-
6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

RAHİP BAHİRA OLAYI DOĞRU DEĞİLDİR!

“Tirmizi’nin rivayetine göre Bahira olayı şöyledir: “Ebu Talib, Şam’a ticarete çıktı. Muhammed de Kureyş’in ileri gelenleri ve amcasıyla beraber gitti. Rahib’in oraya vardıklarında konakladılar ve hayvanlarının palanlarını çözdüler. Bu esnada rahip yanlarına geldi. Daha önceleri ona uğradıkları halde, yanlarına gelmez, onlarla ilgilenmezdi. Hayvanların palanlarını çözerken rahip aralarında gezinmeye başladı, gelip Muhammed’in elini tuttu ve şöyle dedi: “Bu âlemlerin efendisidir. Bu alemlerin Rabb’inin Rasuludur. Allah onu alemlere rahmet olarak gönderecektir.” Kureyş’in bazı ileri gelenleri, “Nereden biliyorsun?” diye sordular. O da şöyle dedi: “Sizler tepeden bu tarafa seğirttiğinizde bütün ağaçlar ve taşlar secdeye kapandı. Oysa onlar, sadece bir peygamber için secdeye kapanırlar. Ayrıca ben onu omuz kıkırdağının altında elma gibi duran peygamberlik mühründen de tanırım.”

Rahip daha sonra döndü ve onlara yemek hazırlayıp getirdi. Muhammed o an develerle ilgileniyordu. Rahip “Onu da çağırın” dedi. Muhammed kendisini gölgelendiren bir bulutun altına geldi. Topluluğa yaklaştığında, onların kendisinden önce ağacın gölgesinde oturduklarını gördü. Muhammed oturunca, ağacın gölgesi onun üzerine yöneldi. Rahip “Ağacın gölgesine bakın, onun üzerine yöneldi!” dedi. Rahip yanlarında durup, “Rumlar görürlerse tanırlar ve öldürürler. Bu sebeple Rum diyarına götürmeyin” diye ısrar edip durdu. Bu esnada Rum tarafından yedi kişinin geldiğini gördü. Onları karşıladı ve “niçin geldiniz?” diye sordu. “Şu peygamber bu ayda çıkacak diye geldik. Her tarafa adam gönderildi, onun haberi bize de ulaştı ve senin bu yola gönderildik” dediler. Rahip “Arkanızda sizden daha hayırlı (fazla bilgi sahibi) kimse var mı?” diye sordu. Onlar, “Bize sadece onun senin bu yolda olduğun haber verildi” dediler. Rahip onlara “Allah’ın yapmak istediği bir işi herhangi bir insanın engelleyebileceğini düşünebilir misiniz?” diye sordu. Onlar “hayır.” cevabını verdiler. Sonra ona beyat edip birlikte bekleştiler. Rahip daha sonra (Kureyşliler’e dönerek) “Allah için söyleyin, bunun velisi hanginiz?” diye sordu. Onlar “Ebu Talib’tir.” dediler. Rahip ısrarla Muhammed’i geri göndermesini istedi. O da geri gönderdi. Ebu Bekir de Bilal’i onun yanına kattı. Rahip, Muhammed’e azık olarak çörek, (katık olarak) zeytinyağı verdi.” (Tirmizi, menakıb 50, babu ma cae fi bedi nübüvveti’n-nebi (3), rakam 3620. Tarih, siyer ve benzeri başka kaynaklar için de bakınız; Enbiya Yıldırım, Age, 198-199.)

Bu ve başka rivayetlerde “Rahip, olağanüstü bir şekilde görür görmez Hz. Peygamber’i tanıyor ve peygamber olacağını bildiriyor, Hz. Peygamber kafile ile beraber tepeyi aştığında taşlar ve ağaçlar secdeye kapanıyor, Rasulullah kendisini gölgelendiren bir bulutun altında yürüyor, ağacın altına oturduğunda ağacın gölgesi insanların üzerinden Rasulullah’ın üzerine kayıyor, rahip, Hz. Peygamber’in son Rasul olduğunu anlıyor ve sırtındaki nübüvvet mührünü keşfediyor, Rum diyarına-başka rivayetlerde yahudilerin yanına-götürülmemesini, çünkü öldüreceklerini söylerken, çıkacak son Peygamber’in yolda bulunduğunu tesbit eden yedi Rum da Hz. Peygamber’in oraya geldiğini önceden tespit ediyor ve çıkıp geliyorlar. Şüphesiz bütün bunlar senaryonun birer karesi olarak kurgulanmıştır. Şöyle ki:

1- Hz. Peygamber ölünceye kadar bu yolculuk sırasında karşılaştığı olaylardan ve rahipten hiç sözetmemiştir.

2- Acaba tüm bu bilgiler Hz. Muhammed’in son peygamber olacağını açıkça ortaya koyar ve Yahudisi, Rum’u, Papazı herkes bunu görüp kendisini teşhis ederken, onun en yakınları, akrabaları, çevresi, büyükleri, Mekke ve Medine’deki Kitap Ehli’nin neden hiç ilgisi ve bilgisi olmamıştır?

3- Acaba bütün bu olaylar ve durumlar kafilede bulunan insanların hiç mi ilgisini çekmedi? Hiç mi bunun ne olduğunu, niçin olduğunu, kimin için olduğunu, niçin yalnız onu gölgelendirdiğini sormadılar veya görmediler?

4- Mekke ile Rahib’in memleketi Busra arası yüzlerce kilometre uzak olup yol boyunca taşların ve ağaçların Hz. Muhammed’i selamlayıp ona secde ettiğini, bulutun onu gölgelendirdiğini bu insanlar görmediği halde Rahip nasıl gördü ve anladı?

5- Rasulullah’ın peygamberliğini gösteren bu kadar olağanüstü şeyler meydana gelir ve deliller ortaya çıkarken, yolculuğa katılanlardan onun peygamberliğine yetişenler bunu hatırlayarak neden İslam çağrısını kabul etmediler? Neden Muhammed’i yanında götüren ve sözde olaya tanık olan Ebu Talib kendisi ona inanmadı ve bundan kimseye söz etmedi?

6- Bütün bunları insanlar gördüğü ve bildiği halde, Rasulullah dini tebliğe başladığı zaman tepki gösterenler neden bu olayı gündeme getirmemiştir? Neden bu kadar tepki görüp yalnız kalırken ve sıkıntılarla karşılaşırken, bunu bilenlerden biri çıkıp olayı hatırlatmamış ve inanmaları gerektiğini söylememiştir? Bu kadar harika halleri görülen bir insana niçin hemen inanıp itaat etmemişlerdir?

7- Acaba bu muhteşem olayları görenlerin en azından Mekke’ye dönünce bütün halka olanları anlatması ve Rasulullah tebliğe başlayınca zaten kabule hazır olan büyük bir kitlenin birden İslam’ı kabul etmesi gerekmez miydi?

8- Hz. Muhammed’ten önce nice peygamberler geldi geçti ama hiçbirine ağaçlar ve taşlar secdeye kapanmadığı, onları ağaçlar ve bulutlar gölgelendirmediği, çocuk yaşta peygamberliklerini kimse tanımadığı ve öldürmek için insanlar seferber olmadığı halde, neden Hz. Peygamber için bütün bunlar olmaktadır? Daha sonra belirteceğimiz gibi, ağaçların, taşların, hayvanların bir insana secde etmesi tevhide ve Allah’ın sosyal yasalarına aykırı değil midir? ( -Allah, yerde ve göklerde olan herkesin/herşeyin kendisine secde ettiğini söyler. Mesela bakınız, Rad, 15, Nahl, 49, Hac, 18 )

9-Bu kadar olağanüstü halleri yaşayan ve bilgi sahibi olan Hz. Peygamber Hira’da ilk vahye muhatab olduğunda neden şok oldu? Önceden bu halleri yaşayıp bazı bilgilere sahip birisi olarak bunu soğukkanlılıkla karşılaması gerekmez miydi?

10-Rahip, Hz. Peygamber’in tanınıp kendisine zarar verilmesinden korkarak geri gönderilmesini sağlıyor. Oysa Hz. Peygamber daha sonra Hatice adına Şam tarafına ticaret kervanları düzenleyip, bizzat başlarında bulunuyordu. Bu ikisi nasıl bağdaşır? O yaşlarda yabancı yerlere gitmesi tehlikeli olan Hz. Muhammed için genç yaşlarında aynı tehlike mevcut değil miydi?

11- Rivayetlerden anlaşıldığına göre bu yolculuk, Hz. Peygamber henüz 13 yaşında, Ebu Bekir de 11 yaşında iken olmuştur. Bilal bu yolculuğa katılmadığı gibi, Ebu Bekir’le de henüz bir ilgisi yoktur. Hatta Bilal henüz doğmamıştır. Hz. Peygamber’den iki yaş küçük olan Hz. Ebu Bekir’in Hz. Muhammed’e korumalık yapmak için zaten yaşı elverişli değildi.

12- Ayet, “Ey inananlar! Yoldan çıkmış/fasık biri size bir haber getirirse, onun içyüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir millete kötülük edersiniz de sonra ettiğinize pişman olursunuz.” (49 Hucurat/6) dediği halde, Peygamberlik gibi önemli bir konuda Müslüman olmayan birinin şahitliğine nasıl itibar edilir?

13- Ve nihayet Kur’an’ın “Sen, sana bu Kitab’ın verileceğini ummazdın. O ancak Rabbinin bir rahmetidir…”(28 Kasas/86) “İşte sana da buyruğumuzla Cebrail”i gönderdik; sen önceden Kitap nedir, iman nedir bilmezdin…”(42 Şura/52) gibi ayetler, Hz. Muhammed’in böyle bir olayı yaşadığını yalanlamaktadır. Çünkü böyle bir olayı yaşasaydı, en azından peygamber olacağına ilişkin bilgisi ve beklentisi olurdu. Kur’an ise, böyle bir bilgisinin ve beklentisinin olmadığını söylemektedir.

Öyle anlaşılıyor ki Rahip Bahira ve Rum diyarından gelenler olayı olsun, Hz. Muhammed’in doğumu öncesinde ve sırasında meydana geldiği iddia edilen olaylar olsun, Hz. İsa’nın doğumunu anlatan İncil’in şu söylediklerinin Hz. Muhammed için uyarlanmış versiyonu gibidir:

“İsa, kral Herodes zamanında, Yahudiye’nin Beytlehem şehrinde doğduğu zaman, Kudüs’e müneccimler geldiler 2. Ve şöyle dediler: “Yahudilerin yeni doğan kralı nerede? Çünkü doğuda onun yıldızını gördük ve ona secde etmeye geldik.” 3. Bunu işitince kral Herodes ve onunla birlikte bütün Kudüs telaşlandı. 4. Herodes halkın bütün başkahinlerini ve yazıcılarını biraraya toplayarak onlardan Mesih’in nerede doğacağını soruşturdu. 5. Yahudiye’nin Beytlehem’inde, cevabını verdiler, çünkü peygamber tarafından şöyle yazılmış bulunmaktadır: 6. Ve sen ey Beytlehem, Yahuda diyarı, başlıca Yahuda şehirleri arasında en önemsizi kuşkusuz sen değilsin; çünkü kavmim İsrail’e çobanlık edecek önder senden çıkacaktır.” 7. Bunun üzerine Herodes müneccimleri gizlice çağırttı ve onlardan yıldızın ne zaman gözüktüğünü iyice öğrendi. 8. ve şöyle diyerek onları Beytlehem’e gönderdi: “Gidin, çocuk hakkında tam bilgi alın. Onu bulduğunuz zaman bana bildirin ben de gelip ona secde edeyim.” 9. Kralın bu sözleri üzerine müneccimler yola çıktılar ve baktılar ki, doğuda gördükleri yıldız önlerinde gitmektedir, yıldız çocuğun bulunduğu yerin üzerine gelince durdu. 10. Yıldızı görüp büyük bir sevince kapıldılar. 11. Eve girip, çocuğu anası Meryem ile birlikte buldular ve yere kapanarak ona secde ettiler ve hazinelerini açarak, ona hediye olarak altın, günlük ve mür sundular. 12. Daha sonra, rüyada kendilerine Herodes’in yanına dönmemeleri bildirildiğinden, başka bir yoldan ülkelerine döndüler. 13. Onlar yola çıktıktan sonra Rabbin meleği, Yusuf’a(1) rüyasında görünüp, şöyle dedi: “Kalk, anası ile çocuğu al ve Mısır’a kaç. Ben sana söyleyinceye kadar orada kal, çünkü Herodes çocuğu yok etmek için arayacaktır. 14. Yusuf kalktı, gece annesiyle çocuğu aldı ve Mısır’a kaçtı. 15. Herodes’in ölümüne kadar orada kaldı. Böylece peygamber aracılığı ile Rabbin bildirdiği şu sözler yerine gelmiş oldu: “Oğlumu Mısır’dan çağırdım.” (Matta, 2/1-15 )

Görüldüğü gibi Şam’daki Bahira yerine Kudüs’teki Yusuf, Bulut yerine Yıldız, Rum diyarından adamlar yerine Rum kral’ının müneccimleri, ticaret kafilesindekiler yerine Meryem ve İsa, Kudüs yerine Mekke figür olarak kullanılmıştır. İncil’in anlattıklarının devamında Kral ölüyor, Yusuf, korkusundan Kudüs’e değil, Meryem ve İsa ile beraber Celile’ye dönüyor ve Nasıra’ya yerleşiyor. (Matta, 1/19-23) Bahira olayında da Muhammed’in yanına Bilal verilerek kurtulması için Mekke’ye gönderiliyor.

Nitekim Fıkhu’s-Sîre yazarı Muhammed Gazali, Rahip Bahira olayını anlatan rivayetlerde, anlatılan olayın bazıları tarafından Buda’nın ve Hz. İsa’nın düşmanları tarafından arandığını anlatan olaylarla benzerlik taşıdığını söylediklerini ve dolaylı olarak içine sinmediğini belirtmektedir .(2)

Sonuç olarak, bu rivayetlerin tarihe ve realitelere aykırı, abartmalarla dolu, senedi çürük olup yüceltmeci zihniyet tarafından İncil’den uyarlanarak Hz. Muhammed için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Kaldı ki Rasulullah’ı çocuk yaşta bir papazla irtibatlandırmanın, İslam’ı lekeleyip, Rasulullah’ın küçüklüğünden itibaren Kitap Ehli’nden bilgi aldığını iddia ederek İslam’ın Yahudilik ve Hıristiyanlıktan devşirme bir din olduğunu göstermek isteyenlerin ekmeğine yağ sürmekten başka hiçbir yararı yoktur.

Nitekim Kur’an’ın Allah’ın vahyi olduğunu kabul etmeyen ve Muhammed’in Yahudilik ve Hıristiyanlıktan İslam’ı devşirdiğini iddia eden kimi oryantalistler(3) , Kur’an’ın, Kitap Ehli ve Orta Doğu kültürlerinden Muhammed’in derleyip şaheser bir anlatımla meydana getirdiği bir kompozisyon olduğunu iddia etmektedirler.(4) Örneğin, fanatik Fransız oryantalistlerden Baron Carra De Vaux, yazdığı Bahira Kur’anı kitabında bunu seslendirerek Kur’an’ın Bahira’nın öğrettiği bilgiler olduğunu iddia etmektedir. Yine onlardan biri olan Corci Zeydan, yazdığı tarihsel hikaye ve romanlarında Müslümanların Kuzey Arabistan bölgesinde yaptıkları fetihlerde başrolü oradaki manastırlarda görev yapan rahiplerin oynadığını ve bütün faziletin onlara ait olduğunu ileri sürmektedir. Şüphesiz Rahip Bahira senaryosu da bu gibilere ballı kaymak bir malzeme vermektedir. (5)

Araştırmacı bir Siyer ve İslam Tarihi yazarı olarak bildiğimiz İmaduddin Halil’in başkaları gibi bu rivayetleri eleştirmeden kabullenip Hz. Muhammed’in hayatından bir kesit olarak kitabında anlatmasını (6), yine değerli araştırmacı yazar Celaleddin Vatandaş’ın çok değerli bir siyer çalışması olarak gördüğümüz ve uzun alıntılar yaptığımız “Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti” kitabında yüklenen işlevi eleştirmekle beraber söz konusu olayı kabullenmesini(7) yanlış bulduğumuzu belirtmeliyiz. Hz. Muhammed hakkında yapılan abartma ve aşırı yüceltmeleri Dr. Hatice Kelpetin Arpaguş şöyle değerlendirir:

“Hz. Peygamber’in yanında bulunan ashabın doğal kabul ettiği birçok husus sonraları beşer muhayyilesine ağır gelmeye başlamış, sevgi ve hürmetin eklenmesiyle de Rasul-i Ekrem beşeri sıfatlardan tecrit edilerek gerçek varlığının ötesine götürülmüştür. Beşerin temel vasfı faniliktir. Hz. Peygamber de herkes gibi ölümü tatmıştır. Hicri ilk asırda ortaya çıkmaya başlayan Peygamber’i beşer üstü görme temayülleri Süyuti’de (ö. 911/1505) en kesin ifadesini bulmuştur. Rasul-i Ekrem’in ruhen ve bedenen canlı olup tassarrufta bulunduğu fikri doğmakla kalmamış, Hz. Muhammed’i canlı olarak görüp onunla konuşma anlayışı da yayılmaya başlamış ve muhaddisler tarafından incelenip zayıf bulunan hadisler bu metotla sahihleştirilmeye çalışılmıştır. Hicri 3. yüzyılda Tüsteri (ö. 283/896) tarafından ortaya konulan Allah’ın kendi nurundan Muhammed’in nurunu yarattığı görüşüyle gelişen Nur-u Muhammedî anlayışı da bu fikrin en büyük destekçisi olmuştur. Çünkü “vücud-u mutlak’ın taayyün ettiği (ortaya çıktığı, şekillendiği) ilk mertebe Hakikat-i Muhammediyye’dir. Bundan dolayı Hz. Peygamber’in vefat etmesi diye bir şey söz konusu değildir(8 ) . Bu nur ezeli ve ebedidir. Birbirini destekleyen bu anlayışlar neticesinde Hz. Peygamber’in bedenen vefat etmiş olsa da ruhen canlı olduğu, mülk ve melekut âlemindeki tasarruflarına devam ettiği fikri doğmuş ve yayılmıştır.” (9). Kaynak: İbrahim Sarmış, Hz. Muhammedi doğru anlamak, 1.Cilt Ekin yay. sa.55-60

posted in *PEYGAMBER | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“Hz. Muhammed’in okuryazar olmadığı görüşü genel anlamıyla doğru olamaz. Bu anlayış, Kur’ân’ın, Hz. Muhammed’in, daha önce bir ‘Kitap’ okumadığını ve eliyle kitap yazmadığını belirten Ankebût Suresi’nin 48’inci âyetin yanlış anlaşılmasından kaynaklanır. Oysa o âyette Hz. Muhammed’in okuma yazma bilmediği değil, o çevrede tek dinî Kitap olan Tevrat’ı okumadığı ve onu yazmadığı, Kur’ân’ı bir yerden okuyarak değil, vahiy ile aldığı anlatılır. Bazı ‘Kitap’ ehli kimseler, Kur’ân’da anlatılanların Tevrat ve İncîl’den iktibas edildiğini söylemiş olmalılar ki 47. ve 48. âyetler, Peygamber (SAV.)in, önceden bir ‘Kitap’ okumadığını, yazmadığını; bu söylediklerinin, kendilerine ilim verilmiş olanların hafızalarında bulunan âyetler olduğunu belirtiyor. * Peygamber’in (SAV) tahsil görmediği, tam anlamıyla okuryazar bir insan olmadığı bir gerçektir. Fakat bu, onun hiç yazı bilmediği anlamına gelmez. Hz. Muhammed gibi son derece zeki ve aynı zamanda ticaret filosu yönetmiş bir insanın, en az arkadaşları Ebubekir, Ömer vb. kadar yazı bilmiş olması gayet doğal. Çünkü özel bir eğitim görmemiş olan o insanlar da Hz. Muhammed ile aynı ortam içinde yetişmişlerdi. Onlar yazı bilirken Hz. Muhammed niçin zorunlu şeyleri yazacak kadar yazı bilmesin ki?

Buhârî’deki rivayete göre Hudeybiye Barış Antlaşması yazılırken Kureyş delegesi “Allah’ın Elçisi Muhammed” sözünü kabul etmeyince Hz. Muhammed, antlaşmayı yazan Alî’ye “Allah’ın elçisi” sözünü silmesini emretmiş, fakat Alî, bu sözü silemeyeceğini söyleyince Peygamber (S.A.V), sayfayı alıp, o sözü silmiş ve kendi adını yazmış. Bir başka rivayette de “yazısı iyi değildi” kaydı vardır. Kadı Ebû’l-Velîd el-Bâcî, bu rivayete dayanarak Peygamber’in yazı bildiğini ispat etmek için bir kitap yazmış ve bu kitap, yazarın üzerine şimşekleri çekmiştir. * Bir rivayete göre de Peygamber (SAV) Mu’âviye’ye, Akra ve Uyeyne için ta’lîmât yazmasını emretmiş, Uyeyne, bu yazılan ta’lîmatı “Götüreyim mi?” diye sorunca Allah’ın Elçisi yazılan sahîfeyi alıp bakmış ve: “Sana emredilenleri yazmış” demiş. Bu rivayeti aktaran Yunus: “Bize göre Allah’ın Elçisi, kendisine vahiy geldikten sonra yazı yazmıştır” demiştir. Kadı İyâd da gelen haberlerin, Peygamber’in harfleri ve bunların güzel yazılımını bildiğini kanıtladığını belirtmektedir. (Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -28/11/2003)

“Hz. Muhammed’in, zamanında mevcut ‘Kitap’ı okuması mümkün değildi. Çünkü İbrânîce olan o ‘Kitap’ kendisinden dört asır sonra Arapça’ya çevrilmişti. Onun için Hz. Peygamber’in Kitâb-ı Mukaddes’i okumadığı ve ondan parçalar yazmadığı muhakkaktır. Ayrıca âyette, “Bundan önce bir ‘Kitap’ okumuyordun ve onu elinle yazmıyorsun” denilir. Bu ifadeden, bundan sonra, yani kendisine vahiy gelmeye başladıktan sonra da hiç yazı yazmadığı anlamı çıkmaz. Biz sanıyoruz ki Peygamber Aleyhisselâm, en az bazı arkadaşları ve vahiy kâtipleri kadar yazı biliyordu ve yazdırdıklarını kendisi de kontrol edip, bir nüshasını evinde saklıyordu. “İnkâr edenler. ‘Bu (Kur’ân), yalandan başka bir şey değildir. (Muhammed) Onu uydurdu, başka bir topluluk da kendisine yardım etti’ dediler ve kesin bir haksızlığa ve iftiraya vardılar.’ Evvelkilerin masallan, onları yazmış, sabah akşam onlar kendisine imlâ (dikte) ediliyor’.” (Furkan: 42/4-5) âyetlerinden de Hz. Peygamber’in, yazı bildiği anlaşılır. Müşriklere göre Kur’ân, Allah’ın sözü veya vahiy değil, Hz. Muhammed’e başkalarının yazdırdığı, yahut başkalarından derlediği sözlerden ibaret. Bu sözler, öncekilerin satır satır yazdıkları destan ve öykülerdir. Böyle söyleyenlere cevaben Kur’ân’ın, bağışlayan, esirgeyen Allah’ın indirdiği vurgulanıyor.” (Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -29/11/2003)

“Müşrik liderler, Kur’ân’ın, Hz. Muhammed’e imlâ edildiğini yani yazdırıldığını ve kendisinin de “İktetebchâ: onları yazdı”ğını iddia ettiklerine göre Peygamberin yazı bildiğine inanmış olmaları gerekir. Bu kelimeleri yoruma tabi tutmadan kendi anlamlarında kullanırsak direkt manası budur. Bu takdirde Hz. Muhammed’in, hiç okuma – yazma bilmediği savı, pek doğru görünmemektedir. Onun ümmîlik vasfını, okur yazar olmadığı şeklinde açıklamakla âyetin kelimeleri, yorumlara tabi tutularak bunlara asıl manaları dışında anlamlar yüklenmiştir. Oysa Âlûsî’nin belirttiği gibi âyetteki “ik-tetebehâ” kelimesinin asıl anlamı yazdı veya yazmak istedi; “tumlâ aleyhi” nin asıl anlamı da ona yazdırılıyor, demektir. Yani Hz. Muhammed’in yazmak istediği bu Kur’ân sözleri, sabah akşam kendisine yazdırılıyor, demektir. Nitekim Süyûtî’nin tespitine göre, Haris el-Muhâsibî, şöyle demiştir: “Kur’ân’ın derlenmesi, yeni bir şey değildi. Çünkü Peygamber (SAV), onun yazılmasını emrederdi. Ancak Kur’ân, ruk’alar (ince deri ve kâğıt parçaları), kürek kemikleri ve hurma kabukları üzerine yazılmıştı. Bunlar, Hz. Peygamber’in evinde dağınık vaziyette duruyordu. Ebûbekir, dağınık vaziyette yazılı bulunan Kur’ân’ı, bir yere yazdırarak toplu hale getirdi ve bir cilt halinde bağladı ki zayi olmasın.” “Eğer o, (Muhammed), bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, Elbette onun sağını (elini veya kuvvetini) alırdık. Sonra onun can damarını keserdik. Sizden hiç kimse buna engel olamazdı. O (Kur’ân), korunanlar için bir öğüttür.” (Hakka: 78A-44-48) Bu söylemden de, Hz. Muhammed’in yazı bildiği anlaşılır. Çünkü sağ el, genelde yazı yazmakta kullanılır. Ayette eğer Hz. Muhammed, uydurup yazdığı sözleri bizim üstümüze atmış olsa, onun, bunları yazan sağ elini Allah’ın alacağı, onu felç edeceği belirtilmektedir. Demek ki o, sağ eliyle yazı yazabiliyordu ki böyle bir söylemle, onun bu sözleri uydurup yazmadığı vurgulanmaktadır. Eğer o, zaten yazamıyorduysa, böyle bir durumda sağ elinin alınacağı şeklinde uyarılmasına gerek olmazdı. Peygamber’in yazı bilmiş olması, ümmîlik vasfına aykırı değil, çünkü ümmî, yazı bilmez, okur yazar olmayan demek değil, yazılı bir “İlâhî kitâp”ı olmayan demektir ki bu, yalnız Hz. Muhammed’in değil, gönderildiği toplumun da genel vasfıdır. Nitekim: “Allah’tır ki ümmîler arasında, kendilerinden olan bir elçi gönderdi.” denir. Fakat Kur’ân, Hz. Muhammed’e (SAV) sadece vahiy ile bildirilmiştir. Aksi takdirde ümmî toplum içinde yetişmiş, ümmî bir insanın, bu gerçekleri, yanlışlardan ayıklayarak, bu kadar erişilmez bir üslûp içinde anlatması mümkün olmazdı. Aradan ondört asır geçmesine rağmen bugün dahi bir köyde yetişen, zar zor bir iki kelime yazabilen birinin, edebî bir kitap yazması veya söyleyip yazdırması, toplumu yönetecek yasalar, koyması mümkün değil. Bu, bugün olmadığına göre ondört asır önce hiç olmaz.” (Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -30/11/2003)

posted in *PEYGAMBER | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

4351-Ebu Hureyre anlatıyor: “Resûlullah buyurdular ki:”Her peygambere mutlaka insanların inanmakta olageldikleri şeyler cinsinden bir mucize verilmiştir. Ama bana verilen (mucize) ise vahiydir ve bunu bana Allah vahyetmiştir. Bu sebeple Kıyamet günü, diğer peygamberlere nazaran etbâı en çok olan peygamberin ben olacağımı ümid ediyorum.” [Buharî, Fezâilu’l-Kur’ân 1, Î’tisâm 1; Müslim, İman 239, (152).]

“Bizi mucizelerle peygamber göndermekten alıkoyan şey, ancak önceki milletlerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semud’a gözleri göre göre mucize olmak üzere o dişi deveyi verdik de onunla kendilerine zulmettiler; oysa Biz o mucizeleri, ancak korkutmak için göndeririz.” (17İsra/59)

“Dediler ki: Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça; yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça; yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe; yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe; yahut altından bir evin olmadıkça; ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz.” De ki: “Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak resûl olarak gönderilen bir beşerim.” Zaten, kendilerine hidayet rehberi geldiğinde, insanların (buna) inanmalarını sırf, «Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi?» demeleri engellemiştir. Şunu söyle: Eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten, peygamber olarak bir melek gönderirdik. De ki: Benimle sizin aranızda gerçek şahit olarak Allah kâfidir. Zira O, kullarını hakikaten bilip görmektedir.” (17İsra/90-96)

“Nitekim «Ona Rabbinden mucizeler indirilse ya!» dediler. De ki: «O mucizeler hep Allah’ın katındadır.Ben ise sadece açık bir uyancıyım.» Sana indirdiğimiz ve onlara okunmakta olan kitap, kendilerine yetmedi mi? Bunda iman edecek bir kavim için elbette bir rahmet ve öğüt vardır.” (29Ankebut/50-51)

“Eğer kendilerine bir mu’cize gelirse ona mutlaka inanacaklarına olanca güçleriyle Allah’a yemin ettiler. De ki: “Mu’cizeler ancak Allâh’ın yanındadır.” O (mu’cize) gelmiş olsa da onların inanmayacağının farkında değil misiniz?” (6En’am/109)

“Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar. Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah’ın kelimelerini (kanunlarını) değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin haberlerinden bazısı sana da geldi. Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldi ise, yapabilirsen yerin içine inebileceğin bir tünel ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplayıp birleştirirdi, o halde sakın cahillerden olma!” (6En’am/33-35)

 

 

“7- Dediler; “Bu Elçiye ne oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor? Ona kendisiyle beraber uyarıcı olacak, bir melek indirilmeli değil mi? 8- Yahut üstüne bir hazîne atılmalı, yahut kendisinin, ürününden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil mi?” Ve zâlimler: “Siz başka değil, sadece büyü­lenmiş bir adama uyuyorsunuz” dediler. 9- Bak, senin için nasıl benzetmeler yaptılar da saptılar. Artık bir daha yolu bulamazlar. 10- Yücedir O ki dilerse sana bundan daha hayırlısını altından ırmaklar akan bahçeler verir ve senin İçin saraylar yapar. (25/7-10)

Bu âyetlerde müşriklerin, Hz. Muhammed (s.a.v.)e, alay maksadıyla söyledikleri sözler anlatılıyor. Onlara göre Hz. Muhammed gerçekten pey­gamber ise neden yemek yiyor, sokaklarda geziyor? Allah ona bir melek indirmeli, o melek de onunla beraber insanları uyarmalıdır. İnsanları kendisine inandırmak için bu kadar çaba harcamasına ne gerek var? Peygamber olağan üstü bir insan olmalı, diğer insanların yapamayacağı şeyleri yapabilmelidir. Onun üstüne gökten bir hazine atılmalı, meyvelerinden yiyeceği bir bahçesi olmalı. Bunları alay amacıyla söyleyenler, sonunda da Hz. Muhammed (s.-a.v.)in. büyülenmiş bir insandan başka bir şey olmadığını vurguluyorlar.

Bizi âyetler (mu’cizeler) göndermekten alıkoyan şey, evvelkilerin, (onları) yalanlamış olmasıdır. Semûd(kavmin)e açık bir mu’cize olarak dişi deveyi verdik, o zulmetmelerine sebeb oldu (deveyi boğazlayarak kedilerine yazık etmiş oldular), Biz mu’cizeler i, yalnız korkutmak için göndeririz- (17/59)

17/59. âyette, Allah’ın, müşriklerin istedikleri mu’cizeleri neden göndermediği açıklanıyor. Daha önceki milletler de mu’cize istemişler, fakat mu’cizeleri gördükten sonra da yalanlamışlar, bu yüzden cezalandırılmışlardır. Semûd kavmine de, apaçık ibret dolu mu’cize olarak Deve verilmiş, yine yalanlamışlar, Deveye haksızlık etmişlerdi. Allah, mu’cizeleri korkutup uyarmak için gönderir. Mu’cizeleri gördükleri halde yalan­layanlar cezalandırılırlar.

“Kavmi dağları yürütmesini, melekleri indirmesini ve buna benzer mu’cizeler göstermesini istediler. Allah bunları yapmıyordu. Halkı imtihan ediyordu. Peygamberini tasdik hususunda Allah’a itaatlerini, imanlarının delillerden, düşüncelerden kaynaklanmasını istiyordu. Tâ ki, bu imanları karşılığında sevap alabilsinler. Perde kaldırılıp onlara zorunlu bilgi oluşsaydı, sevap ve cezayı gerektiren hikmet de kalkardı. Çünkü insan bilfiil kazanmadığı bir şeyden sevab alamaz. Nitekim renklerinden, saçlarından ve bunlar gibi kendi eserleri olmayan şeylerden dolayı insanlar sevab alamazlar. Allah kanıtı, İnsan düşüncesinin kısmî bilgiye ulaşması için vermiştir. Bu da ancak kalb işi (düşünce) ile oluşur ki, o da ancak delile ve mu’cizenin, peygamberin doğruluğuna kanıt olup olmadığına bakmaktan ibarettir. Yoksa yüce Allah, kelâmını peygamber göndermeden doğrudan doğruya da duyurabilirdi. Fakat Cenab-ı Hak işleri iki cihana bölmüştür; dünyâ işlerini nazar (gözlem), istidlal (akıl yürütme, kanıtlama), düşünce ve İbretlerden doğan bilgiye dayandırmıştır. Çünkü dünyâ kulluk ve sınav evidir. Âhiret işlerini de zorunlu bilgiye bağlamıştır. Zorunlu olarak doğan bilgiye sevap ve ceza gelmez. Oradaki ceza, ilk evde (dünyâda) kazanılan eylemlere bağlıdır. O’nun düzenlediği bir hikmet ve O’nun verdiği bir hüküm!

Muhakkak ki Hz. Muhammed’in elinden pek çok mu’cize zuhur etmiştir. Kuran onun ebedî mu’cizesidir. Diğerleri, kendi zamanına özgü kalmıştır. Bunlardan meşhur ve çok yaygın birkaçına değinmekte fayda görüyoruz:

Hz. Peygamber’in bazı mu’cizelerini bizzat Kur’ân-ı Kerîm haber vermiştir: Bedir harbinde Cenâb-ı Hak İslâm askerlerini, görünmeyen güç­lerle desteklediğini bildiriyor: “Siz Rabbinizden yardım istiyordunuz, O da: ‘Ben size birbiri ardınca bin melek ite yardım edeceğim,’ diye du’ânızı kabul buyurmuştu. Allah bunu ancak müjde olsun (sevmesiniz) ve kalbiniz bununla yatışsın (güvene ve huzura kavuşsun) diye yapmıştı. Yardım, yalnız Allah katındandır. Allah dâima üstün, hüküm ve hikmet sahibidir.” [93]

“(Allah mü’minlere yardım eder). Nitekim Allah, zayıf durumda bulunduğunuz Bedir’de de size yardım etmişti. O halde Allah’tan korkun kt, şükredesiniz, O zaman sen mü’minlere: ‘Rabbinizin, size, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi, size yetmez mi?’ diyordun. Evet, sabreder, korunursamz; onlar hemen şu dakikada üzerinize gelseler, Rabbiniz size nişanlı beşbin melekle yardım eder. “[94]

“Ey inananlar, Allah’ın size olan ni’metini hatırlayın, hani bir zaman size ordular gelmişti de biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görmekteydi.” (Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Mucize-Muhammed maddeleri)

 

posted in *PEYGAMBER | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

a)Ağaçların aşılanması: 5949-“Resûlullah Medine’ye geldiğinde, Medineliler hurma aşılıyorlardı: “Ne yapıyorsunuz?” diye onlara sordu. Medineliler: “Bu, eskiden beri yapmakta olduğumuz bir şey!” deyip (açıkladılar). Resûlullah da: “Eğer bunu yapmasanız belki de sizin için daha iyi olur!” buyurdular. Bunun üzerine Medineliler o işi bıraktılar. Hurma ağaçları (o yıl çağla) döktü (ve meyve tutmadı). Durum Resûlullah’a haber verilince şöyle buyurdular: “Bilin ki, ben bir beşerim. Size dininizle ilgili bir emirde bulunursam onu derhal alın. Eğer kendi re’yime dayanan bir şey emredersem, bilin ki ben bir insanım!” Müslim, Fezail 140, (2362).

b)Hukuki anlaşmazlık: 4897-“Resûlullah, odasının kapısında bir münakaşa işitmişti. Yanlarına çıkıp: “Ben bir beşerim. Bana ihtilaflılar gelir. Bunlardan biri, diğerine nazaran daha belâgatlı (ikna edici) olur. Ben de onun doğru söylediğini zanneder, lehine hükmederim. Ancak kime bir müslümanın hakkını vermiş isem, bunun ateşten bir parça olduğunu bilsin. O ateşi ister yüklensin, ister terketsin (kendisi bilir)” buyurdular.” [Buharî, Şehadat 27, Mezalim 16, Hiyel 9, Ahkam 20, 29, 31; Müslim, Akdiye 5, (1713); Muvatta, Akdiye 1, (2, 719); Ebu Davud, Akdiye 7, (3583, 3584); Tirmizî, Ahkam 11, (1339); Nesâî, Kudat 13, (8, 233).]

c)Kırıcılık: 5361-“Resûlullah buyurdular ki: “Allahım, ben senden hulf etmeyeceğin bir ahd talep ediyorum. (Biliyorsun) ben bir beşerim. Hangi mü’mine (hatâen) eziyet verir, kırıcı söz sarfeder, lânette bulunur, değnek vurup (canını yakar)sam bu haksızlığı onun hakkında, Kıyamet günü bir rahmet, (sevabında) bir artış, sana bir yaklaşma vesilesi kıl.” Buhari, Da’avat 34; Müslim, Birr 90, (2601).

d)Öfkelenmek: 5362-“Resûlullah’ın yanına iki kişi girdi. Resûlullah’a bir şeyler söylediler. Fakat ne söylediklerini bilmiyorum. Söyledikleriyle Resûlullah’ı kızdırmışlardı. Onlara lânet etti, sebbetti (kırıcı konuştu). Adamlar çıkınca: “Vallahi! Ey Allah’ın Resûlü! Bunların kazandığı hayrı kim kazanabilir?” dedim. “Bu da ne?” buyurdular. “Onlara lanet ettin, sebbettin” dedim. “Benim Rabbime ne şart koştuğumu bilmiyor musun? Dedim ki: “Allahım, ben bir beşerim. (Beşerin razı olduğu gibi razı olur, beşerin kızdığı gibi kızarım.) Öyleyse mü’minlerden hangisine (hak etmediği halde) lanet edersem, sebbedersem bunu onun hakkında (tahür (günahlarından temizlik vesilesi)), (sevabında) bir artış ve ücret kıl!” buyurdular.” Müslim, Birr 88, (2600).

e)Unutarak cünüp olarak namaz kılmaya girişim: 3785-“Namaza kalkılıp saflar düzlenmişti ki, Resûlullah geldi, namazgâhına geçti. O anda cünüb olduğunu hatırladı. Bize: “Yerinizde durun!” deyip, hemen ayrılıp yıkanmaya gitti. Gusledip dönünce başından henüz su damlıyordu. Tekbir getirdi, namaza durdu. Beraber namaz kıldık…” Buhari, Tirmizi ve diğer tüm altı kitap 3786-“Resûlullah, sabah namazını kıldırmak üzere (mescide) girmişti. Eliyle “Yerinizde durun!” diye işaret buyurdu (ve çıktı). Sonra başından su damladığı halde geri geldi ve cemaate namazlarını kıldırdı.” 3787-Bir rivayette: “…Namazı tamamlayınca: “Ben de bir insanım. (İlk geldiğimde) cünübtüm” buyurdu” denmiştir. [Buhârî, Gusl 17, Ezan 24, 25; Müslim, Mesâcid 157, (605); Muvatta, Tahâret 79, (1, 48); Ebu Dâvud, Tahâret 94] AÇIKLAMA:1-Yukarıdaki rivayetlerde, Resûlullah’ın sabah vaktinde cünüb olduğunu unutarak, cemaate namaz kıldırmak üzere camiye gelip namazgahına kadar geçtiğini görmekteyiz. Namaza duracağı sırada durumunu hatırlıyor; cemaate beklemelerini işaret buyurarak, hemen gidip yıkanıp dönüyor ve namazı kıldırıyor. Namazdan sonra, özrünü belirterek durumu tavzih ediyor. Ulema, bu hadisten peygamberlerin ibadet hususunda unutmalarının caiz olduğu hükmünü çıkarmıştır.

f)Unutarak cünüp olarak namaz kılma: 3788-“Hz. Ömer halka sabah namazını kıldırdı ve arkadan Curuf nam mevkideki arazisine gitti. Orada, elbisesinde meni bulaşığı gördü.”Biz dedi, yağlı yeyince, damarlarımız gevşedi (bu yüzden ihtilam olduk).”Derhal yıkandı ve elbisesinde gördüğü meni bulaşığını da yıkadı. Sonra, namazını iade etti.”

g)Namazı kaçırma: 2342-“Resûlullah’la beraber bir gece boyu yürüdük. Cemaatten bazıları: “Ey Allah’ın Resülü! Bize mola verseniz!” diye talepte bulundular. Efendimiz: “Namaz vaktine uyuya kalmanızdan korkuyorum” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Bilâl: “Ben sizi uyandırırım!” dedi. Böylece Resûlullah mola verdi ve herkes yattı. Nöbette kalan Bilâl de sırtını devesine dayamıştı ki gözleri kapanıverdi, o da uyuyakaldı. Güneşin doğmasıyla Resûlullah uyandı ve: “Ey Bilâl! Sözün ne oldu?” diye seslendi ve Hz. Bilâl: “Üzerime böyle bir uyku hiç çökmedi” diyerek cevap verdi. : “Allah Teâlâ , ruhlarınızı dilediği zaman kabzeder, dilediği zaman geri gönderir. Ey Bilâl! Halka namaz için ezan oku” buyurdu. Sonra abdest aldı ve güneş yükselip beyazlaşınca kalktı, kafileye cemaatle namaz kıldırdı.” Buhârî, Mevâkît 35, Tevhîd 31; Müslim, Mesâcid 309-311; Muvatta, Vaktu’s-Salât 25; Ebu Dâvud, Salât 11, (435-441); Tirmizî, Salât 130, (177), Tefsir, Tâ-hâ (3162); Nesâî, Mevâkît 53, 54, 55, (1, 294-298), İmâmet 47, (2,106).

3)Peygamber de bir insandır, unutabilir ve yanılabilir

2343-“Güneşin harareti onları uyandırınca kalktılar, bir müddet yürüdüler, sonra tekrar konaklayıp abdest aldılar. Hz. Bilâl ezan okudu… Sabah namazını kıldılar. Namazdan sonra hayvanlara binip yola koyuldular. Giderken birbirlerine: “Namazımızda ihmalkârlık ettik” diye yakınıyorlardı. Resûlullah: “Uyurken (vâki olan namaz kaçması) ihmal sayılmaz, ihmal uyanıklıktadır. Sizden biri, herhangi bir namazda gaflete düşer kaçırırsa, hatırlayınca onu hemen kılsın. Ertesi sabahın namazı da mütad vaktinde kılınır” buyurdu.” Buhârî, Mevâkît 35; Müslim, Mesâcid 309-311]

742-“Allah bir adamın içinde iki kalp yaratmadı…” (Ahzâb, 4) meâlindeki âyet hakkında şunu söylerdi: “Bir gün, Hz. Peygamber namaz kılmak için kalkmıştı, namazda bir hata yaptı. Cemaatte onunla namaz kılan münafıklar derhal: “Bakın, bunun iki kalbi var, bunlardan biri sizinle, biri onlarla (Ashabıyla)” dediler. İşte onların bu sözü üzerine bu âyet nazil oldu.” [Tirmizî, Tefsir, Ahzâb, (3197).]

posted in *PEYGAMBER | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“Allah, kâinatı hiç kimse için değil, kendisi için yaratmıştır. Allah, varlığı zorunlu ve kendi kendine vardır. Evren de başka bir varlıktan değil, kendi düşüncelerinden var olmuştur. Bizler ayrı ayrı varlıklar olarak var değildik ama Allah’ın bilgisinde vardık. Allah bizim varlığımız sonradan öğrenmiş değildir. Çünkü O’nun bilgisine yeni bilgiler eklenmez. O’nun bilgisi ne artar, ne eksilir, ezelde olduğu gibi hep aynıdır. Evren varlıktan, henüz ayrı ayrı şekiller halinde görünürler âlemine çıkmadan önce Allah’ın bilgisinde vardı. İşte Eflatun, evren varlıklarının, yaratıkların, bilgi yani ide halinde Allah’ın bilgisi durumuna “İdeler Âlemi” demiştir. İslâm tasavvufunda ise bilgi durumundaki varlıklara “a’yân-i sabite” denir.

Yaşayan olmasaydı…: İşte Allah, bilgisindeki bu varlıkları görünür âlemde bilgisine göre biçimlere koymuştur. Bunu niçin yapmıştır? Kendi sıfatlarını etkinleştirmek için. Zira Muhyiddin ibn Arabi’nin dediği gibi rızk verilenler olmadıkça rızk vericiliğin, bilinen olmadıktan sonra bilenin, yaşayanlar olmadıktan sonra yaşatıcılığın anlamı kalmaz. Allah yaşatandır, öldürendir, yeniden yaratandır, rızk verendir, bilendir, hükümdardır, hükmünü yürütendir, hasılı sayısız sıfatların sahibidir. Bu sıfatların etkinleşmesi için yaratıkların var olması gerekir. Işığı olmayan güneş düşünülemeyeceği gibi yaratığı olmayan yaratıcı da düşünülemez. İşte yüce Allah, kendi sıfatlarının etkinliği için evreni yaratmıştır.” (Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -20/2/2004)

posted in *PEYGAMBER | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

5391-“Resûlullah’ın yanına gitmiştik.”Sen bizim efendimizsin!” diye hitap ettik.”Efendi, Allah’tır!” buyurdular. Biz:”Fazilette en ileride olanımız, mertlikte en başta gelenimizsin!” dedik. Bize: “Söylediğinizin hepsi bu veya buna yakın bir söz olsun. Şeytan sizi (abartılı/mübalağalı metihlerde) koşturmasın!” buyurdular.” [Ebu Davud, Edeb 10, (4806).]

5392-“Hz. Ömer’in şöyle söylediğini işittim:”Resûlullah’ı dinledim diyordu ki: “Hakkımda, Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları aşırı övgülerde(İTRA’) bulunmayın. Şurası muhakkak ki ben bir kulum. Benim için “Allah’ın kulu ve elçisi” deyin.” [Buhârî, Enbiya 44,]

5394-“Resûlullah, meddahların ağzına toprak saçmamızı emretti.” [Tirmizî, Zühd 55, (2396).]

4338-“Resulullah buyurdular ki:”Bir kulun: Benim, Yunus İbnu Mettâ’dan hayırlı olduğumu” söylemesi uygun olmaz. Onun nesebi de babasınadır.” [Buhârî, Enbiya 35, Tefsir, Nisa 26, Tefsir, En’âm 4, Tefsir,

Saffât 1; Müslim, Fezâil 166, (2376); Ebu Dâvud, Sünnet 14]

4337-“Müslümanlardan biri ile Yahudilerden biri aralarında münakaşa edip küfürleştiler. Müslüman öbürüne:”Resulullah’ı âlemler üzerine seçkin kılan Zât-ı Zülcelâl’e kasem olsun!” diye yemin etti. Yahudi de: “Musa aleyhisselam’ı âlemler üzerine seçkin kılan Zât-ı Zülcelâl’e kasem olsun!” diye yemin etti. Derken, o böyle der demez, müslüman elini kaldırıp yahudi’ye bir tokat vurdu. Yahudi de doğruca Aleyhisselâtu vesselâm’a gidip hadiseyi haber verdi.:”Beni Hz. Musa’ya üstün kılmayın! Çünkü insanlar hep bayılacaklar. İlk kalkan ben olacağım. Ben ayılınca Hz. Musa’yı Arş’ın bir ucundan tutmuş göreceğim. Bilemiyorum. O, bayılıp hemen ayılanlardan mıdır, yoksa Allah’ın istisna ettiklerinden midir?” buyurdu.” [Buhârî, Husumât 1, Enbiya 34, 35, Rikâk 43, Tevhid 31; Müslim, Fezâil 160, (2373); Ebu Dâvud, Sünnet 14, (4671); Tirmizî, Tefsir, Zümer, (3240).]

Peygamberin kabrini mabede çevirmek: 2698-“Resûlullah şöyle dediler:” Allah yahudilere ve hıristiyanlara lânet etsin. Peygamberlerinin kabirlerini mescide çevirdiler.” [Buhârî, Salât 54; Müslim, Mesâcid 20, (530); Ebû Dâvud, Cenâiz 76; Nesâî, Cenâiz 106]

2699-“Resûlullah şöyle duâ buyurdular: “Allahım, kabrimi ibâdet edilen bir put kılma” (ve devamla dedi ki): “Nebilerinin kabirlerini mescidler haline getiren bir kavme Allah’ın öfkesi artmıştır.” [Muvatta, Kasru’s-Salât 85, (1, 172).]

2700-“Resûlullah, beni mezarlıkta namaz kılmaktan menetti. Beni Bâbil toprağında da namaz kılmaktan menetti (ve şöyle dedi:) “Zîra orası mel’undur.” [Ebû Dâvud, Salât 24, (490).]

posted in *PEYGAMBER | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hz. Peygamber geleceği, gaybı, cennete kimin gideceğini bilmez: Ensar’dan Ümmü’l-alâ diyor ki, muhacirlere kura çekilince bize Osman b. Maz’ûn düştü. Onu evlerimize yerleştirdik. Sonra ölümüne sebep olan hastalığa tutuldu. Vefat edince yı­kandı ve kendi elbiseleri içine kefenlendi. Muhammed sallal­lahu aleyhi ve sellem içeri girdi. O sırada dedim ki, “Ebu’s-Sâib(Osman b. Maz’ûn)! Allah sana rahmet eyle­sin. Allah’ın sana gerçekten ikramda bulundu­ğuna şahidim.” Bunun üzerine Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Al­lah’ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?” Dedim ki, “Babam sana kur­ban ey Allah’ın Elçisi, Allah ya kime ikram eder?” Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem bu­yurdu ki, “Evet ona kaçınılmaz gerçek geldi. Vallahi onun için hep hayırlar bekli­yorum. Ama ben Allah’ın Elçisi olduğum halde nasıl karşıla­na­cağımı vallahi bilmiyorum.” Ümmü’l-alâ dedi ki, “Vallahi bundan sonra hiç kimseyi tezkiye etmem(temize çıkarmam).”(Buhari Cenaiz-3) (Hadis No-6615-Elfiye)

5427- Hz. Aişe anlatıyor: “Resulullah, ölmüş bulunan Osman İbnu Maz’un’u, gözlerinden yaşlar dökerek öptü.” [Tirmizî, Cenaiz 14, (989); Ebu Davud, Cenaiz 40, (3163); İbnu Mace, Cenaiz 7] AÇIKLAMA: Osman İbnu Maz’un Ashab’ın ileri gelenlerinden abid, müçtehid bir zad idi. Resulullah’ın süt kardeşi idi. İki hicret yapmış, Bedir Gazvesi’ne katılmıştı. Cahiliye devrinde içkiyi kendine haram kılmıştı. Medine’de ilk ölen muhacir olup hicretin otuzuncu ayının başında vefat etmişti. Aleyhissalâtu vesselâm, Osman ölünce, “Bu bize ne iyi selef oldu” diyerek muhabbet ve takdirlerini ifade etmiş, ölüsünü ağlayarak öpmüştü.

posted in *PEYGAMBER | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

RAZİ TEFSİRİ: Câhiliyye kadınları, başörtülerini, arkadan bağlarlardı. Yakaları (elbiselerinin açılan kısımları) önde idi. Bundan dolayı onların boğazları, gerdanları ve döşleri açık oluyordu. Böylece onlar, boyunlarını, boğazlarını buraları kuşatan saçları, kulak ve gerdandaki takılar gibi zinetlerini ve bunların takıldıkları yerleri örtsünler diye, başörtülerinin uçlarını yakaları üzerine salıvermekle emrolundular.”

Kur’an çevirmeni Muhammed Esed aynı ayetin açıklasında, “Himâr (çoğulu humur), hem İslam’dan önce, hem de İslam’dan sonra Arap kadınlarının kullandıkları geleneksel başörtüsüdür. Klasik müfessirlere göre, bu başörtüsü kadınlar tarafından İslam öncesi dönemde az çok süs giysisi olarak kullanılır ve uçları örtünen kadının sırtına serbestçe bırakılırdı; o günün yaygın modasına göre, kadınların giydiği gömleğin ya da bluzun önünde genişçe bir açıklık bulunur ve böylece göğüsler örtülmezdi. Bunun içindir ki, göğsün himâr ile örtülmesinin emredilmesi bu iş için mutlaka himâr kullanılmasının gerektiğini ifade etmez; fakat, sadece kadınların göğüs kısmının, örfen açık bırakılmasında sakınca bulunmayan yerlerden olmadığını ve dolayısıyla örtülmesi, gösterilmemesi gerektiğini ifade eder.”

SEYYİD KUTUB: “Ayette geçen “Ceyb” elbisenin göğüs kısmındaki açıklıktır. “Khimar “ise; baş boyun ve göğüs örtüsüdür. Bu, kadınların baştan çıkarıcı yerlerini örtmeleri, aç bakışları sunmamaları içindir. Kasıtsız ve ani bakışlar da bunun içindedir. Şayet kadının baştan çıkarıcı ve uyarıcı yerleri açıkta olursa, Allah’tan korkanlar bu kasıtsız ve ani bakışın devam etmesinden veya tekrarlanmasından sakınsalar bile, meydana gelişinden sonra içlerinde gizli bir arzu kalır.”

KURTUBİ TEFSİRİ: “ceyb”den amaç yakalar ve göğüs yırtmacı olduğunu, “humur”un ise hem başörtüsü hem de yaka örtüsü anlamına gelebileceğini ifade etmiştir.

posted in GİYİM | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“Avret, insan vücudunda başkası tarafından görülmesi ayıp ya da günah sayılan yerlerdir. Setr-i avret, avret sayılan yerleri örtmek demektir. Avret yerlerinin namazda olduğu gibi, namaz dışında da örtülmesi ve başkalarına gösterilmemesi gerekir.

Avret kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de terim anlamına yakın bir şekilde iki yerde geçmiş olmakla birlikte (en-Nûr 24/31, 58), avret yerlerinin sınır ve ölçüleri gösterilmemiştir. Kur’an’da geçen “sev’e” (el-A‘râf 7/20, 22, 26, 27; Tâhâ 20/121; el-Mâide 5/31) kelimesiyle de en dar anlamda avret yani erkek ve kadının cinsel organı kastedilmiştir. Bunun Kur’an’da “sev’e” diye anılması, onların örtülmesinin aklın ve fıtratın da gereği olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan buna galîz avret denilmektedir. Cinsel organların dışında nerelerin avret olduğu hususu büyük ölçüde hadislerle düzenlenmiştir. Hz. Peygamber’in bu düzenlemeyi yaparken, o dönemin giyim kuşam tarzını da dikkate aldığı açıktır. O dönemde bugünkü anlamda iç çamaşırının olmadığı, en azından iç çamaşırı giyme âdetinin bulunmadığı dikkate alınırsa, Hz. Peygamber’in erkekler için yaptığı bu düzenlemenin, gerek namazdaki hareketler gerekse namaz dışında oturup kalkmalar esnasında, esas avret yerlerinin (cinsel organ ve makat) görünmemesi açısından ne kadar yerinde olduğu görülür…

Kadın için avret, yüz, el ve ayak dışındaki bütün vücuttur. Onlar, yüzlerini namazda örtmedikleri gibi, ellerini ve ayaklarını da açık bulundurabilirler. Saçlarıyla beraber başları, bacakları ve kolları örtülü bulunur.

İmam Mâlik, setr-i avretin (örtünme) namaza has olmayan genel bir farz olduğunu, namazda ve namaz dışında uyulması gereken dinî bir emir bulunduğunu dikkate alarak kadınların başlarını örtmelerini ayrıca namazın farzları arasında saymamıştır. Onun bu görüşün bir uzantısı olarak Mâlikî mezhebinde setr-i avret namazın sünnetlerinden sayılır. Diğer üç mezhep imamı ve Mâlikî mezhebindeki öteki görüşe göre, namazda setr-i avret, tıpkı kıbleye yönelmenin farz oluşu gibi farzdır…

Kadının başının dörtte biri veya uyluğunun dörtte biri açık olarak namaz kılması durumunda, Ebû Hanîfe ve Muhammed’e göre namazı geçersiz olur. Ebû Yûsuf’a göre ise, başının yarıdan fazlası açık olmadıkça namaz geçerlidir. Çünkü bir şeyin yarıdan fazlası çok hükmündedir. Kadın, asgari bir başörtüsü, bir de ayaklara kadar uzanacak bir gömlek giymiş olmalıdır. Başörtüsüz namaz kılacak olursa bu namazını, vakit içinde veya vakit çıktıktan sonra iade eder. Mâlik’e göre ise vakit çıktıktan sonra iade etmesine gerek yoktur. Çünkü İmam Mâlik’e göre kadının başını örtmesi namaza has olmayan genel bir farzdır. Bu sebeple Mâlikîler namazda kadınların başını örtmesini namazın farzları arasında saymaz, âdeta onu namazın sünnet veya müstehaplarından biri olarak görürler. Bu itibarla başörtüsüz kılınan namaz, Mâlikîler’de ağırlıklı görüşe göre sahih olmakla birlikte vakti içinde iade edilmesi tavsiye edilmiştir. Kadının örtünmeyle ilgili genel farzı ihlâl etmiş olmasının dinî sorumluluğu ayrı bir husus olarak değerlendirilmiştir. Öte yandan kadınların kolları, kulakları ve salıverilmiş saçlarının avret olmadığını söyleyen Hanefî bilginler de bulunmaktadır.

Mâlikî mezhebinde erkek ve kadının avret yerleri “ağır avret” (avret-i mugallaza) ve hafif avret olmak üzere iki kısımda değerlendirilmektedir. Erkek için galîz avret, cinsel organ ile makattır. Bu kısmın kesinlikle örtülmesi gerekir. Göbekle diz kapak arasının ağır avret(açıklık) sayılan bölgesinin dışında kalan kısımları ise hafif avrettir(açıklık). Örtülmesi gerekli olmakla birlikte birincisi kadar ağır değildir. Kadının göğsü, göğüs hizasında bulunan sırt kısmı, kolları, boynu, başı ve dizden aşağısı hafif avret olup, bunun dışında kalan yerleri galiz avrettir. Bu ayırımın pratik sonucu namazdaki örtünme hükümlerine etki eder. Buna göre, hafif avret sayılan yerleri açık olarak namaz kılan bir kimse genel dinî farzı ihlâl etmiş olmanın günahını yüklenmekle birlikte, bu kimsenin namazı bâtıl olmaz. Mâlikîler’in namazda baş örtmeyi sünnet, açmayı da mekruh saymasının anlamı budur.” ( http://www.diyanet.gov.tr/turkish/weboku.asp?sayfa=47&yi d=33 ) Türkiye Diyanet Vakfı İlmihali, c. IV. S.47, “NAMAZIN FARZLARI ve VÂCİPLERİ” bölümü

posted in GİYİM | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“23-Cariyeler (köle olan kadınlar) için avret yeri, erkekler gibi, göbekleri altından dizleri altına kadar olan kısımla karın ve sırtlarıdır. Hür kadınların şeref ve durumları bakımından örtmek zorunda bulundukları organları daha çoktur. Köleler ise, hürriyet şerefinden yoksun ve efendilerinin hizmeti ile meşgul oldukları için, bunlara daha fazla genişlik gösterilmiştir.

24- Avret sayılan yerlerden birinin tamamı veya dörtte biri kadarı açık bulunsa, namazı bozar; fakat dörtte birinden noksanı açık bulunsa, bozmaz. İmam Ebû Yusuf’a göre, avret sayılan bir uzvun en az yarısı açık bulunmadıkça namazı bozmaz.

Örnek: Namazda baldırın dörtte birinden noksanı açık bulunsa namaz bozulmaz. Yine bazı alimlere göre, but ile diz kapağı bir uzuv sayılır. Yalnız diz kapağının açık bulunması ile namaz bozulmaz; çünkü diz kapağı, bir organın dörtte birinden azdır.

25- Bir uzvun namazı bozma bakımından avret olması, başkalarına göredir; sahibine göre değildir. Başkaları tarafından görülemeyecek bir halde bulunması yeterlidir. Bunun için bir kimse namaz kılarken geniş bulunan elbisenin yakasından avret yerini görecek olsa, başkaları göremeyeceği için, namazı bozulmaz. Fakat başkaları görebilecek bir durum olsa namaz bozulur.” (Eski Diyanet İşleri başkanı Ömer Nasuhi Bilmen, “Büyük İslam İlmihali” “Namaz- Setr-i Avret (Ayıp Yerleri Örtmek)” adlı bölümü)

posted in GİYİM | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“Humur (24Nur/31’de geçen başörtüsü veya örtü diye çevrilen sözcük) himârın çoğuludur. Örtmek, anlamındaki hamr kökünden yapılmış isim olan himâr, aslında örtü demektir. Fakat örfte kadının başörtüsünün adı olmuştur. Acaba himâr kelimesi, Kur’ân indiği dönemde bu özel anlamı kazanmış mıydı, yoksa Kur’ân döneminden sonra mı kelimeye bu özel anlam verildi, bilemiyorum. Ceyb, gömleğin göğüs yırtmacıdır. Örtülerini yaka­larının üstüne koysunlar.” cümlesinde eğer himâr kelimesi, özel anlamıyla değil de genel anlamı olan örtü mânâsında ise, âyette, kadınların, örtülerini yaka yırtmaçlarının üstüne koymaları emredilmektedir. Bu durumda saçtan ve saçın örtülmesinden söz edilmemiştir. Buna göre âyette saçların değil, göğsün örtülmesi emredilmiş olur. Ama eğer himâr’a, başörtüsü anlamı sonradan yüklenmemiş de Kur­’ân’da bu özel anlamda kullanılmış ise, -ki kanâatimiz böyledir- bu takdirde kadınların, baş örtülerini, yakalarının üstüne koyup gerdanlarını kapat­maları emredilmiştir. Bu takdirde himâr saçları kapatan başörtüsüdür. Zaten Kur’ân’ın indiği dönemde hür ve özellikle aristokrat kadınların, başlarını örttükleri muhakkaktır. Binaenaleyh kelimenin, Kur’ân’da bu anlamda kullanılmış olduğu ihtimali daha güçlüdür.” (Prof. Süleyman Ateş’in Kur’an Ansiklopedisi’nin “Örtünme” bölümü)

“Hz. Ömer, başörtülü gördüğü bir cariyenin başından örtüsünü çıkarttırmıştır. Eğer başörtüsü takmak dinin temel görevi olsaydı, cariyeye de örtünme gereği getirilirdi. Oysa cariyenin örtmesi gereken yerler, aynen erkekler gibi göbekle diz kapağı arasıdır. Yani cariyenin göğüsleri dahi örtünme kapsamı dışında tutulmuştur. Neye göre? Geleneğe göre… Yoksa Kur’ân’da hür ve cariye ayırımı yoktur. O halde bugün takılmasa da olur. Çünkü Kur’ân, “Sözü yani Kur’ân’ı dinleyip onun en güzeline uyanlar”ı övmektedir. “Demek ki Kur’ân’ın da bütün emirlerini uygulama gereği getirilmiyor, zamanın şartlarına en uygun olanına uymak da yeterlidir. Hepsini yapamıyorsak, hepsini terk etmemiz doğru olmaz. Yapabildiklerimizi yaparız” derseniz bu bir yorumdur. Ama “baş örtüsü diye bir şey yoktur” gibi sözler ciddiyetten uzaktır. Benden böyle bir şey beklemeyiniz. 70 yaşımdan sonra insanların hoşuna gitsin diye gerçeklere ters şeyler söylemem, söyleyemem.” (Eski Diyanet İşleri başkanı Süleyman Ateş-Vatan Gazetesi–06.04.2007)

posted in GİYİM | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

5059-“Resulullah va’z etmek üzere aramızda doğruldu ve dedi ki:”Ey insanlar! Sizler (kıyamet günü) Allah’ın yanında yalınayak, çıplak ve kabuklu olarak toplanacaksınız. [Sonra şu ayeti okudu:] “İlk yaratışa nasıl başladı isek, üzerimizde hak bir vaad olarak yine onu iade edeceğiz…” (Enbiya 104). Haberiniz olsun! Kıyamet günü mahlukattan ilk giydirilecek İbrahim aleyhisselam’dır. Haberiniz olsun, o gün ümmetimden bazı kimseler getirilir ve sol tarafa alınırlar. Bunun üzerine ben:”Ey Rabbim! Bunlar ashabımdır!” derim. Bana:”Sen bilmiyorsun, bunlar senden sonra neler yaptılar” denilir. Ben salih kul (İsa)’nın dediği gibi diyeceğim:”Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat vakta ki sen beni (içlerinden) aldın, üstlerinde gözcü yalnız sen oldun. (Zaten) sen (her zaman) her şeye hakkıyla şahidsin. Eğer kendilerine azab edersen şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları affedersen mutlak galib ve yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da hakikaten sensin sen”(Maide 117-118).] Resulullah devamla dedi ki:”Bunun üzerine bana: “Onlar, sen aralarından ayrıldığın günden beri, dinden yüz çevirmeye hiç ara vermediler!” denilecek.”Bir rivayette şu ziyade var: “Ben: “Rahmetten uzak olsunlar, rahmetten uzak olsunlar!” derim.” [Buhârî, Rikak 45, Enbiya 8, 44, Tefsir, Maide 14, 15, Tefsir, Enbiya 2; Müslim, Cennet 57, (2860); Tirmizî, Kıyamet 4, (3329); Nesâî, Cenaiz 118, (4, 114).] AÇIKLAMA: “Bunlardan murad, Aleyhissalâtu vesselâm zamanında Müslüman olarak yaşayıp sonradan irtidat edenlerdir” denmiştir. Resulullah bunlara da, -üzerlerinde abdest nuru olmasa da- sağlığında onları Müslüman bildiği için nida eder. Ancak “Bunlar irtidat ettiler!” denilir. Esma’dan gelen şu rivayet bize Hz. Peygamber’in çıkacak fitnelere karşı, ashabını uyarmada değişik üsluplara başvurduğunu göstermektedir: “Ben (cennette bana has olan) havuzumun başında yanıma gelecekleri beklerken, bir bölük insan (cehenneme atılmak üzere) yakalanıp getirilir. Ben: “Bunlar benim ümmetimdir” diyerek müdahale ederim. Ancak, “Sen bunların arkandan yüz geri olup, dinden çıktıklarını bilmiyorsun” derler.” Fitne bölümünün açıklama kısmında 4758 no’lu hadisin öncesinde

posted in ŞEFAAT | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“Müşrikler, Allah’ın kızları sandıkları ve taş heykellerle sembolleştirdikleri meleklerin, Allah ile kendileri arasında şefâ’atçi olacaklarına, kendilerini Allah’a yaklaştıracaklarına inandıkları gibi Yahûdî ve Hıris­tiyanlar da peygamberlerinin ve din adamlarının, Allah katında kendilerine şefâ’at edeceklerine inanıyorlardı.

Her fırsatta söylediğimiz gibi müşrikler, tamamen inkarcı insanlar değillerdi. Kâinatı Allah’ın yarattığına inanıyorlardı. Mü’minûn Sûresi’nin 84-89,Zuhruf Sûresi’nin 9, Ankebût Sûresi’nin 65. âyetleri, onların, gökleri ve yeri Allah’ın yarattığına inandıklarını, darda kaldıkları zaman kurtuluş için Allah’a yalvardıklarını anlatmaktadır. Onlar Allah’a böyle inanmakla beraber O’nun emrinde, O’na yakın birtakım gizli varlıklar olduğuna da inanıyor, Allah katında kendilerine şefâ’at edeceğini, kendilerini Allah’a yaklaştıracağını sandıkları o rûhânî varlıklara da tapıyorlardı. Esasen tap­tıkları putlar, Allah’ın kızları kabul ettikleri ruhsal varlıklar olan meleklerin sembolleri idi.

Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de yarar veremeyen şeylere tapıyorlar ve: “Bunlar Allah katında bizim şefâ’atçilerimizdir!” diyorlar. De ki: “Allah’ın, göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah’a haber veriyor­sunuz?” O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir. (10Yûnus/18)

O’ndan başka velîler edinerek: “Biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırmaları için tapıyoruz”, diyenler(e gelince): Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri konuda hükmünü verecektir. Allah, yalancı, nankör insanı doğru yola iletmez. (39Zümer/3)

Allah’tan başka şefâ’atçiler mi edindiler? De ki: “Onlar, hiçbir şeye malik olmayan, düşünmeyen şeyler olsalar da mı (onları şefâ’atçi edineceksiniz?)” 44- De ki: “Şefâ’at tamamen Allah’ındır (yardım ve destek yalnız O’ndandır). Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz.” (39Zümer/43-44) âyetleri, onların bu inançlarına işaret etmektedir.

Zümer: 59/43-44. âyetlerde birtakım âciz şeyleri Allah ile kendileri arasında şefâ’atçi sanarak onlara tapanlara, yaptıklarının mantık yönünün bulunmadığı anlatılıyor. 44. âyetteki “Şefaat tamamen Allah’ındır” sözünün anlamı şudur: Şefaatin sahibi Allah’tır. Şefaat O’nun izin ve yetki vermesiyle olur. O’nun izin vermediği kimse şefâ’at edemez. Öyle ise âciz, düşüncesiz, cansız şeylere tapmanın hiçbir yararı yoktur.

Bu âyetlerde, müşriklerin taptıkları putların, hiçbir şeyi olmayan, düşünmeyen varlıklar olduğu belirtiliyor. Gerçi onlar meleklere, cinlere tapıyorlardı; taptıkları putlar da kendilerince ruhsal varlıkların heykel veya sembolleri idi, ama demek ki zamanla bunların sembol olduğu da unutularak doğrudan bu taşların kendilerine, şefâ’atçi olacağı umuduyla tapınışlardır ki âyette taptıkları şeylerin düşünmeyen, duymayan, hiçbir şeye sahip olmayan âciz şeyler olduğu belirtilmiştir.

Bu âyet, müşriklerin, taptıkları tanrıların, Allah katında kendilerine şefâ’atçi olacağı şeklindeki inançlarını reddetmektedir.

Kur’ân, Allah’ın huzurundaki Mahkemede şefâ’at ve iltimas olma­dığını vurgulamaktadır. Şimdi bu konudaki âyetleri, gözden geçirelim:

Onlara şefâ’atçilerin şefâ’ati bir yarar sağlamaz. (74Müddessir/48) âyette suçlulara şefâ’atçilerin şefâ’atinin yarar sağlamayacağı, kimsenin onları cezadan kurtaramayacağı vurgulanmıştır.

Bu âyetlerden anlaşılıyor ki müşrik Araplar, Allah’ı, tıpkı bir hüküm­dar gibi düşünüyorlardı. Nasıl hükümdarın yanına doğrudan değil, aracılar, muhafızlar vasıtasıyla girilir, hükümdara bir şey kabul ettirmek için onun katında sözü geçen birini bulmak gerekirse; Allah’ın huzuruna varmak, O’nun yanında kabul görmek için de aracılara başvurmak gerektiğine inanmışlar ve bundan dolayı şefâ’atçi dedikleri ruhsal varlıklara tapmışlar ve onların, kendilerini koruyup kurtaracağını sanmışlardı.

İşte Kur’ân, onların bu inancını reddetmektedir. Allah’a kulluk için aracılara gerek olmadığını, O’nun izni olmadan kimsenin şefâ’at edeme­yeceğini ve Allah’ın kulları olan meleklerin de O’nun izni olmadan kimseye bir yarar veya zarar veremeyeceklerini; onun için sadece Allah’a tapmak gerektiğini tekrar tekrar vurgulamaktadır ki bu, tevhidin esasıdır. Ve her­hangi ad altında olursa olsun, Allah ile kul arasına aracı sokmak, Allah’tan başkasının insanı azâbdan kurtaracağına inanmak, ad değiştirmiş şirkten başka bir şey değildir; tevhide aykırıdır, merdûddur. Yüce Allah’ın bu âyetini dâima hatırda tutmak gerekir: “Allah katında şefâ’atçilerin şefâ’ati, onlara bir yarar sağlamaz! “

“Göklerde nice melek var ki onların şefâ’ati hiçbir işe yaramaz. Meğer Allah’ın izniyle, O’nun dilediği ve razı olduğu kimseye yapılsın.” (53Necm/26)

Bu âyette de Allah’ın kızları saydıkları meleklerin şefâ’atine güvenen kimselere, Allah izin vermeden meleklerin kimseye şefâ’at edemeyecekleri ve onların, sadece Allah’ın razı olduğuna şefâ’at edebilecekleri vurgula­nıyor. Bu âyette şefâ’atinden söz edilenler meleklerdir. Melekler ancak Allah’ın izniyle ve Allah’ın razı olduğu kimselere şefâ’at edebilir; Allah’ın razı olmadığına şefâ’at edemezler.

“O’ndan başka tanrılar edinir miyim hiç? Eğer O çok esirgeyen, bana bir zarar vermek dilese, onların şefâ’ati bana hiçbir yarar sağlamaz ve onlar beni kurtaramazlar.” (36Yâsîn/23)

Bu âyetlerde söz konusu edilen şefâ’at, meleklerin şefâ’atidir. Bu âyetler, kendilerine şefâ’atçi olacağı düşüncesiyle meleklerin sembollerine tapanlara; meleklerin, ancak Allah’ın razı olduğuna, O’nun izin ve müsaadesiyle şefâ’at edebileceklerini; O’nun razı olmadığına hiç kimsenin şefâ’at edemeyeceğini vurgulamaktadır.

Allah’ın razı olduğu kimse de zaten suçlu kâfir değil, cennetlik mü’mindir. Öyle ise meleklerin onlara şefâ’ati, Yüce Dîvân’da onu kayırma şeklinde değil, cennette ona arkadaş olma, yardım etmedir

Allah kendisine ortak koşan, doğru yoldan ayrılan, yalan söyleyen, haksızlık eden, gerçeği gizleyen kimselerden razı olmaz. Bunlar Allah’a karşı küfür (nankörlük) davranışlarıdır. “Eğer nankörlük ederseniz, şüphe­siz Allah, size muhtaç değildir. Fakat kullarının küfrüne (nankörlük etme­sine) razı olmaz. [4] Allah, kendisine inanan ve yalnız kendisine kulluk edenlerden razı olur ki işte bu, şükrün gereği olan davranıştır: “Ve eğer şükrederseniz sizin için ona razı olur. [5] Öyle ise sapıkların şefâ’ate bel bağlamaları boş hayalden ibarettir. Çünkü şefâ’at edeceklerine inandıkları kimseler, Allah’ın izin ve müsâadesi olmadan şefâ’at edemezler, ağızlarını açıp tek kelime söyleyemezler. Şefâ’at etmeğe çalıştıkları varsayılsa bile Allah’ın izni olmadan yapacakları şefâ’atin hiçbir yararı olmaz. Çünkü Allah doğru yoldan ayrılanlardan razı olmaz, onları affetmez. Onların affa uğramaları için şirki, nankörlüğü bırakıp iyiye, doğruya yönelmeleri, yalnız Allah’a tapmaları gerekir.

Kur’ân şefâ’ati tamamen reddetmiyor. Necm 26’ncı âyetin içeriğin­den, meleklerin veya Allah katında makbul kişilerin şefâ’at edebilecekleri anlaşıldığı gibi, diğer sûrelerdeki çeşitli âyetlerden de bu anlaşılmaktadır. Ancak Allah öyle yüce, ulu pâdişâhtır ki O’nun huzurunda, kendisi izin vermedikçe, kimse söz söylemeğe, şefâ’at etmeğe kalkışamaz. Allah kime şefâ’at etme izni verirse ancak o şefâ’at edebilir ve ancak Allah’ın razı olduğu kuluna şefâ’at edebilir. Allah’ın razı olmadığına şefâ’at edemez. O halde meleklerin şefâ’atine erebilmek için meleklere değil, Allah’a tapmak gerekir. Allah’ı bırakıp başka varlıklara tapmak, Allah’ı gücendirir. Allah, meleklere, kendisinden başkasına tapanlara şefâ’at etme izni vermez. Bundan dolayı meleklere tapmak, onların şefâ’at etmelerine değil, tersine etmemelerine neden olur…

Bu âyetler karşısında Hz. Peygamber’in âhirette büyük günâh sahip­lerine şefâ’at edeceği hakkındaki abartılı hadîslerden kuşku duymamak mümkün değildir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, şefâ’at izninin kime verileceğini bildirmemiş ve meleklerin şefâ’atine bel bağlayan müşrikleri, peygam­berlerinin ve din adamlarının şefâ’atine bel bağlayan Kitâb ehlini kınamış iken Peygamber (s.a.v.) nasıl olur da kendisinin, Allah’ın razı olmadığı günahkârlara şefâ’at edeceğini söyler? Şefâ’atim, ümmetimden büyük günâh sahiplerinedir. der? Bu söz, Allah’ın razı olmadığı insanlara kimsenin şefâ’at edemeyeceğini bildiren âyetlere ay­kırıdır..

De ki: “Ben türedi bir elçi değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyuyorum ve ben apaçık bir uyarıcıdan başka bir şey değilim.” (Ahkâf: 66/9) Nitekim Hz. Peygam­ber’in, Osman ibn Maz’ûn’un vefatı üzerine söylediği şu söz de bunu açıkça ortaya koymaktadır:

(Sahâbî-lerden) Osman ibn Maz’ûn öldüğü zaman bir kadın (başka bir rivayete göre Osman’ın kendi karısı): “Cennet sana kutlu olsun ey Maz’ûn oğlu Osman!’ demiş. Allah’ın Elçisi (s.a.v.) ona kızgınca bakmış,’Ne biliyorsun (cennete gideceğini)?’ demiş. (Kadın):’Ey Allah’ın Elçisi, senin şövalyen ve sahâbîndir’ demiş. Allah’ın Elçisi:’Vallahi ben Allah’ın Elçisiyim, ben bile bana (başka bir rivayette : bana ve ona) ne yapılacağını bilmem!’ demiş. Halk Osman’in durumuna acımıştır.

Kur’ân’a göre âhirette herkes kendi eylemleri ve ruhsal değeriyle ölçülür. Yüce Dîvân şefâ’at ve iltimas yeri değildir.

Ahiret hesap ve cezası ancak vahiy ile bilinebilecek gayb olaylarıdır. Bunlar hakkında zan ve tahmine dayanarak hüküm vermek, gerçekte hiçbir mânâ taşımaz. Allah’ın Kur’ân’da bildirdiğine göre kendisinin izni olmadan hiç kimse şefâ’at etmeğe kalkamaz.

Şefâ’at konusunda Kur’ân ve Peygamber böyle söylerken bazı kimse­lerin şeyhlerinden aldıkları garantilere bağlanmaları, Kur’ân’ı bilmeme­lerinden kaynaklanmaktadır. Herhalde müridlerine böyle garantiler veren­ler de bu âyetleri bilseler ve bunların anlamını düşünseler gayb âlemi hakkında böyle cür’etli söz ve davranışlardan kaçınırlar…

Ey inananlar, ne alışverişin, ne dostluğun ve ne de şefâ’atin olmadığı gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan (Allah için) harcayın. Kâfirler, zâlimlerin tâ kendileridir…. 255- O’nun izni olmadan kendisinin katında kim şefâ’at edebilir? (Bakara: 92/254-255)

Kur’ân’ın inişi sırasında müşrikler meleklerin, kendilerine şefâ’at edeceklerine inandıkları gibi, İsrâîloğulları da âhirette azizlerin şefâ’atiyle kurtulacaklarını sanıyor ve böylece Allah’ı, nüfuzlu kimselerin, huzurunda şefâ’at edip suçluyu affettirecekleri krallara ve prenslere benzetmiş olu­yorlardı. Dünyâda birçok fesatçı, ahlâksız, bozuk insanlar, iltimaslar, kayırmalar sonunda yüksek mevkiler, menfaatler sağlamışlardır. Eğer Allah da böyle yanında her nüfuzlunun şefâ’at edebileceği bir kral gibi ise, o zaman âhirette de adalet olmaz. Allah bundan münezzehtir. Onun için Bakara Sûresi’nde üç kez âhirette kimseden fidyenin ve şefâ’atin kabul edilmeyeceği vurgulanmıştır. Bunların ilk ikisinde hitap Yahudilere, sonun­cusunda da Müslümanlaradir. Yahudilere, Allah’ın huzurunda kimsenin şefâ’at edemeyeceği; o Mahkemede aracılığın, iltimas ve fidyenin kabul edilmeyeceği belirtildikten sonra Müslümanlara da onlar gibi düşünme­meleri, âhirette şefâ’atin olmadığı, müşrik ve fâsıkların, şefâ’at ile kendi­lerini cezadan kurtaramayacakları anlatılmaktadır..

Güzel işlere şefâ’at etmeyi öven Allah’ın Elçisi, bir menfaat için aracı olmaya karşı da insanları şiddetle uyarmıştır: “Kim bir Müslüman kardeşine şefâ’at eder de şefâ’at ettiği kimse, kendisine bu yüzden bir hediye verir ve o da bunu kabul ederse büyük günâh kapılarından birine gelmiş olur. [20]

Muhammed Abduh şöyle diyor: “Ehl-i Sünnet, mu’tezile ve öteki İslâm fırkaları, Allah’ın bilgi ve ihsanının tam kemal üzere olduğunda oybirliği içindedirler. Allah’ın her şeyi bilmiş olması da bilinen anlamda bir şefâ’ati imkânsız kılar. Kur’ân-ı Kerîm’de:’O’nun izin verdiğinden başkası şefâ’at edemez’ gibi bazı âyetlerde geçen istisna, şefâ’atin vuku-bulacağını değil, tersine bunun olmayacağını vurgulamak içindir. Yani O, öyle hükmünde tektir ki O’nun huzurunda Kendisinin izni olmadan kimse şefâ’at edemez. O da şefâ’ate izin vermez. Çünkü bilinen anlamda şefâ’at, indinde şefâ’at edilene, kendisi için şefâ’at edilen hakkında, O’nun bilme­diği bir şeyi söyleyip övmek, onu hak etmediği bir mevki’e yükseltmek, ona çıkar sağlamak içindir.’O gün herkese yaptığının tam karşılığı verilir, hiç kimseye haksızlık edilmez’[24] diyen Allah, âhiret gününde en ufak bir haksızlığa izin vermez. Herkes zerre ağırlığınca yapmış olduğu hayrı veya şerri görür. Böylece istisnasız olarak şefâ’atin olmadığını söyleyen âyetler ile, Âyetu’l-Kursî’de olduğu gibi bazı âyetlerde şefâ’at hakkında istisna yapılmış olmasını uzlaştırmak mümkündür. Fakat Hz. Peygamber’in şefâ’at edeceği hakkındaki hadîslere gelince bunlar, selef ve halefin ihtilâfa düştüğü müteşâbihâttandır. Bunların anlamını Allah’a havale ederiz… [25] (Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Şefaat maddesi)

posted in ŞEFAAT | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hızır ve İlyâs isimlerinin halk ağzında aldığı şekilden ibaret olan hıdrellez, kö­kü İslâm öncesi eski Orta Asya, Ortado­ğu ve Anadolu yaz bayramlarına dayanan, Hızır yahut Hızır ve İlyâs kavramları et­rafında dinî bir muhtevaya bürünmüş halk bayramının adıdır. Bu bayram, mer­kezini özellikle Anadolu ve Balkanlar’ın, Kırım, Irak ve Suriye’nin teşkil ettiği Batı Türkleri arasında, bugün kullanılmakta olan Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs (eski lülyen takvimine göre 23 Nisan) gü­nü kutlanmaktadır.

Hıdrellez, halk arasında ölümsüzlük sır­rına erdiklerine ve biri karada, diğeri de­nizde darda kalanlara yardım ettiklerine inanılan Hızır ve İlyâs peygamberlerin yıl­da bir defa bir araya geldikleri gün ola­rak kabul edilir. Ancak bu beraberlikte, ismi yaşatılmasına rağmen uygulamada İlyâs’ın şahsiyeti tamamıyla silinerek Hı­zır motifi öne çıkarılmıştır. Dolayısıyla bu bayramda icra edilen bütün merasimler Hızır’la ilgilidir. Bunun temel sebebi, İs­lâm öncesi devirlerde yukarıda zikredi­len üç büyükkültürün hâkim olduğu alan­da bu yaz bayramı vesilesiyle kültleri kut­lanan insan üstü varlıkların daha ziyade Hızır’ın şahsiyetine uygun düşmesi ve onunla özdeşleşmesidir.

Osmanlı Devleti’nde 6 Mayıs (23 Nisan) halk arasında yaz mevsiminin başlangıç tarihi sayılmaktaydı. Nitekim eski takvim­de yıl ikiye ayrılmış olup 23 Nisan’dan (6 Mayıs) 26 Ekim’e (8 Kasım) kadar süren 186 gün “Hızır günleri” adıyla yaz mevsi­mini, 23 Nisan’a kadar devam eden 179 gün de “Kasım günleri” adıyla kış mevsi­mini oluşturuyordu. Hıdrellez de kışın so­na erip yazın başladığı gün olarak kutlan­maktadır.

Hızır ve İlyâs’a tahsis edilen bu gün, İs­lâm dünyasının her tarafında kutlanma­dığı gibi kutlandığı yerlerde de adı, tarihi ve yapılan merasimler aynı değildir. Her şeyden önce İslâm folklorunda Hızır ile İlyâs hakkında çok zengin bir inançlar ve efsaneler literatürü ve bu ikisinin yılda bir defa görüştüğü inancı mevcut olduğu halde bu gün belirlenmiş değil­dir; hatta Türk dünyasının her tarafında 6 Mayıs kutlama günü olarak bilinmez. Fakat muhakkak olan şudur ki, İslâm dünyasının önemli bir kısmında ve bu ara­da Türkler arasında her zaman hıdrellez adı altında olmasa da Hızır ile İlyâs’ın bir­leştiği günün hâtırası çok eskiden beri değişik günlerde ve biçimlerde kutlan­maktadır… Ayrıca Türkiye’deki Alevîler ve İran’daki Kızılbaş Karakoyunlu Türkmenleri (Çihiltenler) arasında şubat ayı ortala­rında “Hızır nebî bayramı” adıyla hıdrel­lezden ayrı ve oruçla geçirilen bir bayra­mın kutlandığı bilinmektedir

Yalnız Anadolu, Balkanlar, Kırım, Irak ve Suriye Türkleri’ne mahsus bir halk şen­liği olan hıdrellezin buralarda özellikle 6 Mayıs’ta kutlanması iklim ve tabiat şart­larıyla bağlantılıdır. Bu tarih, sözü edilen bölgelerde ilkbahardan yaz mevsimine geçişi belirlemekte olup hicrî takvim sis­temiyle hiçbir ilgisi yoktur. 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece güneşin Ülker burcu­na girdiği bir zaman parçasıdır. Bu tarih­ten 7-8 Kasım’a kadar bu burcu güneşin batışından sonra görmek mümkün de­ğildir. Yılın diğer günlerinde ise Ülker bur­cu güneş battıktan kısa bir süre sonra gö­rülebilmektedir. Bu suretle astronomik gözlemlere ve tabiat şartlarına uygun bir şekilde yıl kış ve yaz olmak üzere iki mev­sime bölünmüştür. 8 Kasım bütün özel­likleriyle kışın başlangıç tarihini, 6 Mayıs’a rastlayan hıdrellez günü de gerçek anlamda yazın başlangıç tarihini oluştur­maktadır (Gökalp, Quand le crible etalt dans la paüte, s. 211 -231). Pek çok arşiv belgesi, Osmanlılar döneminde devlet nezdinde bile işlerin yılın bu iki mevsimi­ne, yani “rûz-i Hızır’dan (Hızır-İlyâs’tan) rûz-i Kasım’a” veya “rûz-i Kasım’dan rûz-i Hızır’a” kadar olan iki döneme göre plan­landığını göstermektedir (meselâ bk. BA, MD, nr. 5, s. 295, 305; nr. 58, s. 83).

Öte yandan 6 Mayıs, Türklerin Anado­lu’ya yahut daha genel bir ifadeyle Orta­doğu’ya geldikten sonra tanıdıkları bir tarihtir. Zira Doğu Hıristiyanlığının Aziz Yorgi (Aya Yorgi, Hagios Georgios, Saint Ge-orge) ya da Yeşil Yorgi kültü bu tarihte kutlanmaktaydı. Doğu Hıristiyanlığı’nda çok önemli bir yeri olan bu kült zaman içinde Hızır- İlyâs kültü ile birleşerek öz­deşleşmiş ve bu suretle 6 Mayıs tarihi Or­tadoğu ve Balkanlar’da hıristiyan-müslüman kültür etkileşimi sonucunda hem Aziz Yorgi hem de Hızır- İlyâs kültünün iç içe girmesinin bir sonucu olarak kutlan­maya başlanmıştır (iki kült arasındaki bu özdeşliğin nasıl meydana geldiği ko­nusunda bk. HIZIR).

Müslümanlara Hızır ve hıristiyanlarca Aziz Yorgi adına kutlanmasına rağmen doğrudan doğruya İslâm’la da Hıristiyanlık’la da ilgisi olmayan, Ortadoğu ve Bal­kanlar’da hem müslümanların hem de hıristiyan halkların kutladığı bu yaz bay­ramının kökü İslâm ve Hıristiyanlık önce­si İlkçağ Anadolu, Mezopotamya ve Orta Asya kültürlerinde aranmıştır. Mezopo­tamya ve bütün Doğu Akdeniz çevresin­deki ülkelerde bazı tanrılar adına bahar veya yazın gelişiyle ilgili birtakım âyinle­rin yapıldığı bilinmektedir. Milâttan ön­ce III. binyılın sonlarında, Mezopotamya ovasını sulayarak etrafı yeşillendiren Fı­rat ve Dicle nehirlerinin hayat verici gü­cünü simgeleyen Tammuz (Dumuzi) ilâhı adına bahar mevsimi başlangıcında Mezopotamya’daki Ur şehrinde görkemli âyinler yapıldığını gösteren tabletler bu­lunmaktadır (James, s. 42). Tammuz, ta­biatın ölüşü (sonbahar, kış) ve dirilişiyle (ilkbahar, yaz) birlikte ölen ve yeniden dirilen bir tanrı kabul edilmiştir (ER, IV, 512-513). Yeşillik ve bereketin timsali olan Tammuz kültü, İbrânîler kanalıyla Suriye ve Mısır üzerinden eski Yunanis­tan’a ve Anadolu’ya geçmiş, burada da aynı tanrı Adonis adıyla tanınmıştır. Louvre Müzesi’nde bulunan Boğazköy tabletleri, benzer âyinlerin Hititler zama­nında Anadolu’da yaz başlangıcında bitki ve yeşillik tanrısı Telipinus için icra edil­diğini göstermektedir (James, s. 190-192). Ayrıca eski İran’da yine yeşillik ve su kav­ramlarıyla ilgili Haurvatât ve Ameretât adlı iki tanrı için bahar mevsiminde özel âyinler yapıldığı, Nevruz’un da bunlardan doğduğu bilinmektedir (Widengren, s. 28, 35, 86, 126). AvestaĞa dişi varlıklar olarak kabul edilen Haurvatât suların, Ameretât ise bitkilerin koruyucusudur…

Hıdrellez merasimlerinin icrası ve bu esnada yeşillik ve su kavramlarıyla ilgili birtakım uygulamalar, bu halk bayramı­nın putperest köklerini çok daha belirgin bir şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim İslâm âlimleri bu durumun farkına vara­rak bu konuda yasaklayıcı fetvalar bile vermişlerdir. Osmanlı Devleti’nde de hıd­rellez kutlamalarının dinî açıdan sakın­calı olup olmadığının tartışıldığı, XVI. yüz­yılda Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi’nin fetvalarından anlaşılmaktadır. Ebüssu­ûd Efendi, böyle bir günün kutsallığına inanmamak şartıyla sadece eğlenmenin, yiyip içmenin sakıncalı olmadığını söy­lemektedir (Düzdağ, s. 117)…

Türkiye’de “hıdırellez”, Kırım ve Dobru-ca’da “hıdırlez”, Makedonya’da “edirlez” (ederlez), Kosova bölgesinde “hıdırles” (hedirles, hadırles) gibi değişik biçimlerde söylenen hıdrellez merasimleri, çeşitli ül­ke ve yörelerde teferruatta tabii olarak birtakım farklılıklar gösterebilir. Ancak bunlar Hızır adının çağrıştırdığı gibi ge­nellikle bolluk ve bereketi simgeleyen, su ve yeşillik kavramlarının öne çıktığı, ağacın bol bulunduğu, bazan içinde tür­be de yer alan mesire yerlerinde kutla­nan merasimlerdir. 5 Mayıs günü temiz­lik yapıp yiyecek ve içecek hazırlama gibi işlerle başlayan hıdrellezle ilgili bütün merasimleri, âdet ve gelenekleri dört grupta toplamak mümkündür. 1. Şifa ve sağlık talebine yönelik olanlar. 2. Uğura, bereket ve bolluk talebine yönelik olan­lar. 3. Mal mülk, mevki ve servet talebi­ne yönelik olanlar. 4. Kısmet ve talih aç­maya yönelik olanlar. Meselâ hıdrellez gü­nü kır çiçeklerinin kaynatılarak suyundan içilmesinin hastalıklara şifa vereceği, hıd­rellez gecesi bütün sulara nur yağacağın­dan o gece suya girmenin her türlü has­talığa karşı bağışıklık sağlayacağı inancı birinci gruba örnek gösterilebilir. Genel­likle hıdrellez gecesi Hızır’ın yeryüzünde dolaştığı ve dokunduğu şeylere bereket getirdiği inancı çok yaygın olduğundan o gece evlerdeki yiyecek ve içeceklerin ağ­zının açık bırakılması, dileklerin bir kâğı­da yazılarak gül ağaçlarının dibine konul­ması vb. şeyler ikinci grubu teşkil eden uygulamalara örnek sayılabilir. Bunlara benzer pek çok örneğe her yerde rastla­mak mümkündür.

Hıdrellez merasimleri Hızır ile İlyâs’ın buluşmasına atfen hemen daima toplu olarak gerçekleştirildiği için bazı kasaba ve şehirlerin yakınında yeşillik bir mekân­dan oluşan ve “hıdırlık” denen, insanların bir arada yiyip içtiği, eğlendiği bir mesi­re yeri bulunur. Bu yerlerde icra edilen merasimler, eski devirlerde aynı zaman­da evlenme yaşına gelmiş genç kız ve er­keklerin birbirlerini görüp beğenmeleri­ne de imkân vermekteydi. Dolayısıyla hıd­rellez merasimlerinin geleneksel Türk toplumlarında sosyal iletişim aracı olmak gibi pratik yönleri de bulunmaktaydı.

Hıdrellez inanış ve âdetleri folklorda ol­duğu gibi edebiyata da köklü biçimde yansımış ve Gılgamış destanından bu ya­na mitoslar halinde yazılı ve sözlü edebi­yat geleneğinde yer almıştır. Anadolu’­nun pek çok yerinde hıdırlık denilen me­sirelerin bulunması ve hıdrellez başta ol­mak üzere bahar eğlencelerinin buralar­da düzenlenmesi edebiyatta hıdrellez te­masının canlı tutulmasına sebep olmuş­tur.

Dede Korkut’tan itibaren Ebû Müslim, Battal Gazi, Dânişmend Gazi, San Saltuk, Köroğlu gibi kahramanların hayatı etra­fında teşekkül eden destanı romanlarda gerek Hızır ve İlyâs’ın kişilikleri, gerek hıd­rellez günü, gerekse hıdıriıklarda devam eden sosyal faaliyetler ve gelenekler ek­seninde yer yer hıdrellezin de zikredildiği görülür. Klasik Türk şairleri “evvel ba­har”! andıkları zaman genellikle hıdrellez günlerini kastetmekte ve baharı konu edinen şiirlerinde (bahâriyye) ekseriya bu günleri anlatmaktadırlar… (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Hıdırellez maddesi)

posted in HIZIR | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kur’ân, ne Musa’nın uşağının adından, ne de onun karşılaştığı bilge kulun adından söz etmiştir. Bu zatın, sadece Allah’ın katından ilim verdiği bir kul olduğunu söyler. Hızır’ın ebedi yaşadığı hakkındaki rivayetleri, İbn Kayyim ve Âlûsî sağlam görmemişlerdir. Maddi hayat bakımından kıyamete dek yaşayan bir kimsenin olmaması gerekir. Çünkü Enbiyâ Suresi’nin 34’üncü ayetinde, “Senden önce hiçbir insana ebedi yaşama vermedik” denmektedir. (Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -29.3.2003)

posted in HIZIR | 0 Comments