindeki Müslümanlar kuşanıp hazırlandılar. Sabahleyin onlarla birlikte hazırlanmak üzere kalkıyor fakat akşama hiçbir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime; istediğim zaman buna güç yetirebilirim, diyordum. Bu hal, bende insanların ciddi ciddi kollarını sıvadıkları vakte değin sürdü. Rasulullah ve beraberindeki Müslümanlar yola çıktıkları halde, ben henüz hiçbir hazırlık yapmamıştım. Ve ondan sonra bir veya iki gün içinde hazırlanır, sonra da onlara katılırım, dedim. Onlar ayrıldıktan sonra hemen ertesi sabah hazırlanmaya giriştim; ama yine hiçbir şey yapmadan eve geri döndüm. Yine ertesi gün oldu ve ben yine hiçbir şey yapmadan eve geri döndüm. Bu hal bende, onların hazırlanıp uzaklaşmalarına ve gazayı kaçırmama dek sürdü. Yola çıkıp onlara yetişmeye gayret ettim. Keşke bunu yapsaydım! Bunu da yapmadım.

Rasulullah’ın çıkışından sonra halkın arasına girmek üzere sokaklara çıktım ve dolaştım. Yalnız, nifak üzere olduğu için yerilen bir adamdan ve zayıf olup Allah’ın özürlü kıldığı bir kişiden başka kimseleri göremeyişim beni üzdü.

Rasulullah, Tebük’e varana kadar benden söz etmemiş. Tebük’te etrafındakilerle oturmuşken “Ka’b bin Malik ne yaptı?” diye sormuş. Selime oğullarından biri “Ya Rasulullah! Onu, hurmalığı ve kendisine olan güveni alıkoydu.” demiş. Muaz bin Cebel “Ne çirkin konuştun! Vallahi, ey Allah’ın Rasulü, hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz.” demiş. Bunun üzerine Rasulullah susmuş.

Rasulullah’ın Tebük seferinden dönüş haberi bana ulaşınca beni bir üzüntü tuttu. Ardından yalan bahane bulmak için düşünmeye, yarın Rasulullah’ın bana olan hoşnutsuzluğundan nasıl kurtulurum, demeye başladım. Aile fertlerimden görüş sahiplerinin hepsinden yardım istedim. Rasulullah’ın gelmek üzere olduğu söylenince, benden bu kötü düşünce gitti. Ondan sadece doğruluk ile kurtulacağımı kavradım. Doğruyu söylemek üzere toparlandım.

Rasulullah sabahleyin Medine’ye geldi. Seferden döndüğünde mescide girer, iki rekat namaz kılar, sonra halkın arasına otururdu. Yine böyle yaptıktan sonra, geride kalanlar gelip yeminler ederek özür dilemeye başladılar. Bunlar seksen küsur kişi idi. Rasulullah da söylediklerini ve yeminlerini kabul edip onlar için bağışlanma diliyor ve gizli hallerini Allah’a havale ediyordu. Nihayet ben de gelip kendisine selam verdim. Kızmış adamın gülümseyişi ile gülümseyerek “Gel!” dedi. Hızlanarak gidip huzurunda oturdum. Bana “Neden geride kaldın? Kendine deve almamış mıydın?” diye sordu. Dedim ki: “Ey Allah’ın Rasulü! Vallahi eğer ben, senden başka dünya ehlinden herhangi biriyle otursaydım, bir özürle onun memnuniyetsizliğinden kurtulur ve ona bir delil de getirirdim. Evet, Allah’a yemin olsun ki eğer bugün sana yalan söz söylesem benden memnun kalacaksın; fakat hemen ardından Allah seni bana karşı gazaba getirecektir. Şayet ben içinde bulunduğum hal üzere doğruyu söylersem, Allah’tan sonumun hayır olacağını diliyorum. Hayır, vallahi hiçbir mazeretim yok. Vallahi senden geride kaldığım vakit, hiçbir zaman bu denli güçlü ve imkân sahibi olmamıştım.”

Rasulullah, “İşte bunu doğru söyledin. Kalk, Allah’ın hakkında hüküm vereceği anı bekle.” dedi. Ben de kalktım. Selime oğullarından birkaç adam da benimle beraber davrandılar. Ardıma düşüp şöyle dediler: “Vallahi senden hiçbir şey anlamadık. Bundan önce hiç günah işledin mi? Geride kalanların Rasulullah’tan özür dileyişleri gibi özür dilemekten âciz kaldın. Rasulullah’ın günahın için istiğfar etmesi sana yeterliydi.” O kadar söylendiler ki Rasulullah’a dönüp yalan söylemeyi bile istedim. Sonra onlara: “Benden başka kimse bu durumla karşılaştı mı?” diye sordum. “Evet, iki kişi daha senin dediğini söyledi. Onlara da sana söylenilenlere benzer şeyler söylendi.” dediler. “Onlar kim?” dedim. “Amr bin Avf oğullarından Mirara bin Rabi el-Amri ve Hilal bin Ebi Ümeyye el-Vakıfi.” dediler.

Ardından Rasulullah, seferden geri kalanlar arasından bu üç kişiyle konuşmaktan halkı nehyetti. Halk bizden uzak durmaya başladı. Bizden yüz çevirdiler. Öyle ki bana yeryüzü dar gelmeye ve içim sıkılmaya başladı. Bu yerler artık bildiğim yerler değildi.

Bunun üzerine elli gece bekledik. İki arkadaşım evlerinde oturup kaldılar. Ama ben onların en genci ve en dinç olanı idim. Çıkıyor, namazları müslümanlarla birlikte kılıyor, sokakları dolaşıyordum. Ne var ki kimse benimle konuşmuyordu. Rasulullah’a geliyor, namazdan sonra halk arasında oturmuşken onu selamlıyor, kendi kendime: “Acaba selamımı iade etmek için dudaklarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı?” diyor, sonra ona yakın yerde namazımı kılıyor ve gizlice ona bakıyordum. Ben namazda iken bana bakıyor ve ona yöneldiğimi görünce hemen benden yüz çeviriyordu. Bu durum, müslümanların ezalarıyla birlikte uzun süre devam etti. Dayanamayıp amcam oğlu olan Ebu Katade’nin duvarına tırmandım. O, insanlar arasında en çok sevdiğim kişiydi. Ona selam verdim. Fakat vallahi selamıma cevap vermedi. Ona “Ebu Katade, Allah adına yeminle söyle. Allah ve Rasulünü sevdiğimi biliyorsun.” dedim. O sustu. Sözümü tekrarladım, ona yemin ettirdim. Bunun üzerine şöyle dedi: “Allah ve Rasulü daha iyi bilir.” İki gözümden yaşlar boşandı. Sıçrayıp duvarı aştım. Sonra çarşıya doğru gittim. Çarşıya doğru yürüdüğüm sırada baktım; Suriye Nebatilerinden Medine’ye satmak üzere buğday getirmiş olan bir adam beni soruyor ve “Ka’b bin Malik’i bana gösterecek kimse yok mu?” diyor. Halk ona beni işaret etmeye başladı. Sonunda bana gelerek Gassan melikinden bir mektup verdi. Melik bir ipek parçasına mektup yazmıştı. Girişten sonra şöyle diyordu: “Bize arkadaşının sana eziyet ettiğinin haberi ulaştı. Allah seni sıkıntı ve eziyet çekmen için yaratmadı. Bize gel, seni gözetiriz.” Bunu okuduğumda “Bu da bir başka bela. Uğradığım bu bela yetmiyormuşçasına bir müşrik bana ilgi gösteriyor.” dedim ve mektubu tandıra atıp yaktım.

Bu hal üzere elli gecenin henüz kırkı geçmişken Allah Rasulünün elçisi gelerek: “Rasulullah, hanımından uzak durmanı emrediyor.” dedi. “Onunla boşanalım mı yoksa?” diye sordum. “Hayır, uzak dur, ona yaklaşma!” dedi. İki arkadaşıma da aynı şekilde elçi gönderdi. Hanımıma: “Ailene git, Allah’ın bu konuda hükmünü vereceği vakte kadar orda kal.” dedim. Benim gibi cezalandırılan Hilal bin Ümeyye’nin hanımı Rasulullah’a vararak: “Ya Rasulullah, Hilal bin Ümeyye yaşlı, zayıf, hizmetçisiz biridir. Ona yardım etmekten beni men mi ediyorsun?” diye sormuş. O: “Hayır, fakat sana yaklaşmasın.” dedi. Kadın “Vallahi ya Rasulullah ondan, benden yana hiçbir hareket kalmamıştır. O günden bugüne hep ağlıyor. Gözlerini kaybetmesinden korkuyorum.” demiş.

Ailemden bazıları bana “Keşke sen de hanımın için Rasulullah’tan izin alsaydın. Bak Hilal bin Ümeyye hanımının kendisine bakması için izin aldı.” dediler. Onlara “Vallahi ben bu hususta ondan izin istemem. Ben genç bir adamken hanımım için ondan izin istersem Rasulullah bunun için bana ne der?” diye cevap verdim.

Bundan sonra on gece daha bekledik. Rasulullah’ın Müslümanları bizimle konuşmaktan men edişinden sonra elli gece geçti. Sonra evlerimizden birinin üstünde sabah namazını Allah’ın dilediği gibi kıldım. Genişliğine rağmen yer bize dar geldi. Nefesim daraldı. Dağda bir vadide bir çadır kurmuştum. Vadinin üzerinde bağıran kişinin sesini duyduğumda, ben buradaydım. En yüksek sedasıyla şöyle diyordu: “Ka’b bin Malik! Müjde!..” Hemen secdeye kapaklandım. Kurtuluşun geldiğini anladım.

Rasulullah, o gün sabah namazını kıldıktan sonra halka Allah’ın bizi bağışladığını bildirmiş. (DOĞRUSU ALLAH, ONUN TÖVBESİNİN KABUL EDİLEBİLİR DÜZEYDE OLDUĞUNU YİNE O KİŞİNİN SERGİLEDİĞİ DAVRANIŞLARLA(9/105) BİLİNEBİLECEĞİNİ BİLDİRMİŞTİR. BU İNSANLAR DA, HAYATA KÜSMEMİŞ, PES ETMEMİŞ, İNANDIKLARI DOĞRULARI YAŞAMAYA VE BU UĞURDA MÜCADELE VERMEYE DEVAM ETMİŞLERDİR. OLASIDIR Kİ SAVAŞA GİTME GİBİ PEK ÇOK RİSKLİ KONUDA ÜSTÜN PERFORMANS ORTAYA KOYMUŞLARDIR. ONLARIN TUTUM VE DAVRANIŞLARIYLA, ELDEKİ SONUÇLARLA ONLARIN GERÇEKTEN DE YÜREKTEN PİŞMAN OLDUKLARININ HEMEN HERKES FARKINA VARMIŞTIR. BÖYLELİKLE TEKRAR TÖVBE ETSİNLER DİYE ALLAH TÖVBELERİNİ KABUL EDEREK MÜSLÜMANLARA BENZER TUTUMLARDA KAPI ARALAMALARINA İZİN VERMİŞTİR.) Bunun ardından insanlar, hemen bizi müjdelemeye koşmuşlar. Müjdecim bana geldiğinde üzerimdeki iki parça elbisemi soyunup ona giydirdim. Vallahi o gün, iki parça elbise emanet alıp giyerek aşk ile Rasulullah’a koştum. Ben mescide girene değin halk, beni affedilişim ile müjdeleyerek karşılıyor ve “Allah’ın seni bağışlaması sana mübarek olsun!” diyorlardı. Rasulullah, oturuyordu. Talha bin Ubeydullah kalktı ve beni kutladı. Selam verdim. Rasulullah’ın yüzü sevinçten parlayarak: “Seni, ananın doğurduğu günden bu yana en hayırlı bir günle müjdeliyorum.” dedi. Yüzü ay parçası gibiydi. Ona dönüp konuştum: “Ey Allah’ın Rasulü! Tövbemin Allah tarafından kabulünden dolayı bütün malımı Allah ve Rasulü yoluna sadaka olarak vermek istiyorum.”

 

 

 

 

PEYGAMBER ŞAİRİ

Ka’b bin Malik, ailesinin tek oğlu olup hâli vakti yerinde bir insandı. Genç yaşından itibaren, Arabistan’ın ileri gelen şairlerinden biri olarak kabul edilmişti. İslâmiyet’in Medine’de hızla yayılmasından sonra yapılan ikinci Akabe biatına katılmış ve orada Müslüman olmuştu. Bunu kendisi şöyle anlatmaktadır:

“Kavmimizden müşrik olan bazı kimselerle beraber, Kâbe’yi ziyaret için Medine’den yola çıktık. Büyüğümüz ve yöneticimiz olan Berâ bin Ma’rûr da yanımızda idi. Mekke’ye gelince Berâ, bana dedi ki:

– Bizi Rasulullah’a götür.

Birlikte Rasulullah’ı arayıp sormaya başladık. Ebtâh denilen yerde Mekkeli bir adama onu sorduk. Adam bize:

– Mescid-i Harâm’a gidin! Aradığınız kişi şu an amcası Abbas ile birlikte orada oturuyor, dedi.

Biz, tüccar olduğu için Abbas’ı tanıyorduk. Mescid-i Harâm’a girdiğimizde Rasulullah’ı amcası Abbas ile oturuyor gördük. Selâm verdikten sonra biz de yanlarına oturduk. Rasulullah, Abbas’a sordu:

– Bu kişileri tanıyor musun?

– Evet, tanıyorum. Şu kavminin seyyidi Berâ bin Ma’rûr’dur. Diğeri de Ka’b bin Mâlik’tir.

– Şu şair olan Ka’b mı?

Abbas da “Evet.” dedi. Vallahi Rasulullah’ın bu sözünü hayatım boyunca unutmadım.”

Ka’b bin Mâlik ikinci Akabe biatının gerisini şöyle anlatmaktadır:

“Biz kararlaştırdığımız gibi vadide toplandık. Rasulullah’ı bekliyorduk. Sonra Rasulullah amcası Abbas ile birlikte geldi. Yapılan konuşmalardan sonra orada bulunan yetmiş kişi, Rasulullah’ı her türlü tehlikeye karşı koruyacağımıza ve İslâmiyet’i yayacağımıza söz verdik.”

Akabe biatinden sonra Medine’ye dönen Ka’b bin Mâlik’in, kabilesinin Müslüman olmasında büyük emeği geçtiği çeşitli kaynaklarda dile getirilmektedir.

“Peygamber şairi” olarak da nitelendirilen Ka’b bin Malik, hicretin 50. yılında, Muaviye zamanında 77 yaşındayken vefat etmiştir.

Tevbe suresi 118. ayette Ka’b bin Malik ve diğer iki arkadaşının konumu ibret verici bir şekilde gözler önüne serilmektedir. İhmal ve gevşeklik sonucu içine düştükleri duruma işaret eden bu ayetten günümüze değgin çıkarımlarda bulunmak da mümkündür. Söz konusu ayet-i kerime, içerdiği uyarıların yanı sıra “sabır” ve “tevbe”nin önemini de vurgulamaktadır:

“Savaştan geri kalan üç kişiyi de bağışladı. Öyle ki bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti. Nefisleri de kendilerine dar gelmişti ve Allah’tan başka bir sığınakları olmadığını iyice anladılar. Sonra onların tevbesini kabul etti. Şüphesiz Allah, yalnızca O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.” (ALİ DEĞİRMENCİ) 24.10.2008-Haksöz Dergisi http://www.haksozhaber.net/news_detail.php?id=5348

 

KONUYLA İLGİLİ DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN LÜTFEN AŞAĞIDAKİ BAŞLIKLARI İNCELEYİNİZ…

 

1) İletişim Çatışmaları ve İletişimi Geliştirmenin Yolları
2) Niyet ve Bahane Kandırmacaları
3) Sorumsuzluk, İhmal, Bencillik ve Soyutlanma_Ka’b bin Malik
4) Bahaneler ve Mazeretler
5) Eleştirmek ve Eleştirilmek
6) Eleştirinin Önemi
7) Münafık, İkiyüzlü, Kararsız, İlkesiz ve Duyarsız Kimdir?
8) Münafıkların Özellikleri
9) Ahlak Odaklı Din, Allahlı Dindir
10) Dürüstlük Dinin Özüdür
11) Adanmış ve Aday İnsan
12) Kur’an’da İlahi Adalet İlkeleri
13) Soru Sormanın Yöntemi ve Adabı
14) Yeni Sınıfın İdeolojisi: Kariyerizm ve Konformizm
15) Ahlak, Adalet, Emek ve Sermaye
16) Doğruluk Kaygısı_Montaigne
17) Kendimizi Kime Beğendirelim?

posted in AHLAK | 0 Comments

28th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KURBAN

KUR’AN’DA ZİYAFET VE HAYVAN KESİMİNE BAKIŞ:

22Hacc/26-Çünkü, İbrahim’e bu İbadet Evi’nin kurulacağı yeri gösterdiğimiz zaman (o’na demiştik ki:) “Bana kimseyi ortak koşma! Ve Benim Mabedimi, onu tavaf edecek olanlar için, onun önünde (Rablerini tazim ve tefekkür ederek) dikilip duranlar için, saygıyla eğilenler ve yere kapananlar için temiz tut!”

22Hacc/27-Bunun içindir ki, (ey Muhammed,) bütün insanları hacca çağır: yaya olarak ve hızlı yürüyen her (türlü) binek üstünde, (dünyanın) en uzak köşelerinden sana gelsinler

22Hacc/28-de (bunun) kendilerine sağlayacağı yararları görsünler; ve (kurban için) belirlenen günlerde, (bu amaçla) O’nun kendilerine rızık olarak sağladığı hayvanlar üzerine Allah’ın ismini ansınlar; ve böylece siz de bunlardan yiyin ve darlık içindeki yoksulu da doyurun.

22Hacc/29-Bundan sonra, uymak zorunda oldukları belli birtakım kısıtlamalara son versinler; (varsa) adaklarını yerine getirsinler ve (Dünyanın) bu en eski Mabedini (bir kere daha) tavaf etsinler.

22Hacc/30-Bütün bunlar (Allah tarafından öngörülmüştür;) dolayısıyla, kişi eğer Allah’ın (bu) yasaklayıcı buyruklarını saygıyla gözetirse, bu Rabbinin katında kendi iyiliğine sonuç verecektir. (Yasak oldukları) size bildirilenlerin dışında, (kurban etmek ve etinden yemek üzere) bütün hayvanlar size helal kılınmıştır. Öyleyse artık, (Allah’ın yasaklamış bulunduğu her şeyden, ve en çok da) inanç ve uygulama olarak puta taparlığın her türlü bayağılığından uzak durun; asılsız her türlü sözden kaçının,

22Hacc/31- (ve bunu,) O’ndan başka kimseye, hiçbir şeye tanrısal nitelikler yakıştırmaksızın (ve) sahte ve düzmece olan her şeyden yüz çevirip yalnızca Allah’a yönelerek (yapın): çünkü, bilin ki, Allah’tan başkasına tanrılık yakıştıran kimse, gökten savrulup düşen, kuşların didikleyip kapıştığı, yahut rüzgarın uzak, ıssız bir yere savurduğu kimseye benzer.

22Hacc/32- İşte bu (akılda tutulmalıdır,) Allah tarafından konulan simgeleri saygıyla gözeten kimse (bilsin ki,) bu (simgeler gerçek anlamını inananların) kalpler(in)de Allah’a karşı taşıdıkları sorumluluk bilincinde bulmaktadırlar.

22Hacc/33-Bu (simgeleri gözetmekte gösterilen bilinç ve duyarlığın) size (O’nun tarafından) belirlenmiş bir süreye kadar yararları olacaktır; sonra bunda güdülen amacın ve varılan sonucun (tevhid inancını simgeleyen) En Eski Mescid (olduğunu anlayacaksınız).

22Hacc/34-Bunun gibi, (Bize inanan) her ümmet için kurban kesmeyi bir kulluk eylemi olarak öngördük ki, (bu amaçla,) kendilerine rızık olarak sağladığımız hayvanları keserken Allah’ın ismini ansınlar. Ve (her zaman akıllarında tutsunlar ki:) Sizin tanrınız Tek bir Tanrı’dır; öyleyse bütün varlığınızla kendinizi O’na teslim edin. Ve sen de (ey Peygamber,) tüm iyi yürekli, alçak gönüllü kimseleri (Allah’ın hoşnutluğuyla) müjdele.

22Hacc/35-Onlar ki, ne zaman Allah’tan söz edilse kalpleri saygı ve sakınmayla titrer; (onlar ki) başlarına gelen her türlü darlığa, sıkıntıya göğüs gererler; salatta devamlı ve duyarlıdırlar; ve kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına da harcarlar.

22Hacc/36-Hayvanların kurban edilmesine gelince, Biz bunu sizin için Allah tarafından konulmuş simgelerden biri olarak öngördük ki bunda sizin için (nice) yararlar vardır. Öyleyse artık, (kurban edilmek üzere) sıraya dizildiklerinde onların üzerinde Allah’ın ismini anın; ve cansız olarak yere serildiklerinde onların etinden kendiniz de yiyin; kendi nasibiyle yetinip istemeyen kimseyi de, istemek zorunda kalan kimseyi de (onunla) doyurun. Biz, işte bu amaçla onları sizin yararınıza sunuyoruz ki şükredesiniz.

22Hacc/37-(Fakat unutmayın ki,) onların ne etleri Allah’a ulaşır, ne de kanları; lakin O’na ulaşan, yalnızca sizin O’na karşı gösterdiğiniz bilinç ve duyarlıktır. İşte bu amaçla, onları sizin yararınıza sunuyoruz ki, size ulaşma yolunu, yordamını gösterdiği (her türlü rahmet) için O’nun yüceliğini saygıyla anasınız. Öyleyse, o iyilik yapanları müjdele

(Hac döneminde yoksul hacıları –ki bu tarihin önemli bir gerçeğidir- varlıklı hacıların ziyafet vererek yiyecek ihtiyaçlarının karşılaması için en ideal yol, geçmişin koşullarında hayvan eti yedirmekti. Fazla ayrıntıya gerek kalmadan bu ziyafet onların ihtiyaçlarını en güzel biçimde karşılamıştır. Kurban, Allah’a yaklaşmak amacıyla yapılan tüm doğru işlerdir. 5Maide/27 9Tevbe/99)

*******o********

KURBAN-SÜLEYMAN ATEŞ

“Ayetteki emir fi’linin kökü olan nahr, boğazlamak anlamına gelir.”Hayvanın gırtlağını kes” demektir. Mücâhid ve İkrime’den rivayet edildiğine göre buradaki namazdan maksat da Hac esnasında Müzdelife’de kılınan sabah namazıdır. Nahr ise bu namazın ardından varılan Minâ’da kesilen kurbandır. Hz. Alî’ye göre de nahr, namazda sağ eli sol elin bileği üzerine koyup, iki eli göğüs üzerine koymaktır. Bir başka kavle göre de nahr, göğsün üst kısmı, gerdanlık yeri olan boyun çukuru demektir. Bu anlama göre nahr, elleri boğaz düzeyine kaldırmak Elleri bağla, boğaz düzeyine kaldır demektir. Hz. Alî’nin namazdan önce iftitâh tekbîri alırken, sonra rükû’a ve secdeye varırken elleri boğaz düzeyine kaldır, anlamına geldiğini söylediği rivayet edilir. Dahhâk ve Süleyman et-Teymî’ye göre duadan sonra ellerini boğazına kaldır; Ferrâ’ya göre de göğsünü kıbleye döndür, demektir. İbnu’l-Arabî, Ferrâ’nın bu sözünü şöyle izah etmiştir: Nahr, kişinin, namazda mihrabın karşısına dikilmesi, yani göğsünü kıble tarafına döndürüp sağa, sola dönmemesidir. tenâhur, boğaz boğaza gelmek, yani göğüs göğüse çar­pışmak, boğazlaşmak anlamına gelir. …

Sûrenin üslûbundan ve gelen rivayetlerden anlaşıldığına göre namaz gibi kurban ibâdeti de eskiden beri vardı. Ve Arafat’tan inip geceyi Müzdelife’de geçirdikten sonra bayram günü Minâ’da kurban kesilirdi. Peygamber (s.a.v.) de bir soru üzerine kurbanın, Hz. İbrâhîm’in sünneti olduğunu belirtmiştir: Bu kurbanlar nedir? Atanız İbrahim’in sünnetidir…”

Asıl terim adı udhiye veya idhiye, yahut hemzesiz olarak dahiyye, çoğulu adâhî olan kurban, mezheb imamlarının çoğunluğuna göre sünnet, kimine göre de vâcib kabul edilmiştir. İbn Hazm’a göre hiçbir sahâbîden, kurbanın vâcib olduğu hakkında sağlam bir rivayet yoktur. Çoğunluğun kanısına göre kurban, sünnettir. Yalnız Ebû Hanîfe’ye göre yolcu olmayan zengine kurban kesmek kifayeten müekked sünnettir. İmâm-ı Mâlik’ten de kurbanın, zengine vâcibolduğu görüşü aktarılmıştır ama ona göre mukîm olmak (yolcu olmamak) şart değildir. Fakat Hanefîlerden Ebû Yûsuf, Mâlikîlerden Eşheb, cumhur görüşünü benimseyerek kurbanın sünnet ol­duğunu söylemişlerdir.

Askalânî’nin belirttiği üzere kurbanın vâcib olduğu görüşü, olsa olsa Ebû Hüreyre yoluyla Peygamber(s.a.v.)e dayandırılan: ” İmkânı olup da kurban kesmeyen, bizim mescidimize yaklaşmasın!” hadîsidir. Fakat bu hadîsin Peygamber’e nisbeti doğru değildir, bu söz Ebû Hüreyre’nin kendi sözüdür. Tahâvî ve başkalarına göre bu hadîs mevkuftur. Ayrıca bu söz, kurbanın vâcib olduğunu da göster­mez. Hz. Peygamberin: “Namazdan sonra kurban kesen, ibâdetini tamam­lamış, müslümanların sünnetine erişmiştir”, Abdullah ibn Ömer’in: “Kur­ban müslümanların sünneti(Meti)dir” sözleri de kurbanın vâcibolmadığını kanıtlar. Bu sözlerde geçen sünnet deyimi de terim olan sünnet sözünü değil, âdet anlamındadır.

Tirmizî, İbn Ömer’in sözü üzerine şöyle diyor: “Bu, hasen sahîh hadîstir. Bilginlere göre uygulama bu söze göre yapılır: Udhiye (kurban) vâcib değil; Allah Resulünün bir sünnetidir. Böyle yapılması müstehab (güzel) olur. Süfyân-ı Sevrî ve Abdullah ibn Mübarek de bu görüştedirler.” (Süleyman Ateş-Kur’an Ansiklopedisi, Kurban maddesi)

*******o********

DİYANET TEFSİRİ

“Âyetteki kur­banın da vâcib veya sünnet kurban mı yoksa nafile de dahil mutlak kurban mı ol­duğu tartışmalıdır.” (Diyanet Tefsiri, Kevser suresi, 2. ayet açıklaması)

*******o********

TABERİ TEFSİRİ

Müfessirler, Allah tealanın bu ayette Resulullaha, kılmasını emrettiği namazın hangi namaz olduğunu ve “boğazla” diye tercüme edilen “Venhar” emrinden neyin kasdedildiği hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

Buradaki “Namaz kıl” ifadesinden maksat, “Sana farz kılman namazla­ra devam et.” demek, “Venhar” emrinden maksat ise “Sağ eli­ni sol elinin üzerine koyup göğsünün üstünde el bağla.” demektir. Bu izah tarzı Hz. Ali ve Ebul Kamus’tan rivayet edilmiştir.

b-Namaz kıl” emrinden maksat “Farz namazlarını kıl” demektir. “Ven­har” ifadesinden maksat ise “Namaza başlarken iftitah tekbirinde ellerini göğsü­ne kaldır.” demektir. Bu görüş Ebu Cafer’den nakledilmiştir.

“Namaz kıl” ifadesinden maksat, “Farz namazlarını kıl” demektir. “Venhar” ifadesinden maksat da “Kurban kes” demektir. Bu görüş, Mücahid, Ata, İbn-i Abbas, Said b. Cübeyr ve Hakem’den nakledifmektedir. Ata, Hakem, Said b. Cübeyr ve Haccac, buradaki namazın, sabah namazı olduğunu söylemiş­lerdir.

-“Namaz kıl” ifadesinden maksat, “Herhangi bir namazı kıl” demek, “Venhar” ifadesinden maksat da “Allahtan iste” demektir. Bu görüş, Dehhak’tan nakledilmiştir.

-“Namaz kıl” ifadesinden maksat, “Herhangi bir namazı kıl” demek “Venhar” ifadesinden maksat da “Göğsünü kıbleye çevir” demektir. Bu görüş, de bir kısım lügat âlimlerinden nakledilmiştir. [Taberi Tefsiri-108Kevser/2 açıklaması]

*******o********

RAZİ TEFSİRİ

Cenâb-ı Hakk’ın’ Ve, kurban kes” emriyle ilgili olarak iki açıklama yapılabilir: 1) Müfessirlerin görüşüne göre bu ifade ile, Hz. Peygamber (s.a.s)’in deve kesmesi kastedilmiştir. 2) Bu emirle, ya önce ya içinde ya da sonra olmak üzere, namazla ilgili bir fiil kastedilmiştir. Bu görüşü savunanlar, bu hususta şu izahları yapmışlardır:

a) Ferrâ, “Bunun manası, kıbleye dönmektir” demiştir.

b) Esbağ İbn Nebâte de, Hz. Ali (r.a)’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Bu sûre nazil olunca, Hz. Peygamber, Cebrail’e, “Rabbimin bana emrettiği bu boğazlama, bu nahîre, “boğazlama” değildir. Ne var ki, Cenâb-ı Hak sana, namaza başladığın zaman, ellerini kaldırmanı, tekbir aldığında, rükûya gittiğinde, başını rükûdan kaldırdığında ve secde ettiğinde, ellerini kaldırmanı emrediyor. Çünkü bu, bizim, hem de yedi kat gökteki meleklerin namazıdır. Her şeyin bir süsü vardır. Namazın süsü de, her tekbir almada elleri kaldırmaktır.” buyurdu.

c) Ali ibn Ebî Tâlib’in, bu ifadeyi, “namazda iken elleri göğüs (en-nahr) üzerine koyma olarak” diye tefsir ettiği ve “Namazdan önce elleri kaldırmak, sığınanın ve ücret taleb edenin; onları nahr (göğüs) üzerine koymak ise, huzû ve huşu içinde olan kimsenin adetidir” dediği rivayet edilmiştir.

d) Atâ, “Bunun manası, “nahr”ın, göğüsün gözükünceye kadar iki secde arasında otur…” şeklindedir” demiştir.

e) Dahhâk ve Süleyman et-Teymî’nin şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: “Bu ifadenin manası, “İki elini, dua ederken, göğüs hizana kaldır” şeklindedir.”

Ferrâ’nın görüşüne, yani, ayetteki İfadeyle, kıbleye dönme manasının kastedil meşine gelince, İbnu’l-A’rabî şöyle demektedir: “Nahr, bir kimsenin, namazda, mihrabın karşısına dikilmesi demektir ki, bu da, bu kimsenin göğsünü, kıbleye doğru dikmesi, yönelmesi; sağa sola dönmemesi demektir. Yine Ferrâ şöyle demektedir. “Arapça’da, “onların evleri karşı karşıyadır” anlamında denilir.” [Taberi Tefsiri-108Kevser/2 açıklaması]

*******o********

KURTUBİ TEFSİRİ

1- Namaz Kılmak ve Kurban Kesmek: “O halde … namaz kıl.” Sana farz olan namazı kıl, demektir. Ali (r.a) ile Muhammed b. Ka’b şöyle demişlerdir; Yani namaz esnasında göğsünün hizasında sağ elini, sol elinin üzerine koy. Bu İbn Abbas’tan da ri­vayet edilmiştir.

Yine Ali’den rivayet edildiğine göre bundan maksat, tekbir esnasında el­lerini göğsüne kadar kaldırmaktır. Cafer b. Ali de: “O halde Rabbin için na­maz kıl ve kurban kes” buyruğu hakkında dedi ki: Namaza başlamak için iftitah tekbiri aldığı vakitlerini göğsünün hizasına kaldırır.

Yine Ali (r.a)’dan şöyle dediği nakledilmiştir: “O halde Rabbin için na­maz kıl ve kurban kes” buyruğu nazil olunca Peygamber (sav) Cebrail’e; “Al­lah’ın bana emretmiş olduğu bu nahira (kesilmesi istenen kurban) nedir?” di­ye sormuş, Cebrail ona şöyle demiştir: “Bundan maksat kurbanlık değildir, bu, sana namaza başladığın vakit, basını rükû’dan kaldırdığında ve secdeye vardığında tekbir getirirken ellerini kaldırmanı emretmektedir. Bu bizim ve yedi semadaki meleklerin namazıdır. Herşeyin bir zîneti vardır. Namazın zî-neti de her tekbir esnasında elleri kaldırmaktır.”

Eiui Salih’ten rivayete göre o, İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmiş­tir: Göğsünü kıbleye çevir, demektir. el-Ferru, el-Kdbi ve Ebu’l-Ahvas ela böy­le demişlerdir,

el-Ferra dedi ki: Ben bir arabi: “Bizim evlerimiz biri diğerine bakar” dediğini işittim. Bu, buna karşıdır, buna dönüktür” demektir.

İbnu’l-A’rabi dedi ki: Maksat kişinin namaz esnasında mihraba karşı dön­mesidir. Bu da Arapların; Oniann evleri birbirine bakar” ifa­delerinden alınmıştır.

Ata’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Yüce Allah, ona nahrı (göğsü) açık­ça görününceye kadar iki secde arasında doğrulup oturmasını emretmekte­dir.

Süleyman et-Teymi dedi ki: Dua İçin ellerini göğsünün hizasına kaldır de­mektir. [Kurtubi Tefsiri-108Kevser/2 açıklaması]

*******o********

DİYANET İLMİHALİ

Kurbanın Dinî Hükmü ve Kurban Çeşitleri: Kurban kesmenin fıkhî açıdan değerlendirilmesi hususunda fakihler arasında görüş farklılıkları vardır. Dinen aranan şartları taşıyan kimselerin kurban kesmeleri Hanefî mezhebinde ağırlıklı görüşe ve bazı müctehid imamlara göre vâcip, fakihlerin çoğunluğuna göre müekked sünnettir…

Öte yandan kurban kesmeyi Hz. Peygamber hiç terketmemiştir. Bu ve benzeri delillerden hareket eden fakihler gerekli şartları taşıyanların kurban bayramında kurban kesmesini vâcip görürler. Sünnet olduğunu ileri sürenler ise, Kur’an’da bu konuda açık bir emrin bulunmayışından, Hz. Peygamber’in devamlı yapmış olmasının kurbanın sünnet olmasıyla da açıklanabileceği noktasından hareket ederler. (TÜRKİYE DİYANET VAKFI İlmihali-Kurban)

*******o********

HADİSLER’DE KURBAN KONUSU

Kabe’yi ziyaret eden hacılara yedirmek amacıyla kesimlik hayvan armağan etmek: 1520-“Resûlullah Hudeybiye senesinde, Kâbe’de kesilmek üzere birçok deveyi(ORİJİNALDE HEDÂYÂ: KESİMLİK ARMAĞANLAR) kurban kıldı(ORİJİNALDE’İHDÂ’: ARMAĞAN ETTİ). Bunlar arasında (vaktiyle) Ebu Cehl’e ait olan, başında gümüşten -bazı râviler altından der- mâmul bir büre bulunan deve(CEMEL) de vardı. Bununla, müşrikleri öfkelendiriyordu.” [Ebu Dâvud, Menâsik 13, (1749).]

Kadınların ve kızların hayvan kesmesi: 1506-“Kızlarına, kurbanlarını kendi elleriyle kesmelerini, ayağını kurbanın(DOĞRUSU’ZEBÎHA’: Kesimlik hayvan ANLAMINA GELMEKTEDİR) boynuna basmayı, keserken tekbir getirip besmele çekmeyi tenbih etmiştir.” (Buhari Edâhî 10).]

Kurban kesmek sünnet mi, farz mı? 3123-6926-Hz.Ebu Hureyre anlatıyor. “Resûlullah buyurdular ki: “Maddi imkânı olup da kurban kesmeyen namazgâhımıza sakın yaklaşmasın.”(HADİSİN SONUNDA, BU HADİSİN ZAYIF VE MUNKER OLDUĞU BİLDİRİLMİŞTİR.) AÇIKLAMA: Bu sadette gelen hadisleri alimler farklı yorumlara tabi tutmuşlardır. Daha önce teferruatlı olarak kaydettik. Şöyle özetleyebiliriz: Ebu Hanîfe, şer’an zengin sayılan kimse için kurban kesmeyi vacib addetmiştir. Şâfi’î, Ahmed İbnu Hanbel, İshak, Ebu Sevr, Ebu Yusuf, Muhammed eş-Şeybânî, İmâm Mâlik sünnet addetmiştir.

*******o********

SÜLEYMAN ATEŞ

İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre kurban sünnettir. Hiçbir sahâbiden, kurbanın vacip olduğu hakkında sağlam bir rivayet yoktur. Yalnız Ebu Hanîfe’ye göre yolcu olmayan zengin için kurban kuvvetli sünnettir. İmam-ı A’zam’ın talebesi Ebu Yusuf da çoğunluk görüşünü benimseyerek kurbanın sünnet olduğunu söylemiştir. Kurban kesen sevap alır, kesmeyen cezaya uğramaz.

Ebu Hüreyre’nin sözü:”İmkânı olup da kurban kesmeyen, bizim mescidimize yaklaşmasın” şeklinde bir hadis rivayet edilirse de İbn Hacer Askalânî’nin belirttiği üzere bu rivayet hadis değil, Ebu Hüreyre’nin kendi sözüdür. Ayrıca bu söz, kurbanın vacip olduğunu da göstermez. Hz. Peygamberin, “Namazdan sonra kurban kesen, ibadetini tamamlamış, Müslümanların sünnetine erişmiştir” hadisi ile Abdullah ibn Ömer’in, “Kurban, Müslümanların sünneti(âdeti)dir” sözleri de kurbanın sünnet olduğunu kanıtlar.

Bu sözlerde geçen sünnet deyimi de terim olan sünnet sözünü değil, âdet anlamındadır. Kevser Suresi’ndeki “venhar” kelimesi, kurban kes anlamına gelebileceği gibi ellerini kaldırıp tekbir al, Hz. Ali’ye göre ellerini göğsünün üstünde bağla anlamına gelir. Şayet venhar “kurban kes” anlamında ise burada emredilen kurban, Hac’da kesilecek kurbandır. Sıradan kurbanla ilgisi yoktur.” (Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -1/2/2004-31/1/2004-24/1/2004)

posted in KURBAN | 0 Comments

28th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

TEVRAT, İNCİL VE KİTAP EHLİ

KUR’AN’DA TEVRAT VE İNCİL:

5Maide suresi/43-Yanlarında, içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat varken nasıl oluyor da seni hakem yapıyorlar, sonra bunun ardından verdiğin hükümden yüz çeviriyorlar? İşte onlar (kendi kitaplarına da, sana da) inanmış değillerdir.

5Maide suresi/44-Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler, onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu hâlde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.

5Maide suresi/47-İncil ehli Allah’ın onda indirdiği ile hükmetsin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, fasıkların ta kendileridir.

5Maide suresi/66-Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni (Kur’an’ı) gereğince uygulasalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından (bol bol rızık) yiyeceklerdi. Onlardan orta yolu tutan bir zümre vardır. Ama onların birçoğunun yaptığı ne kötüdür!

5Maide suresi/68-De ki: “Ey Kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni (Kur’an’ı) uygulamadıkça hiçbir şey üzere değilsiniz.” Andolsun ki sana Rabbinden indirilen bu Kur’an, onlardan çoğunun taşkınlık ve küfrünü artıracaktır. Öyle ise o kâfirler toplumu için üzülme.

7A’raf/157-Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûle, o ümmî(önceki ilahi kitaplarla eğitilmemiş) peygambere uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.

62Cumua suresi/5-Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini inkâr eden topluluğun hâli ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.

KUR’AN’DA KİTAP EHLİ:

2Bakara suresi/62-Kuşkusuz, (bu ilahi kelama) iman edenler ile Yahudi inancının takipçilerinden, Hıristiyanlardan ve Sabiilerden Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olanların tümü Rablerinden hak ettikleri mükafatları alacaklardır; ve onlar ne korkacak, ne de üzüleceklerdir.

2Bakara suresi/105-Ne Kitab ehlinden inkâr edenler ve ne de Allah’a ortak koşanlar, Rabbinizden size bir iyilik gelmesini isterler. Oysa Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf sahibidir.

2Bakara suresi/109-Kitap ehlinden birçoğu, hak kendilerine belirdikten sonra dahi, içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi, imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Siz şimdilik, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedin, hoşgörün. Şüphesiz Allah, gücü her şeye hakkıyla yetendir.

2Bakara suresi/111-Bir de; “Yahudi ve Hıristiyanlardan başkası Cennet’e girmeyecek” dediler. Bu, onların kuruntuları! De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz (iddianızı ispat edecek) delilinizi getirin.” 112-Evet, gerçekten her kim tüm benliğini Allah’a teslim eder ve iyilik yapanlardan olursa, Rabbi katında mükafatını görecektir, ve böyleleri ne korkacak, ne de üzülecekler. 113-Ayrıca Yahudiler, “Hıristiyanlar geçerli, tutarlı bir inanç temelinden yoksunlar” iddiasında bulunurken Hıristiyanlar da (aynı şekilde); “Yahudiler, geçerli, tutarlı bir inanç temelinden yoksunlar” diye iddia ederler; ve her iki taraf da (bu iddialarında) ilahi kelama atıfta bulunurlar! Hatta bilgiden yoksun bulunanlar, onların söylediklerini aynen tekrarlayıp dururlar; ama anlaşamadıkları şeyler konusunda Kıyamet Günü aralarında hüküm verecek olan Allah’tır.

3Al-i İmran suresi/69-Kitap ehlinden bir grup sizi saptırabilmeyi çok arzu etti. Oysa sadece kendilerini saptırıyorlar, fakat farkına varmıyorlar. 70-Ey Kitap ehli! (Gerçeğe) şahit olduğunuz hâlde, niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz? 71-Ey Kitap ehli! Niçin hakkı batılla karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz? 72-Kitap ehlinden bir grup, “Mü’minlere indirilene günün başlangıcında inanın, sonunda da inkâr edin, belki onlar (size bakarak) dönerler” dedi.

3Al-i İmran suresi/75-Geçmiş vahyin izleyicileri arasında öylesi var ki, kendisine bir hazine emanet etsen sana (sadakatle) iade eder; ve öylesi de var ki ona ufak bir altın sikke emanet etsen, başında dikilmedikçe sana geri vermez; bu, onların, “Kitap ile ilgisi olmayan bu halk(a yaptığımız hiçbir şey)den dolayı bize bir suç yüklenemez” şeklindeki iddialarının bir sonucudur: (Böylece) onlar, (bile bile) Allah hakkında yalan söylerler. 76-Ama (Allah,) Kendisine karşı taahhütlerine sadık kalanlar(ın) ve Kendisine karşı sorumluluk bilinci duyanlar(ın farkındadır): ve Allah, Kendisine karşı sorumluluk bilinci taşıyanları sever. 77-Allah’a karşı taahhütlerini ve yeminlerini ufak bir kazanç karşılığında değiştirenler var ya; onlar, öteki dünyanın nimetlerinden asla nasiplenemeyeceklerdir; Allah, Kıyamet Günü, onlarla ne konuşacak, ne yüzlerine bakacak, ne de onları günahlarından arındıracaktır; ve onları acıklı bir azap beklemektedir. 78-Onlardan öylesi de var ki, (söyledikleri) Kitab-ı Mukaddes’den olmadığı halde ondan olduğunu düşünesiniz diye dilleriyle Kitab-ı Mukaddes’i çarpıtırlar ve Allah’tan olmadığı halde, “Bu, Allah’tandır!” derler; böylece bile bile Allah hakkında yalanlar uydururlar.

3Al-i İmran suresi/98-De ki: “Ey kitab ehli! Allah, yaptıklarınızı görüp dururken Allah’ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?” 99-De ki: “Ey kitab ehli! (Gerçeği) görüp bildiğiniz hâlde, niçin Allah’ın yolunu eğri ve çelişkili göstermeğe yeltenerek inananları Allah’ın yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” 100-Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir guruba uyarsanız imanınızdan sonra sizi yeniden inkârcılığa sevkederler.

3Al-i İmran suresi/110-Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu fasık kimselerdir.

3Al-i İmran suresi/113-Onların (Kitap ehlinin) hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde, gece saatlerinde ayakta duran, secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okuyan bir topluluk da vardır. 114-Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler. Kötülükten men ederler, hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar salihlerdendir. 115-Onlar ne hayır işlerlerse karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanları bilir. 116-İnkâr edenlerin ne malları ne evlatları, onlara Allah’a karşı bir yarar sağlar. İşte onlar cehennemliktirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.

3Al-i İmran suresi/199-Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene, Allah’a derinden saygı duyarak inanırlar. Allah’ın âyetlerini az bir değere satmazlar. Onlar var ya, işte onların, Rableri katında mükâfatları vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.

4Nisa suresi/123-İş, ne sizin kuruntunuza, ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kim kötü bir iş yaparsa, onunla cezalandırılır. O, kendisine Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilir. 124-Mü’min olarak, erkek veya kadın, her kim salih ameller işlerse, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar. 125-Bütün benliğini Allaha teslim eden, daima iyilik yapan ve her türlü batıldan yüz çeviren İbrahimin inanç sistemine Allahın onu sevgisiyle yücelttiğini görerek uyan kişiden daha iyi iman sahibi kim vardır?

4Nisa suresi/131-ve göklerde ve yerde olan her şey Allaha aittir. Biz, hem sizden önce vahiy verilenlere, hem de size Allaha karşı sorumluluğunuzun bilincinde olmanızı emretmişizdir. Eğer Onu inkar ederseniz, bilin ki göklerde ve yerde olan her şey Allaha aittir ve Allah kendi kendine yeterlidir, övülmeye layık olandır.

5Maide suresi/5-Bugün, hayatın bütün güzel şeyleri size helal kılınmıştır. Ve daha önce kendilerine vahiy verilenlerin yiyecekleri de size helaldir, sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir. Ve (bu ilahi kelama) inananlar içindeki iffetli kadınlar ile sizden önce kendilerine vahiy verilenler arasında bulunan kadınları nikahlamanız, -onlara mehirlerini vermeniz şartıyla ve onları gayri meşru yolla ya da gizli dost tutma yoluyla değil de meşru bir nikah ile almanız şartıyla- (size helaldir). (Allaha) inanmayı reddedene gelince; onun bütün işleri boşa gidecek: zira o, öteki dünyada zarara uğrayanlar arasında yer alacaktır.

4Nisa suresi/171-Ey Kitab ehli! Dininizde sınırları aşmayın ve Allah hakkında ancak hakkı söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı (emriyle onda var ettiği) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Öyleyse Allah’a ve peygamberlerine iman edin, “(Allah) üçtür” demeyin. Kendi iyiliğiniz için buna son verin. Allah, ancak bir tek ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan uzaktır. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.

5Maide suresi/17-Andolsun, “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir”, diyenler kesinlikle kâfir oldular. De ki: “Şâyet Allah, Meryem oğlu Mesih’i, onun anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmek istese, Allah’a karşı kim ne yapabilir? Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan her şeyin hükümranlığı Allah’ındır. Dilediğini yaratır. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”

5Maide suresi/44-Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler, onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu hâlde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir. 45-Onda (Tevrat’ta) üzerlerine şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş kısas edilir. Yaralar da kısasa tabidir. Kim de bu hakkını bağışlar, sadakasına sayarsa o, kendisi için keffaret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zalimlerin ta kendileridir.

5Maide suresi/50-Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah’ınkinden daha güzeldir? 51-Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğruya iletmez.

5Maide suresi/57-Siz ey imana ermiş olanlar! Eğer gerçek müminler iseniz, inancınızı küçümseyen ve onunla eğlenenleri bunlar ister sizden önce vahiy verilenlerden, isterse (bu vahyin) hakikati(ni) inkar edenlerden olsunlar- dost edinmeyin ve Allaha karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun: 58-Siz namaza çağırdığınız vakit onu alaya alıp eğlence yerine koyuyorlar. Bu, şüphesiz onların akılları ermeyen bir toplum olmalarındandır. 59-De ki: “Ey geçmiş vahyin izleyicileri! (Yalnız) Allaha ve Allahın hem bize hem bizden öncekilere indirdiğine inandığımız için mi bizde kusur buluyorsunuz? (Yoksa bu, sadece) çoğunuzun sapkınlığından mı(dır)?” 60-De ki: “Allah katında cezası bundan daha kötü olanları size haber vereyim mi? Onlar, Allah’ın lânetlediği ve gazabına uğrattığı, içlerinden maymunlar ve domuzlar çıkardığı kimseler ile şeytanlara tapan kimselerdir. İşte bunların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır.” 61-(Yanınıza) küfürle girip yine (yanınızdan) küfürle çıktıkları hâlde, size geldiklerinde “İnandık” dediler. Allah, onların saklamakta oldukları şeyi daha iyi bilir. 62-Onlardan çoğunun günahta, düşmanlıkta, haram yemede birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Yapmakta oldukları şey ne kötüdür! 63-Bunları, din adamları ve bilginler günah söz söylemekten ve haram yemekten sakındırsalardı ya! Yapmakta oldukları şey ne kötüdür! 64-Bir de Yahudiler, “Allah’ın eli bağlıdır” dediler. Söylediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın ve lânete uğrasınlar! Hayır, O’nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun, sana Rabbinden indirilen (Kur’an) onlardan birçoğunun azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Biz onların arasına kıyamete kadar düşmanlık ve kin saldık. Her ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışırlar. Allah, bozguncuları sevmez. 65-Eğer kitap ehli iman etseler ve Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, muhakkak onların kötülüklerini örterdik ve onları Naim cennetlerine koyardık.

5Maide suresi/69-çünkü, (bu ilahi kelama) iman edenler ve Yahudi itikadına uyanlar ile Sabiiler ve Hıristiyanlardan Allaha ve Ahiret Gününe inanıp, doğru ve yararlı fiillerde bulunanlar ne korkacak, ne de üzüleceklerdir.

5Maide suresi/72-Andolsun, “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler kesinlikle kâfir oldu. Oysa Mesih şöyle demişti: “Ey İsrailoğulları! Yalnız, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Kim Allah’a ortak koşarsa, artık, Allah ona cenneti muhakkak haram kılmıştır. Onun barınağı da ateştir. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.” 73-Andolsun, “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyenler kâfir oldu. Hâlbuki bir tek ilâhtan başka hiçbir ilâh yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse, andolsun onlardan inkâr edenlere elbette, elem dolu bir azap dokunacaktır.

5Maide suresi/77-De ki: “Ey Kitap ehli! Hakkın dışına çıkarak dininizde aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve dümdüz yoldan da şaşmış bir milletin arzu ve keyiflerine uymayın.” 78-İsrailoğullarından inkâr edenler, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlendi. Bu, onların isyan etmeleri ve hadlerini aşıyor olmalarından ötürüydü. 79-İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötüydü! 80-Onlardan birçoğunun inkâr edenleri dost edindiklerini görürsün. Andolsun ki kendileri için önceden (ahirete) gönderdikleri şey; Allah’ın onlara gazap etmesi ne kötüdür! Onlar azap içinde ebedî kalıcıdırlar. 81-Eğer Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene (Kur’an’a) inanıyor olsalardı, onları (müşrikleri) dost edinmezlerdi. Fakat onlardan birçoğu fasık kimselerdir. 82-Bütün insanlar içinde (bu ilahi kelama) inananlara en çok düşmanlık yapanların Yahudiler ve Allahtan başkasına ilahlık yakıştırmaya şartlanmış olanlar olduğunu kesinlikle göreceksin; ve bütün insanlar içinde (bu ilahi kelama) inananlara en çok şefkat gösterenlerin ise “Biz Hıristiyanız” diyenler olduğunu göreceksin: böyledir, çünkü onlar arasında öyle keşişler ve rahipler var ki bunlar kibre kapılmamışlardır. 83-Onlar bu elçiye indirileni anlamaya başladıkları zaman gözlerinden yaşlar boşaldığını görürsün, çünkü ondaki hakikatin bir kısmını tanırlar; (ve) “Ey Rabbimiz” derler, “Biz inanıyoruz: öyleyse bizi hakikate şahitlik yapanlar ile bir tut.” 84-Ve Rabbimizin bizi dürüst ve erdemliler arasına katmasını o kadar şiddetle arzuladığımız halde nasıl Allaha ve bize indirilen hakikate inanmakta zaaf gösterebilirdik? 85-Dedikleri bu söze karşılık Allah onlara, devamlı kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetleri mükâfat olarak verdi. İşte bu, iyilik yapanların mükâfatıdır.

7A’raf suresi/159-Musa’nın kavminden hakka ileten ve onunla adalet yapan bir topluluk vardır.

7A’raf suresi/181-Yarattıklarımızdan, hakka yöneltip ileten ve onunla adaleti kılan (uygulayan) bir ümmet vardır.

9Tevbe suresi/29-(Ve) kendilerine (çok önceden) vahiy bahşedilmiş olduğu halde (gerçek anlamda) Allaha da, ahiret gününe de inanmayan, Allah ve Onun Elçisinin yasakladığını yasak saymayan, ve böylece (Allahın onlar için din olarak seçtiği) hak dini din olarak benimseyip ona uymayan kimselerle savaşın; ta ki, (savaş yoluyla) baş eğdirilip kendi elleriyle bağışıklık vergisi ödeyinceye kadar. 30-Yahudiler, “Üzeyr, Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar ise, “İsa Mesih, Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah, onları kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar! (Yahudiler) Allah’ın yanı sıra hahamlarını; (hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa, bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır. 32-Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasalar da Allah, nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz.

16Nahl suresi/43-Biz senden önceki çağlarda da, kendilerine vahyettiğimiz (ölümlü) adamlardan başka kimseyi (elçi olarak) göndermedik; bu konuda yeterli bilgiye sahip değilseniz, vahyedilmiş önceki kitaplara bağlı kimselere sorun,

21Enbiya suresi/7-Biz senden önce de (ey Muhammed,) kendilerine vahiy indirilen (ölümlü) adamlardan başkasını (elçi olarak) göndermedik; bunun içindir ki, (o inkarcılara de ki:) “Eğer kendiniz bilmiyorsanız, önceki kitapları okuyup izleyen kimselere sorun”.

22Hacc suresi/17-Gerçek şu ki, (bu ilahi öğretiye) inananlar, Yahudi inancına bağlı olanlar ve Sabiiler, Hristiyanlar ve Mecusiler ve bir de, Allah’tan başka varlıklara tanrısal nitelikler yakıştıranlar arasındaki hükmü Kıyamet Günü Allah verecektir: çünkü Allah her şeye tanıktır.

29Ankebut suresi/46-Geçmiş vahyin mensupları ile zulüm ve haksızlıktan uzak durdukları sürece en güzel şekilde tartışın ve deyin ki: “Bize indirilene inandığımız gibi size indirilmiş olana da inanıyoruz: çünkü bizim ilahımız ile sizin ilahınız tek ve aynıdır ve biz (hepimiz) O’na teslim olmuşuzdur”. 47-Bu ilahi kelamı sana işte bu şekilde indirdik. Ve bu ilahi kelamı bahşettiklerimiz ona inanırlar; şu (geçmiş vahiylerin takipçi)leri arasında da ona inananlar vardır. Mesajlarımızı, (apaçık bir) hakikati inkar edenler dışında, hiç kimse bile bile reddetmez: 48-çünkü, (ey Muhammed,) sen bu (vahyin gelmesi)nden önce herhangi bir ilahi kelamı okumuş ya da onu kendi ellerinle yazmış değildin; öyle olsaydı, (sana vahyetmiş olduğumuz) hakikati çürütmeye çalışanlar, insanları (onun hakkında) kuşkuya sevk edebilirlerdi.

74Müddessir suresi/31-Çünkü yalnızca meleki güçleri (cehennem) ateşinin gözcüleri kıldık; ve onların sayısını hakikati inkara şartlanmış olanlar için bir sınama (aracı) yaptık ki böylece daha önce vahye muhatab olanlar (bu ilahi kelamın doğruluğuna) kani olsunlar ve (ona) iman etmiş olanların imanları daha da güçlensin; ve geçmiş vahiylere muhatab olanlar ile (bu vahye) iman edenler bütün şüphelerden kurtulsunlar. Ve kalplerinde hastalık olanlar ile hakikati tamamen reddedenler: “(Sizin) Allah(ınız) bu temsil ile ne demek istiyor?” diye sorsunlar. Böylece Allah, (yoldan çıkmak) isteyeni saptırır, (doğruya ulaşmak) isteyeni ise doğru yola ulaştırır. Ve Rabbinin güçlerini Kendisinden başka kimse bilemez. Bütün bunlar ölümlü insan için yalnızca bir uyarıdır.

98Beyyine suresi/1-Kitap ehlinden inkâr edenler ile Allah’a ortak koşanlar, kendilerine apaçık delil gelinceye kadar (küfürden) ayrılacak değillerdi.

98Beyyine suresi/6-Şüphesiz, inkâr eden kitap ehli ile Allah’a ortak koşanlar, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte onlar yaratıkların en kötüsüdürler.

************o*****************

HADİSLERDE TEVRAT VE İNCİL:

Yahudilerin elindeki Tevrat, Hıristiyanların elindeki İncil; ama onlar onu uygulamıyorlar

4139-“Resûlullah ile beraberdik. Gözünü semaya dikti. Sonra: “Şu anlar, ilmin insanlardan kapıp kaçırıldığı anlardır. Öyle ki, bu hususta insanlar hiçbir şeye muktedir olamazlar!” buyurdular. Ziyad İbnu Lebîd el-Ensârî araya girip: “Bizler Kur’an’ı okuyup dururken ilim bizlerden nasıl kapıp kaçırılır? Vallahi biz onun hem okuyacağız, hem de çocuklarımıza, kadınlarımıza okutacağız!” dedi. Resûlullah da: “Anasız kalasın, ey Ziyad, ben seni Medine fakihlerinden sayıyordum. (Bak) işte Tevrat ve İncil, Yahudilerin ve Hıristiyanların elinde, onların ne işine yarıyor (sanki onunla amel mi ediyorlar)?” buyurdu. Cübeyr der ki: “Ubâde İbnu’s-Sâmit’e rastladım. Kardeşin Ebu’d-Derda ne söyledi, işittin mi? dedim. Ve ona Ebu’d-Derda’nın söylediğini haber verdim. Bana: “Ebu’d-Derda doğru söylemiş, dilersen kaldırılacak olan ilk ilmin ne olduğunu sana haber vereyim: İnsanlardan kaldırılacak olan ilk ilim huşudur. Büyük bir camiye girip huşu üzere olan tek şahsı göremeyeceğin vakit yakındır!” dedi.” [Tirmizî, İlm 5, (2655).]

Yahudiler ve Hıristiyanlardan kimler cehenneme gider: 11-Hz. Peygamber buyurdular ki: “Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan zâta yemîn ederim ki, bu ümmetten her kim -Yahudî olsun, Hristiyan olsun – beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa mutlaka cehennem ehlinden olacaktır” Müslim, İman 240, (153).

posted in KİTABI MUKADDES | 0 Comments

28th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

TERÂVÎH NAMAZI

TERÂVÎH NAMAZI- SÜLEYMAN ATEŞ

Hz. Peygamber, teravihi vitirle beraber 11 rek’at kildırmıştır. Buna yatsının son sünneti de dahildir. Buna göre terâvîh sekiz rek’attir. Şimdi bu konudaki rivayetleri inceleyelim:

Hz. Aişe, bir soru üzerine Peygamber’in, sabahın iki rek’at sünneti dışında kâh yedi, kâh dokuz, kâh onbir rek’at; vitr namazı ile sabahın iki rek’ati de dahil onüç rek’at gece namazı kıldığını söylemiştir. Abdullah ibn Abbâs da Peygamber’in, geceleyin onüç rek’at nafile kıldığını belirt­miştir.

Hz. Âişe, Peygamber’in, Ramazanda ne kadar namaz kıldığı sorusuna: “Allah’ın Elçisi, ne Ramazanda, ne de Ramazan dışında onbir rek’atten fazla gece namazı kılmazdı. Dört rek’at namaz kılardı, ama öyle kılardı ki onlanrigüzellİğini ve uzunluğunu sorma! Sonra yine dört rek’at kılardı ki onların da güzelliğini ve uzunluğunu sorma! Sonra üç rek’at kılardı. Kendisine:’Ey Allah’ın Elçisi, vitri kılmazdan önce mi uyuyorsun?’ dedim.’Benim gözlerim uyur, kalbim uyumaz’ dedi.

Bu rivayetlere göre Peygamber (s.a.v.) bazen altı rek’at teheccüd, bir rek’at vitr, bazen sekiz rek’at teheccüd, bir rek’at vitr; ayrıca iki rek’at de sabah namazının sünnetini kılmıştır ki toplam onbir rek’at eder. Bazen de yatsının ve sabahın ikişer rek’at sünneti ve bir rek’at vitir dahil, toplam onüç rek’at nafile kılmıştır. Hz. Âişe’nin ifadesine göre Peygamber (s.a.v), gecenin evvelinde uyur, sonunda kalkıp namaz kılar, tekrar yatağına gelirdi. Müezzin ezan okuyunca sıçrar, gerekli ise yıkanır, değilse abdest alıp namaza çıkardı. Geceleyin tehecciide kalktığında ağzını misvâkle fırça­lardı.

Aslında sağlam rivayetlerden anladığımıza göre Peygamber(s.a.v.) in Ramazanda kıldığı teheccüd namazına, teravih denmiştir. Yoksa Hz. Pey­gamber, her zaman kıldığı bu nafile namazlardan ayrı olarak terâvîh adıyla bir namaz kılmamıştır.

Hz. Âişe’den gelen rivayete göre, “Peygamber (s.a.v.), gece yarısında (teheccüdünü kılmak üzere) odasından çıkıp mescide geldi ve namaz kıldı. Başka kimseler de gelip onun namazına katıldılar (onlar da onun gibi namaz kıldılar). Sabahleyin halk arasında bu olay konuşuldu. Ertesi gece daha çok kimse gelip Allah’in Elçisi ile beraber namaz kıldılar. Sabahleyin bu olay halk arasında anlatılınca üçüncü gece gelenler daha da arttı. Allah’ın Elçisi odasından çıkıp namazını kıldı (ötekiler de namazlarını kıldılar). Dördüncü gece mescid cemâati almaz oldu. Peygamber (s.a.v.), sabah namazından sonra halka dönüp şehâdet getirdi ve buyurdu ki:

Sizin durumunuzu takdir ediyorum. Ama bu namazın farz olaca­ğından korkuyorum, çünkü farz olursa yapamazsınız.”

Bundan sonra artık gece nafile (terâvîh) kılmak için mescide gelmedi. Tâ Ömer döneminin ilk yıllarına kadar mescidde terâvîh kılınmazdı.

Hz. Peygamber, farz olur endişesiyle ashabına cemâatle terâvîh namaz) kıldırmamıştır. Zaten kendisi, farz namazlar dışındaki namazların, evlerde kılınmasını öğütlemiş: “Farzlar hariç, en üstün namaz, kişinin evinde kıldığı namazdır” buyurmuştur. Fakat artık bu korkunun söz konusu olmadığını gören Hz. Ömer, Übeyy ibn Ka’b’ı, halka terâvîh imamı ata­mıştır. Übeyy erkeklere, Temîm ed-Dârî de kadınlara (teravih) namazı kıldırırdı. Abdu’r-Rahmân ibn Abdu’l-Kariyy şöyle demiş: “Bir Ramazan gecesinde Ömer ibn Hattâb ile birlikte Mescide gittik. Halkın, dağınık vaziyette, kiminin tek başına, kiminin cemâatle namaz kıldığını gören Ömer,’Bunları güzel Kur’ân okuyan birinin arkasında toplasam iyi olur!’ diyerek onları Übeyy ibn Ka’b’ın arkasında topladı. Başka bir gün yine onunla birlikte Mescide gittik. Halk kari’lerine uyarak (cemâatle) namaz kılıyordu. Ömer:’Bu, güzel bir bid’attir, ama bu vakitte uyuyanlar, namaz kılanlardan efdal(iyi)dir.’ dedi. Halk, gecenin evvelinde namaz kılıyordu. Ömer bu sözüyle, şimdi uyumanın ve gece yarısından sonra kalkıp namaz kılmanın daha iyi olduğunu anlatmak istemiştir.

Hz. Ömer zamanında teravihin kaç rek’at kılındığı da ihtilaflıdır: Rivayetlerden kimine göre vitirle biraber 11, kimine göre 13, kimine göre (vitr hariç) 20, kimine göre (vitirle beraber) 21, kimine göre 23 rek’at kılınmıştır.

Kimi rivayete göre Ebân ibn Osman ve Ömer ibn Abdu’I-Azîz zamanlarında otuzaltı rek’at terâvîh, üç rek’at de vitir kılınmıştır. Şâfi’î’nin de: “Medine’de halkın, otuzdokuz rek’at, Mekke’de yirmiüç rek’at kıldığını gördüm. İkisi de olabilir” dediği rivayet edilir. Yine ŞâfiTye göre uzun okuyarak, ta’dîl-i erkân ile az kılmak, çok kılmaktan iyidir. Tirmizî’nin rivayetine göre vitirle birlikte 41 rek’at kılınmıştır. Hattâ 40 rek’at terâvîh, 7 rek’at vitir olmak üzere 47 rek’at, 46 terâvîh, 3 de vitir olmak üzere 49 rek’at kılındığı rivayetleri de vardır. Nâfİ’in rivayetine göre üçü vitir olmak üzere 39 rek’at kılınmıştır.

Bu rivayetler, Hz. Ömer döneminden başlamak üzere halkın ilâvelerle terâvîh kıldıklarını; kiminin, teravihi vitirle beraber 21, kiminin 23, kiminin 39, kiminin 41, kiminin 47, kiminin 49 rek’at kıldığını gösterir. Bunlar Peygamberimizin sünneti değildir. Peygamberimiz sadece sekiz rek’at terâvîh, bir rek’at de vitir kılmıştır ki tamamı dokuz rek’at eder. Buna ikirek’at olan sabahın sünneti de eklenince tamamı onbir rek’at olur. İşte Peygamberimizin, gerek Ramazanda, gerek Ramazan dışında en çok kıldığı nafile namaz rek’ati bu kadardır. Bu kadarını kılan, Peygamber Aley-hisselâm’ın sünnetini yerine getirmiş olur. Fazlasının sınırı yoktur. Kişi istediği kadar nafile namaz kılabilir. (Süleyman Ateş- Kur’an Ansiklopedisi, Namaz maddesi)

**********o*****************

HADİSLERDE TERAVİH NAMAZI

Teravih namazı, bidat: “Sonradan çıkan şeylerden kaçının, zira, en fena şey sonradan çıkan şeydir, her sonradan çıkan şey, bid’attir, her bid’at ise dalâlettir” gibi muhtelif hadîsler, herhangi bir kayda yer vermeksizin “bid’at”ı alelıtlak reddeder. Ancak, bu babta gelen başka ifâdeleri de göz önüne alan İslâm âlimleri, onu, “iyi” ve “kötü” olmak üzere ikiye ayırmıştır… Hz. Ömer, Resûlullah devrinde kısmen münferid(tek olarak), kısmen cemaat halinde kılınan terâvih namazının tamamının cemaat halinde kılınmasını emreder ve öyle yapılmaya başlandığını görünce: “Bu ne güzel bid’attır” der… İbnu Hacer, Fethu’l-Bâri’de aynen şöyle der:… Bidatın mendûbuna misal: Hz. Peygamber devrinde bizzat yapılmamış olan iyi işler: Terâvihin topluca kılınması… Kütübü Sitte Giriş c.1 s.326

posted in NAMAZ | 2 Comments

28th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KEFFARET ORUCU

KUR’AN’DA KEFFARET ORUCUNA BAKIŞ:

4Nisa suresi/92-Bir mü’minin bir mü’mini öldürmesi olacak şey değildir. Ancak yanlışlıkla olması başka. Kim bir mü’mini yanlışlıkla öldürürse, bir mü’min köleyi azad etmesi ve bağışlamadıkları sürece ailesine diyet ödemesi gerekir. (Öldürülen kimse) mü’min olur ve düşmanınız olan bir topluluktan bulunursa, mü’min bir köle azad etmek gerekir. Eğer sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluluktan ise ailesine verilecek bir diyet ve mü’min bir köle azad etmek gerekir. Bunlara imkân bulamayanın, Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay ard arda oruç tutması gerekir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

58Mücadele suresi/3-o halde, “Sen bana annem kadar haramsın!” diyerek hanımlarından ayrılanlara ve sonra söylediklerinden geri dönenlere gelince, (onların keffareti) eşlerin tekrar birbirlerine dokunmalarından önce bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmak olacaktır. Size (burada) tavsiye edilen budur; çünkü Allah yaptığınız her şeyden tamamiyle haberdardır.

58Mücadele suresi/4-Ancak buna imkanı olmayan, (bunun yerine,) birbirlerine yeniden dokunmadan önce peşpeşe iki ay oruç tutacak ve buna gücü yetmeyen altmış yoksulu doyuracak. Bu, Allah’a ve Elçisi’ne inancınızı isbat etmeniz için (gerekli)dir. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır ve hakikati inkar edenleri (öteki dünyada) şiddetli bir azap beklemektedir.

2Bakara suresi/184-Oruç, sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Oruca gücü yetmeyenler ise bir yoksul doyumu fidye verir. Bununla birlikte, gönülden kim bir iyilik yaparsa (mesela fidyeyi fazla verirse) o kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.

2Bakara suresi/185- (O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa, onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir.

2Bakara suresi/196- Haccı da, umreyi de Allah için tamamlayın. Eğer (düşman, hastalık ve benzer sebeplerle) engellenmiş olursanız artık size kolay gelen kurbanı gönderin. Bu kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden her kim hastalanır veya başından rahatsız olur (da tıraş olmak zorunda kalır)sa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi, ya da kurban kesmesi gerekir. Güvende olduğunuz zaman hacca kadar umreyle faydalanmak isteyen kimse, kolayına gelen kurbanı keser. Kurban bulamayan kimse üçü hacda, yedisi de döndüğünüz zaman (olmak üzere) tam on gün oruç tutar. Bu (durum), ailesi Mescid-i Haram civarında olmayanlar içindir. Allah’a karşı gelmekten sakının ve Allah’ın cezasının çetin olduğunu bilin.

5Maide suresi/89-Allah, boş bulunarak ettiğiniz yeminlerle sizi sorumlu tutmaz. Ama bile bile yaptığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar. Bu durumda yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin orta hâllisinden on yoksulu doyurmak, yahut onları giydirmek ya da bir köle azat etmektir. Kim (bu imkânı) bulamazsa, onun keffareti üç gün oruç tutmaktır. İşte yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffareti budur. Yeminlerinizi tutun. Allah, size âyetlerini işte böyle açıklıyor ki şükredesiniz.

5Maide suresi/95-Ey iman edenler! İhramlı iken (karada) av hayvanı öldürmeyin. Kim (ihramlı iken) onu kasten öldürürse (kendisine) bir ceza vardır. (Bu ceza), Kâ’be’ye ulaştırılmak üzere, öldürdüğünün dengi olup, içinizden iki âdil kimsenin takdir edeceği bir kurbanlık hayvan; veya yoksulları yedirmek suretiyle keffaret; yahut onun dengi oruç tutmaktır. (Bu) yaptığı işin kötü sonucunu tatması içindir. Allah, geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır. Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.

**********o**************

KEFFARET ORUCU-SÜLEYMAN ATEŞ

“64. Soru: “Ramazan’da zorunlu olmadan oruç yemenin cezası nedir?”

Cevap: Önce şunu belirtmek gerekir ki oruca niyet etmeyen kimsenin oruç tutmaması, büyük günâh olmakla beraber bunun keffâreti yoktur. Bu adamın, sonradan tevbe etmesi gerekir. Burada sorun, oruca niyet etmeden oruç tutmamak değil, niyet ettiği orucu bozma sorunudur. İşte başladığı bir orucu bir özür dolayısıyla bozmanın cezası, özrü geçtiği zaman yediği orucu kaza etmektir. Fakat başladığı orucu, özürsüz olarak bozmaktan ötürü, altmış gün kefaret, bir gün de yediği orucun kazası olmak üzere altmış bir gün oruç tutmak gerektiği fıkıh ve ilmihal kitaplarında yazılıdır.

Başlanan bir orucu özürsüz olarak bozmaktan ötürü keffâretin gerektiği sorunu, Ebû Hüreyre’den rivayet edilen bir habere dayandırıl­mıştır. Bu habere göre, Ramazan’da zorunlu bir neden yokken fakîr bir sahâbîsine, Peygamber önce 60 gün oruç tutmasını emretmiş, adamın bunu yapamayacağını söylemesi üzerine 60 fakiri doyurmasını önermiş, bunu da yapamayacağını söyleyince kendisine hediye gelmiş olan bir sepet hurmayı o kimseye verip bunu sadaka vermesini emretmiş, adam da kendisinden daha fakir biri olmadığını söyleyince o halde hurmayı götürüp çoluk çocuğuyla yemesini emretmiş.

Bu kıssanın temel râvîsi Ebû Hüreyre’dir. Ve bu işi yapanın kimliği de pek belli değildir. Bu rivayete dayanan fakîhler, oruç keffâreti hakkında pek çok ihtilâfa düşmüşlerdir. Kimine göre eğer kasden oruç bozmaktan ötürü keffâret gerekseydi, yoksulluk dolayısıyla kişiden keffâret düşmezdi.

Kimine göre yoksulluk dolayısıyla keffâretin düşmesi, sadece bu adama özgü bir şeydir. Asıl olan keffâretin düşmemesidir.

Kimine göre bu adama verilmiş olan ruhsat neshedilmiştir. Ama bu nesih görüşünü iddia eden, bunu neyin neshettiğini söylememiştir.

Dârekutnî el-‘İlel’de, Zührî’den aldığı rivayete ta’lîkan: “Böylece köle âzâdetmek, ya da iki ay oruç tutmak, ya da altmış fakiri doyurmak sünnet oldu” demiştir.

Eğer rivayet kesin doğru ise herhalde Dârekutnî’nin bu görüşü, görüşlerin en isabetlisidir. Buna göre oruç keffâreti, farz değil, sünnettir. Peygamber Aleyhisselâm, oruca karşı bu cinayeti işleyen adama, Kur’ân’da hatâen adam öldürene belirlenen cezaya kıyâsen bir keffâret belirlemiş, fakat bunun, zorunlu bir hüküm değil, günâhın affı için sadaka olduğunu belirtmek üzere “Götür, çoluk çocuğunla birlikte ye, Allah seni affetsin!” demiştir. Eğer bu keffâret, zorunlu olsaydı, özel olarak o adama böyle bir ruhsatın verilmesi söz konusu olmazdı. Çünkü din hükümleri kişilere göre değişmez. Bu adam eli darlığından dolayı köle âzâdedemiyor, altmış fakiri doyuramıyorsa pekâlâ altmış gün oruç tutabilirdi. Peygamber de öyle yapmasını adama emrederdi. Ama öyle yapmamış, üstelik adama, çoluk çocuğuyla beraber yemesi için bir sepet, yahut iki sepet yiyecek (veya hurma) vermiştir.

Ayrıca keffâretin bir köle âzâdetme veya bir deve kurban kesme olduğu rivayeti de vardır.

Hz. Âişe’den gelen, aynı konu ile ilgili iki rivayette ise belirli bir keffâretten söz edilmez, sadece bir miktar sadaka vermekten söz edilir ki bu da işlenen bir hatâ ve kusurun ardından bir miktar sadaka verme geleneğine ve bunu destekleyen Kur’ân öğüdüne uygun düşmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de her ne sebeple olursa olsun, oruç yiyene, namaz kılmayana bir ceza belirlenmemiştir. Zaten oruca niyet etmeyerek oruç tutmayan kimseye keffâretin gerekmediğinde oybirliği vardır. Keffâretin başlanan orucu, özürsüz olarak bozmaktan ileri geleceği belirtilmektedir. Bir namazı özürsüz olarak bozan kimse, nasıl o namazı yeniden kılarsa, orucu özürsüz olarak bozanın da yine onu kaza etmesi gerekir. Başladığı bir orucu bozan kimseye keffâret gerekeceği hususu, sadece andığımız vâhid haberine dayanılarak fıkıh hükmü haline getirilmiştir. Allah’ın Kitabında en ufak bir işaret olmayan şey farz olamaz.

Eğer orucun zorunlu bir keffâreti olsaydı bu, Kur’ân’da belirtilirdi. Yemînin keffâreti açık açık belirtilmiş iken, neden orucu bozmanın keffâretinden söz edilmemiştir? Oruç bozma, yemîni bozmaktan daha mı hafiftir ki onun keffaretinden söz edilmemiştir? Doğrusu şudur ki sâf ibâdet konularında yani Allah ile kul arasındaki kusurlarda cezâ-keffâret yoktur. Bu hususlardaki kusurun cezasını Allah âhirette verecektir. Ama bunlara dünyada bir ceza konmamıştır. Fakat hukuki sorunlarda, yani toplumu ilgilendiren şeriat konularındaki yasal olmayan işlere ceza konmuştur. Bu bakımdan orucun farz (zorunlu) keffâreti diye bir şey yoktur. Ancak vâhid haberi olduğu için zan ifade eden rivayet doğru ise Hz. Peygamber, Allah’a karşı işlenen bir hatâ ve günâhtan ötürü bir miktar sadaka verilmesini öğütlemiştir ki, biraz önce andığımız üzere bu, hem dinî geleneğe uygundur, hem de Kur’ân’ın öğüdüdür.

Fakat altmış gün ard arda oruç tutmak gibi bir keffâret söz konusu olamaz. Çünkü Allah, işlenen suça, ondan çok daha ağır bir ceza vermez. Nasıl namazını kılmayan veya bozan aynı namazı kaza ediyorsa, orucunu bozmuş olan da bozduğu günleri kaza eder.

Biz, oruçta anlatıldığı biçimde bir gün yerine 61 gün oruç tutmak gibi bir keffâret anlayışını, Kur’ân’ın, cezanın, işlenen suça denk olacağı prensibine aykırı olduğu gerekçesiyle kabul edemiyoruz. Çünkü Kur’ân:

“Kim bir iyilik getirirse ona, ondan daha güzeli vardır. Kim kötülük getirirse, kötülükleri yapanlar, ancak yaptıkları (kötülük) kadar cezalanır­lar.” (Kasas: 49/84)

En’âm: 55/160, Yunus: 51/27, Şûra: 62/40,Nahl: 70/126’ncı ayetlerde de aynı prensip vurgulanmaktadır.

“Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın; Allah’tan korkun, bilin ki Allah (günâhlardan) korunanlarla beraberdir.” (Bakara: 92/194) buyurmaktadır. Yüce Allah, yapılan bir kötülüğe, ancak o kötülük kadar ceza verileceğini, bundan fazla ceza vermenin haksızlık olduğunu, Allah’ın haksızları sevmediğini böyle kuvvetle vurguladıktan sonra kendisi nasıl olur da işlenen bir günlük oruç bozma kusuruna 60+1 gün ceza verir? Bu, indirdiği hükümlere aykırıdır. Bu keffâret cezası, fakihlerin uydurmasından başka bir şey değildir. (Süleyman Ateş- Kur’an Ansiklopedisi, Sualler ve cevaplar)

**********o**************

SÜLEYMAN ATEŞ: “Hz. Aişe’den gelen, aynı konu ile ilgili iki rivayette ise belirli bir keffâretten söz edilmez, sadece bir miktar sadaka vermekten söz edilir ki bu da işlenen bir hatâ ve kusurun ardından bir miktar sadaka verme geleneğine ve bunu destekleyen Kur’ân öğütüne uygun düşmektedir.

Hz. Âişe’nin rivayeti şöyledir: “Bir adam geldi: Ey Allah’in Elçisi, yandım (mahvoldum), dedi. Peygamber: Niçin? dedi. Ramazan gününde karımla yattım, dedi. Peygamber: Sadaka ver, sadaka ver! dedi. Adam: Yanımda sadaka verecek bir şeyim yak, dedi. Peygamber ona oturmasını emretti. O sırada kendisine gelen iki sepet yiyeceği adama verdi: Bunu götürüp sadaka vermesini emretti.”

Kur’ân-ı Kerîm’de her ne sebeple olursa olsun, oruç yiyene, namaz kılmayana bir ceza belirlenmemiştir. Zaten oruca niyet etmeyerek oruç tutmayan kimseye keffâretin gerekmediğinde oybirliği vardır. Keffâretin, başlanan orucu, özürsüz olarak bozmaktan ileri geleceği belirtilmektedir. Bir namazı özürsüz olarak bozan kimse, nasıl o namazı yeniden kılarsa, orucu özürsüz olarak bozanın da yine onu kaza etmesi gerekir. Başladığı bir orucu bozan kimseye keffâret gerekeceği hususu, sadece andığımız vâhid (tek kişi) haberine dayanılarak fıkıh hükmü haline getirilmiştir. Allah’ın Kitabında en ufak bir işaret olmayan şey farz olamaz.

Eğer orucun zorunlu bir keffâreti olsaydı bu, Kur’ân’da belirtilirdi. Yemînin keffâreti açık açık belirtilmiş iken, neden orucu bozmanın keffâretinden söz edilmemiştir? Oruç bozma, yemini bozmaktan daha mı hafiftir ki onun keffâretinden söz edilmemiştir? Doğrusu şudur ki sâf ibâdet konularında yani Allah ile kul arasındaki kusurlarda cezâ-keffâret yoktur. Bu hususlardaki kusurun cezasını Allah âhirette verecektir. Ama bunlara dünyada bir ceza konmamıştır. Fakat hukuki sorunlarda, yani toplumu ilgilendiren şeriat konularındaki yasal olmayan işlere ceza kon­muştur. Bu bakımdan orucun farz (zorunlu) keffâreti diye bir şey yoktur. Ancak vâhid haberi olduğu için zan ifade eden rivayet doğru ise Hz. Peygamber, Allah’a karşı işlenen bir hatâ ve günâhtan ötürü bir miktar sadaka verilmesini öğûtlemiştir ki, biraz önce andığımız üzere bu, hem dinî geleneğe uygundur, hem de Kur’ân’ın öğüdüdür.

Fakat altmış gün ard arda oruç tutmak gibi bir keffâret söz konusu olamaz. Çünkü Allah, işlenen suça, ondan çok daha ağır bir ceza vermez. Nasıl namazını kılmayan veya bozan kişi, aynı namazı kaza ediyorsa, orucunu bozmuş olan da bozduğu günleri kaza eder. Bundan dolayı ilmihal kitaplarında orucu bozup hem kaza, hem de keffâreti gerektiren ayrıntı hükümlerini burada anmayı yersiz görüyoruz.

Zaten biz, oruçta anlatıldığı biçimde bir gün yerine 61 gün oruç tutmak gibi bir keffâret anlayışını, Kur’ân’ın, cezanın, işlenen suça denk olacağı prensibine aykırı olduğu gerekçesiyle kabul edemiyoruz. Çünkü Kur’ân: “Kim bir iyilik getirirse ona, ondan daha güzeli vardır. Kim kötülük getirirse, kötülükleri yapanlar, ancak yaptıkları (kötülük) kadar cezalanırlar. (Kasas: 49/84)

İyilik yapana, yaptığının on katı iyilik verilir. Kötülük yapan ise, yaptığı kötülüğün dengiyle cezalandırılır; onlara zulmedilmez. (En’âm: 55/160)

1 Kötülük yapanlar, yaptıkları kötülüğün dengi bir kötülükle cezalanırlar. (Yûnus: 51/27)

Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, barışırsa onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zâlimleri sevmez. (Şûra: 62/40), edecekseniz, size yapılan azâb kadar azâb edin. Ama sabrederseniz, andolsun ki o, sabredenler için daha iyidir. (Nahl: 70/126)

Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın; Allah’tan korkun, bilin ki Allah (günâhlardan) korunanlarla beraberdir. (Bakara: 92/194) buyurmaktadır. Yüce Allah, yapılan bir kötülüğe, ancak o kötülük kadar ceza verileceğini, bundan fazla ceza vermenin haksızlık olduğunu, Allah’ın haksızları sevmediğini böyle kuvvetle vurguladıktan sonra kendisi nasıl olur da işlenen bir günlük oruç bozma kusuruna 60+1 gün ceza verir? Bu, indirdiği hükümlere aykırıdır. Bu keffâret cezası, fıkıhla uğraşanların abartısından başka bir şey değildir.

Kaldı ki kadınlar açısından düşünürsek, özürsüz olarak oruç bozma suçunu işlemiş âdet görmekte olan bir kadının böyle keffâreti tutması da mümkün değildir. Çünkü araya âdet günleri gireceğinden keffâreti yarıda kalır. “Allah kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez.” (Süleyman Ateş- Kur’an Ansiklopedisi, Oruç maddesi)

Kazâ ve Kefâreti Gerektiren Durumlar

Orucu bozup hem kazâ hem de kefâreti gerektiren durumların başında ramazan günü oruçlu iken yapılan cinsel ilişki gelmektedir. Zaten Peygamberimiz oruç kefâreti hükmünü, o zaman vuku bulan böyle bir cinsel ilişki olayı üzerine vermiştir. Oruç kefâreti konusunda eldeki tek örnek ve delil de budur. Bu bakımdan bütün fıkıh mezhepleri, ramazan günü oruçlu iken bilerek ve isteyerek normal cinsel ilişkide bulunmanın, hem kazâ ve hem de kefâreti gerektireceği konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bir şey yiyip içmenin kefâreti gerektirip gerektirmediği konusu ise mezhepler arasında tartışmalıdır. Hanefîler, bilerek ve isteyerek bir gıda veya gıda özelliği taşıyan her türlü maddeyi almayı da bu hükme kıyas ederek, bu durumda da hem kazâ hem de kefâret gerekeceğini söylemişlerdir.

Peygamberimiz zamanında cereyan eden ve oruç kefâretinin gerekçesi olan olay şudur:

Bir adam “Mahvoldum” diyerek Peygamberimiz’e gelmiş ve ramazanın gündüzünde eşiyle cinsel ilişkide bulunduğunu söylemiş, bunun üzerine Peygamberimiz;

– Köle âzat etme imkânın var mı? – Hayır, yok. – Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin? – Hayır. Bu iş de zaten sabredemediğim için başıma geldi. – Altmış fakiri doyuracak malî imkânın var mı ? – Hayır.

Bu sırada Peygamberimiz’e bir sepet hurma getirildi. Peygamber bu hurmayı adama vererek yoksullara dağıtmasını söyledi. Adam “Bizden daha muhtaç kimse mi var?” deyince Peygamberimiz gülümseyerek “Al git, bunları ailene yedir” diyerek adamı gönderdi (Buhârî, “Savm”, 30; Müslim, “Sıyâm”, 81; Ebû Dâvûd, “Savm”, 37). (TÜRKİYE DİYANET VAKFI İlmihali- Orucu Bozan Şeyler)

Kasıtlı bozulan orucun karşılığı altmış gün olmayıp, Allah’la kişi arasındaki bir konudur: 3226-“Resûlullah buyurdular ki: “Ramazan ayında, hasta veya ruhsat sahibi olmaksızın kim bir günlük orucunu yerse, bütün zaman boyu oruç tutsa bu orucu kaza edemez.” [Buharî, Savm 29; Tirmizî, Savm 27; Ebu Dâvud, Savm 38).]

**********o**************

KEFFARET ORUCU- HADİSLER

4100-“Ben, bir başkasında rastlanmayacak derecede kadın mevzuunda zaafı olan (ve şiddetli ihtiyaç duyan) bir kimseydim. Ramazan ayı girince (tahammül edemeyip oruçlu iken) hanıma temas ediveririm diye korktum. Ve Ramazan boyu devam edecek bir zıharda bulundum. Bir gece o bana hizmet ederken, onun bazı yerleri açıldı. Kendimi tutamayıp temasta bulundum. Sabah olunca yakınlarıma gidip durumu haber verdim. Ve: “Benimle Resûlullah’a gelin (durumumu sorayım)” dedim.” “Vallahi hayır! Gelmeyiz!” dediler. Resûlullah’a tek başıma gittim, durumu haber verdim. “Yani sen böyle mi yaptın ey seleme?” buyurdular. Ben: “Evet, ben öyle yaptım! Evet ben öyle yaptım. Ancak Allah’ın emri karşısında sabırlıyım, Allah size her ne göstermişse onu bana hükmedin!” dedim. “Bir köle azad et!” emrettiler. Ben: “Sizi hak peygamber olarak gönderen Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun şundan başka rakabem yok” deyip rakabeme elimle şaplattım.” “Öyleyse peş peşe iki ay oruç tutacaksın!” buyurdular. Ben: “Ama ben bu günahı oruç yüzünden işledim, (dayanamam)!” dedim. “Öyleyse buyurdular, altmış fakire bir vask kuru hurma taksim et!” “Seni hak peygamber gönderen Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun (ben ve hanım, her) ikimiz aç ve yiyeceksiz olarak geceyi geçirdik” dedim. ( bu sözüm üzerine): “Beni Zureyk’in sadaka mallarına bakan memura git, o miktar (hurmay)ı sana versin, sen altmış fakire yedir. Geri kalan bakiyeyi de sen ve iyâliniz yeyin!” buyurdular. Ben kavmime döndüm. Onlara: “Sizden zorluk ve bed fikir gördüm. Resûlullah’da ise genişlik ve güzel fikir buldum. Bana sadakanızdan verilmesini emretti!” dedim.” Ebu Davud, Talak 17, (2213); Tirmizi, Talak 20, (1200), Tefsir, Mücadile 3295; İbnu Mace, talak 25, (2062). (BURADA ADAMDAN ORUÇLU OLDUĞU İÇİN Mİ, YOKSA EŞİNE ZIHAR YAPTIĞI İÇİN Mİ İKİ AY ORUÇ TUTMASI İSTENMİŞTİR? OLAYI KUR’AN DOĞRULTUSUNDA ANLARSAK, 58/1 GEREĞİ, ZIHAR YAPTIĞI İÇİNDİR. AYNI KONU, EBU HUREYRE RİVAYETLERİNDE OLAYI KARIŞTIRMA SÖZKONUSU. NİTEKİM EBU HUREYRE RİVAYETLERİNDEN BİRİNDE’RAMAZANI BOZDUĞUN İÇİN YERİNE BİR GÜN ORUÇ TUT’ İFADESİ, KUR’AN’A UYGUN. AMA BU HADİSLERİ DÜZENLEYENLERİN İNANCINA TERS DÜŞTÜĞÜ İÇİN ONA DEĞİL, DİĞERLERİNE ÖNCELİK VERMİŞLERDİR.)

6517-Hz. Ebu Hureyre anlatıyor: “Bir adam Resûlullah’a gelerek: “Helak oldum!” dedi. : “Seni helak eden şey nedir?” diye sordu. Adam: “Ramazan içinde hanımıma temasta bulundum!” dedi. Resûlullah: “Öyleyse bir köle azad et!” buyurdu. Adam: “Kölem yok ki!” dedi. : “Üst üste iki ay oruç tut!” emretti. Adam: “Tahammül edemem” dedi. Resûlullah: “öyleyse altmış fakir doyur!” buyurdu. Adam: “(Bu kadar yiyeceği) bulamam!” dedi. Bunun üzerine adama: “Otur!” dedi. Adam oturdu. Adam bu şekilde beklerken arak denen bir sepet hurrma getirildi. : “Haydi bunu götür ve tasadduk et!” buyurdular. Adam: “Ey Allah’ın Resûlü! Seni Hak ile gönderen Zat-ı Zülcelal’e yemin olsun şu iki kayalık (Uhud ve Air dağları) arasında (yani Medine’de) yaşayan aileler içerisinde buna bizden daha muhtacı yoktur!” dedi. Resûlullah : “Öyleyse haydi götür, horantana yedir!” buyurdular.” Hadisin yine Ebu Hureyre’den yapılan bir başka rivayetinde şu ziyade mevcuttur: “Resûlullah adama: “Ramazandan bozduğun gün yerine bir gün oruç tut!” buyurur.”

3223-“Ben ve Hafsa oruçlu idik. Bize yiyecek hediye edildi. Ondan yedik. Resûlullah yanımıza girdi. Hafsa (cür’ette) babası gibiydi, sözde benden evvel davranıp:”Ey Allah’ın Resûlü, biz, Aişe ve ben nâfile oruca niyet etmiş, bu niyetle sabaha kavuşmuştuk. Bize bir yemek hediye edildi. Biz de ondan yedik” dedi.:”Bunun yerine bir başka gün, kaza orucu tutun!” buyurdu.” [Muvatta, Sıyâm 50, (1, 306); Ebu Dâvud, Savm 73, (2457); Tirmizî, Savm 36, (735).]

posted in ORUÇ | 0 Comments

28th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

NAMAZDA SESİN TONU

KUR’AN’A GÖRE NAMAZDA SES TONU:

17İsra suresi/110-De ki: “Allah, diye çağırın, ‘Rahman’ diye çağırın, ne ile çağırırsanız; sonunda en güzel isimler O’nundur.” Namazında sesini çok yükseltme, çok da kısma, bu ikisi arasında (orta) bir yol benimse.

HADİSLER:

2571-“Resûlullah bir gece (evinden) çıkmıştı. Hz. Ebü Bekr’e uğradı. Alçak sesle namaz kılıyordu. Hz. Ömer’e uğradı, o da yüksek sesle namaz kılıyordu.” Râvi der ki: “Resûlullah’ın yanında toplanınca buyurdular ki: “Ey Ebü Bekr sana uğradım sen sessizce namaz kılıyordun.” Ebü Bekr: “Ben konuştuğum Zât-ı Zülcelâl’e sesimi işittirdim ey Allah’ın Resülü!” cevabını verdi. Hz. Ömer’e de: “Sana da uğradım. Sen yüksek sesle namaz kılıyordun!” dedi. O da şu cevabı verdi: “Ey Allah’ın Resülü! Uyuklayanı uyandırıyor, şeytanı da uzaklaştırıyordum.” Ebü Dâvud, Salât 315, (1329); Tirmizî, Salât 330, (447); Hadisin metni Ebü Davud’a ait. Hasan Basrî rivâyetinde der ki: “Resûlullah Hz. Ebü Bekr’e: “Ey Ebu Bekr sen sesini biraz yükselt!” dedi. Hz. Ömer’e de: “Sesini sen de biraz alçalt!” buyurdu.”

posted in NAMAZ | 0 Comments

28th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN’DA BOY ABDESTİ KONUSUNDA BAKIŞ

5Maide suresi/6-Siz ey inananlar! Namaz kılacağınız zaman yüzünüzü, dirseklere kadar kollarınızı yıkayın. Başınızı ve topuklara kadar ayaklarınızı meshedin. Eğer boy abdestini gerektiren bir halde iseniz kendinizi temizleyin. Ama eğer hasta iseniz yahut seyahatteyseniz yahut tuvaletten geldiyseniz yahut kadınla birlikte olmuşsanız ve su bulamıyorsanız, o zaman, temiz toprakle teyemmüm edin ve onunla yüzünüzü ve ellerinizi meshedin. Allah sizi zora koşmak istemez; ama sizi tertemiz kılmak ve nimetlerinin tamamını size bahşetmek ister ki şükredenlerden olasınız.

4Nisa suresi/43-Siz ey inananlar! Sarhoş iken namaz kılmaya kalkışmayın, ne dediğinizi bilinceye kadar (bekleyin); ve boy abdestini gerektiren bir durumda (iken de) yıkanıncaya kadar seyahatte olmanız (ve yıkanma imkanından yoksun bulunmanız) hali dışında- (namaza kalkışmayın). Ama eğer hasta iseniz veya seyahatteyseniz yahut tuvaletten geldiyseniz veya kadın ile birlikte olmuşsanız ve hiç su bulamıyorsanız, o zaman temiz toprakla teyemmüm edin, (onunla) yüzünüzü ve ellerinizi meshedin. Bilin ki Allah, gerçekten günahları temizleyendir, çok affedicidir.

38Sad suresi/41-Kulumuz Eyyub’u da hatırla, o’nun Rabbine şöyle seslendiğini: “Şeytan bana (tam bir) bıkkınlık ve azap vermektedir!” 42-(Bunun üzerine kendisine:) “Ayağını (yere) vur: İşte yıkanabileceğin ve içebileceğin bir soğuk su!” dedik.

5Maide suresi/90-Siz ey imana ermiş olanlar! Sarhoşluk veren şeyler, şans oyunları, putperestçe uygulamalar ve gelecek hakkında kehanette bulunmak, Şeytan işi iğrenç kötülüklerden başka bir şey değillerdir: O halde onlardan kaçının ki mutluluğa eresiniz!

6En’am suresi/125-Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam’a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir.

9Tevbe suresi/128-Siz ey imana erişenler! Bilin ki, Allahtan başkalarına tanrılık yakıştıranlar düpedüz kirlenmiş kimselerdir; bu yüzden bu yıldan sonra artık Mescid-i Harama yaklaşmasınlar. Eğer yoksul düşmekten kaygı duyuyorsanız, o zaman (bilin ki), Allah, dilerse sizi bolluk ve cömertliğiyle zengin kılacaktır: Çünkü Allah mutlaka doğru hüküm ve hikmetle edip eyleyen sınırsız bilgi sahibidir!

9Tevbe suresi/95-Onlara geri döndüğünüzde kendilerinden vazgeçmeniz için Allah’a and içecekler. Artık siz onlara sırt çevirin. Onlar gerçekten pistirler. Kazanmakta olduklarının bir cezası olarak, barınma yerleri cehennemdir.

9Tevbe suresi/125-Kalblerinde hastalık olanların ise, iğrençliklerine iğrençlik (murdarlık) ekleyip arttırmış ve onlar kâfir kimseler olarak ölmüşlerdir.

10Yunus suresi/100-Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için iman etme (imkanı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar.

22Hacc suresi/30-İşte böyle; kim Allah’ın haram kıldıklarını (gözetip hükümlerini) yüceltirse, Rabbinin katında kendisi için hayırlıdır. Size (haklarında yasaklar) okunanlar dışındaki hayvanlar helal kılındı. Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının.

33Ahzab suresi/33-Evlerinizde de vakarlı oturun. İlk cahiliye teşhirciliği gibi kendinizi teşhir etmeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve resulüne itaat edin. Allah sizden kiri/lekeyi gidermek istiyor ey Ehlibeyt, sizi tam bir biçimde temizlemek istiyor.

GUSÜL-DİYANET İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

“Sözlükte “yıkamak, temizlemek” mâ­nasında masdar ve “yıkanma” anlamın­da isim olan gusül (gusl) kelimesi terim olarak cünüplük, hayız ve nifas gibi hük­mî kirlilikten temizlenme niyetiyle bü­tün vücudu su ile yıkamayı ifade eder. Türkçe’de “boy abdesti” ve bazı bölge­lerde halk arasında “büyük abdest” ola­rak bilinir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu temizlik bir âyette gusl (en-Nisâ 4/43), iki âyet­te de taharet (el-Bakara 2/222; el-Mâi-de 5/6: tetahhür) kökünün türevleriy­le ifade edilmiştir. Hadislerde ise gusl ve iğtisâl masdarlarının türevleri sıkça kullanılmıştır (bk. Wensinck, el-Mu’cem, “ğsl” md.).

Eski Mısır dininden Hinduizm’e kadar geleneksel dinlerde “manevî kirlilik hali olarak kabul edilen bazı olaylardan kişi­nin su ile kendisini arındırması” anlamı­na gelen gusül, maddî bir temizlikten ziyade kırılan veya çiğnenen bir tabuyu onarmayı ifade eder. Bilinen ilk örnek­lerden biri eski Mısır’da doğumla ilgili olup kadın hamilelik sırasında ve doğum­dan sonra toplam on dört gün bütün vücudunu kapsayacak şekilde yıkanırdı. İrak Sâbiîleri de (Mandeanlar) cinsî mü­nasebetten sonra hem erkeğin hem de kadının yıkanmasını gerekli görürlerdi. Cinsî münasebetten sonra kadınların gusletme geleneği Hindular arasında da yaygındır.

Yahudilik’te gusül kavramı yeterince açık değildir. Kadınlar âdet (niddah) dö­nemi boyunca kirli kabul edilmişlerse de (Levililer, XV/19 vd., XVI11/19) Eski Ahid’-de bu durumdaki kadınlar için gusle ben­zeyen bir arınma vasıtası belirtilmemiş­tir. Fakat cinsî münasebette bulunan er­kek ve kadının su ile yıkanması isten­miştir (Levililer, XV/16-18). Hıristiyanlıkta vaftiz müessesesi bulunmakla birlik­te İslâm’daki gusül kavramına tekabül eden herhangi bir uygulama görülme­mektedir.

İslâm dininde, “Eğer cünüpseniz iyice temizlenin” (el-Mâide 5/6); “Temizlenin­ceye kadar onlara -hayızlı kadınlara- yak­laşmayın” (el-Bakara 2/222) mealindeki âyetlerin kısmen kapalı ifadesi Hz. Peygamber’in sözleri ve uygulamaları ile açıklığa kavuşturulmuş (ilgili bazı hadis­ler için bk. Buhârî, “Gusül”, 28; Müslim, “Hayız”, 87, 88; İbn Mâce, “Taharet”, 111; Ebû Dâvûd, “Taharet”, 84), cünüplük ha­linde veya hayız ve nifas sonrasında gus­letme âkil baliğ olan her mükellefe farz kılınmıştır. Cünüplük, hayız ve nifas hali literatürde “hükmî kirlilik” veya “büyük hades” olarak adlandırılmış ve konuyla ilgili hadislerden de hareketle bu durum­da olanların gusledip temizleninceye ka­dar namaz kılmaları, camiye girmeleri, Kur’an’a dokunmaları veya onu okuma­ları, Kabe’yi tavaf etmeleri caiz görülme­miştir.

Gusülde bütün vücudun kuru bir yer kalmayacak şekilde tamamen yıkanma­sı şarttır. Hanefî ve Hanbelîler’e göre ağız ve burnun içi bedenin (yüzün) dışından sayıldığı için gusülde ağza su almak (maz-maza) ve burna su çekmek (istinşâk) su­retiyle buraları yıkamak da farzdır. Bu sebeple guslün ağza su almak, burna su vermek ve bütün vücudu kuru yer kal­mayacak şekilde yıkamak şeklinde üç farzının bulunduğu belirtilir. Mâlikî ve Şâfiîler ile Şîa’dan Ca’ferîler’e göre ise ağız ile burun içi bedenin dışından sayılmadığı için gusülde yıkanmaları farz değil, sünnettir. Gusülde niyet Hanefîler’e göre sünnet, diğer mezheplere gö­re farzdır. Vücudu ovalamak Mâlikîler’e ve Şafiî fakihlerinden Müzenî’ye göre farzdır; ayrıca gusle besmele ile başla­mak da Hanbelîler’e göre farzdır.

Guslün sünnetleri de şunlardır: Cünüplükten dolayı yıkanmaya niyet etmek, besmele ile başlamak, elleri üç kere yı­kamak, avret yerlerini ve varsa bedenindeki pisliği yıkamak, namaz abdesti gibi abdest almak, parmaklarla saçları tarar gibi yaparak suyun saç köklerine ulaşmasını sağlamak, önce sağ omuza, sonra da sol omuza su döküp bütün be­deni ovalamak, her organı üç kere yıka­mak ve gusül esnasında bu sıraya ria­yet etmek.

Gusül “mutlak su” denilen nehir, pınar, kuyu, deniz ve yağmur suları ile yapılır. Gusülde aslolan bütün vücudu yıkamak olduğuna göre saç, sakal, bıyık ve kaş­ların yıkanıp diplerinin ıslatılması, saç­ları örgülü olmayan kadınların hem saç­larını yıkamaları hem de diplerine suyu ulaştırmaları gerekir. Saçları örgülü olan­ların ise saçlarını çözmeden sadece dip­lerini ıslatmaları yeterli ise de Hanbelîler hayız ve nifas sebebiyle gusülde ör­gülü saçın çözülmesini gerekli görürler. Ayrıca küpe deliklerinin ovalanarak, dar yüzüğün oynatılarak suyun buralara ulaş­ması sağlanmalıdır.

Bedeninde yara bulunan kişi yaranın üzerindeki sargıyı çıkararak yıkanır; yı­kama yaraya zarar verirse sargının üze­rini mesh eder, bu da zarar verirse meshetmez. Yıkandıktan sonra abdesti bo­zacak bir şey meydana gelirse sadece abdest bozulur. Gusül yapması gereken bir kimse bedenindeki pislikleri gider­dikten, ağzına ve burnuna su aldıktan sonra deniz ve ırmak gibi yerlere gire­cek olursa gusül yapmış sayılır.

Guslü gerektiren hallerden cünüplük, meninin cinsî bir zevkle (şehvetle) tena­sül organından çıkmasıyla oluşur. Bu­nun rüyada veya uyanıkken hâsıl olacak cinsî bir arzudan veya herhangi bir he­yecandan ileri gelmesi mümkündür. Bu hallerde ve ayrıca meni gelmese bile cin­sî münasebette bulunma durumunda hem erkek hem de kadına gusül farz­dır (bk. cenabet; CİMA). Uyandığı zaman düşünün azdığını hatırlamadığı halde çamaşırının meni ile kirlendiğini gören kimse de cünüp sayılır. Bunun aksine ihtilâm olduğunu sandığı halde çamaşırı kirlenmeyen kimsenin gusül yapması gerekmez. Hanefîler’le Ca’ferî fakihleri-ne göre cünüp olan kimsenin, idrar yo­lundaki meni kalıntılarının temizlenme­si için bir süre beklemesi veya küçük ab-destini yapması gerekir. Bunu yapma­dan gusletmesi halinde gusûlden sonra gelen meniden dolayı yeniden yıkanma­sı icap eder. Hanbelî ve Mâlikîler’e göre ise bu durumda yeniden gusül gerek­mez. Şâfiîler’le Ca’ferî fakihlerine göre, ister şehvetle ister şehvetsiz olsun tenâsül organından gelen meni yıkanmayı gerektirir; diğer mezheplere göre ise guslün vacip olması için meninin şehvet­le gelmesi şarttır. Cinsî heyecan sebe­biyle tenasül organından gelen ince, be­yazımtırak sıvı ile (mezi) bazan idrardan sonra gelen katı ve mat renkteki sıvı (ve-dî) guslü gerektirmeyip sadece abdesti bozar.

Abdest gibi gusülde de başlı başına maddî temizlenme ve tıbbî bir fayda gö­zetme özelliğinden çok manevî ve hük­mî temizlenme ve arınma vasıtası olma özelliği hâkimdir. Cünüplük, hayız ve ni-fasın dinî literatürde büyük hükmî kirli­lik olarak anılması bu durumdaki kim­selerin necis sayıldığını ifade etmez. Bu tabir onların namaz, Kabe’yi tavaf, Kur’-an’a dokunma, camiye girme gibi belir­li ibadetleri yapmak için gerekli ruhî ve manevî hazırlığa sahip olmadığı anlamı­na gelir. Bundan dolayı cünüp kimsenin oruca devam etmesi veya namaz vakti­ne kadar yıkanmayı geciktirmesi günah sayılmayıp namazın vücûbiyet vakti ön­cesinde gusletmesi farz görülmüş, fakat henüz namaz vakti gelmeden, hat­ta mümkünse cünüplük halinin hemen arkasından boy abdesti alarak bu du­rumdan bir an önce kurtulması ise tav­siye edilmiştir. “(Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Gusül maddesi)

CENABET: “Sözlükte “uzaklaşmak” mânasına ge­len cenabet kelimesi, fıkıh terimi olarak cinsî münasebette bulunan veya başka sebeplerle cinsî zevk duyarak menisi akan kimsenin durumunu ifade eder. Kişiyi bazı ibadetleri yerine getirmekten uzak­laştıran bu duruma cenabet, bu halde olan kimseye de cünüp denilmiştir.

İslâm öncesi dinlerinde, başta cinsî mü­nasebet olmak üzere belli hallerin insan­ları mâbedlere girmekten, ibadet etmek­ten, kutsal kitap veya eşyaya el sürmek­ten ve toplumun arasına karışmaktan alıkoyduğu görülmektedir. Bu tür hal­lerden kurtulabilmek için dinlerce belir­lenen temizlik şartlarını yerine getirmek mecburiyeti vardı. Yahudilikte cüzam hastalığına yakalanmak, cinsî münase­bette bulunmak, insan veya hayvan ölü­süne dokunmak suretiyle kirliliğin oluştu­ğu kabul edilmiştir. Bu kirliliklerden te­mizlenmenin başlıca yolları da belirli bir süre toplumdan uzaklaşıp inzivaya çekil­mek, yıkanmak ve kurban sunmaktır. Te­mizlenmek için beklenen süre kirlenme­nin türüne göre farklı olmaktadır. Cinsî münasebet ve ölü hayvana dokunmanın bekleme süresi bir gün, ölü insana do­kunmanın süresi ise yedi gündür. Bu sü­re bazan on dört, kırk ve seksen güne kadar çıkabilmektedir. İnzivadan sonra yıkanmak mecburiyeti vardır. Yıkanmanın açıkça şart koşulmadığı kirlilik hallerinde bile yıkanma genel bir temizlenme vası­tası olarak kabul edilmiştir. Kadının âdet görmesi de ayrı bir kirlilik sebebidir ve bu durumdaki kadın yedi gün kirli ka­bul edilir. Onun kirliliği dokunduğu kim­selere de geçer. Bugünkü Yahudilikte son durum hariç diğerleri Tevrat’ın açık hükümlerine rağmen terkedilmiştir. Hıristiyanlıkta ise ilk dönemlerde cüzamlı olmak veya cinlerin hâkimiyeti altına girmiş bulunmak (saralı olmak vb.) kirli­lik sebebi sayılmışsa da bu dinde dış se­beplerle meydana gelen kirlilikten ziya­de manevî kirlilik ve bunun temizlenme­si önem kazanmaktadır. Cinsî münase­bette bulunma ve hayızlı olma gibi hu­suslar, bugün Hıristiyanlıkta ibadetten ve ibadethanelerden uzaklaşmayı gerek­tirecek durum olarak görülmemektedir.

İslâm dininde kadın erkek bütün in­sanların doğuştan manevî bir temizliğe (fıtratullah) sahip oldukları kabul edil­mekle birlikte temel ibadetler için bazı maddî temizliklerin yerine getirilmesi şart koşulmuştur. Bu temizliklerden bi­ri de cenabetten temizlenmek için yı­kanmaktır. Bu manevî kirlilik cinsî tat­min esasına dayanır ve başlıca iki şekil­de, cinsî münasebette bulunulması veya meninin herhangi bir sebeple cinsî zevk vererek gelmesi (inzal vaki olması) şeklin­de gerçekleşir. Cinsî münasebette bulu­nulduğu halde -ki bunun, “haşefe”nin ka­dının cinsel organına girmesiyle gerçek­leştiği kabul edilir- meni gelmemişse fakihlerin büyük çoğunluğuna göre hük­men cinsî tatmin vuku bulduğundan yı­kanmak gerekir. Ashaptan itibaren bazı fakihlerle Zahirî Akıncıları bu durumda yıkanmayı gerekli görmemişlerdir. Çün­kü benzer bir durumla karşılaşan ashap­tan birine Hz. Peygamber, “Yıkanmak sa­dece meninin gelmesiyle icap eder” an­lamında, “Su (gusül) sudan (meni) ötürü gerekir” (Müslim, “Hayız”, 80-81) diyerek bu tür hallerde yıkanmanın zaruri olma­dığını ifade etmiştir. Çoğunluk ise ihti­yatla hareket etmenin yanı sıra söz ko­nusu hadisin içerdiği hükmün ilk zaman­lar tanınan bir ruhsat olup sonradan kal­dırıldığına ve cinsî münasebette meni gelmese bile guslün gerektiğine dair di­ğer hadisleri (Müslim, “Hayız”, 87-89; Ebû Dâvûd, “Taharet”, 83) esas almıştır. Ayrı­ca bu konuda icmâ bulunduğu da kay­dedilmiştir (Şevkânî, I, 259-262). Meninin ilişki dışında cinsî zevk vermek suretiy­le gelişinin rüya ile olması veya bakma, öpme, hayal etme gibi bir sebepten doğ­ması sonucu değiştirmez. Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî fakihleri, meninin dışarı çık­masında şehvet unsurunun bulunmasını şart koştukları ve hastalık, düşme vb. sebeplerle çıkan meninin cünüplük hali doğurmayacağını kabul ettikleri halde Şâfiîler, ister şehvetle ister şehvetsiz ol­sun, herhangi bir sebeple meninin dışa­rı çıkmasıyla kişinin cünüp olacağını be­lirtmişlerdir

Cünüp olan (veya abdestsiz bulunan) kimsenin mushafa dokunmasının ha­ram olduğunu kabul eden fakihler, delil olarak Kur’ân-ı Kerîm’deki bir âyeti ve bazı hadisleri ileri sürerler. “Ona sadece temiz olanlar dokunur” (el-Vâkıa 56/79) mealindeki âyetin metninde yer alan ve “dokunulmama” kavramını yönlendiren zamirin, önceki iki âyette geçen mushaf anlamındaki “Kur’an”a mı, yoksa levh-i mahfuz anlamındaki “kitâb”a mı râci ol­duğu bilginler arasında ihtilaflıdır. Eğer zamir Kur’an’a râci ise ayetten, “Kur’an’a sadece cünüplükten, abdestsizlikten ve maddî kirliliklerden temizlenmiş olan­lar dokunabilir”, levh-i mahfuza râci ise, “Levh-i mahfuzdaki kitaba sadece me­lekler dokunabilir” şeklinde bir mâna çı­kar. Müfessirler, ikinci mânanın Kur’an üslûbuna daha uygun düştüğünü belir­tirler (bk. Taberî, XXVII, 118-119; krş. Râ-zî, XXIX, 194-195). Fakihlerin büyük ço­ğunluğu Hz. Peygamber’den nakledilen, “Kur’an’a ancak temiz olanlar dokunabi­lir” (el-Muvatta\ “Kur’an”, 1; Nesâî, “Ka-sâme”, 46) mealindeki hadisi de delil ka­bul etmişlerdir. Ancak cünüp kimsenin mushafa dokunmasının caiz olmadığı konusunda icmâ bulunduğu kaydedil­mekle birlikte bu hadisin sıhhati ve bir­den fazla mânaya gelen “temiz” (tâhir) kelimesinin buradaki anlamı konusun­da farklı görüşler de ileri sürülmüştür. Bu sebeple bazı sahâbîler ve tabiîn âlim­leri, abdestsiz kimsenin mushafa doku­nabileceğini belirtmişler, Dâvûd ez-Zahirî ve diğer bazı fakihler, cünüp kimse­nin de mushafa dokunmasında sakınca bulunmadığını ileri sürmüşlerdir (bk. Şev­kânî, I, 243-245)…

İslâm’a göre gerek hayız gerekse cünüplük hali kişiyi necis kılmaz. Bu sebep­le cünüplük veya hayız halinde bulunan kişilerle birlikte bir mecliste oturup soh­bet etmenin, yemek pişirmenin, beraber yiyip içmenin vb. muaşerette bulunma­nın herhangi bir sakıncası yoktur. Geç­miş bazı dinlerde ve Câhiliye inançların­da mevcut bu tür telakkileri Hz. Peygam­ber söz ve fiilleriyle kaldırmıştır (meselâ bk. Buhârî, “Hayız”, 3, “Ğusül”, 23-24; Tir-mizî, “Taharet”, 89, 100). (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Cenabet maddesi)

*****************o***********************

Müslüman cünüplükle pis olmaz

3782-”Resûlullah Medine sokaklarından birinde Ebu Hüreyre’ye rastlamıştır. Ebu Hüreyre bu sırada cünüp olduğu için, Resûlullah’ın yanından sıvışarak gidip yıkanır gelir. Gelince :“Ey Ebu Hüreyre neredeydin?” diye sorar. “Ben cünüptüm, pis pis sizinle oturmak istemedim” cevabında bulunur. “Sübhânallah! (bilmez misin ki) müslüman pis olmaz!” ferman eder. Buhari, Gusl 23, 24; Müslim, Hayz 115, (371); Ebu Dâvud, Tahâret 97, (231); Tirmizi, Tahâret 89, (121); Nesâi, Tahâret 172, (1, 145, 146).

3783-Huzeyfe İbnu’l-Yemân anlatıyor: “Resûlullah’la bir gün karşılaştığımızda cünüp idim, hemen yolumu çevirip gidip yıkandım. Bilahare gelince:”(Böyle sizi görünce alelacele sıvışmamın sebebi) cünüp olmam idi!” dedim. :”Müslüman (cenabetle) pis olmaz ki!” buyurdular.” Ben de açıkladım:”Çünkü ben cünübtüm (bu halde) bana dokunmanızdan korktum.””Şurası muhakkak ki dedi, mü’min necis olmaz!” [Müslim, Hayz 116, (372); Ebû Dâvud, Tahâret 92, (230); Nesâî,Tahâret 172, (1, 145).]

Meni, pis midir?

3517-”… Hz. Âişe:”Sana, (meni) bulaşan yeri [gördüysen] orasını yıkaman kâfi idi, göremediğin takdirde etrafını yıkardın. Ben, Resûlullah’ın elbisesinden (meni bulaşığını) ovalamak suretiyle çıkardığımı biliyorum. O, (bir de yıkamaksızın) onun içinde namaz kılardı.”Bir diğer rivayette şöyle gelmiştir: “İyi biliyorum kurumuş meni bulaşığını Resûlullah’ın çamaşırından tırnağımla kazıyarak çıkarıyordum.” [Müslim, Tahâret 105, 109, (288, 290).] AÇIKLAMA:… Âlimler meni necis midir değil midir, münakaşa etmiştir.* Hanefîlerle, Mâlikîlere göre necistir. Ancak Ebû Hanîfe merhum, meninin kuru olması halinde elbisenin ovalanmasını temizlik için yeterli gördüğü halde İmam Mâlik, yaş da olsa kuruda olsa mutlaka yıkanması gerektiğini söyler. Meninin necis olduğunu söylemekle beraber, yıkanmadan namaz kılınmış olduğu takdirde namazın iadesinin gerekmiyeceğini söyleyen âlim de çıkmıştır: Leys ve Hasan İbnu Hayy gibi. Şâfiîlere ve Hanbelîlere göre meni temizdir. Dâvud-u Zâhirî’nin de böyle hükmettiği bilinmektedir. Ashab’tan Hz. Ali, Sa’d İbnu Ebî Vakkas, Abdullah İbnu Ömer ve Hz. Âişe’nin de bu görüşte olduğu rivayet edilmiştir.

buyurdular ki: “Cuma guslü her muhtelime (büluğa erene) vacibtir(toplumsal/bireysel/sağlıksal gereklilik). Misvaklanması, bulduğu taktirde koku sürünmesi de öyle.” [Buhârî, Cuma 2, 3, 12, Ezan 161; Şehâdât 18; Müslim, Cuma 5, (846); Muvatta, Cuma 4, (1, 102); Ebu Dâvud, Tahâret 129, (341); Nesâî, Cuma 6, 8, (3, 92-93).]

3734-Amr İbnu Şuayb anlatıyor: “Hitân(sünnet bölgesi), hitanı geçince gusül vacib olur, ben ve Resûlullah böyle yaptık ve yıkandık” denmiştir. [Buhârî, Gusl 28; Müslim, Hayz 87, (348); Muvatta, Tahâret 71, (1, 45, 46); Ebû Dâvud, Tahâret 84, (216) Nesâî, Tahâret 129, (1, 110, 111); İbnu Mâce, Tahâret 111, (610).

3670-Ubeyy İbnu Ka’b anlatıyor: “Ey Allah’ın Resûlü, dedim, bir kimse hanımıyla cima yapsa fakat boşalma(inzal) olmasa yıkanması gerekir mi?” “Kadına değen kısmını yıkar, sonra abdest alır ve namaz kılar!” buyurdular.” Buhari, Gusl 29, Müslim, Hayz 85, (346).

3735-Ebu Said anlatıyor: “Resûlullah Ensâr’dan birine adam göndererek, yanına çağırttı. . Ensâri, başından sular damlaya damlaya geldi. : “Herhalde sana acele ettirdik?” buyurdu. Ensâri: “Evet ey Allah’ın resûlü!” deyince: “Acele ettirilir veya boşalmazsan(inzal olmazsan) gusletmen gerekmez. Sadece abdest gerekir” buyurdular.” Buhari Muslim Ebu Davud

***************o***********************

BOY ABDESTİ-RAZİ TEFSİRİ

“Cünüplüğün iki sebebi vardır: 1) Menînin akmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.s), “Su (gusül), ancak sudan (meninin akmasından) dolayı gerekir” demiştir.

2) İki iltikay-ı hıtaneyn (sünnet mahallerinin) birleşmesi… Zeyd İbn Sabit, Mu’az lbn Cebel ve Ebû Sa’idi I-Hudri, guslün ancak meni aktığı zaman farz olduğunu söylemişlerdir. Bizim (buna karşı) delilimiz, Hz. Peygamber (s.a.s)’in, “(Erkek ile kadının) sünnet mahalleri birleştiği zaman, gusül gerekir hadis-i şerifidir.

Gusülde delk, yani ovmak farz değildir. Mâlik ise, bunun farz olduğunu söylemiştir. Bizim delilimiz, âyetteki “gusledin (temizlenin)” emrinin, sadece bedeni temizleme hususunda bir emir oluşudur. Bedeni temizleme hususunda ise, ovalama nazar-ı dikkate alınmaz. Bunun delili ise şudur: Hz. Peygamber (s.a.s) cünüplükten nasıl temizlendiği sorulduğunda O, “Bana gelince, ben başıma hafif üç avuç su dökerim. Bakarım ki temizlenmiş… “buyurmuş ve böylece ovalamaksızın da temizliğin olacağını göstermiştir. Binâenaleyh bu da temizlenmenin ovmaya bağlı olmadığına delâlet eder.” (Razi Tefsiri, 5/6 açıklaması)

***************o***********************

BOY ABDESTİ-SÜLEYMAN ATEŞ

Reşid Rızâ’nın kaydettiği bir rivayetten, cüniiplükten yıkanmanın da Arap geleneklerinden olduğu anlaşılmaktadır: “Müşrikler, Bedir’de boz­guna uğrayıp geri kalanlar, perişan durumda Mekke’ye döndükleri zaman Ebûsüfyân: Muhammed’le savaşıncaya dek cüniiplükten ötürü başına su dökmeyeceğini (yani karısıyla ilişki kurmayacağını, dolayısıyla cünüplükten ötürü yıkanmayacağını) adamıştır.

Bu rivayetler, cünüplükten yıkanmanın (guslün), Mekke devrinde, hattâ İslâm’dan önce var olduğunu, Peygamber tarafından da emredildiğini gösterir. Zaten toplumda bilinen ve uygulanan bu temizlik geleneği, Kur’ân âyetleriyle de farz haline getirilmiştir. İslâm, Arapların tevhide aykırı olmayan güzel geleneklerini kabul etmiş, tevhide aykırı olanlarını da yasak­lamış veya değiştirmiştir.” (Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Temizlik Maddesi)

posted in ABDEST | 0 Comments

28th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN’DA ABDEST VE AYAKLARI MESHETMEK

5Maide suresi/6-Siz ey inananlar! Namaz kılacağınız zaman yüzünüzü, dirseklere kadar kollarınızı yıkayın. Başınızı ve topuklara kadar ayaklarınızı meshedin. Eğer boy abdestini gerektiren bir halde iseniz kendinizi temizleyin. Ama eğer hasta iseniz yahut seyahatteyseniz yahut tuvaletten geldiyseniz yahut kadınla birlikte olmuşsanız ve su bulamıyorsanız, o zaman, temiz toprakle teyemmüm edin ve onunla yüzünüzü ve ellerinizi meshedin. Allah sizi zora koşmak istemez; ama sizi tertemiz kılmak ve nimetlerinin tamamını size bahşetmek ister ki şükredenlerden olasınız.

4Nisa suresi/43-Siz ey inananlar! Sarhoş iken namaz kılmaya kalkışmayın, ne dediğinizi bilinceye kadar (bekleyin); ve boy abdestini gerektiren bir durumda (iken de) yıkanıncaya kadar seyahatte olmanız (ve yıkanma imkanından yoksun bulunmanız) hali dışında- (namaza kalkışmayın). Ama eğer hasta iseniz veya seyahatteyseniz yahut tuvaletten geldiyseniz veya kadın ile birlikte olmuşsanız ve hiç su bulamıyorsanız, o zaman temiz toprakla teyemmüm edin, (onunla) yüzünüzü ve ellerinizi meshedin. Bilin ki Allah, gerçekten günahları temizleyendir, çok affedicidir.

*************o**************

TEFSİRLERDE AYAKLARI MESHETMEK-

DİYANET TEFSİRİ

“Abdest, -âyette de belirtildiği üzere- ibadet niyetiyle yüzü ve dirseklere ka­dar kolları yıkamak, başı meshetmek, ayaklan topuklara kadar yıkamaktan ibaret­tir. Abdest, “hadesten taharet” yani “görünmeyen fakat hükmen var olduğu kabul edilen bir kirlilikten temizlenmek” anlamına geldiği için farz olan temizlik yuka­rıda bildirilen azalan bir defa yıkamakla sağlanmış olur. İki veya üç defa yıkamak ve abdest organlarını ovmak sünnettir.

1. “Ayaklar” anlamına gelen “ercül” kelimesindeki “lâm” harfini üstünlü okuyup “yüzler” anlamına gelen “vücûh” üzerine atfedenlere göre ayakları yıka­mak farzdır. Meşhur dört mezhep mensuplarının anlayış ve uygulamaları böyledir. Mealde bu kıraat esas alınmıştır.

2. “Ercül” kelimesinin “lâm”ını esreli okuyup kelimeyi “Başlannızı mesne­din” cümlesindeki “başlar” anlamına gelen “ruûs” üzerine atfedenlere göre ayak­ları -yıkamak değil- meshetmek farzdır. İmâmî-şiîler bu kıraati benimsedikleri için ayaklan meshetmekle yetinirler. Bu takdirde âyetin meali şöyle olur: “Yüzle­rinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlannızı ve topuklara kadar ayakları­nızı mesnedin.”

İbn Abbas, Enes b. Mâlik gibi sahâbîlerin ve tabiîlerden bazılarının çıplak ayakları üzerine meshettiklerine dair rivayetler bu görüşü destekler mahiyettedir. Taberî’nin kanaati de bu doğrultu­dadır. Ona göre yüce Allah, teyemmümde yüzün tamamını toprakla meshedilmesini emrettiği gibi abdestte de ayakların tamamının su ile meshedilmesini emret­miştir.” (Diyanet Tefsiri-5/6 açıklaması.)

*************o**************

SÜLEYMAN ATEŞ TEFSİRİ

“İmam Taberî bu kıraati ve dolayısıyla bu anlamı tercih ettiği gibi Peygamberimizin dördüncü göbekten torunu olan İmam-ı Cafer-i Sadık mezhebinin mensupları da ayeti böyle anlamışlardır. Ayetin siyakından (bağlamından) da bu mana anlaşılıyor.

Yüce Allah, abdestte vücudun iki temel uzvunun yıkanmasını emretmiştir ki, bunlar yüz ve kollardır. İki uç uzvun da meshedilmesini emretmiştir ki bunlar da baş ve ayaklardır. Âyette; “..yıkayınız..” fiilinden sonra iki tümleç getirmiştir. Bunlar, yüz ve ellerdir. Demek ki yüz ve eller (dirseklerle birlikte) yıkanacaktır. “…meshediniz…” fiilinden sonra da iki tümleç getirmiştir. Bunlar da baş ile ayaklardır. Demek ki bunlar da meshedilecek uzuvlardır. Ayette bu manayı son derece güçlendiren ince bir nokta vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de her kelime birbiriyle son derece uyumlu ve mütenâsibtir. Şimdi “..yıkayınız..” fiilinden sonra gelen iki tümleçten ilki nasıl bir tek uzvu, ikincisi ise iki uzvu (yani iki eli-kolu) gösteriyorsa, “meshediniz..” fiilinden sonra gelen iki tümleçten de birincisi bir tek uzvu (yani başı), ikincisi ise iki uzvu (yani ayakları) göstermektedir. Eğer, “ercül” (ayaklarınız) tümleci “vücûh” (yüzleriniz)’a atfedilmiş (bağlanmış) olsa, bu ahenk ve tenâsüb (uygunluk) bozulur ki bu, Kur’ân’ın bilinen mucizevî ahenk ve üslubuna aykırı olur… Yani abdestte yıkanması gereken uzuvların teyemmümde mesh edilmesi emredilmiş fakat abdestte mesh edilecek uzuvlar, meshten düşürülmüştür. Bu da ayakların, yıkama uzvu değil, mesih organı olduğunu kanıtlar.” (Süleyman Ateş Tefsiri, 5/6 açıklaması.)

*************o**************

TABERİ TEFSİRİ

“Hicaz ve Irak kurralarından diğer bir kısmı ise “erculikum” ifadesindeki harfini esre okumuşlardır Bunlara göre Allah teala bu ayet-i keri­me ile abdest alırken, başın ve ayakların meshedilmesini emretmiştir. Abdest alırken ayaklar yıkanmaz meshedilir.

Taberi diyor ki: “Bize göre ise asıl maksat, ayaklann tümünün su ile meshedilmesidir. Bu itibarla ayaklanın elleriyle veya ellerinin yerini tutacak her­hangi bir şeyle meshetmeksizin sadece onlara su dökmek veya onları suya so­kup çıkarmak yeterli değildir. Nitekim Tavus’tan, abdest alan kimsenin ayakla­rını sadece suya sokup çıkarması sorulunca “Ben bunun, maksada ulaşan bir amel olduğunu kabul etmem.” dediği rivayet edilmiştir. Buna mukabil ayakların yıkanmasını farz sayan Hasan-ı Basri’den, gemide abdest alan kimsenin, ayaklana nasıl yıkayacağı sorulduğunda onun: “Ayaklarını suya daldırıp çıkannasın-da bir mahzur yoktur.” dediği rivayet edilmiştir.

Taberi sözlerine devamle diyor ki: “Madem ki meshetmenin, organın tü­münü veya bir bölümünü meshetme olarak iki mânâsı vardır ve daha sonra zik­redeceğimiz deliller, Allah tealanın buradaki meshetmeden ayakların tümünün meshedilmesini kasdettiğini göstermektedir…

*************o**************

RAZİ TEFSİRİ

“Ayakların Yıkanması Ve Meshedilmesi: Şirke uzanabilecek bir olayda şakaya da izin yok diye düşünüyorum Alimler, ayakların meshedileceği “veya yıkanacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir: Kaffâl, bu âyetin tefsiri hususunda İbn Abbas, Enes İbn Mâlik, İkrime, Şa’bî ve Ebû Cafer Muhammed İbn Ali el-Bakır’dan ayakları meshetmenin farz olduğu hükmünü nakletmiştir ki bu, Şia’nın İmâmiyye kolunun mezhebidir. Fukahâ ve müfessirlerin cumhuru ayakların yıkanmasının farz olduğunu söylemişlerdir. Dâvûd el-İsfehani, hem yıkamanın hem de meshetmenin farz olduğunu söylemiştir ki bu görüş, Zeydiyye imamlarından en-Nasır Lilhakk in görüşüdür.

Hasan el-Basrî ve Muhammed İbn Cerîr et-Taberî ise, mükellefin (kulun), yıkama ile meshetme arasında muhayyer bırakıldığını söylemişlerdir…

Bu sabit olduğu zaman biz deriz ki, Hak Teâlâ’nın “ayaklarınızı” ifâdesinde, nasbin âmilinin “meshediniz” emri olabileceği gibi, bu âmilin “yıkayınız” emri de olabileceği ortaya çıkmıştır. Ancak ne var ki, bir mamul üzerinde iki âmil amel etmeye kalkışınca, o mamule daha yakın olanı amel ettirmek evlâ olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk’ın, sözündeki nasbin âmilinin, “meshediniz” emri olması gerekir. Binâenaleyh, lamın nasbıyla “le” şeklinde okumanın da ayaklar üzerine meshetmeyi gerektirdiği sabit olmuş olur. İşte bu, ayakları meshetmenin farz olduğu hususunda âyetle yapılan istidlalin izah şeklidir. Sonra, bu görüşte olanlar sözlerine devamla şöyle demişlerdir: Hadislere dayanarak, bu hususu savuşturmak da caiz değildir. Çünkü bu haberlerin tamamı, âhad haberlerdir. Halbuki âhad haberlerle Kur’ân’ın neshi caiz değildir.” (Razi Tefsiri, 5/6 açıklaması)

******************o************************

ABDESTTE AYAKLARI YIKAMAK VEYA MESHETMEK-Süleyman Ateş

“Çorap, başörtüsü, sarık ve fes üzerine meshedilerek abdest alı­nabilir. Abdeste meshedilecek organın hâline (üstünde bulunan giysi ve sargıya) da meshedilir ama yıkama uzvunun hâiline meshedilemez, hâil çözülüp organın yıkanması gerekir. Bundan dolayı başa sarılan sarık, ayağa giyilen çorap veya mest üzerine meshedilebilir.” (Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, SUÂLLER-CEVAPLAR maddesi)

“Bu farzların ikisi yıkama, ikisi de mesihtir. Maide 6′ncı ayetin açık hükmüne göre yüz ve kollar yıkanır, baş ve ayaklar meshedilir. Peygamber ailesi böyle yapmış, Peygamber’e yıllarca hizmet etmiş olan Enes ibn Malik böyle olduğunu söylemiş. Ayakları yıkama uygulamasının Emeviler tarafından yerleştirildiğinde kuşku görmüyorum.

Baş ve ayaklar yıkama uzvu değil, mesih uzvudur. Mesih uzvunun üstünde bir giysi varsa onu çözmeden üstüne meshedilebilir. Bu giysinin kalınlığı, inceliği söz konusu değildir. O su geçirmeme, 5 kilometre yürüme gibi şartlar bazı fıkıhçıların uydurmalarından başka bir şey değildir.” (Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -12/3/2004)

Maide Suresi’nin 6′ncı ayetinde abdest alırken başın ve ayakların yıkanması değil, meshedilmesi emredilmektedir. Maalesef Kur’ân-ı Kerim meallerinin büyük çoğunluğunda abdest ayetinin manası, geleneğe göre çarpıtılmıştır. Ayetin doğru manası şöyledir:

“Ey inananlar, namaza dur(mak iste)diğiniz zaman yıkayınız: yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi; meshediniz: başlarınızı ve aşıklara kadar ayaklarınızı. Eğer cünüpseniz tam temizlenin. Hasta, yahut yolcu iseniz, yahut biriniz tuvaletten gelmişse, ya da kadınlara dokunmuş da su bulamamışsanız temiz toprağa teyemmüm ediniz; ondan yüzlerinize ve ellerinize sürünüz. Allah size güçlük çıkarmak istemiyor fakat sizi temizlemek ve size olan nimetini tamamlamak istiyor ki, şükredesiniz.”(Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -12/5/2003)

*****************o***********************

HADİSLERDE ABDEST ALIRKEN AYAKLARI MESHETMEK

Ayakları meshetmek: 3599-”Resûlullah’ın nasıl abdest aldığını size göstermemi ister misiniz?” İçinde su olan bir kab istedi, sağ eliyle bir avuç su aldı, mazmaza ve istinşak yaptı, sonra bir avuç daha aldı, bununla iki elini birleştirip (iki eliyle) yüzünü yıkadı. Sonra bir avuç daha aldı bununla sağ elini yıkadı. Sonra bir avuç da aldı, bununla sol elini yıkadı. Sonra bir avuç su daha aldı, sonra elini çırptı, sonra başını ve kulaklarını meshetti. Sonra bir kabza su daha aldı sağ ayağının üzerine serpti, ayağında nalın olduğu halde, sonra onu iki eliyle meshetti, elin biri ayağın üstünde, diğeri de nalının altında. Sonra aynı şeyi sol ayağa yaptı.” Buhari, Vudü 7; Ebu Dâvud, Tahâret 52, (137); Nesâi, Tahâret 84, 85, (1, 73, 74).

3697-”Resûlullah ihtiyacı için (araziye) çıkardı. Ben de O’na su taşırdım. (Kaza-yı hâcet yapınca) abdest alırdı. Bu sırada sarığı ve “bot” ları üzerine meshederdi.” Müslim, Tahâret 84; Ebu Dâvud, Tahâret 59; Tirmizi, Tahâret 75.

3702-”Resûlullah abdest aldı ve çoraplarının ve ayakkabılarının üzerine meshetti. Ebu Dâvud, Tahâret 61; Tirmizi, Tahâret.

3606-…Bir ara Resûlullah bizden geride kaldı sonra tekrar kavuştu. Bu sırada namaz vakti girmişti. Bizler de abdest alıyor, ayaklarımıza meshediyorduk. (Resûlullah ) yüksek sesle nida etti: “Ökçelerin ateşte vay hâline!” Bunu iki veya üç kere tekrarladı.” Buhari, İlm 3, 30, Vudü 27, 29; Müslim, Taharet 25-28; Muvatta, Taharet 5; Ebu Dâvud, Tahâret 46.

3699-Cerir, abdest alıp mestleri üzerine meshedince, kendisine: “Mest üzerine mesh mi yapıyorsun” diye sormuşlardır. O da: “Evet demiştir, ben Resûlullah’ı gördüm. Bevletti sonra abdest aldı. (Sıra ayaklarına gelince, yıkamayıp) mestlerinin üzerine meshetti’’ dedi. Buhari, Salât 25; Müslim, Tahâret 73, (272); Tirmizi, Tahâret 70, (93); Nesâi, Tahâret 96, (1, 81).

posted in ABDEST | 9 Comments

28th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN’DA ABDEST

5Maide suresi/6-Siz ey inananlar! Namaz kılacağınız zaman yüzünüzü, dirseklere kadar kollarınızı yıkayın. Başınızı ve topuklara kadar ayaklarınızı meshedin. Eğer boy abdestini gerektiren bir halde iseniz kendinizi temizleyin. Ama eğer hasta iseniz yahut seyahatteyseniz yahut tuvaletten geldiyseniz yahut kadınla birlikte olmuşsanız ve su bulamıyorsanız, o zaman, temiz toprakle teyemmüm edin ve onunla yüzünüzü ve ellerinizi meshedin. Allah sizi zora koşmak istemez; ama sizi tertemiz kılmak ve nimetlerinin tamamını size bahşetmek ister ki şükredenlerden olasınız.

4Nisa suresi/43-Siz ey inananlar! Sarhoş iken namaz kılmaya kalkışmayın, ne dediğinizi bilinceye kadar (bekleyin); ve boy abdestini gerektiren bir durumda (iken de) yıkanıncaya kadar seyahatte olmanız (ve yıkanma imkanından yoksun bulunmanız) hali dışında- (namaza kalkışmayın). Ama eğer hasta iseniz veya seyahatteyseniz yahut tuvaletten geldiyseniz veya kadın ile birlikte olmuşsanız ve hiç su bulamıyorsanız, o zaman temiz toprakla teyemmüm edin, (onunla) yüzünüzü ve ellerinizi meshedin. Bilin ki Allah, gerçekten günahları temizleyendir, çok affedicidir.

ABDESTİN YARARLARI-DİYANET İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

Abdest, başlı başına bir maddî te­mizlik olması ve birçok tıbbî faydalar taşıması yanında, temelde bir manevî temizlik ve arınma vasıtasıdır. Abdes­tin imanın yarısı olduğunu, abdest alır­ken yıkanan uzuvlardan günahların dö­küldüğünü, kıyamet gününde müslümanların abdestin eseriyle yüzleri, el ve ayakları parlak olduğu halde çağrıla­caklarını ifade eden hadislerle, abdes­tin fazileti hakkındaki diğer birçok ha­dis bulunması, bu hususu açıkça ortaya koymaktadır. Abdestin, fıkıh ıstılahın­da, maddî kirliliği değil de manevî kirliligi ifade eden hadesten temizlenme sayılması da onun bu özelliğini göste­rir. Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in te­mizlik ve arınmayla ilgili emir ve tavsi­yeleri yanında, İslâmiyet’te en önemli ibadet olan ve günün belli vakitlerinde eda edilen namazın bir ön şartı olarak farz kılınan abdest, bu yönüyle, müslü-manların her zaman maddî ve manevî temizlik içinde bulunmalarını düzenli biçimde sağlayan bir temel unsurdur. Vücudun dış tesirlere daha açık ve do­layısıyla kirlenme ihtimali daha çok olan yerlerinin sık sık yıkanmasının te­mizlik ve sağlık açısından temin edece­ği faydalar, açıklanmaya lüzum göster­meyecek kadar çoktur. Bunların yanın­da abdestin insan sağlığı bakımından temin edeceği diğer maddî faydaların bazıları şöyle sıralanabilir:

Vücut doku ve hücrelerinin iyi besle­nebilmesi için kan dolaşımını sağlayan damarların tabii esnekliklerinin korun­masında ve damar sertlikleri ile tıkan­malarının önlenmesinde abdestin rolü büyüktür. Vücutla farklı ısıdaki suyun deriye temas etmesiyle damarlar açılıp kapanarak esneklik kazanır. Damarlar­da daralma ve tıkanmaya yol açan vü­cut dokularındaki birikmiş artık mad­delerin daha çok el, ayak ve yüz bölge­lerinde bulunduğu göz önüne alınırsa, abdest alırken, yıkanmak üzere bu or­ganların seçilmesindeki hikmet daha iyi anlaşılır. Ağız, burun ve boynun iki yanı­nın su ile teması da özellikle beyinde kan dolaşımının güçlenmesi bakımından çok faydalıdır. Bunun gibi vücudun te­mel korunma sistemi olan lenf dolaşı­mını sağlayan ve vücuda giren mikrop­lara karşı koyarak onlarla savaşan be­yaz kan hücrelerini (lenfosit), dokuların en ücra köşelerine ulaştıran lenf da­marlarının düzenli çalışmasında da ab­destin büyük tesiri vardır. Abdestte el ve ayakların yıkanması, vücut merkezi­ne uzak bölgelerdeki lenf damarlarının dolaşım hızını artırdığı gibi, lenf siste­minin en önemli bölgeleri olan yüz, bo­ğaz ve burnun yıkanması da bu siste­me önemli bir masaj ve güç kaynağı olur. Diğer taraftan, insan vücudunda bütün hücrelerin çevresinde belli bir oranda bulunan ve vücut bütününde normal durumda hissedilmeyecek dere­cede denge arzeden statik bir elektrik vardır. Havada oluşan elektriklenme, özellikle zamanımızda yaygın olarak kullanılan plastikten yapılmış giyim eş­yaları, taşıt araçları vb. şeyler vücudun dış yüzünden aşırı elektron artışına se­bep olur. Bu durum, sinir sistemi üze­rinde ciddi rahatsızlıklar doğuracağı gi­bi, deri altındaki minik kasların yorul­ması ve esnekliklerini kaybetmesi se­bebiyle yüzde ve diğer yerlerde kırışık­lıklar ve sarkmalara da yol açar. Vücut­taki statik elektriğin fazlasını atmanın yollarından biri de su ile yıkanmak veya toprağa temas etmektir. Bu ise abdest ile teyemmümün vücudun elektrostatik dengesini korumadaki rol ve önemine işaret bakımından yeterlidir.” (Diyanet İslam Ansiklopedisi, Abdest maddesi)

posted in ABDEST | 6 Comments

28th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Abdestin tarihi-Diyanet İslam Ansiklopedisi

İslâmiyet’ten önce, gerek Yahudilik ve Hıristiyanlık, gerekse eski Mısır, Mezopotamya. Yunan, Roma ve Uzakdoğu dinlerinde, genellikle âyine bağlı ve sembolik yönleri ağır basan abdest benzeri bazı temizlik çeşitleri görül­mektedir. Daha çok din adamları tara­fından belli gün, olay ve yortular münasebetiyle yapılan bu dinî temizliklerdeki ortak husus, dinlere göre yer yer farklı olmakla birlikte, insan vücudunun ya bütününün veya yalnız ellerin ve ayak­ların veya sadece ellerin ve ağzın, hatta yalnız parmakların yahut da âyinle ilgili bazı eşyanın temizlik ve takdis niyetiyle yıkanmasıdır. Abdest almak için su, su ile tuz veya başka bir karışım kutsal yağ veya kutsal ineğin idrarının (Hindis­tan’da) kullanıldığı da görülür.

Bazı hadislerde de (bk. Müsned, II, 98; Buhârî, “Büyû”, 100) belirtildiği üzere, İslâmiyet esasen kendisinden önceki semavî dinlerde abdestin bulunduğunu doğruladığı gibi, bu hak dinlerdeki hü­kümler, Allah ve Resulü tarafından neshedilmeyerek geçerliliklerini koru­dukları ölçüde, İslâm fıkhında şer’î hü­kümlerin bir kaynağı sayılmıştır. Bu durum, İslâmiyet’in kendisini daha ön­ceki semavî dinlerin doğrulayıcısı, mi­rasçısı ve Allah tarafından kemale erdi­rilmiş son şekli (bk. el-Mâide 5/3; es-Saff 61/6) olarak takdim etmesinin de ta­bii bir sonucudur

Ayet, abdestin her amel için de­ğil, namaz için farz kılındığını açıkla­makla aynı zamanda Resûlullah için de bir ruhsat getirmiş olmaktadır. Nite­kim daha sonraları, abdestin yalnız na­maz vb. ibadetler için gerekli olduğu çeşitli münasebetlerle Hz. Peygamber tarafından dile getirilmiştir.

Abdestin farzları, âyette (el-Mâide 5/6) zikredildiği üzere şunlardır: Yüzü yıkamak, kolları dirseklere kadar yıka­mak, başa meshetmek, ayakları topuk­lara kadar yıkamak. Sünnî dört mezhep bu şartlar üzerinde ittifak etmiştir. An­cak Şâfiîler bu şartlara, niyet ve tertibi de ilâve ederler. Hanbelîler tertibi ve uzuvların ara verilmeden ardarda yı­kanmasını (muvâlât), Mâlikîler niyet ve uzuvların ardarda yıkanması yanında, uzuvların yıkanırken ovulmasını da (tedlîk) abdestin şartlarından sayarlar. Hanefîler’e göre, ayette zikredilen dört şart dışındaki bu ilâveler farz değil sünnettir. Bu şartlara riayet edilerek alınan bir abdestin sahih olabilmesi için, abdest uzuvlarında kuru yer bıra­kılmaması ve deri üzerinde suyun te­masını engelleyecek bir şeyin bulunma­ması gerekir. Abdestin şartları ve bu şartların mahiyetiyle ilgili diğer görüş ayrılıkları, konuya dair ayet ve hadisle­rin farklı yorum ve değerlendirilmesin­den kaynaklanmaktadır. Burada zikre­dilmesi gereken bir husus da şudur: Sünnî dört mezhep ile Haricîler ve Şîa mezheplerinden Zeydiyye’ye göre ab­dest alırken ayakları yıkamak farz ol­duğu halde, İmâmiyye (Ca’feriyye) Şîası, ayakların yıkanmayıp çıplak olarak üzerlerine meshedilmesi gerektiği gö­rüşündedir. Bu ihtilâf, abdestle ilgili âyette bulunan bir okuyuş (kıraat) farklılığından ileri gelmektedir. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, Abdest maddesi)

***********o******************

SÜLEYMAN ATEŞ

“Nisa 98/43. âyette, kadınlara dokunmakla cünüp olanların, su bula­madıkları takdirde teyemmüm etmeleri, temiz toprağı yüzlerine ve ellerine sürmeleri emrediliyor. Mâide 110/6. âyette de yine cünüp olanların temiz­lenmeleri; hasta, yolcu, tuvalete çıkmakla abdesti bozulan, ya da kadınlarla cinsel ilişkide bulunup da su bulamayanların, temiz toprağa teyemmüm etmeleri emredilmektedir. Namazdan önce abdest alma emri, inişi hayli sonra olan Mâide Sûresi’nde bulunmakla beraber abdest almak, Mekke devrinden beri namazın temellerinden biri olmuştur. İmâm Ahmed îbn Hanbel’in Müsnedindeki bir hadîse göre Cebrâîl Aleyhisselâm, Hz. Peygamber(s.a.v.)e ilk vahyi getirdiği zaman ona abdest almayı ve namaz kılmayı da öğretmiştir. Mekke devrinde de namaz kılmak için abdest alındığı muhakkaktır. Ancak o zamanlar bu uygulama, geleneğe ve Hz. Peygamber’in içtihadına dayalı idi. Sonra inen âyet ile farz kılınmış ve ayrıntı ile anlatılmıştır.

Esasen namaz, Arapların, eskiden beri uygulayageldikleri bir ibâdet idi. Ancak Peygamber(s.a.v.)e, namazın içindeki şirk elemanlarının atılması ve ibâdetin sadece Allah’a yöneltilmesi öğretilmiştir. Aynı şey, gusül için de söylenebilir. Ebû Dâvûd ve Tirmizî’nin Übeyy ibn Ka’b’dan rivayet ettikleri hadîse göre İslâmın başında Hz. Peygamber (s.a.v.), meni geldiği zaman yıkanmayı tavsiye etmiş, daha sonra da bunu emretmiştir. (Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Temizlik Maddesi)

posted in ABDEST | 0 Comments

28th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN’DA ABDESTİN ALINIŞI

5Maide suresi/6-Siz ey inananlar! Namaz kılacağınız zaman yüzünüzü, dirseklere kadar kollarınızı yıkayın. Başınızı ve topuklara kadar ayaklarınızı meshedin. Eğer boy abdestini gerektiren bir halde iseniz kendinizi temizleyin. Ama eğer hasta iseniz yahut seyahatteyseniz yahut tuvaletten geldiyseniz yahut kadınla birlikte olmuşsanız ve su bulamıyorsanız, o zaman, temiz toprakle teyemmüm edin ve onunla yüzünüzü ve ellerinizi meshedin

 Allah sizi zora koşmak istemez; ama sizi tertemiz kılmak ve nimetlerinin tamamını size bahşetmek ister ki şükredenlerden olasınız.

*********o************

Abdestin alınışı-Diyanet İslam Ansiklopedisi

İslâmiyet’ten önce, gerek Yahudilik ve Hıristiyanlık, gerekse eski Mısır, Mezopotamya. Yunan, Roma ve Uzakdoğu dinlerinde, genellikle âyine bağlı ve sembolik yönleri ağır basan abdest benzeri bazı temizlik çeşitleri görül­mektedir. Daha çok din adamları tara­fından belli gün, olay ve yortular münasebetiyle yapılan bu dinî temizliklerdeki ortak husus, dinlere göre yer yer farklı olmakla birlikte, insan vücudunun ya bütününün veya yalnız ellerin ve ayak­ların veya sadece ellerin ve ağzın, hatta yalnız parmakların yahut da âyinle ilgili bazı eşyanın temizlik ve takdis niyetiyle yıkanmasıdır. Abdest almak için su, su ile tuz veya başka bir karışım kutsal yağ veya kutsal ineğin idrarının (Hindis­tan’da) kullanıldığı da görülür.

Bazı hadislerde de (bk. Müsned, II, 98; Buhârî, “Büyû”, 100) belirtildiği üzere, İslâmiyet esasen kendisinden önceki semavî dinlerde abdestin bulunduğunu doğruladığı gibi, bu hak dinlerdeki hü­kümler, Allah ve Resulü tarafından neshedilmeyerek geçerliliklerini koru­dukları ölçüde, İslâm fıkhında şer’î hü­kümlerin bir kaynağı sayılmıştır. Bu durum, İslâmiyet’in kendisini daha ön­ceki semavî dinlerin doğrulayıcısı, mi­rasçısı ve Allah tarafından kemale erdi­rilmiş son şekli (bk. el-Mâide 5/3; es-Saff 61/6) olarak takdim etmesinin de ta­bii bir sonucudur

Ayet, abdestin her amel için de­ğil, namaz için farz kılındığını açıkla­makla aynı zamanda Resûlullah için de bir ruhsat getirmiş olmaktadır. Nite­kim daha sonraları, abdestin yalnız na­maz vb. ibadetler için gerekli olduğu çeşitli münasebetlerle Hz. Peygamber tarafından dile getirilmiştir.

Abdestin farzları, âyette (el-Mâide 5/6) zikredildiği üzere şunlardır: Yüzü yıkamak, kolları dirseklere kadar yıka­mak, başa meshetmek, ayakları topuk­lara kadar yıkamak. Sünnî dört mezhep bu şartlar üzerinde ittifak etmiştir. An­cak Şâfiîler bu şartlara, niyet ve tertibi de ilâve ederler. Hanbelîler tertibi ve uzuvların ara verilmeden ardarda yı­kanmasını (muvâlât), Mâlikîler niyet ve uzuvların ardarda yıkanması yanında, uzuvların yıkanırken ovulmasını da (tedlîk) abdestin şartlarından sayarlar. Hanefîler’e göre, ayette zikredilen dört şart dışındaki bu ilâveler farz değil sünnettir. Bu şartlara riayet edilerek alınan bir abdestin sahih olabilmesi için, abdest uzuvlarında kuru yer bıra­kılmaması ve deri üzerinde suyun te­masını engelleyecek bir şeyin bulunma­ması gerekir. Abdestin şartları ve bu şartların mahiyetiyle ilgili diğer görüş ayrılıkları, konuya dair ayet ve hadisle­rin farklı yorum ve değerlendirilmesin­den kaynaklanmaktadır. Burada zikre­dilmesi gereken bir husus da şudur: Sünnî dört mezhep ile Haricîler ve Şîa mezheplerinden Zeydiyye’ye göre ab­dest alırken ayakları yıkamak farz ol­duğu halde, İmâmiyye (Ca’feriyye) Şîası, ayakların yıkanmayıp çıplak olarak üzerlerine meshedilmesi gerektiği gö­rüşündedir. Bu ihtilâf, abdestle ilgili âyette bulunan bir okuyuş (kıraat) farklılığından ileri gelmektedir.

Abdesti bozan şeyler: İdrar ve dışkı yollarından herhangi bir şeyin çıkması. Bayılma, delirme, sarhoş olma ve uyu­ma gibi şuurun kontrolüne engel olan durumlar. Vücudun herhangi bir yerin­den kan, irin gibi şeylerin çıkarak ak­ması ve yaranın etrafına yayılması (Şafiî ve Ca’ferîler’e göre bu durumda abdest bozulmaz). Ağız dolusu kusmak. Kadın ve erkeğin tenlerinin birbirine değmesi (Hanefîler’e göre bu durumda abdest bo­zulmaz. Ancak, kişilerin birbirlerine mah­rem olup olmamaları, cinsî haz ve kasdın bulunup bulunmaması gibi hususlarda Hanefîler dışındaki mezhepler arasında görüş ayrılıkları vardır). Bunlardan baş­ka, mezheplere göre farklılık gösteren diğer bazı hallerde de abdest bozulur.

Abdest, başlı başına bir maddî te­mizlik olması ve birçok tıbbî faydalar taşıması yanında, temelde bir manevî temizlik ve arınma vasıtasıdır. Abdes­tin imanın yarısı olduğunu, abdest alır­ken yıkanan uzuvlardan günahların dö­küldüğünü, kıyamet gününde müslümanların abdestin eseriyle yüzleri, el ve ayakları parlak olduğu halde çağrıla­caklarını ifade eden hadislerle, abdes­tin fazileti hakkındaki diğer birçok ha­dis bulunması, bu hususu açıkça ortaya koymaktadır. Abdestin, fıkıh ıstılahın­da, maddî kirliliği değil de manevî kirliligi ifade eden hadesten temizlenme sayılması da onun bu özelliğini göste­rir. Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in te­mizlik ve arınmayla ilgili emir ve tavsi­yeleri yanında, İslâmiyet’te en önemli ibadet olan ve günün belli vakitlerinde eda edilen namazın bir ön şartı olarak farz kılınan abdest, bu yönüyle, müslü-manların her zaman maddî ve manevî temizlik içinde bulunmalarını düzenli biçimde sağlayan bir temel unsurdur. Vücudun dış tesirlere daha açık ve do­layısıyla kirlenme ihtimali daha çok olan yerlerinin sık sık yıkanmasının te­mizlik ve sağlık açısından temin edece­ği faydalar, açıklanmaya lüzum göster­meyecek kadar çoktur. Bunların yanın­da abdestin insan sağlığı bakımından temin edeceği diğer maddî faydaların bazıları şöyle sıralanabilir:

Vücut doku ve hücrelerinin iyi besle­nebilmesi için kan dolaşımını sağlayan damarların tabii esnekliklerinin korun­masında ve damar sertlikleri ile tıkan­malarının önlenmesinde abdestin rolü büyüktür. Vücutla farklı ısıdaki suyun deriye temas etmesiyle damarlar açılıp kapanarak esneklik kazanır. Damarlar­da daralma ve tıkanmaya yol açan vü­cut dokularındaki birikmiş artık mad­delerin daha çok el, ayak ve yüz bölge­lerinde bulunduğu göz önüne alınırsa, abdest alırken, yıkanmak üzere bu or­ganların seçilmesindeki hikmet daha iyi anlaşılır. Ağız, burun ve boynun iki yanı­nın su ile teması da özellikle beyinde kan dolaşımının güçlenmesi bakımından çok faydalıdır. Bunun gibi vücudun te­mel korunma sistemi olan lenf dolaşı­mını sağlayan ve vücuda giren mikrop­lara karşı koyarak onlarla savaşan be­yaz kan hücrelerini (lenfosit), dokuların en ücra köşelerine ulaştıran lenf da­marlarının düzenli çalışmasında da ab­destin büyük tesiri vardır. Abdestte el ve ayakların yıkanması, vücut merkezi­ne uzak bölgelerdeki lenf damarlarının dolaşım hızını artırdığı gibi, lenf siste­minin en önemli bölgeleri olan yüz, bo­ğaz ve burnun yıkanması da bu siste­me önemli bir masaj ve güç kaynağı olur. Diğer taraftan, insan vücudunda bütün hücrelerin çevresinde belli bir oranda bulunan ve vücut bütününde normal durumda hissedilmeyecek dere­cede denge arzeden statik bir elektrik vardır. Havada oluşan elektriklenme, özellikle zamanımızda yaygın olarak kullanılan plastikten yapılmış giyim eş­yaları, taşıt araçları vb. şeyler vücudun dış yüzünden aşırı elektron artışına se­bep olur. Bu durum, sinir sistemi üze­rinde ciddi rahatsızlıklar doğuracağı gi­bi, deri altındaki minik kasların yorul­ması ve esnekliklerini kaybetmesi se­bebiyle yüzde ve diğer yerlerde kırışık­lıklar ve sarkmalara da yol açar. Vücut­taki statik elektriğin fazlasını atmanın yollarından biri de su ile yıkanmak veya toprağa temas etmektir. Bu ise abdest ile teyemmümün vücudun elektrostatik dengesini korumadaki rol ve önemine işaret bakımından yeterlidir.” (Diyanet İslam Ansiklopedisi, Abdest maddesi)

***************o******************

HADİSLERDE ABDESTİN ALINIŞI VE ABDESTİ BOZAN ŞEYLER

Kur’an’daki abdest: 3585-”Resûlullah’a: “Abdest nasıl alınır?” diye sordum. Şöyle açıkladı: “Abdest mi? Abdest alınca şöyle yaparsın: Önce iki avucunu tertemiz yıkarsın. Sonra yüzünü ve dirseklerine kadar ellerini yıkarsın. Başını meshedersin, sonra da topuklarına kadar ayaklarını yıkarsın. (Bunları tamamladın mı) bütün günahlarından arınmış olursun. Bir de yüzünü Aziz ve Celil olan Allah için (secdeye) koyarsan, anandan doğduğun gün gibi, hatalarından çıkmış olursun.” Ebu Ümâme der ki: “Ey Amr İbnu Abese dedim, ne söylediğine dikkat et! Bu söylediklerinin hepsi bir defasında veriliyor mu? “Vallahi dedi, bilesin ki artık yaşım ilerledi, ecelim yaklaştı, (Allah’tan ölümden çok korkar bir haldeyim), ne ihtiyacım var ki, Allah Resülü hakkında yalan söyleyeyim! Andolsun söylediklerim, Resûlullah’dan kulaklarımın işitip, hafızamın da zabtettiklerinden başkası değildir.” Müslim, Müsâfırin 294, (832); Nesâi, Tahâret 108, (1, 91, 92)

 

Abdest için uzuvları birer veya ikişer ya da üçer kez yıkamak:

3612-”Hz. Câbir, sana Resûlullah’ın uzuvlarını birer birer, ikişer ikişer ve üçer üçer yıkayarak abdest aldığını söyledi mi?” Bu soruma: “Evet!” diye cevap verdi.” Bir rivâyette de: “Birer birer yıkayarak abdest aldı mı?” diye sordum; “evet!” diye cevap verdi” şeklinde gelmiştir.. Tirmizi, Tahâret 35 (45, 46)

3598-”Resûlullah uzuvlarını birer kere yıkayarak abdest aldı.” Buhari, Vudü 22; Ebu Dâvud, Tahâret 53; Nesai, Tahâret 84.

3595-”Resûlullah (abdest uzuvlarını) ikişer kere yıkayarak abdest aldı.” Buhâri, Vudü 23.

3600-”…avuçlarını üç kere yıkadı, yüzünü üç kere yıkadı, bir kere mazmaza ve istinşak yaptı. Ellerini üçer üçer yıkadı. Başını iki kere meshetti. Başının gerisinden başladı, sonra önünden. İki kulağını da (meshetti) içlerini de, dışlarını da. Ayaklarını da üçer üçer yıkadı.” Ebu Dâvud, Tahâret 50, (126); Tirmizi, Tahâret 25, (33).

 

Abdest ne için zorunludur?

3890-”Resûlullah bir gün helâdan çıkmıştı. Hemen kendisine bir yemek takdim edildi. (O da kabul buyurdu. Ashâbtan bazısı:”Size abdest suyu getirmeyelim mi?” dediler. Onlara:” Namaza kalkınca abdest almakla emrolundum!” cevabını verdi. (YANLIŞ ÇEVİRİ! DOĞRUSU: “BEN, ANCAK NAMAZA KALKTIĞIM ZAMAN ABDESTLE EMROLUNDUM.” OLMALIYDI.)” Müslim, Hayz 118, (374); Ebu Davud, Et’ime 11, (3760); Tirmizi, Et’ime 40, (1848); Nesai, Taharet 101, (1, 85).

3261-6958-”Resûlullah helâdan çıkmışlardı. Bu esnada bir yemek getirildi. Bir adam: “Ey Allah’ın Resûlü! Size abdest suyu getirmeyeyim mi?” dedi. Efendimiz: “Namaz mı kılacağım ki, (şimdilik gerek yok)” buyurdular.”

 

Peygamber sürekli abdestli mi dolaştı?

3572-”Resûlullah işedi. Hz. Ömer de arkasında, elinde su kabı olduğu halde durdu. Resûlullah onu görünce: “Bu da ne, ey Ömer?” buyurdular. Hz. Ömer: “Sudur yıkanırsın!” dedi. Resûlullah: “Ben her işeyişimde abdest almakla emrolunmadım, bunu yapacak olsam bu, bir sünnet olurdu” buyurdular.” (YANLIŞ ÇEVİRİ! DOĞRUSU: “BUYURUN! ABDEST ALMANIZ İÇİN SU! BEN, HER SU DÖKTÜĞÜMDE(İŞEDİĞİMDE), ABDEST ALMAKLA EMROLUNMADIM.” OLMALIYDI.) Ebu Dâvud, Tahâret 22, (42); İbnu Mâce, Tahâret 20, (327).

 

Abdesti tuvalet gereksinimini karşılamak bozar

2666-”Resûlullah buyurdular ki: “Allah, sizlerin namazını tuvalet(hades) vâki olunca yeniden abdest almadıkça kabul etmez.” Ebu Dâvud, Taharet 31; Tirmizî, Tahâret 56.

 

Gaz çıkarmak abdest bozar mı?

3652-Hz.Ebû Hüreyre anlatıyor: “Resûlullah buyurdular ki: “Ses ve koku olmadıkça abdest alınmaz.”

3654-”Biriniz namazda iken, dübüründe bir hareket hissetse ve abdestinin bozulup bozulmadığı hususunda tereddüde düşse, bir ses işitmedikçe veya bir koku duymadıkça mescidi terketmesin.” Müslim, Hayz 99; Tirmizi, Tahâret, 56; Ebu Dâvud, Taharet 68, (177).

3656-”Biriniz mescide girince, kabaları arasında bir şey hissedecek olsa, çıkanın sesini işitmedikçe sakın mescidden dışarı çıkmasın.” Buhari, Vudü 4, 34, Büyü 5; Müslim, Hayz 98; Ebu Dâvud, Tahâret 68; Nesâi, Tahâret 116, (1, 99).

3657-”Resûlullah buyurdular ki: “Biriniz namazda yellenirse derhal namazdan çıksın, abdest alsın ve namazı iade etsin.” Ebu Davud, Salât 193, (1005).

 

Cinsel ilişki abdesti bozar

3670-Ubeyy İbnu Ka’b anlatıyor: “Ey Allah’ın Resûlü, dedim, bir kimse hanımıyla cima yapsa fakat boşalma(inzal) olmasa yıkanması gerekir mi?” “Kadına değen kısmını yıkar, sonra abdest alır ve namaz kılar!” buyurdular.” Buhari, Gusl 29, Müslim, Hayz 85, (346). AÇIKLAMA:Bu hadis, boşalma(inzal) vâki olmadıkça boy abdestinin gerekmiyeceğini ifade etmektedir. Bu ma’nâyı ifade eden “Su, ancak sudan dolayı icabeder” nev’inden başka rivayetler de var. Ancak ülemâ bu hadislerin başka hadislerle neshedildiğinde ittifak eder. Bu nâsihlerden biri şudur: “İki hitan kavuşur ve haşefe kaybolursa, inzal olsa da olmasa da gusül gerekir.”Burada hıtân sünnet mahallidir. İbnu Hacer iki hitanla erkeğin hitanının kastedildiğini belirtir. Haşefe de baş kısımdır. Bu durumda erkek uzvunun baş kısmı kadın uzvunda kaybolunca şer’an cimâ hâsıl olmuştur, inzal olsa da olmasa da farketmez, cimâye terettüp eden ahkam tahakkuk eder. Bu ahkamdan biri yıkanmadır, yani boy abdesti. Ancak şunu da belirtelim ki, inzal vâki olmadıkça, boy abdestinin gerekmiyeceği kanaatini koruyan Sahâbe ve Tâbiîn, -azınlık teşkil etseler de- olmuştur. Hatta Atâ’nın şu sözü rivayet edilir: “İnzal olmasam bile yıkanmadan huzur bulamıyorum, sebebi de bu husustaki ulemânın ihtilâfıdır.” İhtilâfu’l-Hadis’te Şâfiî Hazretleri de şöyle demiştir: “Su, sudan gerekir” hadisi sâbittir, ancak mensuhtur… Bölgemizdeki bazı âlimler (Hicazlılar) bize bu meselede muhalefet ederek: “İnzal olmadıkça gusül gerekmez.” dediler.”Belirttiğimiz gibi neshe rağmen bir ihtilaf mevzubahis ise de, cumhur guslün gerekeceğinde ittifak etmiştir.

3735-”Resûlullah Ensâr’dan birine adam göndererek, yanına çağırttı. . Ensâri, başından sular damlaya damlaya geldi. : “Herhalde sana acele ettirdik?” buyurdu. Ensâri: “Evet ey Allah’ın resûlü!” deyince: “Acele ettirilir veya boşalmazsan(inzal olmazsan) gusletmen gerekmez. Sadece abdest gerekir” buyurdular.” /(3735) Buhari Muslim Ebu Davud

3736-”Resûlullah : “Suyu (yıkanmayı), su (meninin gelmesi) gerektirir” buyurdu’’ denmiştir. Muslim

3737-Resûlullah: “Su, sudan dolayıdır” buyurmuştur. Buhâri, Vudü 34, Müslim Hayz 81-83, (343-345); Ebu Dâvud, Tahâret 84, (217); Nesâi, Tahâret 132, (1, 115). AÇIKLAMA:1- Kaydedilen son üç rivayet guslün vacib olması için mutlaka inzal olma gereğini ifade etmektedir. Ancak bu hüküm kesinlikle mensuhtur. Bu meselede ülemânın bi’l-icma kabul ettiği görüş, önceki hadislerde ifade edilen hükümdür: Guslün gerekmesi için, erkek uzvunun baş kısmının girmesi yeterlidir. Sadece Hişam İbnu Urve, A’meş, Süfyan İbnu U-yeyne ve Dâvud-u Zâhirî’nin neshe kâil olmadıkları rivayet edilmiştir. Ashabtan bazılarının da meni gelmediği takdirde cimadan dolayı yıkanma gerekmeyeceği görüşü var ise de: İmam Nevevî, bunların vefatından sonra guslün gerekeceği hususunda ümmet arasında icma vâki olduğu belirtilir. Ebû Hanife, İmam Şâfiî, İmam Mâlik, Ahmed İbnu Hanbel ve bunların tabileri arasında bu meselede ihtilaf yoktur. Zâhirîlerden birçoğu da bu görüştedir.

 

 

Uyumak abdest bozmaz

3675-”Resûlullah’ın ashabı uyurlar, sonra abdest almadan namaz kılarlardı: (Enes’ten bunu rivayet eden) Katade’ye: “Bu sözü Enes’ten bizzat işittin mi?” diye sorulmuştu: “Vallahi evet!” diye te’yid etti.” Müslim, Hayz 125, (376); Ebu Dâvud, Tahâret 80, (200); Tirmizi, Tahâret 58, (78).

3678-Resûlullah’ı secde halinde uyurken görmüş ve hatta Resûlullah horlayıp solumuş, sonra kalkıp (abdest almadan) namaz kılmıştır. İbnu Abbas der ki: “Ey Allah’ın Resûlü dedim, siz uyudunuz, (abdestiniz bozulmuş olmalı değil mi)?” Bana şu açıklamayı yaptı: “Abdest, yatarak uyuyana gerekir. Zira yatarak uyuyunca mafsalları rahâvet basar.” Tirmizi, Taharet 57, (77); Ebu Dâvud, Tahâret 80, (202); Nesâi, Ezân 41, (2, 30). Bu metin, Tirmizi’ye aittir.

 

Kadına dokunmak ve onu öpmek abdesti bozmaz

3668-”Resûlullah kadınlarından birini öptü, sonra dönüp namaza gitti, abdest tazelemedi. Urve der ki: “Kendisine: “Bu, sizden başka bir hanımı olmamalı!” dedim, Hz. Aişe gülmekle cevap verdi.” Ebu Dâvud, Tahâret 69; Tirmizi, Tahâret 63; Nesâi, Tahâret 121; İbnu Mâce, Tahşet 69.

3669-”Erkeğin hanımını öpmesi ve ona eliyle dokunması hep mülamese (değme) sayılır. Öyleyse kim hanımını öperse veya eliyle dokunursa abdest alması gerekir.” Muvatta, Tahâret 64, (1, 43). (OYSA 3641 NO’LU HADİSTE GÖRÜLDÜĞÜ GİBİ, BU HADİSE AYKIRI RİVAYET, DAHA FAZLA KİTAPTA BULUNMAKTADIR.)

 

Kan akması abdesti bozmaz

İbnu Abbâs namazda iken burnu kanardı, o da çıkar burnunun kanını yıkar, geri döner ve önceki kıldığı namazını (kaldığı yerden) tamamlardı.” Muvatta, Tahâret 74, (1, 38).

3666-Misver İbnu Mahreme’nin anlattığına göre: “Ömer İbnu’l-Hattab’ın hançerlendiği gece huzuruna girdi ve Ömer’i sabah namazı için uyandırdı. Ömer:”Namazı terkedenin İslam’dan nasibi yoktur!” buyurdu. Sonra Ömer, yarasından kan aktığı halde namaz kıldı.” [Muvatta, Tahâret 51, (1,39-40).]

 

Ayakkabılar pis değildir

3514-Ebû Dâvud’da Ebû Hüreyre’den bir rivayet şöyle: “Resûlullah buyurdular ki: “Sizden biri, ayakkabısıyla bir pisliğe basarsa, bilesiniz, toprak onu temizler.” [Ebû Dâvud, Tahâret 141, (385, 386).]

 

posted in ABDEST | 4 Comments