-
4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İsra suresine giriş

esra” fiilinin mastarı olan “isra” sözcüğünden alan sure Mekke’de 50. sırada inmiştir. Surenin 26’ıncı, 32’inci, 33’üncü, 57’inci ve 73-80. ayetlerinin Medenî olduğu (Razi; el Mefatihu’l Gayb , Kurtubi; elCamiu li Ahkami’l Kur’an) nakledilmesine rağmen biz, tahlillerini yaparken açıklayacağımız gibi 73-77. ayetlerin Mekkî olduğunu düşünüyor ve belirtilen diğer Medenî ayetlerin Mekkî olan bu sure içinde yer almasının sebebini ise, sahabeden mushafı tertip eden heyetin, ayetleri bu şekilde tertip etmesi olarak görüyoruz.

Surenin giriş bölümünde “Beniisrailden (İsrailoğullarından)” bahsedildiği için, bu sureye “Benuisrail” suresi de denmektedir.

Surenin 1. ayetinin tahlilinde açıklanacağı gibi, İsra suresi Kasas suresinin devamı mahiyetindedir. Özellikle de 1. ayet, Kasas suresinin 85-88. ayetlerinin devamı olarak okunursa, hem Kasas suresinin 85-88. ayetlerinin oluşturduğu pasaj hem de İsra suresinin 1. ayeti daha iyi anlaşılmaktadır.

Ayetlerin Tahlili

1 – Kulunu, bir gece, ayetlerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram’dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten kişi, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.

Mushaf tertip heyeti tarafından İsra suresinin ilk ayeti olarak tertip edilen bu ayet, “giriş” bölümünde söylediğimiz gibi, Kur’an, elçi ve Kur’an-elçi ilişkisi üzerinde duran Kasas suresinin 85-88. ayetlerinin devamıdır:

Kasas; 85-88 ve İsra:1:

Şüphesiz ki Kur’an’ı sana farz kılan kişi (Allah), elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: “Benim Rabbim, kimin hidayetle geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu daha iyi bilendir.”

Ve sen Kitap’ın sana ilka edileceğini (indirileceğini) umuyor değildin. (O) ancak Rabbinden bir rahmet olarak (verildi). Öyleyse sakın kâfirlere arka çıkma (yardımcı olma).

Ve onlar (müşrikler) sana indirildikten sonra, sakın seni Allah’ın ayetlerinden alıkoymasınlar. Ve Rabbine davet et. Ve asla müşriklerden olma!

Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun yüzünden (zatından) başka her şey yok olacaktır. Hüküm (yasa-ilke) yalnızca O’nundur. Siz de ancak O’na döndürüleceksiniz.

Kulunu, bir gece, ayetlerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram’dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten kişi, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.

Müslümanlar arasında özel bir yeri olan bu ayet, gerçek ifadelerinden uzaklaştırılmış ve “Mi’raç” diye ortaya konulan bir efsaneye kaynak yapılmıştır.

Biz, ayetin doğru anlaşılabilmesi için, ayetteki ifadelerin değerlendirmesinin topluca değil de, sözcükler bazında yapılmasının daha yararlı olduğunu düşünüyor ve tahlilimizi buna göre sürdürüyoruz.

Bir gece,

Ayette sözü edilen olayın bir gece vakti meydana geldiği tartışmasızdır. Ama bu gecenin hangi gece olduğu ileride, ayette geçen diğer sözcüklerin açıklamaları yapıldıktan sonra belirtilecektir.

Kul

عبدصاحبكموماادراكvema edrake (… sana)” şeklindeki hitabın muhatabının Muhammed olduğunda, dolayısıyla buradaki “kul”un da Muhammed’e yönelik kullanıldığında en başından beri aynı fikirde olmuşlardır.

Mescid-i Haram’dan

Gerek tüm din ve dil bilginlerine, gerek tüm tarih ve coğrafya kaynaklarına ve gerekse hem Arap hem Rum şair ve yazarlarının eserlerinde yer aldığına göre, Mescid-i Haram, Kâbe’dir. Çünkü Kâbe’nin; haram, yani savaşın, kavganın yapılmadığı, yapılmayacağı “güvenli bölge / güvenli mescit” olarak bilinmesi İslâm öncesine dayanmaktadır. Bu sebeple ayette geçen “Mescid-i Haram”, yine tartışmasız olarak “Kâbe”dir.

Mescid-i Aksa’ya

Konumuzu aydınlatacak hususlardan birisi bu olup, peygamberimizin bir gece Mescid-i Haram’dan yürütüldüğü (yürüyerek gittiği) Mescid-i Aksa’nın neresi olduğunun doğru bilinmesi gerekmektedir.

Rivayetlere dayalı yorum yapanlar, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa’nın, bugün Kudüs’te bulunan tapınak olduğunu ileri sürerek kitaplara bu şekilde yazılmasını sağlamışlar ve bu yanlışı âdeta dayatmışlardır. Dolayısıyla bugün Mescid-i Aksa denilince çoğunluğun aklına Kudüs’teki mescit gelmektedir. Bu yanlış bilginin üstüne bir de bu konuda uydurulmuş bir hayli sayıdaki rivayetin etkisi eklenince, Müslümanlar arasında, peygamberimizin Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya yürüyerek gittiği, hatta oradan da göklere çıktığı yolunda bir inanç oluşmuştur.

Hâlbuki “Mescid-i Aksa” ismi sadece üç rivayette yer almakta, o rivayetlerde de bu mescidin nerede olduğu hakkında herhangi bir ifade bulunmamaktadır. Diğer taraftan, Kudüs’te bulunan tapınağın kastedildiği rivayetlerde ise, bu tapınak hep Beyt-ül Makdis adıyla anılmaktadır.

Bu rivayetlere geçmeden önce, her Müslüman tarafından mutlaka iyice ve doğru olarak bilinmesi gerektiğine inandığımız aşağıdaki hususları hatırlatmakta yarar görüyoruz:

Uyarı:

Hadis ıstilâhında “sahih” demek, mutlak doğru ve sağlam demek olmayıp, o ilmin konulmuş belli kalıplarına kurallarına uyan demektir. Hadis İlmi’nin de belli kuralları vardır. Bu kurallara göre; adalet ve zabıt sahibi kişilerin birbirinden nakilleriyle meydana gelen, kesintisiz senetle rivayet edilen, şazz olmak ve illetli bulunmaktan uzak hadislere “sahih” denir. Bu kurallar içerisindeki hadislerin sahih olduğu söylenebilir ama bu hadislerin kesinkes doğru olduğu söylenemez. Ayrıca muhaddislerden bazısının sahih gördüğünü, bir başkası sahih görmeyebilir.

Hadisçiler, rivayet ettikleri hadislerin “metin tenkidi”ni hiç yapmamışlardır. Yani hadislerin “akla, bilime, Kur’an’a, fıtrata, mütevatir sünnete ve ümmetin icmaına,” uygun olup olmadığını hiç dikkate almamışlardır. Herkesin duyup bilmesi lâzım gelen olayları, yalnızca tek bir kişinin rivayet etmesi, onların umurunda olmamıştır. Onlar sadece “sahih” tanımı içindeki kriterleri göz önüne almışlar ve rivayetlerin nakil kurallarına uygun olup olmadığına dikkat etmişlerdir.

Bazı mezhepler ise ne yazık ki, Bakara suresinin 143’üncü, Âl-i Imran suresinin 110’uncu, Enfal suresinin 64’üncü, Tövbe suresinin 100’üncü, Fetih suresinin 18’inci, Haşr suresinin 8’inci ayetlerini kendi siyasî görüşleri doğrultusunda çarpıtıp, ayrıca bir çok hadis de uydurarak sahabe sıfatlı kişilerin “yüzde yüz güvenilir olduğuna” karar vermişler, yani sahabenin hatasız, kusursuz, yalansız, yanlışsız, art niyetsiz olduklarını kabul etmişler, onların bir bölümünün münafık olduğu dikkate alınmadan hepsine dokunulmazlık zırhı giydirmişlerdir. Durum böyle olunca da hiç kimse önüne konulan rivayeti sorgulama cesaretini gösterememiştir. Dolayısıyla yalan ve yanlışın üstüne gidilememiş, “Hazretin böyle deyişinde, böyle yapışında vardır bir hikmet ve kesin doğrudur” denilip teslim olunmuştur. Hâlbuki beşerin masumluğu söz konusu olamaz. Ayrıca, İslâm literatüründe “münafık” denilen kesimin, peygamberimizin çevresinde bulunan, bizim de sahabe dediğimiz kimselerden bazılarının oldukları unutulmamalı, bunlar gibi başka “hazret”lerin de o dönemdeki gibi her türlü hainliği, sinsi düşmanlığı yapabilecekleri göz ardı edilmemelidir.

Sonuç olarak bu tarz kabuller, hem bazı kimselerin uydurdukları yalanlarla arı duru İslâm dinini yozlaştırma çabalarına destek olmuştur hem de o kimselerin haksız olarak elde ettikleri saltanatlarını ve gayrimeşru icraatlarını meşrulaştırmıştır. Peygamberimiz döneminde iktidarları ellerinden alınıp sus pus olanlar, hırs ve hınçlarını peygamberimizin ölümünden yıllar sonra bu yolla almışlardır.

Bu safsataları gören muhterem din büyüklerimiz ise “Bu, yalan veya yanlıştır.” deyip geri itmek yerine, yalanları kılıfına sokabilmek için yüzlerce yalan ve yanlışın daha söylenip yapılmasına vesile olmuşlardır.

Bu uyarıdan sonra, konumuz olan ayetteki Mescid-i Aksa’nın neresi olduğu hakkındaki araştırmamıza rivayetlerle devam edebiliriz.

Rivayetlerdeki Mescid-i Aksa:

.

1. rivayet;

Sahih-i Buharî, 21 kitab, 1. Bab, 1 numaralı hadis: 3.cilt/1130

“…… Ebu Hüreyre’den tahdis etti ki, Peygamber şöyle buyurmuştur: “İbadet için şu üç mescitten başkasına yolculuk edilmez: Mescidi Haram, Mescid-i Rasülüllah, ve Mescid-i Aksâ.”

2. rivayet;

Sahih-i Buharî 21. Kitab, 8 numaralı hadis:

…Bize Şu’be, Abdulmelik ibn Umeyr’den tahdis etti. O şöyle demiştir: Ben, Ziyâd’ın himayesinde olan Kazaa’dan işittim, o şöyle dedi: ben Ebu Said Hudri’den işittim; o, peygamberden dört şey tahdis ediyordu ki, bu dört şey hem beni hayrete düşürdü, hem de sevindirdi. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Eşi veya bir mahremi kendisiyle beraber bulunmayan kadın, iki günlük mesafeye sefer etmesin. Ramazan bayramının ilk günü ile kurban bayramının dört gününden ibaret olan ramazan ve kurban bayramı günlerinde oruç tutmak yoktur. İki namazdan sonra da namaz yoktur; biri sabah namazından sonra güneş doğup yükselinceye kadar, öbürü ikindi namazından sonra güneş batıncaya kadar. Namaz kılmak için şu üç mescitten başka bir mescide sefer edilmez: Mescidi Haram, Mescid-i Aksâ ve benim mescidim.

Ezrakî’nin tespitlerine göre bu rivayet, saray beslemelerinden Şihab-ez Zühri tarafından o günkü iktidara yaranmak ve iktidara meşruiyet kazandırmak maksadıyla peygamberimizin;

“Ancak üç mescit için sefere çıkılır. İbrahim’in mescidi (Kâbe), şu benim mescidim ve Süleyman’ın mescidi.” şeklindeki ifadesinin,

“Ancak üç mescit için ziyaret seferine çıkılabilir. Bunlar, Mescid-i Haram, şu benim mescidim ve Mescid-i Aksa’dır.” şekline sokulması suretiyle tahrif edilmiştir. (Geniş bilgi Ezrakî’de mevcuttur.)

Bu iki rivayet aslında aynı olmasına rağmen ravileri farklıdır; birinci rivayet Ebu Hüreyre menşeli iken, ikincide ara ravi Ebu Said el Hudri olmuştur. Bu konudaki başkalarının farklı rivayetleri de Şihab tarafından tahrif edilmiştir. Bize göre ise, orijinal olarak ileri sürülen rivayet de uydurmadır. Çünkü Kur’an’da bir çok ayette (Âl-i Imran; 137, En’am; 6, 11, Yusuf; 109, Nahl; 36, Hacc; 46, Neml; 69, Ankebut; 20, Rum; 9, 42, Fatır; 44, Mümin; 21, 82, Muhammed; 10) seyrüsefer emredilmektedir ve bu ilâhî emirleri yasaklamak ya da sınırlamak, peygamberimizin asla yapmayacağı bir eylemdir.

3. rivayet;

Prof. İbrahim Canan’ın tercüme ettiği herkesin elinde bulunan Hadis Ansiklopedisi Kütübü Sitte kitabının 8. Cilt; 134. sayfasında görülebilir. (Bu rivayet, Buharî, Müslim, Tirmizi, Nesai, İbni Mace’de çeşitli konularda mükerreren yer almıştır):

İbrahim İbnü Yezid et-Teymî anlatıyor: Babamdan mescidin avlusunun kenarında Kur’ân öğreniyordum. Bu sırada secde âyeti okumuşsam babam hemen secdeye kapanıyordu. Kendisine: “Babacığım yolda niye secde ediyorsun?” diye sordum. Dedi ki: “Ben Ebu Zerr RA’ın şöyle dediğini işittim: Rasülüllah’a yeryüzünde inşa edilen ilk mescidin hangisi olduğunu sordum: Mescid-i Haram olduğunu söyledi. Ben: Sonra hangisi? dedim, Mescidi Aksâ! diye cevap verdi. Ben İkisi arasında kaç yıl fark var? dedim. Kırk yıl! dedi ve ilave etti: Yeryüzü sana mescittir, öyleyse nerede namaz vaktine ulaşırsan namazını kıl, çünkü fazilet ondadır.”

Bu rivayet, Sahih-i Buharî’nin Kitab ül Enbiya’sında 40 ve 98 numara ile yine Ebu Zerr kaynaklı, ama son ravileri farklı olarak yer almıştır ve oradaki metinlerde de “Mescid-Aksa” adı geçmektedir. Bu üçüncü rivayette dikkat edilmesi gereken nokta; Mescid-i Haram ile Mescid-i Aksa’nın yapımları arasında 40 sene olduğu noktasıdır ki bu, tarihî gerçeklere uymamaktadır. Çünkü milâttan önce 2. bin yılın başlarında yaşamış olan İbrahim peygamberin (Ana Britannica, c:16, s:234) yaptığı Mescid-i Haram’ın (Bakara; 127) inşası ile milâttan önce 1000-962 yıllarında hüküm sürmüş olan Davud peygamber (Ana Britannica, c:9, s:340) ve ondan sonra tahta geçen Süleyman peygamber tarafından yapılmış olan mescidin inşası arasında yaklaşık BİN, BİN İKİ YÜZ sene olması gerekmektedir. Buradan da; rivayetlerde konu edilen Mescid-i Aksa’nın, Davud ve Süleyman peygamberler tarafından Kudüs’te yapılan mescit olmasının mümkün olmadığı ve ayrıca, üçüncü rivayette ortaya atılmış olan 40 senelik sürenin uydurma olduğu anlaşılmaktadır. Her ne kadar rivayetlerdeki bu uydurma -hâşâ- peygamberimize mal edilmişse de, gerçekte uyduranın kim, kimler olduğu ortadadır.

:

1. rivayet;

Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 17. Cilt, 95. sayfası:

… Rasülüllah’ın azatlısı Meymune RA. anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasülü! Bize Beyt-ül Makdis hakkında fetva ver!” demiştim. Şöyle buyurdular: “Orası mahşer ve menşer yeridir. (İnsanların kıyamet gününde toplanacağı ve defterlerin yayılacağı yer.) Oraya gidin ve içinde namaz kılın. Çünkü orada kılınacak tek namaz kendi dışındaki yerlerde kılacağınız bin namaz gibidir.”

Ben tekrar sordum: “Oraya gitmeye muktedir olamazsam ne yapmalıyım?” Şu cevabı verdi: “Ona kandil yağı bağışlarsın, aydınlatılmasında kullanılır. Böyle yapan da oraya varan gibidir.”

Not: Bu rivayetin birçok ta’n noktası vardır. Ama biz bu rivayeti sadece konumuz sadedinde yani “Beyt-ül Makdis” konusunda ele aldığımız için diğer hususlara değinmiyoruz, onları siz değerlendirebilirsiniz.

2. rivayet;

Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 17. Cilt, 96. sayfası:

…Abdullah İbnü Amr RA. anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: “Hz.Davut’un oğlu Süleyman, Beyt-ül Makdis’in inşaatını tamamlayınca Allah’tan üç şey talep etti: Allah’ın hükmüne uygun düşecek şekilde hüküm vermek, kendinden sonra kimseye nasip olmayacak bir saltanat, bu mescide sırf namaz kılmak niyetiyle gelenlerin günahlarından temizlenerek annelerinden doğdukları gündeki gibi olmaları.”

Sonra dedi ki: “İlk ikisi verilmiştir, üçüncünün de verildiğini ümit ediyorum.”

Yukarıdaki rivayetlerde görüldüğü gibi, Kudüs’teki mescidin adı o dönemde “Mescid-i Aksa” değil, “Beyt-ül Makdis”dir.

Kudüs’teki Beyt-ül Makdis’in İslâm tarihinde önemli bir yeri vardır. Zira peygamberimiz Medine hicretinde Beyt-ül Makdis’i kıble edinmiş ve bu durum uzun süre devam etmiştir.

Tarih ve rivayet kitaplarında yer aldığına göre peygamberimiz, kendisine vahy gelmemiş olan birçok konuda Ehlikitap’ı esas almış, yani Ehlikitap’ı müşriklerden üstün tutmuştur. Hatta müşriklere muhalefet olsun diye saçlarının şeklini bile Ehlikitap’ınkine benzetmiştir. Hakkında herhangi bir vahy bulunmayan kıble konusunda da peygamberimiz, Medine’ye gelince Ehlikitap’a uymuş ve onların kıblesi olan Beyt-ül Makdis’i kıble edinmiştir. Peygamberimizin fayda umarak ederek, kendisinin yaptığı bir tercih ve bir “içtihat” olan bu uygulama, rivayetlere göre 16-18 ay kadar sürmüştür. Ama bu süre zarfında peygamberimizin kendi tercihi ile yaptığı bu uygulamadan beklenen fayda sağlanamamış ve peygamberimiz bu konuda Allah’tan vahy beklemeye başlamıştır. Nitekim çok geçmeden vahy gelmiş ve Mescid-i Haram kıble olarak belirlenmiştir. Bazıları, peygamberimizin Beyt-ül Makdis’i kıble olarak seçmesinin de vahy ile olduğunu ve sonradan bu vahyin neshedildiğini ileri sürmüşlerse de bu saçma bir iddiadır.

Mekke dönemindeki kıble ile ilgili olan iki farklı rivayet vardır. Konunun aslı Bakara suresinin 142-145. ayetlerde yer almakta olup oradan tetkik edilmesi daha uygundur.

Beyt-ül Makdis’in kıble olması ile ilgili rivayetler:

1. rivayet;

Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 17. Cilt, 26, 27. sayfası:

el-Berâ anlatıyor: Rasülüllah ile birlikte Beyt-ül Makdis’e doğru on sekiz ay namaz kıldık. Medineye girişinden iki ay sonra kıble istikameti Kâ’be’ye çevrildi. Rasülüllah Beyt-ül Makdis’e müteveccihen namaz kılarken yüzünü çokça semaya çeviriyordu. Allah Teala hazretleri, peygamberinin kalbinden geçeni, yani, Kâ’be’ye yönelme arzusunu bildi. Bir gün Cebrail aleyhisselam yükseldi. Rasülüllah, o, yerle gök arasında yükselirken onu gözüyle takip etmeye başladı, onun nasıl bir vahy getireceğini gözetliyordu. Derken Aziz ve Celil olan Allah “Biz senin yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz…..” (Bakara suresi 144. âyet) âyetini indirdi. Biz, Beyt-ül Makdis’e doğru farzın iki rekatını kılmış tam rükuda iken, bir adam gelip: “Kıble, Kâ’be’ye doğru çevrilmiştir!” haberini getirdi. Derhal yönlerimizi çevirdik. Namazımızı yenilemeyip kıldığımız kısmın devamını tamamladık. Rasülüllah: “Ey Cibril! Beyt-ül Makdis’e doğru kıldığımız namazların hali ne olacak?” diye sordu. Bunun üzerine de Allah teala hazretleri: “Allah sizin imanınızı ( daha önce Beyt-ül Makdis’e doğru kıldığınız namazları) zayi etmeyecektir.” âyetini (Bakara suresi 143. âyet) inzal buyurdu.

2. rivayet;

Prof. İbrahim Canan’ın tercüme ettiği Kütübü Sitte kitabının 2. Cilt, 154. sayfası (Bu hadis Buhari’de dört kez, Müslim’de bir kez, Tirmizi’de üç kez, Nesaî’de dört kez yer almıştır):

…el-Berâ İbn-ül Âzib buyurdular ki: Rasülüllah Medine’ye gelince, önce Ensar’dan olan ecdadının- veya dayılarının- yanına indi: O zaman namazlarını on altı veya on yedi ay boyunca Beyt-ül Makdis’e doğru kıldı. Ancak kıblenin Kâ’be’ye doğru olmasını arzuluyordu. Kâ’be’ye doğru kıldığı ilk namaz da ikindi namazı idi. Bu namazı Rasülüllah ile beraber ashaptan bir grup kimse kılmıştı. Bu namazı kılanlardan biri, oradan ayrılınca bir mescide rastladı. Cemaati namaz kılıyordu ve tam rükû halinde idiler. Adam onlara: “Şehâdet ederim ki Hz. Peygamber’le Kâ’be’ye doğru namaz kıldık.” dedi. Cemaat oldukları yerde Kâ’be’ye yöneldiler. Müslümanların Beyt-ül Makdis’e doğru namaz kılmaları Yahudileri memnun ediyordu. Yüzler Kâ’be’ye doğru yönelince Yahudiler bundan hiç memnun kalmadılar. Beyinsiz Yahudiler dedikoduya başladılar. Arkadan hemen şu âyet nazil oldu: “İnsanlar içinden bazı beyinsizler…” (Bakara suresi âyet 142- 145)

3. rivayet;

Prof. İbrahim Canan’ın tercüme ettiği Kütübü Sitte kitabının 2. Cilt, 157. sayfası:

Müslim ve Ebu Dâvud’un Enes’ten rivâyet ettikleri bir diğer hadis şöyledir: Onlar Beyt-ül Makdis’e doğru yönelmiş halde, sabah namazının rükûunda iken, Benî Seleme’den bir adam kendilerine uğradı ve “Kıble istikameti Kâ’be’ye çevrildi” dedi. Bu sözünü iki kere tekrar etti. Cemaat rükûda iken KÂ’be’ye yöneldiler.

4. rivayet;

Prof. İbrahim Canan’ın tercüme ettiği Kütübü Sitte kitabının 2. Cilt, 157. sayfası (Bu rivayet Ebu Davut ve Tirmizî’de yer alır):

İbnü Abbas anlatıyor: Âyeti kerimenin emriyle Rasülüllah kıbleyi Kâ’be’ye yöneltince Müslümanlar sordular: “Ey Allah’ın rasülü, Beytül Makdis’e yönelerek namaz kılmış ve şimdi ölmüş olan kardeşlerimizin namazları ne olacak?” Bunun üzerine Cenabı Hakk şu âyeti indirdi: “ Senin yöneldiğin istikameti, peygamberlere uyanları, cayanlardan ayırd etmek için kıble yaptık…” (Bakara suresi 143. âyet.)

Görüldüğü gibi Kudüs’teki mescidin adı bütün rivayetlerde Beyt-ül Makdis olarak geçmiş, birinde bile Mescid-i Aksa adı anılmamıştır. Zaten konumuz olan 1. ayette geçen Mescid-i Aksa, gerçekten Kudüs’teki mescit olsaydı, ayete teberrüken başta peygamberimiz bütün Müslümanlar Kudüs’teki mescit için “Mescid-i Aksa” ifadesini kullanırlar, Beyt-ül Makdis adını ağızlarına bile almazlardı.

Beyt-ül Makdis’e Mescid-i Aksa adını kim verdi?

لاقصامُقدّسمَقدِسmakdis” sözcükleri arasında anlam ve yapı yönünden bir bağ ve yakınlık yoktur.

Çoğunluk tarafından yanlış olarak Mescid-i Aksa diye bilinen Kudüs’teki mescit, Davud ve Süleyman peygamberler tarafından yapılmış olan mescidin (Kudüs Tapınağı) M.S. 70 yıllarında Romalılar tarafından yıkılmasından sonra yıkıntıların hemen yanına yapılmıştır. Yapılışından itibaren de adına, uzun yıllarca Yahudiler tarafından “İlya Mescidi”, Araplar tarafından ise “Mescid-i Mukaddes” veya “Beyt-ül Makdis” denilmiştir:

Kudüs Tapınağı, … Birinci tapınak, Hz. Davut’un oğlu Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı sırasında inşa edilerek İÖ 957’de tamamlandı. … Babil kralı II. Nabukadnezar İÖ 586’da … yapıyı tümüyle yıktırdı. … Babil fatihi II. Kyros (Büyük), İÖ 538’de … Yahudilerin Kudüs’e dönmelerine ve tapınağı yeniden inşa etmelerine izin verdi. Çalışmalar İÖ 515’te tamamlandı. Özgün yapının gösterişsiz bir benzeri olarak yapılan İkinci Tapınak’ın ayrıntılı plânı günümüze ulaşamadı. … İS 66’da Roma’ya karşı çıkan ayaklanma kısa sürede tapınak üzerinde odaklaştı ve İS 70’de … Romalıların tapınağı yıkmasıyla sonuçlandı. İkinci Tapınak’tan geriye yalnızca batı duvarının bir parçası, bugün Ağlama Duvarı diye anılan bölüm kaldı. … (Ana Britannica, c:19, s:420)

Görüldüğü gibi, Davud ve Süleyman peygamberler tarafından yapılan tapınak 70 yılında yerle bir olmuş ve bugüne de sadece bir duvarı kalmıştır. Ama bugün, bu duvardan başka, tapınağın yıkıntılarının bir bölümü üzerinde, 6. ve 7. yüzyıllarda inşa edilmiş iki yapı da mevcuttur. Bunlardan biri, 527-565 yılları arasında hüküm sürmüş olan Bizans imparatoru I. İustinianos tarafından yaptırılan bir bazilikadır ki, bu yapı 638 yılında halife Ömer’in Kudüs’ü almasından sonra camiye çevrilmiştir (Ana Britannica, c:22, s:304, 305). Diğer bina ise 691 yılında Emevî halifesi Abdülmelik bin Mervan tarafından ve halife Ömer’in camiye çevirttiği yapının hemen kuzeyinde yaptırılan Kubbetü’s Sahra’dır (Ana Britannica, c:19, s:411).

. Sonuç olarak o yıllardan bu yana ne yazık ki tüm Müslümanlar bunu böyle kabul etmişler ve bunun aksini söylemek, açıklamak hatta düşünmek bile imkânsız hâle gelmiştir.

tahlilden sonra, 1. ayetteki ifadelerle ilgili değerlendirmemize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

حولhavl” kelimesinin gerçek anlamı “bir yan, bir kenar, kıyı” demek olup, çevre demek değildir. Önemine binaen, “havl” sözcüğü ile ilgili olarak Meryem suresinde verdiğimiz detayı burada da veriyoruz:

Havl

“Havl” sözcüğünün esas anlamı; “bir şeyin değişmesi, değişime uğrayıp başkasından ayırt edilmesi” demektir. “Hâl (durum, vaziyet)” sözcüğü de “havl” sözcüğünün farklı bir ifadesidir ki bu sözcük; insan ve başka bir şeyin iç ve dış dünyası, bedeni, kazancı gibi değişken işlerin ve şeylerin durumunu ifade eder (“hâl” sözcüğü aynen bu anlamıyla Türkçeleşmiştir). Ama bu sözcük genellikle “sene” anlamında kullanılır. Bunun sebebi, Dünya üzerindeki sabit bir noktadan bakıldığında Güneş’in ufuktaki aynı noktadan iki defa doğması veya batması arasında geçen zamanın bir sene olmasındandır. Başka bir ifade ile söylenecek olursa, Dünya üzerindeki sabit bir noktaya göre her gün değişik noktadan doğan ve batan Güneş, bu değişik noktaları kapsayan turunu bir senede tamamlayıp, değişimin başladığı noktaya bir sene sonra döndüğü için, değişimlerin bittiği süre olan bir yıla “havl” denir. Meselâ Araplar “Halet id dar (ev / yurt değişti)” şeklindeki deyimle; “evin üzerinden bir sene geçtiğini” ifade etmek isterler. Klâsik Arap dilinde bunların birçok örneği mevcuttur.

Çoğulu “ahval” ve “huvul” olarak söylenen “havl” sözcüğü, Kur’an’da da birçok ayette “sene” anlamında kullanılmıştır:

Bakara; 233: Ve anneler, çocuklarını, emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için tam iki yıl emzirirler. Çocuk kendisine ait olan babaya da emzirenlerin yiyecekleri ve giyecekleri maruf ile (geleneklere uygun olarak) bir borçtur. Her nefis (her kişi) ancak gücüne göre mükellef olur. -Çocuğu sebebiyle bir anne de, çocuğu sebebiyle bir baba da zarara sokulmasın.- Vârise düşen de bunun aynıdır. Eğer ana ve baba birbirleriyle istişare edip, her ikişinin de rızasıyla çocuğu memeden ayırmak isterlerse kendilerine bir günah yoktur. Eğer çocuklarınızı başkalarına emzirtmek isterseniz vereceğinizi maruf ile (geleneklere, günün şartlarına uygun olarak) verdikten sonra bunda da size bir günah yoktur. Ve Allah’a takvalı davranın ve bilin ki, Allah yaptığınız şeyleri görendir.

Bakara; 240: Ve sizden eşler bırakarak vefat edecek olanlar, eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler. …

Bizim kaynak olarak seçtiğimiz sözlüklerde, sözcük hakkında şu açıklamalar yer almaktadır: Bir şeyin havli, üzerine dönebilecek, çevrilebilecek tarafıdır. Yani bir şeyin değiştiğini gösteren, belli eden tarafı (dış yüzü, dış kenarı) o şeyin havlidir. “Hile” sözcüğü de “havl” sözcüğünden gelir. (Tac ül Arus; c:14 s:179–186, Lisan ül Arab; c:2 s:664–673, Müfredat; s:137, 138)

“Havl” sözcüğü Kur’an’da 17 kez geçmektedir. Bunlardan ikişi (Bakara; 233, 240) “sene” anlamında 15 tanesi de (Meryem; 68, Zümer; 75, Âl-i Imran; 159, Tövbe; 101, 120, Ahkaf; 27, Bakara; 17, İsra; 1, Şuara; 25, 34, Mümin; 7, En’âm; 92, Ankebut; 67, Neml; 8, Şura; 7) “bir şeyin dış kenarlarından birisi” anlamında kullanılmıştır. “Havl” sözcüğü Türkçemize “havlu (Avlu; yapının yanı başında duvarla çevrili yer)” olarak geçmiştir.

Bir kenarını mübarek kıldığımız

. Bu durumda yapılması gereken, önce mübarek yerin neresi olduğunu bulmak, sonra da bu yerin kenarının neresi olduğunu tespit etmektir.

Mübarek yerin neresi olduğu Kur’an’da bildirilmiştir:

Âl-i Imran; 96: İnsanlar için konulan ilk ev, Bekke (Mekke)’deki mübarek ve âlemlere rahmet olan evdir.

Yani, mübarek yer Kâbe’dir, diğer adıyla Mescid-i Haram’dır. Mescid-i Haram; “Haram bölgenin mescidi” demek olduğuna göre, merkezinde Kâbe’nin bulunduğu haram/ mübarek/ bereketli bölgenin sınırları belirlenmelidir ki, bu bölgenin kenarlarının nereleri olduğu da tespit edilebilsin.

Mekke ve Kâbe’yi konu alan tüm belgelerde haram/ mübarek/ bereketli bölgenin sınırları şöyle belirlenmiştir:

– Kâbe’den Medine yolu istikametine dört mil,

– Kâbe’den Yemen yolu istikametine altı mil,

– Kâbe’den Taif yolu istikametine on bir mil,

– Kâbe’den Irak yolu istikametine yedi mil,

– Kâbe’den Ci’rane vadisi istikametine dokuz mil,

– Kâbe’den Cidde yolu istikametine on mil.

.

Tarihî kaynaklardaki Mescid-i Aksa:

“Mescid-i Aksa”; “en uzak mescit” demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla mescit olması ve bu mescitlerden birinin, merkeze, diğerlerinden daha uzak olması gerekir. Aksi hâlde bu ifade dil bilimi bakımından hatalı olur. Nitekim o dönemin Mekke şehrinin tarih ve coğrafyasından bahseden eserlere bakıldığında, karşımıza bu mantığı doğru çıkaran bilgiler çıkmaktadır.

.

VAKIDİ FOTOKOPİLER

Uyarı:

O günkü Mekkeliler, kendi inanışlarına göre İbrahim peygamberin dininin mensupları idiler. Dinleri tahrifata uğramış olsa da namaz, secde, rükû ve hacc gibi dinî vecibeleri kendi mevcut inançları doğrultusunda yerine getirmekteydiler. Peygamberimizin durumu da aynıydı. Bu husus daima göz önünde tutulmalı, namazın, secdenin ve dolayısıyla da mescidin peygamberimizin elçi oluşu ile ortaya çıktığı düşünülmemelidir. Diğer taraftan, mescit denilince bugünkü mescitler akla gelmemelidir. Örneğin Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî denilince onların bugünkü şekli akla gelip bugünkü yapıları anlaşılmamalıdır. O mescitler bugünkü şaşaalı, debdebeli, şatafatlı, tantanalı hâllerine Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve Suudiler döneminde getirilmişlerdir. Mescit, secde edilen yer demek olduğuna göre, bu mescitler de, namaz kılmak ya da toplantı yapmak için belirlenmiş olan yerler, yani o çağa göre basit kerpiç yapılar veya ağaçtan yapılma çardaklardır. Önemli olan oranın yapısı değil kullanım şeklidir.

Yukarıda verdiğimiz bilgiler ışığında artık, ayetteki “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesi daha iyi anlaşılmakta ve Mescid-i Aksa’nın, haram/ mübarek bölgenin dışında, kenarında bir yerde olduğu bilinmektedir. Sonuç olarak söylemek gerekirse; Mescid-i Aksa, Kudüs’te değil, Mekke’deki haram/ mübarek yerin kenarındadır. Dolayısıyla, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa da, rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit değil, Mekke’nin kenarındaki bu mescittir. Yani, hakikî Mescid-i Aksa, Mekke’nin kenarındadır ve Kur’an’dan yapılan bu tespit, İlk dönem tarih ve coğrafya bilimcisi Vakıdi’in kitabındaki ile aynıdır.

Gerçek bu olmasına rağmen, yukarıda verdiğimiz rivayetlere tefsir, şerh, haşiye yazanların, rivayetlerde oluşan tutarsızlıklara kılıf hazırlamak için yaptıkları hokkabazlıkları, tevilleri görmek ve gülmek için metinlerin ister orijinaline ister tercümesine bakılabilir.

Kur’an’daki Mescid-i Aksa’nın neresi olduğunun tespitini böylece yaptıktan sonra, ayetin tahliline kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Peygamberin yürütülüş nedeni: Ayetlerimizden gösterelim diye …

Ayette bildirildiğine göre; Allah’ın kulu (Muhammed), kendisine bir takım ayetler gösterilmek üzere, Mescid-i Haram’dan, mübarek kılınmış yerin kenarındaki Mescid-i Aksa’ya bir gece yürütülmüştür.

Rabbimiz hem bu gösteriyi hem de ayetlerini “nerede” ve “nasıl” gösterdiğini Necm suresinde açıkladığı için, oradaki tahlilimizi burada aynen tekrarlıyoruz:

Necm suresinin 5-18. ayetleri:

5, 6. Ayetler: Ona onu, müthiş kuvvetleri olan öğretti. Üstün akıl sahibi. Ki O istiva etti (doğrulup dikildi, egemenlik kurdu, yerleşti).

Peygamberimizi göğe, Allah`ın yanına çıkarmaya karar vermiş olan zihniyet, bu ayetleri de çarpıtmış ve Allah`a ait olan nitelikleri maalesef Cebrail`e yakıştırmıştır. Gördüğünüz gibi 5 ile 6. ayetlerde Kur`an`ı yani vahyi kimin öğrettiği isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır. İşte rivayetçiler bu sıfatları Cebrail`e vermişler, ama 10. ayette, Muhammed`in Cebrail`e kul olması anlamı ortaya çıkınca işin içinden çıkamamışlar, bin bir safsata uydurmuşlar, yorum yapacağız derken bataklıkta çırpınarak boğulmuşlardır.

İlk olarak, Peygamberimize Kur`an`ı öğretenin kim olduğu konusunda tereddütsüz, kuşkusuz söyleyebiliriz ki, Kur`an`ı öğreten Cebrail değil, Rahman`dır, yani Allah`tır:

Rahman; 1, 2:

Rahman/ çok merhametli olan kur`anı öğretti.

Görülmektedir ki Kur`an`ı öğretenin Cebrail olduğunu söylemek, Kur`an`a tamamen terstir.

İkinci olarak da ayetlerde bahsedilen sıfatları açıklamakta yarar vardır:

شديدالقوىقديرقوىّ Kaviyyün” olarak söylenir. “Kaviyyün” sözcüğü de zaten Allah`ın sıfatlarından birisidir. Kur`an`da dokuz kez yer alır:

Enfal; 52:

… Muhakkak ki Allah Kavî`dir (çok güçlüdür, azabı çok şiddetli yapandır).

Diğer ayetler ise şunlardır: Hud; 66, Hacc; 40, 74, Mümin; 22, Şûra; 19, Hadid; 25, Mücadele; 21, Ahzab; 25.

ذومرّة zümirre (üstün akıl sahibi)” ifadesi de Allah`ın Rabb ve mukaddir (her şeyin en inceden inceye hesabını yapan) olduğunun beyanıdır. Bu sözcük bu ayetten başka hiç bir yerde yer almaz.

استوى istiva eden” ifadesi ile kastedilen de Allah`tır. Çünkü, “İstiva” Allah`ın sıfatlarındandır, meleğin veya kulların sıfatı değildir. “İstiva”, mecazen, “egemenlik kurdu, kontrolü altına aldı” demektir. Ayette müteşabih bir kavram, mecaz olarak kullanılmıştır. “İstiva” sözcüğü, aşağıdaki ayetlerden başka, Yunus suresinin 3., Ra`d suresinin 2., Furkan suresinin 59. ve Secde suresinin 4. ayetlerinde de bu şekilde geçmektedir.

Ta Ha; 5:

Rahman, Arş üzerine istiva etmiştir (egemenlik kurmuştur).

A`râf; 54:

Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra da Arş üzerine istiva eden (egemenlik kuran), gündüzü durmadan kovalayan gece ile bürüyen, Güneş, Ay, yıldızları emrine boyun eğdirmiş olarak var eden Allah`tır. Gözünüzü açın; yaratış da onundur, buyruk da. -Âlemlerin Rabbi olan Allah çok yücedir.-

Bakara; 29:

O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra semaya istiva edip (egemenlik kurup) onları yedi gök olarak düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilicidir.

استوى istiva” sözcüğü ile müteşabih anlatımla Allah`ın gücü ve kuvveti tanıtılmaktadır. “İstiva etti”den başka, “Gökte olan”, “Tahtta oturan”, “Tahtını sekiz meleğin çektiği kral” gibi ifadeler de müteşabih olup, Kur`an`da Allah`ın gücünü ve kuvvetini anlatmak için kullanılmıştır. Bu müteşabih ifadelerin çoğu, o günkü Araplar arasında yerleşmiş kabuller olup, anlatılmak istenen kavramlar, onların kendi anlayışlarına uygun olan şekilde ifade edilmiştir.

Kur`an`da müteşabih ayetlerin varlığını bildiren Âl-i Imran suresinin 7. ve Zümer suresinin 23. ayetlerinin uyarıları göz ardı edilip her ayet, her ifade, zahirî, lâfzî ve hakikat anlamlarıyla dikkate alınırsa, bu, Kur`an`ın ruhuna aykırı bir davranış olur. Meselâ Allah`ın; gelmesi, inmesi, yaklaşması, Arş üzerine istiva etmesi, gökte olması, eli olması, yüksek-açık ufukta olması, Âdem ve İblis ile bire bir diyalog kurması, görmesi, işitmesi… müteşabih ifadeler olup, bu ifadeler ehil kişilerce tevil edilirler.

Müteşabih ifadelerin anlaşılmasını zamana ve ehline bırakmak daha doğru bir davranış olacaktır. Zaman içinde ilimde rasih olacaklar yani yetişecek uzmanlar o ayetleri tevil edeceklerdir.

7-10. Ayetler: Ve O, en yüksek ufukta idi. Sonra yaklaştı, ve hemen sarktı. İki yay uzunluğu kadar, ya da daha yakın olmuştu. Hemen de kuluna vahyettiğini vahyetti.

Bu ayetlerle Allah`ın Muhammed`e ilk kez nasıl vahyettiğinin (Alak suresinin inişinin) kompozisyonu çizilerek, heyecanlı bir sahne sergilenmiştir. Buradaki ayetlerin özneleri, müteşabih ayetleri ve mecazları anlamayan zihniyet tarafından çarpıtılarak Cebrail yapılmıştır. Yani bu zihniyet sahiplerine göre, orada peygamberimiz Cebrail ile karşılaşmış, birbirlerine yaklaşmışlar, peygamberimiz Cebrail`e KUL olmuş, Cebrail de ona vahyedeceğini vahyetmiştir. (Haşa)!

Meselenin iyi kavranabilmesi için vahy ile ilgili kısa bir açıklama sunmakta yarar görüyoruz:

Vahy

وحى vahy” sözcüğünün “vaz`ı (ilk konuş, türetiliş)” anlamı; kendinden başkasına ilka ettiğin şey; gizlice bilgilendirmek” (Lisanü’l Arab, c.9, s. 243-245 ) demektir. Zaman içinde bu anlam çerçevesinde “Gizli konuşma, işaret etme, emretme, ilham etme, ima etme, fısıldama, mektup yazma, elçi gönderme” anlamlarında da kullanılır olmuştur.

القاء ilka” sözcüğü ile anlamdaş olarak kullanılır. Bakara; 37, Neml; 6 ve Mümin; 15`e bakabilirsiniz.

“Vahy” kelimesinin Kur`an`da sözcük anlamıyla kullanıldığı ayetler; “Allah ile ilgili olan” ve “Allah ile ilgili olmayan” olmak üzere iki grupta toplanabilir:

1- Allah ile ilgili olarak kullanıldığı ayetlerde “vahy” sözcüğü şu değişik anlamlara gelmektedir:

a) “Emir ve bir iş yaptırma”:

Fusılet; 12:

… ve her göğün işini kendisine vahyetti….

Zilzal; 4-5:

İşte o gün yerküre tüm haberlerini; Rabbin kendisine vahyettiklerini bir bir söyler.

Nahl; 68:

Ve Rabbin bal arısına dağlarda, ağaçlarda ve kovanlarda evler (yuvalar) edinmesini vahyetti.

Enfal; 12:

Ve Rabbin meleklere vahyediyordu (emrediyordu); “Ben sizinle birlikteyim inananları destekleyin. …”

b) “İma etme, ilham”:

Maide; 111: Ve hani havarilere: “Bana ve elçime inanın” diye vahyetmiştim de onlar, “inandık, ve bizim gerçekten teslim olduğumuza tanık ol” demişlerdi.

c) “İlham ve rüya”:

Kasas; 7:

2 – Allah ile ilgili olmadan kullanıldığı ayetlerde de “vahy” sözcüğü yine değişik anlamlar ifade eder:

a) “İma etmek, işaret etmek”:

Meryem; 11:

O (Zekeriyya), bunun üzerine mihraptan kavminin (halkının) karşısına çıkıp sabah akşam Rablerini tesbih etmelerini vahyetti (işaret etti).

b) “Fısıldama, gizli konuşma”:

En`âm; 112:

Böylece Biz her peygamber için ins ve cin şeytanlarını (her kötü kişiyi) düşman yaptık. Onlar aldatmak için birbirlerine süslü ve yaldızlı sözler Vahyederler (fısıldarlar). …

c) “Teşvik etme, telkin etme, söyleme”:

En`âm; 121:

… Ve gerçekten şeytanlar dostlarına sizinle mücadele etmeleri için vahyederler (telkinde bulunurlar)…

“Vahy” sözcüğü, terim anlamı olarak ise Kur`an`da 68 yerde geçmekte olup, bu ayetlerin tümünde sadece Allah`a özgülenmiştir. Bunun anlamı; terim anlamındaki vahyin Allah`ın işi olduğu, ne melek, ne peygamber, ne de herhangi bir insanın bu anlamda vahyetmesinin mümkün olmadığıdır.

Sonuç olarak 10. ayette geçen “vahy” sözcüğü de terim anlamında kullanıldığına göre, burada kuluna vahyeden Allah`tır, ve Cebrail`in vahyi getirmesi söz konusu olamaz.

9. Ayette geçen “yay boyu”, o zamanlarda kullanılan ve o günkü insanların bildiği bir uzunluk ölçüsüdür. O dönemlerde “metre” gibi uluslar arası kabul görmüş ölçülerin henüz icat edilmediği için yöresel ölçüler kullanılmaktaydı. İşte “yay boyu” da, o zamanlarda kullanılan rumh (mızrak), sevt (deynek), arşın, kulaç, boy, isbi` (parmak), hatve (adım), şibr (karış), zira (kol), ok atımı, gibi bir ölçü birimiydi. Bu ölçü mantığı o günkü Batı ülkelerinde de geçerli olup, bu ülkelerde de insan ayağının uzunluğunu temel alan “feet”, insan elinin baş parmağının tırnak dibindeki genişliğini temel alan “inch” gibi ölçüler kullanılmakta idi. Dolayısıyla Yüce Allah mesajında, muhatap aldığı toplumun anlayabileceği bir ölçü kullanmıştır.

Bu açıklamalardan sonra, Allah`ın peygamberimize nasıl vahyettiğini anlatan sahneye geri dönecek olursak, bu kompozisyonun çizildiği 7-10. ayetler hakkında tefekkür ederken peygamberimize gelen vahyden söz eden Tekvir suresinin 19-25. ayetlerindeki açıklamaları hatırlamakta yarar görüyor ve yapılacak değerlendirmelerde, hem Musa peygamberin hem de Muhammed peygamberin ilk vahylerini anlatan ayetlerdeki “ağaç” ögesinin dikkate alınması gerektiğini düşünüyoruz.

Tekvir; 19-25:

Kuşkusuz bu, değerli bir elçi sözüdür; güçlü, Arş`ın Sahibi`nin yanında çok itibarlı, itaat edilir, güvenilir. Arkadaşınızı cin çarpmış değildir. Ant olsun o, O`nu açık ufukta gördü. O gayb hakkında cimri de değildir. Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.

7-10. ayetlerde, vahy anında neler olduğu hakkında bize açık bir bilgi verilmemiştir. Ama sanki bir cismin (helikopter gibi) gökten aşağıya doğru inişini çağrıştıran bir ifade kullanılmıştır. Bu konuyu araştıranlar, Allah izin verdiği takdirde, o gün olanların izahını tartışma şeklinde yapacaklar ve en büyük mucizelerden birini veya bir kaçını daha açıklayarak insanlığa büyük bir hizmet yapmış olacaklardır.

11-13. Ayetler: Gönlü, gördüğünü yalanlamadı. Siz onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz? (onun gördüğü şey hakkında onunla mücadele mi ediyordunuz?) Ant olsun onu, başka bir inişte de gördü.

اقرأ ikra” ile başlayan 1. ve 2. ayetlerin gelişinde, ikincisi de yine “ikra” ile başlayan 3. ve 5. ayetlerin gelişinde olmuştur.

14-15. Ayetler: Son sidrenin yanında, Ki onun yanında oturmaya değer bahçe/ mesire yeri vardır.

Bu ayetlerde vahy mahalli açıklanarak âdeta adres belirtilmektedir. Bu ayetlere göre, 7-10. ayetlerde anlatılan kompozisyon (Allah`ın sarkması, yaklaşması ve kuluna vahyetmesi), yanında oturmaya değer bahçe olan son sidre ağacının yanında vuku bulmuştur.

جمطعندعند ınde” mekân zarfının pasajdaki tüm olaylara bağlanması, en doğru olanıdır. Buna gramer açısından hiçbir sakınca yoktur.

Sidretül münteha, cennet-ül me`va (Vadide bir mesire yeri.): Ayette bahsedilen sidre ağacı, o vadide yetişen bir ağaç türü olup, “sedr ağacı” veya “Arabistan kirazı” olarak da bilinir. Genellikle sınır aralarında, sınırları belirlemek için büyütülen bu ağaç, kırsalda yaşayan çobanlar, çiftçiler, dağcılar için taş, kaya, ağaç, pınar gibi bir nirengi noktası olarak kabul edilirdi.

Ayette geçen “cennet” ile ilgili olarak da, rivayet tefsircileri, bu cenneti yedi kat gökten birine, adamına göre farklı farklı katlarına yerleştirmişlerdir. Bu olay nedeniyle peygamberimizi Allah`ın yanına çıkaran bazıları da ayette sözü edilen cennetin, Kur`an`ın bütününü dikkate almadan, ahiretteki cennet olduğunu söylemişlerdir.

“Cennet” sözcüğü, “cinn” sözcüğü gibi “cenn” kökünden türemiş bir isim olup, sözcüğün esas anlamı; “gizlenmek, karanlıkta kaybolmak” demektir. Bitkilerin dal ve yapraklarıyla örttükleri toprak parçalarına cennet/ bostan denir ve çoğul hâli olan “cennat” ve “cinan” şekilleriyle kullanılır.

Dinî terim olarak ise cennet; peygamberlerin davetine uyarak, Allah`tan gelen Hakk Din`e inanan, salih ameller işleyen, Allah`tan sakınan kullar için ahirette hazırlanmış olan mutluluk ve mükâfat yurdudur. Bu cennetin farklı nitelikleri; hoş kokulu yiyecekler, gönlün hoşlandığı her türlü yiyeceğin varlığı, içinden nehirlerin akışı, bal ve sütten ırmaklar, emre amade kişiye özel hizmetçiler, ipek atlas giyecekler, altın ve gümüşten kaplar, sınırsız genişlik vs. ile birlikte, bunları kimlerin hak ettiği ve bunlara kimlerin kavuşacağı Kur`an`da hep açıklanmıştır. Ancak Kur`an`da, yukarıda sayılan niteliklerin birer sembol, örnek olduğu vurgulanır ve asıllarının daha muhteşem olduğu ima edilir (Ra`d; 35, Muhammed; 15, İnsan; 12-22). Ahiretteki mutluluk yurduna “cennet” adı verilmesinin nedeni, ağaçlarının ve gölgelerinin çokluğundan ötürü olsa gerektir.

“Cennet” kavramı ve inancının, Arapça`dan başka dillerde de, İslâm`dan başka dinlerde de yeri vardır. Ama biz konuyu, Kur`an`dan öğrenerek açıklığa kavuşturmak durumundayız.

“Cennet” sözcüğü, Kur`an`da sadece dinî terim olarak değil, sözcük anlamıyla da kullanılmıştır. Meselâ Âdem peygamberin kıssasındaki cennet, sözcük anlamındaki cennettir. Yani Âdem peygamber bu dünyadaki yeşili, bitkisi, ağacı bol bir yerde yaratılmış, orada iken Allah`ın emrine aykırı davranmış ve oradan çıkartılarak çöle indirilmiştir. Çünkü Kur`an`dan öğrendiğimize göre ahiretteki cennet bir ikram ve lütuf yurdudur, orada yasak olan ve günaha sokacak bir şey yoktur, o cennet süreklidir, ebedîdir:

Vakıa; 25:

Ne boş bir lâf işitirler orada (cennette) ne de günaha sokacak bir şey.

Vakıa; 32, 33:

Birçok meyveler arasındadırlar. Ne tükenir, ne yasaklanır.

Zühruf; 71:

Çevrelerinde altın tepsiler, kadehler dolaştırılır. Orada nefislerin arzu duyacağı, gözlerin zevkleneceği her şey vardır. -Ve siz orada sürekli kalacaksınız.-

Duhan; 56:

Orada ilk ölüm dışında ölüm tatmazlar…

Hâlbuki Âdem peygamber ve eşinin yaşadığı cennette yasak ağaç vardır, kötülük eden ve vesvese veren şeytan (İblis) vardır ve bu cennet ebedî değildir. Nitekim İblis, yasak ağaca yaklaşma konusundaki vesveseyi ölümsüzlük vaadiyle vermiştir.

Kur`an`da, “cennet” sözcüğü, sözcük anlamıyla sadece Âdem peygamber ile ilgili ayetlerde değil, başka ayetlerde de kullanılmıştır.

Bakara; 265:

Allah`ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için infakta bulunanların (mallarını bağışlayanların) durumu kendisine bol yağmur isabet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir cennetin (bahçenin) durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti, bir nem bile yetişir. Allah yapmakta olduklarınızı tam bir biçimde görmektedir.

Kalem; 17:

Haberiniz olsun ki, Biz onlara belâ vermişizdir (kesinlikle belâ vereceğiz), (tıpkı) o cennet (çiftlik, bahçe) sahiplerine belâ verdiğimiz gibi. Hani onlar, sabah olunca mutlaka onu devşireceklerine yemin etmişlerdi.

جنّةالمأوى cennet-ül me`va (bahçe konak)”nın da ahirette vadedilen cennet olmadığı, yeryüzündeki belli bir coğrafî nokta olduğu anlaşılmaktadır. Yani bu ayetteki “cennet” sözcüğü, dinî anlamıyla değil, sözcük anlamıyla kullanılmıştır. Yüzyıllardır rivayetçilerin etkisinde kalmış “bilgin etiketliler” ise, cesaret gösterip işin gerçeğini haykıramamışlar, bu ayetteki cenneti ahirete, göğün katlarına hatta Allah`ın yanına yerleştiren rivayetlerin karanlık gölgesinde kalmışlardır. Özetle ifade edecek olursak; 7-10. ayetlerdeki olaylar, yani Allah`ın yeryüzüne inmesi, yaklaşması ve kuluna vahyetmesi, yanında cennet-ül me`va (bahçe konak) bulunan son sidre ağacının yanında olmuştur. 14, 15. ayetlerde, bu olayın vuku bulduğu, yani ilk vahyin vuku bulduğu mahallin adresi verilmektedir.

O günün Mekkelileri, bu bahçe konağı, oradaki sidre ağaçlarını ve en sondaki sidre ağacını biliyor olmalılardı ki, içlerinden hiçbirisi bu yerin neresi olduğuna dair bir soru sormamış ve bu olayın peygamberimizin göğe çıkıp Allah veya Cebrail ile sohbet ettiğini anlatan bir olay olduğuna dair de bir iddia ileri sürmemişlerdir. Peygamberimizin göğe çıktığı yolundaki çarpık anlayış, peygamberimizden 90-100 yıl sonra yaşayan rivayetçilerin, o günün iktidarına yaranmak için, art niyetli davranışlarından kaynaklanmıştır.

16. Ayet: O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu.

Mevcut meal ve tefsirlerin büyük çoğunluğunda, ayetin başındaki “iz” edatı (zaman edatı) ihmal edilmiş, ekleme ve parantezlerle yazarların kendi inanç ve kabulleri doğrultusunda çeviriler yapılmıştır. Oysa bu edat, ayette çok önemli bir noktayı aydınlatmakta; vahy anını belirtmektedir: “O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu.” Yani, ilk vahyin indiği yeri 14 ve 15. ayetlerde belirten Yüce Allah, bu ayette de, vahyin “sidreyi kaplayanın kapladığı zaman” indirildiğini bildirmektedir.

Sidre ağacında nelerin olduğu bize ayrıntılı olarak aktarılmamıştır. Belki de bizlerin hafsalasının almayacağı, dilimizle de ifade edemeyeceğimiz tecelliler gerçekleşmiştir. Bu gibi durumlarda bizlere düşen, hakkında bilgi verilmeyen şeylerin arkasına düşmemek ve “Allah`ım senin verdiğin bilginin dışında bilgimiz yok.” demektir. Rivayet kitaplarında yer alan; sidreyi (kiraz ağacını) ateş, nur, altın-gümüş-mücevher, kelebek, arı, melek gibi şeylerin kapladığı ve ağacın yapraklarının fil kulağı, meyvelerinin de küp gibi olduğu, ağacın da Arş-ı A`lâ`da, cennette bulunduğu yolundaki iddialar, Kur`an dışı, hayalî, ciddiyetten uzak ve art niyetli söylentilerdir. Bu konuda bizim göz önünde bulunduracağımız tek husus, Allah`ın kulları ile nasıl konuşacağını bildiren Kur`an ayetidir:

Şûra; 51:

Bir beşer için, bir vahy ile veya perde arkasından yahut bir elçi gönderip de izniyle dilediğini vahyetmesi dışında Allah`ın kendisiyle konuşması olmaz. Muhakkak O, Aliyy`dir Hakîm`dir.

Bu ayetin ışığında “sidre ağacını kaplayan kaplıyordu” ifadesinden, bir perde oluştuğunu ve Allah`ın o perdenin arkasından konuştuğunu/ vahyettiğini anlamak mümkündür. Ancak Musa peygamberin ilk vahyinde “ağaç” ve “ateş” olarak belirtilen bu perdenin mahiyeti, Muhammed peygamberin vahyinde açıkça belirtilmemiş, “ma-i mevsul (şey)” olarak kalmıştır.

Necm suresinin ilk vahyi anlatan ayetleri ile, Musa peygamberin ilk vahyini anlatan ayetler birlikte incelendiğinde, her iki peygamberin de ilk vahylerinin birbirine benzediği görülmektedir:

Kasas; 30:

Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vadinin Sağ tarafından, bir ağaçtan şöyle seslenildi: “Ey Musa! Âlemlerin Rabbi Allah Benim, Ben!”

Ta Ha; 9-15:

Ulaştı mı sana Musa`nın haberi? Hani bir ateş görmüştü de ailesine, “Bekleyin! Gözüme bir ateş ilişti. Olabilir ki, ondan size bir kor parçası getiririm yahut onun üzerinde bir kılavuz bulurum.” demişti. Onun yanına geldiğinde kendisine “Musa! “Benim Ben, senin Rabbin. Hadi pabuçlarını çıkar, sen kutsal vadide, Tuva`dasın. Ve Ben seni seçtim; o hâlde vahyedilecek olanı dinle. Hiç kuşkulanma ki, Ben Allah`ım. İlâh yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için namaz kıl. Kuşku duyma ki o saat gelecektir. Onu neredeyse gizleyeceğim ki, her kimse gayretinin karşılığını elde etsin.” diye seslenildi.

Bu sahneler, Kitab-ı Mukaddes`te ise şöyle yer alır:

Çıkış, 3. Bab, 1-6. cümleler:

“Ve Musa, kaynatası Midyan kâhini Yetro`nun sürüsünü güdüyordu ve Allah`ın dağına Horeb`e geldi. Ve Rabbin meleği bir çalı ortasında ateş alevinde ona göründü ve gördü ve işte çalı ateşle yanıyor ve çalı tükenmiyordu. Ve Musa dedi: Şimdi döneyim, ve bu büyük manzarayı göreyim, çalı niçin yanıp tükenmiyor. Ve görmek için döndüğünü Rab görünce, Allah ona çalının ortasından çağırıp dedi: Musa, Musa! Ve O: İşte ben, dedi. Ve dedi: Buraya yaklaşma; çarıklarını ayaklarından çıkar, çünkü üzerinde durduğun yer mukaddes topraktır. Ve dedi: Ben babanın Allah`ı, İbrahim`in Allah`ı, İshak`ın Allah`ı ve Yakup`un Allah`ıyım. Ve Musa yüzünü örttü; çünkü Allah`a bakmaya korkuyordu.”

17. Ayet: Göz şaşmadı ve azmadı.

“Göz şaşmadı ve azmadı” ifadesiyle, fiziksel ve psikolojik olarak bir yanılgı olmadığı, peygamberimizin her şeyi sağlıklı bir biçimde algıladığı anlatılmaktadır.

18. Ayet: Ant olsun. Rabbinin ayetlerinin en büyüğünü gördü.

Ayetin ifadesine göre, İsra suresinin 1. ayetinde “gece yürüyüşü” olarak adlandırılan yolculuk, peygamberimize ayet gösterilmek için yaptırılmış ve amaçlanan gerçekleştirilmiştir.

الكبرى el Kübrâ” ism-i tafdilinin anlamını doğru bir şekilde vermeyen bir çeviri ile; “Ant olsun Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü” veya “Ant olsun Rabbinin en büyük ayetlerinden gördü” şeklinde yer almaktadır. Oysa bizim yaptığımız çeviri, Allah`ın izniyle ayetin cümle yapısını tam tamına ifade etmektedir. Ancak ayetlerin en büyüğünün ne olduğu hakkında bize bilgi verilmemiştir Biz bunu peygamberimizin şahsına münhasır (kişiliğine özel) bir gösteri olduğunu düşünüyoruz ve ne olduğu ile ilgilenmiyoruz. Ama rivayet kitapları, ne yazık ki bu konuda da itibar edilmemesi gereken ve tamamen uydurulmuş hikâyelerle doldurulmuştur.

Necm Suresinin bu ilk 18 ayetinde Muhammed’in ve ona indirilen vahyin durumu ve vahyin nasıl indiği Tekvir suresinde de açıklanmaktadır:

Tekvir; 19-25:

Ki o, çok değerli bir elçinin sözüdür. Çok güçlüdür. Arş sahibinin katında saygındır. İtaat edilir orada kendisine, emindir. Ve arkadaşınızı bir cin çarpmış değildir. Andolsun ki o, onu apaçık ufukta gördü. O, gayb konusunda cimri değildir. Ve o, kovulmuş şeytanın sözü değildir. ”

Kulun (Muhammed’in) yürümesi ve mucizelerden en büyüğünü görmesi gece olmuştur…

Yürüyüşün gece vakti vuku bulduğu, hem “leylen (geceleyin)” zarfından hem de “esra” fiilinin “gece yolculuğu” anlamına gelmesinden te’kitli olarak anlaşılmaktadır.

Bu gecenin nasıl bir gece olduğu hakkında Kur’an’da şu bilgiler verilmiştir:

– Bu gece mübarek bir gecedir:

Duhan; 1-3:

Hâ Mîm. O ayan-beyan gösteren Kitap’a yemin olsun ki, Biz onu mübarek/ kutlu/ bereketli bir gecede indirdik. Hiç kuşkusuz biz uyarıcılarız.

– Bu gece Kadir gecesidir:

Kadir; 1: Biz o Kur’an’ı Kadir gecesinde indirdik.

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, İsra suresinin 1’inci, Duhan suresinin 4’üncü ve Kadir suresinin 1’inci ayetlerinde geçen “gece” aynı gecedir.

Bakara suresinin 185. ayetine göre de Ramazan ayında olduğu belli olan bu gecenin, hangi yıldaki Ramazan ayının kaçıncı gecesi olduğu hakkında bilgi ise Kur’an’da verilmemiştir. Rabbimizin hakkında bilgi vermediği her konuda olduğu gibi bu konuda da birçok rivayet nakledilmiş, bunların en sağlam kabul edilenlerinin birinde “Hicretten bir sene evvel oldu.” denmiş (Mükatil), diğerinde ise, Enes ve Hüseyin’den naklen Sahib-ül- Keşşaf; “Muhammed henüz peygamber olmazdan evvel.” demiştir. Pek tabiîdir ki bu olay, peygamberimizin elçilik görevi almasından 1-2 saat önce gerçekleşmiştir. Çünkü ayette bildirildiğine göre peygamberimiz, Mescid-i Haram’dam Mescid-i Aksa’ya, kendisine bir takım ayetler gösterilmek, yani peygamber yapılmak, vahyedilmek için yürütülmüştür. Nitekim Necm suresinden öğrendiğimize göre de peygamberimiz, bu yürüyüşün sonunda, Mescid-i Aksa’daki son sidre ağacının yanında ilk vahyi almış ve kul Muhammed olarak geldiği “Cennet-ül Meva”dan elçi Muhammed olarak ayrılmıştır.

Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.

السّميعبصيرbasıyr” sıfatlarıyla yer almasının sebebi bize göre; Allah’ın, toplumun cehaletinden ileri gelen sıkıntılarını görmesi ve mevcut düzenlerdeki zulümden kaynaklanan feryatları duymasıdır. Yüce Allah, bu sıkıntıları ve feryatları görmezlikten, duymazlıktan gelmemiş, toplumu aydınlatacak, insanları mutlu kılacak, onların Allah’ın rahmetine kavuşmalarını sağlayacak bir elçi görevlendirmek için o kişiyi Mescid’i Haram’dan Mescid’i Aksa’ya yürütmüştür.

Yüce Allah’ın elçi göndermesindeki bu gerekçeler, Musa peygamberin elçi yapılması ile ilgili olarak Kitab-ı Mukaddes’te de varittir:

Çıkış, 3. Bab; 7-12:

7 RAB, “Halkımın Mısır`da çektiği sıkıntıyı çok iyi biliyorum” dedi, “Angaryacılar yüzünden ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum.

8 Bu yüzden aşağıya indim. Onları Mısırlılar`ın elinden kurtaracağım, o ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal ülkesine, Kenanlılar`ın, Hititler`in, Amorlular`ın, Perizliler`in, Hivliler`in, Yevuslular`ın topraklarına götüreceğim.

9 İsrailliler`in feryadı bana erişti. Mısırlılar`ın onlara yapmakta olduğu baskıyı görüyorum.

10 Gel, halkım İsrail`i Mısır`dan çıkarmak için seni Firavun`a göndereyim.”

11 Musa, “Ben kimim ki Firavun`a gidip İsrailliler`i Mısır`dan çıkarayım?” diye karşılık verdi.

12 Tanrı, “Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım” dedi, “Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu olacak: Halkı Mısır`dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapacaksınız.”

2, 3 – Musa’ya da kitap verdik ve Benim astlarımdan “vekil” edinmeyiniz diye onu (Kitap’ı), İsrail oğulları; Nuh`la beraber gemiye taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyundan olanlar için kılavuz kıldık. Şüphesiz o (Nuh) çok şükredici bir kuldu.

Surenin 2-8. ayetlerinden oluşan bu bölümünde, peygamberimizin çağdaşı olan İsrailoğullarına, hem çok eski hem de yakın geçmişlerine değinilmek suretiyle başlarına gelenler hatırlatılmakta, yani İsrailoğulları tarihî geçmişleriyle özel olarak uyarılmaktadır.

Konumuz olan 2, 3. ayetlerdeki uyarılarda; Allah’ın astlarından “vekil” edinmesinler diye onlara kılavuz olarak kitap yollandığı bildirilmekte, ayrıca Nuh peygamber gibi çok şükreden bir atanın soyu olmaları sebebiyle, onların da ataları Nuh gibi çok şükreden ve “vekil” olarak sadece Allah’ı tanıyan kullar olmaları istenmektedir.

“Vekil” sözcüğü, “Rabb” sözcüğüyle eş anlamlı olup; “var eden, varlığı sürdüren gelişim ve evrimi programlayan, rızk veren ve koruyan” demektir. Bu sözcüğün anlamı ile ilgili ayrıntı, Furkan suresinin sonunda bulunan “Vekâlet – Vekil – Tevekkül” başlıklı yazımızda mevcuttur. ((Tebyinü’l Kur’an; c. 3. s. ………)

Nuh peygamber, tarih öncesi çağda yaşadığı için, aslında tüm insanların atası durumundadır. Burada İsrailoğullarının atası olarak nitelenmesi, İsrailoğullarına verilen özel mesaj sebebiyledir. Bu nitelemeyle sanki onlara; “Sizin dedeniz olan Nuh çok şükreden bir kuldu. Kendisine verilen her nimeti Rabbinden bilir ve karşılığını Allah için öderdi. Siz, onun zürriyetisiniz. Öyleyse atanız gibi yapın.” denilmiştir. Hakkı Yılmaz

http://www.istekuran.com/index.php?page=176dc03baec48a336496710a029fcef2&id=62

Cİ’RANE  –DIA (Diyanet Ansiklopedisi)

Huneyn Gazvesi’nde elde edilen ganimetlerin dağıtıldığı yer.  Mekke ile Tâif arasında. Mekke’ye 9 mil uzaklıktadır. Burada aynı adla anılan bir su kuyusu vardı. Ke­lime ilk dönem hadis âlimlerinin çoğu tarafından Cirrâne, tarihçiler ve dilciler tarafından Ci’râne şeklinde okunmuştur.

Ci’râne İslâm tarihinde Hz. Peygamber’in ganimetleri dağıtması sırasında çıkan olaylar sebebiyle meşhur olmuştur. Huneyn’de Hevâzin ve Sakîf kabile­lerine bağlı kuvvetler büyük bir hezime­te uğramış, bir kısmı Evtâs mevkiine çe­kilirken bir kısmı da Tâif Kalesi’ne sığın­mıştı. Hz. Peygamber düşmanı takip için Evtâs’a bir seriyye göndermiş, kendisi de elde edilen ganimetleri Ci’râne mev­kiinde bırakarak Taife hareket edip bu­rayı muhasara altına almıştı (8/630).

Tâif muhasarasının kaldırılmasından sonra ganimetlerin muhafaza edildiği Ci’râne bölgesine dönen Hz. Peygamber, sayıları büyük bir yekün tutan esirleri ve bol miktardaki ganimeti askerler ara­sında dağıtmadan bir süre bekledi. Ni­yeti, müslüman olarak kendisine başvuracak Hevâzinliler’e bu ganimetleri iade etmekti. Fakat Hevâzin heyeti geç ka­lınca bazı münafıklarla İslâmî bir şuura sahip olmayan yeni müslüman olmuş bir kısım bedeviler, ganimetleri hemen da­ğıtması için Hz. Peygamber’i incitecek şekilde ısrarda bulundular.

Beytülmâl hissesi olarak beşte biri ay­rılıp geri kalan esir ve ganimetlerin tak­sim edilmesinden sonra Hevâzin’den ge­len heyet Hz. Peygamber’e müslüman olduklarını söyleyerek esirlerin ve mal­larının iadesini istediler. Hz. Peygamber sadece esirleri ashabının rızâsını alıp He-vâzin’e geri vermek isteyince bazı kişi­ler yine mesele çıkardılar. Ancak kaza­nılacak ilk zaferde kendilerine bunu faz­lasıyla telâfi edecek ganimet vaad edi­lince muhalefet etmekten vazgeçtiler.

Hz. Peygamber Huneyn’de ele geçiri­len ganimetlerden müellefe-i kulûb’a daha fazla pay verdi. Onun bu tasarru­funun, ganimetin beytülmâl hissesi ola­rak ayrılan ve harcama yetkisi Hz. Pey­gamber’e ait olan beşte birden mi (hu­mus), yoksa ganimetin tamamından mı olduğu hususunda âlimler farklı görüş­ler ileri sürmüşlerdir. Ebû Ubeyd. fazla­lığın onlara humustan verilmiş olduğu­nu söyler.

Hz. Peygamberin ganimetten müelle­fe-i kulûba fazla pay vermesi üzerine ba­zı müslümanlar sert itirazlarda bulundu­lar. Bu arada ensardan bazı kimseler de Hz. Peygamberin bu tasarrufundan mem­nun olmadıklarını belirten sözler sarfederek kendi aralarında dedikodu yaptılar. Durumdan rahatsız olan ensardan Sa’d b. Ubâde, bu sözleri Hz. Peygamber’e nak­lederek ganimetten kendilerine hiç pay verilmediğini söyledi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem ensarı toplayarak müellefe-i kulûba ganimetten niçin fazlaca hisse verdiğini kendilerine anlattı; bu arada ensarın faziletini dile getirerek kendisi­nin daima onlarla beraber olacağını söyledi, onlara ve çocuklarına dua etti. Yap­tıkları dedikodudan dolayı pişman olan ensar üzüntülerini ifade edip Hz. Peygamber’den razı olduklarını söylediler.

Ganimetlerin taksiminden sonra Hz. Peygamber Ci’râne’de ihrama girerek umre için Mekke’ye gitti. Daha sonra tek­rar Ci’râne’ye gelip buradan Medine’ye hareket etti.

Ci’râne’de bu olayların hâtıralarını yâ-detmek üzere inşa edilmiş bir mescid vardır.

Hil bölgesinde yer alan Ci’râne, Harem bölgesinde bulunan kimselerin umre için ihrama girdikleri yerlerden biri olarak da önem taşımaktadır. Harem’de bulu­nanların umre için diğer mîkât yerleri ise Hudeybiye ve Ten’îm’dir. Şâfıîler’e ve Mâliki ile Hanbelî mezheplerinden ba­zı âlimlere göre bu üç yerin içinde en fa­ziletli mîkât Ci’râne’dir. Daha sonra sı­rasıyla Tenim ve Hudeybiye gelir. Hanefîler, Hanbelîlerin çoğunluğu ve bazı Şâfiîler’e göre ise Ten’îm’den ihrama gir­mek daha faziletlidir. Mâliki” âlimlerin ekseriyeti ise Ci’râne ile Hudeybiye arasında fazilet bakımından fark bulunma­dığı görüşünü benimsemiştir. (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Ci’rane Maddesi)

posted in İSRA MİRAÇ | 8 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DİYANET VE KANDİL GECELERİ YA DA AKILCILIKLA HURAFELER ARASINDA SIKIŞIP KALMAK

Diyanet İşleri Başkanlığı ve Din İşleri Yüksek Kurulu ülkemizde tüm tartışmalara rağmen en etkili ve saygın kurumlarının başında gelmektedir. Toplum üzerindeki etkisi düşünüldüğünde bu kanaatin yabana atılır bir tarafı olmadığı görülür. Çünkü TC’de vatandaşlarının büyük bir kısmı ibadetler dahil bir çok konuda bu iki kurumun görüş ve kararları doğrultusunda hareket etmektedir. Hatta bu coğrafyada yaşayan insanların bir kısmı özellikle Diyanet İşleri Başkanlığını İslam’ı temsil eden bir kurum olarak görmektedir. Bazı Müslümanlar, İslam’da ruhbanlığın ve kilise benzeri kurumların bulunmadığını söyleseler de, toplumun önemli bir kesiminin Diyanet İşleri Başkanlığı’na böyle bir misyon yüklediği de ortada. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın her karar ve faaliyeti önem arzetmekte, toplum üzerinde olumlu veya olumsuz bir etkiye neden olmaktadır.

Ancak devletin de bir devlet kurumu olarak DİB’dan bir beklentisi, başka bir deyişle ona yüklediği bir misyon vardır. Göründüğü kadarıyla bu misyon, hukukla ilgili alanda yani devletin kendisini tanımladığı temel konularda reformist ve akılcı, dini ve sosyal hayatta ise gizemci ve hurafeleri önceleyen bir tavır sergilemek.

Toplumun büyük bir kesimi tarafından Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Müslümanların etkin ve üst bir dini kurum olarak görülmesi yanında İslam Dininin sözcüsü veya temsilcisi olarak algılandığı da ayrı bir gerçektir. İşin en ilginci ise Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da görüş, uygulama ve kararlarıyla böyle bir tavır içinde olmasıdır. Hem siyasi otoritenin hem de devleti yöneten diğer güçlerin bu kurumdan, tüm Müslümanları temsil ediyormuş veya onların adına konuşuyormuş veya İslam’ın kararını açıklıyormuş gibi bir hizmet beklemesi veya bu yönde açıklamalar yapmaya yöneltilmesi, bu görüşleri kuvvetlendirmektedir.

Benzer bir durum Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olarak çalışan Din İşleri Yüksek Kurulu için de geçerlidir. Bu kurul ülkenin en büyük dini kurulu olarak kabul görmektedir. Zaman zaman güncel konularla ilgili görüşlerini açıklamaktadır.

İster bu gerekçelerle ilgili olsun isterse yasal yetkileri çerçevesinde olsun Diyanet İşleri Başkanlığı, TC’de yaşayan Müslüman vatandaşların din ile ilgili işlerini sevk ve idare etme yanında bazı güncel tartışmalarla ilgili görüşlerini de açıklamaktadır. Müftülükler kanalıyla da halkın ibadetler ve günlük hayattaki bazı sorunlarla ilgili sorularına da cevaplar vermekte, bu cevaplar da genelde İslam dininin görüşü olarak algılanmaktadır. Ayrıca bütün TC camilerindeki Cuma hutbeleri de yeknasaklığın sağlanması ve farklı görüşlerin ortaya çıkmasının engellenmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı bu hutbeler kanalıyla da toplumu bilgilendirip yönlendirmektedir.

DİB Başkanı bazı açıklamalarında İslam dinini, hurafe ve uydurmalardan uzak, toplumu çalışmaya, birlik ve beraberliğe teşvik eden, tembelliği ve her türlü uyuşukluğu ortadan kaldıran, en önemlisi de aklı esas alan bir din olarak tanıtmaktadır. İslam’ın çağdaş ve modern bir din olduğunu vurgulamaktan da kaçınmamaktadır. Toplumda görülen bazı batıl inanışların, hurafe ve uydurmaların İslamla bir ilgisinin olmadığını sık sık tekrarlamaktadır. Ancak, hem Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırladığı hutbelerde hem de camilerde görevli imam ve vaizlerin, vaaz ve hutbelerinde farklı bir üslup ve anlayış içinde olduğu da görülmektedir. Hurafe ve uydurma edebiyatı en yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bu yaygınlık, “dini gün ve gecelerde” daha yoğun olarak işlenmekte, topluma akıldışılıktan ve hurafelerden ibaret bir din sunulmaktadır.

Zaman zaman üst düzey görevliler dinde aklın ve vahyin esas olduğuna dair açıklamalar yapsalar da hem Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırladığı metinlerde hem de görevli imam ve vaizlerinin camilerdeki hutbe ve vaazlarında farklı bir dil ve tavır sergiledikleri görülmektedir. Hem anlattıkları şeyler vahiy ve akılla çelişmekte, hem de karşı olduklarını söyledikleri hurafe ve uydurma rivayetler sundukları şeylere delil olarak gösterilmektedir. Hatta Ramazan ayı boyunca camilerde verilen vaazlarda anlatılan din ile Kur’an’da ifadesini bulan din arasında neredeyse bir benzerlik kurmak bile mümkün olmamaktadır.

Diyanet İşleri Başkanlığı yetkilileri imam ve vaizlerinin yeterli bilgiye sahip olmadığını kabul etmekte, ancak, kadrosundaki personelini yetiştirmek ve bilgilendirmek için de herhangi bir program uygulamamaktadır. Yetkililere bakılırsa çok sayıda kurs ve toplantı düzenlenmektedir; ancak bu toplantı konularına ve kurs programlarına bakılırsa şekilcilikten öteye gidilmediği, bazı konulara yüzeysel değinilerek geçildiği, asıl yoğunlaşmanın ses güzelliği ve kraatte olduğu görülmektedir. DİB, Bütün enerjisini güzel sesli imamlar bulup, makamına uygun ezan ve Kur’an okutmakla bir de kurum içindeki irtica odaklarını ortaya çıkarmaya harcamaktadır. Elbette Hac mevsiminde Mekke ve Medine’ye seferler düzenlemek de esas görevleri arasında bulunmaktadır. Biz elbette işin bu yönü üzerinde yoğunlaşacak değiliz.

Biz bu çalışmamızda Diyanet İşleri Başkanlığı ve Din İşleri Yüksek Kurulunun, toplumu bilgilendirip yönlendirmek için hazırladığı metinlere bir göz atacağız. Bunun için de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırladığı Cuma hutbelerinde ve Din İşleri Yüksek Kurulu kararlarında dile getirilen konuları ve kendi görüşlerini desteklemek için delil getirdikleri metinlere dikkat çekeceğiz. Bu metinler gerçekten hem içerik hem kullanılan dil hem de verilmek istenen mesaj açısından ilginçlik arzetmektedir. Özellikle de bu metinlerde seçilen hadisler dikkat çekmektedir.

Aklın ve vahyin esas olduğunu söyleyen yetkililer nedense hazırlanan metinlerde bunun tam tersini sergilemektedirler. Bir yandan toplumu bidat ve hurafelerden uzak durmaya, akıl dışı şeylere inanmamaya davet ederken, hazırladıkları metinlerde, en akıldışı ve Kur’an’a ters anlayış ve davranışları İslam olarak sunmaktadırlar. Bunu hem o konuyu yorumlamada hem de kendi yorumlarına delil olarak sundukları rivayetlerde yapmaktadırlar. Zaten yeteri kadar önemsenmeyen, sorgulama ve akletme olgusu, DİB’in metinleriyle, camilerde verilen hutbe ve vaazlarla adeta toplumun gündeminden bütünüyle çıkarılmaktadır. DİB’in niçin böyle bir tavır ve çelişki içine düştüğü veya böyle bir yol izlediği bizim meçhulümüzdür.

Bunu ya toplumla ters düşmemek adına ya kendilerine böyle bir görev verildiği için veya gerçekten görüşleri bu yönde olduğu için yapmaktadırlar. Bilemiyoruz. Örneğin bunu akılla ve vahiyle çatışan ancak geleneksel İslam anlayışı içerisinde yeri bulunan bir çok konuda hazırlanmış metinlerde açıkça görmek mümkün. Bu metinlere bir göz atıldığında, konuları izah etmek ve dindeki yerini göstermek için mevzu ve zayıf hadislere bolca yer verildiği görülecektir.

Oysa Diyanet İşleri Başkanlığı Türkiye’de ciddi anlamda yayıncılık yapan ve bir çok önemli eseri topluma kazandıran bir kurumdur. Mevzu(uydurma) Hadisler kitabı da bu yayınlardan biridir. Bu kitapta, hangi hadisin hangi nedenden dolayı mevzu olduğu uzun uzun anlatılmış ve bu konu örnekleriyle ortaya konmuş. Ancak aynı Diyanet İşleri Başkanlığı hazırladığı metinlerde bu kitapta mevzu/uydurma hadis olarak görülen rivayetleri ve benzerlerini Peygamberimizin ağzından aktarılmakta ve toplumu yanlış bir şekilde yönlendirmekte bir sakınca görmemekte, hatta bunu İslam olarak sunmaktadır. Herhalde bu rivayetlerin herhangi bir kitapta veya hadisleri toplayan meşhur bir kaynakta yer alıyor olması, onların muteber ve sahih kabul edilmesi için yeterli sayılmaktadır.

Toplumu bilinçlendirmek, hurafe ve uydurmalardan, özellikle de akıl dışı uygulamalardan uzak tutma iddiasında olan bir kurumun, tartışmaya açık ve Kur’an’ın temel ilkeleriyle açıkça çelişen bir çok rivayeti, sırf bir hadis kitabında yer alıyor diye veya geleneksel anlayışta bunlar muteber kabul ediliyor diye Peygamberimizin sözü ve uygulaması olarak aktarmak ve bunlar üzerine açıklamalarda bulunup bazı uygulamalara geçmek insanın aklına bazı soruları getirmektedir.

Biz şimdi biz Diyanet İşleri Başkanlığının Cuma hutbeleri için hazırlayıp kendi internet sitesinde yayınladıkları metinlerindeki bazı rivayetleri aktaracağız. Gerek duyulursa bu rivayetlerle ilgili kendi kanaatimizi de açıklarız

07.12.2001 tarihli “Kadir Gecesi” isimli hutbede şu rivayet aktarılmakta ve insanların 365 gün boyunca yaptıkları yanlışların birkaç saatlik nafile ibadetle yok olacağını ve bütün günahlarının bağışlanacağı söylenerek hem toplum yönlendirilmekte hem de İslamın adalet, eşitlik anlayışı zedelenmiş olmaktadır.

“Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde:

Kim Kadir gecesini, faziletine inanarak ve mükafatını da Cenab-ı Haktan bekleyerek, ihya ederse, o kimsenin geçmiş günahları bağışlanır” buyurmuşlardır.(Tecridi Sarih: c:1,sh:45).

26.10.20 tarihli ve “Berat Kandili” başlıklı hutbe de şunlar anlatılmaktadır.

“Berat ve kadir geceleri, Cuma ve bayram günleri gibi mübarek gün ve geceler; Müslümanların Allah’a yöneldikleri, çeşitli ibadetlerle meşgul oldukları, hayır ve hasenat yaptıkları; dua, tevbe ve istiğfar ile günahlarının bağışlanmasını niyaz ettikleri bereketli ve feyizli zamanlardır. Sevgili Peygamberimiz (a.s.), en çok Şaban ayında, özellikle Berat gecesinin yaklaştığı günlerde nafile oruç tutmuş ve bunun sebebini soranlara, “Ameller, bu ayda âlemlerin Rabb’ı yüce Allah’a arz edilir. Ben de amellerimin oruçlu iken Allah’a arzedilmesini isterim” cevabını vermiştir.” (Tac, II, 106).

Aynı hutbeden bir alıntı daha.

“Sevgili Peygamberimiz (a.s.), “Şaban ayının 15. gecesini ibadetle geçirin, gündüzünde de oruç tutun. Çünkü yüce Allah, bu gece dünya semasına rahmetiyle tecelli eder ve; “tevbe eden yok mu! Onu affedeyim. Rızık isteyen yok mu, ona rızık vereyim, hastalığından şifa isteyen yok mu ona şifa vereyim. Yok mu şunu isteyen yok mu bunu isteyen” der. Bu durum, sabaha kadar devam eder” buyurmuştu” (Tac, II, 107)

Peygamberimiz (a.s.); Allah’a ortak koşmak, kin ve düşmanlık beslemek, kibir ve gurur içinde olmak, içki ve uyuşturucu kullanmak, akraba ve komşularla ilişkiyi kesmek, ana-baba haklarına riayet etmemek gibi günahların, bu gece vesile edilerek terk edilmesini tavsiye etmiş; günahlarına ısrar edenlerin, af ve mağfiretten mahrum kalacaklarını ve bu gecenin feyzinden yararlanamayacaklarını bildirmiştir(Munziri,Tergib,II,241)

9.11.2001tarihli ve “Ramazan Ayının Faziletleri” başlıklı hutbeden;

“Ramazan ayının fazileti hakkında, Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bir hutbesinde şöyle buyurmuşlardır: “Ey insanlar! Büyük ve mübârek bir ayın gölgesi üzerinize düştü. Bu ay içerisinde, bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi vardır. Bu ayda Allah, gündüzleri oruç tutmayı farz kıldı, ben de bu ayın gecelerinde teravih namazını size sünnet kıldım. Bu ayda bir iyilik yapan, başka zamanlarda bir farzı yerine getirmiş gibi sevap kazanır. Bu ayda bir farzı yerine getiren kimse de, başka aylarda yetmiş farzı yerine getirmiş gibi (mükâfât almış) olur.” Aynı hutbede devamla şöyle denmektedir.

Ramazan sabır ve yardımlaşma ayıdır, sabrın ve yardımlaşmanın mükafatı ise cennettir. Ramazan bereket ayıdır, mü’minin rızkının çoğaldığı bir aydır. Kim bu ayda bir oruçluya iftar ettirirse, onun bu davranışı günahlarının bağışlanmasına, cehennemden kurtuluşuna ve iftar ettirdiği kimsenin tuttuğu orucun sevabından pay almasına vesile olur. Oruç tutan kimsenin sevabından da bir şey eksilmez.”(Miskatül Mesabih,H.No:1965) DİB’in Bu rivayetleri tercihi ve yaptığı açıklamalar, onun nerede durduğunu ve topluma nasıl bir din ve sosyal hayat önerdiğini ortaya koymaktadır. MEHMET YAŞAR SOYALAN

http://www.fikriyat.net/modules.php?name=News&file=article&sid=72

posted in KANDİLLER | 0 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUTLU DOĞUM’UN ANLAMI

İslam tarihinde Peygamber Efendimiz (s.a.)in doğum gününün kutlandığına dair herhangi bir kayıt yoktur. Kur’an-ı Kerim ve Hadis kaynaklarında da buna ilişkin herhangi bir tavsiye ve ima bulmak mümkün değildir. Böyle olmakla beraber bir dönemden sonra Mevlid kandili (Rebiülevvel’in 12. günü) diye bir gece ihdas edilmiştir. Daha sonraları buna benzer geceler kutlanmaya başlandı: (Receb’in ilk cuması: Regaib Kandili, Receb’in 27. günü: Mi’rac Kandili, Şaban’ın 15. günü: Berat Kandili)

Ramazan’ın 27. gecesi: Kadir Gecesi’ni istisna etmek lazım. Zira, gecenin “Bin aydan hayırlı olduğu” Kadir Suresi’nde belirtilmektedir. Berat gecesiyle ilgili de rivayet edilen hadisler vardır. Ancak bu tür kutlamalara yine de ilk zamanlarda rastlanamaz.

Pekiyi, diğer geceler ne zaman birer “kutsal gece” ilan edildi?

Yakın zamandaki kutlamalardan başlamak gerekirse, Türkiye’de kutlu doğumun bir hafta boyunca kutlanmaya başlanmasının tarihi yenidir. İlk defa 1989 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı böyle bir kutlamaya karar verdi ki, bunun 10 sene önce gerçekleşen İslam Devrimi’yle bir ilgisi vardı. Zira Devrim’den sonra İran, Peygamber Efendimiz ( s.a.)’i tebcil eden etkinlikler ve Kudüs Haftası kutlamaları yapmaya başlayınca Türkiye de kutlu doğum haftası düzenlemeye başladı. Daha uzak bir tarihe baktığımızda farklı bir manzarayla karşılaşıyoruz:

Araştırmalar, kandil gecelerinin sonraki dönemlerde ihdas edildiğini ortaya koyuyor. Miladi IX. (H. III) yüzyılda yaşayan Fakihi, Mekke’de halkın Berat Gecesini Mescid-i Haram’da namaz kılmak, Ka’be’yi tavaf etmek ve Kur’an okumak suretiyle ihya ettiğini söyler. XI. yüzyıldan itibaren Şam’da Emeviler Camii’nde Berat gecesinde kandiller yakılmış, “bid’at” nitelendirilmesine rağmen bu adet devam ettirilmiştir. İbn Kesir, “Halka Berat gecesinde ilk tatlı dağıtan kişi Selçuklu veziri Fahrulmülk’tür” der. Osmanlılar’da II. Selim döneminde (1566-1574), camiler aydınlatılıp minarelerde kandiller yakıldığı için bu gecelere (Mevlid, Regaib, Mi’rac, Berat, Kadir) “Kandil geceleri” denilmiştir. (Nebi Bozkurt, Kandil Md.; Halit Ünal Berat Gecesi Md. DİA).

Bazı bilginlerin muhtemelen iyi niyetle zamanlarına ait bir maslahat gözeterek, ancak yeterince tahkik etmeden adına “kandil geceleri” denen gün ve gecelerle ilgili söyledikleri muhakkik alimler tarafından eleştirilmiştir. Mesela İmam Gazali’nin “İhyau Ulumu’d-Din” adlı değerli eserine aldığı rivayet ve nakiller bu türdendir. Gazali’nin “Bu gece her rekatta Fatiha’dan sonra 11 ihlas okunmak suretiyle kılınacak yüz rekat veya her rekatında Fatiha’dan sonra 100 ihlas okunan 10 rekat namazın çok sevap olduğuna dair naklettiği rivayet” (İhya, I, 555 vd.) Zeynuddin el Iraki ve İmam Nevevi gibi alimler tarafından uydurma olarak nitelendirilmiştir. Mevzu(uydurma) hadisler konusunda çalışması olan Aliyyu’l-Kari de, bu rivayetin uydurma olduğunu belirttikten sonra, Berat Gecesi namazının miladi 1010 (H. 400) yılından sonra Kudüs’te ortaya çıktığını söylemektedir.

Yukarıda değinildiği üzere bu gecelerde namaz kılınması, Kur’an okunması, dua ile Allah’tan af ve bağışlanma istenmesi, İslami bilginin arttırılması amacıyla sohbet toplantılarının düzenlenmesi kuşkusuz güzeldir. Şaban’ın 15. gecesiyle ilgili Müslim’de yer alan Hz. Aişe’nin hadisi bu gibi tutum ve davranışları teşvik eder.

. Ancak bu çerçeveyi aşan kutlama ve seremonilerin sakıncaları da yok değildir. Dinin, yılın belli başlı birkaç gecesine hasredilmesi; modern toplumdaki tüketime ve pagan seremonilere hizmet etmek üzere icad edilen günlere veya Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki bazı gün ve özel kutlamalara nazire olsun diye İslam’da olmayan adetlerin ihdas edilmesi; dinin bu gecelerde şekliden ibaret ritüellere dönüştürülmesi sağlıklı bir tutum değildir. Bazı zamanlara, gün ve gecelere Kur’an’ın ve Peygamber’in atfetmediği kutsallıklar atfetmek de dinin tasvip ettiği bir usul ve tutum değildir

Son zamanlarda kutsal gecelerin ihdası ve bu gecelere özel bir önem atfedilmesinin küresel ölçekte yaşamakta olduğumuz krizle de yakın bağlantısı var. Özellikle modern kent hayatında, nüfusları on milyonu aşan devasa metropollerde “birey” durumuna indirgenmiş insan varlıktaki merkezle bağlarını koparmış, referans noktalarını kaybetmiş bulunmaktadır. Sekülerlikle varlık, dünya ve hayatın çeşitli biçimleri kutsaldan arındırılmış, insanın anlam dünyası yol gösterici bir haritadan yoksun bırakılmıştır. Her şeyin maddileşip dünyevileştiği, kültürün eğlence, tüketim ve bedeni hazlara indirgendiği bir dünyada insan kutsalı arıyor, kendine varlıkta ruhunu irtibatlandıracağı bir referans noktası, hakiki, sahici bir anlam çerçevesi istiyor.

Bu ihtiyacı sahici yollar ve araçlarla karşılamak gerekir. İyi niyetle vuku bulacak bir sapma dinin içeriden tahrif edilmesine sebep olabilir. Bu konuda dikkatli olmakta yarar var. (Ali Bulaç)

http://www.bilgihikmet.com/

posted in KANDİLLER | 1 Comment

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Gerçek hayat dini ve kandil geceleri

“Müslümanlarca kandil geceleri diye bilinen geceler; Rabiulevvel ayının onikinci gecesi olan Mevlid, Recep ayının ilk cuma gecesi olan Regaib, yine Recep ayının yirmiyedinci gecesi olan Mirac, şaban ayının onbeşinci gecesi olan Beraat ve Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi olan Kadir Gecesidir. Osmanlılar döneminde II.Selim zamanından başlayarak, minarelerde kandiller yakılarak duyurulup kutlandığı için “Kandil” olarak anılmaya başlamıştır. Yukarıda adı geçen gecelerin hiçbirisini Peygamber Efendimiz kutlamamıştır. Bunlar Peygamberimizden çok zaman sonra kutlanmaya başlamıştır.” (Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), c. 24, s. 300)

Devletin resmi din kurumu Diyanet’in hazırladığı ansiklopedide “kandil” maddesinde bunlar yazıyor.

Fakat kandil gecelerini bizzat organize eden, camilerde mevlid ve dua merasimleri düzenleyen, bu geceler münasebetiyle kutlama mesajları yayınlayan ve halkın kendilini kutlayan da yine Diyanet’in kendisi…

Peki bu nasıl oluyor?

Çünkü bu gecelerin kutlanması bir halk geleneği değil; devlet politikası da ondan.

Nedir devlet politikası?

İslam’ı doğuş tabiatına uygun olarak bir “gerçek hayat dini” olmaktan çıkarıp, “mübarek gün ve geceler dini” haline getirmek…

Gündüzün ortasında, hayatın kalbinde atan bir din olmaktan çıkarıp, el ayak çekilince, hayatın tümüyle uykuya çekildiği gece vakitlerinde hatırlanan bir “tapınak ve ayin” dini haline sokmak

 

Peki nedir işin aslı?

Bunu anlamak için, İslam’a “eski dünya dinlerini” dönüştüren reformcu özelliği açısından bakmayı bilmek gerekir.

Çünkü İslam, modern dönemde değil; o dinlerin hüküm sürdüğü dönemde doğmuştur. Onlarla kıyas yapılmadan tabiatında neyin yattığı ve karakterinin ne olduğu anlaşılmaz. Bu nedenle İslam’ı modernitenin alternatifiymiş gibi sunmak ve sürekli onunla kıyaslamak yanlıştır. Olsa olsa modernitenin İslam’dan nasıl etkilenerek kiliseye karşı çıktığı konuşulabilir. Çünkü kiliseye asırlar önce İslam karşı çıkmış ve eleştirmişti…

***

İslam, eski dünya dinleri tabir ettiğimiz Yahudilik, Hristıyanlık, Mecusilik, Sabilik, Maniheizm vs. “tapınak ve ayin dinlerinin” hüküm sürdüğü bir dönemde doğmuştur. Yer yer bunların formlarını kullanmakla birlikte bütün bunları dönüştürmüş ve dini, tapınaktan sokağa, bir sınıfın tasallutundan halkın yaşam alanlarına çekmiştir. Böylece din “gerçek hayat dini” (dinu’l-gayyime) haline gelebilmiştir.

Örneğin miraca eski dünya dinlerinde sadece din adamları, zenginler, tanrı-krallar vs. çıkabilirdi. Merdiven anlamına gelen mirac/mearic onların tekelindeydi. Gerçek hayat dininin peygamberi “Mü’minin miracı namazdır” diyerek bunu sokaktaki adamın tek kişilik eylemine, “Namaz bütün kötülüklerden alıkoyar” ayetini okuyarak da, namazı gündelik hayatın içine çekti. Böylece namaz bir “tapınak ayini” olmaktan çıktı, hayat akışının rasyonel ilişkilerini düzenleyen itici bir motivasyona dönüştü.

Yine eski dünya dinlerinde “Tanrıların her yıl dünyayı yeniden yaratması” inanışı vardı. Bu güne “Nevruz” demekteydiler. Yenigün anlamına gelen bu günde baştanrı dünyada bir yıl boyunca olup bitecekleri planlar, dünyanın yıllık yeniden yaratılışının kararlarını alırdı. “Şaman” veya “Brahman”lar Tanrı’nın katına çıkarak bunun bilgisine sahip olurlardı. Babil (Tanrı’nın kapısı) ülkesinin kralı, Babil kulesine çıkarak bu bilgiye tanrıdan alır ve insanlara duyururdu. O yıl kimin ölüp kimin yaşayacağı, yılın kurak mı bereketli mi geçeceği, nerede hangi felaketin olacağının bilgileriydi bunlar… Tanrı-kralın kulları da o gün tapınakta toplanarak, Tanrıların kendileri için hayır dilemesini, ömürlerini uzatmasını, zenginlik vermesini, kuraklığa ve felakete maruz bırakmamasını niyaz ederlerdi. Tanrılar bu niyazlara göre icabında o yıl boyunca diledikleri kullarına bunları yazmazdı. (Eliade).

***

Dipdiri yaşam kaynağı ve yarattıkları üzerinde titreyen (hayyu gayyum) Allah, Gerçek hayat kitabı (kitabun gayyime) olan Kur’an’da bu inanışı kökten değiştirerek şöyle buyurdu:

“O, her gün yeni bir iş ve oluştadır” (55/Rahman, 29).

Böylece yaratılış yıllık olmaktan çıktı; değil aylığa, haftalığa hatta günlüğe, “âna” çekildi.

Çünkü “O her gün bir iş ve oluştadır” ifadesi varlık âlemindeki “sürekli yaratmaya” işaret etmektedir. Ayette geçen “yevm” kelimesi gün içinde, gün boyunca, böyle böyle her gün, her an manasında kullanıldığına göre (Razi) bütün iş ve oluş O’nun yaratması olmuş olur.

Demek ki Allah bu yaratmaya varlığı katmakta, varlıkların kendi eylemleri, iş ve oluşları yaratmanın bir parçası olarak ele alınmaktadır. “Denizlerde dağ gibi yüzen gemiler O’nundur” (55/24) ayetinde de işaret edildiği gibi, gemileri yapan, yürüten aslında insanlar olmasına rağmen O’na nisbet edilmektedir. Keza çocuğu erkek ve dişinin iş ve oluşu meydana getirmesine rağmen “Size çocuk veren, rahîmlerde yaratan O’dur” denmektedir. Bedir günü düşmanın üzerine ok atan veya toprak saçan peygamber olmasına rağmen “Attığında atan sen değildin, Bizdik atan” denmektedir.

Bunların anlamı şu olsa gerek: Allah varlığı -burada insanı- yaratmaya katmaktadır. Hepsinin birden yaptığı işe “yaratma” demektedir. Gün boyunca insanların sağa sola koşturması; kiminin doğması, kiminin ölmesi, kiminin yolculuk yapması, kiminin parkta oturması, bir trenin kasabadan geçmesi, havaalanlarından uçakların kalkması, inmesi, suların akması, yağmurun yağması, şelâlenin çağıldaması, ağaç yapraklarının hışırdaması, yerde yılanın sürünmesi, gökte kartalın uçması, şimşeğin çakması, yıldırımın düşmesi, göçmen kuşların dizi dizi göçmesi, çobanın sürüsüyle dağlarda gezmesi, koyunların ağıllardan su içmesi vs. bütün tarihî, tabiî ve insanî iş ve oluş “şe’n” kavramının içine girmektedir.

Allah’ın her an iş ve oluşta olması insanlara rağmen olmadığı gibi, insanların iş ve oluşta olması da Allah’a rağmen olmamaktadır. Bilakis “birlikte” olmaktadır. Deniz ile balıkların “birlikte” iş ve oluş halinde olması gibi… Burada bütün varlık ve oluşun tek bir kelimede toplanarak ifadesi söz konusudur. O tek kelime “Allah”tır. Ve o Allah her an bir iş ve oluştadır…

“Bir zerredir ki Hakk’ın sonsuz zerresi

Bir zerre bile ondan kopamaz ayrılarak

Gece ve gündüz bu evrensel sofradan

Her can rızkın almada ortaklaşarak

Rahat ve asude bir döşektir canlılara hep

Bir alevli top üzerinde lâkayt ve endişeden uzak

Asıl maksat ezeli hükmü bulmasıdır varlığın

Görünüşteki sevap ve hata hep bahanedir

Oluşun her zerresi bunda bulur hayat neşesini

Yaratılan her şey bundan çeker ölüm içkisini”

(Ziya Paşa)

***

Demek ki yaratılış yıllık, aylık, haftalık veya günlük planlanmadığı için, her an bir iş ve oluş (şe’n) söz konusu olduğu için, iş ve oluşlar da insanların eylemleriyle birlikte oluştuğu için, bu iş ve oluşların planlandığı bir gün veya gece (Ör. Beraat gecesi) de söz konusu değildir.

Dolayısıyla bu gün ve gecelerde toplanıp hakkımızda hayırlı olanın yazılmasını isteme diye bir şey de mevzubahis değildir. Hakkımızda hayırlı olan, bu gecelerde değil; doğrudan hayatın içinde gerçekleştireceğimiz iş ve oluşlarda ortaya çıkacak ve belirlenecektir. Buna biz kendimiz karar vereceğiz. Kur’an şöyle der; “Kaderiniz kendi elinizdedir.” (36/Yasin, 19). “Herkesin kaderi kendi boynuna dolanmıştır” (17 İsra, 13)…

***

Hz. Peygamber ve sahabeler bunun bilincinde oldukları için hiçbir “kandil gecesinde” bir araya gelip toplantı düzenlememiş ve merasim yapmamıştır. Çünkü bunlar artık eski dünya dinleri ile birlikte eski çağlarda kalmıştı.

Fakat sonraki yüzyıllarda eski dünya dinlerinin adet ve inanışlarının, gerçek hayat dininin üzerine iyiden iyiye abandığını, çullandığını ve kuşatarak ne yazık ki onu gerilettiğini görüyoruz. İslam’ın dini dünyaya getirdiği reform bu yüzden ne yazık ki unutulmuş ve tekrar eskiye dönülmüştür. Cemaleddin Efgani’nin dediği gibi “Hiçbir peygamber yoktur ki getirdiği din kendisinden sonra ters yüz edilmemiş olsun…”

***

Şurası unutulmamalı ki İslam’ın “gerçek hayat dini” olarak algılanması, hayata hükmedenleri rahatsız edecek bir durumdur.

Bunun için böyle bir dinin “halkların vicdanı” olmaktan çıkarılıp “halkların afyonu” haline getirilmesi gerekir.

Gündüzden kovulup gecelere hapsedilmesi gerekir.

Sokaktan çekilip “tapınağa” hapsedilmesi gerekir.

İbadet” (çalışma, üretme, meydana getirme) olmaktan çıkarılıp “ayin” haline sokulması gerekir.

Amel” (çaba, uğraş, eylem, hareket) olmaktan çıkarılıp “ritüel” haline dönüştürülmesi gerekir.

Gündüzün gerçek hayat mecralarında akan iyilik, adalet, zulme ve haksızlığa isyan, sözün namusu, doğruluk, dürüstlük, vefa, sevgi, merhamet ve cihat yolu olarak değil; insanların, o da gecelerde dua, yakarış, kandil, ayin, tütsü, sır ve tılsım ihtiyacını karşılayan bir “sosyolojik fenomen” olarak görülmesi gerekir. Zaten din denilen şey esasında budur ve devlet ona bundan başka bir rol de vermemelidir.

Bunun için “kandil geceleri” bir halk geleneği değil; devlet politikasıdır. Arkasından devlet çekildiği an kimse hatırlamaz bile.

Müslüman milletlerin halk geleneği kandil gecelerinde değil; peygamberden geldiği şekliyle namazlarda, cumada, ramazanda, bayram günlerinde ve hac da yaşıyor. Bunların hepsi de (akşam ve yatsı hariç) hayatın kalbinin attığı yerde; gündüzün orta yerinde gerçekleşiyor. Sizce bu bir tesadüf mü?

Kur’an’da hep gündüze, şafağa, tanyerine yemin edilir yani dile gelip konuşmaya çağrılır. Gece doğan yıldız (tarık), geceyi yararak doğan şafak (fecr), aydınlık saçan güneş (şems), aydınlık sabah (duha), geceyi yararak doğan tanyeri (felaq)… Geceye yemin edilirken bile “Gündüze yürüyen gece” (ve’l-leyli iza yesr) denir. “Gece yarılarında kalk çünkü gündüz seni zorlu bir uğraş bekliyor” denir. Karanlığa boğan gecenin (leyl) ardından hemen aydınlığa çıkaran gündüz vurgusu yapılır.

Çünkü İslam esas olarak bir gündüz dinidir. Yani çalışma, hareket ve yaşam dinidir. Gece sadece gündüzü iyi geçirmek için bir dinleme ve hazırlıktır. Geceyi gündüzden, gündüzü geceden ayıramazsınız. Hele gündüzü iptal edip her şeyi geceye hiç hapsedemezsiniz. O zaman gerçek hayat dinini “kandil (gece) dini” haline getirmiş olursunuz

O zaman siz geceleri dua edip huzur içinde uyurken, bütün dini enerjinizi geceye hasrederken, gündüzleri topraklarınız işgal edilir, hazinelerinize el konur haberiniz bile olmaz

http://www.haber10.com/makale/8439/

posted in KANDİLLER | 7 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Recep ayının 27’nci gecesi olan bu gece, İslâm dünyasında Miraç Gecesi olarak kutlanır. Hz. Peygamber’in geceleyin Mescid-i Aksâ’ya götürülmesine İsrâ, oradan göklere yükseltilmesine de Miraç denilir. İsrâ, geceleyin yürütmek demektir, ilk ayetinde bu sıra dışı yürütme olayını anlattığı için İsrâ adını alana surede, “Eksiklikten uzaktır O (Allah) ki, kulunu gecenin bir vaktinde, ayetlerimizden bir bölümünü kendisine göstermemiz için Mescid-i Harâm’dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya yürüttü” buyurulmaktadır.

Kur’ân’da değil, hadis rivayetlerinde anlatılan Miraç’ın, Hz. Peygamber’in henüz kendisine peygamberlik görevi verilmeden önce Kabe’nin yanında uyurken gördüğü bir rüya olduğu rivayeti yanında peygamberlik geldikten 18 ay, yahut 5 yıl, yahut 7 yıl, yahut 12 yıl sonra vuku bulduğu rivayetleri de vardır. Hadisçilere göre Miraç’in vaktini gösteren rivayetler, Hz. Peygamber’in kendi sözü değildir. Ne Hz. Peygamber’in kendisi ne de sahâbîleri, “Miraç Gecesi” diye bir gece kutlamışlar ve o geceye özgü ibadetler yapmışlardır.

Kur’ân’da yüce Allah’ın, bir gece vakti, Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya yürüttüğü kulu Muhammed’in, gittiği yerde Allah’ın harika olaylarına tanık olduğu anlatılmaktadır. Ayetten, bunun uçma falan değil, normal yürüme olduğu anlaşılır. İşte bu gece yürütme olayına İsrâ denilir. Hz. Muhammed’in, gittiği Mescid-i Aksâ’da tanık olduğu harika olaylar ise O’nun manen yüceler âlemine çıkışıdır. Yürümesi, normal bedensel bir hareket Miracı, (yüceler âlemine yükselişi) ise ruhsal, mantal bir olaydır. Zaten Buhari rivayetinde bunun, bir vizyondan ibaret olduğu anlatılmaktadır. (Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -23/9/2003)

posted in KANDİLLER | 3 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hayırlı Gecelerin Şerri Kandiller-Erhan Aktaş

Kur’an’ın önermediği, peygamberimiz (sav)’in hayatında yer vermediği ve sahabe döneminden çok sonraki dönemlerde ihdas edildiği anlaşılan beş adet “uyduruk” gecemiz(!) var. “kandil geceleri” adı altında kutsanan ve kutlanan bu “mübarek”(!) geceler şunlardır: Rebiyülevvel ayının on ikinci günü “mevlid kandili”; Recep ayının ilk cuması “regaib kandili”; Receb’in yirmi yedinci günü “mirac kandili”; Şaban ayının on beşinci günü “berat kandili” ve Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi “kadir kandili”.

Mevlid kandili: peygamber efendimizin, miladi 571 yılında, hicri aylardan Rebiyülevvel ayının on ikinci gecesinde doğmuş olmasına atfen icad edilmiş bir gecedir. Regaip kandili: Regaip, elde edilmesi arzu edilen değerler anlamına gelmektedir. Allah’ın kullarına bol bol rahmet ve bağışta bulunduğuna inanılan gece olarak Recep ayının ilk perşembesini cuma gününe bağlayan gece olarak icad edilmiştir. Miraç kandili: Recep ayının yirmi yedinci gecesinde peygamber efendimizin göğe yükselerek Allah’la buluşmasına(!) atfen icat edilmiştir; Şaban ayının on beşinci gecesi kutlanan “berat kandili” ise günahlardan, borçlardan ve her türlü cezadan kurtulma anlamına gelmektedir. Ramazan’ın yirmi yedinci gecesi olarak kutlanan “kadir kandili” ise Kur’an’ın indirildiği geceye atfen icat edilmiştir.

Din adına uydurulan bu türden kutsal gece ve günlerin, İslam aleminde büyük bir kabul görmüş olması ve müslümanların müslümanlığına, dolayısı ile İslam’a büyük yarar sağladığı konusundaki ittifak; din adına uydurulmuş şeylerin, gerçek dinin yerini nasıl almış olduğunun açık bir göstergesidir. Bu türden gün ve gecelerin kutlanmasından ve kutlanma şeklinden Kur’an’da bir tek kelime bile söz edilmemektedir. Keza, Allah rasulü ve sahabesinin hayatında da kutladıkları kutsal gün ve gece bulunmamaktadır. Buna rağmen daha sonraki dönemlerde müslümanların inancında ve hayatında bu kadar önemli yer alması, “cahiliyenin” yeniden İslam’a sızmış olduğunu ortaya koymaktadır. Bu kuşatılmışlık öylesine baskın bir durumdadır ki: bunların bidat ve hurafe olduğuna inanan bir çok kimse dahi halkın levminden korktuğu ve itibar kaybetmemek için susmayı tercih etmektedir.

Ciltler dolusu kitaplarla bu türden gün ve gecelerin önemi anlatılmış olunsa da, yararları (!) saymakla bitirilemese de, eşi ve benzeri olmayan kutsal şeyler olarak görülseler de aslında bunların cahili düşüncenin uydurması olduğunu Kur’an’la akleden herkes anlamaktadır. Birazcık olsun gerçeği idrak etmiş olanlar şu gerçeği görmektedirler: müslümanların İslam’dan uzaklaşılmış olmalarının temel nedenlerinden biri de bu tür uyduruk gün ve gecelerdir. Zira, bunlar ve benzerleri uyduruk şeylerle İslam’ın içi boşaltılmıştır. İslam’ın hayata hakim olmasının, hayatın tamamını kapsamasının önüne geçilmiş; müslümanların Kur’an’la bağlantıları kesilmiştir. Farkında olunsun veya olunmasın, hangi niyetle yapılmış olunursa olunsun bu tür bir anlayış sonuç olarak Kur’an’dan uzaklaşma, onu terk etmeye neden olmuştur. Bu aslında küfre rucu etmenin değişik bir versiyonudur. Kur’an’ın hakimiyet alanın daraltılmasıdır. Diğer bir deyimle dinin ruhbanlaştırılmasına geçiş sağlamada önemli bir kırılma noktasıdır.

Kur’an’da süreklilik esastır. Kur’an zamanın ve hayatın tamamına hiçbir boşluk bırakmaksızın hakim olmak istemektedir. Zamanın ve mekanın tamamı Allah’ındır. Allah’ın yanında üstün zaman ve mekan yoktur. Hiçbir gün ve zaman bir başka gün ve zamandan üstün değildir. Günah ve sevap, hayır ve şer işlendiği zamana ve güne göre artıp eksilmez. Artma ve eksilme amele göre belirlenmektedir. Hangi zaman diliminde veya günde yapılmış olunursa olunsun o zamanın ve günün yapılan şeyin değerini arttırma ve eksiltme gibi bir özelliği yoktur. Haram olan bir şeyi yapan kimse bunu ne gün ve zamanda yaparsa yapsın haramlığın derecesine etkisi olmaz. Veya sevap olan bir şeyi yapan bir kimse bunu ne zaman ve gün yapmışsa yapsın, zaman ve gün o sevabın derecesini etkilemez.

Ne var ki gereğince akletmeyenler araçla amacı birbirine karıştırdığı için bu gerçeği kavrayamamaktadırlar. Elbetteki Kur’an, başta kadir gecesi olmak üzere Ramazan ayı, cuma günü, Kâbe, Arafat, Mescid-i Haram gibi birçok gün ve mekandan söz etmektedir. Ancak, Kur’an’ın bunlardan söz etmiş olması bizatihi o gün ve mekanların bir önemleri olmasından değildir. O günleri ve mekanları önemli kılan şey onlarda yapılması istenen ibadetlerdir. Yani kutsal olan, bizatihi Ramazan ayının kendisi değil, o ayda oruç tutulmasıdır. Kutsal olan kadir gecesinin kendisi değil, Kur’an’ın o gecede indirilmiş olmasıdır; önemli olan cuma gününün kendisi değil, cum’a namazıdır. Bu gün ve mekanların önemli oluşlarının nedeni bu gün ve mekanların kendileri değil, onlarda yapılan ibadetlerdir. Yoksa bütün yeryüzü ve bütün zamanlar Allah’ındır. Örneğin oruç Rama-zanda değil de Muharrem ayında olsaydı o zaman Muharrem ayı önemli olacaktı. Demek ki önemli olan ayın kendisi değil oruçtur. Diğer bir deyimle oruç Ramazan ayı için değil Ramazan ayı oruç için vardır. Cuma namazı cuma günü için istenme-miş, cuma günü cuma namazı için seçilmiştir. Eğer cuma gününde cuma namazı olmasaydı, cu-manın gün olarak diğer günlerden bir farkı olmayacaktı. Eğer oruç olmasaydı Ramazan’ın diğer aylardan bir farkı olmayacaktı. Eğer Kur’an kendisinde indirilmeseydi kadir gecesinin diğer gecelerden bir farkı olmayacaktı.

Şu husus çok önemlidir: Kur’an bizden devamlı müslüman olmayı mı yoksa belli gün ve gecelerde müslüman olmayı mı istiyor. Cennetin bedeli “devamlı müslümanlık” mıdır yoksa belli gün ve gecelerle yetinen müslümanlık mıdır? devamlı müslüman olmak mı daha doğrudur yoksa belli gün ve gecelerde müslüman olmak mı?

Kur’an bizden, İslamı, hayatın ve zamanın tama-mına hakim kılmamızı istemektedir. Kur’an, müslümanın, müslümanlığının sürekli olmasını istemektedir. Kur’an, müslüman’ı İslam’ın tamamından sorumlu tutmaktadır. Sadece belli gün ve gecelerde ve belli ibadetlerle sınırlı bir islam anlayışı Kur’an da yoktur. Yalnızca belli gün ve gecelerde ve belli ibadetler ne Allah’ın, ne de peygamber(sav)’in kabul edebileceği tarz bir müslümanlık değildir. Allah ve rasulü müslümanları hayatın tamamında, İslam’ın tamamından sorumlu tutmaktadır. Müslümanlık yalnızca belli gün ve gecelerde yapılan şeylerden ibaret değildir. O hayatın tamamını kuşatmıştır. Ona inancı ve saygısı olan, onun belli bir kısmıyla yetinmez. Haftada bir gün namazla, belli gecelerde sabaha kadar ibadetle, bir ay oruç tutmakla müslüman olunmayacağını bilir. Kur’an, kendisine iman eden ve tâbî olanlardan, hükümlerinin tamamına uymasını istemektedir. Yalansız bir hayat, hilesiz bir ticaret, malıyla ve canıyla Allah yolunda cihat, Allah’ın verdiği nimetlerden infak, İslam’ın hayata hakim kılınması için mücadele, cömertlik, muhtaçlara yardıma koşma , dürüst olma kısacası insana ve hayata dair her konuda Kur’an’a tabi olmaktır müslümanlık. Kurtuluş Kur’an’ın tamamına tabi olmaktadır. Onun gösterdiği yoldan gitmektedir.

Yaşadığımız hayatta Kur’an’ın tanımladığı bir İslam yoksa, müslümanlar Kur’an’ın öngördüğü müslümanlar değillerse, bunda “araçla” “amacı” birbirine karıştıran çarpık düşüncenin çok büyük payı vardır. Güya masumiyet ve güzellik adına, güya iyilik ve hoşgörü adına İslam’ı zamana ve mekana göre bir din haline getirenler içinde bulunduğumuz durumun müsebbibleridir. Bu çarpık zihniyetin ürettiği anlayışta aslında İslam’ın hayatın tamamına hakim olma talebi pasifize edilmektedir. Bu çarpıklığın, yalnız Kur’an’la bağını koparmış, cahili düşüncenin rotasına girmiş olanlarda değil, ömrünün büyük bir kısmını Kur’an’la geçirmiş olanlarda da bulunması anlaşılır gibi değil. 2 Kasım 2005 tarihli zaman gazetesindeki köşesinde Ali Bulaç bu çarpık düşünceyi şu şekilde sergilemektedir. “Allah bize zaman zaman kurtuluş(felah) fırsatları vermektedir: Ramazan ayı, cuma günü, kadir gecesi, Mescid-i Haram (Ka’abe’nin tavafı, Arafat, Müzdelife, Mina ve diğer iki mescidin (Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa) bereketine iştirak etmek, bu kurtuluşun imkanlarıdır.” Bu tespit ilk bakışta masum görülse de zihniyet olarak Kur’an’ı bir bütünlükten uzak, indirgemeci bir anlayışı ortaya koymaktadır.

Aslında bütün inanç ve düşüncelerde kutsal gün ve geceler var. Bizdeki kutsal yer, gün ve geceleri uyduranlar, insanları inandırmak için yalanlarını peygamber efendimize söyletmişlerdir. Bu konudaki hadislerin tamamı uydurmadır. Zira Allah’ın rasulü Kur’an’a ters bir söz söylemez. Zaten hadis kritiği yapanlar da bu hadisleri sahih bulmamaktadırlar. Birazcık aklı olan bu hadislerin uydurma olduklarını hemen anlar. Örneğin kadir gecesi ile ilgili hadislere bakıldığında hadislerin birbirleriyle çeliştikleri, kendi içlerinde de tutarsız oldukları açıkça görülmektedir. Kadir gecesinin zamanı ile ilgili Kütüb-i Sitte’de bir çok hadis var: bu hadislerin kimine göre kadir gecesi Ramaza’nın ilk gecesi, kimine göre son on gecesinin tekli olanlarında, kimisine göre yirmi yedinci gecesi, kimisine göre tamamının her hangi bir gününde, kimisine göre on beşinci gecesindedir. şimdi bunların hangisi doğru. Peygamber (sav)’in her seferinde farklı tarih vermesi mümkün mü? Bir hadiste de Allah’ın bu geceyi önce bildirdiğini sonra da unutturduğu söylenmektedir. Güya bilinmesin ki müslümanlar bütün bir ay boyunca ibadet etsinlermiş. Biraz düşünecek olursak kadir gecesinin peygamberimiz tarafından çok net bir şekilde bilinmesi gerekir. Zira Kur’an o gecenin Ramazan ayında vahyin ilk indiği gece olduğunu söylüyor. (Bakara -185) peygamber efendimiz kendisine vahyin hangi gece geldiğini nasıl bilmez.

Kadir gecesi ile ilgili hadislere içerik olarak bakıldığında da uydurma oldukları açıkça belli olmaktadır. O gece ibadetle geçirenin bütün günahlarının af edileceği, annesinden yeni doğmuş çocuk gibi günahsız hale geleceği ifade edilmektedir. Böyle bir anlayışı Kur’an yüzlerce ayette yalanlamaktadır. Günah ve sevapla ilgili, amellerle ilgili ayetlere bakıldığında hayra ve şerre zerre kadar da olsa kim ne yapmışsa karşılığını görecektir. Ayrıca kadir gecesinden bir gün önce ölene, kadir gecesinden bir gün sonra günahları tamamen sıfırlanmış olarak ölene göre haksızlık yapılmış olmaz mı? Keza geçmiş toplumların kadir geceleri yoktu. Onların günahlarını sıfırlama şansları da yoktu. Allah’ın kulları arasında böyle bir ayırım yapması mümkün mü?

Kadir gecesinin gece olarak diğer gecelerden bir farkı yoktur. Onu kutsal kılan, onu şerefli ve mübarek yapan o gecede vahyin gelmiş olmasıdır. Onun bin aydan daha hayırlı olduğunun söylenmesi Kur’an’ın önemini vurgulamak içindir. Vahyin inmesi o kadar değerlidir ki inmeye başladığı geceye diğer gecelere göre bin aydan daha fazla değer katmıştır. Değer, gecenin kendisinde değil vahiy’dedir.

Kadir gecesi her yıl tekrar eden bir gece de değildir. Bütün zaman içinde bir kez olan bir gecedir. O da Kur’an’ın ilk kez vahyedilmeye başladığı gecedir. Bir başlangıçtır. Kaldı ki Ramazan ayı her yıl on gün ileri geldiğinden kadir gecesi ilk Ramazanda gelmiş olsa da Ramazan’la birlikte o da öne alınan bir tarih olamaz. Ancak otuz üç yılda bir aynı Ramazan’a denk gelebilir.http://www.iktibas.info/dergi/2005/kasim/dusunce1.htm

posted in KANDİLLER | 0 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ÜÇ AYLAR ve MÜBAREK GECELER/ KANDİLLER

HAKKI YILMAZ:Müslümanların aldatıldığı konulardan bir tanesi de bu “mübarek geceler” konusudur. İnsanlar, kişilik yapılarında var olan hırs, kolay kazanç, kısa zamanda köşeyi dönme gibi zaafları sebebiyle, önlerine konan yalanları hiç sorgulamadan, tıpkı bir balığın zokayı yutması gibi yutmuşlar, inanç ve amellerinin yozlaşmasına yol açan bu yalanlara hep inanmışlardır.

Bilindiği gibi çeşitli kesimlerde, özellikle de tarikat ve tasavvuf çevrelerinde bazı günler, geceler ve aylar “mübarek” ilân edilmiş ve bu mübarek zamanlar için de özel namaz, oruç ve zikirler icat edilmiştir. Ama yapılan mübarek gece ilânları ve icat edilen özel ibadetler, sadece bu kesime mensup insanlar arasında yayılmakla kalmamış, başlangıçta dilden dile dolaşarak yayılan bu bid’atler, zaman içinde çeşitli yayınlarda, takvim yapraklarının arkalarında yer almak suretiyle daha geniş kitlelere ulaşmış, şimdilerde ise devletin resmî kuruluşları tarafından uygulanır olmuştur. Dinin sahibi Allah’ın, böyle şeyleri emretmemiş, önermemiş olması ise, bu bid’atlerin yer aldığı hadislerin, maalesef dinin Kur’an’dan sonra gelen kaynağı sayılması sayesinde dikkate alınmamıştır.

Oysa, bu Kur’an dışı uygulamaların savunucuları tarafından, dinin Kur’an’dan sonra gelen kaynağı olarak gösterilen hadislerin “sağlam” olarak nitelenenlerinde, peygamberimizin böyle özel günler, geceler ve aylarda özel ibadetler yapmadığı ve kimseye yapmasını söylemediği de yazmaktadır:

“… Alkame şöyle demiştir. Ben Aişe R.A. ya:

– Rasülüllah günlerden bazılarını herhangi bir şeye tahsis eder miydi? diye sordum. Âişe:– Hayır, tahsis etmezdi. Onun ibadeti aralıksız ve devamlı idi. Rasülüllah’ın edasına tâkat getirdiği hayır ve ibâdete hanginiz tâkat yetiştirir ki? diye cevap verdi.” (Sahih-i Buharî, Oruç Kitabı, Bab 63, hadis no: 96)

Konu, Kur’an ışığında değerlendirildiğinde ibadet günü, ibadet gecesi ibadet ayı gibi özel zamanların Kur’an’da yer almadığı, dolayısıyla bu tarz kabullerin İslâm’ın ruhuna aykırı olduğu görülmektedir. Yani, İslâm dini ibadeti, senenin her mevsiminde, her ayında, her gününde, her gecesinde, hatta her saatinde ve her saniyesinde öngörmüştür. İslâm’da turizm mevsimi, av mevsimi, kayak mevsimi gibi bir ibadet mevsimi yoktur. Müslüman, senenin her mevsiminde, ayında, gününde, gecesinde ibadet/ kulluk yapmalıdır. Bu durum “barış” konusu için de aynıdır. Müslüman hiçbir zaman saldıran, savaşa karar veren taraf olmamalı, ancak düşmanın saldırısı karşısında savaşmalı, onun dışında her zaman barışçı olup, kavgasız, kansız yaşamalıdır. Yani imanın görüntüsü ve meyveleri her an ortada olmalıdır:

İbrahim; 24-26: “Görmedin mi Allah nasıl bir örnekleme yaptı: Güzel söz (La ilahe illallah- iman); kökü yerde dalları gökte olan bir ağaca benzer.

O ağaç, Rabbinin izniyle meyvelerini her zaman verir. Allah insanlara böyle örnekler verir ki, düşünüp ibret alabilsinler.

Pis söz (küfür) de gövdesi toprağın üstünde destek bulmuş bir ağaca benzer, dayanağı yoktur onun.”

Dinimizde ibadetin/ kulluğun, zamanla alâkalı bir özelliği olmadığı gibi, zeminle de ilgisi yoktur. Yani, Mekke’de kılınan namaz ile Moskova’da kılınan namazın, ya da Medine’de tutulan oruçla İzmir’de tutulan orucun, ya da Recep ayında tutulan oruçla Teşrini Evvel’de tutulan orucun veya Salı günü tutulan oruç ile Cuma günü tutulan orucun, dinimiz nezdinde hiçbir farkı yoktur. Başka bir ifade ile, İslâm dininde yapılan kulluk görevlerine ekstra promosyon verildiği zamanlar ve mekânlar söz konusu değildir. Aslında Müslümanların da, sevap kazanma/ artı puan toplama anlayışını bırakmaları, bunu yerine Allah’ın rızasını kazanma ve Allah’ın lütfettiği nimetlerin şükrünü eda etmeyi düşünmeleri gerekmektedir.

ÜÇ AYLAR

Dinimiz İslâm’da, ibadetlere ekstra hediye, ikramiye verilir gibi sevap verildiği aylar yoktur ama savaşmanın haram edildiği aylar vardır. Tövbe suresinin 5., 36. ve 37. ayetlerinde, Maide suresinin 2. ayetinde, Bakara suresinin 194., 197. ve 217. ayetlerinde; Allah indinde ayların sayısının on iki olduğu, bunların dört tanesinin (Recep, Zilka’de, Zilhicce ve Muharrem) Haram aylar olup, bu aylarda savaşmanın yasak olduğu, bu ayların aynı zamanda Hacc ayları olması sebebiyle savaşma yasağına kesinlikle uyulması gerektiği ve aksi davranışın “büyük günah” sayıldığı, önemle vurgulanmaktadır.

Dikkat edilirse, Haram aylardaki savaş yasağı, bu ayların Hacc ibadetinin yapıldığı aylar olmasından kaynaklanmaktadır. Zira bu aylarda dünyanın her köşesinden Hacc için gelen insanlar; İbrahimleşme, putları kırma, sahte ilâhları kesme, şeytanla savaşma gibi bireysel temizlenmelerini ve Hacc/ evrensel kongre, fuar ve konferanslarla sağlayacakları ticarî, sınaî, ilmî haberleşmelerini-birleşmelerini barış ortamında güvenle yapabilmeli ve aynı şekilde yurtlarına dönebilmelidirler.

Görüldüğü gibi Kur’an’da sadece “Haram aylar” kavramı yer almaktadır. Ama Kur’an dışındaki muhtelif kitaplarda, “hadis-i şerif” isimli metinler marifetiyle Ramazan ayının da içinde olduğu “üç aylar” diye bir kavram ortaya çıkarılmış ve bunun hakkında bir çok hikâye anlatılmıştır. Bu nakillerin hepsi yalan ve uydurmadır. Bu tür hadisler, Kütüb-ü Sitte denilen sağlam hadis kitaplarında bulunmadığı gibi, uydurulmuş hadislerin afişe edildiği kitaplarda da tek tek ele alınmış ve yalan ve uydurma olarak ilân edilmiştir.

Recep Ayı: Recep Ayı; kamerî ayların yedincisi olup, Haram aylardandır. Yani bu ay da Hacc aylarındandır ve bu ayda savaş kesinlikle yasaktır.

Kur’an’daki özelliği sadece bu kadar belirtilmiş olan Recep ayı hakkında İslâm anlayışına sığmayan bir çok yalan uydurulmuş, bunların bir çoğuna “hadis” damgası vurularak, peygamberimize iftiralarda bulunulmuştur.

İslâm esaslarıyla bunların sağlamasının yapılması bakımından bu uydurmalardan bazıları ibret için aşağıda verilmiştir:

“Uyanınız ve biliniz ki, Recep ayı Haram aylardan biridir. Allah, Nuh As.ı bu ayda gemiye bindirdi. Nuh As. gemide oruç tuttu ve yanındakilere de emretti. Allahü Teâla onları kurtardı. Tufan sebebiyle yeryüzünü küfür ve taşkınlıktan temizledi.”

“Recep öyle büyük bir aydır ki, bir kimse bu ayda bir gün oruç tutsa, Allah ona bin yıl oruç tutmuş kadar sevap yazar. İki gün oruç tutsa iki bin yıl oruç tutmuş kadar sevap yazar. Yedi gün oruç tutsa, cehennem kapıları ona kapanır. Sekiz gün oruç tutsa, cennetin sekiz kapısı ona açılır, hangisinden isterse cennete oradan girer. On beş gün oruç tutsa, günahları sevaba döner. Semadan bir ses:’Allah senin geçmiş günahlarını affetti. Bundan sonraki ömründe iyi ameller yap!’ der. Bunlardan daha çok tutarsa, Allah onun sevap ve karşılığını artırır.”

“Bir kimse Allahü Teâla’nın ayı olan Recep ayında, bir mü’min kardeşini gam ve kederden kurtarsa, Allahü Teâla ona firdevs cennetinde gözünün görebileceği kadar büyük bir köşk ihsan eder. Uyanınız ve kendinize geliniz, ve Recep ayına hürmet ve ikramda bulununuz ki, Allahü Teâla da size bin türlü kerametle ikram ve ihsanda bulunsun.”

“Cennette bir nehir vardır. Ona recep denir. Sütten beyaz, baldan tatlıdır. Recep ayında bir gün oruç tutana Allahü Teâla kıyamet günü o nehirden su verir.”

“Cennette bir köşk vardır. Ona ancak Recep ayını oruç tutmakla geçirenler girer.”

“Bir kimse Recep ayında bir gün oruç tutsa, o kimse sanki bin yıl oruç tutmuş, bin köle âzad etmiş gibi sevaba kavuşur. Ve bir kimse Recep ayında az bir sadaka verse, bin altın sadaka vermiş gibi sevap alır. Bedenindeki her kılı için bin sevap yazılır. Derecesi bin kat yükselir. Bin günahı yok olur. Her günkü orucu ve verdiği sadakası için bin hacc ve bin ömre sevabı yazılır. Cennette ona bin ev, bin köşk ve bin hücre yapılır. Her hücrede bin bölüm ve her bölümde çok güzel huriler bulunur.”

“Bir kimse Recep’in ilk günü oruç tutsa, Allahü Teâla bu orucunu, yetmiş yıllık günahına keffaret eder. On beş gün oruç tutsa, Allahü teâla kıyamet gününde onun hesabını kolay görür. Recep ayında otuz gün oruç tutana, Allahü Teâla rıza beratı ve hücceti ihsan eder. Onu azaptan korur.”

Daha neler, neler!

Şaban Ayı: Şaban Ayı; “üç aylar” uydurmasının ikinci ayı olup, bu ay ile ilgili uydurmalardan bazıları yine ibret için verilmiştir:

“Ayların en sevimlisi, Ramazan ayına kavuşturan Şaban ayıdır.”

“Şaban benim ayım; Recep, Allah’ın ayı; Ramazan da ümmetimin ayıdır. Şaban günahlara keffaret ayı, Ramazan ise günahların temizleyici ayıdır.”

“Oruçların en üstünü Ramazan’a tazim ve hürmet için Şaban ayında tutulan oruçtur.”

“Şaban, Recep ile Ramazan ayları arasında bir aydır. İnsanlar bundan gâfildirler. Halbuki Şaban ayında kulların ameli Allahü Tealanın dergahına çıkarılır. Ben Şaban’da oruçlu olduğum halde amelimin çıkarılmasını arzu ederim.”

“Recep ayının diğer aylara üstünlüğü, Kur’an’ın diğer kitaplara üstünlüğü gibidir. Şabanın diğer aylara üstünlüğü, benim diğer peygamberlere üstünlüğüm gibidir. Ramazanın diğer aylara üstünlüğü, Allahü Teâlanın diğer insanlara üstünlüğü gibidir.”

“Şabanın on beşinci gecesi Allahü Teâla’nın kulları üzerine rahmeti zuhur edip müminleri mağfiret eder, bağışlar. Kâfirlere ise mühlet verir. Kindar ve kıskançları bu sıfatları terk edinceye kadar kendi hallerinde bırakır.”

Ramazan Ayı: Ramazan Ayı; Kur’an’ın inmeye başladığı ay olup, üzerimize farz kılınan orucun da bu ayda tutulması emredilmiştir. Ama Kur’an’ın Ramazan ayında inmeye başlaması, bu aya hiçbir şekilde kutsiyet kazandırmaz. Çünkü esas değer ve kutsiyet Kur’an’dadır. Dolayısıyla Ramazan ayının kendisiyle ilgili, başta dillerden düşmeyen;’Evveli rahmet, ortası mağfiret sonu da cehennemden âzâd olmaktır’ rivayeti olmak üzere ne kadar abartılı, hediyeli, ikramiyeli, sevaplı rivayet varsa hepsi yalan ve uydurmadır. Bu gibi rivayetlerle Kur’an’ın bir kenara bırakılıp Ramazan ayının ön plâna çıkarılması da çok yanlıştır.

Recep, Şaban ve ramazan aylarından oluşturulan “üç aylar” ile ilgili olarak yukarıda belirtilen inançlar dışında neredeyse her tarikat, her cemaat ve her zümre bir çok namaz çeşidi ve şekli uydurmuştur. Nafile, tatavvu, revâtip, elfiye, tespih, kandil, evvâbin, şükür, kuşluk gibi isimler almış olan bu namazların rekâtları ve kıraatları da birbirlerinden farklı şekildedir. Bunların geniş anlatımlarını, piyasadaki kitaplarda, kitapçıklarda, takvimlerde tafsilâtı ile görmek mümkündür. Ancak, bu anlayış ve uygulamaların sadece “köşe dönme zihniyeti” olarak değerlendirilmesi, Kur’an’ın bakış açısına göre mümkün değildir. Çünkü, Allah’tan başkaları tarafından konulmuş kuralları “din” diye kabul etmenin Kur’an’cası “şirk”tir. Bu durumda ikramiyeli sevap kazanmak için yapılan bu uygulamalar ancak; Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma aptallığı olarak değerlendirilebilir. Nitekim, Kur’an’dan onay almayan ve peygamberimizin yaşamına girmemiş olan bu tür inanış ve uygulamalar, sahabe ve tabiinde hiç görülmemiştir.

Tarihe bakıldığında, “üç aylar” bid’ati ile ilk kez Ebu Bekr ve Ömer’in mücadele ettikleri görülmekte, hatta Ömer’in bu mücadelede, bu ayları kutsal sayanları dövdürdüğü, yani şiddet kullandığı anlaşılmaktadır. Ama bu mücadele, o çağlardaki iki halife ile sınırlı kalmamıştır. Kur’an dışı olan bu inançlar, ortaya çıktıkları her dönemde karşılarında, başta İbn-i Abbas gibi bilginleri ve dinini tanıyan aklı başında Müslümanları bulmuştur. Görüldüğü gibi mücadele hâlâ devam etmektedir.

Yüce Allah Kur’an’da, cennetin hangi şartlarda kazanılabileceğini, kimlerin kendilerini kurtarabileceğini ve kimlerin hangi şartlarda bağışlanacağını açık açık bildirmiştir. Tabiri caizse, cennetin üzerine etiket asmış ve cennetin bedeli şudur, diye yazmıştır.

Bakara; 177, 214, Tövbe; 111, Saff; 10-13, Âl-i Imran; 92, Müminun; 1-11, Kalem; 34, 35, Ankebut; 1-5, Nebe’; 31-36, ayetlerde bildirildiği gibi cennetin bedeli, fiatı;

‘SAĞLAM, ŞİRKE BULAŞMAMIŞ İMAN, BİRR VE TAKVA ÖLÇÜSÜNDE AMEL, ALLAH YOLUNDA VERİLECEK CAN VE ALLAH YOLUNDA HARCANACAK MAL’dır.

Allah’ın cennet üzerine koyduğu etiket bu iken, “falan yerde, falan gece bilmem kaç rekât nafile namaz kılan ya da bilmem kaç tane tespih çeken veya bilmem ne yapan kolaycacık cennete girer” misali, aslı astarı ve kimin dediği belli olmayan hezeyanlara uymak, en hafif deyimiyle Allah’a karşı saygısızlıktır. Çünkü cennet Allah’ın cennetidir ve Allah insanların hem yol göstericisi hem de kurtarıcısıdır. Böyle olmasına rağmen insanın kendisini kurtarmak için Allah’a kulak vereceği yerde aç gözlülükle bu tip saçmalıklara inanması; kendini aldatmaktır, aptallıktır.

MÜBAREK GECELER

Kadir Gecesi: Bu isim ilk defa Kur’an ile bildirilmiş ve bu tamlama ilk defa Kur’an ile Arap diline girmiştir. Bu sebeple “Kadir gecesi”ni doğrudan Kur’an’dan öğrenmemiz gerekmektedir:

Kadir; 1-5: 1- Muhakkak ki biz onu Kadir gecesinde indirdik. 2- Kadir gecesi nedir sana ne idrak ettirdi (bildirdi/ öğretti)? 3- Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. 4- Melekler (haberciler), içlerindeki ruh ile Rabblerinin izniyle iner dururlar/ hulûl eder dururlar; her bir işten. 5- Bir esenliktir o şafak sökene kadar/ aydınlığa kavuşuncaya kadar.

Kadir suresinin ışığı altında Kadir Gecesi’ne: -“Kadir” sözcüğünün “kader, takdir” anlamından yola çıkarak, “Kur’an’ın inişinin takdir edildiği yani, indirilmesinin belirlenip de indirildiği gece anlamı verilebilir.

-“Kadir” sözcüğünün “kadir, kıymet, haysiyet ve şeref” anlamları dikkate alınarak da “kıymet, şeref gecesi” anlamı verilebilir.

Böylece her iki anlamda da Kur’an’ın değeri şerefi belirtilmiş olur.

Kadir gecesi ne zamandır ?

Bakara suresinin 185. ayeti Kur’an’ın Ramazan ayında indirildiğini, Duhan ve Kadir sureleri de Kur’an’ın gece vakti indirildiğini bildirmektedir. Ama Kur’an’da, bu gecenin Ramazan ayının hangi gecesi olduğuna dair bir bilgi yer almamaktadır. Kadir suresinde, Kadir Gecesi’nin değerinin bildirilmiş olmasına karşılık tarihinin, zamanının bildirilmemiş olması, bize göre Kur’an’ın öneminin, o gecenin öneminden daha ön plânda tutulması gerektiğini anlatmaktadır. Çünkü o geceye, kadir suresinde bildirilen değeri kazandıran; Kur’an’dır. Yani önemli olan o gece değil, o geceyi özel bir gece hâline getiren “esas değer”dir; Kur’an’dır.

Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğu, kesin belirlemelerle ifade edilmiş şekilde, “hadis” damgalı rivayetlerde bile yer almamıştır. Aslında evinin duvarında takvimi, masasında ajandası olmayan peygamberimizin bu gecenin hangi gece olduğunu bilmemesi veya hatırlamaması çok doğaldır. Ama onun da hayatını değiştiren bu olayı biliyor olması ve Allah’ın Kur’an’daki öğretisine sadık kalarak, bu olayda Kur’an’dan başka hiçbir şeyin önemli olmadığı gerekçesiyle gece hakkında bilgi vermemesi, akla daha yakın gelmektedir.

Böyle olmasına rağmen rivayetler bu konuda da devreye girmiş ve Kadir Gecesi’nin kesin zamanını haber veren hepsi birbiriyle çelişkili yüzlerce ifade, “hadis” adı altında piyasaya sürülmüştür. Bunlar, tutarsız ve çelişkili oluşları bir yana, düşük ifadeli oluşları yönüyle de peygamberimize hiç yakışmayan uydurmalardır. Bir örnek vermek gerekirse, Kadir Gecesi’nin ramazan ayının 27. gecesi olduğunun gerekçesi şöyle açıklanmıştır: Kur’an’da üç kez tekrar edilmiş olan “Leyletü-l Gadr (Kadir gecesi)” ifadesi, Arap harfleriyle yazıldığında dokuz harften oluşmaktadır. Demek ki, Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğunun formülü; “3 tekrar X 9 harf = 27. gece”dir. İşte, Kur’an’dan onay almayan bu uydurmalar, Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğunu böylesine basit, böylesine komik formüllerle ispat (!) etmektedir.

İşin aslında ise, Kur’an’ın inmeye başladığı gece olan Kadir Gecesi, geçmişte kalmıştır, tekrarı da olmayacaktır. Çünkü Kur’an, kesin olarak bilinmeyen bir tarihte inmeye başlamış ve inişi tamamlanmıştır. İkinci bir Kadir Gecesi’nin yaşanması mümkün değildir. (Kadir Gecesi ile ilgili ayrıntılar “İşte Kur’an!” adlı kitabımızın 1. cildinde “Kadir Suresi” bölümündedir. Ayrıca “istekuran.com” internet sitemizdeki “Kadir suresi” bölümünden de okunabilir.)

Kadir gecesi ile ilgili olarak Kur’an’da verilen bilgiler bu kadardır. Ama bize göre Kur’an, Kadir Gecesi hakkındaki ayetleri ile insanlara çok önemli bir mesaj vermektedir. Bu mesaj; herkesin, bin aydan daha hayırlı olan, meleklerin kendisine yardıma koştuğu, mutluluklarının hemen başladığı bir kadir gecesinin olması gerektiğidir. Bu kadir gecesi ise;

BİZİM KUR’AN İLE TANIŞTIĞIMIZ, ONU HAYAT REÇETESİ, REHBERİMİZ, IŞIĞIMIZ, RUHUMUZ, ŞİFAMIZ, İBRET LEVHAMIZ, HAYAT DÜSTURUMUZ, HAYAT YÖNETMELİĞİMİZ YAPTIĞIMIZ GECEDİR, GÜNDÜZDÜR, SAATTİR, DAKİKADİR, SANİYEDİR.

Gerçekten de insanın Kur’an’a sarıldığı an, onun hayatının dönüm noktasıdır. O an, bin aydan, bir ömürden belki milyonlarca aydan bile daha hayırlıdır. Çünkü kurtuluş, Kur’an’ın tanınmasına, ona inanılmasına, içeriğinin anlaşılıp uygulanmasına, kısaca; Allah’a teslim olunmasına bağlıdır. Dinimizde faziletli zamanlar ve mekânlar asla yoktur ama faziletli ameller vardır. Faziletin dereceleri de, yapılan işin zahmeti ve emeğiyle doğru orantılıdır. Dolayısıyla keramet gecede değil, KUR’AN’DADIR.

Konu özetlenecek olursa, Kadir Gecesi, Kur’an’ın indirilmeye başlandığı ilk gecedir. Peygamberimize elçilik görevi ilk bu gecede verilmiştir ve bu görev, âlemlere (tüm milletlere ve canlı-cansız tüm varlıklara) rahmet içindir. Öyleyse bu ilk gece âlemler için bir dönüm noktası olmuştur. Âlemlerin kurtuluşu da bu Kur’an’ın insanlığa gelişi ile olacağından, herkesin hayatını etkileyen özel anlar gibi, bu gecenin bin aydan daha yararlı olması tabiîdir. “Bin ay” ifadesi de çokluktan kinaye olup, “Binlerce ay” anlamındadır.

Ayetlerin bu mesajını alamayan ya da alıp çarpıtan zihniyet, önce kerameti geceye yüklemiş sonra da “Bu gece bütün günahlar affolunur” tarzında bir çok yalan ortaya atmıştır. Bu çarpık zihniyete göre; yıl boyunca her türlü haramı, günahı işlemiş ve Allah’ın emirlerini çiğneyip Müslüman olmanın gereklerinden uzak yaşamış olanlar, bu gecenin yüzü suyu hürmetine affedilecekler ve bütün ömrünü Allah’a saygıyla geçiren ve haramdan, günahtan kaçınan kişilerin seviyesine geleceklerdir. Başka bir bakış açısı ile; Kadir Gecesi’nden bir gün evvel ölenler günahlarıyla ölecekler, Kadir gecesinden sonra ölenler ise affedilmiş olarak öleceklerdir.

Böyle haksızlıkların Allah’a yakıştırılması öncelikle büyük bir cinayettir. Bu tip hastalıklı görüşler, insanların, Allah’ı sadece böyle ikramiyeli gecelerde hatırlamalarına, İslâm’ı sadece böyle gecelerde yaşamayı yeterli görmelerine ve kulluk görevlerini yapmamalarına yol açar. Diğer taraftan, Kadir Gecesi’nde affa uğrayacağını düşünen kişi için cezaların caydırıcılık özelliği kalmaz ve bu uygulama insanları âdeta suç işlemekten çekinmez yapar. Sonuç olarak bu yalan yanlış rivayetler, senenin her gününde, her saatinde, her saniyesinde mükemmel bir şekilde yaşanması gereken İslâm dinini, sadece belli bir gün ve gecelerde yaşanır hâle getirir, getirmiştir de.

Beraet gecesi: Şaban ayının on beşinci gecesi olup, halk arasında din adına çok değer verilen özel bir gecedir. Beraet sözcüğünün, “aklanma, uzak bulunma” anlamları doğrultusunda, dinî terminolojide sözcük; “suçtan, günahtan uzak bulunma” anlamında kullanılır. Beraet gecesi; peygamberimize “Şefaat-ı Kübra”, yani ümmetinin tümüne şefaat edip onları cehennemden kurtarma yetkisinin verildiği gece olarak bilinir ve bu gecede, geceyi ihya edenlerin cehennemden uzak tutulacağına ve bu kurtuluşlarına dair ellerine berat, vesika verileceğine inanılır. Ayrıca Duhan suresinde sözü edilen “Kur’an’ın indiği ve her işin ayırt edildiği mübarek gecenin” bu gece olduğu kabul edilir. Ancak bu kabul Kadir suresi ile çeliştiği için, bu gecede Kur’an’ın Allah’tan yer yüzüne değil, Allah’tan Levh-ı Mahfuz’a indiği yolunda zorlama bir yoruma başvurulur. Doğum ve ölümle başlayıp meteorolojik olaylara varıncaya kadar her iş ve oluşa bir senelik kader çizilip uygulayıcı meleklere verildiğine inanılan bu geceyle ilgili bir çok hadis uydurulmuştur. Aşırı abartılı ikram ve lütuflardan bahseden ve uyanıkların, açıkgözlerin parsayı kapmaları için teşvik edildiği bu martavalların bir kaç örneği aşağıdadır:

Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan dua ve tevbe reddolmaz. Bunlar, Ramazan ve kurban bayramlarının ilk geceleri, Şaban’ın on beşinci gecesi (beraet gecesi) ve arefe gecesidir.”

“Cebrail bana geldi. Ve’kalk namaz kıl ve dua et! Bu gece Şabanın on beşinci gecesidir.’ dedi.”

“Bu geceyi ihya edenleri, Allah cc. affeder. Yalnız müşrikleri, büyücüleri, falcıları, cimrileri, sürekli içki içenleri, faiz yiyenleri ve zina edenleri affetmez.”

“Beraet Gecesini ganimet ve fırsat biliniz! Çünkü belli bir gecedir ve Şabanın on beşinci gecesidir. Kadir gecesi, çok büyüktür ama hangi gece olduğu belli değildir. Bu gece çok İbâdet yapınız. Yoksa kıyamet günü pişman olursunuz.”

Örneklerini verdiğimiz bu hikâyelerin tümü yalandır, hiçbirisinin aslı ve astarı yoktur. Çıkarcı insanları bu zaafları dolayısıyla iğfal etmek için uydurulmuş ve Kur’an’a aykırı olan bu kötü hikâyelerin, peygamberimizin hayatında da vuku bulduğuna dair de bir tek delil bile yoktur.

Mevlüt gecesi: “Doğum gecesi” anlamına gelen bu tamlama ile peygamberimizin doğduğu gece kastedilmekte ve bu gece de kutlanmaktadır. Aslında bu gece, Hıristiyanların İsa peygamberin doğumu (Milât) olarak kabul ettikleri günde yaptıkları kutlamaya nispet olarak uydurulmuştur. Peygamberimizin değil doğduğu gece veya gündüz, doğduğu sene bile kesin olarak bilinmemektedir. Bu konuda daha fazla açıklama MEVLÜT adlı kısımda yeterince verilmiştir.

Regaip gecesi: “Regaip” sözcüğü; “bolluk, bereket” demek olup, “regaip gecesi” de tamlama olarak; “bolluk, bereket gecesi” anlamına gelir. Bu gece Recep ayının ilk cuma gecesi olarak kabul edildiğinden, sabit bir günün gecesi değildir, her yıl değişmektedir. Çünkü Recep ayının ilk cuması meselâ geçen yıl Recep ayının 2. gününe rastlıyorsa, bu yıl 4. gününe, gelecek yol da 5. gününe rastlayabilir.

Bu gece, uzun yıllar saf Müslümanlara “Peygamberimizin ana rahmine düştüğü gece” olarak yutturulmuştur. Müslümanlar biraz uyanıp bu tarihin nasıl tespit edilmiş olduğunu sorgulamaya başlayınca da bu görüş terk edilmiş ama bu sefer de “regaip” sözcüğünün sözlük anlamıyla uyumlu olarak gecenin adı “bolluk, bereket gecesi”ne çevrilmek suretiyle Müslümanların iğfaline devam edilmiştir, edilmektedir.

Bu gece hakkında uydurulmuş olan binlerce hadisten bir tanesi şudur:

“Receb’in ilk Cuma gecesini ihya edene Allah kabir azabı yapmaz. Duâlarını kabul eder. Yalnız, yedi kimseyi affetmez ve onların dualarını kabul etmez. “1-Faiz alan ve veren, 2- Kibirli olan, 3- Anasına babasına eziyet eden, 4- İyi bir Müslüman olmasına rağmen kocasına itaat etmeyen kadın, 5- Şarkıcılığı ve çalgıcılığı meslek edinen, 6- Cinsi sapık ve zina eden, 7- Beş vakit namazı kılmayan.”

Miraç gecesi: Uydurmacılar bu gecenin faziletine ait ve bu gecede yapılacak ekstra ibadet ve taate ait fazla bir gayret göstermemişlerdir. Ama, uydurdukları senaryolarla, Peygamberimizi ümmetini tanımayan, akılsız, aptal, sürekli Musa peygamberden akıl alıp durmadan Allah’la namaz sayısı pazarlığı yapan biri olarak tanıtmışlar ve Allah’ın Kur’an’da bildirdiklerinin zıddına ahkâm kesme cesareti gösteren bir bozguncu durumuna düşürmüşlerdir.

Miraç diye bir olay dolayısıyla da “miraç gecesi” diye bir gece yoktur. Bu konu “İşte Kur’an!” adlı kitabımızın “Alak” ve “Necm” sureleri bölümünde ve “istekuran.com” internet sitemizde ayrıntılı olarak tahlil edilmiştir.

Son söz: Dinin aslını, özünü ve dinin amacını iyi öğrenmeden yapılan gayretlerin boşa gideceği bilincine erilmeli, her yapılanın dindeki yeri mutlaka aranıp bulunmalıdır. Aksi hâlde sapıklığa düşmek kaçınılmaz olur.” Hakkı Yılmaz http://www.istekuran.com/

posted in KANDİLLER | 4 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ABDULAZİZ BAYINDIR:Müfessirlerden Ebu Bekir İbnu’l-Arabî, Beraat gecesinin fazileti hakkında bir tek sağlam hadisin bile gelmediğini, dolayısı ile bu konu ile ilgili olarak hadis diye dolaşan sözlere itibar edilmemesi gerektiğini söylemektedir. [Ebu Bekir İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, (Duhân Sûresi, 2. ayetin tefsiri)] Gerçekten de Peygamberimiz Muhammed (sav)’in ve sahabe-i kiramın mescidlerde bu geceyi ihya etmek için toplandığı, özel dualar ettikleri, bugün özellikle ülkemizde olduğu gibi bu geceye has namaz kıldıkları şeklinde tek bir rivayet dahi gelmemiştir.

Alimlerin büyük bir çoğunluğu Duhân suresinde geçen “mübarek gece”nin kadir gecesi olduğunu söylemişlerdir. Müfessir Ebu Bekir İbnu’l-Arabî bu konuda şöyle demektedir: “Bu ayette geçen mübarek gecenin kadir gecesi değil de başka bir gece olduğunu iddia edenler, Allah’a büyük bir iftirada bulunmuş olurlar.”[Ebu Bekir İbnu’l-Arabî, a.g.e., c. 4, s. 1678]

Bir de Beraat gecesi ile alakalı olarak halk arasında “Beraat gecesi namazı” olarak bilinen bir namaz vardır. 100 rekât olan ve her rekâtında Fatiha ve on defa İhlâs suresinin okunması gerektiği söylenen[Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 188] bu namazın, miladi 1010 (h. 400) veya 1056 (h. 448) yıllarında Kudüs’te ortaya çıktığı da kaynaklarda belirtilmektedir.[ Aliyyu’l-Kârî ve Fâkihî’den naklen; Halit Ünal, “Berat Gecesi”, DİA, c. 5, s. 475]

Recep ayında bulunan Regaib ve Mirac kandilleri ve faziletleri hakkında da herhangi bir delil bulunmamaktadır. Yalnız Recep ve Şa’bân ayları hakkında bir kaç söz söylenmesi gerekmektedir: Recep ayı “dört haram ay”dan bir tanesidir. Diğerleri Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Bu aylarda savaşmak haram kılınmıştır. Dolayısıyla bu ayların diğer aylara göre bir fazileti bulunmaktadır. Âlimler bu aylarda oruç tutmanın müstehab olduğunu söylemişlerdir. Fakat Peygamber (sav)’den ve ashab-ı kiram’dan özellikle bu ayda oruç tutmanın faziletine dair herhangi bir sahih rivayet nakledilmemiştir. Bir de halk arasında “üç aylar” olarak bilinen Recep, Şa’ban ve Ramazan ayları hakkında rivayet edilen: “Recep Allah’ın ayıdır, Şa’ban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır.” Sözü hakkında âlimlerin çoğu “bu uydurmadır” demiştir. Ayrıca yine Recep ayının fazileti hakkında: “Kim o ayda şu kadar namaz kılarsa ona şu kadar sevap verilir, kim o ayda istiğfar ederse ona şu kadar ecir verilir.” Şeklinde hadis diye rivayet edilen sözlerin hepsi mübalağadır, hepsi âlimler tarafından tekzib edilmiştir.[Yusuf el-Kardâvî’nin Recep ayı ile ilgili bir fetvası] Özellikle Regaip gecesi ile ilgili olarak halk arasında meşhur olan Regaip namazıyla ilgili rivayeti, 1023 (h. 414) yılında vefat eden Ali b. Abdullah b. Cehdâm isimli Mekkeli sûfî bir zatın ihdas ettiği / ortaya çıkardığı kaynaklarda belirtilmektedir.[İsmail b. Ömer İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut, trs., c. 12, s. 16; Nebi Bozkurt, “Kandil”, DİA, c. 24, s. 301]

Peygamberimiz (sav), Ashab-ı Kiram, Emevîler ve Abbâsîler dönemlerinde herhangi bir kutlama örneğine rastlanmayan Rebiulevvel ayının on ikinci gecesi olan Mevlid kandili, ilk defa hicretten yaklaşık üç yüz elli yıl kadar sonra Mısır’da, Şii Fâtimî Devleti döneminde kutlanmaya başlamıştır.[ Ahmet Özel, “Mevlid”, DİA, c. 29, s. 475.] Eyyûbîler döneminde birçok tören ve bayram kaldırılmış olduğundan Mevlid kutlamaları Erbil Atabegi Begteginli Muzafferuddin Kökböri (ö. 629/1232) tarafından büyük törenlerle yeniden kutlanmaya başlamıştır.[Ahmet Özel, a.g.e., aynı yer.] Muzafferuddin Kökböri’nin bu kutlamaları yeniden başlatmasının ardında, Musullu sûfi Ömer b. Muhammed el-Mellâ’nın bulunduğu belirtilmektedir.[Ahmet Özel, “Mevlid”, DİA, c. 29, s. 475-476] Peygamber Efendimizin doğum günü olan bu günün / gecenin faziletine dair de herhangi bir delil mevcut değildir.

Ebû Şâme el-Makdisî, Şehâbeddin el-Kastallânî, İbn Hacer el-Askalânî, Celâleddin es-Suyûti gibi bazı alimler Peygamberimizin dünyaya gelmesi sebebi ile sevinmenin, bu gün münasebetiyle muhtaçlara yardım etmenin, Peygamberimize şiirler (mevlid gibi) okumanın güzel birer amel olduğu söyleyerek, bu gibi Mevlid kutlamalarının “bid’at-ı hasene” sayılması gerektiğini söylemişlerdir. Mâlikî fakihi İbnu’l-Hâc el-Abderî, Ömer b. Ali el-Lahmî el-Fâkihânî, İbn Teymiyye, Muhammed Abduh, Abdulaziz İbn Bâz ve Hammûd b. Abdillah et-Tuveycîrî gibi âlimler ise mevlid kutlamalarına “bid’at-i seyyie” gözüyle bakmış ve buna şiddetle karşı çıkmışlardır. [Ahmet Özel, a.g.e., s. 477-478; Ahmet Özel, “Mevlid: Tarihi ve Dini Hükmü”, Dîvân İlmî Araştırmalar Dergisi, Bilim ve Sanat Vakfı, İstanbul, 2002/1, sayı: 12, s. 243-246]

Dinde sonradan ortaya çıkan ve hakkında herhangi bir delil bulunmayan bu gibi durumlar hakkında Allah Resulu (sav) şöyle buyurmuştur:

“İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenler / ortaya çıkarılanlardır.” “Sonradan ihdas edilen her şey bid’attir”[ Nesâi, Îdeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7] “Her bidat dalalettir, her dalalet de ateştedir.”[ Müslim, Cuma, 43; Ebu Davud, Sünnet, 6]

Sonuç olarak şu söylenebilir ki; ne Kur’an’da ve ne de sünnette bugün geniş halk kitleleri tarafından kutlanan kandil gecelerine işaret vardır. Mübarek kabul edilen bu geceler, Peygamber Efendimiz ve ashabından çok sonra Mısır ve Kudüs’te kutlanmaya başlamış, daha sonra İslam dünyasının çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Bu kutlamalar kesinlikle İslam’ın bir emri veya bir tavsiyesi değildir. Müslüman toplumlar tarafından ortaya çıkarılmış ve gelenek haline gelmiştir. Osmanlı padişahlarından II. Selim döneminden itibaren’kandil’ adını alan bu geceler miraciye, regaibiye, mevlüt gibi çeşitli etkinliklerle ihya edilmiştir. Kandil gecelerini kutlayan her toplum kendi kültüründen bir şeyler eklemiş ve böylece bu geceler gelenekselleşmiştir. Günümüzde de kandil geceleri halk camilere akın etmekte, kandil simidi ve tebrikleşmelerle son derece yoğun bir şekilde kutlanmaya devam etmektedir.” YAHYA ŞENOL http://www.suleymaniyevakfi.org/

posted in KANDİLLER | 3 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ŞAMİL ANSİKLOPEDİSİ: “Kadir dışındaki gecelerin kutsallığı hakkında Kur’an’da herhangi bir bilgi bulunmaz. Hadis’te de Beraet gecesi dışındaki geceler hakkında kesin sayılabilecek bir bilgi ve yönlendirme yoktur. Bu nedenle birçok İslâm bilgin ve hukukçusu hem bu gecelerin kutsallaştırılârak kutlanmasına, hem de bu gecelerde toplu biçimde ibadet yapılmasına bid’at olduğu gerekçesiyle karşı çıkmıştır. Fakat bilginlerin tüm önleme ve sakındırma çabalarına rağmen bu gecelere duyulan ilgi azalmamış, tam tersine, artmıştır. Yaygın bir gelenek durumuna geldikten sonra da kandiller hakkındaki tartışmalar sürmüş, bilginlerin bir bölümü şiddetle karşı çıkarken bir kısmı da kutlamaların bid’at olduğunu kabul etmekle birlikte hasenliği, güzel gelenekler olduğunu söyleyerek cevaz vermiştir. Şâmil İA

posted in KANDİLLER | 0 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUTLU DOĞUM: “Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından 1989 yılından itibaren Peygamber Efendimizin doğum yıldönümleri, her yıl “Kutlu Doğum Haftası” adıyla ilmî ve kültürel etkinliklerle kutlanmaktadır.

Bu yıl 18 yaşına basmış olan Kutlu Doğum Haftası, milletimizin arzusu ve tarihî geleneği üzerine bina edilmiştir. 1989 yılında sadece Ankara’da başlayan kutlama programları, bugün artık bütün Türkiye’ye, Türk dünyasına, Balkanlar’a, Kıbrıs’a, Avrupa, Amerika ve dünyanın birçok ülkesine yayılmış durumdadır.”

http://www.kutludogumhaftasi.com/kdhtanitim/kdhtanitim.html

posted in KANDİLLER | 0 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KİMİN PEYGAMBERİ: KUTLU DOĞUMUN MU, KUR’AN’IN MI?

Kitaplar, programlar, ilahiler, internet siteleri, gazete, radyo ve televizyonlar aracılığıyla yaygınlaştırılan “kutlu doğum peygamberi” tasavvuru nedir? Bu peygamber anlayışı Kur’an’ın hangi söylemiyle bağdaşmaktadır? Gül kokan, her şeyin kendi sevgisi için yaratıldığı, mesajı değil doğumu öne çıkarılan, mücadele ve örnekliği değil bedenî özellikleri övülerek kendisi için birtakım nurânî vasıflar ve mucizeler uydurulan; Hıristiyanların kendisiyle rahatladıkları İsa peygamber tasavvurunu taklit eden ve onu sözde Müslüman kimlikle yeniden üreten bir peygamber anlayışı tevhidin resul anlayışını tehdit ediyor. Ahmet Örs, www.islamvehayat.com

posted in KANDİLLER | 0 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Şiiler, Cevşeni savaşlarda kullanmışlarsa da, bir faydasını görmemişlerdir. Mesela Irak-İran harbinde ölen Iraklı Şii askerlerle, İranlı Şii askerlerin üstlerinde cevşen duası bulunmuştur. Ayrıca üzerinde cevşen olduğu halde kaza geçiren çok kimse görülmüştür.

posted in CEVŞEN | 1 Comment

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Risale-i Nur’da Cevşen’e yüklenen anlam: “Münafık düşmanlarımın maddî ve mânevî zehirlerine karşı gerçi Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibend (Nakşibendi tarikatının kurucusu Şah-ı Nakşibendi’nin kutsal zikirleri) beni ölüm tehlikesinden, belki yirmi defa kudsiyetleriyle kurtardılar.” Risale-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lahikası I, Sıra No: 91

 

 

posted in CEVŞEN | 2 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Haksöz Dergisi – Cevşen Sektörü:

Dünyada her türlü beladan, afet, hastalık yangın ve soygundan korunmak, Allah ile aranızda herhangi bir perde kalmayıp tüm isteklerinizin yerine getirilmesini ister misiniz? Asla cehenneme uğramadan cennetteki köşklerde saltanat sürmeyi garanti altına almaya ne dersiniz? Dileyenler için Bedir’de şehid olan ashabın derecesinden 900.000. kat daha fazlasına sahip olmak pek fazla uzak (bir ihtimal) değil! Diyar diyar dolaşıp nefesi güçlü, her derde deva muskalar yazan cinci ve büyücü hoca efendiler aramaya gerek kalmadı artık. Bu zikredilen kudsi sonuç ve derecelere ulaşmanın yolu size en yakın kitapçıya uğrayıp bir adet “Cevşen-i Kebir” satın almaktan geçiyor. Çünkü Türkiye yaşadığımız günlerde İslami(!) cemaat ve çevrelerin üstün gayret ve fedakarlıkları sonucu “nur topu” gibi bir “cevşen sektorü”nün doğuşuna şahit oldu. Tabii sadece cevşen sektörünün doğuşuna değil insanları adaletli ilişkiler bütününe teşvik eden İslam’ında ucuzlatılmış ticari bir meta haline getirilmesine de şahit oldu Türkiye halkı.

Nedir Cevşen? Cevşen hakkında Allah katından bir bilgi indirilmiş midir? Cevşen’i hangi sapkın zihniyet gündeme sokmaktadır? Bu türden ifsad edici bir zihniyet bireysel ve toplumsal bünyede itikadi, siyasi ve ekonomik sömürgeciliği nasıl etkin kılmaktadır? İnsanları Furkan olan Kur’an’a değil de, hakkında Allah katından hiç bir bilgi indirilmemiş hurafelerin peşine takan ulema kılıklı büyücülere, gaybdan haber getirdiğini iddia eden “hoca efendi” sıfatlı samirilere karşı nasıl daha ciddi ve kuşatıcı önlemler alabileceğimizi düşünmeyecek miyiz? Bu sebeple bir örnek olarak “Cevşen-ül Kebir” hakkında tarihsel veri ve rivayetleri de içine alan genel bir değerlendirme yaparak bu tür sapkın inançların kurulu zalim düzen ve müdafilerinin lehine, müslümanca yaşamaya çabalayan fakat cehaletle kuşatılmış geniş halk kesimlerinin aleyhine nasıl bir işleyişe sahip olduğunu ele almaya çalışacağız.

“Cevşen” kelimesi sözlüklerde, “bir tür zırh, savaş elbisesi” anlamını ifade etmekte olup, farsça kökenli bir kelimedir. Terim olarak, Şia’dan Ehl-i Beyt kanalıyla Hz. Muhammed’e isnad edilen iki duanın adıdır. Metinleri birbirinden farklı “Cevşen-ül Kebir” ve “Cevşen-üs Sağir” adıyla meşhur olan iki ayrı duanın ortak adı olarak kullanılır. Cevşen; 100 farklı bölümden ibaret oldukça uzun bir duadır. Dua Allah’a atfedilen 250 isim ile 750 sıfat ve münacaatı içerir. Şii ve Sünni hadis külliyatlarında mevcud olmayan 15 sahifelik uzun bir metni vardır. Cevşen’in metni hakkında çok farklı kanallardan oldukça mübalağalı rivayetler mevcuttur.

Rivayetlerde anlatıldığına göre Uhud Savaşı sırasında Hz. Peygamberin üzerindeki zırhın kendisini fazlasıyla sıktığı bir sırada Hz. Peygamber ellerini açarak Allah’a dua etmiş, bunun üzerine gök kapıları açılarak Cebrail gelmiş ve “Ey Muhammed! Rabb’in sana selam ediyor. Ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu duayı okumam istiyor. Bu dua hem sana hem de ümmetine zırhtan daha sağlam bir emniyet sağlayacaktır” demiştir. Kaynaklar Cebrail’in peygamber’e dua öğretmekle birlikte duanın önemi ve faziletleri hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler aktardığını da kaydederler. Tabii ardından bu duanın kudsiyeti ve kerameti babından onlarca rivayet nakledilerek. İki örnek olarak şu rivayetler zikredilebilir; “Allah dünyayı yaratmadan 50.000 yıl önce Cevşen-i Kebiri arşın direkleri üzerine yazmıştır.” “Cebrail, Hz. Peygamber’den duayı kafirlere öğretmemesini sadece mümin ve takva sahibi kişilere talim etmesini istemiştir.”

Cevşen, rivayet kanalları itibariyle her ne kadar İmam Musa Kazım’dan itibaren yukarı doğru Hz. Muhammed’e isnad edilmiş olsa da kaynak niteliğindeki Şii ve Sünni kaynaklarda yer almadığını ifade etmiştik. Cevşen ancak Şii literatürde kaynak olma özelliği taşımayan dua mecmualarında yer almıştır. Cevşen duası sufilerin zikir ve virdlerinde oldukça önemsenir. Türkiye’de ilk defa kendileri de mutasavvıf olan Ahmet Ziyaettin Gümüşhanevi’nin “Mecmuat-ül Ahzab” ve Said Nursi’nin “Emirdağ Lahikası” isimli eserlerinde yer almıştır. Şii dünyada Cevşen’e şerh ve haşiyeler yazanlar genelde Ahbari kanaldan gelenler olmuştur. Sünni dünyada ise Said Nursi’nin talebeleri Cevşen’le ilgili itikadi veya ticari bütün işleri fedakârca omuzlamışlardır. Önce Cevşen mevzuu itikadi bir gereklilik haline getirilip, ilgili tüm bilgi ve malzemeler, mutlak suretle elde bulundurulması gereken ihtiyaçlar haline dönüştürüldü. Bu, işin teorik tarafıydı. Cevşen’le ilgili teoriler vaazlarda işlendi. Teyp ve video kasetleriyle daha geniş kesimlere ulaştırıldı. Daha sonra yazılı metin haline getirilip basıldı. İşte Cevşen’e dair yazılanlardan bir kaç not: “Gevşen manası itibariyle Efendimiz’e ilham veya vahiy yoluyla gelmiştir. Daha sonra da Ehlullah’tan birisi bu Cevşen’i keşif yoluyla Efendimiz’den almış ve Cevşen bize kadar öyle ulaşmıştır. Onlar “keşfen aldık ” dediklerini mutlaka öyle almışlardır ve dedikleri de katiyyen doğrudur” (F. Gülen /Prizma-I. Sh. 121)

Bu mantık örgüsünü olaylara yaklaşım ve çözümleme zihniyeti olarak yürürlüğe soktuğumuzda ister istemez bizden de şöyle bir mantık silsilesi sadır olacaktır: “Rasulullah’a gelen vahiylerin bir kısmı Kur’an’da yer almamıştır. Rasulullah gelen vahyi insanlara duyurmak yerine kendinde rezerv ederek Kur’an’ı tamamlanmamış bir kitap derecesine düşürmüştür. Rasulullah’a gelen vahiyleri “ehlullah’tan olmayan sahabiler farkına varıp kavrayamamış ancak bir kaç yüzyıl sonra tasavvuf ehli bir sufi “gayri metluv vahiy”den bir kısmını içeren “Cevşen-i Kebir’i keşif yoluyla elde etmiştir. Sufi “keşften aldık” diyorsa, katiyyen doğrudur.

Bu mantık örgüsüyle insanlar dünyada rezilliğe ahirette ise kötü akibete mahkûm olurlar. Bu mantık örgüsünün aştığı yol, tev’il adı altında Kitab’ın apaçık hükümlerini ayaklar altına alır. Bu sapkın yol, İlahi bildirimle iletilen tüm ölçü ve kriterleri kaale almayan, yok sayan bir zihniyetin ürünüdür. İki örnek olarak yine Fethullah Efendi’nin kitabından yararlandık “İmam Rabbani der ki: “Ben İbn Mesud’dan muavizeteyn (Felak ve Nas Surelerimin Kur’an’dan olmadığına dair rivayetini görünce bu sureleri farz namazlarında da okumamaya başladım. Ne zaman ki, Efendimiz’den onların Kur’an’dan olduğuna dair ihtar aldım ancak o zaman bu surelerin farz namazlarında da okumaya başladım.” Fethullah Efendi ise “bazılarının bizim Kunut duası olarak okuduklarımızı, Kur’an’dan kabul etmesi, yukarıda işaret etmek istediğimiz hususa ayrı bir delil kabul edilebilir” ( Prizma 1, s. 121) yaklaşımıyla tüm sufilerin, batınilerin görüşlerindeki paralelliklerin hiçbir yoruma gerek bırakmayacak şekilde üst üste oturduğunu gösteriyor.

Bu sapkın düşüncelerin mümessilleri halen kıyasıya yarış ve rekabet içinde mücadele ediyorlar. Nurcuların Batıni-Şii kaynaklardan devşirdiği Cevşen ile itikadi ve iktisadi sektördeki tekelciliğini kırmak üzere Nakşibendiliğin Halidiyye kolu temsilcilerinden Cübbeli Ahmet Efendi de bir karşı atak oluşturdu. Cübbeli Efendi “Nal-ı Şerif”i keşf ederek, “Nal-ı Şerif”in faydalarını tüm ümmetin faydasına olmak üzere piyasaya sürdü. Böylece hem imanımızı korumak, hem de bin bir türlü bela ve musibetlerden emniyette olmak için müslüman birey ve toplumların tüm işlerini sufistik geleneğin Türkiye’deki güçlü iki temsilcisi konumundaki Nurcuların ve Nakşibendilerin hararetle sahiplendiği muskalara havale etme noktasına geldik. İtikadi, siyasi, iktisadi veya sosyal alanlardaki gerek bireysel gerekse toplumsal bünyedeki küfrü, şirki, zulmü ve nifakı gidermek üzere Allah katından indirilmiş olan Kur’an, bizzat bu sapkın ve saptırıcı “Hoca efendiler” tarafından muskalar için basit bir malzeme haline dönüştürülüyor. Kalpleri ve akılları Kur’an’la şekillendirmeye değil muskalarla şekillendirmeye kalkışan bu hoca efendiler, insanları Allah’a değil, adeta kendilerine kul yapma çabasındadırlar. İnsanları Kur’an’da önerilen sahih amellere değil de Yahudi ve Şamanist kültürlerden ithal edilen büyü, tılsım ve cifrden sentezlenen muskalarla oluşturulan “sahte İslam” havasıyla bu hoca efendiler hem yürürlükteki zulmün devamını sağlıyorlar, hem de otoriter ve ekonomik bir getiriyle bir statü elde ediyorlar.

Yazılıp çizilenlerden, anlatılıp konuşulanlardan etkilenen kitleler mutlak surette bir Cevşen-i Kebir veya Nal-i Şerif edinmenin yollarını arar oldular. Gerek Nal-i Şerif gerekse Cevşen-i Kebir kolye ve maskot şeklinde hazırlanmış, altın yaldız serigrafili, deri kaplı, gümüş kaplama, eşantiyon olarak dağıtım için firma isimlerini işleme imkanı vb. gibi özelliklerle çok amaçlı ve çok fonksiyonel hale getirilmiş. İçerdiği bu özellikler sayesinde hem itikadınızı sağlamlaştırıyor hem de yakışıklılığınızı arttırıyorsunuz. Yani her şey ümmet için.

Cevşen-i Kebirin ve Nal-i Şerifin işlevi şimdilik bu kadarla sınırlı; fakat “Bu duayı kefeninin üzerine yazan mü’min azap görmez” rivayetinin henüz hoca etendiler tarafından keşf edilmediğini sanıyoruz. Biz haber vermiş olalım da bizim de bu yolda bir nevi hizmetimiz olmuş olsun. İran’da bazı özel matbaalarda kefen bezi üzerine baskı yapılmakta, ölü bu özel baskılı bezle kefenlenmekte ve böylece defnedilerek azabdan emniyete alınmaktadır. Türkiye’deki hoca efendiler de derhal bu konuyu tetkik edip ülkemizde de bu uygulamayı başlatırlarsa hem matbaacılık ve tekstil sektörü açısından hem de ölen vatandaşlar açısından sayılamayacak kadar faydaya vesile olacaklar. Hoca efendiler ve bağlısı sektörler de hayırlarda yarışmayı nede çok severler ya!…

(Haksöz Dergisi, Sayı: 70, Ocak 97; Cevşen Sektörü- Kenan Alpay)

http://www.haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=1566 )

posted in CEVŞEN | 1 Comment

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kitabın “Takdim” kısmında şu bilgilere yer verilmiştir:

“…Peygamberimizin(a.s.m) binler dua ve mücaatlarından çok geniş hakikatları içine alan, doğrudan doğruya Allah tarafından vahyedilmiş, geniş ve şumüllü bir duası vardır. Cevşenü’l-Kebir ismindeki bu duayı Peygamberimize Uhud harbi esnasında Cebrail(a.s.) getirmiş ve kelime manası “büyük zırh” demek olan Cevşen hakkında şunları ifade etmiştir: “Üzerinden zırhını çıkar ve bu duayı oku. Bu duayı üzerinde taşır ve okursan zırhtan daha büyük tesiri vardır.”

Her an ve her fırsatta ümmetini düşünen Peygamberimiz “Bu duanın tesiri sadece bana mı mahsus, yoksa ümmtim şamil mi?” diye sordu.. Cebrail (a.s) şu müjdeyi aldı: “Ya Resulullah! Bu dua Cenab-ı Allah’ın sana ve ümmetine bir hediyesidir. Bunun sevabını Allah’tan başka kimse takdir edemez.” (Ahmed Ziyaeddin Efendi, Mecmüatü’l-Ahzab)…

Böyle olunca İsm-i Âzam da dahil Rabbimizin bin bir ismini içine alan Cevşen ile yapılacak duâların ne derece kabûle mazhar olacağı açıktır…

Okuyana çok büyük sevaplar kazandıran Cevşen aynı zamanda insanı maddî ve mânevî musibetlerden koruyan bir zırh olur. Mecmuatü’l-Ahzab’da Cevşen’in hastalıklara şifâ olacağı, ihlâsla okumaya devam eden kimsenin evinin Allah’ın izniyle yangından, hırsızdan korunmasına vesîle olacağı, bu duâyı okumaya devam eden kimseye meleklerin büyük bir tevâzû ile hürmet edecekleri rivâyet edilir ve Cevşen’in daha birçok fazîleti zikredilir…

“Eğer o dünyaya âit fâideler ve menfaatlar o ubudiyete; o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa; o ubûdiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli virdi akim (neticesiz) bırakır. İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve fâidesi bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendiyi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşenü’l-Kebîr’i o fâidelerin bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek (bizzat o fâideleri kazanma niyetiyle) okuyorlar.

Cevşen’in hususî bir okunma vakti yoktur. Diğer duâlar gibi, her vakit okumak mümkündür. Namazdan, bilhassa sabah namazından sonra; mübârek mevkîlerde, mescid ve câmilerde, Cuma günleri, Üç Aylarda, mübârek gecelerde, bilhassa Kadir Gecesinde okumak sâir vakitlerde okumaya nisbeten daha faziletli olduğu da bir gerçektir. Çünkü bu vakitlerde yapılan ibadetlere hem kat kat sevap verilmekte, hem de kabul edilmesi kuvvetle ümit edilmektedir. (Mektûbat, s. 258)

Bu mübarek duanın okunacağı miktar hususunda bir ölçü koymak da mümkün değildir. Bâzı kimseler her gün okur, bâzıları haftada bir, bâzıları ayda bir, bâzıları da sadece mübârek gecelerde okur. Bu, kişinin kendi tercihine kalmıştır. Mühim olan hassas bir denge kurabilmektir. Evrad okuyacağım diye imânî eserleri daha az okumak veya onun neşri için çalışmayı azaltmak ise uygun değildir. (Lem’âlar, s. 156-157)” (Yeni Asya Neşriyat, 2000, s.8-15)

 

Cevşen-i Kebîrin başında Yasin suresi vardır. Daha sonra şu ifadelerle başlamaktadır:

1-

1-Ey her şeyin Gerçek Mâbudu olan Allah

2-Ey dünyada dost ve düşman ayırt etmeden bütün mahlukatını rızıklandıran Rahman
3-Ey âhirette sadece dostlarına rahmet edecek olan Rahim
4-Ey herşeyi hakkıyla bilen Alîm
5-Ey yarattıklarına son derece yumuşak muamele eden Halîm
6-Ey sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi olan Azîm
7-Ey herşeyi yerli yerinde yapan Hakîm
8-Ey varlığının başlangıcı olmayan Kadîm
9-Ey herşeyi ayakta tutan Mukîm
10-Ey iyilik ve ikrami bol olan Kerîm Sen bütün kusur ve noksan sıfatlardan münezzehsin, Senden baska İlah yok ki bize imdat etsin. Emân ver bize, emân diliyoruz. Bizi Cehennemden kurtar.

.

2-
1-Ey efendilerin efendisi
2-Ey dualara cevap veren
3-Ey iyiliklerin sahibi
4-Ey dereceleri yükselten
5-Ey bereketleri büyük olan
6-Ey hataları bağışlayan
7-Ey belaları def eden
8-Ey sesleri işiten
9-Ey dilekleri veren
10-Ey sır ve gizlilikleri bilen

.

3-
1-Ey Bağışlayanların en hayırlısı
2-Ey yardım edenlerin en hayırlısı
3-Ey hükmedenlerin en hayırlısı
4-Ey herşeyi hikmetle açanların en hayırlısı
5-Ey kendisini zikredenlerin en hayırlısı
6-Ey varislerin en hayırlısı
7-Ey övenlerin en hayırlısı
8-Ey rızk verenlerin en hayırlısı
9-Ey müşkil meseleleri hal ve fasl edenlerin en hayırlısı
10-Ey ihsan edenlerin en hayırlısı

(Yeni Asya Neşriyat, 2000, s.31-145)


posted in CEVŞEN | 2 Comments