-
4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DİYANET VE KANDİL GECELERİ YA DA AKILCILIKLA HURAFELER ARASINDA SIKIŞIP KALMAK

Diyanet İşleri Başkanlığı ve Din İşleri Yüksek Kurulu ülkemizde tüm tartışmalara rağmen en etkili ve saygın kurumlarının başında gelmektedir. Toplum üzerindeki etkisi düşünüldüğünde bu kanaatin yabana atılır bir tarafı olmadığı görülür. Çünkü TC’de vatandaşlarının büyük bir kısmı ibadetler dahil bir çok konuda bu iki kurumun görüş ve kararları doğrultusunda hareket etmektedir. Hatta bu coğrafyada yaşayan insanların bir kısmı özellikle Diyanet İşleri Başkanlığını İslam’ı temsil eden bir kurum olarak görmektedir. Bazı Müslümanlar, İslam’da ruhbanlığın ve kilise benzeri kurumların bulunmadığını söyleseler de, toplumun önemli bir kesiminin Diyanet İşleri Başkanlığı’na böyle bir misyon yüklediği de ortada. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın her karar ve faaliyeti önem arzetmekte, toplum üzerinde olumlu veya olumsuz bir etkiye neden olmaktadır.

Ancak devletin de bir devlet kurumu olarak DİB’dan bir beklentisi, başka bir deyişle ona yüklediği bir misyon vardır. Göründüğü kadarıyla bu misyon, hukukla ilgili alanda yani devletin kendisini tanımladığı temel konularda reformist ve akılcı, dini ve sosyal hayatta ise gizemci ve hurafeleri önceleyen bir tavır sergilemek.

Toplumun büyük bir kesimi tarafından Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Müslümanların etkin ve üst bir dini kurum olarak görülmesi yanında İslam Dininin sözcüsü veya temsilcisi olarak algılandığı da ayrı bir gerçektir. İşin en ilginci ise Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da görüş, uygulama ve kararlarıyla böyle bir tavır içinde olmasıdır. Hem siyasi otoritenin hem de devleti yöneten diğer güçlerin bu kurumdan, tüm Müslümanları temsil ediyormuş veya onların adına konuşuyormuş veya İslam’ın kararını açıklıyormuş gibi bir hizmet beklemesi veya bu yönde açıklamalar yapmaya yöneltilmesi, bu görüşleri kuvvetlendirmektedir.

Benzer bir durum Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olarak çalışan Din İşleri Yüksek Kurulu için de geçerlidir. Bu kurul ülkenin en büyük dini kurulu olarak kabul görmektedir. Zaman zaman güncel konularla ilgili görüşlerini açıklamaktadır.

İster bu gerekçelerle ilgili olsun isterse yasal yetkileri çerçevesinde olsun Diyanet İşleri Başkanlığı, TC’de yaşayan Müslüman vatandaşların din ile ilgili işlerini sevk ve idare etme yanında bazı güncel tartışmalarla ilgili görüşlerini de açıklamaktadır. Müftülükler kanalıyla da halkın ibadetler ve günlük hayattaki bazı sorunlarla ilgili sorularına da cevaplar vermekte, bu cevaplar da genelde İslam dininin görüşü olarak algılanmaktadır. Ayrıca bütün TC camilerindeki Cuma hutbeleri de yeknasaklığın sağlanması ve farklı görüşlerin ortaya çıkmasının engellenmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı bu hutbeler kanalıyla da toplumu bilgilendirip yönlendirmektedir.

DİB Başkanı bazı açıklamalarında İslam dinini, hurafe ve uydurmalardan uzak, toplumu çalışmaya, birlik ve beraberliğe teşvik eden, tembelliği ve her türlü uyuşukluğu ortadan kaldıran, en önemlisi de aklı esas alan bir din olarak tanıtmaktadır. İslam’ın çağdaş ve modern bir din olduğunu vurgulamaktan da kaçınmamaktadır. Toplumda görülen bazı batıl inanışların, hurafe ve uydurmaların İslamla bir ilgisinin olmadığını sık sık tekrarlamaktadır. Ancak, hem Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırladığı hutbelerde hem de camilerde görevli imam ve vaizlerin, vaaz ve hutbelerinde farklı bir üslup ve anlayış içinde olduğu da görülmektedir. Hurafe ve uydurma edebiyatı en yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bu yaygınlık, “dini gün ve gecelerde” daha yoğun olarak işlenmekte, topluma akıldışılıktan ve hurafelerden ibaret bir din sunulmaktadır.

Zaman zaman üst düzey görevliler dinde aklın ve vahyin esas olduğuna dair açıklamalar yapsalar da hem Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırladığı metinlerde hem de görevli imam ve vaizlerinin camilerdeki hutbe ve vaazlarında farklı bir dil ve tavır sergiledikleri görülmektedir. Hem anlattıkları şeyler vahiy ve akılla çelişmekte, hem de karşı olduklarını söyledikleri hurafe ve uydurma rivayetler sundukları şeylere delil olarak gösterilmektedir. Hatta Ramazan ayı boyunca camilerde verilen vaazlarda anlatılan din ile Kur’an’da ifadesini bulan din arasında neredeyse bir benzerlik kurmak bile mümkün olmamaktadır.

Diyanet İşleri Başkanlığı yetkilileri imam ve vaizlerinin yeterli bilgiye sahip olmadığını kabul etmekte, ancak, kadrosundaki personelini yetiştirmek ve bilgilendirmek için de herhangi bir program uygulamamaktadır. Yetkililere bakılırsa çok sayıda kurs ve toplantı düzenlenmektedir; ancak bu toplantı konularına ve kurs programlarına bakılırsa şekilcilikten öteye gidilmediği, bazı konulara yüzeysel değinilerek geçildiği, asıl yoğunlaşmanın ses güzelliği ve kraatte olduğu görülmektedir. DİB, Bütün enerjisini güzel sesli imamlar bulup, makamına uygun ezan ve Kur’an okutmakla bir de kurum içindeki irtica odaklarını ortaya çıkarmaya harcamaktadır. Elbette Hac mevsiminde Mekke ve Medine’ye seferler düzenlemek de esas görevleri arasında bulunmaktadır. Biz elbette işin bu yönü üzerinde yoğunlaşacak değiliz.

Biz bu çalışmamızda Diyanet İşleri Başkanlığı ve Din İşleri Yüksek Kurulunun, toplumu bilgilendirip yönlendirmek için hazırladığı metinlere bir göz atacağız. Bunun için de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırladığı Cuma hutbelerinde ve Din İşleri Yüksek Kurulu kararlarında dile getirilen konuları ve kendi görüşlerini desteklemek için delil getirdikleri metinlere dikkat çekeceğiz. Bu metinler gerçekten hem içerik hem kullanılan dil hem de verilmek istenen mesaj açısından ilginçlik arzetmektedir. Özellikle de bu metinlerde seçilen hadisler dikkat çekmektedir.

Aklın ve vahyin esas olduğunu söyleyen yetkililer nedense hazırlanan metinlerde bunun tam tersini sergilemektedirler. Bir yandan toplumu bidat ve hurafelerden uzak durmaya, akıl dışı şeylere inanmamaya davet ederken, hazırladıkları metinlerde, en akıldışı ve Kur’an’a ters anlayış ve davranışları İslam olarak sunmaktadırlar. Bunu hem o konuyu yorumlamada hem de kendi yorumlarına delil olarak sundukları rivayetlerde yapmaktadırlar. Zaten yeteri kadar önemsenmeyen, sorgulama ve akletme olgusu, DİB’in metinleriyle, camilerde verilen hutbe ve vaazlarla adeta toplumun gündeminden bütünüyle çıkarılmaktadır. DİB’in niçin böyle bir tavır ve çelişki içine düştüğü veya böyle bir yol izlediği bizim meçhulümüzdür.

Bunu ya toplumla ters düşmemek adına ya kendilerine böyle bir görev verildiği için veya gerçekten görüşleri bu yönde olduğu için yapmaktadırlar. Bilemiyoruz. Örneğin bunu akılla ve vahiyle çatışan ancak geleneksel İslam anlayışı içerisinde yeri bulunan bir çok konuda hazırlanmış metinlerde açıkça görmek mümkün. Bu metinlere bir göz atıldığında, konuları izah etmek ve dindeki yerini göstermek için mevzu ve zayıf hadislere bolca yer verildiği görülecektir.

Oysa Diyanet İşleri Başkanlığı Türkiye’de ciddi anlamda yayıncılık yapan ve bir çok önemli eseri topluma kazandıran bir kurumdur. Mevzu(uydurma) Hadisler kitabı da bu yayınlardan biridir. Bu kitapta, hangi hadisin hangi nedenden dolayı mevzu olduğu uzun uzun anlatılmış ve bu konu örnekleriyle ortaya konmuş. Ancak aynı Diyanet İşleri Başkanlığı hazırladığı metinlerde bu kitapta mevzu/uydurma hadis olarak görülen rivayetleri ve benzerlerini Peygamberimizin ağzından aktarılmakta ve toplumu yanlış bir şekilde yönlendirmekte bir sakınca görmemekte, hatta bunu İslam olarak sunmaktadır. Herhalde bu rivayetlerin herhangi bir kitapta veya hadisleri toplayan meşhur bir kaynakta yer alıyor olması, onların muteber ve sahih kabul edilmesi için yeterli sayılmaktadır.

Toplumu bilinçlendirmek, hurafe ve uydurmalardan, özellikle de akıl dışı uygulamalardan uzak tutma iddiasında olan bir kurumun, tartışmaya açık ve Kur’an’ın temel ilkeleriyle açıkça çelişen bir çok rivayeti, sırf bir hadis kitabında yer alıyor diye veya geleneksel anlayışta bunlar muteber kabul ediliyor diye Peygamberimizin sözü ve uygulaması olarak aktarmak ve bunlar üzerine açıklamalarda bulunup bazı uygulamalara geçmek insanın aklına bazı soruları getirmektedir.

Biz şimdi biz Diyanet İşleri Başkanlığının Cuma hutbeleri için hazırlayıp kendi internet sitesinde yayınladıkları metinlerindeki bazı rivayetleri aktaracağız. Gerek duyulursa bu rivayetlerle ilgili kendi kanaatimizi de açıklarız

07.12.2001 tarihli “Kadir Gecesi” isimli hutbede şu rivayet aktarılmakta ve insanların 365 gün boyunca yaptıkları yanlışların birkaç saatlik nafile ibadetle yok olacağını ve bütün günahlarının bağışlanacağı söylenerek hem toplum yönlendirilmekte hem de İslamın adalet, eşitlik anlayışı zedelenmiş olmaktadır.

“Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde:

Kim Kadir gecesini, faziletine inanarak ve mükafatını da Cenab-ı Haktan bekleyerek, ihya ederse, o kimsenin geçmiş günahları bağışlanır” buyurmuşlardır.(Tecridi Sarih: c:1,sh:45).

26.10.20 tarihli ve “Berat Kandili” başlıklı hutbe de şunlar anlatılmaktadır.

“Berat ve kadir geceleri, Cuma ve bayram günleri gibi mübarek gün ve geceler; Müslümanların Allah’a yöneldikleri, çeşitli ibadetlerle meşgul oldukları, hayır ve hasenat yaptıkları; dua, tevbe ve istiğfar ile günahlarının bağışlanmasını niyaz ettikleri bereketli ve feyizli zamanlardır. Sevgili Peygamberimiz (a.s.), en çok Şaban ayında, özellikle Berat gecesinin yaklaştığı günlerde nafile oruç tutmuş ve bunun sebebini soranlara, “Ameller, bu ayda âlemlerin Rabb’ı yüce Allah’a arz edilir. Ben de amellerimin oruçlu iken Allah’a arzedilmesini isterim” cevabını vermiştir.” (Tac, II, 106).

Aynı hutbeden bir alıntı daha.

“Sevgili Peygamberimiz (a.s.), “Şaban ayının 15. gecesini ibadetle geçirin, gündüzünde de oruç tutun. Çünkü yüce Allah, bu gece dünya semasına rahmetiyle tecelli eder ve; “tevbe eden yok mu! Onu affedeyim. Rızık isteyen yok mu, ona rızık vereyim, hastalığından şifa isteyen yok mu ona şifa vereyim. Yok mu şunu isteyen yok mu bunu isteyen” der. Bu durum, sabaha kadar devam eder” buyurmuştu” (Tac, II, 107)

Peygamberimiz (a.s.); Allah’a ortak koşmak, kin ve düşmanlık beslemek, kibir ve gurur içinde olmak, içki ve uyuşturucu kullanmak, akraba ve komşularla ilişkiyi kesmek, ana-baba haklarına riayet etmemek gibi günahların, bu gece vesile edilerek terk edilmesini tavsiye etmiş; günahlarına ısrar edenlerin, af ve mağfiretten mahrum kalacaklarını ve bu gecenin feyzinden yararlanamayacaklarını bildirmiştir(Munziri,Tergib,II,241)

9.11.2001tarihli ve “Ramazan Ayının Faziletleri” başlıklı hutbeden;

“Ramazan ayının fazileti hakkında, Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bir hutbesinde şöyle buyurmuşlardır: “Ey insanlar! Büyük ve mübârek bir ayın gölgesi üzerinize düştü. Bu ay içerisinde, bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi vardır. Bu ayda Allah, gündüzleri oruç tutmayı farz kıldı, ben de bu ayın gecelerinde teravih namazını size sünnet kıldım. Bu ayda bir iyilik yapan, başka zamanlarda bir farzı yerine getirmiş gibi sevap kazanır. Bu ayda bir farzı yerine getiren kimse de, başka aylarda yetmiş farzı yerine getirmiş gibi (mükâfât almış) olur.” Aynı hutbede devamla şöyle denmektedir.

Ramazan sabır ve yardımlaşma ayıdır, sabrın ve yardımlaşmanın mükafatı ise cennettir. Ramazan bereket ayıdır, mü’minin rızkının çoğaldığı bir aydır. Kim bu ayda bir oruçluya iftar ettirirse, onun bu davranışı günahlarının bağışlanmasına, cehennemden kurtuluşuna ve iftar ettirdiği kimsenin tuttuğu orucun sevabından pay almasına vesile olur. Oruç tutan kimsenin sevabından da bir şey eksilmez.”(Miskatül Mesabih,H.No:1965) DİB’in Bu rivayetleri tercihi ve yaptığı açıklamalar, onun nerede durduğunu ve topluma nasıl bir din ve sosyal hayat önerdiğini ortaya koymaktadır. MEHMET YAŞAR SOYALAN

http://www.fikriyat.net/modules.php?name=News&file=article&sid=72

posted in KANDİLLER | 0 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUTLU DOĞUM’UN ANLAMI

İslam tarihinde Peygamber Efendimiz (s.a.)in doğum gününün kutlandığına dair herhangi bir kayıt yoktur. Kur’an-ı Kerim ve Hadis kaynaklarında da buna ilişkin herhangi bir tavsiye ve ima bulmak mümkün değildir. Böyle olmakla beraber bir dönemden sonra Mevlid kandili (Rebiülevvel’in 12. günü) diye bir gece ihdas edilmiştir. Daha sonraları buna benzer geceler kutlanmaya başlandı: (Receb’in ilk cuması: Regaib Kandili, Receb’in 27. günü: Mi’rac Kandili, Şaban’ın 15. günü: Berat Kandili)

Ramazan’ın 27. gecesi: Kadir Gecesi’ni istisna etmek lazım. Zira, gecenin “Bin aydan hayırlı olduğu” Kadir Suresi’nde belirtilmektedir. Berat gecesiyle ilgili de rivayet edilen hadisler vardır. Ancak bu tür kutlamalara yine de ilk zamanlarda rastlanamaz.

Pekiyi, diğer geceler ne zaman birer “kutsal gece” ilan edildi?

Yakın zamandaki kutlamalardan başlamak gerekirse, Türkiye’de kutlu doğumun bir hafta boyunca kutlanmaya başlanmasının tarihi yenidir. İlk defa 1989 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı böyle bir kutlamaya karar verdi ki, bunun 10 sene önce gerçekleşen İslam Devrimi’yle bir ilgisi vardı. Zira Devrim’den sonra İran, Peygamber Efendimiz ( s.a.)’i tebcil eden etkinlikler ve Kudüs Haftası kutlamaları yapmaya başlayınca Türkiye de kutlu doğum haftası düzenlemeye başladı. Daha uzak bir tarihe baktığımızda farklı bir manzarayla karşılaşıyoruz:

Araştırmalar, kandil gecelerinin sonraki dönemlerde ihdas edildiğini ortaya koyuyor. Miladi IX. (H. III) yüzyılda yaşayan Fakihi, Mekke’de halkın Berat Gecesini Mescid-i Haram’da namaz kılmak, Ka’be’yi tavaf etmek ve Kur’an okumak suretiyle ihya ettiğini söyler. XI. yüzyıldan itibaren Şam’da Emeviler Camii’nde Berat gecesinde kandiller yakılmış, “bid’at” nitelendirilmesine rağmen bu adet devam ettirilmiştir. İbn Kesir, “Halka Berat gecesinde ilk tatlı dağıtan kişi Selçuklu veziri Fahrulmülk’tür” der. Osmanlılar’da II. Selim döneminde (1566-1574), camiler aydınlatılıp minarelerde kandiller yakıldığı için bu gecelere (Mevlid, Regaib, Mi’rac, Berat, Kadir) “Kandil geceleri” denilmiştir. (Nebi Bozkurt, Kandil Md.; Halit Ünal Berat Gecesi Md. DİA).

Bazı bilginlerin muhtemelen iyi niyetle zamanlarına ait bir maslahat gözeterek, ancak yeterince tahkik etmeden adına “kandil geceleri” denen gün ve gecelerle ilgili söyledikleri muhakkik alimler tarafından eleştirilmiştir. Mesela İmam Gazali’nin “İhyau Ulumu’d-Din” adlı değerli eserine aldığı rivayet ve nakiller bu türdendir. Gazali’nin “Bu gece her rekatta Fatiha’dan sonra 11 ihlas okunmak suretiyle kılınacak yüz rekat veya her rekatında Fatiha’dan sonra 100 ihlas okunan 10 rekat namazın çok sevap olduğuna dair naklettiği rivayet” (İhya, I, 555 vd.) Zeynuddin el Iraki ve İmam Nevevi gibi alimler tarafından uydurma olarak nitelendirilmiştir. Mevzu(uydurma) hadisler konusunda çalışması olan Aliyyu’l-Kari de, bu rivayetin uydurma olduğunu belirttikten sonra, Berat Gecesi namazının miladi 1010 (H. 400) yılından sonra Kudüs’te ortaya çıktığını söylemektedir.

Yukarıda değinildiği üzere bu gecelerde namaz kılınması, Kur’an okunması, dua ile Allah’tan af ve bağışlanma istenmesi, İslami bilginin arttırılması amacıyla sohbet toplantılarının düzenlenmesi kuşkusuz güzeldir. Şaban’ın 15. gecesiyle ilgili Müslim’de yer alan Hz. Aişe’nin hadisi bu gibi tutum ve davranışları teşvik eder.

. Ancak bu çerçeveyi aşan kutlama ve seremonilerin sakıncaları da yok değildir. Dinin, yılın belli başlı birkaç gecesine hasredilmesi; modern toplumdaki tüketime ve pagan seremonilere hizmet etmek üzere icad edilen günlere veya Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki bazı gün ve özel kutlamalara nazire olsun diye İslam’da olmayan adetlerin ihdas edilmesi; dinin bu gecelerde şekliden ibaret ritüellere dönüştürülmesi sağlıklı bir tutum değildir. Bazı zamanlara, gün ve gecelere Kur’an’ın ve Peygamber’in atfetmediği kutsallıklar atfetmek de dinin tasvip ettiği bir usul ve tutum değildir

Son zamanlarda kutsal gecelerin ihdası ve bu gecelere özel bir önem atfedilmesinin küresel ölçekte yaşamakta olduğumuz krizle de yakın bağlantısı var. Özellikle modern kent hayatında, nüfusları on milyonu aşan devasa metropollerde “birey” durumuna indirgenmiş insan varlıktaki merkezle bağlarını koparmış, referans noktalarını kaybetmiş bulunmaktadır. Sekülerlikle varlık, dünya ve hayatın çeşitli biçimleri kutsaldan arındırılmış, insanın anlam dünyası yol gösterici bir haritadan yoksun bırakılmıştır. Her şeyin maddileşip dünyevileştiği, kültürün eğlence, tüketim ve bedeni hazlara indirgendiği bir dünyada insan kutsalı arıyor, kendine varlıkta ruhunu irtibatlandıracağı bir referans noktası, hakiki, sahici bir anlam çerçevesi istiyor.

Bu ihtiyacı sahici yollar ve araçlarla karşılamak gerekir. İyi niyetle vuku bulacak bir sapma dinin içeriden tahrif edilmesine sebep olabilir. Bu konuda dikkatli olmakta yarar var. (Ali Bulaç)

http://www.bilgihikmet.com/

posted in KANDİLLER | 1 Comment

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Gerçek hayat dini ve kandil geceleri

“Müslümanlarca kandil geceleri diye bilinen geceler; Rabiulevvel ayının onikinci gecesi olan Mevlid, Recep ayının ilk cuma gecesi olan Regaib, yine Recep ayının yirmiyedinci gecesi olan Mirac, şaban ayının onbeşinci gecesi olan Beraat ve Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi olan Kadir Gecesidir. Osmanlılar döneminde II.Selim zamanından başlayarak, minarelerde kandiller yakılarak duyurulup kutlandığı için “Kandil” olarak anılmaya başlamıştır. Yukarıda adı geçen gecelerin hiçbirisini Peygamber Efendimiz kutlamamıştır. Bunlar Peygamberimizden çok zaman sonra kutlanmaya başlamıştır.” (Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), c. 24, s. 300)

Devletin resmi din kurumu Diyanet’in hazırladığı ansiklopedide “kandil” maddesinde bunlar yazıyor.

Fakat kandil gecelerini bizzat organize eden, camilerde mevlid ve dua merasimleri düzenleyen, bu geceler münasebetiyle kutlama mesajları yayınlayan ve halkın kendilini kutlayan da yine Diyanet’in kendisi…

Peki bu nasıl oluyor?

Çünkü bu gecelerin kutlanması bir halk geleneği değil; devlet politikası da ondan.

Nedir devlet politikası?

İslam’ı doğuş tabiatına uygun olarak bir “gerçek hayat dini” olmaktan çıkarıp, “mübarek gün ve geceler dini” haline getirmek…

Gündüzün ortasında, hayatın kalbinde atan bir din olmaktan çıkarıp, el ayak çekilince, hayatın tümüyle uykuya çekildiği gece vakitlerinde hatırlanan bir “tapınak ve ayin” dini haline sokmak

 

Peki nedir işin aslı?

Bunu anlamak için, İslam’a “eski dünya dinlerini” dönüştüren reformcu özelliği açısından bakmayı bilmek gerekir.

Çünkü İslam, modern dönemde değil; o dinlerin hüküm sürdüğü dönemde doğmuştur. Onlarla kıyas yapılmadan tabiatında neyin yattığı ve karakterinin ne olduğu anlaşılmaz. Bu nedenle İslam’ı modernitenin alternatifiymiş gibi sunmak ve sürekli onunla kıyaslamak yanlıştır. Olsa olsa modernitenin İslam’dan nasıl etkilenerek kiliseye karşı çıktığı konuşulabilir. Çünkü kiliseye asırlar önce İslam karşı çıkmış ve eleştirmişti…

***

İslam, eski dünya dinleri tabir ettiğimiz Yahudilik, Hristıyanlık, Mecusilik, Sabilik, Maniheizm vs. “tapınak ve ayin dinlerinin” hüküm sürdüğü bir dönemde doğmuştur. Yer yer bunların formlarını kullanmakla birlikte bütün bunları dönüştürmüş ve dini, tapınaktan sokağa, bir sınıfın tasallutundan halkın yaşam alanlarına çekmiştir. Böylece din “gerçek hayat dini” (dinu’l-gayyime) haline gelebilmiştir.

Örneğin miraca eski dünya dinlerinde sadece din adamları, zenginler, tanrı-krallar vs. çıkabilirdi. Merdiven anlamına gelen mirac/mearic onların tekelindeydi. Gerçek hayat dininin peygamberi “Mü’minin miracı namazdır” diyerek bunu sokaktaki adamın tek kişilik eylemine, “Namaz bütün kötülüklerden alıkoyar” ayetini okuyarak da, namazı gündelik hayatın içine çekti. Böylece namaz bir “tapınak ayini” olmaktan çıktı, hayat akışının rasyonel ilişkilerini düzenleyen itici bir motivasyona dönüştü.

Yine eski dünya dinlerinde “Tanrıların her yıl dünyayı yeniden yaratması” inanışı vardı. Bu güne “Nevruz” demekteydiler. Yenigün anlamına gelen bu günde baştanrı dünyada bir yıl boyunca olup bitecekleri planlar, dünyanın yıllık yeniden yaratılışının kararlarını alırdı. “Şaman” veya “Brahman”lar Tanrı’nın katına çıkarak bunun bilgisine sahip olurlardı. Babil (Tanrı’nın kapısı) ülkesinin kralı, Babil kulesine çıkarak bu bilgiye tanrıdan alır ve insanlara duyururdu. O yıl kimin ölüp kimin yaşayacağı, yılın kurak mı bereketli mi geçeceği, nerede hangi felaketin olacağının bilgileriydi bunlar… Tanrı-kralın kulları da o gün tapınakta toplanarak, Tanrıların kendileri için hayır dilemesini, ömürlerini uzatmasını, zenginlik vermesini, kuraklığa ve felakete maruz bırakmamasını niyaz ederlerdi. Tanrılar bu niyazlara göre icabında o yıl boyunca diledikleri kullarına bunları yazmazdı. (Eliade).

***

Dipdiri yaşam kaynağı ve yarattıkları üzerinde titreyen (hayyu gayyum) Allah, Gerçek hayat kitabı (kitabun gayyime) olan Kur’an’da bu inanışı kökten değiştirerek şöyle buyurdu:

“O, her gün yeni bir iş ve oluştadır” (55/Rahman, 29).

Böylece yaratılış yıllık olmaktan çıktı; değil aylığa, haftalığa hatta günlüğe, “âna” çekildi.

Çünkü “O her gün bir iş ve oluştadır” ifadesi varlık âlemindeki “sürekli yaratmaya” işaret etmektedir. Ayette geçen “yevm” kelimesi gün içinde, gün boyunca, böyle böyle her gün, her an manasında kullanıldığına göre (Razi) bütün iş ve oluş O’nun yaratması olmuş olur.

Demek ki Allah bu yaratmaya varlığı katmakta, varlıkların kendi eylemleri, iş ve oluşları yaratmanın bir parçası olarak ele alınmaktadır. “Denizlerde dağ gibi yüzen gemiler O’nundur” (55/24) ayetinde de işaret edildiği gibi, gemileri yapan, yürüten aslında insanlar olmasına rağmen O’na nisbet edilmektedir. Keza çocuğu erkek ve dişinin iş ve oluşu meydana getirmesine rağmen “Size çocuk veren, rahîmlerde yaratan O’dur” denmektedir. Bedir günü düşmanın üzerine ok atan veya toprak saçan peygamber olmasına rağmen “Attığında atan sen değildin, Bizdik atan” denmektedir.

Bunların anlamı şu olsa gerek: Allah varlığı -burada insanı- yaratmaya katmaktadır. Hepsinin birden yaptığı işe “yaratma” demektedir. Gün boyunca insanların sağa sola koşturması; kiminin doğması, kiminin ölmesi, kiminin yolculuk yapması, kiminin parkta oturması, bir trenin kasabadan geçmesi, havaalanlarından uçakların kalkması, inmesi, suların akması, yağmurun yağması, şelâlenin çağıldaması, ağaç yapraklarının hışırdaması, yerde yılanın sürünmesi, gökte kartalın uçması, şimşeğin çakması, yıldırımın düşmesi, göçmen kuşların dizi dizi göçmesi, çobanın sürüsüyle dağlarda gezmesi, koyunların ağıllardan su içmesi vs. bütün tarihî, tabiî ve insanî iş ve oluş “şe’n” kavramının içine girmektedir.

Allah’ın her an iş ve oluşta olması insanlara rağmen olmadığı gibi, insanların iş ve oluşta olması da Allah’a rağmen olmamaktadır. Bilakis “birlikte” olmaktadır. Deniz ile balıkların “birlikte” iş ve oluş halinde olması gibi… Burada bütün varlık ve oluşun tek bir kelimede toplanarak ifadesi söz konusudur. O tek kelime “Allah”tır. Ve o Allah her an bir iş ve oluştadır…

“Bir zerredir ki Hakk’ın sonsuz zerresi

Bir zerre bile ondan kopamaz ayrılarak

Gece ve gündüz bu evrensel sofradan

Her can rızkın almada ortaklaşarak

Rahat ve asude bir döşektir canlılara hep

Bir alevli top üzerinde lâkayt ve endişeden uzak

Asıl maksat ezeli hükmü bulmasıdır varlığın

Görünüşteki sevap ve hata hep bahanedir

Oluşun her zerresi bunda bulur hayat neşesini

Yaratılan her şey bundan çeker ölüm içkisini”

(Ziya Paşa)

***

Demek ki yaratılış yıllık, aylık, haftalık veya günlük planlanmadığı için, her an bir iş ve oluş (şe’n) söz konusu olduğu için, iş ve oluşlar da insanların eylemleriyle birlikte oluştuğu için, bu iş ve oluşların planlandığı bir gün veya gece (Ör. Beraat gecesi) de söz konusu değildir.

Dolayısıyla bu gün ve gecelerde toplanıp hakkımızda hayırlı olanın yazılmasını isteme diye bir şey de mevzubahis değildir. Hakkımızda hayırlı olan, bu gecelerde değil; doğrudan hayatın içinde gerçekleştireceğimiz iş ve oluşlarda ortaya çıkacak ve belirlenecektir. Buna biz kendimiz karar vereceğiz. Kur’an şöyle der; “Kaderiniz kendi elinizdedir.” (36/Yasin, 19). “Herkesin kaderi kendi boynuna dolanmıştır” (17 İsra, 13)…

***

Hz. Peygamber ve sahabeler bunun bilincinde oldukları için hiçbir “kandil gecesinde” bir araya gelip toplantı düzenlememiş ve merasim yapmamıştır. Çünkü bunlar artık eski dünya dinleri ile birlikte eski çağlarda kalmıştı.

Fakat sonraki yüzyıllarda eski dünya dinlerinin adet ve inanışlarının, gerçek hayat dininin üzerine iyiden iyiye abandığını, çullandığını ve kuşatarak ne yazık ki onu gerilettiğini görüyoruz. İslam’ın dini dünyaya getirdiği reform bu yüzden ne yazık ki unutulmuş ve tekrar eskiye dönülmüştür. Cemaleddin Efgani’nin dediği gibi “Hiçbir peygamber yoktur ki getirdiği din kendisinden sonra ters yüz edilmemiş olsun…”

***

Şurası unutulmamalı ki İslam’ın “gerçek hayat dini” olarak algılanması, hayata hükmedenleri rahatsız edecek bir durumdur.

Bunun için böyle bir dinin “halkların vicdanı” olmaktan çıkarılıp “halkların afyonu” haline getirilmesi gerekir.

Gündüzden kovulup gecelere hapsedilmesi gerekir.

Sokaktan çekilip “tapınağa” hapsedilmesi gerekir.

İbadet” (çalışma, üretme, meydana getirme) olmaktan çıkarılıp “ayin” haline sokulması gerekir.

Amel” (çaba, uğraş, eylem, hareket) olmaktan çıkarılıp “ritüel” haline dönüştürülmesi gerekir.

Gündüzün gerçek hayat mecralarında akan iyilik, adalet, zulme ve haksızlığa isyan, sözün namusu, doğruluk, dürüstlük, vefa, sevgi, merhamet ve cihat yolu olarak değil; insanların, o da gecelerde dua, yakarış, kandil, ayin, tütsü, sır ve tılsım ihtiyacını karşılayan bir “sosyolojik fenomen” olarak görülmesi gerekir. Zaten din denilen şey esasında budur ve devlet ona bundan başka bir rol de vermemelidir.

Bunun için “kandil geceleri” bir halk geleneği değil; devlet politikasıdır. Arkasından devlet çekildiği an kimse hatırlamaz bile.

Müslüman milletlerin halk geleneği kandil gecelerinde değil; peygamberden geldiği şekliyle namazlarda, cumada, ramazanda, bayram günlerinde ve hac da yaşıyor. Bunların hepsi de (akşam ve yatsı hariç) hayatın kalbinin attığı yerde; gündüzün orta yerinde gerçekleşiyor. Sizce bu bir tesadüf mü?

Kur’an’da hep gündüze, şafağa, tanyerine yemin edilir yani dile gelip konuşmaya çağrılır. Gece doğan yıldız (tarık), geceyi yararak doğan şafak (fecr), aydınlık saçan güneş (şems), aydınlık sabah (duha), geceyi yararak doğan tanyeri (felaq)… Geceye yemin edilirken bile “Gündüze yürüyen gece” (ve’l-leyli iza yesr) denir. “Gece yarılarında kalk çünkü gündüz seni zorlu bir uğraş bekliyor” denir. Karanlığa boğan gecenin (leyl) ardından hemen aydınlığa çıkaran gündüz vurgusu yapılır.

Çünkü İslam esas olarak bir gündüz dinidir. Yani çalışma, hareket ve yaşam dinidir. Gece sadece gündüzü iyi geçirmek için bir dinleme ve hazırlıktır. Geceyi gündüzden, gündüzü geceden ayıramazsınız. Hele gündüzü iptal edip her şeyi geceye hiç hapsedemezsiniz. O zaman gerçek hayat dinini “kandil (gece) dini” haline getirmiş olursunuz

O zaman siz geceleri dua edip huzur içinde uyurken, bütün dini enerjinizi geceye hasrederken, gündüzleri topraklarınız işgal edilir, hazinelerinize el konur haberiniz bile olmaz

http://www.haber10.com/makale/8439/

posted in KANDİLLER | 7 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Recep ayının 27’nci gecesi olan bu gece, İslâm dünyasında Miraç Gecesi olarak kutlanır. Hz. Peygamber’in geceleyin Mescid-i Aksâ’ya götürülmesine İsrâ, oradan göklere yükseltilmesine de Miraç denilir. İsrâ, geceleyin yürütmek demektir, ilk ayetinde bu sıra dışı yürütme olayını anlattığı için İsrâ adını alana surede, “Eksiklikten uzaktır O (Allah) ki, kulunu gecenin bir vaktinde, ayetlerimizden bir bölümünü kendisine göstermemiz için Mescid-i Harâm’dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya yürüttü” buyurulmaktadır.

Kur’ân’da değil, hadis rivayetlerinde anlatılan Miraç’ın, Hz. Peygamber’in henüz kendisine peygamberlik görevi verilmeden önce Kabe’nin yanında uyurken gördüğü bir rüya olduğu rivayeti yanında peygamberlik geldikten 18 ay, yahut 5 yıl, yahut 7 yıl, yahut 12 yıl sonra vuku bulduğu rivayetleri de vardır. Hadisçilere göre Miraç’in vaktini gösteren rivayetler, Hz. Peygamber’in kendi sözü değildir. Ne Hz. Peygamber’in kendisi ne de sahâbîleri, “Miraç Gecesi” diye bir gece kutlamışlar ve o geceye özgü ibadetler yapmışlardır.

Kur’ân’da yüce Allah’ın, bir gece vakti, Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya yürüttüğü kulu Muhammed’in, gittiği yerde Allah’ın harika olaylarına tanık olduğu anlatılmaktadır. Ayetten, bunun uçma falan değil, normal yürüme olduğu anlaşılır. İşte bu gece yürütme olayına İsrâ denilir. Hz. Muhammed’in, gittiği Mescid-i Aksâ’da tanık olduğu harika olaylar ise O’nun manen yüceler âlemine çıkışıdır. Yürümesi, normal bedensel bir hareket Miracı, (yüceler âlemine yükselişi) ise ruhsal, mantal bir olaydır. Zaten Buhari rivayetinde bunun, bir vizyondan ibaret olduğu anlatılmaktadır. (Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -23/9/2003)

posted in KANDİLLER | 3 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hayırlı Gecelerin Şerri Kandiller-Erhan Aktaş

Kur’an’ın önermediği, peygamberimiz (sav)’in hayatında yer vermediği ve sahabe döneminden çok sonraki dönemlerde ihdas edildiği anlaşılan beş adet “uyduruk” gecemiz(!) var. “kandil geceleri” adı altında kutsanan ve kutlanan bu “mübarek”(!) geceler şunlardır: Rebiyülevvel ayının on ikinci günü “mevlid kandili”; Recep ayının ilk cuması “regaib kandili”; Receb’in yirmi yedinci günü “mirac kandili”; Şaban ayının on beşinci günü “berat kandili” ve Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi “kadir kandili”.

Mevlid kandili: peygamber efendimizin, miladi 571 yılında, hicri aylardan Rebiyülevvel ayının on ikinci gecesinde doğmuş olmasına atfen icad edilmiş bir gecedir. Regaip kandili: Regaip, elde edilmesi arzu edilen değerler anlamına gelmektedir. Allah’ın kullarına bol bol rahmet ve bağışta bulunduğuna inanılan gece olarak Recep ayının ilk perşembesini cuma gününe bağlayan gece olarak icad edilmiştir. Miraç kandili: Recep ayının yirmi yedinci gecesinde peygamber efendimizin göğe yükselerek Allah’la buluşmasına(!) atfen icat edilmiştir; Şaban ayının on beşinci gecesi kutlanan “berat kandili” ise günahlardan, borçlardan ve her türlü cezadan kurtulma anlamına gelmektedir. Ramazan’ın yirmi yedinci gecesi olarak kutlanan “kadir kandili” ise Kur’an’ın indirildiği geceye atfen icat edilmiştir.

Din adına uydurulan bu türden kutsal gece ve günlerin, İslam aleminde büyük bir kabul görmüş olması ve müslümanların müslümanlığına, dolayısı ile İslam’a büyük yarar sağladığı konusundaki ittifak; din adına uydurulmuş şeylerin, gerçek dinin yerini nasıl almış olduğunun açık bir göstergesidir. Bu türden gün ve gecelerin kutlanmasından ve kutlanma şeklinden Kur’an’da bir tek kelime bile söz edilmemektedir. Keza, Allah rasulü ve sahabesinin hayatında da kutladıkları kutsal gün ve gece bulunmamaktadır. Buna rağmen daha sonraki dönemlerde müslümanların inancında ve hayatında bu kadar önemli yer alması, “cahiliyenin” yeniden İslam’a sızmış olduğunu ortaya koymaktadır. Bu kuşatılmışlık öylesine baskın bir durumdadır ki: bunların bidat ve hurafe olduğuna inanan bir çok kimse dahi halkın levminden korktuğu ve itibar kaybetmemek için susmayı tercih etmektedir.

Ciltler dolusu kitaplarla bu türden gün ve gecelerin önemi anlatılmış olunsa da, yararları (!) saymakla bitirilemese de, eşi ve benzeri olmayan kutsal şeyler olarak görülseler de aslında bunların cahili düşüncenin uydurması olduğunu Kur’an’la akleden herkes anlamaktadır. Birazcık olsun gerçeği idrak etmiş olanlar şu gerçeği görmektedirler: müslümanların İslam’dan uzaklaşılmış olmalarının temel nedenlerinden biri de bu tür uyduruk gün ve gecelerdir. Zira, bunlar ve benzerleri uyduruk şeylerle İslam’ın içi boşaltılmıştır. İslam’ın hayata hakim olmasının, hayatın tamamını kapsamasının önüne geçilmiş; müslümanların Kur’an’la bağlantıları kesilmiştir. Farkında olunsun veya olunmasın, hangi niyetle yapılmış olunursa olunsun bu tür bir anlayış sonuç olarak Kur’an’dan uzaklaşma, onu terk etmeye neden olmuştur. Bu aslında küfre rucu etmenin değişik bir versiyonudur. Kur’an’ın hakimiyet alanın daraltılmasıdır. Diğer bir deyimle dinin ruhbanlaştırılmasına geçiş sağlamada önemli bir kırılma noktasıdır.

Kur’an’da süreklilik esastır. Kur’an zamanın ve hayatın tamamına hiçbir boşluk bırakmaksızın hakim olmak istemektedir. Zamanın ve mekanın tamamı Allah’ındır. Allah’ın yanında üstün zaman ve mekan yoktur. Hiçbir gün ve zaman bir başka gün ve zamandan üstün değildir. Günah ve sevap, hayır ve şer işlendiği zamana ve güne göre artıp eksilmez. Artma ve eksilme amele göre belirlenmektedir. Hangi zaman diliminde veya günde yapılmış olunursa olunsun o zamanın ve günün yapılan şeyin değerini arttırma ve eksiltme gibi bir özelliği yoktur. Haram olan bir şeyi yapan kimse bunu ne gün ve zamanda yaparsa yapsın haramlığın derecesine etkisi olmaz. Veya sevap olan bir şeyi yapan bir kimse bunu ne zaman ve gün yapmışsa yapsın, zaman ve gün o sevabın derecesini etkilemez.

Ne var ki gereğince akletmeyenler araçla amacı birbirine karıştırdığı için bu gerçeği kavrayamamaktadırlar. Elbetteki Kur’an, başta kadir gecesi olmak üzere Ramazan ayı, cuma günü, Kâbe, Arafat, Mescid-i Haram gibi birçok gün ve mekandan söz etmektedir. Ancak, Kur’an’ın bunlardan söz etmiş olması bizatihi o gün ve mekanların bir önemleri olmasından değildir. O günleri ve mekanları önemli kılan şey onlarda yapılması istenen ibadetlerdir. Yani kutsal olan, bizatihi Ramazan ayının kendisi değil, o ayda oruç tutulmasıdır. Kutsal olan kadir gecesinin kendisi değil, Kur’an’ın o gecede indirilmiş olmasıdır; önemli olan cuma gününün kendisi değil, cum’a namazıdır. Bu gün ve mekanların önemli oluşlarının nedeni bu gün ve mekanların kendileri değil, onlarda yapılan ibadetlerdir. Yoksa bütün yeryüzü ve bütün zamanlar Allah’ındır. Örneğin oruç Rama-zanda değil de Muharrem ayında olsaydı o zaman Muharrem ayı önemli olacaktı. Demek ki önemli olan ayın kendisi değil oruçtur. Diğer bir deyimle oruç Ramazan ayı için değil Ramazan ayı oruç için vardır. Cuma namazı cuma günü için istenme-miş, cuma günü cuma namazı için seçilmiştir. Eğer cuma gününde cuma namazı olmasaydı, cu-manın gün olarak diğer günlerden bir farkı olmayacaktı. Eğer oruç olmasaydı Ramazan’ın diğer aylardan bir farkı olmayacaktı. Eğer Kur’an kendisinde indirilmeseydi kadir gecesinin diğer gecelerden bir farkı olmayacaktı.

Şu husus çok önemlidir: Kur’an bizden devamlı müslüman olmayı mı yoksa belli gün ve gecelerde müslüman olmayı mı istiyor. Cennetin bedeli “devamlı müslümanlık” mıdır yoksa belli gün ve gecelerle yetinen müslümanlık mıdır? devamlı müslüman olmak mı daha doğrudur yoksa belli gün ve gecelerde müslüman olmak mı?

Kur’an bizden, İslamı, hayatın ve zamanın tama-mına hakim kılmamızı istemektedir. Kur’an, müslümanın, müslümanlığının sürekli olmasını istemektedir. Kur’an, müslüman’ı İslam’ın tamamından sorumlu tutmaktadır. Sadece belli gün ve gecelerde ve belli ibadetlerle sınırlı bir islam anlayışı Kur’an da yoktur. Yalnızca belli gün ve gecelerde ve belli ibadetler ne Allah’ın, ne de peygamber(sav)’in kabul edebileceği tarz bir müslümanlık değildir. Allah ve rasulü müslümanları hayatın tamamında, İslam’ın tamamından sorumlu tutmaktadır. Müslümanlık yalnızca belli gün ve gecelerde yapılan şeylerden ibaret değildir. O hayatın tamamını kuşatmıştır. Ona inancı ve saygısı olan, onun belli bir kısmıyla yetinmez. Haftada bir gün namazla, belli gecelerde sabaha kadar ibadetle, bir ay oruç tutmakla müslüman olunmayacağını bilir. Kur’an, kendisine iman eden ve tâbî olanlardan, hükümlerinin tamamına uymasını istemektedir. Yalansız bir hayat, hilesiz bir ticaret, malıyla ve canıyla Allah yolunda cihat, Allah’ın verdiği nimetlerden infak, İslam’ın hayata hakim kılınması için mücadele, cömertlik, muhtaçlara yardıma koşma , dürüst olma kısacası insana ve hayata dair her konuda Kur’an’a tabi olmaktır müslümanlık. Kurtuluş Kur’an’ın tamamına tabi olmaktadır. Onun gösterdiği yoldan gitmektedir.

Yaşadığımız hayatta Kur’an’ın tanımladığı bir İslam yoksa, müslümanlar Kur’an’ın öngördüğü müslümanlar değillerse, bunda “araçla” “amacı” birbirine karıştıran çarpık düşüncenin çok büyük payı vardır. Güya masumiyet ve güzellik adına, güya iyilik ve hoşgörü adına İslam’ı zamana ve mekana göre bir din haline getirenler içinde bulunduğumuz durumun müsebbibleridir. Bu çarpık zihniyetin ürettiği anlayışta aslında İslam’ın hayatın tamamına hakim olma talebi pasifize edilmektedir. Bu çarpıklığın, yalnız Kur’an’la bağını koparmış, cahili düşüncenin rotasına girmiş olanlarda değil, ömrünün büyük bir kısmını Kur’an’la geçirmiş olanlarda da bulunması anlaşılır gibi değil. 2 Kasım 2005 tarihli zaman gazetesindeki köşesinde Ali Bulaç bu çarpık düşünceyi şu şekilde sergilemektedir. “Allah bize zaman zaman kurtuluş(felah) fırsatları vermektedir: Ramazan ayı, cuma günü, kadir gecesi, Mescid-i Haram (Ka’abe’nin tavafı, Arafat, Müzdelife, Mina ve diğer iki mescidin (Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa) bereketine iştirak etmek, bu kurtuluşun imkanlarıdır.” Bu tespit ilk bakışta masum görülse de zihniyet olarak Kur’an’ı bir bütünlükten uzak, indirgemeci bir anlayışı ortaya koymaktadır.

Aslında bütün inanç ve düşüncelerde kutsal gün ve geceler var. Bizdeki kutsal yer, gün ve geceleri uyduranlar, insanları inandırmak için yalanlarını peygamber efendimize söyletmişlerdir. Bu konudaki hadislerin tamamı uydurmadır. Zira Allah’ın rasulü Kur’an’a ters bir söz söylemez. Zaten hadis kritiği yapanlar da bu hadisleri sahih bulmamaktadırlar. Birazcık aklı olan bu hadislerin uydurma olduklarını hemen anlar. Örneğin kadir gecesi ile ilgili hadislere bakıldığında hadislerin birbirleriyle çeliştikleri, kendi içlerinde de tutarsız oldukları açıkça görülmektedir. Kadir gecesinin zamanı ile ilgili Kütüb-i Sitte’de bir çok hadis var: bu hadislerin kimine göre kadir gecesi Ramaza’nın ilk gecesi, kimine göre son on gecesinin tekli olanlarında, kimisine göre yirmi yedinci gecesi, kimisine göre tamamının her hangi bir gününde, kimisine göre on beşinci gecesindedir. şimdi bunların hangisi doğru. Peygamber (sav)’in her seferinde farklı tarih vermesi mümkün mü? Bir hadiste de Allah’ın bu geceyi önce bildirdiğini sonra da unutturduğu söylenmektedir. Güya bilinmesin ki müslümanlar bütün bir ay boyunca ibadet etsinlermiş. Biraz düşünecek olursak kadir gecesinin peygamberimiz tarafından çok net bir şekilde bilinmesi gerekir. Zira Kur’an o gecenin Ramazan ayında vahyin ilk indiği gece olduğunu söylüyor. (Bakara -185) peygamber efendimiz kendisine vahyin hangi gece geldiğini nasıl bilmez.

Kadir gecesi ile ilgili hadislere içerik olarak bakıldığında da uydurma oldukları açıkça belli olmaktadır. O gece ibadetle geçirenin bütün günahlarının af edileceği, annesinden yeni doğmuş çocuk gibi günahsız hale geleceği ifade edilmektedir. Böyle bir anlayışı Kur’an yüzlerce ayette yalanlamaktadır. Günah ve sevapla ilgili, amellerle ilgili ayetlere bakıldığında hayra ve şerre zerre kadar da olsa kim ne yapmışsa karşılığını görecektir. Ayrıca kadir gecesinden bir gün önce ölene, kadir gecesinden bir gün sonra günahları tamamen sıfırlanmış olarak ölene göre haksızlık yapılmış olmaz mı? Keza geçmiş toplumların kadir geceleri yoktu. Onların günahlarını sıfırlama şansları da yoktu. Allah’ın kulları arasında böyle bir ayırım yapması mümkün mü?

Kadir gecesinin gece olarak diğer gecelerden bir farkı yoktur. Onu kutsal kılan, onu şerefli ve mübarek yapan o gecede vahyin gelmiş olmasıdır. Onun bin aydan daha hayırlı olduğunun söylenmesi Kur’an’ın önemini vurgulamak içindir. Vahyin inmesi o kadar değerlidir ki inmeye başladığı geceye diğer gecelere göre bin aydan daha fazla değer katmıştır. Değer, gecenin kendisinde değil vahiy’dedir.

Kadir gecesi her yıl tekrar eden bir gece de değildir. Bütün zaman içinde bir kez olan bir gecedir. O da Kur’an’ın ilk kez vahyedilmeye başladığı gecedir. Bir başlangıçtır. Kaldı ki Ramazan ayı her yıl on gün ileri geldiğinden kadir gecesi ilk Ramazanda gelmiş olsa da Ramazan’la birlikte o da öne alınan bir tarih olamaz. Ancak otuz üç yılda bir aynı Ramazan’a denk gelebilir.http://www.iktibas.info/dergi/2005/kasim/dusunce1.htm

posted in KANDİLLER | 0 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ÜÇ AYLAR ve MÜBAREK GECELER/ KANDİLLER

HAKKI YILMAZ:Müslümanların aldatıldığı konulardan bir tanesi de bu “mübarek geceler” konusudur. İnsanlar, kişilik yapılarında var olan hırs, kolay kazanç, kısa zamanda köşeyi dönme gibi zaafları sebebiyle, önlerine konan yalanları hiç sorgulamadan, tıpkı bir balığın zokayı yutması gibi yutmuşlar, inanç ve amellerinin yozlaşmasına yol açan bu yalanlara hep inanmışlardır.

Bilindiği gibi çeşitli kesimlerde, özellikle de tarikat ve tasavvuf çevrelerinde bazı günler, geceler ve aylar “mübarek” ilân edilmiş ve bu mübarek zamanlar için de özel namaz, oruç ve zikirler icat edilmiştir. Ama yapılan mübarek gece ilânları ve icat edilen özel ibadetler, sadece bu kesime mensup insanlar arasında yayılmakla kalmamış, başlangıçta dilden dile dolaşarak yayılan bu bid’atler, zaman içinde çeşitli yayınlarda, takvim yapraklarının arkalarında yer almak suretiyle daha geniş kitlelere ulaşmış, şimdilerde ise devletin resmî kuruluşları tarafından uygulanır olmuştur. Dinin sahibi Allah’ın, böyle şeyleri emretmemiş, önermemiş olması ise, bu bid’atlerin yer aldığı hadislerin, maalesef dinin Kur’an’dan sonra gelen kaynağı sayılması sayesinde dikkate alınmamıştır.

Oysa, bu Kur’an dışı uygulamaların savunucuları tarafından, dinin Kur’an’dan sonra gelen kaynağı olarak gösterilen hadislerin “sağlam” olarak nitelenenlerinde, peygamberimizin böyle özel günler, geceler ve aylarda özel ibadetler yapmadığı ve kimseye yapmasını söylemediği de yazmaktadır:

“… Alkame şöyle demiştir. Ben Aişe R.A. ya:

– Rasülüllah günlerden bazılarını herhangi bir şeye tahsis eder miydi? diye sordum. Âişe:– Hayır, tahsis etmezdi. Onun ibadeti aralıksız ve devamlı idi. Rasülüllah’ın edasına tâkat getirdiği hayır ve ibâdete hanginiz tâkat yetiştirir ki? diye cevap verdi.” (Sahih-i Buharî, Oruç Kitabı, Bab 63, hadis no: 96)

Konu, Kur’an ışığında değerlendirildiğinde ibadet günü, ibadet gecesi ibadet ayı gibi özel zamanların Kur’an’da yer almadığı, dolayısıyla bu tarz kabullerin İslâm’ın ruhuna aykırı olduğu görülmektedir. Yani, İslâm dini ibadeti, senenin her mevsiminde, her ayında, her gününde, her gecesinde, hatta her saatinde ve her saniyesinde öngörmüştür. İslâm’da turizm mevsimi, av mevsimi, kayak mevsimi gibi bir ibadet mevsimi yoktur. Müslüman, senenin her mevsiminde, ayında, gününde, gecesinde ibadet/ kulluk yapmalıdır. Bu durum “barış” konusu için de aynıdır. Müslüman hiçbir zaman saldıran, savaşa karar veren taraf olmamalı, ancak düşmanın saldırısı karşısında savaşmalı, onun dışında her zaman barışçı olup, kavgasız, kansız yaşamalıdır. Yani imanın görüntüsü ve meyveleri her an ortada olmalıdır:

İbrahim; 24-26: “Görmedin mi Allah nasıl bir örnekleme yaptı: Güzel söz (La ilahe illallah- iman); kökü yerde dalları gökte olan bir ağaca benzer.

O ağaç, Rabbinin izniyle meyvelerini her zaman verir. Allah insanlara böyle örnekler verir ki, düşünüp ibret alabilsinler.

Pis söz (küfür) de gövdesi toprağın üstünde destek bulmuş bir ağaca benzer, dayanağı yoktur onun.”

Dinimizde ibadetin/ kulluğun, zamanla alâkalı bir özelliği olmadığı gibi, zeminle de ilgisi yoktur. Yani, Mekke’de kılınan namaz ile Moskova’da kılınan namazın, ya da Medine’de tutulan oruçla İzmir’de tutulan orucun, ya da Recep ayında tutulan oruçla Teşrini Evvel’de tutulan orucun veya Salı günü tutulan oruç ile Cuma günü tutulan orucun, dinimiz nezdinde hiçbir farkı yoktur. Başka bir ifade ile, İslâm dininde yapılan kulluk görevlerine ekstra promosyon verildiği zamanlar ve mekânlar söz konusu değildir. Aslında Müslümanların da, sevap kazanma/ artı puan toplama anlayışını bırakmaları, bunu yerine Allah’ın rızasını kazanma ve Allah’ın lütfettiği nimetlerin şükrünü eda etmeyi düşünmeleri gerekmektedir.

ÜÇ AYLAR

Dinimiz İslâm’da, ibadetlere ekstra hediye, ikramiye verilir gibi sevap verildiği aylar yoktur ama savaşmanın haram edildiği aylar vardır. Tövbe suresinin 5., 36. ve 37. ayetlerinde, Maide suresinin 2. ayetinde, Bakara suresinin 194., 197. ve 217. ayetlerinde; Allah indinde ayların sayısının on iki olduğu, bunların dört tanesinin (Recep, Zilka’de, Zilhicce ve Muharrem) Haram aylar olup, bu aylarda savaşmanın yasak olduğu, bu ayların aynı zamanda Hacc ayları olması sebebiyle savaşma yasağına kesinlikle uyulması gerektiği ve aksi davranışın “büyük günah” sayıldığı, önemle vurgulanmaktadır.

Dikkat edilirse, Haram aylardaki savaş yasağı, bu ayların Hacc ibadetinin yapıldığı aylar olmasından kaynaklanmaktadır. Zira bu aylarda dünyanın her köşesinden Hacc için gelen insanlar; İbrahimleşme, putları kırma, sahte ilâhları kesme, şeytanla savaşma gibi bireysel temizlenmelerini ve Hacc/ evrensel kongre, fuar ve konferanslarla sağlayacakları ticarî, sınaî, ilmî haberleşmelerini-birleşmelerini barış ortamında güvenle yapabilmeli ve aynı şekilde yurtlarına dönebilmelidirler.

Görüldüğü gibi Kur’an’da sadece “Haram aylar” kavramı yer almaktadır. Ama Kur’an dışındaki muhtelif kitaplarda, “hadis-i şerif” isimli metinler marifetiyle Ramazan ayının da içinde olduğu “üç aylar” diye bir kavram ortaya çıkarılmış ve bunun hakkında bir çok hikâye anlatılmıştır. Bu nakillerin hepsi yalan ve uydurmadır. Bu tür hadisler, Kütüb-ü Sitte denilen sağlam hadis kitaplarında bulunmadığı gibi, uydurulmuş hadislerin afişe edildiği kitaplarda da tek tek ele alınmış ve yalan ve uydurma olarak ilân edilmiştir.

Recep Ayı: Recep Ayı; kamerî ayların yedincisi olup, Haram aylardandır. Yani bu ay da Hacc aylarındandır ve bu ayda savaş kesinlikle yasaktır.

Kur’an’daki özelliği sadece bu kadar belirtilmiş olan Recep ayı hakkında İslâm anlayışına sığmayan bir çok yalan uydurulmuş, bunların bir çoğuna “hadis” damgası vurularak, peygamberimize iftiralarda bulunulmuştur.

İslâm esaslarıyla bunların sağlamasının yapılması bakımından bu uydurmalardan bazıları ibret için aşağıda verilmiştir:

“Uyanınız ve biliniz ki, Recep ayı Haram aylardan biridir. Allah, Nuh As.ı bu ayda gemiye bindirdi. Nuh As. gemide oruç tuttu ve yanındakilere de emretti. Allahü Teâla onları kurtardı. Tufan sebebiyle yeryüzünü küfür ve taşkınlıktan temizledi.”

“Recep öyle büyük bir aydır ki, bir kimse bu ayda bir gün oruç tutsa, Allah ona bin yıl oruç tutmuş kadar sevap yazar. İki gün oruç tutsa iki bin yıl oruç tutmuş kadar sevap yazar. Yedi gün oruç tutsa, cehennem kapıları ona kapanır. Sekiz gün oruç tutsa, cennetin sekiz kapısı ona açılır, hangisinden isterse cennete oradan girer. On beş gün oruç tutsa, günahları sevaba döner. Semadan bir ses:’Allah senin geçmiş günahlarını affetti. Bundan sonraki ömründe iyi ameller yap!’ der. Bunlardan daha çok tutarsa, Allah onun sevap ve karşılığını artırır.”

“Bir kimse Allahü Teâla’nın ayı olan Recep ayında, bir mü’min kardeşini gam ve kederden kurtarsa, Allahü Teâla ona firdevs cennetinde gözünün görebileceği kadar büyük bir köşk ihsan eder. Uyanınız ve kendinize geliniz, ve Recep ayına hürmet ve ikramda bulununuz ki, Allahü Teâla da size bin türlü kerametle ikram ve ihsanda bulunsun.”

“Cennette bir nehir vardır. Ona recep denir. Sütten beyaz, baldan tatlıdır. Recep ayında bir gün oruç tutana Allahü Teâla kıyamet günü o nehirden su verir.”

“Cennette bir köşk vardır. Ona ancak Recep ayını oruç tutmakla geçirenler girer.”

“Bir kimse Recep ayında bir gün oruç tutsa, o kimse sanki bin yıl oruç tutmuş, bin köle âzad etmiş gibi sevaba kavuşur. Ve bir kimse Recep ayında az bir sadaka verse, bin altın sadaka vermiş gibi sevap alır. Bedenindeki her kılı için bin sevap yazılır. Derecesi bin kat yükselir. Bin günahı yok olur. Her günkü orucu ve verdiği sadakası için bin hacc ve bin ömre sevabı yazılır. Cennette ona bin ev, bin köşk ve bin hücre yapılır. Her hücrede bin bölüm ve her bölümde çok güzel huriler bulunur.”

“Bir kimse Recep’in ilk günü oruç tutsa, Allahü Teâla bu orucunu, yetmiş yıllık günahına keffaret eder. On beş gün oruç tutsa, Allahü teâla kıyamet gününde onun hesabını kolay görür. Recep ayında otuz gün oruç tutana, Allahü Teâla rıza beratı ve hücceti ihsan eder. Onu azaptan korur.”

Daha neler, neler!

Şaban Ayı: Şaban Ayı; “üç aylar” uydurmasının ikinci ayı olup, bu ay ile ilgili uydurmalardan bazıları yine ibret için verilmiştir:

“Ayların en sevimlisi, Ramazan ayına kavuşturan Şaban ayıdır.”

“Şaban benim ayım; Recep, Allah’ın ayı; Ramazan da ümmetimin ayıdır. Şaban günahlara keffaret ayı, Ramazan ise günahların temizleyici ayıdır.”

“Oruçların en üstünü Ramazan’a tazim ve hürmet için Şaban ayında tutulan oruçtur.”

“Şaban, Recep ile Ramazan ayları arasında bir aydır. İnsanlar bundan gâfildirler. Halbuki Şaban ayında kulların ameli Allahü Tealanın dergahına çıkarılır. Ben Şaban’da oruçlu olduğum halde amelimin çıkarılmasını arzu ederim.”

“Recep ayının diğer aylara üstünlüğü, Kur’an’ın diğer kitaplara üstünlüğü gibidir. Şabanın diğer aylara üstünlüğü, benim diğer peygamberlere üstünlüğüm gibidir. Ramazanın diğer aylara üstünlüğü, Allahü Teâlanın diğer insanlara üstünlüğü gibidir.”

“Şabanın on beşinci gecesi Allahü Teâla’nın kulları üzerine rahmeti zuhur edip müminleri mağfiret eder, bağışlar. Kâfirlere ise mühlet verir. Kindar ve kıskançları bu sıfatları terk edinceye kadar kendi hallerinde bırakır.”

Ramazan Ayı: Ramazan Ayı; Kur’an’ın inmeye başladığı ay olup, üzerimize farz kılınan orucun da bu ayda tutulması emredilmiştir. Ama Kur’an’ın Ramazan ayında inmeye başlaması, bu aya hiçbir şekilde kutsiyet kazandırmaz. Çünkü esas değer ve kutsiyet Kur’an’dadır. Dolayısıyla Ramazan ayının kendisiyle ilgili, başta dillerden düşmeyen;’Evveli rahmet, ortası mağfiret sonu da cehennemden âzâd olmaktır’ rivayeti olmak üzere ne kadar abartılı, hediyeli, ikramiyeli, sevaplı rivayet varsa hepsi yalan ve uydurmadır. Bu gibi rivayetlerle Kur’an’ın bir kenara bırakılıp Ramazan ayının ön plâna çıkarılması da çok yanlıştır.

Recep, Şaban ve ramazan aylarından oluşturulan “üç aylar” ile ilgili olarak yukarıda belirtilen inançlar dışında neredeyse her tarikat, her cemaat ve her zümre bir çok namaz çeşidi ve şekli uydurmuştur. Nafile, tatavvu, revâtip, elfiye, tespih, kandil, evvâbin, şükür, kuşluk gibi isimler almış olan bu namazların rekâtları ve kıraatları da birbirlerinden farklı şekildedir. Bunların geniş anlatımlarını, piyasadaki kitaplarda, kitapçıklarda, takvimlerde tafsilâtı ile görmek mümkündür. Ancak, bu anlayış ve uygulamaların sadece “köşe dönme zihniyeti” olarak değerlendirilmesi, Kur’an’ın bakış açısına göre mümkün değildir. Çünkü, Allah’tan başkaları tarafından konulmuş kuralları “din” diye kabul etmenin Kur’an’cası “şirk”tir. Bu durumda ikramiyeli sevap kazanmak için yapılan bu uygulamalar ancak; Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma aptallığı olarak değerlendirilebilir. Nitekim, Kur’an’dan onay almayan ve peygamberimizin yaşamına girmemiş olan bu tür inanış ve uygulamalar, sahabe ve tabiinde hiç görülmemiştir.

Tarihe bakıldığında, “üç aylar” bid’ati ile ilk kez Ebu Bekr ve Ömer’in mücadele ettikleri görülmekte, hatta Ömer’in bu mücadelede, bu ayları kutsal sayanları dövdürdüğü, yani şiddet kullandığı anlaşılmaktadır. Ama bu mücadele, o çağlardaki iki halife ile sınırlı kalmamıştır. Kur’an dışı olan bu inançlar, ortaya çıktıkları her dönemde karşılarında, başta İbn-i Abbas gibi bilginleri ve dinini tanıyan aklı başında Müslümanları bulmuştur. Görüldüğü gibi mücadele hâlâ devam etmektedir.

Yüce Allah Kur’an’da, cennetin hangi şartlarda kazanılabileceğini, kimlerin kendilerini kurtarabileceğini ve kimlerin hangi şartlarda bağışlanacağını açık açık bildirmiştir. Tabiri caizse, cennetin üzerine etiket asmış ve cennetin bedeli şudur, diye yazmıştır.

Bakara; 177, 214, Tövbe; 111, Saff; 10-13, Âl-i Imran; 92, Müminun; 1-11, Kalem; 34, 35, Ankebut; 1-5, Nebe’; 31-36, ayetlerde bildirildiği gibi cennetin bedeli, fiatı;

‘SAĞLAM, ŞİRKE BULAŞMAMIŞ İMAN, BİRR VE TAKVA ÖLÇÜSÜNDE AMEL, ALLAH YOLUNDA VERİLECEK CAN VE ALLAH YOLUNDA HARCANACAK MAL’dır.

Allah’ın cennet üzerine koyduğu etiket bu iken, “falan yerde, falan gece bilmem kaç rekât nafile namaz kılan ya da bilmem kaç tane tespih çeken veya bilmem ne yapan kolaycacık cennete girer” misali, aslı astarı ve kimin dediği belli olmayan hezeyanlara uymak, en hafif deyimiyle Allah’a karşı saygısızlıktır. Çünkü cennet Allah’ın cennetidir ve Allah insanların hem yol göstericisi hem de kurtarıcısıdır. Böyle olmasına rağmen insanın kendisini kurtarmak için Allah’a kulak vereceği yerde aç gözlülükle bu tip saçmalıklara inanması; kendini aldatmaktır, aptallıktır.

MÜBAREK GECELER

Kadir Gecesi: Bu isim ilk defa Kur’an ile bildirilmiş ve bu tamlama ilk defa Kur’an ile Arap diline girmiştir. Bu sebeple “Kadir gecesi”ni doğrudan Kur’an’dan öğrenmemiz gerekmektedir:

Kadir; 1-5: 1- Muhakkak ki biz onu Kadir gecesinde indirdik. 2- Kadir gecesi nedir sana ne idrak ettirdi (bildirdi/ öğretti)? 3- Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. 4- Melekler (haberciler), içlerindeki ruh ile Rabblerinin izniyle iner dururlar/ hulûl eder dururlar; her bir işten. 5- Bir esenliktir o şafak sökene kadar/ aydınlığa kavuşuncaya kadar.

Kadir suresinin ışığı altında Kadir Gecesi’ne: -“Kadir” sözcüğünün “kader, takdir” anlamından yola çıkarak, “Kur’an’ın inişinin takdir edildiği yani, indirilmesinin belirlenip de indirildiği gece anlamı verilebilir.

-“Kadir” sözcüğünün “kadir, kıymet, haysiyet ve şeref” anlamları dikkate alınarak da “kıymet, şeref gecesi” anlamı verilebilir.

Böylece her iki anlamda da Kur’an’ın değeri şerefi belirtilmiş olur.

Kadir gecesi ne zamandır ?

Bakara suresinin 185. ayeti Kur’an’ın Ramazan ayında indirildiğini, Duhan ve Kadir sureleri de Kur’an’ın gece vakti indirildiğini bildirmektedir. Ama Kur’an’da, bu gecenin Ramazan ayının hangi gecesi olduğuna dair bir bilgi yer almamaktadır. Kadir suresinde, Kadir Gecesi’nin değerinin bildirilmiş olmasına karşılık tarihinin, zamanının bildirilmemiş olması, bize göre Kur’an’ın öneminin, o gecenin öneminden daha ön plânda tutulması gerektiğini anlatmaktadır. Çünkü o geceye, kadir suresinde bildirilen değeri kazandıran; Kur’an’dır. Yani önemli olan o gece değil, o geceyi özel bir gece hâline getiren “esas değer”dir; Kur’an’dır.

Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğu, kesin belirlemelerle ifade edilmiş şekilde, “hadis” damgalı rivayetlerde bile yer almamıştır. Aslında evinin duvarında takvimi, masasında ajandası olmayan peygamberimizin bu gecenin hangi gece olduğunu bilmemesi veya hatırlamaması çok doğaldır. Ama onun da hayatını değiştiren bu olayı biliyor olması ve Allah’ın Kur’an’daki öğretisine sadık kalarak, bu olayda Kur’an’dan başka hiçbir şeyin önemli olmadığı gerekçesiyle gece hakkında bilgi vermemesi, akla daha yakın gelmektedir.

Böyle olmasına rağmen rivayetler bu konuda da devreye girmiş ve Kadir Gecesi’nin kesin zamanını haber veren hepsi birbiriyle çelişkili yüzlerce ifade, “hadis” adı altında piyasaya sürülmüştür. Bunlar, tutarsız ve çelişkili oluşları bir yana, düşük ifadeli oluşları yönüyle de peygamberimize hiç yakışmayan uydurmalardır. Bir örnek vermek gerekirse, Kadir Gecesi’nin ramazan ayının 27. gecesi olduğunun gerekçesi şöyle açıklanmıştır: Kur’an’da üç kez tekrar edilmiş olan “Leyletü-l Gadr (Kadir gecesi)” ifadesi, Arap harfleriyle yazıldığında dokuz harften oluşmaktadır. Demek ki, Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğunun formülü; “3 tekrar X 9 harf = 27. gece”dir. İşte, Kur’an’dan onay almayan bu uydurmalar, Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğunu böylesine basit, böylesine komik formüllerle ispat (!) etmektedir.

İşin aslında ise, Kur’an’ın inmeye başladığı gece olan Kadir Gecesi, geçmişte kalmıştır, tekrarı da olmayacaktır. Çünkü Kur’an, kesin olarak bilinmeyen bir tarihte inmeye başlamış ve inişi tamamlanmıştır. İkinci bir Kadir Gecesi’nin yaşanması mümkün değildir. (Kadir Gecesi ile ilgili ayrıntılar “İşte Kur’an!” adlı kitabımızın 1. cildinde “Kadir Suresi” bölümündedir. Ayrıca “istekuran.com” internet sitemizdeki “Kadir suresi” bölümünden de okunabilir.)

Kadir gecesi ile ilgili olarak Kur’an’da verilen bilgiler bu kadardır. Ama bize göre Kur’an, Kadir Gecesi hakkındaki ayetleri ile insanlara çok önemli bir mesaj vermektedir. Bu mesaj; herkesin, bin aydan daha hayırlı olan, meleklerin kendisine yardıma koştuğu, mutluluklarının hemen başladığı bir kadir gecesinin olması gerektiğidir. Bu kadir gecesi ise;

BİZİM KUR’AN İLE TANIŞTIĞIMIZ, ONU HAYAT REÇETESİ, REHBERİMİZ, IŞIĞIMIZ, RUHUMUZ, ŞİFAMIZ, İBRET LEVHAMIZ, HAYAT DÜSTURUMUZ, HAYAT YÖNETMELİĞİMİZ YAPTIĞIMIZ GECEDİR, GÜNDÜZDÜR, SAATTİR, DAKİKADİR, SANİYEDİR.

Gerçekten de insanın Kur’an’a sarıldığı an, onun hayatının dönüm noktasıdır. O an, bin aydan, bir ömürden belki milyonlarca aydan bile daha hayırlıdır. Çünkü kurtuluş, Kur’an’ın tanınmasına, ona inanılmasına, içeriğinin anlaşılıp uygulanmasına, kısaca; Allah’a teslim olunmasına bağlıdır. Dinimizde faziletli zamanlar ve mekânlar asla yoktur ama faziletli ameller vardır. Faziletin dereceleri de, yapılan işin zahmeti ve emeğiyle doğru orantılıdır. Dolayısıyla keramet gecede değil, KUR’AN’DADIR.

Konu özetlenecek olursa, Kadir Gecesi, Kur’an’ın indirilmeye başlandığı ilk gecedir. Peygamberimize elçilik görevi ilk bu gecede verilmiştir ve bu görev, âlemlere (tüm milletlere ve canlı-cansız tüm varlıklara) rahmet içindir. Öyleyse bu ilk gece âlemler için bir dönüm noktası olmuştur. Âlemlerin kurtuluşu da bu Kur’an’ın insanlığa gelişi ile olacağından, herkesin hayatını etkileyen özel anlar gibi, bu gecenin bin aydan daha yararlı olması tabiîdir. “Bin ay” ifadesi de çokluktan kinaye olup, “Binlerce ay” anlamındadır.

Ayetlerin bu mesajını alamayan ya da alıp çarpıtan zihniyet, önce kerameti geceye yüklemiş sonra da “Bu gece bütün günahlar affolunur” tarzında bir çok yalan ortaya atmıştır. Bu çarpık zihniyete göre; yıl boyunca her türlü haramı, günahı işlemiş ve Allah’ın emirlerini çiğneyip Müslüman olmanın gereklerinden uzak yaşamış olanlar, bu gecenin yüzü suyu hürmetine affedilecekler ve bütün ömrünü Allah’a saygıyla geçiren ve haramdan, günahtan kaçınan kişilerin seviyesine geleceklerdir. Başka bir bakış açısı ile; Kadir Gecesi’nden bir gün evvel ölenler günahlarıyla ölecekler, Kadir gecesinden sonra ölenler ise affedilmiş olarak öleceklerdir.

Böyle haksızlıkların Allah’a yakıştırılması öncelikle büyük bir cinayettir. Bu tip hastalıklı görüşler, insanların, Allah’ı sadece böyle ikramiyeli gecelerde hatırlamalarına, İslâm’ı sadece böyle gecelerde yaşamayı yeterli görmelerine ve kulluk görevlerini yapmamalarına yol açar. Diğer taraftan, Kadir Gecesi’nde affa uğrayacağını düşünen kişi için cezaların caydırıcılık özelliği kalmaz ve bu uygulama insanları âdeta suç işlemekten çekinmez yapar. Sonuç olarak bu yalan yanlış rivayetler, senenin her gününde, her saatinde, her saniyesinde mükemmel bir şekilde yaşanması gereken İslâm dinini, sadece belli bir gün ve gecelerde yaşanır hâle getirir, getirmiştir de.

Beraet gecesi: Şaban ayının on beşinci gecesi olup, halk arasında din adına çok değer verilen özel bir gecedir. Beraet sözcüğünün, “aklanma, uzak bulunma” anlamları doğrultusunda, dinî terminolojide sözcük; “suçtan, günahtan uzak bulunma” anlamında kullanılır. Beraet gecesi; peygamberimize “Şefaat-ı Kübra”, yani ümmetinin tümüne şefaat edip onları cehennemden kurtarma yetkisinin verildiği gece olarak bilinir ve bu gecede, geceyi ihya edenlerin cehennemden uzak tutulacağına ve bu kurtuluşlarına dair ellerine berat, vesika verileceğine inanılır. Ayrıca Duhan suresinde sözü edilen “Kur’an’ın indiği ve her işin ayırt edildiği mübarek gecenin” bu gece olduğu kabul edilir. Ancak bu kabul Kadir suresi ile çeliştiği için, bu gecede Kur’an’ın Allah’tan yer yüzüne değil, Allah’tan Levh-ı Mahfuz’a indiği yolunda zorlama bir yoruma başvurulur. Doğum ve ölümle başlayıp meteorolojik olaylara varıncaya kadar her iş ve oluşa bir senelik kader çizilip uygulayıcı meleklere verildiğine inanılan bu geceyle ilgili bir çok hadis uydurulmuştur. Aşırı abartılı ikram ve lütuflardan bahseden ve uyanıkların, açıkgözlerin parsayı kapmaları için teşvik edildiği bu martavalların bir kaç örneği aşağıdadır:

Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan dua ve tevbe reddolmaz. Bunlar, Ramazan ve kurban bayramlarının ilk geceleri, Şaban’ın on beşinci gecesi (beraet gecesi) ve arefe gecesidir.”

“Cebrail bana geldi. Ve’kalk namaz kıl ve dua et! Bu gece Şabanın on beşinci gecesidir.’ dedi.”

“Bu geceyi ihya edenleri, Allah cc. affeder. Yalnız müşrikleri, büyücüleri, falcıları, cimrileri, sürekli içki içenleri, faiz yiyenleri ve zina edenleri affetmez.”

“Beraet Gecesini ganimet ve fırsat biliniz! Çünkü belli bir gecedir ve Şabanın on beşinci gecesidir. Kadir gecesi, çok büyüktür ama hangi gece olduğu belli değildir. Bu gece çok İbâdet yapınız. Yoksa kıyamet günü pişman olursunuz.”

Örneklerini verdiğimiz bu hikâyelerin tümü yalandır, hiçbirisinin aslı ve astarı yoktur. Çıkarcı insanları bu zaafları dolayısıyla iğfal etmek için uydurulmuş ve Kur’an’a aykırı olan bu kötü hikâyelerin, peygamberimizin hayatında da vuku bulduğuna dair de bir tek delil bile yoktur.

Mevlüt gecesi: “Doğum gecesi” anlamına gelen bu tamlama ile peygamberimizin doğduğu gece kastedilmekte ve bu gece de kutlanmaktadır. Aslında bu gece, Hıristiyanların İsa peygamberin doğumu (Milât) olarak kabul ettikleri günde yaptıkları kutlamaya nispet olarak uydurulmuştur. Peygamberimizin değil doğduğu gece veya gündüz, doğduğu sene bile kesin olarak bilinmemektedir. Bu konuda daha fazla açıklama MEVLÜT adlı kısımda yeterince verilmiştir.

Regaip gecesi: “Regaip” sözcüğü; “bolluk, bereket” demek olup, “regaip gecesi” de tamlama olarak; “bolluk, bereket gecesi” anlamına gelir. Bu gece Recep ayının ilk cuma gecesi olarak kabul edildiğinden, sabit bir günün gecesi değildir, her yıl değişmektedir. Çünkü Recep ayının ilk cuması meselâ geçen yıl Recep ayının 2. gününe rastlıyorsa, bu yıl 4. gününe, gelecek yol da 5. gününe rastlayabilir.

Bu gece, uzun yıllar saf Müslümanlara “Peygamberimizin ana rahmine düştüğü gece” olarak yutturulmuştur. Müslümanlar biraz uyanıp bu tarihin nasıl tespit edilmiş olduğunu sorgulamaya başlayınca da bu görüş terk edilmiş ama bu sefer de “regaip” sözcüğünün sözlük anlamıyla uyumlu olarak gecenin adı “bolluk, bereket gecesi”ne çevrilmek suretiyle Müslümanların iğfaline devam edilmiştir, edilmektedir.

Bu gece hakkında uydurulmuş olan binlerce hadisten bir tanesi şudur:

“Receb’in ilk Cuma gecesini ihya edene Allah kabir azabı yapmaz. Duâlarını kabul eder. Yalnız, yedi kimseyi affetmez ve onların dualarını kabul etmez. “1-Faiz alan ve veren, 2- Kibirli olan, 3- Anasına babasına eziyet eden, 4- İyi bir Müslüman olmasına rağmen kocasına itaat etmeyen kadın, 5- Şarkıcılığı ve çalgıcılığı meslek edinen, 6- Cinsi sapık ve zina eden, 7- Beş vakit namazı kılmayan.”

Miraç gecesi: Uydurmacılar bu gecenin faziletine ait ve bu gecede yapılacak ekstra ibadet ve taate ait fazla bir gayret göstermemişlerdir. Ama, uydurdukları senaryolarla, Peygamberimizi ümmetini tanımayan, akılsız, aptal, sürekli Musa peygamberden akıl alıp durmadan Allah’la namaz sayısı pazarlığı yapan biri olarak tanıtmışlar ve Allah’ın Kur’an’da bildirdiklerinin zıddına ahkâm kesme cesareti gösteren bir bozguncu durumuna düşürmüşlerdir.

Miraç diye bir olay dolayısıyla da “miraç gecesi” diye bir gece yoktur. Bu konu “İşte Kur’an!” adlı kitabımızın “Alak” ve “Necm” sureleri bölümünde ve “istekuran.com” internet sitemizde ayrıntılı olarak tahlil edilmiştir.

Son söz: Dinin aslını, özünü ve dinin amacını iyi öğrenmeden yapılan gayretlerin boşa gideceği bilincine erilmeli, her yapılanın dindeki yeri mutlaka aranıp bulunmalıdır. Aksi hâlde sapıklığa düşmek kaçınılmaz olur.” Hakkı Yılmaz http://www.istekuran.com/

posted in KANDİLLER | 4 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ABDULAZİZ BAYINDIR:Müfessirlerden Ebu Bekir İbnu’l-Arabî, Beraat gecesinin fazileti hakkında bir tek sağlam hadisin bile gelmediğini, dolayısı ile bu konu ile ilgili olarak hadis diye dolaşan sözlere itibar edilmemesi gerektiğini söylemektedir. [Ebu Bekir İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, (Duhân Sûresi, 2. ayetin tefsiri)] Gerçekten de Peygamberimiz Muhammed (sav)’in ve sahabe-i kiramın mescidlerde bu geceyi ihya etmek için toplandığı, özel dualar ettikleri, bugün özellikle ülkemizde olduğu gibi bu geceye has namaz kıldıkları şeklinde tek bir rivayet dahi gelmemiştir.

Alimlerin büyük bir çoğunluğu Duhân suresinde geçen “mübarek gece”nin kadir gecesi olduğunu söylemişlerdir. Müfessir Ebu Bekir İbnu’l-Arabî bu konuda şöyle demektedir: “Bu ayette geçen mübarek gecenin kadir gecesi değil de başka bir gece olduğunu iddia edenler, Allah’a büyük bir iftirada bulunmuş olurlar.”[Ebu Bekir İbnu’l-Arabî, a.g.e., c. 4, s. 1678]

Bir de Beraat gecesi ile alakalı olarak halk arasında “Beraat gecesi namazı” olarak bilinen bir namaz vardır. 100 rekât olan ve her rekâtında Fatiha ve on defa İhlâs suresinin okunması gerektiği söylenen[Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 188] bu namazın, miladi 1010 (h. 400) veya 1056 (h. 448) yıllarında Kudüs’te ortaya çıktığı da kaynaklarda belirtilmektedir.[ Aliyyu’l-Kârî ve Fâkihî’den naklen; Halit Ünal, “Berat Gecesi”, DİA, c. 5, s. 475]

Recep ayında bulunan Regaib ve Mirac kandilleri ve faziletleri hakkında da herhangi bir delil bulunmamaktadır. Yalnız Recep ve Şa’bân ayları hakkında bir kaç söz söylenmesi gerekmektedir: Recep ayı “dört haram ay”dan bir tanesidir. Diğerleri Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Bu aylarda savaşmak haram kılınmıştır. Dolayısıyla bu ayların diğer aylara göre bir fazileti bulunmaktadır. Âlimler bu aylarda oruç tutmanın müstehab olduğunu söylemişlerdir. Fakat Peygamber (sav)’den ve ashab-ı kiram’dan özellikle bu ayda oruç tutmanın faziletine dair herhangi bir sahih rivayet nakledilmemiştir. Bir de halk arasında “üç aylar” olarak bilinen Recep, Şa’ban ve Ramazan ayları hakkında rivayet edilen: “Recep Allah’ın ayıdır, Şa’ban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır.” Sözü hakkında âlimlerin çoğu “bu uydurmadır” demiştir. Ayrıca yine Recep ayının fazileti hakkında: “Kim o ayda şu kadar namaz kılarsa ona şu kadar sevap verilir, kim o ayda istiğfar ederse ona şu kadar ecir verilir.” Şeklinde hadis diye rivayet edilen sözlerin hepsi mübalağadır, hepsi âlimler tarafından tekzib edilmiştir.[Yusuf el-Kardâvî’nin Recep ayı ile ilgili bir fetvası] Özellikle Regaip gecesi ile ilgili olarak halk arasında meşhur olan Regaip namazıyla ilgili rivayeti, 1023 (h. 414) yılında vefat eden Ali b. Abdullah b. Cehdâm isimli Mekkeli sûfî bir zatın ihdas ettiği / ortaya çıkardığı kaynaklarda belirtilmektedir.[İsmail b. Ömer İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut, trs., c. 12, s. 16; Nebi Bozkurt, “Kandil”, DİA, c. 24, s. 301]

Peygamberimiz (sav), Ashab-ı Kiram, Emevîler ve Abbâsîler dönemlerinde herhangi bir kutlama örneğine rastlanmayan Rebiulevvel ayının on ikinci gecesi olan Mevlid kandili, ilk defa hicretten yaklaşık üç yüz elli yıl kadar sonra Mısır’da, Şii Fâtimî Devleti döneminde kutlanmaya başlamıştır.[ Ahmet Özel, “Mevlid”, DİA, c. 29, s. 475.] Eyyûbîler döneminde birçok tören ve bayram kaldırılmış olduğundan Mevlid kutlamaları Erbil Atabegi Begteginli Muzafferuddin Kökböri (ö. 629/1232) tarafından büyük törenlerle yeniden kutlanmaya başlamıştır.[Ahmet Özel, a.g.e., aynı yer.] Muzafferuddin Kökböri’nin bu kutlamaları yeniden başlatmasının ardında, Musullu sûfi Ömer b. Muhammed el-Mellâ’nın bulunduğu belirtilmektedir.[Ahmet Özel, “Mevlid”, DİA, c. 29, s. 475-476] Peygamber Efendimizin doğum günü olan bu günün / gecenin faziletine dair de herhangi bir delil mevcut değildir.

Ebû Şâme el-Makdisî, Şehâbeddin el-Kastallânî, İbn Hacer el-Askalânî, Celâleddin es-Suyûti gibi bazı alimler Peygamberimizin dünyaya gelmesi sebebi ile sevinmenin, bu gün münasebetiyle muhtaçlara yardım etmenin, Peygamberimize şiirler (mevlid gibi) okumanın güzel birer amel olduğu söyleyerek, bu gibi Mevlid kutlamalarının “bid’at-ı hasene” sayılması gerektiğini söylemişlerdir. Mâlikî fakihi İbnu’l-Hâc el-Abderî, Ömer b. Ali el-Lahmî el-Fâkihânî, İbn Teymiyye, Muhammed Abduh, Abdulaziz İbn Bâz ve Hammûd b. Abdillah et-Tuveycîrî gibi âlimler ise mevlid kutlamalarına “bid’at-i seyyie” gözüyle bakmış ve buna şiddetle karşı çıkmışlardır. [Ahmet Özel, a.g.e., s. 477-478; Ahmet Özel, “Mevlid: Tarihi ve Dini Hükmü”, Dîvân İlmî Araştırmalar Dergisi, Bilim ve Sanat Vakfı, İstanbul, 2002/1, sayı: 12, s. 243-246]

Dinde sonradan ortaya çıkan ve hakkında herhangi bir delil bulunmayan bu gibi durumlar hakkında Allah Resulu (sav) şöyle buyurmuştur:

“İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenler / ortaya çıkarılanlardır.” “Sonradan ihdas edilen her şey bid’attir”[ Nesâi, Îdeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7] “Her bidat dalalettir, her dalalet de ateştedir.”[ Müslim, Cuma, 43; Ebu Davud, Sünnet, 6]

Sonuç olarak şu söylenebilir ki; ne Kur’an’da ve ne de sünnette bugün geniş halk kitleleri tarafından kutlanan kandil gecelerine işaret vardır. Mübarek kabul edilen bu geceler, Peygamber Efendimiz ve ashabından çok sonra Mısır ve Kudüs’te kutlanmaya başlamış, daha sonra İslam dünyasının çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Bu kutlamalar kesinlikle İslam’ın bir emri veya bir tavsiyesi değildir. Müslüman toplumlar tarafından ortaya çıkarılmış ve gelenek haline gelmiştir. Osmanlı padişahlarından II. Selim döneminden itibaren’kandil’ adını alan bu geceler miraciye, regaibiye, mevlüt gibi çeşitli etkinliklerle ihya edilmiştir. Kandil gecelerini kutlayan her toplum kendi kültüründen bir şeyler eklemiş ve böylece bu geceler gelenekselleşmiştir. Günümüzde de kandil geceleri halk camilere akın etmekte, kandil simidi ve tebrikleşmelerle son derece yoğun bir şekilde kutlanmaya devam etmektedir.” YAHYA ŞENOL http://www.suleymaniyevakfi.org/

posted in KANDİLLER | 3 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ŞAMİL ANSİKLOPEDİSİ: “Kadir dışındaki gecelerin kutsallığı hakkında Kur’an’da herhangi bir bilgi bulunmaz. Hadis’te de Beraet gecesi dışındaki geceler hakkında kesin sayılabilecek bir bilgi ve yönlendirme yoktur. Bu nedenle birçok İslâm bilgin ve hukukçusu hem bu gecelerin kutsallaştırılârak kutlanmasına, hem de bu gecelerde toplu biçimde ibadet yapılmasına bid’at olduğu gerekçesiyle karşı çıkmıştır. Fakat bilginlerin tüm önleme ve sakındırma çabalarına rağmen bu gecelere duyulan ilgi azalmamış, tam tersine, artmıştır. Yaygın bir gelenek durumuna geldikten sonra da kandiller hakkındaki tartışmalar sürmüş, bilginlerin bir bölümü şiddetle karşı çıkarken bir kısmı da kutlamaların bid’at olduğunu kabul etmekle birlikte hasenliği, güzel gelenekler olduğunu söyleyerek cevaz vermiştir. Şâmil İA

posted in KANDİLLER | 0 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUTLU DOĞUM: “Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından 1989 yılından itibaren Peygamber Efendimizin doğum yıldönümleri, her yıl “Kutlu Doğum Haftası” adıyla ilmî ve kültürel etkinliklerle kutlanmaktadır.

Bu yıl 18 yaşına basmış olan Kutlu Doğum Haftası, milletimizin arzusu ve tarihî geleneği üzerine bina edilmiştir. 1989 yılında sadece Ankara’da başlayan kutlama programları, bugün artık bütün Türkiye’ye, Türk dünyasına, Balkanlar’a, Kıbrıs’a, Avrupa, Amerika ve dünyanın birçok ülkesine yayılmış durumdadır.”

http://www.kutludogumhaftasi.com/kdhtanitim/kdhtanitim.html

posted in KANDİLLER | 0 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KİMİN PEYGAMBERİ: KUTLU DOĞUMUN MU, KUR’AN’IN MI?

Kitaplar, programlar, ilahiler, internet siteleri, gazete, radyo ve televizyonlar aracılığıyla yaygınlaştırılan “kutlu doğum peygamberi” tasavvuru nedir? Bu peygamber anlayışı Kur’an’ın hangi söylemiyle bağdaşmaktadır? Gül kokan, her şeyin kendi sevgisi için yaratıldığı, mesajı değil doğumu öne çıkarılan, mücadele ve örnekliği değil bedenî özellikleri övülerek kendisi için birtakım nurânî vasıflar ve mucizeler uydurulan; Hıristiyanların kendisiyle rahatladıkları İsa peygamber tasavvurunu taklit eden ve onu sözde Müslüman kimlikle yeniden üreten bir peygamber anlayışı tevhidin resul anlayışını tehdit ediyor. Ahmet Örs, www.islamvehayat.com

posted in KANDİLLER | 0 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DİYANET, İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, “KANDİL” MADDESİ

“Osmanlı padişahı II. Selim döneminde (1566-1574) camiler aydınlatılıp minareler­de kandiller yakılarak kutlandığı için bu gecelere kandil geceleri denilmiştir. Bun­lar Mevlid, Regaib, Mi’rac, Berat ve Kadir geceleridir.

Bu gecelerin kutlanma tarihleri kamerî takvime göre şu şekilde belirlenmiştir: Mevlid kandili rebîülevvel ayının on ikinci, Regaib receb ayının ilk cuma, Mi’rac aynı ayın yirmi ye­dinci, Berat şaban ayının on beşinci. Ka­dir ise ramazan ayının yirmi yedinci ge­cesi.

Mevlid kandili Hz. Peygamber’in doğu­mu münasebetiyle kutlanır. Mevlid kut­lamalarını ilk ihdas (icat) eden zatın Erbil Ata­beği Muzafferüddin Kökböri (ö. 629/1232) olduğu kabul edilir. Bu kutlama için top­lananlara mevlid kıssaları okumayı ilk başlatan kişinin ise Mısır Çerkez hüküm­darlarından biri veya Mısır Fâtımîleri ol­duğu söylenir (Ca’fer Murtazâ ei-Âmilî, s. 20). Makrîzî’nin Fatımî bayramlarıyla il­gili yazdıkları bu konuda onların önceliği­ni teyit eder mahiyettedir (el-Hıtât, 1,490). Osmanlı döneminde mevlid kandillerinde çeşitli kutlama faaliyetleri icra edilirdi. İbnü’l-Hâc gibi bazı fakihler, mevlid mü­nasebetiyle yapılan eğlencelere ve israf olduğu gerekçesiyle çok sayıda kandil ya­kılmasına karşı çıkmıştır.

Bir kısmı zayıf veya uydurma(mevzu) olmakla be­raber receb ayının faziletine dair nakledi­len rivayetlerden Resûl-i Ekrem’in bu aya ayrı bir değer verdiği anlaşılmaktadır. Za­manla Müslümanlar üç ayların ilk cuma gecesine rağbet gösterip ihya etmeye başlamışlardır. Bu gecenin Regaib diye adlandırılmasında Hz. Peygamber’e iza­fe edilen, fakat hadis âlimlerince uydurma(mevzu) olarak değerlendirilen rivayetin de (Süyû­tî, el-Le3âli’l-maşnû.ca, 11, 56) etkisi olmuş­tur. Regaib namazıyla ilgili rivayeti 412 (1021) veya 414(1023) yılında vefat eden AH b. Abdullah b. Cehdam’ın ihdas ettiği söylenir (Zehebî,V, 172; İbn Kesîr,XII, 18; bk REGAİB GECESİ).

III. (IX.) yüzyılda ya­şayan Fâkihî Mekke’de Berat gecesinin kutlanmasıyla ilgili bilgi vermektedir. Bu­na göre Mekke halkı Mescid-i Harâm’da namaz kılmak, Kabe’yi tavaf etmek ve Kur’an okumak suretiyle geceyi ihya eder­di {Ahbâru Mekke, III, 84). Fâkihî’den üç asır sonra Mekke’yi ziyaret eden İbn Cübeyr de benzer bilgiler verir [er-Rihle, s. 119-120). V. (XI.) yüzyılın ortalarından iti­baren Şam’daki Emeviyye Camii’nde Berat gecesinde kandiller yakılmış, bunu bid’at olarak değerlendiren birtakım fet­valara rağmen bu âdet bir süre devam et­miştir (İbn Kesîr, XIV, 247). İbn Kesîr, Be­rat gecesinde halka tatlı dağıtma gele­neğini ilk başlatan kişinin Selçuklu Veziri Fahrülmülk olduğunu kaydeder [a.g.e., XII, 7).

Müslüman toplumlar tarafından farklı şekillerde algılanan beş kandil gecesinden Regaib ile Berat’ın kutsallığı kesin olma­dığı gibi bu gecelerde ifa edilecek ibadet­ler hakkında kaynaklarda sahih bilgilere rastlanmamıştır (bk. BERAT GECESİ). Hz. Peygamber’in doğumu şüphe yok ki önemli bir olaydır. Mi’rac da hem naslarla hem de tarihî kayıtlarla sabittir. Ancak bu olaylarla bağlantılı olarak kay­naklarda gerek Resûlullah gerekse as­hap döneminde kutlama niteliğinde her­hangi bir etkinliğe rastlanmamıştır… Du­hân süresindeki âyetlerle birleştirildiği takdirde (44/2-6), Kadirin vahyin inmeye başladığı yılda ramazan ayına denk gel­diği yolundaki bilgiden başka kesinlik arzeden bir sonuç çıkarmak ve belli bir za­man belirlemek mümkün görünmemek­tedir.

Müslümanların cuma ve bayramlar dı­şında bazı gün ve gecelerde dinî-tarihî olayları hatırlayarak heyecanlarını taze­lemeleri ve bu münasebetle bazı etkin­liklerde bulunmaları tabiidir. Ancak doğ­ruluğu sabit olmayan veya uydurulan ri­vayetlere dayanan bazı ibadet şekillerini ifa tasvip edilemez. Dinî hayat süreklilik ve kararlılık isteyen zihnî ve kalbî bir yat­kınlıktır. Yılın birkaç gün veya gecesinde dinî hayatı yaşayıp belli davranışları tek­rarlamak dindar olmanın dünyevî ve uhrevî sonuçlarını doğurmaz. Bu açıdan ba­kıldığında kandiller münasebetiyle göste­rilen faaliyetler doğrudan İslâm’ın bir emir veya tavsiyesi değil çeşitli müslüman top­lumların gelenekleri konumundadır.” (DIA İslam Ansiklopedisi, Kandil maddesi)

DIA, İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, MEVLİD: “Sözlükte “doğum yeri ve zamanı” an­lamına gelen mevlid kelimesi, Hz. Pey­gamberle ilgili asıl kullanımı yanında za­manla tasavvuf çevrelerinde Mısır başta olmak üzere Arap dünyasında velîlerin doğum yıl dönümlerini de kapsayacak şe­kilde geniş bir anlam kazanmıştır.

Resûl-i Ekrem, İslâm tarihçilerinin ço­ğuna göre Habeşistan’ın Yemen valisi Ebrehe’nin Kabe’yi yıkmak üzere Mekke’ye saldırdığı ve Fil Vak’ası denilen olayın meydana geldiği yıl doğmuştur. Bu hu­susta görüş ayrılığının bulunmadığı riva­yet edilir. Araplar’da “nesî” geleneğini göz önüne alanlara göre bu tarih milâdî 569, diğerlerine göre ise 570 veya 571 *dir. Yi­ne genellikle kabul edildiğine göre Rebîülevvel ayının 12’sinde ve gündüz dünyaya gelmiştir. O yıl ilkbahar mevsimine rast­layan bu ayın iki, sekiz, on veya on yedinci gününde doğduğuna dair rivayetlerle sa­baha karşı dünyaya geldiğine dair riva­yetler de vardır. Ayrıca doğum gününün milâdî takvime göre 20 Nisan’a denk geldiği söylendiği gibi bu­nun doğru olmadığını ileri sürenler de bulunmaktadır (İbn Kesîr, I, 201; Şâmî, 1, 405).

Hz. Peygamber’in sağlığında onun do­ğum yıl dönümü kutlanmadığı gibi Hulefâ-yi Râşidîn dönemiyle Emevî ve Abbasî devirlerinde de mevlidle ilgili bir uygula­maya rastlanmamaktadırMısır’da Şiî Fatımî Devleti kuru­lunca, soyundan geldiklerini söyledikleri Hz. Peygamber’in doğum yıl dönümü Muiz-Lidînillâh döneminden (972-975) itibaren resmen kutlanmaya başlanmış­tır. Bunun yanında Hz. Ali, Fâtıma, Hasan, Hüseyin ve o günkü halifenin mevlidleriyle (mevâfid-i sitte) receb, şaban ve ramazan aylarındaki kandiller, ramazan ve kurban bayramlarıyla diğer bazı kutlamalar bu dönemde zengin bir şölen geleneği oluş­turmuştur.

Fâtımîler zamanındaki törenlerde ön­ceden gerekli hazırlıklar yapılır, rebîülevvel ayının 12. gününde sabahtan başla­mak üzere öğleye kadar 300 tepsi helva kâdılkudât ve dâidduât başta olmak üze­re kurrâ, hatipler ve diğer görevlilere da­ğıtılırdı… Hutbelerden sonra hali­fe törendekileri tekrar selâmlayınca res­mî kutlama tamamlanmış olurdu. Diğer beş mevlid de bu şekilde kutlanırdı. Bu kutlamaların üst düzey görevli­lerin katıldığı bir devlet töreni çerçevesin­de yapıldığı ve halkın geniş bir katılımının olmadığı anlaşılmaktadır (Shinar, s. 373). Özellikle Sünnî çoğunluğun kutlamalara iştirak etmediği bilinmektedir (ER, IX, 292). Fâtımîler zamanında Hz. Peygam­ber’in ve Ehl-i beyt’in doğum yıl dönüm­lerinin kutlanması dinî hassasiyet yanın­da siyasî meşruiyet açısından da önem ta­şıyorduHz. Hasan ve Hüseyin’in mevlidleri dışındaki dört mevlidi yasak­lamış, ancak Efdal’in ölümüyle vezirliğe gelen Me’mûn el-Batâihî, Âmir-Biahkâ-millâh devrinde 517 (1123) yılında bu tö­renleri tekrar başlatmıştır.

Eyyûbîler zamanında birçok bayram ve tören kaldırıldığından mevlide de özen gösterilmediği ve halkın bunu evlerinde kutladığı anlaşılmaktadır. Ancak Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin kayınbiraderi Erbil Ata­beği Begteginli Muzafferüddin Kökböri (1190-12 3 3) mevlidi büyük törenlerle ye­niden kutlamaya başlamıştırUlemâ ve tasavvuf ehlinin ileri ge­lenleri bu törenlerde hazır bulunur, Kök­böri kendilerine hil’atler giydirir ve hedi­yeler verirdi. Sûfîler de öğle vaktinden fec­re kadar zikir ve semâ meclisleri düzen­lerdi. Hankahta 800-1000 kadar sûfî top­lanır, Kökböri de aralarında yer alırdı. Her yıl mevlid törenleri için harcanan pa­ranın 300.000 dinarı bulduğu kaydedil­mektedir... Hz. Peygamber’in doğum günüyle ilgili farklı gö­rüşler sebebiyle bir yıl rebîülevvelin seki­zinde, bir yıl da on ikisinde kutlanan mevlidden iki gün önce çok sayıda kurbanlık hayvan meydana getirilerek kesilir ve ka­zanlar kaynatılırdı

Kökböri zamanındaki kutlamaların Fâtımîler’den farklı olarak hazırlıklarıyla bir­likte uzun bir zaman dilimine yayıldığı, bir şenlik havası içinde halkın geniş katılı­mıyla gerçekleştiği ve merasimlerde özel­likle tarikat mensuplarının rolü dikkat çekmektedir. Ebû Şâme el-Makdisî, mev­lid kutlamasını ilkönce Musullu sûfi Ömer b. Muhammed el-Mellâ’ın kendi zaviye­sinde yaptığını, Kökböri’nin de bunu ör­nek alarak mevlid törenlerini başlattığını belirtir ki (el-BâQiş, s. 96; Şâmî, I, 443) bu husus söz konusu törenlerde tasavvuf er­babının rolünü de açıklar

Memlükler döneminde Mısır’da mev­lid kutlamaları bütün ihtişamıyla devam etmiştirÖnce Kur’an tilâvet edilir, ardından vaazlar verilir, tarikat mensupları tarafın­dan zikir ve evrâdlar okunur, daha sonra yemek yenirdi. Bu sırada sultana tebrik­ler sunulur, o da devlet ricaline, ulemâ ve tasavvuf ehline hil’at ve hediyeler verir, muhtaçlara da sadaka dağıtılırdı

Memlükler’den itibaren başta Ahmed el-Bedevî ve İbrahim ed-Desûki gibi böl­genin tanınmış velîleri olmak üzere diğer önde gelen şahsiyetlerin doğum yıl dö­nümleri için de mevlid terimi kullanılma­ya başlanmıştır (Geoffroy, s. 106). Çoğu­nun ölüm tarihi bilinmediğinden bu mev­lid törenlerinin önemli bir kısmı velîlerin ölüm yıl dönümünde yapılırdı. Velînin şah­siyetine bağlı olarak törenler bir gece, bir gün, bir hafta veya sekiz gün devam ettiği gibi bir kısmı küçük bir semtte ya­hut yerleşim merkezinde, bazıları da bü­yük şehirlerde ve bölgesel çapta icra edi­lirdi. Meselâ Ahmed el-Bedevî’nin Tanta*-daki mevlidi, tarikat mensuplarının uzak memleketlerden gelerek katıldıkları en kalabalık merasimlerden biriydi (Winter, s. 179-180). Evliya Çelebi, başta Ahmed el-Bedevî, İbrahim ed-Desûki, İbrahim Gülşenî ve İmam Şafiî’nin mevlidleri olmak üzere birçok mevlid hakkında bilgi ver­mektedir...

Kuzey Afrika’da (Mağrib) önceleri mev­lid kutlama âdeti yokken bunlar ilk defa kadı ve muhaddis Ebü’I-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Hüseyin es-Sebtî el-Azefî (ö. 633/1236) tarafından halkın hıristiyan bayramlarını kutlamasını önlemek ama­cıyla icra edilmeye başlanmıştır

Alevîler hanedanına mensup hükümdarlardan Mevlây Abdurrahman (1822-1859) ve Mevlây Hasan’ın da (1873-1894) göste­rişli kutlamalar düzenledikleri kaydedilir (Shinar, s. 381-382). Fâtımîler’de olduğu gibi Fas’taki Sa’dîler ve Alevîler gibi şerif sülâlesinden gelen hükümdarlar için de mevlid kutlamaları aynı zamanda siyasî bir prestij unsuruydu. Mevlid kutlamala­rı, Mâlikî fukahasının sert muhalefeti se­bebiyle Tunus’ta Hafsîler sarayında Fastakinden yaklaşık bir asır sonra Sultan Ebû Fâris Abdülazîz el-Mütevekkil devrin­de (1394-1434) yapılabilmiştir... Mevlid kutlaması 1910 yılından itibaren Osmanlı Devleti’nde resmî bay­ramlara dahil edildiyse de Cumhuriyet’in ilânından sonra kaldırılmıştır

Günümüzde mevlid, Suudi Arabistan hariç Kuzey Afrika’dan Endonezya’ya ka­dar İslâm ülkelerinde -bazılarında resmî, bazılarında gayri resmî olarak- yaygın biçimde kutlanmaktadır

Mevlid kutlamaları sırasında Resûl-i Ek­rem’in doğumunu anlatan, bu vesileyle methini de içeren ve genel olarak “mev­lid”, Kuzey Af rika’da ise “mevlidiyye” ola­rak anılan şiirlerin okunması gelenek ha­lini almıştır. Bunların en meşhurları ara­sında Arap dünyasında Kâ’b b. Züheyr’in Kaşîdetü’î-bürde’si, Bûsîrî’nin aynı ad­la da anılan eî-Kevâkibü’d-dürriyye fî medhi hayri’l-beriyye ve eI~Kaşîde-tü’1-hemzıyy e’sı ile Şemseddin ibnü’l-Cezerî’nin Meviidü’rı-nebî, Ca’fer b. Ha­san el-Berzencî’nin el-İkdü’l-cevhefı (Meolidü’n-nebî); Türk dünyasında Süley­man Çelebi’nin Vesîletü’n-necât’ı anıla­bilir

Fıkhî Hükmü. Hz. Peygamber zamanın­da ve ondan sonraki birkaç asır boyunca kutlanmayan mevlidin dinî açıdan meşru­iyeti ulemâ arasında tartışılmıştır. Mâliki fakihi İbnü’1-Hâc el-Abderî (ö. 737/1336) bid’at konularına geniş yer verdiği eî-Medhaî adlı eserinde mevlidin Resûlullah devrinde ve ona son derece bağlı olan ashap ve tabiîn (Selef) zamanında kutlan­madığını, dolayısıyla bid’at olduğunu söy­leyerek mevcut uygulamalara şiddetle karşı çıkar... İba­det yapılması, ziyafet verilmesi, hadis vb. okunması halinde bile bunların mevlid ni­yetiyle icrasının bid’at olduğunu kayde­den İbnü’1-Hâc buna karşılık kutlama ni­yeti taşımaksızın oruç tutulmasını ve Hz. Peygamber’in doğduğu bu ayın saygınlı­ğına uygun davranılmasını tavsiye eder (11,2-33).

İbnü’l-Hâcc’ın çağdaşı olan bir diğer bir Mâliki âlimi Tâceddin Ömer b. Ali ei-Lah-mî el-Fâkihânî de mevlidi bid’at-ı seyyie kabul ederek ona karşı çıkmış ve ei-Mev-rid ü’1-kelâm cameh’l~mevlid adıyla bir risale kaleme almıştır. Venşerisî, son­raki Mâliki ulemâsından mevlide karşı çı­kanların görüşlerine yer verirken genellik­le olumsuz uygulama örneklerine atıfta bulunmuştur…

Bid’atlan hasene ve seyyie diye ikiye ayırmayan İbn Teymiyye [el-Fetâva’l-kübrâ, I, 372), onu takip eden Vehhâbî ulemâsı ve Muham­med Abduh gibi çağdaş ıslahatçı âlimler de mevlid kutlamalarına karşı çıkmışlar­dır. M. Reşîd Rızâ, Mısır’da mevlidlerde görülen çirkin uygulamaları eleştirir ve ulemâyı bu konuda sessiz kalmaları yü­zünden kınar

Vehhâbî geleneğine mensup çağdaş âlimlerden Suudi Arabistan müftüsü Muhammed b. İbrahim Âli Şeyh, Abdülazîz b. Abdullah b. Bâz, Hammûd b. Abdullah et-Tüveycirî gibi şahsiyetler her çeşit mevlid kutla­masına karşı çıkarak bu konuda risaleler kaleme almışlardır...

İbnü’l-Hâcc’ın Mısır’­daki uygulamalara yaptığı atıflar yanın­da tarihçi Cebertî’nin (ö. 1240/1825) kendi zamanındaki mevlid kutlamalarının evli­yanın kabirlerini ziyaret yanında ticaret, gezi ve eğlence gibi amaçlar taşıdığını {cAcâHbü’l-âşâr, IV, 3), her meşrepten bid’at ve tarikat ehlinin katıldığı tören­lerde şiir, zikir ve çalgı seslerinin birbirine karıştığını, camilerin âdeta alışveriş, soh­bet, oyun ve eğlence mekânı haline geti­rildiğini, bu mekânların yenilip içiien şey­lerle kirletildiğini, erkeklerle kadınlar ara­sında hoş olmayan davranışlar görüldü­ğünü belirtmesi de {a.g.e., III, 39-40) ule­mânın Mısır’da mevlid kutlamaları konu­sundaki eleştirilerini haklı çıkaracak mahi­yettedir…” (DIA İslam Ansiklopedisi, Mevlid maddesi.)

 

BERAT GECESİ  –DIA (Diyanet Ansiklopedisi)

Şaban ayının on beşinci gecesi. Berat Arapça berâe-berâet kelimesi­nin Türkçeleşmiş şeklidir. Berâet, “iki şey arasında ilişki olmaması; kişinin bir yükümlülükten kurtulması veya yüküm­lülüğünün bulunmaması” anlamına ge­lir. Şabanın on beşinci gecesinde müslümanların Allah’ın atfı ve bağışlaması ile günah yükünden kurtulacağı umula­rak bu geceye Berat gecesi denmiştir. Berat gecesi için Arapça eserlerde “şa­banın ortasındaki gece”, “mübarek ge­ce”, “rahmet gecesi” ve “sak gecesi” mânalarına gelen terkipler kullanılmaktadır.

Berat gecesi müslümanlarca kutsal sayılmış, bu gecenin diğer gecelerden farklı bir şekilde geçirilmesi, bu gecede daha fazla ibadet edilmesi âdet halini almıştır. Hz. Peygamberin, “Allah Teâlâ -rahmetiyle- şabanın on beşinci gecesi dünya semasında tecelli eder ve Kelb ka­bilesi koyunlarının kılları sayısından da­ha fazla kişiyi bağışlar” buyurduğu riva­yet edilmiştir (TIrmizî, “Şavm”, 39; İbn Mâce, “İkâme”, 191). Diğer bir rivayete göre de Hz. Peygamber, “Şabanın orta­sında gece ibadet ediniz, gündüz oruç tutunuz. Allah o gece güneşin batma-sıyla dünya semasında tecelli eder ve fecir doğana kadar, ‘Yok mu benden af isteyen onu affedeyim, yok mu benden rızık isteyen ona rızık vereyim, yok mu bir musibete uğrayan ona afiyet vere­yim, yok mu şöyle, yok mu böyle!’ der” buyurmuştur (İbn Mâce, “İkâme”, 191). Ancak eserlerinde bu hadislere yer ve­ren Tirmizî ve İbn Mâce, bunların sened yönünden zayıf olduğuna da işaret et­mektedirler. Bir kısım âlimlerin, kıble­nin Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan Mek­ke’deki Kabe istikametine çevrilmesi­nin hicretin ikinci yılında Berat gecesin­de vuku bulduğunu kabul etmeleri de geceye ayrı bir önem kazandırmakta­dır.

Bu rivayetlerle, Hz, Peygamber’in şa­ban ayına ve özellikle bu ayın on beşinci gecesine ayrı bir önem vererek onu ihya ettiğine dair diğer rivayetleri göz önüne alan bazı âlimler bu geceyi namaz kıla­rak, Kur’an okuyarak ve dua ederek ge­çirmenin sevaba vesile olacağını, bu ge­ceye mahsus olmak üzere belli bazı iba­det ve kutlama şekilleri ihdas (icat) edip âdet haline getirmenin ise dinde yeri bulun­madığını söylemişlerdir. Kaynakların be­lirttiğine göre Berat gecesine ait özel bir namaz yoktur.

Gazzâlî, bu gece her rek’atında Fâtiha’dan sonra on bir İhlâs okunmak suretiyle kılınacak yüz rek’at veya her rek’atında Fâtiha’dan sonra yüz İhlâs okunan on rek’at namazın çok se­vap olduğuna dair bir rivayet nakletti­ği halde [İhya, I, 203), İhya’ü ulûmi’d-dîn’deki hadisleri tenkide tâbi tutan Zeynüddin el-Irâkî (a.e, 1, 203, dipnot 1) ile Nevevî bunun aslının olmadığını söyle­mişlerdir. Bu namazın bir bid’at oldu­ğunu kaydeden Nevevî, bu konuda Kütul-kulûb ve İhyâ’ü Ulûmi’d-din’e geçen rivayete aldanılmaması gerektiği­ni söylemekte (el-Mecmu’, IV, 56), Ali el-Kârî de bu rivayetin uydurma olduğunu belirterek Berat gecesi namazının 400 (1010) yılından sonra Kudüs’te ortaya çıktığını kaydetmektedir {el-Esrârü’l-merfû’a, s. 462). Bu namazın ilk defa 448 (1056) yılında Kudüs’te Mescid-i Aksâ’da kılındığına ve zamanla yaygınlık ka­zanarak sünnet gibi telakki edildiğine dair bir rivayet de nakledilmektedir (Ali Mahfuz, s. 288). Ancak Fâkihî’nin (ö. 272/ 885’ten sonra) Mekkeliler’in bu geceyi Mescid-i Harâm’da ihya ettiklerine ve bazılarının 100 rek’atlı bir namaz kıldı­ğına dair rivayeti (bk. Ahbâru Mekke, III, 84} dikkate alınırsa bu namazın daha önceden de kılındığını söylemek müm­kündür.

Duhân sûresinde (44/3) Kur’an’ın “mü­barek bir gecede” nazil olduğu ifade edilmektedir. İslâm âlimlerinin çoğun­luğuna göre burada işaret edilen ge­ce Kadir gecesidir. Çünkü diğer âyetler­de Kur’an’ın ramazan ayında (el-Bakara 2/185) ve Kadir gecesinde (el-Kadr 97/1) indirildiği belirtilmektedir. İkrime b. Ebû Cehil’in de dahil olduğu bir grup âlim ise Duhân süresindeki âyet­le Berat gecesine işaret edildiği kanaatindedirler. Bu takdirde Kur’an’ın ta­mamının Berat gecesi levh-i mahfuz­dan dünya semasına indiği, Kadir ge­cesinde de âyetlerin peyderpey inmeye başladığı şeklinde bir yorum ortaya çık­maktadır. Nitekim bazı müfessirler bu görüşü benimsemişlerdir (bk. Eîmalılı, V, 4293-4295). (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Berat Maddesi)

 

REGAİB GECESİ –DIA (Diyanet Ansiklopedisi)

Receb ayının ilk cuma gecesi. Sözlükte “kendisine rağbet edilen şey, bol ve değerli bağış” anlamındaki ragîbenin çoğulu olan regâib kelimesi hadis ve fıkıh literatüründe “bol sevap ve mükâfat, faziletli amel”, özellikle Mâliki fıkıh kaynak­larında sünnetin mukabili olarak “müstehap, nâfile ibadet” mânalarında kullanıldı­ğı gibi (Ibn Ebû Şeybe, II, 49; İbn Abdülber en-Nemerî, I, 127; Hattâb, II, 79) hicri tak­vime göre yedinci ay olan recebin ilk per­şembesini cumaya bağlayan geceye ad ol­muştur (ayrıca bk. KANDİL).

Regaib gecesi, Kur’an’da saygı gösteril­mesi istenen ve hadislerde -gün belirtil­meden- oruç tutulması tavsiye edilen ha­ram aylardan (el-Bakara 2/217-, el-Mâide 5/2, 97; Ebû Dâvûd, “Şavm”, 55; Ibn Mâce, “Sıyâm”, 43) receb ayında bulunmak­la birlikte özellikle tasavvuf eserlerde yer alan, Hz. Peygamberin Regaib gecesinde ana rahmine düştüğü, receb ayının ilk per­şembe günü oruç tutup gecesinde Regaib namazı adıyla bir namaz kılmanın sevap olduğu ve bu gecenin birçok faziletinin bu­lunduğu yönündeki rivayetlerin asılsız ol­duğu hadis âlimlerince belirtilmiştir. İbnü’l-Cevzî, Regaib orucu ve namazıyla il­gili hadisin Zâhid Ebü’l-Hasan Nûreddin Ali b. Abdullah b. Hüseyin b. Cehdam (ö. 414/1024) tarafından uydurulduğunu ve hadisin başka hiçbir kaynakta geçmediği­ni belirtir (el-Mevzu’ât, II, 47). Ayrıca isrâ ve mi’rac olayının Regaib gecesi meydana geldiğine dair rivayetin de aslı bulunma­maktadır (İbn Kesîr, III, 109; Bedreddin el- Aynî, IV, 39).

Regaib gecesiyle ilgili özel iba­det ve kutlamalar IV. (X.) yüzyılda ortaya çıkmış olup bu gecenin ilk defa kandil ola­rak kutlanmasına Kudüs’te 448 (1056), Bağdat’ta 480 (1087) yılında başlanmış, Gazzâlî de bütün Kudüs halkının bu gece­yi ihya ettiğini söylemiştir (Ihyâ’ 1, 203). Ebû Tâlib el-Mekkî gibi bazı mutasavvıflar Regaib gecesinden söz etmeyip receb ayı­nın ilk gecesini ihya etmenin müstehap olduğunu belirirseler de (Kütü’l-kulûb, I, 121) bu geceyle ilgili rivayetlerin çok zayıf ya da uydurma olduğu hadis âlimlerince tesbit edilmiştir.

İslâm âlimlerinin büyük bir kısmı Hz. Peygamber, sahâbe ve tâbiîn dönemlerin­de Regaib kandilinin bilinmediğini, kandil geceleri kutlanmasının diğer dinlerin tesi­riyle ortaya çıktığını, dolayısıyla bu gecede özel bir ibadet yapmanın dinde yeni iba­det ihdası anlamına geleceğini, Resûl-i Ek­rem tarafından genel olarak bid‘atların yasaklanmasının yanı sıra (Buhârî, “Sulh”, 5) cuma günü ve gecesi özel bir ibadet yapılmasının da yasaklandığını (Müslim, “Şıyâm”, 147,148), bu sebeple Regaib gü­nü ve gecesinde muayyen ibadetler yap­manın dinen sakıncalı olduğunu belirt­miştir. Bir kısım âlimler ise genel anlam­da fazileti âyet ve hadislerde belirtilen receb ayının bir gecesi olması dolayısıy­la Regaibin de faziletli gecelerden sayıla­cağını, namazın en üstün ibadet olup ak­şamla yatsı arasında nâfile namaz kılma­nın fazileti hakkında –zayıf da olsa- hadis­ler, sahâbî ve tâbiî sözleri (Tirmizî, “Şalât”, 204; İbn Mâce, “İkâmetü’ş-şalât”, 185; Ta- berî, XV, 69; XXI, 100) bulunduğunu, müs­lüman toplumlarda özel zaman dilimleri olduğuna inanılan, din! duyguların yoğun biçimde yaşandığı bu geceleri vesile ede­rek kazâ ve nâfile namaz kılmanın, Kur’an okumanın, çeşitli hayırlar yaparak Allah’a yaklaşmaya çalışmanın dinen bir sakıncası olmayacağını ifade etmişlerdir. Bu konu­da birinci görüşü savunan Mâlikî fakihi İzzeddin İbn Abdüsselâm ile ikinci görüşü savunan hadis âlimi İbnü’s-Salâh arasında bir münazara gerçekleşmiş (münazaranın tam metni için bk. Sofuoğlu, VII (1992], s. 17-45), âlimlerin birçoğu İbn Abdüsselâm’a hak vermiş, bunun üzerine Eyyûbî Hüküm­darı el-Melikü’l-Kâmil, Regaib namazının camilerde kılınmasını ve bu gecenin kut­lanmasını yasaklamıştır. Daha sonraki dö­nemlerde de benzer tartışma ve olaylar meydana gelmiştir. Osmanlı devrinde Mol­la Fenârî, Regaib gecesi hakkında olumlu görüş belirtmiş, çeşitli dönemlerde bu ko­nuda lehte ve aleyhte risâleler yazılmıştır (Keşfu’z-zunûrı, bk. bibl.; İzâhiu’l-meknû.n, II, 196). Farklı görüş ve uygulamalar günü­müzde de varlığını sürdürmektedir. (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Regaib Maddesi)

 

MİRAC  –DIA (Diyanet Ansiklopedisi)

Hz. Peygamber’in Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya, oradan da göğe yaptığı yolculuğu ifade eden terim.

Sözlükte “yukarı çıkmak, yükselmek” anlamındaki urûc kökünden türemiş bir ism-i âlet olan mi’râc kelimesi “yukarı çık­ma vasıtası, merdiven” demektir. Terim olarak Hz. Peygamber’in göğe yükselişini ve Allah katına çıkışını ifade eder. Olay, Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya gi­diş ve oradan da yükseklere çıkış şeklin­de yorumlandığından kaynaklarda daha çok “isrâ ve mi’rac” şeklinde geçerse de Türkçe’de mi’rac kelimesiyle her ikisi de kastedilir. İslâmî kaynaklarda genellikle ele alındığı şekliyle mi’rac hadisesi iki saf­hada meydana gelmiştir. Resûl-i Ekrem’in bir gece Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Ak­sâ’ya yaptığı yolculuğa isrâ, oradan gök­lere yükselmesine mi’rac denilmiştir. Li­teratürdeki bu ayırım her iki terimin nas-larda zikredilmesinden ileri gelmektedir. Sery geceleyin yürüme, gece yolculuğu yapma kökünden türeyen isrâ Kur’an’da mazi sîgasıyla yer almış ve sûreye ad olmuştur. Buna göre Allah, kudretinin işaretlerini göstermek için kuluna Hz. Peygamber Mescid-i Harâm’dan çevresi mübarek kılınan Mescid-İ Aksâ’ya gece­leyin bir seyahat yaptırmıştır.

Mi’rac kelimesi Kur’an’da geçmemek­le birlikte çoğul şekli olan meâric “yüksel­me dereceleri” mânasında Allah’a nisbet edilmiştir. Ayrıca “mer­diven” anlamında meâric bir âyette ve urûc kökünden türemiş fiiller çeşitli âyet­lerde yeralmaktadır.

Semaya yükseliş tasavvuru eski Hint ve İran mitolojİleriyle diğer dinlerde de mevcuttur. Yahudi geleneğinde İdrîs, İbra­him, Mûsâ ve İşâyâ gibi peygamberlerle bazı tarihî şahsiyetlerin yeryüzünden ilâhî âlemlere çıktığına inanılır. Özellikle me­lek Yahoel tarafından semavî bir vasıtay­la bulut içinde göğe yükseltilen Hz. İbra­him’in rabbinin tahtını müşahede edişiy­le ilgili tasvirlere sonraki yahudi literatü­ründe rastlanmaktadır. Hıristiyanlık inan­cına göre Hz. îsâ çarmıha gerildikten son­ra mezarından çıkıp ilâhî âleme yüksel­miştir. Ay­rıca Pavlus’un Kudüs’e doğru giderken melek eşliğinde göğe yolculuk yaptığı ri­vayet edilir.

Hadis kaynakları ile siyer ve delâil kitap­larında isrâ ve mi’racla ilgili birçok riva­yet mevcuttur. Buhâri ve Müslim’de yer alan rivayetlerin ortak noktalarına göre olay şu şekilde cereyan etmiştir: Bir gece Resûlullah, Kabe’de Hicr veya Hatîm de­nilen yerde iken -bazı rivayetlerde uykuda bulunduğu sırada veya uyku ile uyanıklık arası bir halde- Cebrail geldi: göğsünü açtı, zemzemle yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurup kapattı. Burak adlı bineğe bindirip Beytülmakdis’e gö­türdü. Resûl-i Ekrem Mescid-i Aksâ’da iki rek’at namaz kılıp dışarı çıktığında Ceb­rail biri süt, diğeri şarap dolu iki kap ge­tirdi. Resûlullah süt dolu kabı seçince Ceb­rail kendisine “fıtratı seçtin” dedi, ardın­dan onu alıp dünya semasına yükseltti. Semaların her birinde sırasıyla Âdem, İsâ, Yûsuf, İdrîs, Hârûn ve Mûsâ peygamber­lerle görüştü; nihayet Beytülma’mûr’un bulunduğu yedinci semada Hz. İbrahim’le buluştu. Sidretü’l-müntehâ denilen yere vardıklarında yazıcı meleklerin kalem cı­zırtılarını duydu ve Allah’ın huzuruna çık­tı. Burada Cenâb-ı Hak elli vakit namazı farz kıldı. Dönüşte Hz. Mûsâ, elli vakit na­mazın ümmetine ağır geleceğini söyle­yip Allah’tan onu hafifletmesini isteme­sini tavsiye etti. Namaz beş vakte indirilinceye kadar Hz. Peygamber’in huzûr-i ilâhîye müracaatı ve Mûsâ ile diyalogu de­vam etti. (Buhârî, “Şalât”, I, “Tevhîd”, 37, “Enbiyâ3”, 5, “Becfü’I-halk”, 7, “Menâ-kıb”, 24, “Menâkıbü’I-enşâr”,42; Müslim, “îmân”, 259, 2Ö2-2Ö3, “Fezâ’il”, 164) Bir rivayete göre Resûl-i Ekrem’e mi’racda Bakara sûresi­nin son âyetleri indirilmiş ve Allah’a or­tak koşmayanların affedileceği müjde­si verilmiştir. Ancak bazı âyetlerin ayrı olarak nazil olmasının Kur’an’ın Cebrail tarafından indirilmesi gerçeğine aykırı düşeceği ve bu tür rivayetlerin âyetlerin faziletine hamledilmesi gerektiği belirtil­miştir.

Mi’racla ilgili rivayetlerde bazı farklılık­lar mevcuttur. Meselâ sahih rivayetlerin bir kısmında doğrudan Mescid-i Harâm’dan semaya yükseliş anlatılır. Ancak isrâ ve mi’racın aynı ge­cede gerçekleştiği kabul edilip rivayetlerin bütünü göz önüne alındığında Resûl-i Ekrem’in Mescid-i Aksâ’ya uğradığı ve bu­rada içlerinde İbrahim, Mûsâ ve îsâ’nın da bulunduğu peygamberler topluluğuna namaz kıldırdığı anlaşılmaktadır. Diğer bazı haberlere göre de Resulullah olayı Mekke’de haber verdiği zaman Kureyş kabilesi kendisini yalanlayıp Mescid-i Aksa hakkında sorular sorunca Allah ona mes­cidi göstermiş ve böylece sorulara cevap vermiştir. Mi’racla ilgili haber­lerde mevcut ayrıntılı tasvirler arasında zayıf ri­vayetlerin bulunduğu bildirilmektedir.

Kaynaklarda miracın vukuu hakkında bazı tarihler verilmekle beraber en sahih kabul edilen rivayet bunun müslümanların Birinci ve İkinci Habeşistan hicretle­rinden sonra, Hz. Hatice ve Ebû Tâlib’in vefatlarını takip eden dönemde hicretten bir yıl önce meydana geldiği şeklindeki nakildir. Rebîülevvel veya ramazan ayından bahseden rivayetler varsa da müslümanların çoğun­luğu mi’racı Receb ayının 27. gecesinde kutlamaktadır.

Mi’rac hadisesinde önemli yer işgal eden Mescid-i Aksâ’nın hangi mescid ol­duğu hususunda âyetlerde açıklama ya­pılmamış, sadece çevresinin mübarek kı­lındığı belirtilmiştir. Mescid-i Aksâ’nın “uzak mescid” anlamına geldiği halbuki Kur’an’da Filistin için “edne’l-arz” (en ya­kın yer) ifadesinin kullanıldığı belirtilerek Mescid-i Aksâ’nın semavî bir mescid olması ihtimali üzerinde du­rulmakla birlikte hem tarihî veriler hem de âyet­teki ifadeler dikkate alındığında söz ko­nusu mabedin tarihî bir gerçekliğinin bu­lunduğu anlaşılmaktadır. 0 dönemlerde mescidin mevcut olmaması daha Önceleri Kudüs’te Mescid-i Aksâ’nın bulunmadı­ğını göstermediği gibi Mescid-i Aksâ’nın müslümanların ilk kıblesi olduğu da bilinen bir husustur. Bir hadiste de belirtil­diği gibi Resulullah dönemindeki Kabe Hz. İbrahim’in kurduğu binadan farklıdır. Öyle anlaşılıyor ki semavî dinlerde tevhid inancı açısından ibadetlerin ifası sırasında müminlerin yöneldiği mekân (kıble) bir amaç değil bir araçtır. Bu me­kânın üzerindeki binanın yüzyıllar içinde yıkılıp yeniden yapılması veya zaman za­man mevcut olmaması mekânın manevî konumunu etkilemez.

İsrâ ve mi’racın mahiyetine yönelik en önemli tartışma onun bedenen mi yoksa ruhen mi gerçekleştiği konusundadır. Ke­lâm ve hadis âlimlerinin çoğu olayın be­denen ve uyanık halde gerçekleştiği gö­rüşünü benimsemiştir. Buna göre âyet­te geçen “abd” kelimesinden ruh-beden bütünlüğüyle Hz. Peygamber kastedilmektedir; âyetin zahirini te’vil etmeyi gerektiren bir sebep yoktur. Âyetin ba­şındaki tenzih (sübhâne) ifadesi de olayın azametine işaret eder. İsrâ ve mi’rac rü­yada gerçekleşmiş olsaydı bu sıradan bir hadise olur, Kureyşliler de onu inkâr et­mezdi. Ayrıca, “Sana gösterdiğimiz rüya­yı … insanlar için bir imtihan vesilesi yap­tık” mealindeki âyette (İsra, 60) yer alan “rüya” kelimesi gözle görmeyi ifade eder; eğer uyku halinde görülen rüyayı belirtseydi bu bir imtihan vesilesi sayıl­mazdı. Abdullah b. Abbas’ın kelimenin “gözle görme” demek olduğunu vurgula­ması da bu yorumu destekler. İsrâ ve mirac konusunda Hz. Âişe ve Muâviye b. Ebû Süfyân’dan rivayet edilen fark­lı yorumları da değerlendiren âlimler söz konusu rivayetlerin hadis tekniği açısın­dan problemler taşıdığını ileri sürmüştür.

Mi’racın ruh ve beden­le gerçekleştiğini savunanlar bu hususta bazı aklî deliller de getirmeye çalışmışlar­dır. Fahreddin er-Râzî, güneş ve gezegen­lerin büyük kütlelerine rağmen çok hızlı hareket edebildiklerini söyleyerek Allah’ın dilemesi halinde başka bir varlığın da ben­zeri bir hıza ulaşmasının mümkün oldu­ğunu ileri sürer. Ona göre Hz. Peygam­berin mi’raca yükselişi ihtimal dışı görü­lürse Cebrail’in inişine de aynı şekilde bak­mak gerekir.

İs­lâm filozofları, gök cisimlerinin nüfuz edil­mesi imkânsız kütleler halinde oluşundan hareketle mi’racın bedenen gerçekleş­mesine itiraz etmişlerse de bu itirazları tutarsız bulan kelâmcılar bütün cisimle­rin aynı özellikte ve yapıda olduğunu, bir cisim için geçerli olan durumun diğerleri için de geçerli sayılacağını söyler. Mi’racın bedenen mey­dana geldiğini temellendirme sırasında kelâmcılar konunun daha çok Allah’ın ira­de ve kudreti dahilinde oluşuna ağırlık vermiştir. Bu çerçevede yapılan yorum­lar meseleyi insan aklının anlayabileceği bir seviyeye indirgemeye dayanmaktadır. Ancak mu’cize anlamında ilâhî âyetler­den olan bu hadiseyi tamamen aklî çer­çeveye sokmak kolay değildir.

İsrânın ruhen gerçekleştiği görüşünü benimseyen âlimler Hz. Âişe’nin, “Resû-lullah’ın bedeni yerinden ayrılmamış, o ruhuyla yolculuk yapmıştır” ve Muâviye’nin, “İsrâ Allah’tan gelen sadık bir rüya­dan ibarettir” şeklindeki beyanları ve Hasan-ı Basrî’nin bu görüşe itiraz etmeme­sini delil kabul etmişlerdir. (İbn İshak, s. 275; İbn Hişâm, II, 40-41) Bu âlimlere göre Buhârî ve Müslim’de yer alan, “uyku ile uyanıklık arası bir halde iken, yatağımda uzanmış yatıyorken, uyurken” şeklindeki ifadeler de bunu göstermektedir. Âyette geçen “abd” kelimesi de sadece ruhu anlatır, zira insan bedeninin unsur­ları devamlı değiştiği halde değişmeyen ruhtur. İsrânın ruhen gerçekleşmesinin olağan üstü bir hadise sayılamayacağı id­diasına da temas eden bu görüş sahipleri miracin fevkalâde bir hadise olup her ru­ha nasip olmadığını belirtirler. Bunların en önemli delili ise İsrâ sûresinin 60. âyetinde geçen “rüya” kelimesidir. Âyet isrâ olayıyla ilişkilendirilerek rüyanın gözle görmeyi de­ğil düşte görmeyi ifade ettiği sonucuna varılmıştır.

İbn Kayyim el-Cevziyye mi’racın rüyada gerçekleşmesiyle ruhen gerçekleşmesi arasındaki farka dikkat çeker. Ona göre Hz. Âişe ve Muâviye bu olayın uykuda de­ğil ruhen vuku bulduğunu söylemişlerdir. Uyuyan kimsenin gördükleri uyanıkken duyularıyla algıladığı şeylerin örneklerin­den ibaret olur; böylece gökyüzüne çıka­rıldığını görür, ancak ruhu yükseltilmez. Resûlullah’ın yükseltildiğini kabul eden iki gruptan biri ruh ve bedenle, diğeri ise bedeni olmadan ruhuyla mi’raca çıktığı­nı söylemiştir. İkinci grup mi’racın uyku­da gerçekleştiğini ileri sürmemiş, ruhun bizzat yolculuk yaptığını kastetmiştir. (Zâ-dü’l-me’âd, III, 40) Mi’racı ruhanî olarak yorumlayan Şah Veliyyullah ed-Dihlevî ise ruh alemiyle maddî âlem arasında bağla­yıcı bir âlemin (berzah) bulunduğunu, mi’racın da bu âlemde bir yolculuk olduğunu belirtmiştir. (Hüccelullâhı’l-bâliğa, I, 115-116)

Çağdaş birçok müellif de isrâ ve mi’racın ruhen gerçekleştiği kanaatindedir. Mi’racın bedenî olduğunu ileri sürenlerin delillerini zayıf bulan Şiblî Nu’mânî, İsrâ sûresinin ilk âyetinde yer alan “abd” keli­mesinin ruha atfedilebileceğini söyler. Ona göre insan bedeni her an değişikliğe uğramaktadır, kalıcı olan ruhtur. Ayrıca mi’rac olayında geçen Mescid-i Aksâ’nın dışındaki mekân ve hadiseler bu varlık alanına değil ruhanî âleme aittir. Dolayı­sıyla bu tecrübe ruhun maddî unsurlar­dan sıyrılarak melekût âlemine yaptığı bir yolculuktur. İsrâ sûresinin 60. âyetinde söz konusu edilen rüyanın insanlar için bir imtihan vesilesi olarak gösterilmesi de Şiblî’ye göre mi’racın uyanık halde ger­çekleşmesini zorunlu kılmaz. Zira bir şe­yin imtihan konusu yapılması onun mutlaka olağan üstü sayılmasını gerektirmez. (İslâm Tarihi: Asr-ı Saadet, II, 438-444) Muhammed Hamîdullah da rivayetlerde geçen, “Uyku ile uyanıklık arası bir durum­da idim” ifadesinden hareketle bu seya­hatin Hz. Peygamberin tam şuur halin­de, fakat ruhunun hâkimiyeti altında ger­çekleştiğini söyler. (İslam Peygamberi, I, 92)

Kaynaklarda isrâ ve mi’racın Hz. Peygamber’in hayatında kaç defa gerçekleş­tiği meselesi de önemli bir yer tutmak­tadır. Bunun sebebi rivayetlerde ortaya çıkan tarih, tasvir ve bilgi farklılıklarıdır. Bazılarına göre isrâ biri uyanıkken diğeri de uyku halinde olmak üzere iki defa meydana gelmiştir. Diğer bir görüş her ikisi de uyanık olduğu halde bedenle ger­çekleştiği yönündedir. Bunlardan ilki Mes­cid-i Aksâ’ya, diğeri önce Mescid-i Aksâ’ya, oradan da semaya kadar olanıdır. Bir kısmına göre ise üç defa veya daha fazla meydana gelmiş, bunların biri ruh ve be­denle uyanıkken, diğerleri uyku halinde olmuştur. İsrânın bir defa uyanıkken be­denle, mi’racın ise bir defa ruhen gerçek­leştiği telakkisi de mevcuttur. Ancak ço­ğunluğun görüşü her ikisinin de aynı ge­cede vuku bulduğu yönündedir. (İbn Ebü’l-İz, s. 85-86; Ibn Hacer, VII, 238; Süyûtî, s. 54-55) İbn Kayyim el-Cevziyye, ihtilâfın farklı rivayetlerin lafızlarına takılıp kalan zayıf nakilcilerden ileri geldiğini söyle­dikten sonra mi’racın birden fazla vuku bulduğu kabul edilirse her defasında elli vakit namazın farz kılınmasını açıklama­nın mümkün olmadığını kaydeder. (Zâdü’l-me’âd, 111,42)

Hz. Peygamberin mi’racda Allah’ı gö­rüp görmediği meselesi, onun sidretü’l-müntehâda “iki yay ucu aralığı kadar” (kabe kavseyrı) Allah’a yaklaştığını ve O’nu gördüğünü bildiren âyetlere dayanır. Bu âyetlerde söz konusu edilen yaklaşmanın kimlerin arasında meydana geldiği ve Resûl-i Ekrem’in ki­mi gördüğü hususu iki şekilde anlaşıl­maktadır. Sahabeden Hz. Âişe, Abdullah b. Mes’ûd, Ebû Zer el-Gıfârî, Ebû Hürey-re; tabiînden Mücâhid b. Cebr, Hasan-ı Basrî, Katâde b. Diâme, Rebf b. Enes ve müfessirlerin çoğu yaklaşma hadisesinin Hz. Peygamber ile Cebrail arasında ger­çekleştiğini kabul eder. (Taberî, XXVII, 44-45; İbnü’l-Cevzî, VI11,66) Diğer görüş ise yaklaşmanın doğrudan Allah’la Resûl-i Ekrem arasında meydana geldiği şeklin­dedir. Enes b. Mâlikten Şerik b. Abdullah yoluyla gelen mi’rac rivayeti buna delil teşkil etmektedir. (Buhârî, “Tevhîd”, 37) Ancak hafızası zayıf olduğu bilinen Şerîk’in nakledilen metni tam koruyamadı­ğı bilinmektedir. (İbn Hacer, XII, 492) Ri­vayetlerde sidretü’l-müntehâya sadece peygamber ve meleklerin ulaşabildiği ve orayı geçmenin yalnız Resûlullah’a mah­sus olduğu kaydedilir. An­cak İslâm âlimleri, Allah ile Resulü ara­sında böyle bir yakınlaşmanın açıkça tecessüme (Cisimleştirmeye) delâlet ettiğini ve ilgili metinle­rin zaptı doğru olsa bile zahiri mânalarıyla kabul edilemeyeceğini belirtmişlerdir. Allah’ın Peygamber’e veya Peygamber’in Allah’a yaklaşması mekân ve mesafe kav­ramlarıyla değil Resûl-i Ekrem’in derece ve makamının yükselmesi, duasının kabu­lü ve çeşitli nimetlere mazhar kılınma­sıyla açıklanmalıdır. (Kâdîlyâz, I, 205) Bu yaklaşmanın mi’rac gecesinde gerçekleş­mesi ihtimaline bağlı olarak o gece Hz. Peygamber’in Allah’ı görüp görmediği ko­nusunda da görüş ayrılığı meydana gel­miştir. Rü’yeti (Allah’ı görmeyi) kabul etmeyenlerin başın­da Hz. Âişe ve Abdullah b. Mes’ûd gel­mektedir. Rivayete göre Ebû Zer el-Gıfârî Resûlullah’a. “Rabbini gördün mü?” diye sormuş, Resûlullah da, “O bir nurdur, na­sıl görebilirim?” demiştir. (Müslim, “îmân”, 291 -292) Hz. Âişe. Muhammed’in rabbini gördüğünü ileri süren kimsenin Allah’a iftira etmiş olacağını söylemiş, görmeyle ilgili âyetleri de (en-Necm 53/13-14; et-Tekvîr 81/23) Resûlullah’ın, “0 görülen sa­dece Cibril idi” hadisiyle açıklamıştır. (Bu­hârî, “Bed’ü’l-halk”, 7; Müslim, “îmân”, 283, 287) Hz. Âişe, Allah’ın bu âlemde-görülemeyeceğine delâlet eden iki âyeti de (el-En’âm 6/103; eş-Şûrâ 42/51) delil olarak zikretmiştir. Rü’yeti savunanlar görmenin şekli hususunda farklı yorum­lar yapmışlardır. Bir kısmı Hz. Peygam­ber’in rabbini kalp gözüyle, bir kısmı da beden gözüyle gördüğünü ileri sürmüştür. Bu konu­daki ilâhî beyanların bağlamı ve onların ilk nazil olan âyetler arasında bulunduğu hesaba katıldığında yaklaşma ve görme­nin Cebrail’in kendisi ve onun vahiy getir­mesiyle ilgili olduğu anlaşılır. Necm sûresi İsrâ sûresinden önce nazil olduğuna, isrâ ve mi’rac da aynı gecede meydana geldi­ğine göre yaklaşma ve görmeyi ilgilendi­ren âyetle mi’rac olayı doğrudan bağlan­tılı değildir. (Elmalılı.V, 3152)

İlgili âyet ve hadislerden isrâ ve mi’racın bedenen veya ruhen gerçekleştiği so­nucunu çıkarmak mümkündür. Ancak başta Buhârî ve Müslim olmak üzere mu­teber kaynaklarda yer alan hadiseler için­de Hz. Peygamber’in göğsünün yarılması, buraka bindirilerek yedi kat semaya ve ötesine götürülmesi, süt ve şarap kadeh­lerinden birini tercih etmesinin istenme­si, elli vakit namazın beşe indirilmesi gibi hususların ortaya konuluş biçimi mi’ra­cın ruhen gerçekleştiği görüşünü destek­lemektedir. Mi’rac, kelâm âlimleri tara­fından mucize olarak kabul edilmekle bir­likte kelâm eserlerinin birçoğunda olayın Hz. Peygamber’in hissî mucizeleri arasın­da zikredilmemesi dikkat çekicidir. Öte yandan hissî mucizelerin vuku buluşunun amacı açısından insanlar tarafından mü­şahede edilmesi gerekirken mi’rac sade­ce Resûlullah’ın müşahedesi olup Kur’an ve hadisin haber vermesiyle bilinmekte­dir. Mucizenin tanımı ve nübüvveti ispat etme fonksiyonu yönünden bakıldığında mi’racın, klasik mucize ölçüleri dışında Hz. Peygamber’in manevî dünyasında gerçekleşip itminan ve güç veren olağanüstü bir hadise niteliği taşıdığı anlaşılır.

Resûl-i Ekrem’in amcası Ebû Tâlib ile ha­nımı Hz. Hatice’nin vefatının, ayrıca mad­dî ve manevî eziyetlere mâruz kaldığı Tâif seferi dönüşünün ardından gerçekleşen mi’rac olayının ona Allah tarafından lüt­fedilen manevî bir destek olduğu açıktır. Bu ilâhî lutfun, son nebînin getirdiği me­sajın Mescid-i Aksâ’da kendilerine namaz kıldırdığı ve semalarda görüştüğü pey­gamberlerin mesajlarını ihya edeceği ve hak dinin bütün dinlere hâkim olacağı (48/28) şeklinde yorumlanması hem naslar hem tarih açısından isabetli görünmektedir. Gerek Kur’an’da gerekse kavlî ve fiilî sünnette namazın dinî hayat­taki öneminin ısrarla vurgulandığı bilinmektedir. İftitah tekbirinden sonra ku­lun Allah’a hitap etmesiyle başlayan na­maz zahiri şeklinin ötesinde bâtını konu­muyla müminin ruhî mi’racı sayılmakta­dır. Nitekim Gazzâlî îhyâ’da, namazın za­hiri yönünü anlattıktan sonra derunî-mânevî hayatı geliştiren özelliğine de geniş yer ayırmış, bu arada psikolojik muhte­vanın sadece Allah’a yönelik olmasına ağırlık vermiştir (1, 211-227). Bu açıdan namazın müminin mi’racı olduğu şeklindeki değerlendirmenin doğruluğu ortaya çıkmaktadır. (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Mi’rac Maddesi)

posted in KANDİLLER | 1 Comment