-
17th Nisan 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ŞEFAAT

Şefâat kelimesi mânâ bakımından tevessülle oldukça yakındır; tevessül daha ziyade dünyadaki aracılıklar, aracı koymalarla, şefâat ise âhirettekilerle ilgili olarak kullanılır. Aynı mânâda ve yerde kullanıldıkları da vardır.

Şefâat için şöyle bir tarif yapılabilir: “Bir kimsenin bağışlanması için onun adına af dileme, maddî veya mânevî bir imkânı elde etmesi için yetkilisi nezdinde aracılık yapma”, özellikle dinî bir terim olarak “günahkâr bir müminin affedilmesi veya yüksek derecelere ulaşması için, Allah nezdinde mertebesi yüksek olan birinin O’na dua etmesi, dilekte bulunması” ve daha çok “bu yüksek mertebeli kulların, âhirette günahkârların bağışlanması yönünde vukû bulacak aracılık ve dilekleri“.

Öyle bir günden korkun ki, o gün kimse başkası için bir şey ödeyemez; hiç kimseden şefâat kabûl olunmaz, fidye alınmaz; onlara asla yardım da yapılmaz” (Bakara:2/48) meâlindeki âyete ve benzeri delîllere dayanan Mu’tezile bilginleri, âhirette günahkârlara şefâat edilmesinin sözkonusu olmayacağını, ancak sadece sevaba müstahak olanlara mükâfatlarının arttırılması yönünde şefâat edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Ehl-i sünnet âlimleri ise her iki durumda da şefâatin mümkün olduğunu, günahkâr kullara peygamberler ve Allah nezdinde itibarı yüksek olan, diğer seçkin insanlar tarafından şefâat edilebileceğini savunurlar. Ancak Allah’ın izin vermediği hiçbir kimse şefâat edemeyecektir (meselâ bk. Bakara 2/255; Meryem 19/87; Tâhâ 20/109).

Allah’a ortak koşan kâfirlerin bir kısmı, bu ortakların O’na denk olduğuna değil, O’nun nezdinde reddedilemez şefâat, geri çevrilemez aracılık hakkına sahip bulunduklarına inanmakta ve putlara bu anlayış içinde tapınmaktadırlar. Âyetü’l-kürsî içinde yer alan “Allah katında, O izin vermedikçe hiçbir kimse şefâat edemez” meâlindeki cümle bu inancın asılsızlığını ortaya koymakta, şefâatin de izne bağlı bulunduğunu, O izin vermedikçe ve dilemedikçe kimsenin böyle bir yetki ve imkâna sahip olamayacağını özlü ve etkili bir şekilde zihinlere yerleştirmektedir. Allah katında kendisine şefâat izni verilenlerin durumu ve yetkileri, ödül törenlerinde ödülleri vermek üzere kürsüye çağırılan şeref konuklarınınkine benzemektedir. Ödülün kime verileceğini bilen ve belirleyen onlar değildir; ancak bu merâsimi tertipleyenlere göre onlar, şerefli, saygıya lâyık, büyük kimseler olduklarından kendilerine böyle bir imtiyaz verilmiştir. Allah katında şefâatlerine izin verilecek olanlar da Allah’a yakın ve sevgili kullar olacaktır. Ayrıca bunların başkaları hakkında istediklerinin Allah tarafından kabûl şansı daha fazladır.

Kur’ân’ın ilgili âyetlerinin üslûbundan, âhirette şefâat mümkün olmakla birlikte bunun son derece sınırlı tutulacağı ve insanların şefâate bel bağlamadan, kendi kurtuluşları için yine kendilerinin çaba göstermesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu durum karşısında insan için gerekli olan şey, zaman kaybetmeden tevhid inancına sarılarak, Allah’a karşı kulluk görevlerini yerine getirmek ve ahlâkını düzeltmek, geçmişteki günahlarından dolayı da tövbe etmektir. Çünkü gerek Kur’ân-ı Kerîm’de gerekse hadîslerde içtenlikle yapılacak tövbelerin geri çevrilmeyeceğine dair çok açık ve kesin açıklamalar vardır. Kur’ân’ın şefâat konusundaki -2/48. âyette olduğu gibi- ümit kırıcı üslûbu, şefâat beklentisinin insanları dinî ve ahlâkî hayatlarında gevşekliğe sürüklemesinden; yine Kur’ân’ın tövbelerin kabûl buyurulacağına dair çok net ifadeleri ise, tövbenin kişiye hatâlı inanç ve davranışlarını terk ettirmesinden, böylece düzeltici ve ıslâh edici bir fonksiyon icrâ etmesinden ileri gelmektedir. İşte peygamberlerinin kendilerine şefâat edeceklerine güvenerek İslâm’ı kabûl etmemekte ve Hz. Muhammed’e (s.a.v.) inanmamakta direnen Yahudileri uyarmakta olan bu âyet, aynı zamanda bütün insanlar ve müslümanlar için de bir ikaz anlamı taşımakta; insanın asıl kurtuluşunun, yanlışlardan dönmesine ve başta imanı olmak üzere, dünya hayatında kendisinin yaptığı hayırlı işlere bağlı olduğunu vurgulamaktadır.

Buhârî, Müslim gibi sahîh hadîsleri toplayan müelliflerin kitaplarında yer alan birçok hadîs, bütün insanların mahşerde, korku içinde bekleşirken işlemin bir an önce başlaması konusunda Peygamberimiz’e (s.a.v.) mahsus şefâatten ve bunun yanında gerek O’nun ve gerekse diğer peygamberlerin, salih kulların, hocaların, talebelerin, dostların şefâatlerinden söz etmekte, bu şefâatlerin hak ve gerçek olduğunu söylemektedir. Dünyada insanların Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kabrini ziyaret etmek, O’na salât ve selâm okumak, ezan okunduktan sonra vesîle duasını yapmak, iyi insanlarla beraber olmak, onların sevgisini kazanmak, iyi evlât ve öğrenci yetiştirmek gibi amellerinin (iş, hizmet ve eserlerinin) ilgililerin şefâatlerini hak etme bakımından tesirleri olduğunu ifade eden sahîh hadîsler de mevcûttur.

Bütün bu delîller karşısında bir kimse, diğerine “bana şefâat et” derse bunda bir yanlışlık olmaz. “Şefâat yâ Resûlallah!” demek de böyledir. Bunu diyen kimse, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şefâatini istemektedir. Bunu isterken de Allah’ın O’na şefâat selâhiyet ve izni verdiği bilgisine dayanmaktadır. “Allah izin versin vermesin sen bunu yapabilirsin” diyen yoktur ve bu talebin açık veya gizli bir şirkle alâkası bulunamaz. Olsa olsa şu denebilir: “Hz. Peygamber vefât etmiştir, bu durumda kendisinden şefâat dilemenin anlamı ve faydası yoktur”. Böyle düşünenler öldükten sonra O’nun, başkalarına eşit hale geldiği kanâatinde oluyorlar. Şefâat isteyenler ise, O’nun Allah katındaki derece ve konumunu bildikleri için, öldükten sonra da O’ndan şefâat istemenin yararlı olabileceği kanâatinde oluyorlar. Bu iki kanâatin kesin olarak biri siyah diğeri beyaz değildir.

http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat/0377.htm

posted in ŞEFAAT | 10 Comments

11th Mayıs 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ŞARTLI ŞEFAAT

Yargı Günü

-I-

Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin küçümsenmelerini de öteki hayatta kurtarıcı kabul edilmelerini de istikametten sapma olarak niteler. Birine Hz. İsâ’nın peygamberliğini inkar edenleri, diğerine de onu şefaatçi ilan edenleri örnek verir. İnkarcı Yahudileşme zihniyetini konu edindiği kadar, peygamberleri yücelten ve onları kurtarıcı kabul eden Hıristiyanlaşma zihniyetini de en az onun kadar gündemine alır. Sadece şefaat köklü kelimelerin bulunduğu bölümlere bakanlar bile, şefaatin, Kur’ân’ın ana konularından birisi olduğunu görürler. Meseleye daha yakından bakanlarsa; başka birçok sözcükle de bu konuya temas edilmiş bulunduğunu kavramakta gecikmezler.

Ne var ki bu konu, üzerinde çok tartışmalar bulunan başka meselelerle de direkt alakalıdır. Bir açıdan büyük günahlarla, başka bir açıdan da imanın bölünme kabul edip etmeyeceğiyle ilişkilidir. İslam Tarihinde; bağımsız düşünen kimi ulema ile, merkezi otoriteye boyun eğmeyen bazı siyasi fırkaların, şefaatle ilgili fikirlerinin aynı kulvarda örtüşmüş olması da her hâlde bundandır. Bu nedenlerle konu, bazı ilim ve siyaset otoritelerinin yönlendirmesinden azade olamamıştır.

Şefaat, ikilemek, çift yapmaktır. Kim, kendisine bir iyilik ulaştırması için, makama yakın bildiği birisinden, makam sahibi nezdinde aracılık etmesini isterse, talep makamını ikilemiş olur. Aslında, başkasının hukukuna müdahale etmediği takdirde, aracı kılınanın, hayra vesile olabileceği düşünülebilir. Nitekim, bir çığır açan kimse, o işi yapan gibi görüleceğinden, Kur’ân-ı Kerim; iyi bir işe şefaat edenin o işten bir nasibi olacağını, kötü bir işe şefaat edenin de ondan bir pay alacağını söyler. (Nisâ 4/85)
Ancak, hemen kaydetmek gerekir ki bu kural, şimdiki hayat için geçerlidir. Öteki hayatta ise kazanmak; hayır ve şerre rehberlik etmek diye birşey yoktur. Aksine orada herkes, şimdiki hayatta kazandığının karşılığını bulacaktır. Dolayısıyla Kur’ân, öteki hayatta kişinin kendisine fayda veya zararı dokunacak olan hayra, ya da şerre delalet etme anlamında bir şefaati konu edinmemiştir.

Kur’ân’ın önemle üzerinde durduğu ise, günahkar birisinin, Yargı Günü’nde azabı gerektiren bir sonuçtan kurtulmak için, Allah katında, değerli birisini aracı edinmesidir. Zaten şefaat deyince de yaygın olarak bilinen; hadislerle ispat edilen ve az farklarla da olsa mezheplerin akaidinde yer almış bulunan şefaatin anlamı budur. Ne var ki Kur’ân, kişinin kurtuluşunu kendi ameline ve Allah’ın mağfiretine bağlar. İmanı bulunan kimsenin, sürekli salih amel yapmasını vurgular. Günahkarın cezalandırılmaktan kurtulması için, öncelikle ondan vaz geçmesini teklif eder. Hiç bir bölümde, müspet bir üslupla okuyucusunu şefaat beklemeye yönlendirmez.  Bununla birlikte pek çok ayet, hiç kimsenin Yargı Günü’nde, hiçbir kayırmaya, hiç bir yardıma ve fidye karşılığında kurtulmaya bel bağlamamasını telkin eder. (Bakara 2/48) Yargı Günü’nde, günahkarın azaptan kurtulması için düşünülen şefaat formülünün de fayda vermeyeceğini söyler. (Bakara 2/123) Suçluların şefaatçi edindikleri kimseleri bırakıp hesaba yalnız başlarına çıkacaklarını, (En’âm 6/94) şefaatin de tamamının Allah’a ait olduğunu (Zümer 39/44) belirtir.

Kur’ân-ı Kerim, konunun önemini birçok kez, bizzat şefaat kelimesiyle vurguladığı gibi, farklı kelimelerle de gündeme getirir. Bir pasajında, çok nadir kullandığı bir üslupla, hem de dört defa Yargı Günü’ne dikkat çektikten sonra; “Kimse, kimse için bir şeye mâlik olamaz, emir o gün yalnız Allah’ındır” der. (İnfitâr 82/19) Bu son ayette, şefaat sözcüğü yerine, “mlk” kökü kullanılmıştır. Bu sözcük şefaatin talep edileceği makama işaret eder. Bu da, melikin işlerinde tek söz sahibi olması gerektiği çağrışımıyla, Yargı’da her türlü müdaheleyi nefyeder. Ayetin bulunduğu bölüm şöyledir: “Hayır, hayır, doğrusu siz Yargı’yı yalanlıyorsunuz. Halbuki, üzerinizde gözcüler var. Değerli yazıcılar. Her ne yaparsanız bilirler. İyiler nimet içindedirler. Kötüler de cehennemdedirler. Yargı Günü ona yaslanırlar. Onlar ondan çıkacak da değiller. Yargı Günü’nün ne olduğunu sen bildin mi? Evet, bildin mi nedir o Yargı Günü? O Gün kimse kimse için bir şey’e mâlik olmaz, emir o gün Allahındır.”

Aslında sadece bu bölüm bile meselenin vuzuha kavuşması için yeterlidir. Kaldı ki Kur’ân, şefaati, nüzulünün hemen her döneminde gündemine almıştır. Fatiha Suresinde de konuya, aynı sözcükle değinilmiştir. Yargı Günü’nün mâlik ve melikinin Allah olduğu belirtilerek mesele, namazlarda okunan bu sureyle hayatın hemen her anına taşınmıştır:
“O Yargı Günü’nün mâliki Allah. Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inâyeti.”

Ancak, Yargı Günü’nde muhtemel görülen şefaate şartlı bir üslupla değinen bazı ayetler vardır ki genelde bunların şefaati olumladığı sanılır. Böyle düşünen çoğunluk, yukarıda işaret ettiğimiz ayetleri bu doğrultuda yorumlayarak; Allah’ın razı olduğu kimselere, yine O’nun izin vereceği kimselerin şefaat edeceğini söyler.

Kur’ân’ın bu husustaki yönlendirmesini anlamış görünen Muhammed Esed bile, çoğunluğa uyar. Kur’an’ın aslında şefaati reddettiğini kabul eden, peygamberlerin ve velîlerin şefaat edebilecekleri yolundaki inancı avâmi bulan Esed, öte yandan Allah’ın rızâsını kazanmış bulunan günahkarlar için Yargı Günü’nde peygamberlere sembolik olarak şefaat etme izninin verileceğini kabul eder. Ona göre, peygamberlere verilen bu şefaat hakkının, tek anlamı, Allah’ın o günahkarları kendisinin bağışlamasının bir ifadesidir.

İşte bu bakışıyla Esed, yukarıda temas ettiğimiz şefaatin tamamını Allah’a tahsis eden ayeti, “Şefaat hakkını verme yetkisi yalnız Allah’a aittir” şeklinde yorumlar.
Doğrusu bu yorum, şartlı bir bakışın sonucudur. Sözün akışını da oldukça zorlamaktatır. Çünkü, söz konusu ayet, bir önceki ve bir sonrasıyla okunduğunda, böyle bir anlama hiç de müsait görülmemektedir. Ayetin bulunduğu bölüm şöyledir:

“Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: “Onlar bir şeye mâlik olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi? De ki: “Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döneceksiniz. Böyle iken Allah tek olarak anıldığında ahirete inanmıyanların yürekleri burkulur, ondan berikiler de anıldığı vakıt derhal yüzleri güler.”

Bu bölümde ifade edildiği gibi, mülkün hepsi Allah’ındır. Mülkün sahibi O olduğu gibi, bütün şefaatin sahibi de O’dur. Çünkü, şefaat talep eden de şefaat edeceğini düşündüğü de bu mülktendir. Mülkünde O’na kendisi dışında bir ortak düşünülemeyeceği gibi, şefaatinde de bir ortak düşünülmemelidir. Peki, acaba O şefaatine; ahit, rıza ve izin gibi bazı şartlara bağlı olarak başkasını ortak eder mi? Sorunun cevabını, bu üç şartı konu edinen bölümlerde aramak gerekir. Biz bu yazımızda, şefaatle ilgili bütün ayetlerin değil de, meseleyi sadece şartlı üslupla konu edinen ayetlerin üzerinde düşünmek istiyoruz.

Şefaati şartlı bir üslupla konu edinen ayetlere topluca bakıldığında; hepsinde de genel olumsuzlamadan sonra bir istisna edatı bulunduğu görülmektedir. Bu durumdan ilk bakışta, kısmi bir olumluluk çıkarılabilir gibidir. Ancak, bu edat her zaman muhtevadan bir kısmını dışarıda bırakmak için değil, aksine kimi zaman sözü pekiştirmek için de kullanılmaktadır.

Mesela, “Sana okutacağız da unutmayacaksın” ayetinden sonra gelen “Ancak Allah’ın dilediği başka” (A’lâ 87/6-7) kısmı, bir miktar unutacaksın demek değil, aksine hiç unutmayacaksın demektir. Önceden geçen “unutmayacaksın” anlamını pekiştirmektedir.

Hz. Şuayb’ın Medyenlilere; “Dininize dönersek, Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz, Allah dilemiş başka” der. (A’râf 7/89) Buradan, Hz. Şuayb ve ona inananların kafir topluma dönmelerinin muhtemel olduğu değil, tam aksine kesinlikle onlara dönmeyecekleri anlaşılmalıdır. Kaldı ki özellikle Yargı Günü’ne vurgu yapan şartlı ayetlerde, daha özel bir durum vardır. Bu ayetlerde istisna edatı, “İlla men” şeklinde gelmiştir. Bu formun, benzer bir kullanımı, Gâşiye Suresi’ndedir. Hz. Peygambere seslenilen bir bölümde; “Sen bir hatırlatıcısın, onlara zor kullanacak değilsin, ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa…” buyrulur. Bu istisnadan da, “Küfredenlere zor kullanmalısın” anlaşılamaz. “Kim, küfrederse onun durumu başka, ona yeni bir hüküm var” demektir. Zaten bu şartın cevabı, hemen sonraki ayette; “Allah, onu en büyük azap ile azaplandırır” şeklinde açıklanmıştır.

Bu tür örnekleri artırmak mümkündür. Ama en anlamlısı herhâlde şu iki ayettir:
“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât, ancak kim Allah’a selim bir kalple varırsa…” (Şuarâ 26/88-9)

“Ey insanlar! Sizi bana yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de çocuklarınızdır; ancak bir kimse inanıp yararlı iş işleye…” (Sebe 34/37)

Bu ayetlerin mefhumu, “Ogün mal ve evlat hiçbir durumda fayda vermez” demektir. Önceki ayette, ogün, ancak Allah’a selîm bir kalple gelenin zenginliğinden başka hiçbir zenginliğin fayda vermeyeceği (Bkz. F. Râzî) ikinci ayette ise, insanı Allah’a yaklaştıracak şeyin mal ve çocuklar olmayıp kişinin kendi ameli olduğu belirtilmiştir.

Bu formdaki ayetlerin, meseleyi kesin olarak tavzih etmeyip de, bazı ihtimaller düşündürmesinin ve açıklamalara ihtiyaç bırakmasının sebebi ise bir üslup meselesidir. Bilinmelidir ki toplumsal alışkanlıklara ve avami inanç şartlanmışlıklarına karşı Kur’ân’ın metodu hep böyle derece derece anlatım (tedrîc) dır. Gün olmuş içkinin sadece zararlarını dile getirmiş, ama gün gelmiş içkiyi şeytan işi pisliklerden saymıştır.
Kur’ân’ın bölümleri ise, çelişkili değil, ikili (mesânî) ve birbirine benzer (müteşâbih) dir. (Zümer 39/23) Sözlerin ikili oluşu, tekrarlanmış anlamında değil, tafsil edilmiş anlamındadır. Bir konuşmada; “İşte böyle, böyle” denmesi, söylenenlerin tekrarlandığını değil, detaylandırıldığını gösterir. “Gözü iki kere çevir” ayetinde olduğu gibi, meseleyi defalarca ve çeşitli yönleriyle anlatmış demektir. Fatiha Suresi’nin “mesânî” oluşu da,

“Onu da bunu da” ihtiva etmesindendir.  Yani Kur’ân’da bölümler birbiriyle desteklenmiştir. Bunlar; birbirini neshetmez. Salt tekrarlanmış da çelişkili de değildir. Muhkem olanlara zemin hazırlaması için söylenmiş müteşabih ve mesânî sözlerdir. Her biçiminde farklı faydalar olan açılımlardır. Bu tür ayetler, muhataplarını kalplerinin derinliklerinden yakalar. Onlara, önce değerlerin derece düzenini öğretir. Bu süreçte, eğrilikte ısrar etmek isteyenlerle, öğüt almak isteyenleri, birbirinden ayrıştırır. Sonra da öğüt alanları, nihai maksadı belirleyen muhkem sözlere taşır.

Bu durum, daha çok, insanın zaafı bulunan meselelerin değişim seyrinde görülür. Alışkanlık veren içki böyledir. Kur’ân, toplumsal değişim seyrini hep göz önünde bulundurmuş, bu metodu, inanç konularında da izlemiştir.

Mesela, müşriklerin ağaç ve taşlardan edindikleri putlar için, Kur’ân, başlangıçta nihai maksadı söylememiştir. İlklerden olan Kureyş Suresi’nde, Kâbe’den bahsederken, “Bu evin sahibine ibadet edin” demekle yetinmiş, ama içindeki putları hiç anmamıştır. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, “Putlarımızı kötülemeyen bu değini, bizim inancımızı onaylıyor” şeklinde düşünmüş olabilirler. Ama hakka geçmek isteyenler, bu üslupla putların kutsallığının tasdik edilmiş olduğu sonucunu çıkarmamışlar, aksine, içindeki putlar anılmadan Ev’e yapılan vurgudan, sözün nihai maksadını anlamışlardır.
Kur’ân, bu metoduyla, önce şartlanmışların kalplerinde küllenmiş bulunan hayırlı alanı tahrik etmeyi hedeflemiş, bunu da başarmıştır. Muhataplarını, 29. sırada inen Kureyş Suresi döneminden, putların birer pislik olduğunu ilan eden, nüzulde 110. sıradaki Mâide Suresi’ne taşımıştır. Mekke’nin fethi de, Kâbe’nin putlardan temizlenmesi de işte bu Rabbâni üslupla müyesser olmuştur.

Hıristiyanları muhatap alan bazı ayetlerde de durum aynıdır. Bunlarda, Mesih, Allah’tan bir ruh ve O’nun kelimesi olarak anılır. (Nisâ 4/171) Bu üslup başlangıçta onları pek de rahatsız etmemiş, hatta kalplerinde eğrilik olan Necranlılar, bu üsluba takılıp kalmışlardır. Oysa aynı Kur’ân, Adem oğullarının hepsinde Allah’ın ruhu olduğunu, bütün varlıkların O’nun kelimeleri olduğunu ifade etmiş, sonra da: “Allah katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı sonra da ona “ol!” dedi, o hâlde olur” (Âl-i İmrân 3/59) diyerek Mesih’in diğer insanlardan, yaratılışının da diğer yaratılışlardan bir farkı bulunmadığını tavzih etmiştir.
Kur’ân’ın, şefaat hakkındaki şartlı üslubu da işte böyle sosyal bir zemine oturmaktadır. Görüldüğü gibi, Kur’ân, hiçbir yerde, müstakil olarak şefaati ispat için bir bahis açmamış, şefaat istemeye rehberlik etmemiş ve şefaat talebinde bulunacaklar için tek bir örnek form göstermemiştir. Bununla beraber şartlı ifadeleri; hep meleklere dişi isimler takan, onların Allah’ın kızları olduğuna inanan, bazı peygamberleri Allah’ın oğlu sayan, onların şefaatlerini dileyen, dinlerini temenni üzerine kuran müşriklerin kötülendiği bölümlerde sunmuştur. Şefaat için Allah’ın kiminle ahitleştiğini, kime izin vereceğini ve kimin sözünden razı olacağını belirtmemiş, üstelik şefaati Allah’ta başlatıp yine onda bitirmiştir.

Bunun yanında, avamın şefaatle karıştırdığı dua, tövbe ve istiğfar için, Kur’ân’nın üslubu hiç de böyle değildir. Duaya rehberlik etmiş, tövbeyi teşvik etmiş ve pek çok örnekler vermiştir. Sahabe de istiğfarda bulunmuş, tövbe etmiş ve dua yapmıştır. Ama hiçbir sahabi, ezan okunurken, baş parmağını tükrükleyip “Şefaat ya Rasulallah” diyerek kaşlarına sürmemiştir. İslam’ın bidayetinde, yemek duasında “Şefaat senden ya Rasulallah” dendiğini nakleden zayıf da olsa tek bir rivayet mevcut değildir.
Ne var ki ucuz kurtulma formüllerine karşı insanın hep zaafı olagelmiş, kendisine göre bir yol icat etmiştir. Kur’ân’ın şefaati konu edinmesinin sebebi de, işte bu beşeri zaaftır. Şefaat için ahit, izin ve rıza şartını ileri süren ayetleri, kontekstinden ayırarak, sunulan gerekçeleri göz önüne almadan ve bu konuda muhkem olanları da göz ardı ederek okumak, kayırma ve fidye gibi şeylerle kurtulmaya ve ucuza kapatmaya şartlanmış toplumların zaafıdır. Kur’ân ise, her meselede olduğu gibi, şefaatte de ilk ve son sözü Mabud’a tahsis eder. Yunus Suresi’nin 18. ayetinde buyurduğu gibi:

“Allah’ı bırakarak, kendilerine fayda da zarar da veremeyenlere tapıyorlar: Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir” diyorlar, de ki: siz göklerde ve yerde, Allah’a bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz?”

Allah’ın ilminde bulunmayan şey yok hükmündedir. O hâlde bir şefaatçi edinmenin gerekçesi de yoktur. Hiçbir şefaatçinin olmayacağını söylemenin en güzel yolu da herhâlde budur.

Bu ayetin metninde kapalı bulunan iki kelimeye de dikkat etmek gerekir. Birisi, kendisine tapılan şey anlamında kullanılan “mâ”, diğeri ise bunlar anlamındaki “hâulâi” dir. Bu kelimelerin ikisi de, hem eşya için, hem de âkıl varlıklar için kullanılır. Bu durumda Allah katında şefaatçi kılınanlar; hem melekler ve salih kimseler, hem de onlara ait şeyler; soy, hırka, sakal, mezar ve benzeridir.

İlahi bağışı tekelinde düşünen Yahudileşmenin kaynağı, nebevi soy ağacına atfedilen tanrısallık değil midir? Bu tanrısal akrabalık (!), zürriyeti bulunamayan peygamberden sonra dini kurumlara verilmemiş midir? İslam coğrafyasında, şefaat anlayışına daha çok meyledenlerin değişmez ölçüsü, nebevi soya (silsileye) itibar değil midir? Dini pratikleri daha az olan müslümanların, hiçbir nassa dayanmayan bazı mekanları ve eşyaları kutsallaştırmalarının, bazı kabirleri festival yerlerine çevirmelerinin sebebi, onlara tanrısallık atfetmeleri değil midir? Peki onlar, göklerde ve yerde Allah’a bilmediği bir şey mi haber verecekler? (Ahmet BAYDAR http://www.bilgihikmet.com

posted in ŞEFAAT | 0 Comments

11th Mayıs 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kur’an’da Şefaat Kavramı

Şefaat kavramının inanç sistemimizdeki yerine sağlıklı bir şekilde oturabilmesi için tevhidin ve şirkin ne olduğu yeterince kavranmalıdır. Kur’an’ın genel hatlarıyla anlattığı tevhidden habersiz olan kimselerin sadece şefaat kavramını değil, tüm akidevi kavramları anlaması ve özümlemesi mümkün değildir. Müslüman olduğunu söyleyen insanlar, Allah’ın sınırlarını ve insanların sınırlarını çok iyi bilmek zorundadırlar.

Tevhidi akidenin şekillenmesinde en önemli kavramlardan birisi de “şefaat” tır. Şefaat kavramına girmeden önce bazı açıklamalar yapmak daha yararlı olacaktır. Çünkü Kur’an’ın bu kavramı da kimi istismarcılar tarafından son derece ustaca kullanılmakta ve müslümanların temiz duyguları bazı çevrelerin yararına sömürülmektedir.

Şurası bir gerçek ki, her söz, istenildiği zaman farklı anlamlara çekilebilmekte ve zamanla anlamları aslından uzaklaşıp günün problemleriyle ilgili apayrı bir fonksiyonu üstlenebilmekiedir. Milyonlarca insana rehberlik eden ilahi bir kitap olarak Kur’an çok fazla dış tesirlere maruz kalmıştır. Bu nedenle, İsrarla her kavramın üzerine gidilmeli ve indiği dönemlerdeki anlamlarını yakalamaya çalışmalıyız. Günümüzden 1400 yıl öncesine ulaşmanın zorluğu hepimizce malumdur. Açıklamalarımızdaki eksikliklerin mazur görülmesini ve hatalarımızın düzeltilmesini her zaman okuyucularımızdan beklemekleyiz.

Şefaat kavramının inanç sistemimizdeki yerine sağlıklı bir şekilde oturabilmesi için tevhidin ve şirkin ne olduğu yeterince kavranmalıdır. Kur’an’ın genel hatlarıyla anlattığı tevhidden habersiz olan kimselerin sadece şefaat kavramını değil, tüm akidevi kavramları anlaması ve özümlemesi mümkün değildir. Müslüman olduğunu söyleyen insanlar, Allah’ın sınırlarını ve insanların sınırlarını çok iyi bilmek zorundadırlar. Beşerin özellikleri ve güçleri iyi bilindiği taktirde kimi insanları Allah’ın yetkilerine müdahale teşebbüsleri mü’minler nazarında hiçbir anlam ifade etmeyecektir. İmanına sahip çıkmayan mü’min her zaman şirke düşmeye hazırdır. Kur’an’ın müşrik olarak tanımladığı bir toplumun o dönemde yaşayıp, yok olduklarını düşünmek se büyük bir yanlıştır. Muhatap olarak kendisine insanı seçmiş olan Kur’an her zamandaki insana şirki anlatmakta ve bu tehlikeye Karşı uyarmaktadır. Şirk, inandığını söyleyen her insanın karşısına çıkabilecek olan bir tehlikedir.

Kur’an’da anlatılan müşrik toplumun inançlarına dikkat edecek olursak; Allah’ı inkar etmediklerini ve birçok temel islâmi inanca sahip olduklarını görürüz.

Andolsun onlara, “Kendilerini kim yaranı?” diye sorsan, elbette: “Allah” derler. O halde nasıl çevriliyorlar? (43/87)

Andolsun onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim boyun eğdirtti?” desen, “Allah” derler. O halde nasıl döndürülüyorsunuz? (29/61)

Onlara: “Kim gökten suyu indirip de ölmüş o/an yeri onunla diriltti?” diye sorsan “Allah” derler. De ki: “Hamd, Allah’a lâyıktır.” Fakat onların çoğu düşünmezler. (29/63)

De ki: “Size göklerd&n ve yerden kim rızık veriyor?” D&kİ: “Allah, o halde ya biz veya siz (ikimizden biri), doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindeyiz. (34/24)

Yukardaki ayetlerin sayısını çoğaltmak mümkündür. Yaratıcı olarak Allah’ı kabul eden insanlar; hüküm koyucu, yönetici, rızık verici, bağışlayıcı olarak da Allah’ı kabullenmek zorundadırlar. Allah, yaratmada nasıl tek başına söz sahibi ise diğer konularda da tek söz sahibidir. Şefaat konusunda da durum böyledir. Bu konuda bazı kimselerin “Biz de söz sahibiyiz,” demeleri ve kendilerine “Filan kimseler de söz sahibidir.” gibi atıflarda bulunulması onlara bu özelliği asla kazandırmaz. Çünkü, dua yalnız Allah’a yapılır ve yardım yalnız O’ndan istenir.

Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. iyi bil ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinerek “Biz bunlara, sırt bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.” diyenler (e gelince): Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı, nankör insanı doğru yola iletmez (39/3).

Bu ayetler tevhidi anlayışın dua ve medet sınırlarına kesin ve net bir açıklama getirmektedir. Müslümanların namazlarında bu anlamdaki ayetleri okumasına rağmen, ayetlere ters düşen tavır ve inanış içinde bulunmaları onların tevhidi ne kadar bildiklerini ve ne kadar inandıklarını ortaya koymaktadır. Kaynağı bilinçsizlik olan bu anlayışın kimi insanlar tarafından istismar edilme’si bu kimseleri hiçbir zaman mazur göstermeyecektir. Hesap günü kendilerini sömürüp kullanan kimselerle birlikte hesaba çekileceklerdir.

Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: “Ne işte idiniz?” dediler. (Bunlar): “Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük.” diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: “Peki, Allah’ın arzı geniş değil miydi Ki, onda göç edeydiniz?” işte onların durağı cehennemdir, ne kötü bir gidiş y eridir orası. (4/97)

İşte bu yüzden bizler şirk tehlikesine karşı bilgili ve tedbirli olmalıyız, çünkü;
“Allan, kendisine ortak koşu/masını bağışlamaz, bundan başkasını di/ediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir. ” (4/48)

Şefaat: Lügatta, araya girmek, aracılık etmek, iltimas etmek, yardım etmek, ricada bulunmak, destek olmak ve tavassut etmek gibi anlamlara gelir Kur’an’da da lügat anlamında kullanıldığı yerler vardır.

Kim güzel bir (işe) desteK olursa (şefaat ederse), onun da o işten bir payı olur. Kim kötü bir (işe) destek olursa (şefaat ederse), onun da o işten payı olur. Allah herşeyi gözetip karşılığını verir. (4/85)

Şefaat kelimesi cahiliyye döneminde de çok iyi bilinen ve kullanılan bir kelimeydi. Ancak, Araplar şefaati bugün olduğu gibi dini anlamda da kullanıyorlardı. Kendi pullarını Allah’a yaklaştıncı kabul ettikleri gibi, hesap günü de şefaat edeceğine, kendilerini azaptan kurtaracağına inanıyorlardı.

Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilen şeylere kulluk ediyorlar ve: “Bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır.” diyorlar. De ki,: “Allah’ın göklerde ve yerde bilmediği birşeyi mi Allah’a haber veriyorsunuz?” O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir. (10/18)

İslâmi dönemde de aynı anlayış zamanla yeniden ortaya çıktı ve islam akidesinde önemli bir yer aldı. Müslümanlar şefaati, “Kıyamet günü bir kimsenin suçunun affedilmesi veya derecesinin yükseltilmesi için, hüküm sahibi nez-dinde sözü geçen birinin rica etmesi ve yalvarması.” olarak anlamaya başladılar.

İslâm alimlerinin “Allah’ın kulunu affetmesi gerektiğinde, bunun şefaat yoluyla olacağı” şeklindeki anlayışları zamanla Kur’an ayetlerinin de bu anlayışa göre şekillenmesine neden oldu.

Şimdi Kur’an’ın hesap gününü nasıl değerlendirdiğine bir bakalım; Ve şu günden sakının ki, kimse kimsenin cezasını çekmez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez, bir taraftan yardım da görmezler. (2/123)

Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiçbir kimse, kimsenin cezasını çekmez; krmseden şefaat da kabul edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz. (2/48)

Kur’an çerçeveyi bu şekilde daraltmış ve o korkunç günde insanların yalnızlıklarını ifade etmiştir. Ayrıca, yukardaki ayetlerden kıyamet gününde insanların yardım görecekleri, şefaat görecekleri bir merci olmadığını da anlıyoruz. Zürner Sûresi 44. ayeti de bu anlayışı pekiştirmekte ve anlamı netleştirmektedir.

De ki: “Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz. (39/44)

Yukarda verilen ayetlerle genel hatları çizilmiş olan “şefaat” olaylara ve inanış biçimlerine göre yine ayetlerle ve farklı biçimlerde karşımıza çıkmaktadır Akaıd kitaplarının hemen hemen hepsinde “hesap gününde şefaatin olmayacağı” şeklindeki ayetlerin aslında kafirleri kastettiği, müslüman-ları kastetmediği ve müslümanlar için şefaatin mutlaka varolduğu anlatılmakta dır. Delil olarak ise “Allah’ın izin verdiği kimselerin şefaat edebileceği” şeklindeki ayetler (20/109, 34/23, 21/28, 2/255, 19/87, 53/26) verilmektedir. Bu ayetler tek tek okunduğunda, siyak ve sibakına bakılmadığında hepimize aynı anlayışı verebilir. Bir de ayet tercümelerinin dikkatli yapılması ve bir takım anlayışların etkisi altında kalınmaması gerekir. Yukarda numaraları verilen türden ayetleri yazımızın son bölümünde inceleyeceğiz. Şimdi az önce söz konusu edilen Şefaatin kafirler için olmayacağı iddiasına” dönelim, önce aşağıdaki ay etlere bir göz atalım:

Rab’leri (nin huzuru) na toplanacakların (a inanıp bu durum) dan korkanları onunla uyar ki; kendilerinin, O’ndan başka ne velileri ne de şefaatçileri yoktur. Belki korunurlar. (6/51)

Ey inananlar, alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmadığı gün gelmezden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin, Kafirler, zalimlerin ta kendileridir. (2/254)

Bu ayetleri okuduktan sonra şefaatla ilgili ikazların müslümanlara yapılmadığını söyleyebilir miyiz? Allah şefaatçinin da, velinin de kendisi olduğunu apaçık ilan edip dururken bunun karşısında beşeri iddiaların ne önemi olabilir. Vahiyden uzak toplulukların kurtuluş olarak gördükleri çeşitli şefaat kapıları kaçamak bırakılmayacak şekilde kapatılmıştır. Burada mü’minlere düşen görev kendilerine hiçbir şekilde fayda ya da zarar veremeyecek olan ve kendileri gibi birer insan olan kimselere değil, Allah’a yalvarmaktır.

Kur’an bazı dönemlerde ise müşriklerin bu anlayışına kesin bir tavır takınmaksızın “Allah dilemedikçe kimse şefaat edemez.” şeklinde ayetler ile Kur’ani ifadenin temelini atmıştır.

Rabbiniz Allah’tır kî, gökleri ve yeri altı safhada yarattı, sonra arşa istiva etti (kuruldu). Buyruğunu icra eder. O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez, işte Rabbiniz Allah budur. O’na kulluk edin, düşünmüyor musunuz? (10/3)

Bu ayet, Allah’tan başkalarına şefaat atfeden kimselere meydan okumakta ve şefaatin onun izni olmadan asla gerçekleşmeyeceğini bu yüzden de gerçek şefaat sahibi Allah’a kulluk etmelerini istemekte ve ardından da bunun düşünülmesi gereken bir olay olduğunu hatırlatmak için “Düşünmüyor musunuz?” diye sormaktadır.

Şefaatin ancak “izinle” olabileceğini ifade eden böyle ayetler, “izin” söz konusu olduğuna göre şefaatin da söz konusu olduğu imajını bizlere vermektedir. Fakat, Kur’an bu şefaati da muallakta ve insanların müdahalesine açık bırakmamıştır. Önce aşağıdaki ayeti okuyalım:

“Rahman çocuk edindi.”dediler. O yüce (münezzeh)dir. Hayır (melekler) değerli kullardır. O’ndan önce söz söylemezler ve onlar O’nun emriyle hareket ederler. (Allah’ın) razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler ve onlar O’nun korkusundan titrerler. Ollardan her kim “Ben O’ndan başka bir ilahım.’ derse onu cehenemle cezalandırırız.” (21/26-29)

Müşrikler, melekleri Allah’ın çocukları sayıyorlar ve onlardan da şefaat bekliyorlardı. Yani melekleri de Allah’a eş koşuyorlardı, işte bu ayet önce meleklerin de kul olduklarını, Allah’tan önce konuşmalarının ve herhangi bir teklifte bulunmalarının da mümkün olmadığını ortaya koymaktadır. “Allah’ın razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler,” kısmı ise bizlere meleklerin kendi başlarına şefaat edemeyeceğini ancak Allah’ın kendilerine emir verdiği taktirde, razı olduğu mü’min kullarına yardım (şefaat) edebileceklerini anlatmaktadır, Bu anlayış içinde aşağıdaki ayetlerin de yeniden tercüme edilmeleri ve Kur’an’ın kastettiği şekilde anlaşılmaları gerekmektedir.

Göklerde nice melek var ki ontartnşefaatı hiçbir işe yaramaz. Meğer, Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin vermesinden sonra otsun. (53/26)

O gün Rahman’ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasına şefaat fayda vermez. (20/109)

O’nun huzurunda O’nun izin verdiği kimselerden başkasına şefaat fayda vermez. (34/23)

Yukarıdaki ayetlerden Ranman’ın “izin vermesi”nin ‘meleklerin mü’minlere xyardım etmesine izin vermesi” anlamında olduğunu rahatlıkla anlayabilmekteyiz, Son olarak şunu söyleyebiliriz; Müslümanlar şefaati ancak Allah’tan beklemelidirler. Bizlere yardım edecek ve bağışlayacak olan da ancak O’dur. İşte bu yüzden namazlarımızda;
“Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (Hüseyin Avni, Kalem Dergisi http://www.kurannesli.net/forum/viewtopic.php?f=45&t=682 )

posted in ŞEFAAT | 0 Comments

7th Mayıs 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ŞEFAAT ANLAYIŞI

Giriş

Günümüz İslam dünyasının bö­lünmüşlüğünü ve sayıları milyarı aşan müslüman kitlelerin içinde bulundukla­rı gerek siyasî, gerekse itikat planında­ki sorunları anlamak, en temelde is­lam’ın bir bütün halinde düşünce tarihini ve bu düşünce tarihinin eksenini oluşturan Kur’anî kavramların, müslümanların ellerinde ne şekle girdiğini ve nasıl anlaşılır olduğunu kavramakla mümkün olacaktır.

Ancak bu cümleyle, tamamen geçmişe dönük, tabiri caizse “tarihle saklambaç oynayan” günümüzü ve geleceğimizi ilgilendiren köklü mesele­lere kapalı bir hareket metodu anlaşılmamalıdır.

Çünkü mesele; söz konusu sorun­ların daha iyi anlaşılmasında değil, on­lara Kur’anî ilkeler çevresinde çözümler sunulmasındadır. Sorunlar güncel­dir. Önümüzdedir. Bu şekliyle de ne­denleri her ne kadar geçmişte de olsa çözümleri bugün ve gelecekte dur­maktadır.

Bu noktada görmemiz gereken ilk temel gerçek “Bir millet, kendi durum­larını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.” (1) ayetinden hareketle; içinde bulunduğumuz duru­mun çok öncelerden, Allah tarafından belirlenmiş bir kötü talih neticesi değil, bizatihi kendi yapıp ettiklerimizin sonu­cu olduğudur.

Denilebilir ki bu halin aslı; öncelik­le bizim kendi içimizde yaşadığımız ve yaşattığımız dönüşümün, kavram boyutundaki anlam sapmaları şeklinde Kur’anî hayat tarzına yansımış olma­sındadır.

Ve yine denilebilir ki, bu sapmala­rın nesilden nesile sanki kutsanmış bi­rer doğru gibi aktarılmasının bir hikayesidir.

Kur’an kültüründen uzaklaşmanın yol açtığı boşluk, büyük ölçüde birey ve toplum psikolojisinde pratik birer beklentinin karşılanması şekline bürü­nen, Kur’an dışı düşünce sistemlerince doldurulmuş ve olay günümüze değin bu şekliyle taşınmıştır.

Bu meyanda, konu başlığımız olan şefaat için “bu süreçlerin en fazla etki ettiği Kur’anî kavramlardan biridir” sözü yanlış olmaz.

Zira, kavram kendi bağlamının dı­şında bütünlükten yoksun bakış açıla­rıyla tanımlanmasının neticesinde, zaman içerisinde hakim kültürlerin Kur’an’a doğrulatılmasına varan yo­rum genişlemesine uğramış ve bolca hadis literatürüyle de soyut bir değer­den çok, ancak sosyal hayattaki tesi­riyle anlaşılabilecek bir görüşün temsilcisi olmuştur.

“Şefaatçilik” olarak isimlendirebileceğimiz bu görüşü tartışmaya geç­meden önce; yaşadığımız toplumdaki müslüman kimliğin ne kadar Kur’anî kaynaklardan beslendiğinin tespiti el­zemdir. Bu açıdan bakıldığında arada­ki farkı ölçmek zor olmasa gerektir.

İşte bu fark ve çelişkidir ki, toplum­sal hayatımızın yabancı ve ithal malı faktörlerin taarruzuna ortam hazırlamıştır. Bu çelişkiler fert ve topluma yansımış., pratik bulmuş, fırsatçı, çü­rük ve temelsiz bir din anlayışının zi­hinlerde yer etmesine neden olmuş­tur.

Bu nedenledir ki, konunun son tahlilde ele alınması gereken aslî ze­mini; basit şekliyle “şefaat var mıdır, yok mudur” sorusunun kelami boyutu­na hapsedilmiş biçimi değil, bu soruya verilecek cevabın, yaşanan hayat üze­rine düşmüş gölgesi ve bu zeminde oluşan din anlayışlarının sorgulanma biçimidir.

 

Şefaatçilik ve Dayanakları

Şefaat, sözlük anlamı itibariyle araya girmek, iltimas etmek, yardım et­mek, ricada bulunmak, destek olmak, bir işe delalet ve tavassut etmek veya “aracı olmak” anlamına gelen Arapça bir terimdir.

Günümüzde yaygın olarak anlaşı­lan şekline gelince özetle şu tanımı yapmak mümkün:

Günahkar müminlerin, hesap gü­nünde, Allah tarafından bağışlanması için Allah’ın sevgili kullarının (Peygamber, veli vs.) onlara aracılık etmeleri­dir.

İslam’ın birinci yüzyılında ya da ona yakın tarihlerde, Kur’an’daki bazı ifadelerden, kıyamet gününde aracılı­ğın (şefaat) mümkün olduğu anlamı çı­karılmıştır.

2. ve 3. hicri yüzyıllarda (8. ve 9. miladî) kristalleşen sünni görüşe göre de kafirler veya gayri müslimler için şe­faat mümkün değildir. Ama az önce de belirtildiği üzere günahkar müminler için etkili olacaktır. (2)

Kur’an’daki bu ifadelerden maksat ilgili şu ayetler çevresindedir:

Onun huzurunda, onun izin verdi­ğinden başkasının şefaati fayda ver­mez.” (3)

Suçluları da yaya ve susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün; yalnız Rahman’ın huzurunda söz almış olan­lardan başkaları şefaat edemezler.” (4)

Bu tezin ikinci dayanağını da hadis kitaplarındaki peygamberlerin kendi ümmetlerine yapacakları şefaat ile ilgili pek çok atıflar olmasıdır. (Ve yine halk arasında yaygın olan İslamî anlayışa göre Veliler o kadar çok şefaat edecek­ler ki peygamberleri bile geçecekler.) (5)

Bu açıdan baktığımızda ilk gördü­ğümüz unsur, bu görüşün temel mesa­jını “aracılık” ve “kurtarıcılık” fikri üzerine bina ettiğidir. Bu gerçek onu ister Al­lah’ın iznine tabi kılsın, isterse bu kurta­rıcıyı Allah’ın peygamberi ilan etsin de­ğişmeyecektir.

 

Ayetlerdeki Durum

Söz konusu bu ayetlerin anlaşıl­masının ilk şartı, onların hangi amaca binaen geldiklerini anlamaktan geçmektedir. Zira Kur’an, bu ayetler vası­tasıyla toplumda; yaşayan bir anlayışa göndermeler yapmakta ve bu hususu onlarla tartışmaktadır. Yani konunun öncesi vardır. Bu durum, özellikle ayet­lerin Kur’an bütünlüğünde neyi hedef­lediğinin anlaşılması açısından önemlidir.

Birincisi; kafir ve müşrikler şefaati bir kalkan gibi kullanmaktadırlar. Hz. Peygamber ile diğer peygamberlerin davetlerini kabul etmeyenler, bağlı bu­lundukları ilah ve ilahelerin Allah katın­da kendileri için aracı olduklarını, bu nedenle Allah’ın azabından korkmaları gerekmediğini söylemektedirler. Yani bu şefaatçi ve aracıların, kendilerini nasıl olsa kurtaracaklarını belirtiyorlardı.

İkincisi; Kureyşliler kendilerini Hz. ibra­him’in soyundan saydıkları için Ka­be’nin mütevellileri vs. Araplar’ın, dinî, ahlakî, siyasî ve kültürel liderliğinin kendi malları olduğunu sanıyorlardı. Bunlar, Allah’ın yüce mahkemesinde kendilerinin hiç bir zarara uğramayaca­ğı gibi yanlış bir düşüncede idiler. (6)

İşte mevcut ayetler öncelikle bu anlayışların, bu beklentilerin cevaplan­masına yönelik gelmektedir. Ortada Allah’ın uluhiyetine, sınırsız haşmetine ve kulları arasındaki adalet ölçüsüne ters düşen bir tablo vardır. Bu durum yanlıştır. Doğrusu ise ancak Kur’an’ın vaaz ettiği ilkelerde aranmalıdır.

“Allah ki ondan başka ilah yoktur. Daima diri ve yarattıklarını koruyup yö­neticidir. Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutmaz. Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur. O’nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir. Onların önlerinde ve arkala­rında olanı bilir.” (7)

Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar hiç bir şeye malik olmayan şeyler olsalar da mı? De ki: Bütün şefaat Allah’ındır. Gökle­rin ve yerin mülkü onundur.” (8)

Öyle anlaşılmaktadır ki Kur’an, müşrik kafalarda yaşayan şefaatçiliğin “Allah’ı çemberin dışında tutma eğilimlerine” Allah’a rağmen bir anlayışı kır­mayı kendisine hedef edinmiş bunu da “Ancak Allah’ın izniyle” gibi bir şarta vurgu yaparak açıklamıştır.

Ancak bu şart Kur’an bütünlüğün­den koparılarak değerlendirilirse, sanki müşriklerin iddialarının kabul edilmeyen yanının, bu aracıların varlığı değil, onların seçimindeki yanlışlar olduğu anlaşılabilir. Oysa bu şartın ana hedefi, insanların zihinlerinde, Allah’ın yanın­da, karşısında her şeyin aciz kaldığının kavranması, onun haşmet ve azemetinin vurgulanmasıdır. Aşağıdaki ayetler bu durumu somut şekilde ifade etmek­tedir.

“O Allah ki gökleri, yeri ve bunların arasında bulunanları altı günde yarattı. Sonra arşa istiva etti. Sizin O’ndan baş­ka bir dostunuz, şefaatçiniz yoktur.” (9)

“De ki: Bütün şefaat Allah’ındır.” (10)

O’ndan başka bir dost ve şefaatçi­nin olmaması ancak şefaatin tümünün Allah’a ait olmasıyla açıklanmıştır. Ya­ni, müşrik yaklaşımların tersine O, hük­münde öylesine tektir ki, onun izni olmaksızın kimse şefaat edemez. Zira bütün şefaat O’nundur, denmiştir.

Şefaatin izne bağlı olduğunu ifade eden ayetler (11) izinle şefaatin söz konu­su olduğu imajını bizlere çağrıştırmak­tadır. Fakat Kur’an’daki ayetleri bir bü­tün olarak incelediğimizde bu şefaatin muallakta ve insanların müdahalesine açık olmadığını görürüz.

“Rahman çocuk edindi dediler. O yücedir. Hayır, melekler şerefli kılınmış kullardır. Allah’tan önce söz söyleyemezler. Ancak O’nun emri üzere iş iş­lerler. Allah onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah’ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler. O’nun korkusundan titrerler. Bunlar içinde kim ‘Ben Al­lah’tan başka bir ilahım’ derse işte onu cehennemle cezalandırırız.” (21/26-29)

Ayetlerdeki izin verme (53/26; 20/109; 34/23)den maksat Rahman’ın, meleklerin müminlere yardım etmesine izin vermesi olduğunu anlamamız ge­rekir. Yoksa her gün namazlarda okuduğumuz “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (1/4) ayetiyle çelişmiş oluruz.

Oysa, bu tür ayetleri yukarıda be­lirtilmeye çalışılan bağlamından hatta Kur’an’ın kavramı kullandığı ve açıklık getirdiği diğer ayetlerden bağımsız de­ğerlendirmemiz halinde bile “Onun izin verdiğinden başkası şefaat edemez” türü ibarelerden “onlara şefaat izni ve­rir ve onlar şefaat edeceklerdir” sonucu sadece bir varsayım olarak değerlendi­rilmelidir. Zira bu ayetlerde geçen istis­na edatı, şefaatin vuku bulacağını değil aksine bunun olmayacağını vurgula­mak için kullanılmıştır. Yani “Allah’tan başka şefaatçi yoktur. Böyle bir şefaat­çinin varlığını farzetsek bile bu da Al­lah’ın iznine tabi olacaktır.

Burada karıştırılan şey gerçekle­şen olayların Allah’ın izniyle olmasıyla Allah’ın bunları istemiş olup, olmamanın iyi ayrıştırılamamasından kay­naklandığıdır.

Bunu başka bir örnekle açıklaya­lım. “Allah’ın izin vermediği bir kulun kafir olması mümkün müdür” diye sor­sak cevabımız elbette “hayır” olacaktır. Peki bu cümleden Allah bir insanın ka­fir olmasını ister anlamını çıkarmak mümkün müdür? Evet, mümkündür. Ancak yanlıştır. Zira Kur’an’ın bize ver­diği Allah telakkisine uymayacaktır.

Yapılacak şey bu ayetleri Kur’an bütünlüğünde değerlendirmektir. Bu açıdan hiç bir istisna payı bırakmayıp, şefaati hem müslümanlara (ki gelenek­sel anlayışlar özellikle burada yanıl­mışlardır) hem de müşriklere nefye’den (olmayacağını söyleyen) aşağıdaki ayetler konuya açıklık getirmektedir.

Ey iman edenler! Ne alışverişin, ne dostluğun ve ne de şefaatin olmadı­ğı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıktan harcayın.” (12)

“Ve öyle bir günden korkun ki o gün hiç kimse kimsenin yerine bir şey öde­yemez, kimseden fidye alınmaz ve on­lara hiç bir ayırım yapılmaz.”

“Bırak o dinlerini oyun eğlence ye­rine koyan ve dünya hayatının aldattığı kimseleri de, sen o Kur’an ile hatırlat ki bir kişi, yaptığı işi eline teslim edilmeye görsün. Allah’tan başka onun ne bir dostu ne de bir yardımcısı olmaz. Her türlü fidyeyi verse de ondan kabul edil­mez, işte onlar kazandıklarının eline teslim edilmişlerdir. Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkarlarından dolayı da acı bir azap vardır.” (13)

Kur’an, inmeye başladığı andan iti­baren şirkle kavga halindedir. Yukarı­daki ayetlerde görülen genel ve kesin hükümler çerçevesinde şefaatçilik gö­rüşü şirk addedilmişken, Kur’an’ın ken­di oluşturmak istediği düşüncede bu anlayışa prim veren yaklaşımlar vazet­mesi beklenmemelidir. Kaldı ki Rasulullah da bu konuda teyakkuz halinde olmalıdır.

Zaten Kur’an’ın bütün yapısı aracı­lığa karşıdır. Çünkü Kur’an der ki: “Al­lah kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez.”

Yine Kur’an’a göre, Allah bir an­lamda insanlar içinde etkinlik göster­mektedir. Aynı şekilde Allah’ın insana kendi şah damarından daha yakın ol­duğu bildirilir. Ve Kur’an tekrar tekrar belirtir ki “Allah’ın rahmeti her şeyi ku­şatmıştır.” Bu noktada Kur’an’ın bireyi esas aldığı ayetlere bakarsak onun, bu konudaki yaklaşımının İslam’daki birçok ekolün “Allah karşısında kulu felç eden eğilimlerinin tersine, bireyin tüm kabiliyetlerinin aktüelleşmesini amaç­ladığı görülecektir. Hatta öyle ki, ona gerektiğinde “tek başına bir ümmet ol­ma” bilincini taşıyacak sorumluluğu ve şerefi verir. Allah’la dost olabilmek şek­linde özetlenebilecek bu yaklaşım tarzı, Allah ile kul arasında doğabilecek her türlü boşluğu önlemiştir.

Yani Allah kulunun hem dış dünyasını hem de iç dünyasını kuşatmıştır. Oysa şefaatçilik görüşü, Allah’ı tabir yerindeyse bir tür “Baş Hakim” gibi göstermekte ve bu baş hakim karşısın­daki kulun kurtuluşunu da neredeyse Allah’tan daha merhametli hale getir­dikleri aracılar da görmektedir.

 

Hadislerdeki Durum

Buhari ve Müslim tarafından nak­ledilen birçok hadiste, Hz. Peygam­berin nasıl şefaat ederek onları cehen­nemden çıkarıp cennete sokacağı an­latılır. Bu hadislerden birisi özetle şöy­ledir: Allah kıyamet gününde insanları toplar. Bunlar, içinde bulundukları du­rumdan kurtulmak maksadıyla şefaat­te bulunması için önce Adem’e başvu­rurlar. Fakat Adem buna ehil olmadığı­nı söyleyerek onları Nuh’a gönderir. Nuh aynı sebeple Musa’ya, Musa da İsa’ya gönderir. Sonra bana gelirler. Ben de Rabbimin huzurunda secdeye kapanı­rım. Rabbim, Ya Muhammed başını kaldır, söyle sözün dinlenir, iste sana verilir, şefaat et şefaati kabul edilir, der. (14)

İki değişik hadis de şöyledir: “Ben kıyamet günü, Ademoğlunun efendisiyim. Kabri ilk açılan ben olacağım. İlk şefaat eden ve şefaati kabul edilen de ben olacağım.” (15)

“Ben kıyamet günü Ademoğlunun en hayırlısıyım, ama övünmem. O gün gerek ondan başka bütün peygamber­ler, hep benim bayrağım altındadır. İlk şefaat eden ve şefaati kabul edilen benim.” (16) Öncelikle şefaat hakkında riva­yet edilen bu hadisler, ahiret gününde, hiç bir şefaatin olmayacağını, herkesin yaptığının karşılığını bulacağını vurgu­layan ayetlerle tenakuz halindedir.

Kaldı ki bu rivayetlerin cümleleri, çok ciddi bir metin tenkidine ihtiyaç göstermektedirler. Cümleler arasında­ki çelişki açıktır. Zira Hz. Peygamber, hem Ademoğullarının efendisi ve en iyisi olduğunu, kıyamet gününde bütün peygamberlerin kendi bayrağı altında toplanacaklarını söylüyor. Hem de “övünmem” diyor. Eğer bu sözler övün­me değilse artık övünme nasıl olacaktır? (17) Peygamberin bilinen tevazuuna, artı Kur’an’daki kesin hükümlere ters olan bu sözleri Peygamberimizin söy­lemiş olması mümkün değildir. Pey­gamber böyle çelişkilerden uzaktır.

Bir ikinci husus, bu hadislerin konusunun gayb ile ilgili olduğudur.

O gaybı bilendir. Kendi görünmez bilgisini kimseye göstermez. Ancak ra­zı olduğu rasullere gösterir.”

Bu ayet, Allah’ın gaybını ancak ra­sullere bildireceğini, onların haricinde kimseyi gaybına muttali kılmayacağını gayet açık olarak ifade etmektedir. Ra­sullere bildirilen gayb da bizatihi Kuran’dır. (18)

De ki: Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bil­mem, size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahiy olunana uyuyorum.” (19) O halde Kur’an’ın dışın­daki hiç bir kaynağın, gaybi haberleri bize bildirmeye kabiliyeti ve yetkisi yoktur. (20)

Yukarıdaki hadislerde anlatılanlar ise bu şekliyle zandan öte bir şey değil­dir. Zira bunlar Kur’an’da yoktur. Gaybe iman, akidenin temel esaslarından biri olduğu için bu hadislerle amel edilmesi Yüce Allah’ın şu buyruğu gereği caiz olmaz. “Kuşkusuz zan hakikatten hiç bir şey ifade etmez.” (21) Dolayısıyla bu tip hadislerin içeriğine inanmakla mü­kellef değiliz.

Ayrıca bu hadislerden anlaşılan odur ki, Rasulullah ölümden sonrası için geniş bilgilere sahiptir. Oysa Kur’an, onun bu meyanda bir bilgi sahi­bi olmadığını beyan etmiştir. “Ben türe­di bir peygamber değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem.” (22)

Hadislerdeki bu tarz yaklaşım, Kitab-ı Mukaddes (incil)’teki İsa’nın, Al­lah katında onun kullarını bağışlanma­sını sağlayan misyonunu çağrıştırmak­tadır.

Anlaşılan odur ki bazı müslümanlar bu durumdan alınmış ve bu duruma cevap verme ihtiyacından şefaatçilik anlayışının İslam’da da olduğu nokta­sındaki görüşlerini açıklamışlardır. An­cak bu anlayış ilk çıkış itibarıyla sadece görüşün sahibini bağlamakla birlikte, zaman içinde Rasulullah’ın otoritesinin altına girip ona mal edilen hadisler ka­nalıyla bugün tüm ümmeti bağlar konu­ma getirilmiştir.

 

Sonuç

Konuya son verirken şefaatin, hak etmeyenin kurtuluş vesilesi olamaya­cağını bir kez daha vurgulamak gere­kir. Çünkü Kur’an’a göre haketmiş ol­mak ancak salih amel işlemekte gerçekleşecektir. Yani yaptığımız her ey­lem sonucunda eğer Allah’ın istediği sonuç (salih amel) çıkmıyorsa, artık bundan sonra bir kurtuluş imkanı ara­mak Allah katında bir sonuç vermez. Ve o gün “kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür ve kim zerre ağırlı­ğınca şer yapmışsa onu görecektir”. (99/Zilzal, 7-8)

İşte bu haldir ki dinini oyun ve eğ­lence haline getirmeyen herkes, hayat planını bu temele ve sorumluluğa da­yandırmak zorundadır. Bu, Allah’ın biz­den istediği kimliğin elde edilmesinin temel şartıdır.

Şefaatçilik görüşüyle önemli ölçü­de zedelenen, zayıflayan bu şart, gü­nümüzde, dünya hayatında belirlenen Şafiler (şefaat edeceklerle Mekke put­perestliğini aratmayacak noktalara gel­miştir. Bireyi kendi dışında kurtuluş ha­yallerine sürükleyen bu anlayışın en büyük zararı, dünya hayatı için gönde­rilen bu dinin yaptırım gücüne ol muştur. Ali Şeriati’nin “kandan afyon yapmak” (23) dediği bu durum, öncelikle islam düşmanlarının egemen sistem­lerinin işine gelmektedir.

Ey Rabbimiz! Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. (1/Fatiha, 4)

 

Notlar:

1.     13/Rad, 11.

2.     Fazlur Rahman. Ana Konularıyla Kur’an, Fecr Yayınevi, s. 96.

3.     30/Rum, 109.

4.     19/Meryem,87.

5.     Fazlur Rahman, a. g. e.

6.     Mevdudi, Peygamberin Hayatı, Pınar Yayın­ları, s. 335-342.

7.     2/Bakara. 255; ayrıca bkz.: 10/Yunus, 3; 20/Taha, 109.

8.     39/Zümer, 44; yine 39/Zümer. 23.

9.     32/Secde, 4.

10.   39/Zümer. 44.

11.   Fazlur Rahman, a. g. e.

12.   2/Bakara, 254.

13.   6/En’am,70.

14.   Müslim, iman, Hadis 321.

15.   Müslim, iman, Hadis 327,328; Fedail, 3; Tirmizî, Tefsiru Sure IV; Ebu Davud, Sünne 13.

16.   İbn Mace, Zühd, 37; Darimî, Mukaddime, mau tiyen’n-nebiyyu (sav) minel fadail, Müslim.

17.   Süleyman Ateş, Çağdaş Tefsir, Cilt 1, s. 440, Yeni Ufuklar Neşriyat.

18.  Cavit Erkılınç, ‘itikatta Ölçü”, Hak Söz Dergi­si, sayı 2, s. 10.

19.   6/En’am, 50; 7/Araf, 188.

20.   Cavit Erkılınç, a. y.

21.   53/Necm, 28.

22.   46/Ahkaf, 9.

23.   Ali Şeriati, Ali Şiası Safevi Şiası, Yöneliş Ya­yınları, s. 235.

(Haksöz Dergisi – Sayı: 9 – Aralık 91 Kavramlar– Basri Işıksever  http://haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=75 )

 

 

 

KUR’AN’DA ŞEFAAT, AHİRETTE ŞEFAAT

Kur’an; şefaati dünyevi manalarda ele alıp, kimlerin ve hangi varlıkların şefaatinin geçerli olduğunu belirttikten sonra, Ahiret hayatında şefaatin gerçekleşmeyeceğini vurgulamaktadır. Ahirette şefaatin gerçekleşmesine engel teşkil eden faktörleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

 

1- Kur’an; ahirette şefaatin olmayacağını vurgulamaktadır.

Kur’an: dünyaya ait şefaatin kaide ve kurallarını tespit ederken, ahirette şefaatin olmayacağına da işaret etmektedir. “Kimsenin kimseden faydalanmayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korkun” ayeti, net bir üslupla ahirette şefaatin olmayacağını belirtmektedir. Aynı ifadelere, Bakara suresindeki diğer bir ayette, “kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden korkun” denir. Bu ayetlerde zikredilen olgular, insanların dünyada, bir cezadan kurtulmak veya bir menfaat temin etmede kullandıkları olgulardır. Bu iki ayette, şefaat ve fidyenin yer değiştirmesi, dünya hayatında, bir kimsenin cezadan kurtulması veya isteğine ulaşması için bu olgulara verdiği önem sırasını belirtmektedir.

Allah’ın, aracılar vasıtasıyla günahkâr müminlerin azaplarını kaldırarak cennete koyması şeklindeki bir şefaat anlayışını benimseyenler, bu ayetlerden bir önceki ayetlerde hitabın Yahudilere olmasını gerekçe göstererek, şefaatin olmayışının Yahudi ve Hıristiyanlara has olduğunu vurgulamışlardır. Bu ayetlerdeki ifadelerin Yahudi ve Hıristiyanlara tahsis edilmesi imkânsızdır. Bu tahsise olanak vermeyen nedenleri şu şekilde sıralayabiliriz:

A- Bu ayetler; Yahudiler ve Hıristiyanlar ile ilgili, tarihi bir vakıadan söz etmemekte, ahiretle ilgili genel prensiplerden söz etmektedir. İnsanlar ahirette, aynı kurallar altında, inanç ve inançsızlık yönünden yargılanacaklardır. Elbette; bu yargılamada, insanların kendi dinlerinde var olan bazı özel yasaklar ve emirler dolayısıyla da yargılanacaklardır. Bu emir ve yasaklara uygun hareket etme veya etmeme, inanç ve inançsızlıktan gelmektedir.

B- Bu ayetlerden bir önceki ayetlerdeki hitabın Yahudilere olması, bu ayetin hükümlerini onlara has kılınmasını gerektirmez. Çünkü aynı suredeki, “Ey İnananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce, sizi rızıklandırdığımızdan hayra sarf edin. İnkâr edenler ancak yazık edenlerdir” ayetindeki hitap  inananlaradır.

C- Bu ayetlerdeki şefaat hakkında inkârcı tutum Yahudi ve Hıristiyanlara has kılınırsa; ayetlerde şefaatle aynı kategoride ele alınan fidye, alışveriş, dostluk ve yardımın olmaması olgularının da onlara has kılınması gerekir. Bu durumda; Müslümanların, ahiretteki azaptan kurtulmak için fidye, alışveriş, dostluk gibi metotları kullanarak, azaptan kurtulabilecekleri ortaya çıkmış olur ki, Allah’ın fidye karşılığı inanları azaptan kurtarması düşünülemez. Çünkü diğer bir ayette, fidye tek başına yer almakta ve fidye ile azaptan kurtulanamayacağı vurgulanmaktadır.

D- Yahudilerin, ahirette, günahkârların  günahlarından dolayı kazandıkları azabın, şefaatçiler vasıtasıyla affedilmesi şeklinde ahirete ait bir şefaat inancına rastlamıyoruz. Yahudilerin, ahiret gününe, cennet ve cehenneme inandıklarına Kur’an şu şekilde işaret etmektedir: “Yahudi ve Hıristiyan olmayan kimse, elbette cennete giremeyecektir” derler. Bu onların kuruntularıdır. De ki, eğer sözünüz doğru ise, delillerinizi getirin.” Fakat onlar, ahiretteki azabın sadece belirli günlerde kendilerine dokunacağına da inanmaktadırlar. “Ateş bize sadece birkaç gün değecektir” derler. Sor: “Allah katından bir söz mü aldılar?” Eğer öyle ise, Allah sözünden caymayacaktır. Yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz” Onların, kendileri için azabın bir kaç gün olacağı inançları, ileri sürülen bu gerekçeyi red etmektedir.

E- Bu ayetlerdeki hükümlerin Yahudilere tahsisi, Musa’nın dinine uymuş ve ona tabi olmuş inananların da şefaatten mahrum edilmesi demektir. Bu tahsiste, Musa’nın şeriatını benimseyenler, şefaatin kapsamı dışında bırakılamaz. Çünkü  Allah’ın, bazı inananlara bu hakkı vermesi, bazılarını da bu haktan mahrum etmesi düşünülemez.

Meryem suresindeki; “Sakınanları o gün, Rahman’ın huzurunda O’na gelmiş konuklar olarak toplarız. Suçluları suya götürür gibi cehenneme süreriz. Rahman’ın katında bir ahd almış olandan başkası asla şefaatte bulunmayacaktır” ayeti ve  Taha Suresindeki “O gün Rahman’ın izin verdiği, sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez” ayeti de, ahirette şefaatin varlığına delil olarak sunulamaz. Birinci ayette, şefaatte bulunmak için, Allah’tan ahit almak şart koşulmuştur. Ahirette şefaatte bulunmak için, Allah’tan ahit almış bir varlık bulunmamaktadır. İkinci ayette ise; Allah’ın, şefaatçinin sözünden hoşnut olması şartı getirilmiştir. Bu ayetler, insanın, kıyamet gününde, amelleriyle baş başa kalacağını, hiç bir nesnenin insanların cezasını kaldırmaya güç yetiremeyeceğini vurgulamaktadırlar. Bu ayetlerde üzerinde durulan, kimin için şefaatçi olunacağı değildir. Ahiret günündeki olgulardan bahsedilen Sebe Suresinin son kısımlarında, “O göklerin, yerin ve her ikisi arasında bulunanların Rabbi’dir. O, önünde kimsenin konuşmayacağı Rahman olan Allah’tır. Cebrail ve meleklerin dizi dizi durdukları gün, Rahman olan Allah’ın izni olmadan kimse konuşmayacaktır. Konuştuğu zaman da doğruyu söyleyecektir.” Kıyamet gününde Allah’ın huzurunda konuşmasına izin verilen tek nesne, insanların organlarının kendileri hakkındaki şahadetleridir. Kur’an, buna şu şekilde işaret etmektedir: “İşte o gün, ağızlarını mühürleriz. Bizimle elleri konuşur. Ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.” Konuşma imkânı dahi verilmeyen melekler veya insanlar, nasıl olur da şefaatte bulunurlar?

Diğer taraftan; Meleklerin dünya hayatındaki şefaatleri, günah işleyen inananların işlemiş oldukları günahları Allah’ın affetmesi şeklinde gerçekleşmektedir. Fakat Ahiret hayatında insanın günah veya sevap işlemesinin imkânı yoktur. Bu neden olmadan, yani günah işleyen insan olmadan,  meleklerin şefaatinin gerçekliliği imkânsız olmaktadır.

 

2- Ahiret Gününde Allah’ın Otoritesi:

Allah; bu kâinatın idaresi için belirli kanunlar koyduktan sonra (adetullah), bu kanunların devamlılığını da kendi fiillerinin bir parçası olarak tayin etmiştir. Hatta Allah’ın bu kâinatı sevk ve idarede bir anlık dalgınlığı, kâinatın düzeninin bozulmasının nedeni olarak görülmektedir. İnsan ise; bu dünya hayatında, hal ve hareketlerinde özgürdür. İnsanın dünya hayatında yaptığı her şeyden sorumlu olması, onun davranışlarında özgür olmasını zorunlu kılmaktadır. Bu dünyada filleri bakımından özgür olan insan, ahirette ise bu özgürlüğünü kaybetmektedir.

Allah: kıyamet gününün tek otoritesi kendisinin olduğunu belirtmektedir. “Din Gününde otorite onundur”  ayetinde ahiret gününde sadece Allah’ın hâkimiyetinin olacağı, diğer hiç bir varlığın hâkimiyetinin olmayacağına işaret edilmektedir. Bu manayı ifade eden pek çok ayet bulmak mümkündür.   “O gün onlar meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bu gün hükümranlık kimindir?” denir. Hepsi “Gücü her şeye yeten tek Allah’ındır” derler.” Ahirette şefaatin gerçekleşeceği inancı, bu otoriteyi Allah’tan başka varlıklara verilmesi demektir.  Bu hâkimiyeti sağlayan unsurları şu şekilde sıralayabiliriz:    

 

A- Allah’ın İzin Vermesi:

İzin; bir konuda icazet vermek, onun mubah olduğunu belirtmektir. Bir şeyin gerçekleşmesine müsaade etmeyi ifade eder. “Oysa Allah’ın izni olmadıkça, onlar kimseye zarar veremezlerdi” ayetindeki izin, sihrin olumlu bir olgu olmamasıyla beraber, onun insanlar üzerindeki etkisine Allah’ın müsaade  verdiği anlamındadır. Aynı zamanda bir şeye izin vermek, dünyadaki hâkimiyetin de bir parçasını oluşturmaktadır. Kur’an, sihirbazlar Allah’a iman ettiklerinde, Firavun’un “ben size izin vermeden mi siz ona inandınız” sözünü naklederek, izin vermenin, otoritenin bir unsurunu teşkil ettiğine işaret etmektedir.

Şefaati Allah’ın iznine bağlayan ayetleri iki kategoride ele almak mümkündür: Birincisi; Şefaatçi için Allah’ın izin vermesi, ikincisi ise; Allah’ın şefaat edilecek kişi için izin vermesi. Allah, şefaatçi olmak için  meleklere,  şefaat edecekleri varlıklar için de müminlere izin verdiğini belirtmiştir.

 

B- Allah’ın Dilemesi:

Allah’ın dilemesi ve irade etmesi aynı anlamı ifade etmektedir. Bazı âlimler ise; meşiet ve dileme arasında fark olduğunu, Allah’ın dilemesinin bir şeyin varlığını gerektirdiğini, Allah’ın iradesinin ise bir şeyin varlığını gerektirmediğini ileri sürmektedirler. Her ne kadar   bu iki kelime arasındaki bu farka işaret etmese de; Allah’ın dilemesinin bir şeyin varlığını gerektirdiğinden hareketle, haklı olarak, Tekvir Suresi 29.  ve İnsan Suresi 30. ayetlerdeki Allah’ın dilemesini, “Allah sizin dilemenizi dilemesi, iradenizi irade etmesiyle siz diliyorsunuz” şeklinde izah etmektedir.

Kur’an’da, Allah’ın dilemesi, onun kudretinin ve mutlak hâkimiyetinin bir göstergesi olarak yer almaktadır.

“Allah dilediğine ve razı olduğuna izin vermediği müddetçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati fayda vermez” ayeti ile, meleklerin şefaatinin, Allah’ın izin verdiği ve dilediği kimselere fayda vereceğine işaret edilmektedir. Meşietin ifade ettiği “bir şeyin varlığının gerçekleşmesi” manasından hareketle, bu ayeti, “Allah meleklerin, müminler için şefaat etmelerini dilemiştir” şeklinde anlamak mümkündür. Aynı zamanda bu ayet; “melekleri ilahlaştıran ve onlara tapınan müşrikler için şefaatin olmadığına” işaret etmektedir.

 

C- Allah’ın Razı Olması:

Bir şeyden razı olmak da hâkimiyetin ayrılmaz bir parçasıdır. Ayetlerde Allah’ın razı olması, meleklerin şefaat edecekleri varlıklardan razı olması şeklinde yer almaktadır. “Allah, onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah’ın razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler” ve “Allah, dilediğine ve razı olduğuna izin vermedikçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati fayda vermez.” Her iki ayette de, meleklerin şefaatinin melekleri tanrılaştıran müşrikler için olmadığı, fiillerinin şirk olması dolayısıyla Allah’ın onlardan razı olmayacağı belirtilmektedir. Allah’ın razı olduğu kimseler ise müminlerdir.

 

3- Allah’ın vaadi değişmez.

Kur’an; Allah’ın vadini ve vaadini değiştirmeyeceğini vurgulamaktadır. “Senden, başlarına acele azap getirmeni istiyorlar. Allah sözünden asla caymayacaktır” ayetindeki vad, vaid (tehdit) kelimesinin ifade ettiği manayı içermekte ve Allah’ın vaadinden dönmeyeceğine işaret edilmektedir. Aynı üslup, “Cennetlikler cehennemdekilere, “biz Rabbimizin bize vad ettiğini gerçek bulduk. Rabbinizin size vad ettiklerini gerçek buldunuz mu?” diye seslenirler. Onlar da; “Evet” derler” ayetinde de mevcuttur.

Bazıları Arap lügatinde ve Arapların nazarında vaidden dönmenin yalancılık değil de bir fazilet olmasından ötürü, Allah’ın vaadini değiştireceğini ifade etmektedirler. Her ne kadar Arap dili ve kültürü açısından, tehditten dönmek bir fazilet kabul edilse bile, Kur’an; “Allah’a verdikleri sözden döndükleri ve yalancı oldukları için, Onunla karşılaşacakları güne kadar, Allah kalplerine nifak soktu.” ayetiyle, sözden dönmenin fazilet değil, yalancılık olduğuna işaret etmektedir. Yalancılık, insanlar için kötü bir sıfat olarak nitelendirilirse, Allah için nasıl fazilet olarak kabul edilebilir?

Allah’ın vaadinden dönmesi caiz olursa, vadinden dönmesi de caiz olur. Çünkü Vad ve vaid kelimeleri birbirinin zıddı olan iki kelimedir. Vad; gelecekte insanları faydalı olan bir şeye ulaştırmayı, vaid ise, gelecekte insanları zararlı olan bir şeye ulaştırmayı içeren haberlerdir. Bu iki kelimenin zıddı da sözden dönmektir. Allah’ın vaadinden döneceğini ileri sürmek, Allah’ın Kur’an’da açıkladığının zıddına Müslümanlara sorumluluk yüklemesi demektir.

Allah; insanların verdiği sözü yerine getirmemelerinin kötü bir fiil olduğuna işaret etmektedir. Yeminlerinden dolayı insanların sorumlu tutulması buna bir örnektir. “Allah size rasgele yeminlerinizden dolayı değil,  bile bile yaptığınız yeminlerinizden dolayı hesap sorar… Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutun.” Bu ayette yeminlerinden dolayı Müslümanların sorumlu tutulması, sözlerine Allah’ı şahit tutmakla birlikte, sözlerini yerine getirmemelerinden ötürüdür. Çünkü yeminlere bağlı kalındığında, bir sorumluluk olmadığı gibi, kefaret de gerekmemektedir. Aynı şekilde; “Ey İnananlar! Yapmadığınız şeyleri niçin yaptığınızı söylersiniz? Yapmadığınız şeyleri yaptık demeniz, Allah katında büyük gazaba neden olur.” Bir insanın yapmadığı şeyi yaptım diye söylemesi Allah’ın gazabına neden olduğu gibi, yapmayacağı şeyi söylemesi de Allah’ın gazabına neden olur. Çünkü her ikisi de yalancılığa işaret etmektedir.

Vaid bildiren ayetlerin, yine Kur’an ile tahsisi caizdir. “Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası içinde temelli kalacağı cehennemdir” ayeti, “kim bir Müslümanı öldürmeyi helal kabul ederek öldürürse” anlamındadır. Çünkü diğer ayetler, büyük günah işleyeni mümin olarak nitelendirmektedir.

 

4- “Ahirette şefaat” anlayışının temelleri

Çeşitli fırkaların ahirete ait şefaat anlayışının temelleri için pek çok fikir ileri sürülmüştür. Wensick’e göre; Sünni cemaatin şefaat fikrini benimsemesi, “Hıristiyan fikirlerinin tesirinde olduğu kadar, kadere mukabil bir şey bulmak ihtiyacından” ileri gelmiştir. Watt’a göre; “Hz. Muhammed’in kendi ümmetinin günahkârlarına şefaati akidesi, aşırı ahlaki ciddiyetin sebep olduğu ümitsizliği def etmek maksadına hizmet etmiştir.” Müslümanların Peygamber’e şefaat yetkisi vermelerinin sebebi, insan psikolojisinden kaynaklanan, kendilerinden olan Peygamber’e duyulan daha çok güven olgusu olsa gerektir.

 

Sonuç

İslam kültüründe, şefaat konusunda  iki temel eğilim hâkim olmuştur. Birincisi; haricilerin ortaya attığı, mutezilenin de kabul ettiği, şefaatin inananların cennette derecelerinin yükseltilmesi ve sevaplarının artırılması şeklinde olduğudur. İkincisi ise; mürcie’nin ortaya attığı, şia ve ehl-i sünnetin kabul ettiği, büyük günah sahibinin cezasının kesintiye uğrayarak cehennemden çıkarılarak cennete sokulmasını içermektedir. Bu görüşlerin temeli, o mezhebin iman konusundaki düşüncesine kadar uzanmaktadır. Amelleri imandan bir cüz olarak kabul eden, şirk haricindeki diğer günahları işleyenleri Allah’ın af etmesinin mümkün olmadığını ve büyük günah sahibinin azabının devamlı olacağını ileri sürenler birinci görüşü, imanın tasdikten ibaret olduğunu, şirk haricindeki büyük günahların imanı ortadan kaldırmadığını ve onun azabının devamlı olmadığını kabul edenler ise  ikinci görüşü benimsemişlerdir.

Şefaati konu alan ayetleri üç kategoride ele almak mümkündür. Birincisi; Kur’an’ın indiği ortamdaki, şirk şeklinde gerçekleşen müşrik Arapların inançlarının yanlışlığını bildiren ayetlerdir. Bu ayetlerde, o kültürlerde var olan ve hâkimiyeti Allah’tan başka varlıklara veren inancın reddedildiğini ve Allah’ın otoritesinin ön plana çıkarıldığını görmekteyiz. İkincisi; şefaatin geçerli olduğu alanları belirleyen ayetlerdir. Bu ayetler; meleklerin şefaati, insanların birbirlerine günahlarının bağışlanması için duaları ve sosyal hayatta şefaatin mümkün olduğuna işaret etmektedir. Meleklerin şefaati; dünya üzerinde yaşayan inananların günahlarının bağışlanması şeklinde gerçekleşmektedir. İnananların günahlarının bağışlanması için, kendileri Allah’a dua edebilecekleri gibi, Peygamber ve diğer insanların da onlar adına dua etmeleri mümkündür. Sosyal hayattaki şefaatte ise; insanların haklarını korumak, haksızlığa uğrayan insanların haklarının verilmesi v.s. gibi alanlarda şefaat güzel karşılanmış; şefaatle başkalarının haklarına tecavüz edilen alanlarda ise şefaat kötü karşılanmıştır. Bu tür şefaatte ise; şefaatçinin şefaat ettiği konun mahiyetine göre, şefaatçiye sorumluluk yüklenmiştir.  Üçüncüsü ise; Ahirette bütün varlıkların şefaatinin geçerli olmadığını bildiren ayetlerdir. Bu ayetlerde ise; Ahiret Gününde Allah’tan başka hiçbir otoritenin bulunmadığı, hâkimiyetin kesinlikle Allah’a ait olduğu vurgulanmaktadır. Bununla birlikte, insanların dünya hayatında, cezadan kurtulmak için yöneldikleri, şefaat, fidye, rüşvet v.s. gibi olguların ahirette mümkün olmadığı, ahiretteki yerinin herkesin kendi kazancı doğrultusunda belirleneceği vurgulanmaktadır. 

Ahirette şefaatin imkansız olduğunu belirten pek çok akli ve nakli delil ileri sürmek mümkündür. 1- Kur’an ayetleri açık ve net bir şekilde ahiret hayatında cezadan kurtulmak için şefaatçilerin fayda vermeyeceğini belirtmektedir. Bu ayetlerin ifade ettiği manaların inkârcılara şefaatin olmayacağı şeklinde tahsis etmeye imkân yoktur. 2- Allah’ın va’di ve vaadi değişmez. Eğer Allah’ın vaadini değiştirmesi caiz olursa, vaadini değiştirmesi de caiz olur. Bu, Allah’ın insanlara Kur’an’da belirlemediği sorumluluklar yüklemesi anlamına gelir ki bu da imkânsızdır. 3- Kur’an ayetleri, her insanın sadece kazandıklarının karşılığını göreceğini, Ahirette hiç bir nefsin diğer bir nefisten faydalanmasının mümkün olmadığına işaret etmektedir. Şefaat, ise bu prensip ile çelişmektedir. 4- Kıyamet gününde, Allah’tan başka otorite yoktur. Allah, Dünya hayatında, dilemesi, izin vermesi, razı olması, irade etmesi v.s. sonucu insana özgürlük vermiştir. Ahirette ise; İnsanlar bu özgürlüklerinden yoksundurlar. 

İnsanın kulluk bilincinin zayıflaması sonucu içine düştüğü günahlardan kurtulması, ancak dünya hayatında mümkündür. Ölümden sonra, insan için yapılan hiçbir iyilik fayda vermediği gibi, onun günahlarından kurtulması için gösterilen çabaların da hiç bir değeri yoktur. İnsanın günahlarından dolayı kazandığı cezadan kurtulmasının en güzel yolu tövbedir. Şefaat, aracılar vasıtasıyla cehennemden çıkarılmayı içermesine karşın, tövbe; insanın kendi fiili sonucu  hiç cehenneme gitmemesini  içermektedir. Bununla birlikte, günahlardan kurtulmanın bir diğer yolu, Allah’ın belirlediği güzel fiilleri yapmaya devam etmektir. Bu durumda, inanan insanın günahlardan dolayı kazandığı cezalar, iyiliklerden dolayı kazandığı sevaplarla örtülmektedir. (Mahmut Celal ÖZMEN –http://www.iktibas.info/dergi/subat/dusunce6.htm)

 

 

posted in ŞEFAAT | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

5059-“Resulullah va’z etmek üzere aramızda doğruldu ve dedi ki:”Ey insanlar! Sizler (kıyamet günü) Allah’ın yanında yalınayak, çıplak ve kabuklu olarak toplanacaksınız. [Sonra şu ayeti okudu:] “İlk yaratışa nasıl başladı isek, üzerimizde hak bir vaad olarak yine onu iade edeceğiz…” (Enbiya 104). Haberiniz olsun! Kıyamet günü mahlukattan ilk giydirilecek İbrahim aleyhisselam’dır. Haberiniz olsun, o gün ümmetimden bazı kimseler getirilir ve sol tarafa alınırlar. Bunun üzerine ben:”Ey Rabbim! Bunlar ashabımdır!” derim. Bana:”Sen bilmiyorsun, bunlar senden sonra neler yaptılar” denilir. Ben salih kul (İsa)’nın dediği gibi diyeceğim:”Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat vakta ki sen beni (içlerinden) aldın, üstlerinde gözcü yalnız sen oldun. (Zaten) sen (her zaman) her şeye hakkıyla şahidsin. Eğer kendilerine azab edersen şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları affedersen mutlak galib ve yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da hakikaten sensin sen”(Maide 117-118).] Resulullah devamla dedi ki:”Bunun üzerine bana: “Onlar, sen aralarından ayrıldığın günden beri, dinden yüz çevirmeye hiç ara vermediler!” denilecek.”Bir rivayette şu ziyade var: “Ben: “Rahmetten uzak olsunlar, rahmetten uzak olsunlar!” derim.” [Buhârî, Rikak 45, Enbiya 8, 44, Tefsir, Maide 14, 15, Tefsir, Enbiya 2; Müslim, Cennet 57, (2860); Tirmizî, Kıyamet 4, (3329); Nesâî, Cenaiz 118, (4, 114).] AÇIKLAMA: “Bunlardan murad, Aleyhissalâtu vesselâm zamanında Müslüman olarak yaşayıp sonradan irtidat edenlerdir” denmiştir. Resulullah bunlara da, -üzerlerinde abdest nuru olmasa da- sağlığında onları Müslüman bildiği için nida eder. Ancak “Bunlar irtidat ettiler!” denilir. Esma’dan gelen şu rivayet bize Hz. Peygamber’in çıkacak fitnelere karşı, ashabını uyarmada değişik üsluplara başvurduğunu göstermektedir: “Ben (cennette bana has olan) havuzumun başında yanıma gelecekleri beklerken, bir bölük insan (cehenneme atılmak üzere) yakalanıp getirilir. Ben: “Bunlar benim ümmetimdir” diyerek müdahale ederim. Ancak, “Sen bunların arkandan yüz geri olup, dinden çıktıklarını bilmiyorsun” derler.” Fitne bölümünün açıklama kısmında 4758 no’lu hadisin öncesinde

posted in ŞEFAAT | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“Müşrikler, Allah’ın kızları sandıkları ve taş heykellerle sembolleştirdikleri meleklerin, Allah ile kendileri arasında şefâ’atçi olacaklarına, kendilerini Allah’a yaklaştıracaklarına inandıkları gibi Yahûdî ve Hıris­tiyanlar da peygamberlerinin ve din adamlarının, Allah katında kendilerine şefâ’at edeceklerine inanıyorlardı.

Her fırsatta söylediğimiz gibi müşrikler, tamamen inkarcı insanlar değillerdi. Kâinatı Allah’ın yarattığına inanıyorlardı. Mü’minûn Sûresi’nin 84-89,Zuhruf Sûresi’nin 9, Ankebût Sûresi’nin 65. âyetleri, onların, gökleri ve yeri Allah’ın yarattığına inandıklarını, darda kaldıkları zaman kurtuluş için Allah’a yalvardıklarını anlatmaktadır. Onlar Allah’a böyle inanmakla beraber O’nun emrinde, O’na yakın birtakım gizli varlıklar olduğuna da inanıyor, Allah katında kendilerine şefâ’at edeceğini, kendilerini Allah’a yaklaştıracağını sandıkları o rûhânî varlıklara da tapıyorlardı. Esasen tap­tıkları putlar, Allah’ın kızları kabul ettikleri ruhsal varlıklar olan meleklerin sembolleri idi.

Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de yarar veremeyen şeylere tapıyorlar ve: “Bunlar Allah katında bizim şefâ’atçilerimizdir!” diyorlar. De ki: “Allah’ın, göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah’a haber veriyor­sunuz?” O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir. (10Yûnus/18)

O’ndan başka velîler edinerek: “Biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırmaları için tapıyoruz”, diyenler(e gelince): Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri konuda hükmünü verecektir. Allah, yalancı, nankör insanı doğru yola iletmez. (39Zümer/3)

Allah’tan başka şefâ’atçiler mi edindiler? De ki: “Onlar, hiçbir şeye malik olmayan, düşünmeyen şeyler olsalar da mı (onları şefâ’atçi edineceksiniz?)” 44- De ki: “Şefâ’at tamamen Allah’ındır (yardım ve destek yalnız O’ndandır). Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz.” (39Zümer/43-44) âyetleri, onların bu inançlarına işaret etmektedir.

Zümer: 59/43-44. âyetlerde birtakım âciz şeyleri Allah ile kendileri arasında şefâ’atçi sanarak onlara tapanlara, yaptıklarının mantık yönünün bulunmadığı anlatılıyor. 44. âyetteki “Şefaat tamamen Allah’ındır” sözünün anlamı şudur: Şefaatin sahibi Allah’tır. Şefaat O’nun izin ve yetki vermesiyle olur. O’nun izin vermediği kimse şefâ’at edemez. Öyle ise âciz, düşüncesiz, cansız şeylere tapmanın hiçbir yararı yoktur.

Bu âyetlerde, müşriklerin taptıkları putların, hiçbir şeyi olmayan, düşünmeyen varlıklar olduğu belirtiliyor. Gerçi onlar meleklere, cinlere tapıyorlardı; taptıkları putlar da kendilerince ruhsal varlıkların heykel veya sembolleri idi, ama demek ki zamanla bunların sembol olduğu da unutularak doğrudan bu taşların kendilerine, şefâ’atçi olacağı umuduyla tapınışlardır ki âyette taptıkları şeylerin düşünmeyen, duymayan, hiçbir şeye sahip olmayan âciz şeyler olduğu belirtilmiştir.

Bu âyet, müşriklerin, taptıkları tanrıların, Allah katında kendilerine şefâ’atçi olacağı şeklindeki inançlarını reddetmektedir.

Kur’ân, Allah’ın huzurundaki Mahkemede şefâ’at ve iltimas olma­dığını vurgulamaktadır. Şimdi bu konudaki âyetleri, gözden geçirelim:

Onlara şefâ’atçilerin şefâ’ati bir yarar sağlamaz. (74Müddessir/48) âyette suçlulara şefâ’atçilerin şefâ’atinin yarar sağlamayacağı, kimsenin onları cezadan kurtaramayacağı vurgulanmıştır.

Bu âyetlerden anlaşılıyor ki müşrik Araplar, Allah’ı, tıpkı bir hüküm­dar gibi düşünüyorlardı. Nasıl hükümdarın yanına doğrudan değil, aracılar, muhafızlar vasıtasıyla girilir, hükümdara bir şey kabul ettirmek için onun katında sözü geçen birini bulmak gerekirse; Allah’ın huzuruna varmak, O’nun yanında kabul görmek için de aracılara başvurmak gerektiğine inanmışlar ve bundan dolayı şefâ’atçi dedikleri ruhsal varlıklara tapmışlar ve onların, kendilerini koruyup kurtaracağını sanmışlardı.

İşte Kur’ân, onların bu inancını reddetmektedir. Allah’a kulluk için aracılara gerek olmadığını, O’nun izni olmadan kimsenin şefâ’at edeme­yeceğini ve Allah’ın kulları olan meleklerin de O’nun izni olmadan kimseye bir yarar veya zarar veremeyeceklerini; onun için sadece Allah’a tapmak gerektiğini tekrar tekrar vurgulamaktadır ki bu, tevhidin esasıdır. Ve her­hangi ad altında olursa olsun, Allah ile kul arasına aracı sokmak, Allah’tan başkasının insanı azâbdan kurtaracağına inanmak, ad değiştirmiş şirkten başka bir şey değildir; tevhide aykırıdır, merdûddur. Yüce Allah’ın bu âyetini dâima hatırda tutmak gerekir: “Allah katında şefâ’atçilerin şefâ’ati, onlara bir yarar sağlamaz! “

“Göklerde nice melek var ki onların şefâ’ati hiçbir işe yaramaz. Meğer Allah’ın izniyle, O’nun dilediği ve razı olduğu kimseye yapılsın.” (53Necm/26)

Bu âyette de Allah’ın kızları saydıkları meleklerin şefâ’atine güvenen kimselere, Allah izin vermeden meleklerin kimseye şefâ’at edemeyecekleri ve onların, sadece Allah’ın razı olduğuna şefâ’at edebilecekleri vurgula­nıyor. Bu âyette şefâ’atinden söz edilenler meleklerdir. Melekler ancak Allah’ın izniyle ve Allah’ın razı olduğu kimselere şefâ’at edebilir; Allah’ın razı olmadığına şefâ’at edemezler.

“O’ndan başka tanrılar edinir miyim hiç? Eğer O çok esirgeyen, bana bir zarar vermek dilese, onların şefâ’ati bana hiçbir yarar sağlamaz ve onlar beni kurtaramazlar.” (36Yâsîn/23)

Bu âyetlerde söz konusu edilen şefâ’at, meleklerin şefâ’atidir. Bu âyetler, kendilerine şefâ’atçi olacağı düşüncesiyle meleklerin sembollerine tapanlara; meleklerin, ancak Allah’ın razı olduğuna, O’nun izin ve müsaadesiyle şefâ’at edebileceklerini; O’nun razı olmadığına hiç kimsenin şefâ’at edemeyeceğini vurgulamaktadır.

Allah’ın razı olduğu kimse de zaten suçlu kâfir değil, cennetlik mü’mindir. Öyle ise meleklerin onlara şefâ’ati, Yüce Dîvân’da onu kayırma şeklinde değil, cennette ona arkadaş olma, yardım etmedir

Allah kendisine ortak koşan, doğru yoldan ayrılan, yalan söyleyen, haksızlık eden, gerçeği gizleyen kimselerden razı olmaz. Bunlar Allah’a karşı küfür (nankörlük) davranışlarıdır. “Eğer nankörlük ederseniz, şüphe­siz Allah, size muhtaç değildir. Fakat kullarının küfrüne (nankörlük etme­sine) razı olmaz. [4] Allah, kendisine inanan ve yalnız kendisine kulluk edenlerden razı olur ki işte bu, şükrün gereği olan davranıştır: “Ve eğer şükrederseniz sizin için ona razı olur. [5] Öyle ise sapıkların şefâ’ate bel bağlamaları boş hayalden ibarettir. Çünkü şefâ’at edeceklerine inandıkları kimseler, Allah’ın izin ve müsâadesi olmadan şefâ’at edemezler, ağızlarını açıp tek kelime söyleyemezler. Şefâ’at etmeğe çalıştıkları varsayılsa bile Allah’ın izni olmadan yapacakları şefâ’atin hiçbir yararı olmaz. Çünkü Allah doğru yoldan ayrılanlardan razı olmaz, onları affetmez. Onların affa uğramaları için şirki, nankörlüğü bırakıp iyiye, doğruya yönelmeleri, yalnız Allah’a tapmaları gerekir.

Kur’ân şefâ’ati tamamen reddetmiyor. Necm 26’ncı âyetin içeriğin­den, meleklerin veya Allah katında makbul kişilerin şefâ’at edebilecekleri anlaşıldığı gibi, diğer sûrelerdeki çeşitli âyetlerden de bu anlaşılmaktadır. Ancak Allah öyle yüce, ulu pâdişâhtır ki O’nun huzurunda, kendisi izin vermedikçe, kimse söz söylemeğe, şefâ’at etmeğe kalkışamaz. Allah kime şefâ’at etme izni verirse ancak o şefâ’at edebilir ve ancak Allah’ın razı olduğu kuluna şefâ’at edebilir. Allah’ın razı olmadığına şefâ’at edemez. O halde meleklerin şefâ’atine erebilmek için meleklere değil, Allah’a tapmak gerekir. Allah’ı bırakıp başka varlıklara tapmak, Allah’ı gücendirir. Allah, meleklere, kendisinden başkasına tapanlara şefâ’at etme izni vermez. Bundan dolayı meleklere tapmak, onların şefâ’at etmelerine değil, tersine etmemelerine neden olur…

Bu âyetler karşısında Hz. Peygamber’in âhirette büyük günâh sahip­lerine şefâ’at edeceği hakkındaki abartılı hadîslerden kuşku duymamak mümkün değildir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, şefâ’at izninin kime verileceğini bildirmemiş ve meleklerin şefâ’atine bel bağlayan müşrikleri, peygam­berlerinin ve din adamlarının şefâ’atine bel bağlayan Kitâb ehlini kınamış iken Peygamber (s.a.v.) nasıl olur da kendisinin, Allah’ın razı olmadığı günahkârlara şefâ’at edeceğini söyler? Şefâ’atim, ümmetimden büyük günâh sahiplerinedir. der? Bu söz, Allah’ın razı olmadığı insanlara kimsenin şefâ’at edemeyeceğini bildiren âyetlere ay­kırıdır..

De ki: “Ben türedi bir elçi değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyuyorum ve ben apaçık bir uyarıcıdan başka bir şey değilim.” (Ahkâf: 66/9) Nitekim Hz. Peygam­ber’in, Osman ibn Maz’ûn’un vefatı üzerine söylediği şu söz de bunu açıkça ortaya koymaktadır:

(Sahâbî-lerden) Osman ibn Maz’ûn öldüğü zaman bir kadın (başka bir rivayete göre Osman’ın kendi karısı): “Cennet sana kutlu olsun ey Maz’ûn oğlu Osman!’ demiş. Allah’ın Elçisi (s.a.v.) ona kızgınca bakmış,’Ne biliyorsun (cennete gideceğini)?’ demiş. (Kadın):’Ey Allah’ın Elçisi, senin şövalyen ve sahâbîndir’ demiş. Allah’ın Elçisi:’Vallahi ben Allah’ın Elçisiyim, ben bile bana (başka bir rivayette : bana ve ona) ne yapılacağını bilmem!’ demiş. Halk Osman’in durumuna acımıştır.

Kur’ân’a göre âhirette herkes kendi eylemleri ve ruhsal değeriyle ölçülür. Yüce Dîvân şefâ’at ve iltimas yeri değildir.

Ahiret hesap ve cezası ancak vahiy ile bilinebilecek gayb olaylarıdır. Bunlar hakkında zan ve tahmine dayanarak hüküm vermek, gerçekte hiçbir mânâ taşımaz. Allah’ın Kur’ân’da bildirdiğine göre kendisinin izni olmadan hiç kimse şefâ’at etmeğe kalkamaz.

Şefâ’at konusunda Kur’ân ve Peygamber böyle söylerken bazı kimse­lerin şeyhlerinden aldıkları garantilere bağlanmaları, Kur’ân’ı bilmeme­lerinden kaynaklanmaktadır. Herhalde müridlerine böyle garantiler veren­ler de bu âyetleri bilseler ve bunların anlamını düşünseler gayb âlemi hakkında böyle cür’etli söz ve davranışlardan kaçınırlar…

Ey inananlar, ne alışverişin, ne dostluğun ve ne de şefâ’atin olmadığı gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan (Allah için) harcayın. Kâfirler, zâlimlerin tâ kendileridir…. 255- O’nun izni olmadan kendisinin katında kim şefâ’at edebilir? (Bakara: 92/254-255)

Kur’ân’ın inişi sırasında müşrikler meleklerin, kendilerine şefâ’at edeceklerine inandıkları gibi, İsrâîloğulları da âhirette azizlerin şefâ’atiyle kurtulacaklarını sanıyor ve böylece Allah’ı, nüfuzlu kimselerin, huzurunda şefâ’at edip suçluyu affettirecekleri krallara ve prenslere benzetmiş olu­yorlardı. Dünyâda birçok fesatçı, ahlâksız, bozuk insanlar, iltimaslar, kayırmalar sonunda yüksek mevkiler, menfaatler sağlamışlardır. Eğer Allah da böyle yanında her nüfuzlunun şefâ’at edebileceği bir kral gibi ise, o zaman âhirette de adalet olmaz. Allah bundan münezzehtir. Onun için Bakara Sûresi’nde üç kez âhirette kimseden fidyenin ve şefâ’atin kabul edilmeyeceği vurgulanmıştır. Bunların ilk ikisinde hitap Yahudilere, sonun­cusunda da Müslümanlaradir. Yahudilere, Allah’ın huzurunda kimsenin şefâ’at edemeyeceği; o Mahkemede aracılığın, iltimas ve fidyenin kabul edilmeyeceği belirtildikten sonra Müslümanlara da onlar gibi düşünme­meleri, âhirette şefâ’atin olmadığı, müşrik ve fâsıkların, şefâ’at ile kendi­lerini cezadan kurtaramayacakları anlatılmaktadır..

Güzel işlere şefâ’at etmeyi öven Allah’ın Elçisi, bir menfaat için aracı olmaya karşı da insanları şiddetle uyarmıştır: “Kim bir Müslüman kardeşine şefâ’at eder de şefâ’at ettiği kimse, kendisine bu yüzden bir hediye verir ve o da bunu kabul ederse büyük günâh kapılarından birine gelmiş olur. [20]

Muhammed Abduh şöyle diyor: “Ehl-i Sünnet, mu’tezile ve öteki İslâm fırkaları, Allah’ın bilgi ve ihsanının tam kemal üzere olduğunda oybirliği içindedirler. Allah’ın her şeyi bilmiş olması da bilinen anlamda bir şefâ’ati imkânsız kılar. Kur’ân-ı Kerîm’de:’O’nun izin verdiğinden başkası şefâ’at edemez’ gibi bazı âyetlerde geçen istisna, şefâ’atin vuku-bulacağını değil, tersine bunun olmayacağını vurgulamak içindir. Yani O, öyle hükmünde tektir ki O’nun huzurunda Kendisinin izni olmadan kimse şefâ’at edemez. O da şefâ’ate izin vermez. Çünkü bilinen anlamda şefâ’at, indinde şefâ’at edilene, kendisi için şefâ’at edilen hakkında, O’nun bilme­diği bir şeyi söyleyip övmek, onu hak etmediği bir mevki’e yükseltmek, ona çıkar sağlamak içindir.’O gün herkese yaptığının tam karşılığı verilir, hiç kimseye haksızlık edilmez’[24] diyen Allah, âhiret gününde en ufak bir haksızlığa izin vermez. Herkes zerre ağırlığınca yapmış olduğu hayrı veya şerri görür. Böylece istisnasız olarak şefâ’atin olmadığını söyleyen âyetler ile, Âyetu’l-Kursî’de olduğu gibi bazı âyetlerde şefâ’at hakkında istisna yapılmış olmasını uzlaştırmak mümkündür. Fakat Hz. Peygamber’in şefâ’at edeceği hakkındaki hadîslere gelince bunlar, selef ve halefin ihtilâfa düştüğü müteşâbihâttandır. Bunların anlamını Allah’a havale ederiz… [25] (Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Şefaat maddesi)

posted in ŞEFAAT | 0 Comments