-
24th Şubat 2012

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MEŞRUTİYETTEN CUMHURİYETE İSLAMCILIK DÜŞÜNCESİ

ABDÜNNASIR YİNER

GİRİŞ

 

Osmanlı Devleti’nin gerilemesine paralel olarak İslam dünyası da büyük sıkıntıların içine düşmüştür. Sanayi inkılabıyla ortaya çıkan sömürgecilik faaliyetleri için Osmanlı ve İslam ülkelerinin toprakları en cazip alanlar olmuşlardır.

 

Sömürgeci devletler maksatlarına ulaşmak için Müslümanlar arasındaki ihtilaflardan azami ölçüde istifade ederek bu tür durumları körüklemişlerdir. Bunu, belli yerleri bağımsızlık vaatleriyle kandırarak imparatorluktan koparma ve sonra da sömürgeleştirme yolunu izlemişlerdir. Bu arada silah gücüne başvurmayı da hiçbir zaman ihmal etmemişlerdir.

 

Osmanlı aydını Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi fikirleri ortaya atarken kendilerince Osmanlı bütünlüğünü muhafaza etmeyi gaye edinmişlerdir. Ancak, sahip oldukları düşüncelerde ifrata yönelerek karşı fikirlerde olanlara karşı acımasız olmuşlardır. Böylece kendileri, kurtuluş reçetelerine büyük darbe indirmişlerdir.

 

Her ne kadar dar kapsamlı da olsa elimizdeki kaynaklardan azami ölçüde istifade ederek İslam dayanışması konusundaki çalışmamızı sürdürdük. Telif eserlerden faydalandığımız gibi, özellikle Meşrutiyet dönemini yaşayıp o dönem hakkında eserler veren şahsiyetlerden (II. Abdülhamid, Yusuf AKÇURA, Said NURSİ gibi) de konumuzla ilgileri doğrultusunda faydalanmaya çalıştık.

 

İslamcılık fikrinin mahiyetini ortaya koyarken, bunu savunanların düşüncelerinden olduğu gibi istifadeye çalıştık. Bu çalışma, İslamcılık fikrinin mahiyetini ortaya koymaya yönelik bir çalışma olup; bu fikri savunanların özelliklerinin ortaya konulduğu bir çalışma değildir.

 

I. İSLAMCILIĞI ETKİLEYEN FAKTÖRLER

İSLAMCILIK TERİMİ VE MAHİYETİ:

İslam, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Allah’ın emriyle insanlara bildirdiği din olup; itaat, inkiyad ve teslimiyet mana-larını ifade etmektedir. İslamiyet Allah’a itaat etmek olup Peygamber’e (s.a.v.) tabi olmak ve din namına ne bildirmişse kalp ile tasdik ve dil ile ikrar ederek onunla amel etmektir.1

 

Niyazi BERKES’e göre fikir akımlarının İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük şeklinde ifade edilmesi Rusya’dan gelen Türkçülerin etkisiyle olmuştur. Rus aydınları arasında kullanılan Batıcılar, İslavcılar, Ruscular terimlerinin etkisi altında kalarak o gelenekten gelen Rusyalı Türkçüler diğer görüşte olanlara Batıcı, İslamcı adlarını takınca, onlar da buna karşılık olarak (ilk başlarda alay etmek için) onlara Türkçüler adını takınca bu ifadeler yerleşmeye başlamıştır.2

 

İslamcılık, 19 ve 20. Yüzyıl şartlarında dini ve siyasi düşünce akımı olarak ortaya çıkıp; İslamiyeti ve Müslümanları yeni bir tecdid, ıslah, ihya hareketi içinde şuurlanmayı gaye edinen bir hareket olarak nitelenebilir. Sanayileşme ve modern çağın ortaya çıkardığı yeni gelişmeler doğrultusunda çağdaş İslam düşüncesi yayılmaya başlamıştır. İslamcıların asıl gayesi; İslamiyeti, ahalisi Müslüman olan ülke-lerde hakim kılmak ve İslam dünyasını müşterek duygular etrafında toplamaktır.

 

İslamcılığı, Batı emperyalizmi karşısında yenik düşen İslam dünyasını, içinde bulunduğu geri durumdan kurtarma arayışı içinde olan bir akım olarak görenler de vardır. İttihad-ı İslamı savunan yazarların hemen hemen tamamı, Batının İslam dünyası içine soktuğu soruları cevaplamak ve kuşkuları gidermeye çalışmak için çaba sarfetmişlerdir. “İslam dünyası niçin geri kalmıştır? Müslümanlar nasıl kalkınabilir? Müslümanların birliği nasıl sağlanabilir? Batının kalkınmasına sebep olan özgürlük, eşitlik, medeniyet, bilim, düşünce, kadın hakları gibi değerlere İslam sahip midir? Din-devlet ilişkileri nasıl düzenlenebilir? Bilim ve akılla İslam arasında bir çatışma var mıdır? İslamın korunması gereken, değişmeyecek yönleri nelerdir? Batıdan neler alınmalıdır?”3 ve benzeri sorunlar İslamcı aydınları meşgul etmiş, bunlar yazdıkları, makale, risale, kitap vb. yayınlarla bu soruları cevaplamaya çalış-mışlardır.

 

İslam dünyası ve özellikle Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zor durum diğer aydınlar gibi İslamcı aydınları da çok etkilemiş ve kötü gidişe dur demenin çareleri aranmıştır. Birleşilen ortak nokta; hali hazır durumun müsebbibinin İslam kültür ve medeniyetinin olmadığıdır. İslam kültür ve medeniyetinden uzaklaşıldığı için bu çıkmaza, düşülmüştür. Kurtuluş yine İslamın kendisindedir. İslamcılar, İslamiyetin “mani-i terakki” olmadığı noktasından hareket etmişlerdir. Sık sık İslam-Hıristiyanlık mukayesesi yapılarak hali hazır durumda bu iki dinin birbirine zıd hükümler ihtiva ettiği, Müslümanların İslamın hükümlerine sarıldıkları müddetçe terakki ettikleri İslamın hükümlerinden uzaklaştıkça geriledikleri; Hıristiyanların ise dinlerine bağlandıklarında geriledikleri, dinden uzaklaştıkça terakki ettikleri üzerinde durarak bu duruma Ortaçağ ve Yeni çağların çok güzel örnekler teşkil ettiğini kaydetmişlerdir.

 

Kurtuluş çaresini Kur’an’ın hükümle-rine bağlanmakta bulan İslamcılar; bin seneden beri İslam alemini kahramanlığıyla memnun eden, İslam birliğini muhafaza eden, insanlık aleminin küfr-ü mutlaktan ve dalaletten kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların eskiden olduğu gibi Kur’an ve iman hakikatlarına sahip çıkılmazsa “…eskiden yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerine doğrudan doğruya hakaik-ı Kur’an’iye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız size katiyyen haber veriyorum ve kati hüccetlerle isbat ederim ki, alem-i İslamın muhabbet ve uhuvveti yerine dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet; ve şimdi alem-i İslamı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup, alem-i İslamın kalası olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimaliden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek”4 diyerek endişelerini belirtmişlerdir.

 

İslamcılık akımının doğuşunu, bir veya birkaç fikir veya siyaset adamının insiya-tifine bağlamak hatalı bir değerlendirme olur. İslamcıların fikirleri dini akidelere ve esaslara dayandığı için diğer akımların aksine daha sistemli bir hal arzediyordu. Bir çok parti ve kesimler içinde taraftar bulan, Sultanahmet Camii minberinden en ücra köyelerdeki mescitlere kadar fikirlerini yayma ve açıklama imkânını bu cereyanın mensupları bulabilmişlerdir.5

 

Müslümanların dayanışmasını maksad edinen İttihad-ı İslam (İslamcılık), siyasi bir teşkilatlanma ve bir devletin çatısı altında bir araya gelmekten çok, Müslümanların bulundukları yerlerde kalkınmaların ve sömürge olmaktan kurtulmalarını sağlamaya yöneliktir. Manevi bağ ise Osmanlı Halifeliğidir. Bu meyanda Osmanlılara düşen görev, İslam dünya-sının kalkınmasına katkıda bulunmak ve rehberlik etmektir.

 

Temel gaye ittihad ve dayanışma olduğuna göre ittihad cehaletle olmaz. Fikirlerin imtizacı ile olur. “…imtizac-ı efkar, marifetin şua-ı elektriğiyle olur… Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı talisiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi ittihad-ı İslam’dır”6

 

İslamcılığı etkileyen dahili ve harici sebepler

19.Yüzyılın ikinci yarısından itibaren başta Afrika ve Asya’da olmak üzere pek çok İslam toprağı Batının ya işgaline uğramış veya nüfuz alanına girmişti. Söz konusu toprakların büyük bir kısmının fiilen veya hukuken de olsa sahibi Osmanlı Devleti idi. Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman-Hıristiyan münasebetlerinin kötüleşmesi, Avrupa’nın Osmanlı Hıris-tiyanları lehine sık sık müdahaleleri İmparatorluk dahilinde ve dünyada İslam ittihadı lehinde fikir cereyanlarının belirmesinde etkili olmuştur.7

 

Osmanlı Devleti’nin, Rumeli bölgesinde düçar olduğu yenilgilerden sonra, tarihi ve nüfusuyla İslam kabul edilen yerlerin kaybından üzüntü duymaktan öte aynı zamanda telaş ve utanma hissi de hakim olmuştur. Toprak kaybı açısından Erdel ve Tunus’un arasında belki bir fark gerek, idarecilerde ve gerekse kamuoyunda dini haysiyetlerinin ayaklar altına alınmış olduğu kanaati hasıl olmuştu.8

 

Çeşitli sebeplerden dolayı yurtdışına çıkan aydınlarımız, memleketin içinde bulunduğu durumu dışarıdan daha iyi kavramaya başladılar. Din ve ırk duygusunun şark için gittikçe artan siyasi ehemmiyetini ve bu yönde Osmanlı millet (Osmanlıcılık, ittihad-ı anasır) ihdası arzusunun beyhudeliğini anlamaya başladılar.9

 

Balkanlardaki ayaklanmalar ve milli hareketler (Tanzimatın sonuçlarından biri olarak telakki ediliyordu) Osmanlıcılık idealine ve İttihad-ı anasın fikrine büyük darbeler indiriyordu. Bağımsızlık hareketlerinin gittikçe hız kazanması Osmanlıcılık fikrine büyük darbe indirirken aynı zamanda Tanzimatın da sonunu getiriyordu. 1870’ lere gelindiğinde memleket büyük bir kaos içinde olup İmparatorluğun varlığı tehlikede görünüyordu.10 Bir süre sonra patlak veren 93 harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı)’nın neticeleri, azınlıkların taşkınlıkları, savaş sırası ve sonrasında Doğu Anadolu’da azınlıkların Müslüman-lara saldırısı ve çıkardıkları isyanlar Osmanlıcılık fikrinin hayal olduğunu gösteriyordu. Tüm azınlıklara milliyet şuuru yerleşmişti. Herkes istiklal peşinde koşu-yordu.

 

Osmanlı Devleti’nde yaşayan halk muhafazakâr olup dini meselerden daha hassas olmaya başlamışlardı. Avrupa kaynaklı gelişmelere olan müsamahakârlık yerini eleştiriye terkediyordu. Bu gelişme-lerden Bab-ı Ali de etkileniyordu. Bu meyanda Osmanlı topraklarındaki mis-yonerlik faaliyetlerine kısıtlamalar getirildi. İslam dünyasının ve özellikle Ortaasya Müslümanlarının durumu daha yakından izlenmeye başlandı. Mesala Yakup Han’ın yardım ve berat isteği üzerine Bab-ı Ali daha önceki tavırlarının aksine Han’ın biatını kabul ederek bir miktar askeri yardım ile birlikte Kaşgar Ordusu’nu eğitmek üzere subay gönderdi. (Yakup Han Çinlilere karşı seri bir mücadeleye girişerek 1867’de Doğu Türkistan’da bağımsız bir devlet kurmuştu.)11

 

Avrupanın müdahaleci tavrı, Rusya’nın kabadayılığı, Balkanlardaki olaylar Osmanlılar üzerinde büyük bir etki meydana getiriyordu. Basiret, Sabah ve Vakit gibi gazeteler İttihad-ı İslam ile Avrapa’ya gözdağı veriyorlardı. Milyonlarca Müslüman Avrupa’nın Osmanlıların daha fazla içişlerine karışmalarına kayıtsız kalamazlardı. Kamuoyundaki bu gelişmelerden etkilenen devlet adamları benzer ifadeler kullanmaya başlamışlardı. Sultan Abdül-aziz’in son dönemlerinde İslamcılık fikri ağırlığını iyece hissettirmeye başlamıştı. Bu gelişmeler siyasi olmaktan çok sosyal, kültürel ve dini karakter taşıyordu. Bu haliyle İslamcılık, Abdülaziz döneminden sonrasına miras olarak kaldığı söylenebilir. Meşrutiyetin ilanıyla hazırlanan 1876 Anayasası’nda da İslamcılığın etkisini açıkca görmek mümkündür. “11. Madde: Anayasa sadece, İslam’ı devletin resmi dini olarak tavsif eder.” “Zat-ı Hazret-i Padişahi hasbe’l-hilafe din-i İslam’ın hamisi ve bilcümle tebaa-i Osmaniyenin hükümdarı ve Padişahıdır.”12

 

Avrupa kamuoyu bir taraftan Türkleri barbarlık, idari ve medeni kaabiliyetsizlikle itham ederken diğer yandan da İslamiyete saldırarak Müslümanları, hakir ve dinlerini terakkiye mani olarak vasıflandırıyordu. Siyasi çevreler de bu ithamlara katıldıkları gibi menfaat elde etmenin yollarını arıyorlardı. Bu hücumlara paralel olarak imparatorluğun içişle-rine karışarak topraklarını sömürgeleş-tirmek için zemin hazırlıyorlardı. Kalıp-laşmış klasik formülleri ise, Hıristiyanlar lehine ıslahat yapılması isteği idi.13

 

İslamcıların çoğuna göre İslamî çöküşün en büyük sebebi; Müslümanları köleleştirmek suretiyle yıkma peşinde olan Avrupanın emperyalizminde aranmalıydı. Bunların gayesi, İslam topraklarında askeri, siyasi ve iktisadi üstünlüğü yerleştirip kendi kültürlerinin etkisiyle, İslamın temel inanç ve değerlerini yok etmek idi. Bu durumun hal çaresi; yabancı istilacıları kovup imtiyaz ve dokunulmaz-lıklarını kaldırmak, İslamî itikada sarılarak halifenin etrafında toplanmak idi.14

 

Sömürgecilerin çok tehlikeli gizli başka bir maksadına dikkat çekilerek İslam dünyasındaki sömürgelerini kendilerine ısındırmak ve tam bağlanmalarını sağlamak için Osmanlılardaki “…kuvvetli merkeziyet-i İslamiyeyi dinsizlikle itham etmekle bozmak ve alem-i İslamın ir-tibatını manen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adavete çevirmek gibi bir planla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş. Eğer bu cereyanın aklı başında olsa, bu dehşetli planı değiştirip hariçteki alem-i İslamı okşadığı gibi, bu merkezdeki İslamiyet dinini okşasa hem o da çok istifade eder, hem azim fütuhatını bir derece muhafaza eder, hem bu vatan ve millet dehşetli beladan kurtulur”15 demek suretiyle tehlike ve çaresi kaydedilmiştir.

 

19.Yüzyılın ikinci yarısında İslam topraklarının işgaline hız verildi. Hindistan’da vuku bulan 1857-58 askeri ayaklanmasından sonra, bu ülkedeki Müslümanlar hükümdardan yoksun kaldılar. Ruslar, 1868’de Semerkand’ı işgal ettiler. Buhara Emirliğini de iç devlet statüsüne indirgediler. Afrika’da, İngilizler Mısır’ı, Fransızlar Tunus’u işgal ettiler. 1811’de Almanlar Darü’s-Selam üzerinde hamilik ilan ettiler.16 İmparatorluk dahilinde yapılan müdahalelerin ücreti de Osmanlılara ödetilmiştir. Ruslar Kafkas-ya’yı, Kars, Ardahan ve Batum’u, Avusturya Bosna-Hersek’i işgal etmiştir.

 

İlan edilen Kanun-i Esasi Osmanlı dahilinde azınlıklar arasında destek bulmasına rağmen Avrupalılar bu hareketi de blöf saymışlardır. Ruslar 93 Harbi zaferlerine Haçlı damgası vurmakta tereddüt etmedikleri gibi, Avrupa’nın mutaassıp Hıristiyanları da bu zihniyeti alkışla-mışlardır. Binlerce Müslüman işkencelerle öldürülmüş, binlercesi de mal ve mülklerini terkederek Hicret mecburiyetinde kalırken, Ayestefanos Antlaşması’nın hazırlanmasında Hıristiyanlık zihniyeti ile hareket edilerek, Osmanlı Hükümetine Hıristiyanlar lehine ıslahat yapma mecburiyeti getirilmiştir. Böylece Müslüman-Hıristiyan halk arasındaki münasebetler (Tanzimattan beri ) iyiden kötüye doğru olmuştur.17

 

İşgal hareketleri hız kazanırken işgallere karşı şiddetli ayaklanma ve isyanlar da başlamıştır. 1871 yılında Cezayir’de Fransa’ya karşı isyan, Sudan’da Mehdi’nin idare ettiği İngiltere’ye karşı isyan, Afganistan’da İngilizlere karşı galeyan, Orta Asya’da Çin Türkistan’ında ayaklanmalar, Cava’da Hollandalılara karşı isyan çıkmıştır. Bu isyanların hepsi sömürgecilerin zulmündan kaynaklanmıştır. Emperyalistler, Osmanlı İmparatorluğu’nda Hıristiyanlar için; hak, adalet ve insaniyet taleb ederken aynı prensipler adına Müslümanlar için tatbik etmeyi ha-yallerine bile getirmiyorlardı. Söz konusu ayaklanmaların mahalli karekter taşıyıp birbirinden irtibatsız olmalarından muvaffak olmaları beklenemezdi. Ancak hepsinde müşterek husus Hıristiyanlara yönelik olması idi.18

 

Devlet adamları ve aydınlar artan baskı ve ayrılıkçı hareketlere karşı koymanın ve korunmanın çarelerini aramışlardır. Endişeleri, Osmanlı Devleti’nden ibaret kalmamıştır. Dünya Müslümanlarının meselelerini de hep omuzlarında hissetmişlerdir. Bütün bu olumsuzluklara karşı en başta gelen husus Osmanlının gücü ve birliğinin muhafazasının geldiğine inanmışlardır. Çünkü, İslam dünyasının tek dayanak noktası Osmanlı Devleti’dir. Bu sebepledir ki Osmanlı kamuoyunda İttihad-ı İslam fikri etrafında ilk tartışmalar açıkça sergilenmiştir. İttihad-ı İslam aynı zamanda gerçekleştirilemeyen ittihad-ı anasır (Osmanlıcılık) fikrine alternatif olmuştur.19

 

 

II. İSLAMCILARIN GENEL GÖRÜŞLERİ

MEŞVERET VE ŞURA

İslamcıların en çok üzerinde durduğu konuların belki de başında Meşveret ve Şura gelir. Meşveret, herhangi bir konu üzerinde danışma, fikir alışverişinde bulunma, konuşup görüşme manalarına gelmektedir. Şura ise konuşma için toplanma veya meşveret yeri için kullanılan bir tabirdir.20 Kısacası herhangi bir konu üzerinde uzmanlarında, oluşan bir kurulun görüş alış-verişinde bulunması eylemine meşveret, bu iş için toplanma ve toplanma yerine şura denmiştir. Tüm İslam, Türk-İslam devletlerinde devlet işlerini görüşmek için toplantılar yapılır ve bu toplantılara (mesela Osmanlılarda) “Şura”, “Şura-yı saltanat” adı verilirdi. Bunun yanında kanun ve nizamları tetkik etmek, bir kısım devlete memurlarını yargılamak maksadıyla da “şura-yı devlet” teşkil edilmiştir. (Bu kurumun Cumhuri-yetten sonraki adı “Danıştay”dır)

 

İslamî devlet anlayışında hakimiyet çeşitli şekillerde sınırlandırılmış ve yetki-ler kayıt altına alınmıştır. Bu sınırlamalardan bir tanesi de halkın idareciler üzerinde etkili olmalarına fırsat veren meşveret sistemi ve bu günkü manada parlamenter sistemdir. Hz. Muhammed (s.a.v.) hemen hemen tüm konularda sahabilerine danışarak onların görüş ve düşüncelerine yer vermiştir. (Hendek Savaşı’nda Selman-ı Farisi’nin teklifi ve uygulanması gibi). “Her işte ümmetinle müşavere et”, “Bütün Müslümanların işi aralarında şuradan ibarettir.”21 gibi ayetler Meşveretin ehemmiyetini çok açık bir şekilde ifade etmiştir.

 

Genç Osmanlılar da kanun, meşveret, Şura-yı ümmet terimleri üzerinde durarak bunların fert ve cemiyetin hak ve hürriyetlerini ihtiva eden siyasi hükümler olduğunu da belirtmişlerdir. Vatandaşın kanunların yapılması ve yönetimi izleyebilmelerinin meşveret usulünün kabülüyle mümkün olabileceğini belirtmişlerdir. Genç Osmanlılar bununla Millet Meclisini kastettikleri gibi yazılarında da Millet Meclisi tabirini sık sık kullanmışlardır.22

 

Bazı İslamcılara göre meşverete eskiye oranla çok daha fazla ihtiyaç vardır. Çünkü, eskiden içtimai bağlar insanî ihtiyaçlar ve medeniyetin faydaları (nimetleri çok fazla olmadığından bazı güçlü devlet adamlarının fikri, devlet idaresinde yarı yarıya yetiyordu. ancak, içtimai bağlar, insani ihtiyaçlar (geçim kaynağı) aşırı bir şekilde arttığı gibi medeniyetin semereleri de o kadar çok artmış ki ancak, milletin kalbi hükmünde olan Millet Meclisi, ümmetin fikri makamında olan şer’i Meşveret, kılıç ve medeni kuvvet menzilinde bulunan fikir hürriyeti, o devleti taşıyabilir.23

 

İslam Dünyası ve Asya kıtasının istiklali şura’ya bağlıdır (istikbalinin keşşafı ve miftahı, şuradır.) Fertlerin meşverete ihtiyaçları olduğu gibi, taifelerin ve kıtaların da ve hatta 3-4 yüz milyon İslamın ayaklarına vurulmuş istibdat kayıtları ve zincirlerini dağıtacak olan şer’i meşveret, çok zahmetli ve iman şefkatinden kaynaklanan şer’i hürriyet ve şeriat edebiyle süslenip Batı medeniyetlerinin sefih kötülüklerini atmaktır.24 Bu usûl terkedildiğinden İslam dünyası, üzerine istibdat ve zulüm kâbuslarının çökmesiyle sarsılmış, gittikçe bu usûl yok olmaya yüz tutmuştur.25

 

Hükümdarlar adaletle hükmetmekle, meşveretle devlet ve hükümetin yasama-yürütme yetkilerini halka karşı yürütmekle mükelleftir. Adalet ahlakî bir sınır, meşveret siyasî bir sınır olup her ikisi de Allah’ın emri olup devletin kendi kendisini frenlemesini mümkün kılar. Bu durum meşruiyet meselesi olup haksız yola sapan halifeyi yerinden atmayı Müslümanlara farz kılar. Devlet başkanı, hiçbir zaman milletin hakkını çiğneyen müstebit bir zalim olamayacağı gibi yarı ilah da olamaz.

 

İçtimai şeriat buna manidir. Aksi takdirde, istibdat ve zulme sapması ayaklanma ve hükümdara itaat etmeme kaidesi uygulanır. Halkın kusur ve hatası hiçbir zaman İslamiyete mal edilemez.26

 

Meşveret usûlü padişah ve devlet yönetimindekilerin uyması gereken bir sistemden ibaret olmayıp aynı zamanda iktidarın halifelik cephesini temsil eden Meşihat (Şeyhülislamlık) makamı için de meşveret usûlü sözkonusudur. Münasebetlerin çoğaldığı bir zamanda; içtihaddaki müthiş kargaşa, İslamî fikirlerdeki dağınıklık, medeniyetin fesad cephesinin içine girmesiyle ahlâkta meydana getirdiği müthiş tahribat söz konusu iken Şeyhülislamlık bir şahsın içtihadına terkedilmiş. Dolayısıyla ferdin harice tesiri azdır. Harici tesirlere kapıldığı içinde bir çok dinî hüküm feda edilmiştir. Bu yüzdendir ki diyanette zaaf, İslamî şeairde lakaydlık, içtihadda kargaşa meydana gelmiştir. Bu meşihatın zaafından ve sönük olmasından meydana gelmiştir. Bu meşihatın makamı tek bir şahsa münhasır kaldığında hariçten birisi ferdiyete dayanarak meşihata karşı görüşünü ve reyini muhafaza edebilir. Ama, şuraya dayanan bir Şeyhülislamın sözü, en büyük bir dahiyi de ya içtihadından vazgeçirir veya o içtihadı ona münhasır bırakır.27

 

Diğer yandan halifeliği temsil eden Şüyhülislamlık, İstanbul ve Osmanlılara mahsus da değildir. Tüm İslama şamil bir müessesedir. Hem halihazırdaki sönük vaziyet değil koca İslam aleminin İstanbul’un dahi irşadına kâfi gelmiyor. O halde bu mevki öyle bir hale getirilmelidir ki İslam âlemi ona itimad edebilsin. Zaman cemaaat zamanıdır. Meşverete dayanan bir hükümdarın müftüsünün de ona göre aynı cinsten olup yüce ilmi şuradan meydana gelen bir şahs-ı maneviye dayanması gerekir. Böylece dinî meselelerde doğru yola sevkedebilsin. Yoksa ferd, dahi bile olsa, cemaat karşısında sivrisinek kadar kalır. Bu mühim mevki (meşihat), böyle sönük kalmakla İslamın hayati kaidelerini tehlikeye maruz bırakır.28

 

Dini meselelerde vehimli olmamalıyız. Korkmakla din rüşvet verilmez. Korku ve zaaf harici tesirleri cesaretlendirir. Yapılması gereken şey, vehmedilen zararlara feda edilmez. Meşrutiyetin ilan edilmesinden de korkulmamalıdır. Hürri-yet 370 milyon (şimdi 1 milyar) İslamı esaretten kurtaracak yegane çaredir. Ülke içinde (Osmanlı Devleti’nde) 20 milyon nüfus hürriyetin tesiri yüzünden zarar görse bile netice itibariyle İslam alemi kârlı çıkacaktır. Yirmiyi verirken 300 alırız.29

 

BATIYA BAKIŞ

İslamcıların Batıya bakışı temkinlidir. Ne tamamen Batı hayranı ne de tamamen Batının karşısındadırlar. Batıya yönelik fikirleri birbirine çok yakındır. Birleştikleri temel nokta Batı tekniğinin alınması ve Batı kültürünün istenmemesidir. İslamcılarla birlikte tüm aydınlarımızın Batıyla tanışmaları özetle şu şekilde olmuştur.

 

1. Kitaplardan okumak suretiyle Batıyla tanışma

2. Seyyahların, ekalliyetlerin (azınlıkların) ve Batıya özenen Türklerin İstanbul’da ve bilhassa Beyoğlu’nda yaşadıkları Avrupa

3. Seyahat, tahsil v.s. vesilelerle tanınan Avrupa.30

 

Köklü değişiklik ve ıslahatların yapılmasına ihtiyaç vardır. Ancak alınacak şeylerin ahlaki faziletimizi, sosyal hayatımız ve dinimizi muhafaza etmesi şartıyla gerçekleştirilip uygulanması gerekir. Batıdan sadece teknik almak gerek. Takip edilecek yol; “yeniyi iyiliğinden, hususiyle lüzumundan dolayı almak, eskiyi de fenalığı sabit olduğu için atmak”tır.31

 

Tartışmalar, Batıdan nelerin alınıp, ne-lerden kaçınılması gerektiği konularında yoğunlaşmıştır. Ahmet Mithat; “…Biz Avrupa da gördüğümüz asar-ı terakkiye kemal-i hayretle tahsinhah olarak kudretimiz yettiği mertebede terakkiyat-ı mezkureyi memleketimize idhale dahi çalışırız. Fakat terakkiyat-ı mezkure Hıristiyanlığın mahsul-i maddi veya manevisidir diye bizi iğfal etmesinler…”32 diyerek mevcut Hıristiyanlık dininin bu medeniyetle alakası olmadığını, yapılan araştırmalarda Avrupa’da dinî lakaytlık olmadığı sürece ilmi gelişmenin olma-dığını belirtir.

 

Mehmet Akif, Batının ilmi terakkisi konusunda;

 

Alınız garbın ilmini, alınız sanatını,

Veriniz hem de mesainize son süratini,

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,

Asrın idrakine söyletmeyiz İslamı demiştir.33

 

Zaman zaman Doğu-Batı medeniyeti karşılaştırılarak üstün yanları ortaya konmuştur. Birleşilen husus teknik yönden Batının; dini-kültürel yönden Doğunun üstün olduğu tezi olmuştur.

 

Ahmet Mithat’a göre, Doğu medeni-yetinin ferdi ve sosyal ahlak üzerine çok eğildiğini, son asırlarda maddi terakkiyi ihmal ettiğini söyler. Batı medeniyetinin ise, maddi yönden inanılmaz derecede tekamül ettiğini, ancak ahlaki yönden çöktüğünü belirtir. Bu senteze göre müstakbel medeniyetin; Batının maddi ve Doğunun manevi terakkisine dayanacağını kaydeder.34

 

Bediüzzaman Said Nursi Avrupa’yı ikiye ayırır. Birincisinin gerçek İsevilik dininden aldığı feyizle insanlığın içtimai hayatına faydalı sanatları ve adalet ve hakkaniyetle hizmet eden fenleri takip eden Avrupa olduğunu, ikincisinin ise medeniyetin güzellikleri ve faydalı fenlerden başka olan boş ve zararlı felsefeyi, zararlı ve sefih medeniyeti (inkârcılığı) elinde tutan Avrupa olduğunu söyler.35

 

İslamcıların en çok karşı çıktıkları konulardan birisi de körü körüne yapılan Batı taklitçiliğidir. Said Halim Paşa; “Çinlilerin ahlakiyatını, Hintlilerin içtimaiyatını, Meksikalıların siyasiyatını kabul eden bir Fransız, yahut bir Alman acaba ne olabilir? O ne Alman ne de Fransızdır. İşte, İslam ahlakını, inanç ve siyaset prensiplerini bilmeyen bir müslüman gibi düşünüp hareket etmeyen bir kimseye de İslam denemez” “…Bir adamın zihninde mütenakız, mütearız, gayr-ı kabil-i imtizaç bunca şeyler tesadüm halinde bulunmakla beraber hepsi birden yanyana durup durursa artık o adam ne kafada, ne de vicdanda lazım gelir, tasavvur edilsin.”36

 

Mehmet Akif; “… Dini taklit, dünyası taklit, adeti taklit, kıyafeti taklit, selamı taklit, kelamı taklit, hülasa, herşeyi taklit bir milletin fertleri de insan taklidi demektir ki, kabil değil, hakiki bir heyet-i içtimaiye vücuda getiremez, binaenaleyh yaşayamaz.”37

 

Ahmet Mithat, Anadolu şimendifer Kumpanyası’nda çalıştığı sıralarda gördüğü ilgi ve sevginin neticesi olarak Stockholm iskelesinde gemisine Türk bayrağı asan gencin vefa örneğini, Avrupa’ya geçtikten sonra kendi kimliklerini inkâra kalkışan aydınlarımızla ve Osmanlıya isyan ederek başlarına şapka geçiren kişilerle karşılaştırır ve üzüntülerini dile getirir. Hatta, Osmanlı ülkelerinden Avrupa’ya giden Rum, Ermeni ve bir çok gayr-i müslim Osmanlının kemal-i iftiharla başlarına fes geçirerek Marsilya, Paris ve sair memleketlerde dolaştıklarını, Müslü-man olanların davranışlarına ise bir türlü mana veremediğini üzülerek belirtir.38

 

İslamcılara göre Batının bize bakışı da pek müsbet değildir. Ahmet Mithad; “Hâlâ bu zaman bile Avrupalıların akvam-ı şarkiyye ve diyanet-i İslamiye hakkındaki vukufsuzluğu her muhakemelerinde kendilerini o kadar hatalara düçar eyler ki hataya-yı mezkureye vakıf olanların ya istihzaen gülmemeleri ve yahut müte-essifen ağlamamaları kabil olamaz”39 der.

 

Cemaleddin Efgani’ye göre; “Hıris-tiyan devletler, İslam ülkelerine yaptıkları hakaretleri ve taarruzları, onların geri ve barbar olduklarını idda ederek mazur göstermeye çalışıyorlar. Islahat hareketlerini savaş açarak engelliyorlar. Kendi ülkelerinde milliyet ve vatanseverlik dediklerine, Doğuda olursa taassup diyorlar.”40

 

Şeyh Muhsini Fani’ye göre; “Silahların sınırlanması konferansı yerine ihtirasların sınırlanması konferansı uygun olur. Ve dünyanın bozulan Batı ruhunun buna şiddetle ihtiyacı vardır. Zira bütün kültürüne ve sanayiine karşılık Batı, temiz ve pürüzsüz bir ahlakı ancak İslam dünyasında bulabilir. Kur’an nasıl bir anarşi halini bundan 14 asır önce önlemiş ve düzene kavuşturmuşsa, 20. yüzyılda da aynı tesirle aynı büyük vazifesini başarabilir.”41

 

KAVMİYETÇİLİK (IRKÇILIK)

İslamcılar ırkçılık konusunda çok hassas olup tamamen karşıdırlar. Böyle bir durumda İslam dayanışması ortadan kalkacağı gibi Müslümanlar arasındaki bağlar da zayıflayacaktır. Hz. Muhammed (s.a.v.) “Kavmiyet gayreti güdenler bizden değildir” diye buyurmuştur. Arapçılık, Arnavutçuluk, Kürtçülük v.b. en güçlü siyasi ve sosyal bağ olan dini bertaraf edecek, İmparatorluk hüsrana uğrayacaktır. Balkan yenilgisi ve iç sarsıntılar bu acı siyasetin cezasıdır.42

 

Avrupalıların ırkçılığı kasıtlı olarak Müslüman ülkelerde yaymasına “… fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususen dessas Avrupa zalimleri bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, ta ki parçalayıp onları yutsunlar.” denilerek dikkat çekilmiştir.

 

Müslümanların durumu iç açıcı değildir. Cehalet ve tenbellik İslamiyeti tanınmayacak bir hale sokmuştur. İslam dünyasındaki ayrılık, İslam dini hakkındaki cahillik, müslümanların kavimler halinde, ırkçılık ve milliyet davasıyla parçalanmış olmaları, hastalığın aslını teşkil eder. Bunun içinde köklü bir eğitim ıslahatına ihtiyaç vardır.44

 

Osmanlı İmparatorluğu, dinî bir karakter taşıdığından, İmparatorluğu oluşturan unsurların vasıflandırılmasında din önemli bir unsur idi.

 

Müslümanlara, millet-i hakime (Türk, Arap, Kürt, Arnavut v.s.) denilirdi. Diğer dinlere tabi olanlar ise mezheplerine göre bir ayırıma tabi tutulmuşlardı. Rum milleti, Ermeni milleti gibi.45

 

Müslümanlar arasında herhangi bir ayırım olmadığından kavmiyetçilik fikri bu birlik için büyük bir tehlike oluşturmuştur. Müslümanlar ordu hükmünde olup kabile ve taifelere bölünmüşlerdir. Ancak ortak yanları çok fazladır. Yaratıcıları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir… Bu kadar birlik, kardeşlik ve sevgiyi gerektirir. Dolayısıyla ayet-i kerimenin de belirttiği gibi ayrı ırk ve kavimler birbirlerini tanıma ve yardımlaşmak içindir. Birbirlerini inkâr, düşmanlık ve boğuşma için değildir.46

 

DAHİLDE İSLAMCILIK

Osmanlı basınında ittihad-ı İslam konusunda ilk yayına 9 Nisan 1872 tarihli Basiret Gazetesi’nde rastlıyoruz. Gazetede yayınlanan bir makalede, İttihad-ı İslam fikri sözkonusu olursa “Karadenizin sahil-i şarkiyesinden bir ciheti ta Kazan’a ve diğer ciheti Asya-i Vusta’da kaim Kulca Hanlığına kadar kabail-i İslamiyenin derhal ittihad edebilecekleri red ve inkâr olunamaz” deniliyordu. Makaleye göre şartlar çok müsaittir. İttihadın gerçekleşmesi halinde hiç bir ittifak ittihad-ı İslama mukavemet edemez. 14 Nisan 1872 tarihli nüshasında İslam âleminde bir kamuoyunun oluşturulmasının önemi üzerinde durularak bir çok broşürün hazırlanıp yayınlanması teklif edilmiştir. Bu yayınlardan kısa bir süre sonra Basiret’e bir çok mektup gelerek teklifler ileri sürül-müştür.47

 

Yusuf Akçura’ya göre İslamcılık politikasıyla; “… Osmanlı idaresindeki bütün Müslümanlar ve binaenaleyh onun bir parçası olan Türkler, pek güçlü bir bağ ile sımsıkı birleşecekler, böylece farklı cins ve dinden oluşmuş “Osmanlı milleti”ne nisbetle, pek ziyade sıkı ve bu sıkılığı cihetiyle, milletçe, adetçe, arazice, servetçe olan noksanlıklarına rağmen daha kuvetli bir topluluk, İslam topluluğu, meydana getireceklerdir.”48

 

İslamcı yayınların sergilendiği gazete ve dergilerin belli başlıları; Sırat-ı Mustakim, Sebilürreşad, Ceride-i Sufiye, Ceride-i İlmiye, Beyan-ül Hak, Hikmet gibi dergiler bu cereyanın siyasi hayat içindeki sesini duyurmuşlardır.49

 

Basında çıkan yazıları takip eden bir çok kişi tartışmalara katılarak tekliflerde bulunmuşlardır. Atılan ilk önemli adım, İstanbul’da Cemiyet-i İhya-yı İslam’ın kurulmasıdır. Bu cemiyetin en çok üzerinde durduğu konu İslam dünyasının eğitim, kültür ve ilim konusudur. Esad Efendi (ö.1899) yayınladığı bir risalede; “Kur’an ile ehadis-i nebeviyye iktiza-i celilince bütün Müslümanların İmamü’l-müslimin olan Zat-ı Hazret-i Hilafetpenahiye itaatleri farzdır. Din-i İslam vahdet-i camia-i İslamiyedir” diyordu. Arapçaya tercüme edilen bu risale, Hac mevsiminde hacılar arasında dağı-tılmıştır.50

 

İslamcılığı savunanlara göre ittihad-ı İslamın sınırlarının geniş tutulması teklif ediliyor ve buna Şiilerin de dahil edilmesi isteniyordu.

 

Dahilde İslamcılığın uygulamaya yönelik gelişmelerinden birisi de Abdül-hamid döneminde Tunuslu Hayrettin Paşa’nın sadrazamlığı, sarayda Arap asıllı görevlilerin bulundurulması, İslam ülkele-rinde etkili tarikat şeyhleriyle sıcak müna-sebetlerin kurulmasıdır.51

 

Bağımsızlık hareketlerinin azınlıklar arasında hızla yayıldığı, özellikle Araplar arasında ve diğer İslam kavimleri arasına nifak sokma gayretlerinin arttığı bir dönemde İslam kardeşliğinin ehemmiyeti üzerinde durularak dahilde İslam dayanışmasının devamı ve güçlendirilmesine çalışılmıştır. Batının milliyetçilik akımının ardında gizli tutulan sömürgeci emeline dikkat çekilerek İslamın halifesinin etrafında toplanmasının dini bir emir olduğu üzerinde durulmuştur.

 

HARİÇTE İSLAMCILIK

Hemen belirtmek gerekir ki İslamcılığı savunanların gayesi İslam dünyasını siyasi bir çatı altında toplayarak güçlü bir İslam devleti kurmak değildir. Asıl gaye Müslümanların bulunduğu bölgelerde siyasi, iktisadi ve kültürüel yönden güçlenmelerini sağlayarak, manevi yönden Osmanlı halifeliği etrafında bütünleşmelerini sağlamaktır. Zaten Müslüman-ların coğrafi yönden dünyanın dört bir yanında bulunmaları, siyasi yönden bir birlik meydana getirmelerini imkânsız kılmaktadır.

 

Hariçte İslam dayanışmasını sağlamak, Asya, Afrika ve Okyanusya’da İslamiyeti yaymak gayesi ile “Memalik-i İslamiye Coğrafya Cemiyeti” kurulmuştur. Bu cemiyetin kurucusu Darü’l Fünun’un baş müderrisi Hoca Tahsin Efendi’dir. İlgi çekici düşüncelerden bir tanesi de; İslam ülkelerine ehil kişilerin gönderilerek, bölge coğrafyası ve halkının tabiatı hakkında bilgi toplamak suretiyle durumlarına göre ittihad-ı İslam fikrine ihtiyaçlarının tesbit edilerek, buna göre istidat ve kabiliyetlerinin tesbit edilmesi teklifidir.52

 

Özellikle Abdülhamid döneminde İslam alemiyle sıkı bir irtibata geçilmiştir. Bazen sembolik bile olsa diplomatik temaslar kurulmuştur. Cava, Japonya, İran, Türkistan, Çin, Hindistan ve Kuzey Afrika’ya özel görevliler gönderilirken, Hicaz demiryolu projesi ile Hicaz ve Hindistan gibi kalabalık İslam nüfusunun yaşadığı merkezlerin birbirine bağlanması hedeflenmiştir.53 İslamcılık faaliyetlerini, tarikat şeyhleri Ebü’l Hüda, Şeyh Rahmetullah, Seyyid Hüseyin el Cisr ve Muhammed Zafir yürütürken din alimleri de (mollalar) büyük destek vermişlerdir. Paris makamlarınca Müslümanların yaşadığı sömürgelerdeki valilere gönderilen 28 Ekim 1897 tarihli bir uyarıda, İslam birliği siyasetini yaymak maksadıyla ajanların gönderildiğini ve bunlara karşı dikkatli olmaları emredilmiştir.54

 

Sultan Abdülhamid’in ajanları, Ceza-yir, Mısır, Hindistan ve hatta Japonya’da faaliyete geçip İslam kamuoyunu harekete ve şuurlandırmaya çalışmışlardır. Önemli ölçüde de başarılı olmuşlardır. Nitekim 1897 Türk-Yunan savaşında elde edilen zafer tüm İslam aleminde sevinçle karşılanmış, Osmanlı zaferi bir çok ülkede kutlanmıştır. Bunu Hindistan, Batı Hind Adaları, Türkistan, Madagaskar ve Cezayir’deki karışıklık ve ayaklanmalar (sömürgecilere karşı ) izlemiştir.55

 

Osmanlılardan İran’a karşı yumuşama ve dostluk eli uzanırken buradan da müsbet haberler gelmiştir. 93 harbi sırasında daha önce hiç görülmeyen bir tarzda aleni olarak Osmanlı zaferi için dua edilmiştir. Bab-ı Ali’nin ricası üzerine Sünnileri rencide edici Şii tören ve kutlamalar yasaklanmıştır. İran Şahı’da iki ülke arasında iyi münasebetlerin geliştirilmesini arzulamıştır.56

 

1900’lerin başında Almanya’nın da desteğiyle Enver Paşa başkanlığında Pekin’e bir heyet gönderilmiş, Alman gemileriyle Süveyş’e kadar gelen heyet, Alman konsolosu tarafından karşılanarak talimatlar bildirilmiştir. Ancak heyeti, Çin topraklarında ve Şangay’da Almanlar yüzüstü bırakmışlardır.57

 

Dikkatle izlenen tarikatların faaliyetlerinin etkisi, konsoloslar tarafından ülkelerine gönderilen mektuplardan anlaşılmaktadır. 20 Nisan 1902 tarihli yazıda Cidde konsolosu Paris’e; “… İmparatorluğun içinde olduğu gibi, dışişlerinde de çok büyük bir itibara sahip olan bu zatın (Şeyh Sununi, Şazeli Tarikatı) nüfuz ve aksiyonu, büyük bir ehemmiyeti haizdir. Onda, dine tahta olan desteğin en sağlam misali görülür… Türk politikasının gereklerine göre düzenlenmiş veya ona uydurulmuş olan itikadları, Müslümanların heyacana gelmiş rüyalarına ve hararetli hayallerine ümid vermişe benziyor. Yalnız dini menfaatler için çalıştıklarını gösteren tarikat müridleri, aynı zamanda kendilerini Panislamizmin (İslamcılığın) propagandasına adamışlardır.” diye bildirir.58

 

Haccın önemini iyi kavrayan tarikat şeyhleri Mekke ve Medine tekkelerinin başına en iyi müridlerini yerleştirmişlerdir. Bunların hacı kitleleri üzerine etkileri çok büyük olmuştur. Bu faaliyetleri çok yakından izleyen Batılı devletler bir taraftan konsolosları vasıtasıyla bilgileri alırken, diğer yandan da tarikatların faaliyetlerini etkisiz hale getirmenin yollarını aramışlardır. Öğrenmeye çalıştıkları konular, tarikatların bulundukları bölgelerde sahip oldukları konumları, dini ve siyasi reisleri, İstanbul ile bağlantıları, Kuzey ve Merkezi Afrika müslümanları üzerindeki etkileri, kendi İslamî propagandaları için yeterli ölçüde neşir imkânlarının olup olmadığı gibi sorular sorulmuştur.59

 

Tarikatların faaliyetlerini yakından izleyen Fransa’nın Cidde konsolosu tarikatları etkisiz hale getirmek için nelerin yapılması gerektiğini şu şekilde sıralar:

 

“1. Mümkün mertebe, sağlık ve ekonomik sebepleri bahane ederek, Müslüman tebamızın Hicaz’a yapacakları Haccı zorlaştırıp azaltmak.

 

2. Birbirine rakip olan tarikatlara, bir takım imtiyazlar tevcih ederek, bu rekabetin artmasına yardım etmek. Şurası muhakkaktır ki Şazeli, Medeni ve Rufailere karşı münhasıran yapılan lütuf ve ihsan, İslamın diğer cemaatleri arasında ateşli bir rekabet doğurdu. Burada bizi ilgilendiren husus, bu rekabeti kendi menfaatimiz yönünde işletmektir.

 

3. Büyük Şerif’in (bizim için) desteğini ve teveccühünü kazanmak.”60

 

Fransız hükümeti bu tavsiyeleri yerine getirmek için sömürgelerdeki konsolosları vasıtasıyla sıkı bir baskı kurar. Aynı zamanda, “Service des Affaines Musulmanes et Sahariennes” adlı bir teşkilat kurar.

 

Bir taraftan Osmanlıların desteğiyle devam eden İslamcılık faaliyetleri diğer yandan bunu etkisiz hale getirmek için uğraşan sömürgeciler kıyasıya bir mücadeleye girişmişlerdir. Konsoloslar her fırsatta gelişmeler hakkında merkeze bilgi aktarmaya devam etmişlerdir.

 

12 Şubat 1902 tarihli Fransız Umum Konsolosu’nun Trablus’tan gönderdiği mektupta ilgi çekici bilgiler mevcuttur; Bütün tarikatlar aynı usûllerle propaganda yapıyorlar. Arapların, Sudanlıların ve Türklerin gayesi Fransızların Afrika’ya sızmalarını önlemek. Osmanlılara bağlılık daha çok halifelik makamından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple Araplar ayrılıkçı hareketlere girişmeyecekler. Libya elden çıktığı halde bölge halkıyla temaslar devam etmektedir. Tarikat şeyhleri Arap ve zencilerden yardım görme kuvvetine sahiptirlr. Avrupa’lıların Afrika’ya sızmaları şimdiye kadar engellenememesinin sebebi rekabet, kıskançlık, adi iştahlar ve tarikatların ayrı yaşamalarıdır. Biz (Fransızlar), kendimizi bunlara kabul ettirmek için sert bir şekilde davranmaktan çekinmemeliyiz. Çok zor durumda bulanan tarikatlara aman verilmemesi temel esastır. Biz onlara, esas gayemizin ticari münasebetler kurmak, dinlerine, adetlerine hürmet göstermek olduğunu göstermeliyiz…61

 

Açıkca anlaşıldığı gibi Avrupalıların en çok faydalandıkları konu ihtilaflardır. Bu ihtilafları kendi menfaatleri doğrultusunda körükledikleri gibi, yeri geldiğinde zor kullanmaktan da hiçbir zaman çekinmemişlerdir.

 

TERAKKİ-TEDENNİ VE İSLAMİYET

Osmanlı ve İslam dünyasının gerilemesine paralel olarak açık ve örtülü bir tarzda İslamiyete hücumlar artmıştır. Şark medeniyeti adı altında İslam dinine yerli ve yabancı aydınlar tarafından büyük hücumlar olmuştur. Bazıları çok ileri giderek gerilemenin asıl sebebinin İslam dini ve medeniyeti olduğunu iddia etmişlerdir. Ortaçağ Avrupa’sına hakim olan Kilise taassubunu, hiç alakası olmadığı halde İslam dinine de mal etmeye çalışmışlardır. İşte bu yüzdendir ki mütemadiyen İslam alimleri ayet ve hadisleri delil gösterdikleri gibi İslam tarihini de şahit göstererek bu iddiaları çürütmüşlerdir.

 

Ahmet Mithat’a göre; Avrupa’da kilise aleyhtarlığı ilmi terakkiyi netice verirken, İslamiyet için böyle bir husus söz konusu değildir: “Bilakis diyanet-i celile-i İslamiye terakkiyat-ı sahihanın manii değil, meşevvik-i tammı olup hükema-yı İslamiye hakimiyette ne derece ileriye varmışlarsa akide-i İslamiyelerini dahi o kadar takviye etmişlerdir.”62

 

Tarih bize gösteriyor ki, Müslümanlar ne derece dine bağlanmışlarsa terakki etmişler, ne vakit dinde zaafiyet göstermişlerse gerilemişlerdir. Başka dinde ise, güçlü dindarlıkları zamanında vahşet, dinlerinde zaaflık olunca da medeni olmuşlardır. (Avrupa tarihi buna en güzel şahittir.) “Cumhur-u Enbiyanın Şark’ta biseti, Kader-i Ezelinin bir remzidir ki, Şarkın hissiyatına hakim dindir. Bu gün âlem-i İslamı uyandıracak, şu mezelletten kurtaracak yine o histir.”63

 

Modern ilim anlayışı ile Kur’an arasında bir ayrılık tasavvur edilemez. Müslü-manların geriliği ancak cehalete, yani ilmiye sınıfının bozulmasına hamledilebilir. Din siyasete feda edilerek imparatorluk karanlık içinde bırakılmıştır. İslamın insan aklına değer veren icma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha kaynaklarından tekrar faydalanma yoluna gidilebilecektir. Fakat bu kapı cahiller için değil bir ilim heyetine açılmalıdır. İmparatorluğun yükselme döneminde medreselerin rolü inkâr edilemez. Ancak, bugün o durumlarından uzaktır. İslamcılar medreselerde yapılacak ıslahatları devamlı desteklemişlerdir. Medreselerin büyük bir gaye ile kurulduğunu, bugün ise fonksiyonlarını yapamaz bir duruma düştüklerini, bu duruma bir çare aranmasını devamlı olarak belirtmişlerdir.64

 

Gerek Kur’an-ı Kerim’de ayet-i ke-rime, gerekse Hadis-i Şeriflerde ilmin önemine dikkat çeken sayısız tesbitler vardır. İslam alimleri bunları yazılarında belirtmişlerdir. Mesela, “Hiç bilenle bilmeyenler bir olur mu?”, “Akıl sahipleri için ibret vardır” v.b. ayetler; “İlim müslümanın kaybolmuş malıdır. Nerede bulursa alsın”, “İlim tüm erkek ve kadın Müslümanlar üzerine farz kılınmıştır.” v.b. Hadis-i Şerifler İslam dininin ilme verdiği önemi göstermektedir. Diğer yandan Hz. Muhammed (s.a.v.), savaşlarda esir alınanlardan Müslümanlara okuma yazmayı öğretenleri serbest bırakmıştır.

 

TÜRK DEVLETLERİYLE MÜNASEBETLER

Daha önce Çin Türkistanı’nda Çinlilerle savaşarak (1867) devletini kuran Yakup Han’ın berat ve yardım isteğinin kabul edildiğini ve Kaşgar ordusunu eğitmek üzere subay gönderildiğini yazmıştık. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu kötü durumdan haberi olmayan İslam devletleri, her başları sıkıştığında (halifelik kurumunun da varlığı sebebiyle) Osman-lılardan yardım istedikleri gibi özellik Rus istilasına maruz Türk Hanlıkları da yardım isteklerinde bulunmuşlardır.

 

Bazen kamuoyunun da etkisiyle Bab-ı Ali, özellikle Orta Asya müslümanlarının meseleleriyle daha aktif bir şekilde ilgilenmeye çalışmıştı.65 Ancak, Rusya’nın Orta Asya’da giriştiği işgaller, 1868 Semerkand işgali Buhara Emirliği’nin sonunu getirirken buradaki hanlıkların birbirleriyle olan tüm bağlarını kesmeye çalışmıştır. Osmanlı Devleti’nden yardım alamayan Türki Cumhuriyetler kendi problemleriyle başbaşa kalmışlardır. Diğer yandan 93 Harbi sırasında, önceden Ruslar tedbir aldıkları için, Osmanlılar lehine söz konusu bölgeden herhangi bir Rus aleyh-tarlığı gelişme görülmemiştir. Rusya, bölge hanlıklarının birbirleriyle olan bağlarını koparırken 1917 den sonra Bolşevikler daha beterini yapmışlardır.

 

HİNDİSTAN MÜSLÜMANLARI İLE MÜNASEBETLER

19. Yüzyılın ortalarına kadar Hindistan dahil Asya Müslümanları Osmanlılara ciddi bir yakınlık ve bağlılık besledikleri gibi, hala Osmanlı Devleti’ni dünyanın en güçlü devleti olarak düşünüyorlardı. Tabii ki Osmanlıların içinde bulunduğu durumdan haberleri yoktu. Hindistan’daki Osmanlı taraftarlığı ve İslamcı gelişmeleri bize göre;

 

1. İngilizlere baskı,

2. Basın yoluyla oluşturulan büyük Osmanlı taraftarlığı,

3. Osmanlı savaşlarına yakın ilgi,

4. Osmanlılara yardım, şeklinde özetlemek mümkündür.

 

1. Özellikle 93 Harbinin patlak vermesiyle Hint müslümanları Osmanlıları desteklemeleri konusunda İngiltereye baskı yapmışlardır. Yayınladıkları bildiri ve dilekçelerle Osmanlıların kendileri için neler ifade ettiğini makul bir dille ve bazen şiddetli ifadelerle anlatmaya çalışmışlardır.

 

“Osmanlı Sultanı bir bakıma Müslü-manların yaşadığı bütün memleketlerin sultanıdır. Bu yüzden bütün İslam dünyası O’na biat eder ve onun için gerekirse ha-yatını feda etmeye hazırdır. Onu hedef alan herhangi bir hareket bütün Müslü-manları hedef almış sayılır. Bu durumda Sultan’a herhangi bir zarar verilirse Müslümanların sessiz ve hareketsiz kalacağını zannetmek mümkün müdür?… Böyle bir durumda bütün İslam dünyası silahlanarak onun düşmanlarına karşı koymak zorundadır.”66

 

Diğer yandan İngiltere’nin destek olmaması halinde “aynen Ruslardan, nefret ettiğimiz gibi İngilizlerden de nefret ederiz” diyorlardı. İngiliz Kraliçesi’nin tarafsızlık ilanı ve bunu ihlal edenlerin cezalandırılacağı yolundaki sözleri Müslümanları rahatsız etmiştir. Nusretü’l-Ahbar Gazetesi, tarafsızlık ilanının sadece İngilizler için mevzu bahis olduğunu, Müslümanların buna uyma mecburiyetinin olmadığını belirtmiştir.67

 

Osmanlı taraftarlığını gelişmekte olan yerli basında açık bir şekilde görmek mümkündür. İngilizler tarafından hazırlatılan gazete raporlarına göre (Native, Newspaper Report), bazı Müslümanlar istikballerini Osmanlıların kaderi ile bir görüyorlar. Onlar için Halife, Osmanlıların şahsında sembolleşmiştir. Onun devleti de İslamın gurur kaynağıdır. Bu gazeteler Urdu Ahbar, Aligarh İnstitute Gazette, Kayserü’l-Ahbar, Envarü’l-Ahbar, Nüsre-tü’l-Ahbar’dır.68

 

Hint basınına göre Şiiler de Osman-lıların dertleriyle dertlenmiş; Bedreddin Tuyabcı, Muhammed Ali Rogay, Seyyid Emir Ali ve Çırak Ali gibi nüfuzlu Şiiler, bizzat faaliyetleri organize etmek maksadıyla ortaya çıkmışlardır. Aligarh İnstitute Gazette bu olayı överek “Mutluluk verici bir şekilde, aydın Şiiler, bir takım ön yargıları atarak samimiyetle diğer Müslümanlarla (Sünnilerle) birlikte faaliyetlere başladılar. İslamın bu iki büyük mezhebinin dini ve milli birlik için ortak meselelere sahip çıkmalarından dolayı Müslümanlar sevinmelidir.”69 diye yazıyordu.

 

Kayserü’l Ahbar gazetesine göre; “Türkler Müslüman olduğu için Avrupa’da hiçbir müttefikleri yoktur. Bütün Hıristiyan devletler karşı taraftadır. Maalesef Müslümanlar da Türkleri yalnız bıraktı. Türk imparatorluğu, İslam dünyasının gururu idi, Bu yüzden de Türklerin hali hazırda karşı karşıya bulundukları talihsizlikler onlardan çok bizi üzmektedir. Envarü’l Ahbar ise; “Eğer Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğüne bir halel gelirse, dinimiz, şerefimiz ve ha-yatımız felaketle karşı karşıya kalacaktır.” diyordu.70

 

3. Osmanlıların girdiği her savaş Hindistan’da büyük ilgi uyandırmıştır. 93 Harbi ile ilgili girişimlerini yukarıda açıklamıştık. 1894-95 Ermeni olaylarının Avrupa kamuoyu tarafından saptırılması ve Osmanlılara yapılan baskı; “Geleneksel Haçlı zihniyetinin tekrar gün yüzüne çıkarılması” olarak değerlendirilmiştir. Müslümanlar, Avrupalıların Osmanlı vatandaşı Ermenilere sahip çıkmaya hakları olmadığını belirtmişlerdir. 1500 kişinin katılımıyla 24 Şubat 1895’te yapılan Delhi mitinginin sonuç bildirisinde; “Hindistan Müslümanları, Ermeni tahrikçilerle onların yandaşlarının yanlış ve gerçek dışı suçlamalarını protesto ederler. Türkiye’ye karşı peşin hükümlü olan ve Hıristiyanları Müslüman dostluğundan uzaklaştırmak isteyen bazı fanatik Hıristiyan çevrelerine karşı nefret duygularını dile getirirler.”71

 

Türklerin 1897’de Yunanlılara karşı kazandığı zafer tüm İslam ülkelerinde büyük sevinç uyandırdığı gibi Hindistan’-da da büyük yankı yapmıştır. Bir görgü şahidinin ifadesine göre en çok konuşulan konu “Türklerin sabrı, kahramanlığı ve zaferi ile Yunanlıların korkaklığı” olmuştur. Bu atmosfer içinde kimse Yunanlıların gücü ve kapasitesi ile ilgilenmeyip, her yerde Halifenin ordularının Avrupa’nın Hıristiyan güçlerini bozguna uğrattığını söylüyorlardı.72 Diğer yandan, Yunan zaferinin İslam aleminde büyük bir sevinç uyandırmasının önemli bir sebebi de; Müslümanların muhalifi olan Hıristiyan-ları yenilgiye uğratan müminlere duyulan sempatidir.73

 

4. Hint Müslümanları, en kötü şartlarda bile yardım elini uzatmakdan hiç bir zaman çekinmemişlerdir. Urdu Ahbar gazetesine göre; Türklerin içinde bulunduğu zor durumda Müslümanların Türkler için yapabilecekleri her şeyi yapmaları farzdır. Müslümanların Hindistan’da veya başka bir yerde taşıdıkları şeref ve haysiyetin Büyük Türk İmparatorluğunu’nun varlığından dolayı olduğu bir gerçektir ve eğer bu imparatorluk yok olursa, Müslümanlar son derece önemsiz olacak ve kimse dikkate almayacaktır.74

 

Müslümanlar daha önce yazdığımız gibi bir taraftan bildiri ve dilekçelerle İngiltere’yi Osmanlıları desteklemeye zorlarken diğer yandan da yardım sandıkları açmışlardır. Aynı zamanda cihada katılacaklar için broşürler hazırlanarak vaizler, hafızlar, doktorlar ve sağlıklı vücuda sahip olanlar teşvik edilmiştir. Hindistan Müslümanlarının topladıkları paralar hakkında kesin bilgiler olmamakla beraber, Osmanlı vesikalarına göre 124.843 Osmanlı lirası İstanbul’a ulaşmış olup bu rakam 10 milyon Hindistan Rupi’sinin üstündedir. Bu durum başlı başına büyük hadise olup Osmanlılarla beraber herkesi şaşırtmıştır. Bu yardıma, toplumun bütün kesimlerinin katıldığı, kadınların mücevherlerini satarak katkıda bulundukları anlaşılmaktadır. Buna rağmen Hind basını, organizasyon bozukluğu, yardımın yerine ulaşmama endişesinin, istenilen yardımın toplanmasını engellediğini belirterek yardımı yeterli bulmamışlardır. Oysaki aynı sıralarda Hindis-tan’da kuraklık ve açlık hüküm sürüp, Hindistan’ın güneyinde 6 milyon insan ölmüştür. Bu durum yapılan yardımın önemini açık bir şekilde sergilemiştir.75

 

Avrupa’da Osmanlılar aleyhinde oluşan kamuoyu, Hindistan müslümanlarını çileden çıkartmıştı. İngiliz liberallerinin faaliyetlerine büyük tepki göstermişlerdir. Müslümanların yaptığı bir başka yardımseverlik örneği de Osmanlı hisse senetlerini satın alarak Halife’nin yabancılara borçlu olmaktan kurtarılması yönünde kampanya başlatmalarıdır. Böylece Halife, sadece Müslümanlara borçlu olacak ve Avrupalıların baskısından kurtarılacaktı.76

 

Bütün bunların günümüze kadar devam etmesi Türkiye’ye yönelik muhabbetin ta-rihi derinliklerini teşkil etmektedir.

 

III. İSLAMCILIĞIN TARİHİ GELİŞİMİ

TANZİMAT ÖNCESİ

İslam kardeşliği kaynağını, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Hadis-i Şerif’lerinden almaktadır. Nitekim Mekkeliler Medine’ye hicret edince, Medineliler bunlarla hem mallarını paylaşmışlar hem de kardeş olmuşlardır. Hz. Muhammed bir hadisinde; “Arabın Aceme üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvadadır.” buyurmak suretiyle İslamiyette din, dil ırk ayrımının üstünlük sebebi olamayacağını, üstünlüğün ancak dini yaşayışta ve İslamın asliyetine uygunlukta olduğunu bildir-miştir.

 

Emevilerin, Müslümanlar arasında ayırım yapmaları hem devletin sonunu hazırlarken hem de İslam Dünyasında kendilerine olan sempatinin azalmasına sebebiyet vermiştir. Abbasiler, bu hataya düşmeyerek herkese eşit davranmışlardır. Bunu hemen hemen tüm Türk-İslam devletleri devam ettirmişlerdir.

 

Osmanlılar, kuruluş döneminde İslam birliğinden çok Anadolu Türk birliğini sağlamak için çaba sarfetmişlerdir. Yavuz Sultan Selim döneminde, Doğu-Güney-doğu Anadolu, Suriye ve Mısır’ın ilhakı bir bakıma siyasi yönden İslam birliğini sağlamaya yönelik olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman’ın Hint seferlerini düzenleme sebeplerinden bir tanesi de Gücerat Hükümdarlığını Avrupa baskısından kurtarmak olmuştur.

 

Osmanlıların son dönemlerine gelin-ceye kadar dünyanın değişik bölgelerinde saldırılara maruz kalan müslümanların acılarını hissetmişler ancak, değişik sebep-lerden dolayı çoğu zaman arzulanan yardım yapılamamıştır.

 

TANZİMAT DÖNEMİ

Tanzimat dönemi köklü değişikliklerin yaşandığı, Avrupa’nın baskı ve etkisinin yoğun olduğu bir dönemdir. Bu dönemde hakim olan fikir, ittihad-ı anasır yani Osmanlıcılık fikridir. Her ne kadar Tanzimat Fermanı’nın baş kısmında gerilemenin sebepleri arasında eski devlet geleneğinden uzaklaşma gösterilmişse de yapılan ıslahatlarla eskiyi getirmekten çok, Avrupayla bütünleşmek hedeflenmiştir.

 

Osmanlıcılık Devleti’nin bütünlüğünü korumaya yönelik olan Osmanlıcılık siyaseti, azınlıklara bir çok ödünler veril-mesine rağmen iştahların kabarmasına, Avrupa müdahalelerinin gittikçe yükselmesine sebep olmuştur. Avrupa’yı memnun etme siyaseti aydınlarımızın tepkisine sebep olurken, Islahat Fermanı’na (1856) en fazla tepki gösterenlerden birisi de Tanzimat’ın mimarı M. Reşid Paşa olmuştur.

 

Avrupa’yı memnun etmeye yönelik siyaset netice vermezken azınlıklar da bir bir ayrılıyorlardı. Bu gelişmeler dahilde büyük huzursuzluklara sebep olurken, İslamcı aydınların sesleri yükselmeye başlamıştı. Özellikle Müslümanların meskun olduğu bölgelerin işgale uğramasıyla, Tanzimatın son dönemlerinden Meşrutiyete, İslam dayanışması siyaseti devredilmiştir.

 

ABDÜLHAMİD DÖNEMİ

II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti’nin bunalım içinde İslam Dünyasının büyük kısmıyla işgal altına girdiği bir dönemde tahta geçmiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra gözler Osmanlı halifeliğine çevrilmişti. Abdülhamid, bir çok ülkeden tebrik telgrafları ( İran, Fas ve bir-iki İslam ülkesi dışında ) alırken İslam dünyasının hemen hemen tümü Avrupa’nın eğemenliği altına girmişti. Her tarafta İslam hali-fesinin etrafında oluşturulacak bir İslam birliğinin özlemi uyanmış bulunuyordu. Abdülhamid, içerde ve dışarda İslam dünyasında dindarlığı ile saygı kazanmıştı. Halk, Avrupa’dan alınan yöntemlerle değil, yerel güçlerle İslam şeriatının sayesinde Batı dünyasından bağımsız bir şekilde ayakta duracak rejimin beklentisi içinde idi. Vatandaş Tanzimat Paşalarının israfı ile Ermeni, Rum, Avrupa sarraf ve bankerlerinin aldatmalarından bıkmış, Abdülhamid’in ağırbaşlı, tutumlu, dindar görünüşünü, sade giyimini çok daha fazla saygıya değer buluyordu. Evdeki, sokaktaki, çarşıdaki adam şimdi geleneklerinin huzuru içinde yaşabilecekti.77

 

Abdülhamid’in İslamcılık politikası bir çok avantajlar sağladı. Ülke dahilindeki müslüman bağlılığına seslenme, muha-liflerini etkisiz hale getirme imkânına sahip oldu. Ülke dışında Müslüman kamuoyunun büyük desteğiyle, sömürge halinde bulunan Müslümanları harekete geçirmek suretiyle, Avrupalıların içişleriyle uğraşmalarını sağlarken Osmanlı Devleti rahat bir nefes alacaktı.78

 

II. Abdülhamid, padişah, sultan lakapları yerine emirü’l-müminin (halife) ünvanını kullandı. Eğitim-öğretimde dinin müfredat içindeki saatlerini arttırdı. Dindarlık, müttakilik, padişahın teveccühünü kazanan durumlar oldu. Elçilerle, murahhaslarla, komisyonlarla, mebuslarla, imkân dahilinde dış basınla, komisyonlarla, mebuslarla İslami muhabbeti celbe, kalbleri hilafet makamına ısındırmaya çaba gösterdi. Bölgesinde sevilen ve sayılan İslam alimlerini yanına davet ederek ağırlarken, Hicaz’ın muhafazasına özel önem veriyordu.79

 

Fransa’da, 30 Mayıs 1894’te Hariciye bakanı olan M. Hanataux, Sultan Abdül-hamid’in müslim, gayr-i müslim tüm reayaya iyi davranarak haklarını korudu-ğunu söyler; “… Abdülhamid esmer, soluk yüzlü, endişeli bakışlı ve güzel elleri olan bir adamdır. O bu nazik eliyle, Afrika ve Asya ortalarından Balkanlara kadar olan İslam dünyasının bütün fertlerini birbirine bağlarken, aynı nazik eliyle Kudüs ve Çanakkale Boğazı’nın anahtarını da tutmaktadır. Küçük ve nazik ve fakat gerçekte çok meşgul olan bir el”80

 

Sultan Abdülhamid’in takip ettiği siyaset, Osmanlıcılık yerine İslamcılık siyasetidir. O, devletin öz kaynaklarıyla bunalımdan çıkılamayacağını görmüştür. Dikkatinin büyük bir kısmını, dış politika ve diplomasiye yönelterek elindeki imkânları değerlendirmeye çalışmıştır. Tebanın önemli bir kısmının gayr-ı müslim olduğunun elbette farkında olan Padişah’ın, Osmanlıcılık yerine İslamcılık fikrine ağırlık vermesinde tarihi şartların da etkisi vardır. Hilafet kurumu Yavuz Sultan Selim zamanından beri ilk defa Sultan Abdül-hamid devrinde etkili bir siyasi araç olarak kullanılmıştır.81

 

Sultan Abdülhamid, İslamcılık politikasını izlerken büyük devletleri tahrik etmemeye özel itina göstererek, dengeli ve kapsamlı bir çizgiden hareketle Osmanlı toprak bütünlüğünü korumaya çalışmıştır. Avrupa devletlerini, taviz vermek suretiyle teskin etmeyi diplomasinin esası sayan Tanzimatçıların yanında Abdülhamid’in siyaseti daha tutarlı idi.

 

Sultan Abdülhamid, ülke sınırları dışında bulunan Müslümanlar üzerinde siyasi otorite kurmaktan çok dini otorite ve nüfuz kurmaya çalışmıştır. Bu maksadla daha önce Osmanlının mülkü olup, elden çıkan topraklarda yaşayan Müslümanların dini ihtiyaçlarını karşılamak, nüfuz ve otoritesini korumak maksadıyla din görevlilerinin görevlendirilmesine yönelik halifelik haklarını daima kullanmıştır. Mısır, Kıbrıs, Bulgaristan, Kırım, Bosna-Hersek gibi önemli yerlere gönderilen kadı ve müftüleri bizzat kendisi seçmiştir. İslam dünyasındaki prestijini arttırıp irtibatı sıklaştırmak maksadıyla Saraya davet ettiği ulema ve diğer bazı kişilerin ihtişamla ağırlanmaları dolayısıyla söz konusu alimlerin kendi insanlarını bu açıdan etkilemişlerdir.82

 

Sultan Abdülhamid, dış siyasette takip ettiği İslamcılık siyaseti sayesinde, Halifelik makamı etrafında dünya İslam birliğini kurmaya çalışmıştır. Emirü’l-müminin ünvanını da bu sebeple kullanmıştır. Padişah, Müslümanlar arasında dayanışmayı sağlamak ve onların menfaatlerini koruma hususunda bir misyon sahibi olduğuna inanıyordu. Sultan Abdülhamid, Cava’ya siyasi temsilci tayin ederken; İran, Türkistan, Çin, Hindistan ve Afrika’ya adamlarını göndererek İslamî propagandaya girişmiştir. Milliyet fikirlerini, İslam birliğine yönelik bir tehdit olarak görüyordu. Ona göre, İngiltere bu fikirlerle İmparatorluğu parçalamak, Arabistan, Arnavutluk ve Suriye’de ayaklanma ve anarşik olaylar çıkarmaya çalışmaktadır. Padişah, din birliğinin yıkılması halinde İmparatorluğun da sonunun geleceğine inanmaktadır.83

 

II. Abdülhamid, İslam ülkelerindekine “taassup” derken kendi ülkelerindeki ben-zer gelişmelere “vatanseverlik”diyen Avrupa’nın iki yüzlülüğüne dikkat çekmektedir. Padişah, İslamcılığın gücünü, İslam tarihinin idrak edilmesinde görmektedir. “İslamiyetin intişarından sonra, İslam memleketlerinde parlak bir İslam medeniyeti meydana geldiği sıralarda Avrupa koyu karanlıklar ve barbarlık içinde yaşamakta idi. Şu halde eğer, eski kuvetimizi kazanmak istiyorsak, kuvvetimizin kaynaklarını hatırlamalıyız.” dedikten sonra, Avrupalıların İslamiyeti medeniyet düşmanı olarak göstermelerini cehalet, müsamahasızlık ve peşin hükümlü saplantılarına bağlamaktadır.84

 

Sultan Abdülhamid, Avrupa ve Amerika’daki teknik gelişmelere kendisinin de hayran olduğunu, onlardan en az bir asır geri olduğumuzu kabul ettiğini, ancak, kendisinin tahta geçmeden önceki ve sonraki halini, tarafsız olarak mukayese edeceklerin hızlı bir inkişafı müşahede edebileceklerini ifade ediyor.85

 

II. Abdülhamid, Islahatların yavaş yavaş tatbikinden yanadır. Avrupa medeniyetinin iyi taraflarının alınarak Şark kültürüne uyumunun sağlanmasından sonra olgunlaşacak olan yeni medeniyeti, ancak kendilerinden sonraki nesillerin görebileceğini belirtir. Ona göre, inkişaf tarzımız Avrupa’ya benzememektedir. Ancak, lüzumlu hallerde harici tesirlerden faydalanılmasından yanadır. Gençlerimizin gözlerini devlet işine (memur, asker ulema v.s.) diktiğini; tüccar, mahir bir zanaatkâr veya fen adamı olmayı düşünmediklerini söyler. Kendisinin marangozluk sanatı ile meşgul olarak iyi örnek olmaya çalıştığını söyler.86

 

Saltanatının sonlarına doğru siyasetine, Alman Kayzer’i II. Wilhelm’in destek olduğu görülür. Çünkü Almanya, 19. Yüzyılın sonlarına doğru Ortadoğu ile daha fazla ilgilenmeye başlamıştır. II. Wilhelm kendi ülkesinin durumunu güçlendirmek maksadıyla İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı II. Abdülhamid’i kazanmak istemiştir. Bu gelişmeler II. Abdülhamid’in İslamcılık siyasetine uygun düştüğünden kendisini memnun etmiştir. İslamcılık, özellikle sömürge altındaki İslam ülkelerinde çok etkili olmuş ve buralarda milli kimliklerin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.87

 

Daha önce İslam ülkeleri arasındaki ir-tibatı sıklaştırmak gayesiyle hedeflenen demiryolu projesinden söz etmiştik. Sultan Abdülhamid döneminde önem verilen bir proje de telgraf hattıdır. Bu dönemde 30 bin kilometreden fazla telgraf hattı ge-rilmiş ve bu hatlar Hicaz’a, Yemen’e kadar uzanmıştır. Başkent, Ege ve Akdeniz’deki adalara da telgraf hatlarıyla bağlanmıştı. Böylece Osmanlı Devleti, yol ve demiryollarının gidemediği yerlere kadar telgraf hatlarını geren ilk ülke olmuştur.88

 

İTTİHAT VE TERAKKİ DÖNEMİ

Wambery, 14 ekim 1897 tarihli, İngiliz Dışişleri Bakanı Sir Thomas’ya gönderdiği mektubunda, “üzülerek söyleyeyim ki, yıllar önce Yıldız’ın entrikaları hakkında yaptığım uyarılar dikkate alınmadı…’ İttihad-ı İslam hiçbir dönem II. Abdülhamid zamanında olduğu kadar kuvvetli olmamamıştır’ dediğim zaman kesinlikle mübalağa değildi… Eğer planlarına karşı erken tedbirler alınmaz ise Sultan sürpriz sonuçlar elde edebilir.”89 diyordu.

 

1909’dan sonra çekinilen II. Abdül-hamid iktidarda yoktur. İktidar İttihad ve Terakki’nin eline geçmişti. Bazı İslam topraklarının da elden çıkması ve milliyetçilik fikrinin etkisiyle de İslamcılık politikası terkedilerek Türkçülük politikası izlenmeye başlanmıştı.

 

II. Abdülhamid’ten sonra da İslam ül-kerinde İslamcılık etkisini sürdürmektedir. İtalya’nın Trablusgarb’a saldırdığı yolundaki haber Müslümanlar üzerinde büyük bir etki yapar. En sert tepki aydınlar tarafından yapılır. Comrade gazetesi savaş eki çıkartarak yardım kampanyası başlatır. Zemindar, Vatan, Paisa Ahbar, Vekil, Observer ve Hablü’l-Metin gibi gazeteler, Avrupa’nın tutumunu sert bir dille eleşti-rerek İtalya’nın tavrını yayılmacı ihtirasların utanmazca sergilenmesi olarak değerlendirirler. Gazetelerin tirajının olağanüstü artması haftalık gazetelerin günlük çıkmaları, savaşa olan ilgiyi açık bir şekilde göstermektedir.90

 

Balkan Savaşı’na olan ilgi de çok fazladır. Hint uleması tarihinde ilk kez aralarındaki ihtilafları bir tarafa bırakarak birleşirler. Diyabendiler, Barelviler, Farang-i Mahaliler, Nedvetü’l-ulema ve Şiiler bir anda biraraya geldiler. Osmanlı Devleti’nin desteklenmesinin farz olduğu, zekatın kendilerine (Osmanlılara) ve-rilebileceğine dair fetvalar yayınladılar. Bu sırada yine bir çok yeni gazete çıkmıştır. Uzak köylerde ve ıssız yerlerde yaşayanlar her gün kasabalara gidip son haberleri alıyorlardı. En çok yapmak istedikleri şey, Osmanlılara yardım idi.91 İttihadçıların savaş yılları sırasında İslamcılığı devlet politikası haline getirmeleri dikkat çekicidir.92 1911 yılından itibaren Türkçü-İslamcı bir program takib ederek kendile-rince bu iki cereyanı birleştirmeye çalışmışlardır.93 Müslümanların terakki etmesinin dine bağlanmakla mümkün olduğu kendilerine teklif (1909) edilir. Ama, reddederler. Oniki yıl sonra tekrar teklif edilir ve kabul ederler. Ancak, şimdi de iş işten geçmiştir.94 Çünkü, Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmıştır.

 

I. DÜNYA SAVAŞI SONRASI

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İslam dünyası en büyük desteğini kaybeder. Anadolu toprakları dört bir yandan işgal edilirken, diğer tarafta İslam ülkelerinin hemen tamamı işgal altında bulunuyordu. Avrupalıların maksadlarına ulaşarak Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamışlar ve aralarında gizli antlaşmalar yürürlüğe koymanın aceleciliğini yaşıyorlardı.

 

Kurtuluş Savaşı zaferle neticelendikten sonra yeni bir Türk devleti kurulmuş ama, İslam ülkeleri sömürge halinde bulunmaya devam ediyorlardı. Ancak, daha önce ekilen tohumlar mutlaka yeşerecekti. Osmanlıcı ve İslamcı tavırlar Müslümanlar arasında dini-milli kimliğin gelişmesinde önemli rol oynamış ve bağımsızlık fikrinin oluşmasına büyük katkı yapmıştı. Hindistan Müslümanlarının tarihlerinde belki de ilk defa ittifak ettikleri konu Osmanlılara ve Osmanlı halifeliğine duyulan ilgi olmuştur. Şii-Sünni, zengin-fakir, sade-aydın vatandaş bu meselede elele vermişlerdir. Hatta., Hindular ile Müslümanların İngiltere’ye karşı birleşmelerinde de Osmanlı faktörü önemli bir etki yapmıştır.95

 

Halifeliğin 1924 yılında kaldırılmasından sonra Hindular ileMüslümanlar arasındaki işbirliğinin bozulması, Osmanlıların Hindistan siyasi tarihi üzerindeki önemini açıkca sergilemektedir. Yine 1924’ten sonra Milletlerarası platformda Türkiye’nin çektiği yalnızlık ve harici kamuoyunun yeterince desteğini görmemesi Hindistan Müslümanlarının desteğinin ne kadar önemli olduğunu açıkça göstermiştir.96

 

İHTİLAFLAR VE BAŞARISIZLIK

Tanzimattan Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar belli dönemlerde taraftar bulup uygulama imkânına kavuşan Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük fikirleri Devletin yıkılışına mani olamamıştır. Tahlil ve tenkid yapılırken bu fikirlerin özü üzerinde durmak gerektiği gibi en az o kadar da bu fikir savunucularının birbirleri ve devletle olan ilişkileri üzerinde durmakta fayda vardır.

 

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde diğer cepheler de olduğu gibi fikri cephede de büyük sıkıntılar yaşanmıştır. Medrese, mektep ve tekke mensupları müsamahakâr olamamışlardır. Temayül, fikir ve maksadda ittihad edememişler. Aralarındaki fikir ayrılıkları birliği böldüğü gibi, muhtelif meşrebleri de terakkkiyi engellemiştir. Her biri mesleğine taassupla bağlandığı gibi başkasının mesleğini sathilikle itham etmek suretiyle ifrat ve tefrite kaçarak, biri diğerini dalalete düşmekle itham etmişlerdir. Cemaat olma ruhu teşekkül etmedi. Benlikler güçlü olup ön plana çıktığından dayanışma olmadı. Yardımlaşma düsturu ihmal edildi. Tenkid, gurur ve cerbezeye dayandığından müthiş bir hastalık halini aldı.97

 

Meşrutiyet büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalmıştır. Çekişmelerdeki ifrat ve tefrit istibdadı daha şiddetli bir şekilde geri getirmiştir. Bu durum, devletin yıkımı demektir. Böyle bir durumdan idareci sınıfla beraber aydınlar da sorumludur. İkinci Meşrutiyet döneminde yaşanan bütün musibetlerden tek bir parti ve ileri gelenlerini sorumlu tutmak yanlıştır. “Bir idare yalnız bir adam veya bir partinin değil, belki bütün bir neslin eseridir.” Tek bir sebeple bir devir inşa edilemez.98

 

Maalesef siyasi gelişmeler insanları gruplara ayırmıştır. Oysa ki harici cereyanlara kapılmamak gerekir. Güç birliği halinde olan düşmanlara karşı ittihad gerekir. Allah için sevip, Allah için buğz etme yerine; siyaset için sevip siyaset için kin bağlamak, melek gibi kardeşe düşmanlık, hain bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlığı netice veren zulme rıza gösterip ortak olmaya sebep olur.99

 

İşte bu feci kısır çekişmeler Osmanlı Devliti’nin sonunu getirirken, yıllarca değişik cephelerde devam eden savaşlar bir çok insanımızın şehid olmasına sebep olmuştur.

 

IV. İSLAMCILIĞIN ÜNLÜ SİMALARI

GENÇ OSMANLILAR

İslamcılık siyasetinin bazı hususlarında Genç Osmanlılar II. Abdülhamid ile mutabıktırlar. Bunun yanında İttihad ve Terakki sonraki zamanlarda faydalanmak üzere dış politikasında İslamcıdır. Ancak, onlara göre, İslam birliği politikasının açıkça izlenmesinde zarar vardır. Çünkü, bu siyaseti istemeyen Avrupa çok güçlü olduğundan, kayıplar kazançtan çok fazla olacaktır. Dünya Müslümanlarının bağımsız olmalarını kendileri de arzu ediyorlar. Abdülhamid İslam birliği siyasetini, devletin kurtuluşunda önemli bir vasıta olarak kullanırken, İttihat ve Terakki bu vasıtayı zararlı görmüştür.100

 

Osmanlı aydını, Avrupa’daki Pan (Panislavizm, Pan Germanizm gibi) hareketlerinden etkilenirken, bu etkilenme ırkî esaslar üzerinde gelişmemiştir. Bir kaç istisna hariç şuurlu bir ideoloji arayışı, Osmanlı Devletinin kurtuluşuna yöneliktir. İslamcılık, yeni bir ideoloji olmayıp İslam dünyasının maruz kaldığı felaketlerden kurtulması için İslamın siyasi potansiyeli-nin değerlendirilmeye çalışılmasıdır. Zaten İmparatorluğun güçlü olduğu dönemlerde Sultanların İslam birliğini kurmak için çaba sarfetmiş olduklarını kendileri de açıkça ifade etmişlerdir.101

 

Namık Kemal, İslam dünyasının maruz kaldığı tehlikeleri 1870’lerin başında görmüştür. Osmanlı Devleti’nin önderliğinde İslam dünyasının bu tehlikelerden korunması gerektiğine inanıyordu. Siyasi olmayan, kültürel İslamcılığında, “Ehl-i İslam, suret-i ittihadını politika ağrazında veya mezhep mücadelelerinde değil, vaiz önlerinde, kitap sahifelerinde aramaya muhtaçtırlar.” diyordu. Osmanlılar Avrupa’ya en yakın olduklarından daha ileride olup, ilim irfanı Asya ve Afrika kıtalarına yayarak Avrupa’ya karşı Şark dengesini kurarak insanlığın barışına da katkıda bulunacaklardı.102

 

Genç Osmanlılar, 1860’lı yıllarda Londra’da bulundukları sıralarda İslamcılık fikirlerini açık olarak ifade etmeye başlarlar. Osmanlı Devleti’nin hayat kaynağı ve ruhu şeriattır. Bütün sıkıntıların giderilmesi ancak şeriat ile mümkündür. Şeriat eski yerine konulmalıdır. Çünkü, Müslüman bir toplumun hem gelenek hem de ihtiyaçlarına sadece o uyuyordu. Islahatlar ve programlar İslamî kaynaklı olmalıdır. Batılı idari müesseselerin alınması İslamiyete aykırı olmayıp savundukları şeylerin (meşrutiyet gibi) Batılı olmaktan ziyade İslamî olduğunu savunmuşlardır. En büyük istekleri şeriat tarafından, adaletle hükmetme vazifesini üstlenen Sultan-halifenin devletin başında olmasıdır.103

 

Genç Osmanlıların İslamcılık ile ilgili yazıları özellikle İbret ve Basiret gazetelerinde yayınlanmıştır. Basiret, İslamcığın yayın organı haline gelmiştir. Kısa bir süre içinde bütün gündemi söz konusu yazılar teşkil etmeye başlamıştır. 1870’de yurda dönen genç Osmanlılar, 1923’e kadar Osmanlı tarihine etki edecek fikirlerini de beraberlerinde getirmişlerdir. Dahilde Osmanlı Devleti’nin Müslüman unsura dayanmasını savunmuşlardır. İslam âleminde ise, Osmanlı ağabeylerinin önderliğinde Müslümanların gelişip ilerlemelerinin sağlanmasıdır. Reform taraftarı olmakla beraber, reformların Osmanlılar tarafından ve Osmanlılar için İslamî bir yolla tesbit edilip uygulanmasını istemişlerdir. Meşrutiyeti savunarak şura ve temsilin üzerinde önemle durmuşlardır.104

 

İSLAMCI DÜŞÜNÜRLER

İslamcı düşünürleri belli bir çerçeve içine alıp bu fikri belli kişilere maletmek mümkün değildir. Çünkü her Müslümanın İslamcılık konusunda belli fikirlere sahip olması elbette ki tabiidir. İslamcıları belli siyasi partiye mensup göstermek de mümkün değildir. Çünkü Meşrutiyet dönemi boyunca kurulan bir çok siyasi partide İslam dayanışması fikrine mensup aydınlara rastlamak mümkündür. En büyük zorluklardan birisi de bir aydının tamamen hangi görüşe mensup olduğunun tesbitidir. Bu durum, II. Meşrutiyet dönemi söz konusu olunca daha da zorlaşmaktadır.

 

Bir aydının dinî görüşlerinin yanında milliyetçi vasfının ağır basması olağandışı bir durum değildir. İşte bu yüzden isimlerini aktaracağımız aydınların tamamen İslamcı olanları olduğu gibi, başka fikirlerinin yanında İslam dayanışması konusunda fikirlerini beyan eden isimler de bulunmaktadır. İslamcı şahsiyetleri ve İslamcı fikirleriyle ün yapan aydınlarımız: Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh, Seyyid Ahmet Han, Seyyid Emir Ali, Said Halim Paşa, Mehmet (Küçük) Said Paşa, Mehmet Akif, Filibeli Ahmet Hilmi, İsmail Fenni Ertuğrul, Said Nursi (Bediüzzaman), Mizancı Murad, Şemsettin Günaltay, Mahmud Esad Efendi v.s.105

 

Dar kapsamlı bu çalışmamızda isimlerini sıraladığımız aydınlarımızın hepsinin düşüncelerini aktarma imkânımız olmadığından, ancak bir kısmının fikirlerini sergilemeye çalışacağız.

 

Cemalettin Efgani: Afgan asıllı olup 1839 yılında İran’ın Hemedan şehri civarında doğmuştur.106 Okumayı sevip, okudukları üzerinde çok düşenen bir kişiliğe sahip olan Efgani, bir çok İslam ülkesi ve Batı Avrupa ülkelerini gezip görmüştür.107 Kişiliği üzerinde belki de en çok (müsbet-menfi) konuşulan İslamcıdır. Efgani’ye tutarsız, iki yüzlü, dönek di-yerek ağır ithamlarda bulunanlar olmuştur. Abdülaziz’in dönemi ile Abdülhamid dönemindeki dahili ve harici gelişmeler göz ününe alındığında Efgani’nin hiç de öyle olmadığı görülecektir.108

 

Efgani İstanbul’a geldikten sonra, II. Abdülhamid ile görüşüp İslamcılık konusunda onu etkilediği muhakkaktır. Şii-Sünni yakınlaşmasında aktif olarak çalışmıştır. Paris’te Muhammed Abduh ile birlikte, urvetü’l-vüska adlı mecmuayı çıkarmıştır. Ona göre, İslamı dünyaya hakim kılmak aklımızı, beynimizi ıslah etmekle mümkündür. Batı ile aramızda büyük bir fark olup bu farkı kapatarak, Avrupa ile mücadele etmek mümkün olacaktır. Rusya’yı durdurmak, İslam cephesini oluşturmakla mümkün olacaktır. Güçlü İslam cephesi, İngilizlerin de siyasetlerini gözden geçirmelerini netice verecektir.109

 

Muhammed Abduh: Bir müddet Ergani ile beraber olmak üzere İslam dayanışması için aktif olarak çalışan aydınlarımızdandır. II. Abdülhamid döneminde İslam ülkelerinden önemli bilgiler aktarmıştır. Ona göre, din ile akıl veya başka bir ifade ile, din ve bilim ayrılmaz bir ikili oluştururlar. İlimsiz din olamayacağı gibi dinsiz ilim de olmaz. Tefsirleriyle meşhurdur. Fil suresinde geçen ve Kabe’yi yıkmaya gelen, müşrik Ebrehe ordusunu, ayakları arasına sıkıştırdıkları ufak taşlarla yokeden ebabil kuşlarının getirdiği taşları “mikrop” olarak tasvir eder.110

 

Sadrazam Said Halim Paşa: Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın toruna olup İslam dayanışması savunucularındandır. İslamiyeti bir bütün olarak inanç, ahlak, yaşayış, idare ve iktisad gibi tüm yönleriyle uygulamak gerektiğine, ıslahatların yabancı kaynaklı olup bünyemize uymamasından dolayı başarısız olduğuna, milliyet unsurunu inkâr etmenin gereksiz-liğine inanır.

 

Tunuslu Hayreddin Paşa: Meşrutiyet taraftarıdır. İslama aykırı olmamak kaydıyla meclis, hükümet şekli gibi mües-seselerin alınmasında sakınca görmez.111

 

Mizancı Murad: Şura taraftarıdır. Hükümetin şeriat şurası tarafından desteklenmesi gereğini savunur. Şeyhülislam başkanlığında oluşturulacak şurada Asya ve Afrika’daki Müslüman ülke temsilcilerinin bulunmasını da teklif eder.

 

Ahmet Mithat: Avrupalılaşma sınırının çizilmesi gerektiğini savunur. Batı mede-niyeti kendisinden güçsüz medeniyetleri yoketmektedir. Alafrangalaşma sevdasıyla, Avrupalılaşma, halkın milli kimliğini yok edecektir.112

 

M. Esad Efendi: Birleşme ve dayanışma muhafaza edilmediğinden geri kalınmıştır. İslam dünyası Osmanlı Devleti’nin etrafında kenetlenmelidir. Rus tehdidi, İran-Osmanlı yakınlaşmasını sağlamalıdır. Medeniyetin maddi ve manevi cephesi vardır. Ahlaki cephe manevi yönünü, teknik, bilim maddi yönünü teşkil eder. Batının maddi yönüne ihtiyaç vardır.

 

M. Akif (Ersoy): Samimi olarak İslam dayanışması taraftarı olup bu alandaki çalışmalara aktif olarak (İslam beldelerini gezerek) katılmıştır.

 

Bediüzzaman Said Nursi: Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin üçünü de yaşamıştır. Bu üç dönemde de ısrarla Doğu Anadolu’da din ilimleriyle fen bilimlerini birarada verecek bir medre-senin kurulmasına çalışmıştır. İslam dayanışmasını savunup ihtilafı, üç büyük düşmandan biri olarak görür.

 

Yazdığı tefsirlerle (Risale-i Nur Külliyatı) İslama modern bir bakış açısı getirdiği gibi fikir ve düşünceleri günümüze kadar gelerek etkisini devam ettirmektedir. Meşrutiyeti ısrarla savunmuş, şeriata aykırı olmadığını belirtmiştir. 31 Mart Olayı’nda olayları yatıştırıcı rol oynayan farklı bir İslam alimidir.

 

SONUÇ

İslamcılık 19. Yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan yeni bir gelişme ve pan hareketi değildir. İslam dünyasının içinde bulunduğu sıkıntıları aşmak için İslam inancında mevcut olup günün şartlarına göre yeni bir seyir takip eden bir gelişmedir.

 

İslamcılığın pan hareketleriyle hiçbir ilgisi yoktur. İslamcılık, Panislavizm tabirleri tamamen Avrupa kökenli tabirlerdir. Fransız ihtilaliyle ortaya çıkan milliyetçilik akımları pan olarak (Pan-Slavizm gibi) isimlendirildiğinden ittihad-ı İslam fikri de yanlış olarak değerlendirilmiştir.

 

İslamcılık, tamamen Batı medeniyeti düşmanı olmayıp bilim ve tekniğin transferinde ısrarcı olmuşlardır. İslam dininin terakkiye mani olduğu tezini çürütmek mücadelelerinin en önemli noktasını teşkil etmiştir.

 

Osmanlı toplumunda olduğu gibi, İslamcı düşünürler arasındaki ihtilaflar da bu fikirden azami ölçüde istifadeye mani olmuştur. Ancak, buna rağmen diğer fikirler (Osmanlıcılık, Batıcılık) gündemden düştükleri halde İslam dayanışması fikri gündemdeki yerini korumaktadır. Özellik yakın geçmişte cereyan eden Çeçenistan, Bosna-Hersek hadiseleri İslam dayanışmasının önemini bir kere daha ortaya koymuştur.

 

Dipnotlar

1. Abdullah Yeğin, Osmanlıca-Türkçe Yeni Lügat, 4. Baskı, İstanbul 1978.

2. Niyazi Berkes, Türkiyede Çağdaşlaşma, İstanbul 1978, s. 404.

3. Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 4, İstanbul 1991, “İslamcılık” md.

4. Bediüzzaman Said Nursi, İttihad-ı İslam (Derleme), Envar Neşriyat, İstanbul 1980, s. 12, 13.

5. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, c. 1, İstanbul 1984, s. 10.

6. Nursi, e.g.e., s. 9, 10.

7. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. 8, Ankara 1988, s. 540.

8. Bayram Kodaman, “1876-1920 Arası Osmanlı Siyasi Tarihi”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. 12, İstanbul 1989, s. 60.

9. Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yay., Ankara 1987, s. 21.

10. Azmi Özcan, Pan-İslamizm, Osmanlı Devleti, Hindistan Müslümanları ve İngiltere, TDV Arş. Mer., İstanbul 1992, s. 48.

11. e.g.e., s. 56, 57.

12. e.g.e., s. 59-65.

13. Karal, a.g.e., s. 541.

14. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK Yay., Ankara, 1984, s. 339, 340.

15. Nursi, a.g.e., s. 14.

16. Lewis, a.g.e., s. 338.

17. Karal, a.g.e., s. 540.

18. a.g.e., s. 541-542.

19. Özcan, a.g.e., s. 49.

20. Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1986, s. 755-1200; M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Sözlüğü, c. 3, İstanbul 1993, s. 360; Yeğin, a.g.e., s. 420-662.

21. Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, İstanbul 1991, s. 326, 327.

22. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. 7, Ankara 1983, s. 326, 327.

23. Nursi, a.g.e., s. 37, 38.

24. a.g.e., s. 29.

25. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 43.

26. a.g.e., s. 44-46.

27. Nursi, a.g.e., s. 33-35.

28. a.g.e., s. 33, 34.

29. a.g.e., s. 36, 37.

30. Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithad Efendi, MEB Yay., İstanbul 1991, s. 20.

31. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 78.

32. Okay, a.g.e., s. 241.

33. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, “İslamcılık” Mad., c. 4, İstanbul 1981, s. 424-430.

34. Okay, a.g.e., s. 29.

35. Nursi, a.g.e., s. 111.

36. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 21-25.

37. a.g.e., s. 21.

38. Okay, a.g.e., s. 133, 134.

39. Okay, a.g.e., s. 22.

40. Karal, Osmanlı Tarihi, c. 8, s. 542, 543.

41. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 53.

42. a.g.e., s. 83, 84.

43. Nursi, a.g.e., s. 22.

44. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 91, 92.

45. Özcan, a.g.e., s. 46, 47.

46. Nursi, a.g.e., s. 21.

47. Özcan, a.g.e., s. 52.

48. Akçura, a.g.e., s. 31.

49. Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, s. 31.

50. Özcan, a.g.e., s. 53, 54.

51. Kodaman, a.g.m., s. 61, 62.

52. Özcan, a.g.e., s. 53.

53. Kodaman, a.g.m., s. 61, 62.

54. İ. Süreyya Sırma, II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti, İstanbul 1985, s. 42.

55. Lewis, a.g.e., s. 340.

56. Özcan, a.g.e., s. 82.

57. Sırma, a.g.e., s. 75-79.

58. Sırma, a.g.e., s. 43, 44.

59. Sırma, a.g.e., s. 52, 53.

60. Sırma, a.g.e., s. 47, 48.

61. Sırma, a.g.e., s. 54-60.

62. Sırma, a.g.e., s. 241, 242.

63. Nursi, a.g.e., s. 32.

64. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 92.

65. Özcan, a.g.e., s. 56, 57.

66. Özcan, a.g.e., s. 98.

67. Özcan, a.g.e., s. 99-101.

68. Özcan, a.g.e., s. 96-101.

69. Özcan, a.g.e., s. 97-98.

70. Özcan, a.g.e., s. 100.

71. Özcan, a.g.e., s. 146, 147.

72. Özcan, a.g.e., s. 148, 149.

73. Sırma, a.g.e., s. 65.

74. Özcan, a.g.e., s. 100, 101.

75. Özcan, a.g.e., s. 101, 102.

76. Özcan, a.g.e., s. 99.

77. Berkes, a.g.e., s. 331, 332.

78. Lewis, a.g.e., s. 340.

79. Akçura, a.g.e., s. 22, 23; Ahmet Ferit (TEK), “Bir Mektup”, Üç Tarz-ı Siyaset, Ankara 1987, s. 47.

80. Sırma, a.g.e., s. 39, 40.

81. Kodaman, a.g.m., s. 60, 61.

82. Özcan, a.g.e., s. 75, 76.

83. Karal, Osmanlı Tarihi, c. 8, s. 545, 547.

84. a.g.e., c. 8, s. 543, 548.

85. Sultan Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, İstanbul 1984, s. 195.

86. a.g.e., s. 196-202.

87. Özcan, a.g.e., s. 90-92.

88. Berkes, a.g.e., s. 334.

89. Özcan, a.g.e., s. 176.

90. Özcan, a.g.e., s. 201, 202.

91. Özcan, a.g.e., s. 214, 215.

92. Kodaman, a.g.m., s. 61, 62.

93. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 93, 94.

94. Nursi, a.g.e., s. 32.

95. Özcan, a.g.e., s. 265.

96. Özcan, a.g.e., s. 265.

97. Nursi, a.g.e., s. 40, 41, 61-63.

98. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 65.

99. Nursi, a.g.e., s. 63, 64.

100. Karal, Osmanlı Tarihi, c. 8, s. 549.

101. Özcan, a.g.e., s. 49, 50.

102. Lewis, a.g.e., s. 141.

103. Özcan, a.g.e., s. 50, 51; Lewis, a.g.e., s. 171.

104. Özcan, a.g.e., s. 48-51.

105. Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, s. 10.

106. Özcan, a.g.e., s. 54.

107. Karal, Osmanlı Tarihi, c. 8, s. 347.

108. Berkes, a.g.e., s. 347.

109. Özcan, a.g.e., s. 84.

110. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, “İslamcılık” Mad., c. 4, İstanbul 1981, s. 424-430.

111. a.g.e., s. 428.

112. Berkes, a.g.e., s. 368.

http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=349

 

İSLAMCILIK VE İTTİHAD-I İSLAM DÜŞÜNCESİNİN DOĞUŞ SÜRECİ VE TEMEL ÖĞELERİ

THE BİRTH PROCESS OF ISLAMİSTİSM AND THE IDEA OF THE UNİTY OF ISLAM, AND BASİC FUNDAMENTALS

HÜSEYİN ŞEYHANLIOĞLU

DR., SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER UZMANI

Giriş

Aydınlanma Dönemi, Fransız İhtilali ve sanayileşme, Avrupa’nın tarihi sürecinde büyük siyasal, sosyal ve ekonomik tarihi dönüşümlere yol açtığı gibi, Osmanlı Devleti’nde de aynı kırılmalara yol açmıştır. Fransız İhtilali ve sanayileşme, Osmanlı Devleti’nin geleneksel askeri, ekonomik, siyasal ve sosyal düzeninin sorgulanmasını hem hızlandırmış hem de olumsuz etkilemiştir. Özellikle Fransız İhtilali’nden ilham alınan Rum ve Sırp gibi ulusal bağımsızlık talepleri; askeri, ekonomik, sosyal ve siyasi çözülme sürecine giren devletin, bu sıkıntılarına çözüm bulmasını acil bir hale getirmiştir.

 

Osmanlı Devleti, iç ve dış sorunlarına çözüm bulmak için, 1839 yılında Tanzimat Fermanı’nı, 1856 yılında Islahat Fermanı’nı ve 1876 yılında da Birinci Meşrutiyet’i ilan etmiştir. Tüm bu süreçler aynı zamanda siyasal, ekonomik ve geleneksel toplum yapısından büyük birer kopuş sürecini de ifade etmektedir.

 

Osmanlı Devleti’nde bu sorunlara karşı çözüm bulmak için, öncelikle Batıcılık ve Osmanlıcılık akımları doğarken; bunların sorunlara karşı yeterince etkili olamaması üzerine, Batıcılığın karşısında, Osmanlıcılığın paralelinde daha sıkı ve daha dar olan ikinci bir iç savunma halkası olarak da görülen İslamcılık akımının doğduğunu görmekteyiz. Bu nedenle Peyami Safa’ya göre Tanzimat ile birlikte başlayan Türk modernleşme projesi, İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık gibi üç farklı politik fikir etrafında biçimlenmiştir.1

 

Bu nedenle İslamcılık ve İttihad-ı İslam’ın doğuşu aynı zamana denk geldiği gibi, birbirini tamamlayan iç-kabuk misali bir durumla da karşılaşmaktayız. Bunun gerekçesi olarak 19. yüzyılda İslam Dünyası’nın 14 asırlık tarihinde yaşadığı en büyük iç ve dış çöküşü aynı zamanda yaşamış olmasında görülmektedir. Bu makalede İslamcılık ve İttihad-ı İslam’ın doğuş süreci ve temel ilkeleri analiz edilecektir.

 

I. TANZİMAT DÖNEMİ’NDE SİYASAL HAREKETLER

18. yüzyıldan itibaren, Osmanlı Devleti için Avrupa’yla ekonomik ve askeri alanda farkın gittikçe açılması nedeniyle “değişim” kaçınılmaz bir hale gelmişti. Değişim ihtiyacı, iki seçeneği ortaya çıkarmıştır: Değişim, “geçmiş’e doğru mu, geleceğe doğru mu?” olacaktı. Başlangıçta bu soruya verilen cevap; muhteşem olan bozulduğu için, şimdi yapılması gereken yeniden değişip, o eski ideal duruma dönmek olmalıdır2 şeklindeydi.

 

Bu ihtiyaç nedeniyle, öncelikle yakın ve esas olarak görülen, “geçmiş” örnek alınmıştır. Bunun için Osmanlı’nın muhteşem devirleri olan Fatih, Yavuz ve Kanuni devirleri incelenmiştir. Koçi Bey Risâlesi, Tarhuncu Ahmed Paşa’nın maliye programı, Naima ve Kâtip Çelebi’nin düşünce ve önerilerini belirttiği ıslah çalışmaları, hep bu minval üzerinde olmuştur. Aynı şekilde Osmanlı tarihinde ilk kez “şartlar” öne sürerek, sadrazamlığa gelen Köprülülerin çalışmaları da siyasi alanda yapılan reform çalışmaları olarak tarihe geçmiştir.

 

Yaklaşık yüzyıl kadar süren Osmanlı’nın kendi iç dinamikleriyle, geçmiş esas alınarak yapılan ıslahat çabaları, özellikle Rusya’yla yapılan savaşların başarısızlığı, Avrupa ülkelerinin ittifak halinde Osmanlıya saldırması, Fransız İhtilali’nin etkisiyle Balkan milliyetçiliğinin şiddetlenmesi, başta yeniçeriler olmak üzere iç isyanlar, Avrupa’yla teknolojik mesafenin bir türlü kapatılamaması, siyasi sorunlar… gibi nedenlerle süreç devam ettirilememiş ve başarısız olmuştur.

 

Bunun üzerine başta Fransa olmak üzere, Avrupa’nın örnek alındığı ikinci sürece geçilmiştir. Bu, tarihimizde “Batıcılık” veya eleştirel anlamıyla “Batı taklitçiliği” olarak tanımlanmıştır. Bu süreci ilk başlatan kişi ve hükümdarlığının başlangıç tarihi de, Mustafa Erdoğan’a göre “garip tesadüf eseri olarak”, Fransız İhtilali’nin olduğu yıla denk gelen, Sultan III. Selim (1789) olmuştur. Bu nedenle Sultan III. Selim’in tahta çıkış tarihi, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin Avrupa yoluna girmesinin de başlangıç tarihi olarak kabul edilmektedir.3

 

III. Selim döneminin reformlarının temel amacı, iktisadi ve askeri gelişmeyi sağlamaktı. Bunun için askeri alanda Nizam-ı Cedit; Nizam-ı Cedit’in giderlerini karşılamak için de hazineden ayrı olarak İrad-ı Cedit teşkilatı kurulmuştur. Ancak hemen belirtmek gerekirse bu reformların sosyal ve siyasi bir amacı bulunmamaktadır. Çünkü reformların esas amacı, Osmanlının askeri ve ekonomik alanda yaşadığı, korkutucu çöküş sürecini durdurmaktı.

 

Geçiş döneminin hükümdarı olarak görülen Sultan III. Selim’in vefatı üzerine, tahta çıkan Sultan II. Mahmut (1807), III. Selim’in başlattığı Avrupa’yı örnek alarak gelişme sürecini, Batılılaşma, Tanzimat Fermanı’yla (1839) kurumsallaştırmıştır. Ferman, bu nedenle Türk siyasal hayatının en önemli kırılma noktalarından birini oluşturan, model alınan geçmişten kopuşu ve Avrupa’nın model olarak kabulünün günümüze kadarki dönemin başlangıç noktasını ve yeni bir dönemin başlangıcını temsil etmektedir.

 

Sultan II. Mahmut döneminden sonra, siyasal hayatımıza çok sayıda modern siyasal kavram girmeye başlamıştır: Medeniyet, terakki, hürriyet, demokrasi, cumhuriyet, eşitlik, İslâmcılık, sosyalizm, feminizm, milliyetçilik, pozitivizm, materyalizm vs.4

 

Bu Ferman ile ilk kez Osmanlı Devleti’nde, sosyal ve siyasal alanda düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin, Müslümanların üstünlüğüne dayalı mevcut sosyal hiyerarşi bozulmuş ve Müslümanların gayr-i Müslimlerle eşit olduğu; hatta aşağı düşürülmeye başlandığı süreç bu fermandan sonra başlamıştır.

 

Tanzimat Fermanı’yla başlayan, modernleşme sürecinde yetişen aydın nesle, Genç Osmanlılar denilmiştir.5

 

Genç Osmanlılar 1865 yılında ilk siyasal örgüt olarak faaliyette başlamışlardır. Onların reformlarla ilgili görüşleri de dini esasa uygun olma koşuluna bağlı olmuştur. Şöyle ki:6

 

“Osmanlı Devleti’nin hayat kaynağı ve ruhu şeriattır. Bütün sıkıntıların giderilmesi ancak şeriat ile mümkündür. Şeriat, eski yerine konulmalıdır. Çünkü Müslüman bir toplumun hem gelenek hem de ihtiyaçlarına, sadece o uyuyordu. Islahatlar ve programlar İslamî kaynaklı olmalıdır. Batılı idari müesseselerin alınması İslamiyet’e aykırı olmayıp savundukları şeylerin (meşrutiyet gibi) Batılı olmaktan ziyade İslamî’dir. En büyük arzumuz, şeriat tarafından, adaletle hükmetme vazifesi verilen Halife’nin devletin başında olmasıdır.”

 

Bunlar, Tanzimat’ın açtığı yolu, Batıcılığı, onaylamamakta ve sadece Batı’nın çizgisinde olacak bir hayatı benimsememektedirler. Aktaş, Genç Osmanlılar hareketinin siyasal düşüncesini şöyle açıklamaktadır:7

 

“Tanzimat’ın açtığı yolda, ancak Tanzimatçıların mekanik bir sistem transferi anlayışına dayalı Batıcılıklarına karşı daha bilinçli bir Batılılaşmayı, İslami temeller üzerinde evrimleştirilmesi gereken ve Osmanlı paradigmasını dikkate alan, ama yine de sistemli olmayan bir anlayışı savunmaktaydılar. O nedenle genelde ‘Osmanlıcı’ diyebileceğimiz bir siyasal birlikçiliği amaç edinmişlerdi.”

 

Tanzimat Fermanı’na tepkiler konusunda bürokrasiden gelen tepkiler ile ilgili olarak İngiliz tarihçi Harold Temperley (1879–1939) şu tespitte bulunmuştur:8

 

“Mustafa Reşit Paşa Osmanlı devlet ve toplumunu değiştirmek için kurulmasına yardım ettiği ve kendisinden sonra yerine geçecek olan Tanzimatçılar grubunun başıydı. Ancak Paşa’nın başlattığı hukuk reformu kapsamında gündeme gelen (1841) Yeni Ticaret Kanunu, başta Şeyhülislam olmak pek çok kişi tarafından, Hıristiyanlarla Müslümanların, yabancılarla Osmanlı uyruklarının eşit varlık haklarına sahip olmaları aksiyomuna dayanan bu taslağa şiddetle karşı çıkmışlardır. Taslak, Meclis-i Vükela’ya getirildiğinde, Sadık Rıfat Paşa, “Şeriat’a uygun mu?, diye sordu. Reşid (Paşa) ‘Şeriat’ın bu meselelerle ilgisi yoktur’ dedi. Toplantıda bulunan ulema ‘küfür bu’ diye itiraz etti. Genç Sultan [Abdülmecid] aydınlanmacı vezirini (Mustafa Reşit Paşa) hemen görevden aldı.”

 

Bu dönemi siyasal düşünce gelişimi itibariyle Avrupa tarihiyle karşılaştıracak olursak kısmen de olsa “Osmanlı Aydınlanma Dönemi” olarak da görülebilir. Tıpkı Avrupa’nın ortaçağdan çıkış için bir yol araması gibi, Osmanlı Devleti de kurtuluş için bir “reçete” aramaktadır. Aslında reçetenin ne olduğu da önemli değildi, önemli olan devletin kurtarılmasıdır.9 Ahmet Çiğdem’e göre, bu nedenle Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımlarının aslında farklı istikametlerde giden, fakat nihayetinde aynı yola giren düşünce şekilleri olduklarını belirtmektedir.10

 

Bu nedenle Tanzimat Dönemi’nde kendini devletine karşı sorumlu görmeye çalışan herkesin, birinci düşüncesi vatanın çöküşünün durdurulması olduğundan, bu nedenle ideolojik farklılık çok önemli değildi. İmparatorlukta 19. yüzyıl boyunca ortaya çıkacak Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük gibi bütün fikir akımlarının temelinde bu düşünce yatmaktadır.11

 

Özetle ifade edecek olursak, ülkenin geriye gidişine karşı kurtuluş reçetesi arayışı, bu döneme damgasını vurmuştur. Batıcılık, Osmanlıcılık ve İslamcılık bu düşüncenin sonucudur. Ancak İslamcıların, Osmanlıcı ve Batıcı görüşlerden temel farkı bulunmaktadır. Bu da reçete arayışında, Batı’nın nev-i şahsına münhasır hazır hatta dayatılmış formülleri yerine, İslam’ın ve ilimin esas alınması gerektiği düşüncesidir.

 

Osmanlı Devleti’nde yaşanan bu sürecin yanı sıra özellikle İngiltere, Fransa ve Rusya’nın, Kuzey Afrika’dan başlayarak Kırım, Türkistan, Afganistan, Hindistan ve Güney Asya alt kıtası Müslümanlarına karşı giriştiği istilalara karşı tüm Müslümanların birleşmesini isteyen İttihad-ı İslam çabalarının da yine bu dönemde hız kazandığını görmekteyiz.

 

II. İSLAMCILIĞIN DOĞUŞ SÜRECİ VE TEMEL YAPISI

Tanzimat Fermanı, dış desteklerden dolayı şımaran azınlıkların artan talepleri ve Osmanlının asli unsuru olan Müslüman halkın kırılan onurları ve aslında Müslümanları onların seviyelerinin altına düşüren eşitlik gibi maddeler nedeniyle, Müslümanlar arasında sert tepkilere yol açmış bulunmaktaydı. Aynı şekilde dönemin başarılı moda akımları olan Pan-Germenizm, Pan-Slavizm gibi o gün için başarılı görülen akımlar da ilham alınmıştır.

 

Bunun yanı sıra, Batılılaşmanın istenen neticeyi vermemesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun artan bir hızla, Avrupa ülkelerinin baskısı ve işgali altına girmesi, Balkanlarda artan bağımsızlık taleplerinin Avrupa ülkeleri ve Rusya tarafından desteklenmesi; başta Genç Osmanlıların, devletin kurucu halkının ve resmi dininin de İslamiyet olmasından hareketle, bu kadar güçlü bir ortak paydadan aynı zamanda siyasal bir ideoloji olarak Batı’yı güçlendiren bir ideoloji gibi yararlanılması fikri, İslamcılığın doğmasını sağlayan başlıca faktörler olarak görülmektedir.

 

Özellikle Balkanlardaki bağımsızlık hareketlerinin güçlenmesi, Osmanlıcılık fikrine büyük darbe indirirken; aynı zamanda çöken Batılılaşma düşüncesine tepkiler artmıştır. Bu nedenle daha yarım yüzyıl bile geçmeden, Tanzimat’ın üç ideolojisinden ikisine karşı alternatif arama çabaları artmıştır.

 

1860’tan itibaren güçlenmeye başlayan İslamcılık, 1870’lere gelindiğinde büyük bir kaos içinde olan İmparatorluğun varlığına karşı, Müslümanlar arasında heyecan yaratan ve aynı zamanda gerçekleştirilemeyen İttihad-ı Anasır (Osmanlıcılık) fikrine de alternatif olmuştur.12

 

Sultan Abdülaziz’in padişahlığının (1861–1876) son dönemlerinde gürbüzleşmeye başlayan, Sultan Abdülaziz’den sonra tahta geçen Sultan II. Abdülhamid tarafından I. Meşrutiyetin ilanından sonra, Osmanlı tarihinde ilk defa 1876’da hazırlanan Kanun-u Esasi (Anayasa) yoluyla resmi bir politika haline getirilmiştir. Bu politika devletin her alanında tam 33 yıl sürmüştür. Dış politika alanında ise bundan 10 yıl daha fazla sürmüştür.

 

Kanun-u Esasi’nin 11. maddesine göre “Zat-ı Hazret-i Padişahî hasbe’l-hilafe din-i İslam’ın hamisi ve bilcümle tebaa-i Osmaniye’nin hükümdarı ve Padişahıdır.” Böylece İslam, devletin resmi dini olarak tanımlanmış, Osmanlı padişahı da tüm Müslümanların halifesi ve İslam’ın koruyucusu olarak tanımlanmıştır.

 

Türköne’ye göre 1871 yılına kadar İslam dayanışması henüz fikri tam billurlaşmamıştır; çünkü bu tarihe kadar Osmanlıda dünya Müslümanlarına karşı ilgi “cihet-i camia-i İslamiye”den ibarettir.13 Oysa Osmanlı Devleti’nin din odaklı otorite tesisini uluslararası ilişkilerde ilk kullanımını, bundan yaklaşık yüz yıl öncesinden başladığını (Küçük Kaynarca Antlaşması 1774) Osmanlıdan ilk koparılan Müslüman belde olan Kırım’ın dini statüsü bakımından Osmanlıya bağlı olduğu hükmünde görmek mümkündür.

 

Kırım’ın Rusya’ya kaptırılmasından sonra, dinin siyasal bir araç olarak kullanılma süreci bu dönemde kurumsallaşmıştır. Fakat yine de Kodaman’a göre hilafet kurumu, “hilafetin Osmanlıya geçtiği Yavuz Sultan Selim zamanından (1517) beri ilk defa, Sultan II. Abdülhamid devrinde etkili bir siyasi araç olarak kullanılmıştır.”14

 

Böylece, dâhili olarak İslamcılık ve harici olarak de İttihad-ı İslam siyaseti benimsenmiş ve tüm Müslümanların Hilafet ve Osmanlı sancağı altında Avrupa ve Rusya emperyalizmine karşı korunmasına çalışılmıştır.

 

II. Abdülhamid iç politikada ve dış politikada İslamcılığı, devletin ana siyaseti haline getirmiştir. Sultanın, iç politika kadar dış politikada da İslamcılık akımıyla ulaşmak istediği yakın ve uzak olmak üzere iki amacı bulunmaktaydı: Yakın amaç, Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığını korumak; uzak amaç ise hilafet etrafında İttihad-ı İslâm’ı kurmaktı.15

 

İslamiyet bu politika anlayışında emperyal Avrupa ülkelerine karşı (İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya…) ihya edici birleştirici bir güç olarak görülüyordu. Örneğin, örgütlü yapısı daha çok aşiretlere ve tarikatlara dayanan Müslüman Kürtlerden Hamidiye alaylarını meydana getirmiş ve bunlardan hem Ermeni hem de Rus baskılarının hafifletilmesinde önemli ölçüde istifade edilmiştir.16

 

İslamcılık Batı’ya karşı bir tepki olduğu gibi aynı zamanda geleneksel İslam aydını düşüncesinin yerine yeni oluşmaya başlayan mektepli, Batı görmüş, klasik medrese mezunu ulema dışındaki, aydın sınıf elinde dönemin koşullarında şekillenmiş bir düşüncedir.17

 

İslamcılığın doğuş gerekçesini sadece Hıristiyanların, İslam ülkelerinin işgaline karşı verilen bir tepki olmayıp aynı zamanda Müslümanların, geleneksel yapılarıyla da bir hesaplaşmayı içermektedir. Diğer bir ifadeyle İslamcılık, bir yandan Batı’ya karşı dini değerleri savunurken diğer yandan Batı’nın akılcılığından etkilenmiş olarak Batılı bir ideoloji tarzında şekillenmiştir.

 

İslamcılara göre Müslümanların Avrupa karşısında yenilmesinin sebebi İslam’ın özünden uzaklaşılmış olmasıdır. Dolayısıyla bunu gidermenin yolu da Asr-ı Saadet esas alınarak Kur’an ve Sünnet esasına dayalı yeni bir düzen, yani ikinci bir Asr-ı Saadet kurmak ve bununla Müslümanları eski muhteşem durumlarına kavuşturmaktı. Bu açıdan bakıldığında İslamcılık, hem iç hem de dış duruma karşı bir tepki olarak görülebilir. Kısaca İslamcılık İslam’ın özünün esas alınarak, onun günün koşullarına göre uyarlandığı ve bu açıdan Batılı anlamda bir ideolojiye benzetilme çabası olduğu görülmektedir.

 

Örneğin, Ahmet Mithat Efendi’ye göre Müslümanların Batı’yla ilişkileri şöyle olmalıdır.18

 

“Köklü değişiklik ve ıslahatların yapılmasına ihtiyaç vardır. Ancak alınacak şeylerin ahlaki faziletimizi, sosyal hayatımızı ve dinimizi muhafaza etmesi şartıyla uygulanmalıdır. Batıdan, sadece teknik almak gerek. Takip edilecek yol, yeniyi iyiliğinden, hususiyle lüzumundan dolayı almak, eskiyi de fenalığı sabit olduğu için atmaktır.”

 

Darülfünun hocalarından olan milli şairimiz Mehmet Akif de aynı şekilde bu yöndeki görüşlerini “Safahat”ında şöyle ifade etmiştir: “Alınız garbın ilmini, alınız sanatını/ Veriniz hem de mesainize son süratini/ Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeyiz İslam’ı.”19

 

19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında İslam dünyasında etkin olan İslamcılık ve İttihad-ı İslam düşüncesinin önde gelen temsilcileri şunlardır: Cemaleddin Efgani (1838–1898), Reşid Rıza (1865–1935), Muhammed Abduh (1849–1905), Seyyid Ahmet Han, Seyyid Emir Ali, Said Halim Paşa, Mehmet (Küçük) Said Paşa, Mehmet Akif, Filibeli Ahmet Hilmi, İsmail Fenni Ertuğrul, Celal Nuri (1882-1938), Bediüzzaman Said Nursi, Mizancı Murad, Şemsettin Günaltay, Mahmud Esad Efendi’dir.

 

İslamcılardan, geleneksel ile yeni arasındaki geçişlerin en önemli basamağını oluşturan kişi Said Halim Paşa’dır. Arapça, Farsça, Fransızca ve İtalyancaya anadili kadar hâkim olan Paşa, hem bir düşünür hem de sadrazamlık yapan ünlü bir devlet adamıdır. Dini olmayan referanslara karşı reddiyeci tutumu, dini cemaat anlamında millî varlığın esası olan ara kurumları vurgulaması, sabit ve müşterek bir hisse dayanmayan, bir maziden veya ananeden doğmuş olmayan, sadece akıl-düşünce gibi zayıf ve değişken bir zeminde duran emel ve gayelerin hakikî bir ideal meydana getiremeyeceğini belirtmiştir. 20

 

Yukarıda saydığımız İslami düşünceyi savunan başlıca düşünürlerden biri de Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin üçünde; ama özellikle DP’nin muhalefet ve iktidar döneminde de (1946–1960) etkili olan Bediüzzaman unvanlı Said Nursi’dir.

 

Bediüzzaman, Doğu’da bir üniversite kurulması için II. Abdülhamid ile görüşmeye çalışmıştır. Meşrutiyet döneminin de aktif şahsiyetlerinden olduğu gibi, Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarında, İslami söylemleri nedeniyle kamuoyunun da yakından tanıdığı biri olmuştur. Nursi’nin en büyük amaçlarından biri, Kafkaslar, Ortadoğu ve Doğu-Batı arasında bir koridor olan, Doğu Anadolu’da (Van) bir Üniversite’nin kurulması olmuştur.21

 

Bediüzzaman, yeri geldiğince İslamcılardan daha gelenekselci ve daha ilerici olmuştur. Ona göre , “Temel gaye ittihad ve dayanışma olduğuna göre ittihad cehaletle olmaz. Fikirlerin imtizacı ile olur. “…imtizac-ı efkar, marifetin şua-ı elektriğiyle olur…” Nursi’nin İttihad-ı İslam hakkındaki düşüncesinin en net ifadesi ise şu görülmektedir: “Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı talihsiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi İttihad-ı İslam’dır.”22

 

İslamcıların Batı’ya yaklaşımı, bir çeşit seçici Avrupacılık olarak da tanımlanabilir. Yani onların ilmini alıp, kültürlerini (örf, adet, ahlak) almamayı öngören bir yaklaşım… İslamcılara göre Müslümanların durumu iç açıcı değildir. Cehalet ve tembellik İslamiyet’i tanınmayacak bir hale sokmuştur. İslam dünyasındaki ayrılık, İslam dini hakkındaki cahillik, Müslümanların kavimler halinde, ırkçılık ve milliyet davasıyla parçalanmış olmaları, hastalığın aslını teşkil eder. Bunun için de köklü bir eğitim ıslahatına ihtiyaç vardır.23

 

Avam ve havas ayrımına da karşı çıkan İslamcılara göre, herkes her şeyi mutlaka öğrenmelidir. Bunun için de medya etkili bir araç olarak kullanılabilir.

 

İslamcılığın ilkelerinden hareketle temel kavramlarını şöyle belirleyebiliriz:24 meşveret, şura, Batı’ya ve ırkçılığa karşı mesafeli duruş, halk egemenliği-ilahi egemenlik paylaşımı, Şeriat’a uygun örfi hukukun savunulması ve modern eğitim ile Müslümanların ıslah edilmesidir.

 

Türköne’ye göre ise İslamcılık şu ilkelere dayanmaktadır: Demokrasi yerine meşveret, parlamento yerine şura, halk egemenliği ve biat.

 

Aysal’a göre, İslamcılığın temel ilkeleri Asr-ı Saadete dönüş olup, İslamiyet’ten önce vahşet ve ilkel koşullar içinde yaşayan bir kavmin, geçmişteki İslam uygarlığı ile dünyanın en büyük imparatorluklarından birisi haline gelmesi düşüncesi, bu tezin ana felsefesini oluşturmaktadır.25

 

Sultan II. Abdülhamid devrinin (1876–1908) temel siyaset anlayışı olan İslamcılık düşüncesi mensupları dönemin en önemli ara kurumları olan tüm tarikatlarla yakın irtibata geçmiş, halkı irşat için dünyanın en uzak köşelerinde yaşayan Müslümanlara resmi, gayr-i resmi temsilciler göndermiş, kendi kültürünü koruyarak kalkınmayı başaran Japonya örnek alınarak, Müslümanların da kendi değerleriyle kalkınabileceğini savunmuşlardır. Bunun için de en önemli araç olarak da eğitim ve dinin ıslahı gerektiği vurgulanmıştır. Yani Batı’nın sanayi ve bilimini alıp, din ve kültürümüzün korunması gerekir.

 

Ancak 1909 yılında Sultan II. Abdülhamid’i tahtan indirerek yerine geçen İttihat ve Terakki Fırkası, İttihad-ı İslam siyaseti yerine Pan-Türkizm; İslamcılık yerine ise Türkçülük siyasetini devlet politikası olarak benimsemişse de, bu düşüncesini Güney Asya ve Türk olmayan Müslümanlar arasında belli etmemeye dikkat etmiş ve kimi zaman da İttihad-ı İslam siyasetini öne çıkarmıştır.

 

Özetle, gayr-i Müslim azınlıkları birleştirmeye hedefleyen Osmanlıcılık fikrinin de Batıcılık gibi iflas etmesiyle iyice güçlenen, toplumun istişare ederek karar almasını savunan, Batı’ya ve ırkçılığa karşı mesafeli duran, farklı Müslüman ırkları tek çatı altında toplamayı hedefleyen İslamcılık ve İttihad-ı İslam, II. Abdülhamid’in devrilmesinden sonra pasifize edilmiştir.

 

III. İTTİHAD-I İSLAM’IN DOĞUŞ SÜRECİ VE TEMEL YAPISI

Fas’tan Endonezya’ya; Yemen’den Kırım’a kadar; Doğu-Batı ve Kuzey Güney istikametinde dünyanın en stratejik coğrafyasında yaşayan Müslümanlar için 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başı tam bir helaket ve felaket dönemi olmuştur. O zamanlar yaklaşık 300 milyon kişiden oluşan bu coğrafyada yaşayan insanlar için kurtuluşun tek yolu, safları sıkılaştırmaktan geçmekteydi. Çünkü strateji, düşman ve sonuç aynıydı: Böl, parçala ve yok et.

 

Osmanlı Devleti gibi dünyanın diğer yerlerindeki Müslümanların da (Afrika, Türkistan, Hindistan, Endonezya gibi) Batı’nın işgallerine, bir salgın halinde maruz kalması üzerine, tüm Müslümanların birlikte hareket etmesini savunan İttihad-ı İslam, işte tam bu süreçte Müslümanların durağan ve çöküş süreçlerinden bir silkelenme ve bir tepki hareketi olarak doğmuştur.

 

Öncelikle Türkistan ve Hindistan’da görülen İttihad-ı İslam düşüncesinin, Osmanlı kamuoyunda kabul görmesi ve gelişmesi, ilk defa 9 Nisan 1872 tarihli Basiret Gazetesi’nde görülmektedir.26

 

Gazetede yer alan makaleye göre, “İttihad-ı İslam düşüncesi hakkında Karadeniz’in sahil-i şarkiyesinden bir ciheti ta Kazan’a ve diğer ciheti Asya-i Vusta’da kaim Kulca Hanlığına kadar kabail-i İslamiyenin derhal ittihat edebilecekleri ret ve inkâr olunamayacağı; şartların bunun için çok müsait olduğu ve ittihadın gerçekleşmesi halinde ise hiç bir ittifakın, İttihad-ı İslama mukavemet edemeyeceği” belirtilmiştir.

 

İlerleyen zamanlarda ise doğudan batıya İttihad-ı İslam’ın üç ilke üzerinde durduğu görülmüştür: Hilafet, hac ve ilim-kültürün geliştirilmesi.

 

Bundan sonraki süreçte ise, özellikle 93 Harbi’nin (1877–78) yani Osmanlı-Rus Savaşı’nın bir faciayla sonuçlanması esnasında, tahta yeni geçmiş bulunan Sultan II. Abdülhamid Han’ın deha düşüncesinde görülmektedir. Böylece Osmanlı Devleti, tepeden tırnağa kadar kollarını sıvamış; dâhilde İslamcılık ve hariçte ise İttihad-ı İslam siyaseti ile başta kendisi olmak üzere, tüm Müslümanları, sahil-i selamete çıkarmak yoluna girmiştir. Bunun için de İttihad-ı İslam’ın üç temel öğesi olan Hilafet, Hac ve ilmin geliştirilmesine büyük önem verilmiştir.

 

Hilafet’in 1517 yılında Memluklardan Osmanlı’ya geçişiyle birlikte ilk defa tüm Müslümanlar için ortak bir çağrı olarak ifade edildiği dönem, II. Abdülhamid dönemi (1876-1909) olmuştur. Hilafet kurumunun İttihad-ı İslam için siyasi bir araç olarak kullanması ise Türkistan kökenli Yusuf Akçura’ya göre şöyle olmuştur:27

 

“İslam siyaset ve düşüncesinin en güçlü olduğu dönem, (1876–1909) Sultan II. Abdülhamid dönemidir. II. Abdülhamid, padişah, sultan lakapları yerine Emirü’l Mü’min’in (halife) unvanını kullandı. Eğitim-öğretimde dinin müfredat içindeki saatlerini arttırdı. Dindarlık, müttakilik, padişahın teveccühünü kazanan durumlar oldu. Elçilerle, murahhaslarla, komisyonlarla, mebuslarla, imkân dâhilinde dış basınla, İslami muhabbeti celbe, kalpleri hilafet makamına ısındırmaya çaba gösterdi. (Sultan) Bölgesinde sevilen ve sayılan İslam âlimlerini yanına davet ederek ağırlarken, Hicaz’ın muhafazasına da özel önem veriyordu.”

 

Bunun için İstanbul’u Müslümanların siyasi merkezi haline getirmeye çalışan Halife, buradan Hicaz ve Bağdat’a demir yolları döşemiş ve masraflarına da başta Hint Müslümanları olmak üzere tüm dünya Müslümanları büyük ortak olmuştur. II. Abdülhamid aynı zamanda Almanlarla birlikte, İstanbul-Bağdat demiryolları hattını da İran üzerinden, Hindistan’a kadar uzatmayı planlamıştır. Halife Mekke’ye yaklaşan rayların, titreşimini ve trenin gürültüsünü azaltmak için de Peygamber Efendimizin ve mübarek beldelerin sarsıntılardan etkilenmemesi için de rayların altına keçe döşetmiştir.

 

İttihad-ı İslam temsilcilerine göre, Hilafet sancağı Osmanlı sınırlarının da ötesine gitmeli. Burada önemli bir boşluk olarak görülen yerlerin başında ise bizleri can-u gönülden seven başta Afgan, Cava (Endonezya), Çin’e heyetler gönderilmelidir. II. Abdülhamid de buna harfiyen uymuştur. Öyle ki, Hind Müslümanları (bugünkü Pakistan, Bangladeş ve Hindistan’daki yaklaşık üç yüz milyon Müslüman) Türkleri desteklediği için, İngilizler çok istemelerine rağmen Hilafet’i Araplara ver(e)memiştir.

 

Hilafet sancağından azami ölçüde istifade etmeye çalışan Sultan II. Abdülhamid Hacc’a da çok büyük önem vermiştir. Hac yılda bir kez Müslümanların ortak toplanma merkezi olduğu için Hicaz bölgesi, İttihad-ı İslam’ın en büyük çalışma ofisi olmuştur. İttihad-ı İslam düşüncesine göre, “Hicaz yalnız dinin merkezi değil aynı zamanda ilim merkezi haline de gelmelidir. Yahudiler Kudüs’ü bir eğitim merkezi haline getiriyorlar. Biz de Mekke’yi ilmi, edebi ve fenni en büyük merkezimiz haline getirmeliyiz. En önemli İslami eserler oradan çıkmalı, en esaslı cemiyetlerimiz orada toplanmalıdır. Kapital, Roma âleminin; Akropol, Yunanlılığın İttihad noktası idi. Günümüzde Arafat Dağı, İslam âleminin maneviyat merkezi neden olmasın?28

 

İlme ve kültüre büyük önem verilmesi İttihad-ı İslam’ın en önemli üçüncü ayağını oluşturmaktadır. Batı’dan ilim ve tekniğin alınıp, ahlakının def’ini esas alan bu düşünceye başarılı örnek bir olarak Japonya görülmüştür. Bunun için II. Abdülhamid, Ertuğrul Fırkateyni’ni Japonya’ya gönderdiğinde (1889) gemi; Kızıldeniz, Yemen, Cava, Hindistan gibi yol üstünde uğradığı bütün limanlarda İttihad-ı İslam’ın çalışmalarında bulunurken; Müslümanlar da halifeye bağlılıklarını bildirmek ve geminin üzerinde namaz kılabilmek için gemiye tırmanmakta birbirleriyle yarışmışlardı.

 

Eğitim için ilk başta tarihi sürecini tamamlayan medreselerin ıslahı düşünülmüştür. Bunun için batı eğitimi ve doğu eğitiminin sentezine çalışılmıştır. İslami düşünürlere göre, medreseler modernleştirilirse hiçbir şey yapmayan buradaki talebeler (bazıları askerden kaçmak içindi), İslam terbiyesinin tatbiki sayesinde okur, yazar muhasebe eder. Gözü açık vücudu zinde adamlar haline gelir. Ve onlar geleceği yetiştirirler. Böyle olursa yirmi beş yılda Doğu, Batı’ya maddi ve manevi olarak oldukça yaklaşır.29 II. Abdülhamid bunun için ilk kez Osmanlı coğrafyasında onlarca kız ve erkek liseleri açmış ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar dahi buradan yetişmiştir.

 

Eğitimin ıslahı için Müslümanlar arasında tarihi ortak noktaların başında gelen dil sorunu da şu şekilde çözülmüştür: Arapça din, Farsça edebiyat, Türkçe ise siyaset; yani devlet dili olarak benimsenmiştir. Çünkü diyor İttihad-ı İslam’ın savunucuları, Yahudiler, tüm dünya Yahudilerini tek çatı altında toplamak için kurulan “Siyonizm” idealini, her şeyden önce İbrani dilini canlandırmakla30 işe başlamışlardır. Bizler de Müslümanlar olarak yeniden dirilişe geçmek için başarılı olmuş bir örnek olan tarihi, tabii ve aynı zamanda zaruri olan Müslümanların birliği için üç büyük dile önem vermeliyiz.

 

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra da İttihad-ı İslam’ın etkilerini görmekteyiz. Örneğin, Hindistan’ın dört bir yanından gelen ve sayılarının beş bini bulduğu Müslümanlar 22 Eylül 1919 yılında Hindistan’ın Lucknow şehrinde yaptıkları toplantı sonucunda şu kararlar alınır:31

 

1) Halifeliğin cismani gücü, onun ruhani kudret ve gururu için vazgeçilmezdir.

2) Makamat-ı mübarekenin (Hicaz) dokunulmazlığı sağlanmalıdır.

3) Anadolu ve Trakya Türklere bırakılmalıdır.

4) Yunanlılar, İzmir ve Anadolu’yu terk etmelidir.

 

5) Türk barışı ile ilgili hassasiyetleri İngilizlere iletilmelidir.

6) 17 Ekim günü, Halifeliğin izzet-i nefsi için dua günü olarak kabul edilmiştir.

7) Aynı gün ülke çapında protesto toplantıları yapılacaktır

8) Bombay’daki Hilafet Komitesi’nin bütün yurtta (Hindistan) şubeler açılması ve tutanaklarının basılmasına karar verilmiş olup; Sultan IV. Mehmet Vahdettin’e sadakat ve destek mesajı gönderilecektir.

 

Bu sürece Hinduların da destek verdiğini görmekteyiz. Mahatma Gandi, Hilafet Konferansı’na katılacaklarını taraftarlarına ilan eder. “Ben Türklerin zayıf, kabiliyetsiz veya gaddar olduklarına inanmıyorum. Müslüman kardeşlerimizi desteklemek, bizim için de kutsal bir görevdir.32 Yine Müslüman Hindu ittifakı Avrupa mallarının boykotuna da yol açmıştır. Bununla da Hamidiye İslam Cemiyeti ilgilenmiştir.

 

İslamcılık ve İttihad-ı İslam’ın İngilizler ve Fransızlar üzerinde Osmanlı Devleti’ne karşı frenleyici bir rolü olduğu görülmüştür. Örneğin, 1906 yılında İngilizler ile Osmanlı Devleti arasında yaşanan kriz üzerinde, Hindistan’daki hükümet yetkilileri Londra’yı uyarmış, bu durumun orduda huzursuzluklara yol açabileceğini hatta Afgan sınırındaki çılgın Müslüman kabilelerin, 1857’deki gibi tekrar İngiltere’ye savaş ilan edebileceklerini (Abdurrahman Han zamanında, İngilizleri Celalabat geçitlerinde perişan etmişlerdir33) belirtmişlerdir.34

 

İngiliz istihbarat raporlarına göre, eğer Londra, Pan-İslamizme karşı önlemler almazsa Sultan (II. Abdülhamid) sürpriz sonuçlar elde edebilecektir. Aynı şekilde İngiltere’nin İstanbul’u işgaline rağmen, şehri yağmalamamasında da bunun katkılarının olduğunu düşünebiliriz. Çünkü İngiltere’nin en önemli sömürgesi olan, Hindistan gayet faal Müslümanlar olup halife’ye de taraftarıdırlar.

 

İslamcılık ve İttihad-ı İslam düşüncesi, II. Abdülhamid’in Batı destekli İttihat ve Terraki Cemiyeti tarafından devrilmesi (1909) ve Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla (1918), versiyon değiştirmiştir. Bu, özellikle Türkiye, Mısır, Pakistan, İran ve Uzakdoğu Müslümanları arasında II. Dünya savaşından sonra daha rahat görülebilir.

 

Özetle Batının sadece bilgi ve teknolojisinin alınması gerektiğini savunan İslamcılık, bunun için İslam ahlak, bilgi ve kültürünün asrın şartlarına göre yeniden değerlendirilmesini; İttihad-ı İslam ise Müslümanların Osmanlı hilafet sancağı altında toplanmasını savunmuştur. Tüm Müslümanların ortak düşmanı olan Batı (İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya) karşısında Müslümanların birliğini savunan İttihad-ı İslam düşüncesinin, Osmanlının içinde gelişen İslamcılık düşüncesi ile iç içe geçtiği, hatta II. Abdülhamid’i deviren İTF tarafından, kerhen de olsa stratejik öneminden dolayı kabul edildiği35 görülmüştür.

 

Sonuç

İslamcılık ve İttihad-ı İslam konulu çalışmamızda, ulaştığımız sonuçları maddeler halinde şu şekilde sıralayabiliriz:

 

A. Her şeyden önce İslamcılık bir ideoloji değil, ideolojilerin çok üstünde yaşayan bir düşüncedir, bir idealdir ve bir hedeftir.

 

B. İslamcılığı, günümüze kadar başarılı olmamış bir İslam reformu; İttihat-ı İslam’ı da gerçekleş(e)memiş bir ideal olarak görmek mümkündür. Ancak Avrupa’nın Rönesans, Reform ve Aydınlanma sürecinin yaklaşık üç asır sürdüğü ve sömürgecikle de takviye edildiği düşünülürse, bu idealin imkânsız olduğunu söylemek için henüz erkendir.

 

C. İslam ve İttihad-ı İslam savunucularına göre İslam ülkelerinin içinde yaşadığı bu dönem geçicidir. Yani geçmişte nasıl ki, Roma, Pers, Portekiz, İspanyol İmparatorlukları çökmüşse, günümüzün İngiliz ve Fransız İmparatorlukları da çökecektir. Tarih, onların haklılığını ispatlamak için sadece çeyrek asır beklemiştir. Yani II. Dünya Savaşı bittiğinde bu imparatorlukların güneşleri çoktan batmıştı. Ardından doğan Rus güneşi de 1990 yılında çökerken; Afgan dağlarında ve Irak çöllerinde cılızlaşan ABD güneşi de Hint, Çin ve İslam gibi doğudan doğan yeni güneşler karşısında batacak gibi görülmektedir. Çünkü ABD’nin ağabeyleri olan İngiliz, Fransızlar da İspanyol ve Portekiz’in akıbetine uğramışlardı.

 

D. İslamcılık ve İttihad-ı İslam, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü önleyememişse de ömrünü uzatmış, önemli İslam beldelerinin Aztek ve İnkalar gibi yağmalanmasını önlemiştir. Türkiye’nin işgalden kurtulmasına ve kurulmasına önemli katkılarda bulunmuştur.

 

E. İslamcılık ve İttihad-ı İslam düşüncesi, bugün de İslam Dünyası’nın en önemli ortak düşünce ve amacı olarak görülmektedir. Fas’ta Adalet ve Kalkınma Partisi (Türkiye AK Parti’yle aynı isim, PJD), Cezayir’de İslami Selamet Cephesi, Tunus’ta Nahda, Mısır, Suriye ve Ürdün’de Müslüman Kardeşler, Filistin’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah, Pakistan’da Müslüman Birliği, İran İslam Cumhuriyeti’nde ise reformcular yerine muhafazakârların üst üste iktidara gelmeleri… Malezya’da, İslam Partisi’ne kadar (PAS) İslamcılık ve İttihad-ı İslam düşüncesi geçmişten daha baskın bir şekilde varlığını sürdürmektedir.

 

F. İttihad-ı İslam düşüncesi, Afganistan ve Irak’ın ABD tarafından işgalinden dolayı daha sıklıkla dillendirilmeye başlamıştır. Batı’nın İslam dünyasına karşı sürdürdüğü bu işgal veya pasifize etme sürecinin görülebilir bir zamanda biteceği düşünül(e)mediğinden İslamcılık ve İttihad-ı İslam’ın varlığını arttırarak sürdüreceğini düşünmekteyiz.

 

G. Fas’tan Filipinler’e, Kırım’dan Somali’ye kadar yaklaşık iki milyar Müslüman’ın yaşadığı coğrafyada yaşanan kuvvet boşluğu, bölgeyi dış müdahalelere açık hale getirmekte olup, bu durum hiç şüphesiz başta Müslümanlar olmak üzere dünyanın huzursuzluğuna, kaynaklarının heba olmasına ve dünyada çatışmaların sürmesine yol açmaktadır. Bu durum, tek kutuplu dünya düzeninden çok kutuplu düzenine uygun bir zemin oluşturacaktır ki, bu da insanlık için daha adil görülmektedir.

 

KAYNAKÇA

Abdünnasır YİNER, Meşrutiyetten Cumhuriyete İslamcılık Düşüncesi, Köprü Dergisi, Yaz-Güz 1997.

Azmi ÖZCAN, Pan-İslamizm, Osmanlı Devleti, Hindistan Müslümanları ve İngiltere, TDV Arş. Merkezi, İstanbul 1992.

Ahmet ÇİĞDEM, “Muhafazakârlık Üzerine”, Toplum ve Bilim Dergisi, Birikim Yayınları, İstanbul, s. 71, Güz 1997, s. 45.

Bayram KODAMAN, 1876–1920 Arası Osmanlı Siyasi Tarihi, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Cilt. 12, İstanbul, 1989.

Bediüzzaman Said NURSİ, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, Şubat 2008.

Bediüzzaman Said NURSİ, İttihad-ı İslam (Derleme), Envar Neşriyat, İstanbul 1980.

Fatih DUMAN, Siyaset, Din ve Siyaset, (Der. Mümtazer Türköne), Lotus Yayınlar, Ankara, 2006.

Erik Jan ZÜRCHER, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul. 1995.

Gökhan ÇETİNSAYA, “Kalemiye’den Mülkiye’ye Tanzimat Zihniyeti”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Tanzimat ve Meşrutiyet‘in Birikimi, (Der. Mehmet Ö. Alkan), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001.

Harold TEMPERLEY, England and the Near East: the Crimea, Longmans, Green & Co., London, 1936.

Halime DER, Celal Nuri’nin İttihad-ı İslam Adlı Eserinin Tahlil ve Değerlendirilmesi, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ, 2008.

Hüseyin ŞEYHANLIOĞLU, 18. Yüzyıldan Günümüze Kadar Afganistan’ın Jeostratejik Önemi, Avrasya Etütleri Dergisi, 2008/2, Başbakanlık Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı, Ankara, 2008,

Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1998.

Mehmet Akif ERSOY, Safahat, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 2003.

Mehmet Ö. ALKAN, “Resmî İdeolojinin Doğuşu ve Evrimi Üzerine Bir Deneme”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce-Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, Cilt: 1, (Der. Mehmet Ö. Alkan), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001.

Mim Kemal ÖKE, Hilafet Hareketleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1991.

Murat BELGE, “Muhafazakârlık Üzerine”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce Muhafazakârlık, Cilt: 5, (Der. Ahmet Çiğdem), İletişim Yayınları, İstanbul, 2003.

Mustafa ERDOĞAN, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, Liberte Yayınları, Ankara, 2001.

Mümtaz’er TÜRKÖNE, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu (1867–1873), Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Anabilim Dalı, Ankara, Nisan 1990.

Mim Kemal ÖKE, Hilafet Hareketleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1991.

Necdet AYSAL, Türkiye’de İslami Düşüncenin Örgütlenmesi ve Hedefleri, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Ankara, 2004.

Niyazi BERKES, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, Yön Yayınları, İstanbul, 1965.

Okan ARSLAN, <http://www.tpe.org.tr/index.php>, (25.05.2009).

Peyami SAFA, Türk İnkılâbına Bakışlar, Ötüken Yayınları, 3. Basım, İstanbul 1997.

Said HALİM PAŞA, Buhranlarımız, İstanbul, 1333.

Tarık Zafer TUNAYA, İslamcılık Akımı, Simavi Yayınları, İstanbul, 1991.

Ümit AKTAŞ, Osmanlı Çağı ve Sonrası, Bakış Yayını, İstanbul, 1998.

Yusuf AKÇURA, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1987.

Öz

 

İslamiyet’in bir din olmanın yanı sıra bir ideoloji olarak da görülmesi, Fransız İhtilali’nden sonra yayılan liberalizm, muhafazakârlık ve sosyalizm ideolojilerinden hareketle olmuştur. İslamcılık ve İttihad-ı İslam Avrupa’nın ve Rusya’nın tüm İslam Dünyası’nı kontrol altına almaya ve onu yok etmeye başlaması karşısında bir tepki hareketi olarak doğmuştur. İslam Dünyası’nın en önemli ortak simgelerinden olan halifeliğin merkezi ve tarihten gelen İslamiyet’in koruyuculuğu kimliği nedeniyle Osmanlı Devleti, bu düşüncelerin merkez üssü olmuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren olgunlaşma sürecine giren İslamcılık ve İttihad-ı İslam ideolojisi, II. Abdülhamid döneminin (1876–1909) iç ve dış devlet politikası olmuştur. Bu makalenin amacı İslamcılık ve İttihad-ı İslam düşüncesinin doğuş sürecini ve genel ilkelerini analiz etmektir.

 

Anahtar Kelimeler: İslamcılık, İttihad-ı İslam, değişim, Batıcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük, ittihad, meşveret, şura, hilafet

 

Abstract

 

The perception of the religion of Islam as an ideology, apart from its religious nature, began to take its shape with the spread of liberalism, conservatism and socialism after the French Revolution. Pan-Islamism and The Union of Islam, however, came into existence as a strong reaction against Europe and Russia’s campaign to control and eventually destroy the Islamic World. The identity both as the center of Caliphate which is the most important symbol of Islamic World as well as its historic role as the Protector of Islam made the Ottoman Empire the natural center of this thought. The second half of 19th century witnessed the maturity of the ideologies of Pan-Islamism and the Union of Islam, which became the backbone of domestic and foreign policies of the period of Sultan Abdulhamid II. (1876–1909). the purpose of this essay is, to analyze fundemental principal and the birth of Ittihad-i Islam and Islamism.

 

Dipnotlar

1- Peyami SAFA, Türk İnkılâbına Bakışlar, Ötüken Yayınları, 3. Basım, İstanbul 1997, s. 27–65.

2- Murat BELGE, “Muhafazakârlık Üzerine”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce Muhafazakârlık, Cilt: 5, (Der. Ahmet Çiğdem), İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 93.

3- Mustafa ERDOĞAN, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, Liberte Yayınları, Ankara, 2001, s. 1.

4- Mehmet Ö. ALKAN, “Resmî İdeolojinin Doğuşu ve Evrimi Üzerine Bir Deneme”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce -Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, Cilt: 1, (Der. Mehmet Ö. Alkan), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 20.

5- Ortaylı’ya göre ise Genç Osmanlıların düşünceleri, anayasacı liberalizmin çizgilerinden modernist İslamcılığa, hatta olgunlaşmış bir Türkçülüğe ve sosyalizme kadar çeşitli görüşleri içeren renkli bir yelpazeyi oluşturmaktaydı. (Ayrıntılı bilgi için bakınız. İlber ORTAYLI, Gelenekten Geleceğe, Ufuk Yayını, İstanbul, 2001, s. 18.)

6- Azmi ÖZCAN, Pan-İslamizm, Osmanlı Devleti, Hindistan Müslümanları ve İngiltere, TDV Arş. Merkezi, İstanbul 1992, s. 50.

7- Ümit AKTAŞ, Osmanlı Çağı ve Sonrası, Bakış Yayını, İstanbul, 1998, s. 201-205.

8- Harold TEMPERLEY, England and the Near East: the Crimea, Longmans, Green & Co., London, 1936, s. 163.

9- Burada hemen şu husus akla gelebilir: Avrupa kendi öz gücüyle “aydınlanırken” Osmanlı onları taklit etmekteydi. Oysa bu, gerçeğin sadece bir kısmı olarak görülebilir. Çünkü Avrupa bilimsel aydınlanmasının büyük kısmını Endülüs, Sicilya ve Osmanlı üzerinden Müslümanlara borçludur. Dolayısıyla her zaman karşılıklı bir örnek alma etkileşim süreci olmuştur. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız. Sigrid HUNKE, Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde, Altın Kitapları, İstanbul, 2001.)

10- Ahmet ÇİĞDEM, “Muhafazakârlık Üzerine”, Toplum ve Bilim Dergisi, Birikim Yayınları, İstanbul, s. 71, Güz 1997, s. 45.

11- Erik Jan ZÜRCHER, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul. 1995, s.187; Gökhan ÇETİNSAYA, “Kalemiye’den Mülkiye’ye Tanzimat Zihniyeti”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Tanzimat ve Meşrutiyet ‘in Birikimi, (Der. Mehmet Ö. Alkan), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 55–56.

12- KARAL, s. 540.

13- Mümtaz’er TÜRKÖNE, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu (1867–1873), Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Anabilim Dalı, Ankara, Nisan 1990. Fakat bu düşüncenin hatalı bir düşünce olduğunu düşünüyoruz. Bunun gerekçesi ise, Osmanlının en güçlü zamanlarında başta Endülüs olmak üzere Endonezya ve uzak Afrika Müslümanlarına destek verdiği bilinmektedir. Eğer Osmanlının bu konuda eksikliği varsa bunu isteksizliğine değil güçsüzlüğüne bağlamak daha doğru olur.

14- Bayram KODAMAN, 1876–1920 Arası Osmanlı Siyasi Tarihi, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Cilt. 12, İstanbul, 1989, s. 60.

15- KARAL, s. 541.

16- Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, İnkılap Yayınları, İstanbul, 1998. s. 219-220.

17- Fatih DUMAN, Din ve Siyaset, Der. Türköne.. s. 546. Bu bir nevi kişilerin ve/ya tarikatların şahsi düşünce tavırları yüzünden tortullaşmış, paslanmış İslam’ın, Avrupa düşünce hayatının önemli merhaleleri olarak görülen Rönesans ve Reform’unun paralelinde bir sürecin örnek alınması anlamına da gelmektedir.

18- Tarık Zafer TUNAYA, İslamcılık Akımı, Simavi Yayınları, İstanbul, 1991, s. 326–327.

19- Mehmet Akif ERSOY, Safahat, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 2003, s. 170.

20- Said HALİM PAŞA, Buhranlarımız, İstanbul, 1993, s.163.

21- Bediüzzaman, ayrıca 1940’lı yıllardan itibaren, “Nurcular” olarak bilinen taraftarlarını, DP’yi muhalefet ve iktidar dönemi boyunca, desteklemeleri için teşvik etmiştir. Celal Bayar’a cumhurbaşkanlığına seçilmesi üzerine tebrik mektubu gönderen Nursi, DP lideri ve Başbakan Adnan Menderes’i şahsen destekleyerek ve Nurculuk hareketine karşı olmayan Adalet Bakanı Hüseyin Avni Bey, Dr. Tahsin Tola ve Giyasettin Emre gibi sempatizanlarıyla da siyasette etkili rol oynamıştır. Said Nursi, DP’nin Genel Başkanı olan Adnan Menderes’e gönderdiği bir mektupta onu “İslam Kahramanı” ilan ettiklerini belirtmiş ve sonra mektubun devamında düşüncelerini şöyle ifade etmiştir: “Cenab-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin” diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikati kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz. Eskilerin, lüzumsuz keyfî kanunları ve sû’-i istimalleri neticesinde, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm’ın nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum. Ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya’yı, beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek ve halen İslâm’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, yirmi sekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatına karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestîsini dindar Demokratlar ilân etmeli ve bu yaraya bir nevi merhem vurmalıdırlar. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahatleri onlara yüklenmez fikrindeyim. Bediüzzaman Said NURSİ, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, Şubat 2008, s. 829.

22- Bediüzzaman Said NURSİ, İttihad-ı İslam (Derleme), Envar Neşriyat, İstanbul 1980, s. 12-13.

23- ÖZCAN, 1992, s. 46–47.

24- Abdünnasır YİNER, Meşrutiyetten Cumhuriyete İslamcılık Düşüncesi, Köprü Dergisi, Yaz-Güz 1997, s. 59–60, s. 89–92: Mümtaz’er TÜRKÖNE, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s. 71–91.

25- Necdet AYSAL, Türkiye’de İslami Düşüncenin Örgütlenmesi ve Hedefleri, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Ankara, 2004, s.88; TUNAYA, 1991, s.16; Niyazi BERKES, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, Yön Yayınları, İstanbul, 1965, s. 71

26- Azmi ÖZCAN, Pan-İslamizm, Osmanlı Devleti, Hindistan Müslümanları ve İngiltere, TDV Arş. Merkezi, İstanbul 1992, s. 52

27- Yusuf AKÇURA, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1987, s. 22–23.

28- Celal Nuri, İttihad-ı İslam, s. 318, aktaran DER. s. 58

29- DER, s. 57.

30- Halime DER, Celal Nuri’nin İttihad-ı İslam Adlı Eserinin Tahlil ve Değerlendirilmesi, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Elazığ, 2008, s. 21.

31- ÖKE, s. 40.

32- ÖKE, s. 42.

33- Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız, Hüseyin ŞEYHANLIOĞLU, 18. Yüzyıldan Günümüze Kadar Afganistan’ın Jeostratejik Önemi, Avrasya Etütleri Dergisi, 2008/2, Başbakanlık Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı, Ankara, 2008, s. 34, s. 61.(www.tika.gov.tr/TR/Icerik.ASP?ID=119)

34- ÖKE, s. 13

35- Mim Kemal ÖKE, Hilafet Hareketleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1991, s. 10–11.

http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=1018

 

 

posted in GÜNCEL, MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“Ilıman İslâm” İfâdesi, Allah’ın Dini Olan İslâm’a Bir İftiradır

“Ilımlı” kelimesi, bilindiği gibi, lügat anlamıyla, fazla sıcak ve soğuk olmayan demektir. İnsanlar ve onların ideolojileri, inançları için kullanıldığında da, “aşırı olmayan, ölçülü, mûtedil” anlamlarında kullanılır. Yani sıcaklığı giderilmiş, ılımlılaştırılmış anlamında. Bununla radikal olmayan anlayışlar kastedilir. Radikallik de, köktencilik, her alanda köklü değişiklik ve yenilik eğilimi, sertlik, keskinlik, aşırılık anlamlarında kullanılıyor. Aslında radikallik/radikalizm, Batıdaki çıkış ve kullanılış şekliyle, geçmişteki kurumlardan tamamıyla kurtulmak amacını güdenlerin düşünce tarzı ve öğretisini belirten ve keskin yenilik akımı için kullanılan bir terimdir. Köklü değişiklik isteme konusunda uygun düşse de eski kurumlara tümüyle karşı çıkılıp her şeyiyle yenilik eğilimi ve keskin bir yenilik taraftarı olmak anlamında muvahhid müslümanlara radikal denilmesi hiç doğru olmaz. Kaldı ki, müslümanın radikali, ılımlısı vb. olmaz. Müslüman müslümandır, ona “müslüman” ismini Allah vermiştir (22/ Hacc, 78).

Muvahhid müslümanlar, kendilerine ne ılıman, ne radikal, ne dinci denilmesini isterler. Onlar Allah’ın verdiği isimle şeref duyarlar. Hele, “İslâm” dini için kullanılan değişik sentezlere, Allah’ın vermediği başka adlandırmalara hiç iltifat etmezler. İslâm’ı farklı ayrımlara tâbi tutup dini sulandırmaya, suyu ılımlı hale getirmeye tümüyle karşıdırlar. İslâm, aşırı mıdır? Yani Kur’an’ın ve sünnetin çizgisindeki İslâm, ölçüsüz müdür? Kime göre, nasıl bir aşırılıktır bu da, onu ölçülü hale getirmeye yeltenebiliyorlar? Kur’an’ın sınırlarını çizdiği “İslâm”, kaynar derecede sıcak mıdır ki, “ılımlısı” istenmektedir? Her konuda ölçü ve “İslâm”ın ölçülü olup olmamasında karar mercii Allah mıdır, perde arkasına gizlenen ve halka din biçen egemen güçler mi? “Ilıman İslâm” ifâdesi, Allah’ın dini olan gerçek İslâm’a iftiradır, ona hakarettir, onu suçlamaktır ve reforma ihtiyacı olduğu anlayışıyla onu tahrif etme çabasıdır. “Ilımlı İslâm” kavramından ancak bunlar anlaşılır. 

Radikal ve ılımlı tâbirleri bütünüyle Batı kaynaklıdır. Onlar, önce etiketle yaftalamayı, sonra uygun gördükleri bu yakıştırmayla insanları suçlayıp cezalandırmayı pek severler; yani hem dâvâcı, hem savcı, hem yargıç ve hem de gardiyan ya da cellat rolünü. Bununla da yetinmeyip müslümanların kavramlarının ve dinlerinin içini de kendi bâtıl zihniyetleri doğrultusunda doldurmaya, insanları da bu yeni şekil verdikleri kavrama ve dine uydurmaya çalışırlar. Bu, bir anlamda rablik taslama, insanları ve inançlarını yeniden inşâ etmeye çalışmadır. O yüzden Kur’an, Batılılara (ehl-i Kitaba): “Allah’tan başkasına tapmama, O’na hiçbir şeyi şirk koşmama” yanında, “Allah’ı bırakıp da bazı insanları, birbirlerini rab edinmemeye, ilâhlaştırmamaya” çağırır ve bu bizim de bu çağrıyı yapmamızı (diyalog değil, dâvet tebliğ) emreder. Bu âyetin sonunda da bizim halimizle ve dilimizle şöyle dememiz istenir: “…Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman, ‘bizim müslüman olduğumuza şâhit olun!’ deyiniz.” (3/Âl-i İmrân, 64)

Ilımlı İslâm tâbiriyle içi boşaltılmış bir din kastedilmektedir. Tevhidî içe rikten soyutlanmış, cihadı, ahkâm (hükümle ilgili) âyetleri, toplumsal emir ve yasakları, devlet talebi olmayan, küfre ve şirke karşı hiçbir tavrı olmayan bir din oluşturulmaya çalışılmaktadır. Çok eski zamanlardan beri bu amaca yönelik çalışmalar yapılmakla birlikte, İsrail’in sömürgesi konumundaki ABD’ nin başını çektiği Batı, özellikle ikiz kulelere saldırılardan sonra bu yoldaki çalışmaları yoğunlaştırdı.

BOP, Ortadoğu’nun dinini yeniden şekillendirmeyi, yani ılımlılaştırmayı hedefleyen bir projedir. Türkiye yönetimini de hem demokrasi ve hem de ılımlı İslâm’ı bir arada yürüttüğü için model ülke kabul etmekte, yöneticilere “lâ”sı olmayan ılımlılaştırılmış bu dini (ki, buna “İslâm” demek doğru olmaz) diğer ülkelere de pazarlamasını istiyor. Türkiye’de devletin dininden ve düzenin öngördüğü din anlayışından (ulusal Türk dini halini almış özel dinden, ılımlı İslâm’dan) râzı olduğunu ısrarla belirtiyor. Görünen o ki, yöneticilerin de bu rolden pek şikâyetleri yok. Bu coğrafyadaki düzen ve tâğutlar, bir taraftan kendi ülkelerinde tevhidî muhtevâdan uzak, demokrat, Atatürkçü, devletçi, ulusalcı, laik, muhâ fazakâr (neyi muhâfaza ediyorsa) bir dini, yani “ılımlı İslâm”ı, dinini yaşamak isteyen müslüman halk için tek alternatif şeklinde sunuyor. Diğer yandan bu tahrif edilmiş din anlayışını diğer ülkelere Batı adına ihraç etmeye, kendilerini örnek almalarını istemeye çalışıyor.            

Ilımlı İslâm kavramı, gerçek İslâm’ın zor olduğu, aşırı olduğu önyargısından yola çıkılarak oluşturulmuş alternatif beşerî bir din anlamı taşır. İslâm, hiç de zor bir din olmadığı, dünya ve âhiret saâdetini en kolay, en kestirme ve en doğru yoldan elde etmenin adı olduğu halde; bazıları onu zor, kaynar derecede sıcak kabul ediyorlar da, kendi şeytanlarının ve şeytanlaşmış arzularının doğrultusunda hoşlanacakları kolay, basit ve ılımlı bir din dizayn edip halka “sizin dininiz bu olmalı” deme gücünü kendilerinde görüyorlar.

İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu birtakım güçlüklerin olması doğaldır. Aslında aziz İslâm’ın teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı hiçbir yük yüklemez (2/Bakara, 286). Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, var olmasının sebebini anlamayıp, kendi hevâsına göre yaşamayı seçmiş kimseler; İslâm’ın tekliflerini ağır bulurlar. Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’an’a dâvet edilmelerini çok ağır bir teklif olarak kabul etmektedirler (42/ Şûrâ, 13).

İslâm’da zorluk değil; kolaylık esastır. Allah’ın gönderdiği ölçülere göre yaşayan, yani İslâm’a uyanlar; hem dünya hayatını düzene koyarlar, hem hayat sınavını başarırlar, hem de Allah’ın muttakî kullar için hazırladığı hesapsız nimetlere ve mükâfatlara kavuşurlar. Kullarının bu güzelliklere kendi çabalarıyla kavuşmalarını isteyen Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, zayıf bir yapıda yaratılmış insan için tekliflerini yumuşatmış, kolaylaştırmış ve onun sırtındaki ağır yükleri indirmiştir. Rabbimiz bu konuda buyuruyor ki: “…Allah size kolaylık (yüsr) ister, sizin için zorluk (usr) istemez.” (2/Bakara, 185)

İslâm’ın emir ve yasakları içerisinde insanın fıtratıyla ve hayatın gerçekleriyle çatışan hiçbir şey yoktur. İslâmî hükümlerin zor ve çağa uymadığını zannedenler; kendi hevâla rına uyan, Allah’ı bırakıp tapacakları putlarını elleriyle yapanlar, ya da kendi görüşünü Allah’ın koyduğu ölçüden daha doğru sanan ahmaklardır. İslâm, insanlara altlarından kalkamayacağı hiç bir şeyi teklif etmemiştir. İslâm’ın bütün emir ve yasakları (hükümleri), insanlara faydalı olan güzel şeyleri kazandırmak, zararlı olan çirkin şeyleri de onlardan uzaklaştırmak gâyesine mâtuftur.

Emredilen ibâdetler, bir zorluk, sıkıntı veya işkence değil; huzur, rahatlık, düzen ve iç ferahlığı ve dengeli bir yaşayışın plan ve programıdır. Dinimizde nass’la  (kesin deliller ile) sâbit olan şeyleri değiştirmek, zamana ve toplumlara uydurmak mümkün değildir. Ilımlı İslâm kavramıyla, tek hak din olan İslâm, atmalar ve katmalarla dejenere edilmek, çağın bâtıl ideolojilerinin ve sapık insanların güdümünde uyduruk bir din oluşturulmak istenmektedir.  

Günümüzde İslâm’ı yaşamak ve hayata geçirmekle ilgili zorluk, dinin ve dinî kuralların zorluğundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin ve tâğûtî düzenlerin, müslümanların dinlerini yaşaması önüne sayısız engeller koymasından, baskı ve zulümlerinden kaynaklanıyor. Dinin yaşanması zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istikamet işaretleriyle topluma dayatılınca kısır döngü şeklinde hayatın her alanı da zorlaştırılmış oluyor.

Kolaylık, gerçek din için geçerlidir. Dini parçalara ayırmak veya infak, sâlih amel ve takvâ gibi esasları ihmal etmek, sünnetullah gereği kolaylık yolunu terk etmektir. Din, bir bütün olarak kolaydır. İbâdetlerle güçlenmeyen ve fıtratındaki güzelliği korumayan bir insana İslâm’ın bazı emir ve yasakları zor gelebilecektir. Temel gıdalarla yeterli şekilde beslenmeyen, vücut için zarûrî yiyecekleri yemeyen kimse gerekli enerjiye sahip olamadığı için za’fiyetten dolayı nasıl basit işleri yapmakta zorlanırsa, mânevî/rûhî gıdalarını almayan kimse de mânevî ve psikolojik za’fiyetinden ötürü, aslında hiç de zor olmayan görevleri yerine getirmekte zorlanacaktır.

Allah’a kulluğun zor olduğunu zannedenler, nasıl zorluklar içinde kıvranıyorlar, farkında değiller. Hakkı görmek istemedikleri için, bâtıl kendilerine şirin, gerçek din de zor geliyor. Kula kulluk ve kendi gibi ya da daha aşağılarına boyun eğmek, insan fıtratına ve onuruna ters nice zorlukları bu insanımsılar nasıl değerlendiriyorlar? Stres ve bunalımlar, psikolojik rahatsızlıklar, ahlâkî problemler, maddî kayıplar, hastalıklar, bitmeyen şikâyetler… hep gayri İslâmî yönelişlerin ya da dini sulandırıp ılıman İslâm çizgisinin, bu dünyadaki zorluklarıdır. Şeytan, güzel amelleri zor göstermeye çalıştığı gibi, fâsıkların da amellerini süsler, zorları kolay zannettirir. Meselâ içki içmek ve sonrasına katlanmak hiç de kolay olmadığı halde, şeytan içkiyi güzel ve kolaylık zannettirir. Fâhişelik ve câhiliyyenin “hayat kadını” deyip özendirdiği bayat kadınlarla zinâ etmek, AIDS gibi riskleriyle, maddî-mânevî pislik ve sıkıntılarıyla hiç de kolay ve güzel bir şey olmasa gerektir.

“Lâ râhate fi’ddünya.” İnsan, zaten dünyada tam ve mutlak bir kolaylık ve rahat içinde yaşayamaz; Bu kural, zengin-fakir, her dönem ve her yerdeki tüm insanlar için geçerlidir. Yoksa, cennetin kıymeti olmazdı. İnsan, hayatın zorluklarını ya Allah için çekecek ve bu doğal zorlukları kolaylık ve güzelliklere çevirecek ve âhiret sermayesi yapacak; ya da gayri meşrû bir amaç uğruna zorluklara katlanacak, zorluklar katlanarak büyüyecek ve öteki dünyada zor bir hayat onu bekleyecektir.    

Allah’ın râzı olduğu bu tevhid dinini yeniden dizayn edip reforma tâbi tutmaya, onu tahrif edip yeniden şekillendirmeye kim, hangi hakla cür’et edebilir? Bu yetkiyi onlara kim veriyor? Câmi duvarını pislemeye kalkanların da, onlara seyirci kalanların da âkıbetleri hiç iyi olmayacaktır. Taşlar (tâğûtî düzenin yasalarıyla) bağlı ve itler (özgürlük yemiyle) azgın olsa da bu sonuç değişmeyecektir. Bir kısmını kabul edip bir kısmını da inkâr etmek sûretiyle Allah’ın dinini parça parça edip gruplara ayrılanlarla müslümanların hiçbir (olumlu) ilişkileri olamaz (6/En’âm, 59).

Bazıları kalkıyor, İslâm’ı ikiye ayırıyor: Radikal İslâm, ılımlı İslâm diyor. Cici İslâm, ağza biber sürülecek İslâm şeklinde iki çeşit İslâm ortaya koymaya çalışıyor. Tabii, tercihlerini, yönlendirme ve dayatmalarını kendilerinin veya kendilerinden daha alçak bazı insanların içini doldurduğu cici dinden yana koyuyorlar. Allah’ın Kur’an’la tanımlayıp Peygamberiyle örneklendirdiği dini beğenmeyip değiştirmek isteyen bu tipler, bir anlamda -hâşâ- Allah’a din öğretmeye kalkıyorlar.

“De ki: ‘Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (49/Hucurât, 16).

Bu, vahiy dinini akıl dini haline getirmek, İlâhî dini beşerî din ölçülerine indirmek, yani tahrif etmektir. Bir zamanlar hak din olan hıristiyanlık ve yahûdiliğin başına gelenlerin aynısını İslâm için de yapmaya çalışıyor ılımlı İslâm anlayışını dayatan muharrref din sahipleri.

İçinde “hak”dan bazı unsurlar taşıyan “bâtıl”, en tehlikeli bâtıldır. Bâtıl/küfür, kendi aslî yapısıyla İslâm’ın karşısında durmayı göze alamadığı için, hak maskesi takarak, hakla koalisyona girerek, sûret-i hakdan gözükerek kalleşçe, münâfıkça İslâm’ın karşısına geçiyor. Dine karşı din, İslâm’a karşı ılımlı İslâm yaklaşımıyla cahil kitleleri safına çekmeye, gerçek İslâm’ı içten yıkmaya çalışıyor. Bu, modern zamanlarda icat olunan yeni bir keşif değil; kâfirlerin çok eski, ilkel bir taktiği. Medine münâfıklarından farklı bir şey yok küfür cephesinde.

Ilımlı İslâm’ı savunmak, insanı tanrı yerine koymaktır, ilâhlık taslamaktır, İslâm’ı yeniden şekillendirip, atmalar ve katmalarla onun içeriğini yönlendirmeye kalkmaktır. Tâğut denen bu azgın sapıklar, kendilerinin râzı olacağı bir din istiyorlar. Allah’ın bizim için seçip râzı olduğu dinden onların râzı olmayacakları belli.

“Sen onların dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (2/Bakara, 120).

 O yüzden, bu ılımlı İslâm denen ucûbe, egemen güçlerin, global küfrün râzı olacağı farklı bir dindir; adına İslâm denilse de hak din olan, Allah’ın seçtiği ve râzı olduğu İslâm değildir. Kur’ân-ı Kerim, bunlar hakkında bakın neler diyor? 

“Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı derhal aralarında hüküm verilirdi (işleri bitirilirdi). Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21)
“…Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle davrananların cezâsı, ancak dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” (2/Bakara, 85)

“İslâm’a çağrılırken, Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır? Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete/doğru yola erdirmez.” (61/Saff, 7)
“Onların çoğu, ancak şirk/ortak koşarak Allah’a iman ederler.” (12/ Yûsuf, 106)

Gerçek mü’minlerin vasfını ve tavrını da Kur’an şöyle belirtiyor:
“Gerçek mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlü’ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte sâdıklar (iman iddialarında doğru olanlar) ancak onlardır.” (49/Hucurât, 15)

Her gün, namaz kılarken 40 defa duâ ediyor ve O’nun dosdoğru dinini tâkip edeceğimize dair bir anlamda Allah’a söz veriyoruz:

“(Ey Allah’ım) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar, yardım isteriz. Bize hidâyet ver, dosdoğru yolu göster. Kendilerine nimet verdiğin, lütufta bulunduğun kimselerin (peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin, sâlihlerin) yolunu; gazaba uğramış (yahûdilerin) ve dalâlette olan sapıkların (hıristiyanların) yolunu değil!” (1/Fâtiha, 5-7)

Ilımlı İslâm denen bu sahte din, hakka bâtılın karıştırılması, hakla bâtılın koalisyonudur. İlâhî dinden bazı hususlarla emperyalist keferenin bazı prensiplerinin karması olan uydurma bir karışımdan, çirkin bir sentezden başka bir şey değildir.

İslâm, “lâ (hayır!)” ile başlar. “Lâ ilâhe illâllah” demeyen insan müslüman kabul edilmez. Tarihsel ve güncel ilâh yerine konulan her türlü sahte tanrıları, güç odaklarını, otorite anlayışını, yani tâğutları reddetmeden müslümanlık olmaz (2/Bakara, 256). Ilımlı İslâm denilen şey, “lâ”sız bir İslâm anlayışıdır. Reddedecek, tavır alacak, savaşacak bir düşmanı olmamak; her şeyle ve gayri müslim herkesle diyalog içinde kardeş-kardeş, barış içinde yaşamak… Kendisine ve her şeyden önce dinine kast eden bunca zâlime karşı nasıl olacaksa bu!… Aslında bu çirkin kavramla istenen şey belli: müslümanın iğdiş edilmesi, işgalcilere karşı direnç ve tavır gösteremeyecek şekilde pasifize edilmesi, emperyalist zâlimlere kul ve köle edilmesi…

Allah’ın yanında tek hak din olan İslâm (3/Âl-i İmrân, 19), Allah tarafından tamamlanmış ve Peygamberimiz tarafından bize sunulmuştur.

“…Bugün size dininizi kemâle (olgunluğa ) eriştirdim, üzerinizdeki nimeti tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip beğendim, ondan râzı oldum…” (5/Mâide, 3).

İslâm, tarih boyunca Allah’ın insanlara gönderdiği dinin genel adıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Kur’ an’la tamamlanan ve olgunluğa ulaşan bu din, aslî kaynakları yönüyle kıyâmete kadar bozulmadan devam edecektir. Bu dinin Kitabı olan Kur’ ân-ı Kerim, Allah’ın koruması altındadır ve asla değişmeyecek, tahrif olmayacaktır. İnsanların din hakkındaki görüşleri ve değerlendirmeleri değişse bile, İslâm, Allah’ın dini olarak devam edecektir. Bu dine inananlara ‘müslüman’ adını Allah vermiştir (22/Hacc, 78). Geçmiş peygamberler de müslümandı, onlara inanan insanlar da. O peygamberler de insanları yalnızca İslâm’a dâvet ettiler. (2/Bakara, 128, 131-133, 135-136; 3/Âl-i İmrân, 20, 67 vd.).

İslâm, insanın içi ve dışı, kalbi ve kalıbı, aklı ve vicdanı, arzusu ve nefreti, duygusu ve hassâsiyetiyle Allah’a teslim olup boyun eğmesidir. Kalbini ve aklını, elini ve eteğini, içini ve dışını Allah’ın hükmü dışındaki her türlü etkiden kurtarmaktır.

Müslüman, kalbiyle, diliyle davranışlarıyla İslâm’a teslim olduğunu, Allah’a itaat ettiğini gösterir. Hz. Ali’nin de dediği gibi “İslâm teslimdir, teslimiyettir.” Allah’a teslim olmayan kimse, müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa ona kul olmuş demektir.
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36).

Allah’ı hakem kabul etmeyen, O’nun hükmüne râzı olmayan, O’nu her konuda tek ölçü kabul etmeyen kimse müslüman olabilir mi? Allah’ın dinini beğenmeyen, O’nun dininde bazı eksiltmeler veya artırmalar yapan, o dindeki bazı hükümleri yok sayan veya başka görüşlerle sentezleyen kimseden daha sapık kim olabilir?! Ilımlı İslâm denilen şey, işte böyle bir sapıklıktır.     

 

Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini

Müşrikler İbrâhim (a.s.)’in dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl inanışlarının inşâsı ile nasıl basit çıkarlarına uyan uydurma bir din çıkarmış iseler, onların tâkipçileri de Hz. Muhammed (s.a.s.)’den sonra aynı yolu izliyorlar. Tarihî süreç içerisinde İslâm top lumunun içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; hadisler uydurarak ikinci kaynağın duruluğuna halel getirmeye gayret etmişler, hikâye, kıssa ve menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır. Halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü, bid’atlere din diye yapışmaları, İslâm’a vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı. Müslüman olduğunu söyleyen halkın çoğunluğu, önem vermediği için vahyi hiç anlamıyor veya yanlış anlıyor. Bu konuda suçun büyüğü, halktan daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey, hoca ve tebliğcilerdedir.                           

Bütün bu mirasın yanında, yerel ve global küfrün çok çirkin tavırlarına muhâtap oldu modern çağın Müslümanları. Bugünkü iletişim akışı içinde, medyanın; uzun boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren, hâinleri kahraman, kahramanları hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak, gerçek dini öğrenip yaşamak kahramanlık istemektedir. İslâm’a düşman düzenlerin, resmî kurumların, okulların ve çevre şartlarının gerçek İslâm’a giden yolu nasıl tıkayıp uzlaşmacı bir yolu din diye sundukları ortadadır. 

Kalabalıklar, yaşayışlarını dinleri olduğunu söyledikleri İslâm’a göre yön vermek yerine; hayatın içinde buldukları şeyleri kendileri için din haline getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik… İslâm’ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah’ın rızâsı değil; çağın icapları tayin etmekte ve din çağın icaplarına göre te’vil edilmek sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.

Modernizm, Batı tarzı hayat biçimi, kapitalizm ve ne olduğu belli olmayan demokrasi ve bu çerçevede egemen güçlerce oluşturulmuş konjonktür asıl kabul edilmiştir. Ve merkezdeki bu yapı doğrultusunda İslâm te’vil edilmeye, kuşa benzetilmeye, moda akımlarla sentez edilmeye çalışılmaktadır. İslâm’ı ırkla, ulusalcılıkla, resmî dayatma ve kabullerle, vatan anlayışıyla, şahsî kanaatlerle, lider ve örgütlerle, çağdaş felsefî akımlarla, moda ideolojilerle, kavramlarla sentez etme gayretleri gözükmektedir.

İslâm’ı sadece vicdan özgürlüğü olarak görenler mi ararsınız, sadece Allah’la kul arasındaki ilişki olarak anlayanlar mı? Dünyamızı düzenlemek için gelen İslâm’ın dünya hayatına, kamusal alana karışmasını istemeyenlerden tutun da, İslâm’a şeytanlarının söylediği şekilde bir içerik kazandırmaya çalışanlara kadar ne ararsanız bulursunuz müslümanlık adına, Kur’ an’ın anlattığı ve Peygamber’in yaşadığı gerçek İslâm dışında.

Bugün okullarda öğretilen mecburî din, câmilerden halka empoze edilmeye çalışılan din, medyanın % 90’ında gündeme getirilen din, İslâm’ın sahtesidir, ılımlısıdır; aslı değil. TV’den, kimi bürokratların, particilerin, yöneticilerin, sözde aydınların ağzından kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu ılımlı ve sahte dindir.  

Ortadan kaldıramayacaklarını anladıkları İslâm, isim olarak var olmalıydı ancak, hüküm ve uygulama alanından kaldırıldığı gibi, pratik hayattan da uzaklaştırılmalı ve özellikle kamusal alanlardan tümüyle kaldırılmalıydı. Bunun en kolay yolu, müslümanlık adına müslümanlığa cephe açmak, din adına gerçek dini dışlamaktı. Açık cephe alarak fertlerin içinden sökemedikleri Allah inancını köreltip etkisiz hale getirmenin, müslümanlığı tahrif etmeye çalışıp İslâm inanç ve yaşayışını saptırmanın, “müslümanım” dediği halde kâfir gibi yaşamanın adını “ılımlı İslâm” koymuşlar. Bu tanımlarla uyuşmayan Kur’an’ın istediği İslâm ise, “radikallik, fundamentalizm, köktendincilik, terör, bölücülük, taassup, bağnazlık, yobazlık, irtica” gibi yaftalarla çirkin gösterilmeye çalışılmış ve belirli mesafeler alınmıştır. Halk sadece ismen müslüman kalsın, ama müslümanlığın içini İslâm düşmanları doldursun ve “ancak şu şekildeki bir müslümanlığı yaşayabilirsin” diye halkın dinini yönlendirsinler; yerlisiyle yabancısıyla egemen küfrün zorba güçleri tarafından istenenleri ve yapılanları böyle değerlendirmek gerekiyor. 

 Ilımlı İslâm anlayışı, zıtları birleştirme çabasıdır; hâlbuki zıtlar birleşmez. İki ayrı şeyin sentezinden farklı yeni bir şey ortaya çıkar. İslâm’la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz konusudur. Uzlaşma ve sentezi, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah’ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm’dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık resmî devlet İslâm’ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf sentezler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif edilmiş bu İslâm’ların elbette Allah’ın dini olan İslâm’la hiç bir ilgisi yoktur, bazı benzer yönleri olsa da.

Mevcut ortama boyun eğip bâtılla uzlaşan ılımlı İslâm anlayışına sahip kimse, gücünü kabul ettiği çevre ve zihniyetin boyasına girer. Bir müslümanın kâfirlerin şekil ve rengine girmesi mümkün müdür? “Ey mü’minler, deyiniz ki: ‘Biz Allah’ın boyasına (dinine) girmişiz. Allah’ın boyasından daha güzel ne olabilir? İşte biz O’na ibâdet edenleriz.” (2/Bakara, 138)

Hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılın katıldığı bu sentez ve tâvizci yaklaşım, Allah’ın insana fıtrat boyasıyla sürdüğü rengi, bâtılın çirkin renkleriyle karıştırarak alaca bulaca olmak, çok renkli olacağım diye renksizleşmektir. Bukalemun bir hayvandır, düşmanından korunmak için renk değiştirmesi onunla ilgili olarak İlâhî sanatın tecellîsidir. Ama, insan için bulunduğu ortama göre renk alan yapı, iki yüzlülüktür; onurlu müslümanın değil, şahsiyetsiz münâfı ğın karakteridir. 

Ilımlı İslâm anlayışı, her şeyden önce, Allah’ın dininden tâviz vererek egemen küfür dünyasıyla uzlaşma çabasıdır. Müslümanın İslâm’dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak, İslâm’ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Bu uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah’a teslim olmak ve O’nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah’a iman ve O’nun tek İlâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm’ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen “tâğut”u reddetmek; Allah’a imandan da önce gelir ki; kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle “lâ = hayır” süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek İlâhın kabulü yerleşsin.
“Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah’a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemâliyle işiten ve bilendir.” (2/Bakara, 256)

Dindeki kolaylığın ölçüsü, Allah’ın hudûdudur. Allah’ın göstermediği kolaylıkları Allah adına, din adına göstermek dini tahrîf etmeye kalkmaktır. Sözgelimi, halka kolay cennet vaadleri yapılmakta, bol keseden sevap dağıtılmaktadır. Meselâ, şuna benzer ifâdeler çok duyulmuş ve yazılmıştır: “Filan kandil gecesinde şu şekilde, şu rekâtta nâfile namaz bir yıl boyunca bütün günahların silinmesine sebep olur.” (Hâlbuki, Peygamber sünnetinde ne kandil gecesi kutlamak, ne de anlatılan rekât ve şekilde namaz vardır, ne de bol keseden vaatler.) “Namaz kılmayan bir erkek, başını örtmeyen bir kadın, bu davranışlarla nasıl olsa kâfir olmaz, Allah affeder, o yüzden bu insanların davranışları eleştirilmemeli, din zorlaştırılmamalıdır; zaman sana uymazsa sen zamana uyarsın, sen Kitaba uymuyorsan, Kitabına uydurursun, tâviz vermeden yaşanmaz, devlete karşı tavır alınmaz, herkesle iyi geçinmeli, kâfirlere karşı da hoşgörülü olunmalıdır…” gibi yaklaşımlar, dini kolaylaştırmak adına tahrîf etmek demektir. Dine ilâveler (bid’atler) ve bu şekilde dini zorlaştırmalar ne kadar büyük suçsa, dinden eksiltmeler, dini insanların arzu ve hevesine uygun hale getirecek tâvizler de o oranda cinâyettir.
“Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine şeriat kıldılar?” (42/Şûrâ, 21)

Ilımlı İslâm düdüğü çalanların maksadı, nefislerine zor gelen dini kolaylaştırmak adına sulandırmak, kendi hevâlarından bir din oluşturmaktır. Müslüman, Allah’a teslim olan demektir. Aklını, hevâsını, çevresini, insanların isteklerini değil; Allah’ın hükmünü ölçü alan kimse… Onun kolay-zor ölçüsü de, İslâm’ dır; Allah’ın hükmüdür.
“Bunlar, Allah’ın (koyduğu) hudutları/sınırlarıdır. Kim Allah’a ve peygamberi’ne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâp vardır.” (4/Nisâ, 13- 14)

“(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni fitneye düşürüp ondan saptırmamalarından sakın, buna dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” (5/Mâide, 49).

“Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz hâlâ öğüt ve ibret alıp düşünmeyecek misiniz?” (45/Câsiye, 23)

“Sonra da seni din konusunda şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin hevâlarına/isteklerine uyma.” Ahmed Kalkan

http://www.mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=1561&k=59

posted in AYRIMCILIK, GÜNCEL | 0 Comments

24th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

AYDIN KİŞİ OLMANIN KOŞULU

Neyin neden olduğunu bir gerekçe bulup açıklayamazsanız, aydın kişi sayılmazsınız. Her olayın nedenini açıklayacaksınız, ancak açıklama yaparken de ortalığı fazla dalgalandırmayacaksınız. Kıvrak zekâlı aydın kişi olmanın koşulu budur.

Örneğin çocuk her yıl sınıfta çakıyor. Anne sızlanıp durmada, baba küplere biniyor.  Bu olayın nedenine en uygun gerekçe nasıl bulunur?

— “Ulan çocuğu sarhoşken mi yaptınız, ne halt ettiniz? Baksanıza gözleri öne doğru şaşı, sümüğünü bile çekemiyor. Cebir denklemlerini çözmek kim, o kim… Besbelli ki sersem doğmuş. Boşuna uğraşmayın hiç.” diyemezsiniz… Zaten anneyle baba böyle bir gerekçeyi kabul etmezler.

— Çok zeki ama maalesef çalışmıyor, onun için kalıyor sınıfta, derler.

— Peki, neden çalışmıyor?

— Tembel de ondan…

— Peki, neden tembel?

— Çalışmıyor da ondan…

Bu gerekçe pek yeterli görünmüyorsa, o zaman tembel olduğu için çalışmayan, çalışmadığı için de tembel olan çocuğun bu durumuna yeni bir gerekçe daha bulunur:

– Yaşından ötürü bunalım geçiriyor.

Bir kez çocuk, kafası gelişmemiş olduğu için sınıfta kalmaz. Çocuk mutlaka zekidir, ama tembeldir. Onun için sınıfta kalmaktadır. Tembelliğinin nedeni yaşından ötürü bunalım geçirmesidir.

* * *

Çocuğun yaşından ötürü bunalım geçirmesi gelişen cinsel güdülerini doyuramaması anlamındadır. Yani çocuk erkekse, sınıfı geçmesi için koynuna kadın koymak, kızsa erkek koymak gerekmektedir. Böylece bunalımı bitecek, tembellik etmeyecek ve geceleri rahatladıktan sonra karekökü nasıl alınır yahut botanikte fasulye hangi familyaya aittir daha iyi öğrenecektir.

Bu iddia biraz havada bir iddiadır aslında. Evlilerin bekârlardan daha beyinsel olduğu kanıtlanamamıştır.

O nedenle çocuğun sersem olduğu için değil de, yaşından ötürü bunalım geçirdiğinden tembellik ettiği için sınıfta kaldığı gerekçesi pek bilimsel sayılmaz. Sayılmaz ama anneyle babayı rahatlatır.

Bazıları böyle aydın kişi yorumlarını bir kıyıya koyarlar ve:

– Eşşek sıpasına basacaksın sopayı, bak o zaman nasıl çalışır, derler.

Oysa bu da yanlıştır. Fizik yahut kimya bilginlerinden hiç biri, sopa yiye yiye bilgin olmamıştır. İnsan sopa yiye yiye, erken çavuş bile olamaz. Olsa olsa biraz daha sersem olur.

Peki, ama öyleyse çocuklar neden çalışmayıp sınıfta kalmaktadırlar?

Sıkışırsan:

— Eğitim bozuk efendim, düzen sorunu, dersin, paçayı kurtarırsın.

Çocuk sınıfta çakınca, demek ki anneyle babayı kızdırmadan gösterebileceğiniz iki gerekçe var. Biri:

— Yaşından ötürü bunalım geçiriyor.

Öteki:

— Eğitim bozuk efendim, düzen sorunu…

* * *

Adam her akşam kafayı çekiyor, sonra da:

— Kül tablasını niye dökmediniz?

Yahut:

— Neden soğuk değil bu su, diye hır çıkarıp, camı çerçeveyi indiriyor.

Evde çoluk çocuk herkes ağlamaklı. Adamın her akşam yarım kiloyu devirdikten sonra yedi bela gibi ortalığı kırıp geçirmesinden perişan oluyorlar.

Aydın kişi olarak buna da usturuplu bir gerekçe bulmanız zorunludur:

— Yaşından ötürü bunalım geçiriyor, derseniz karısı anlamlı anlamlı başını sallar, ama adam kızar böyle bir gerekçeye…

Hem sonra çocuk sınıfta kalınca yaşından ötürü bunalım geçiriyor, baba ortalığı duman edince yaşından ötürü bunalım geçiriyor, anne saçını başını yolunca yaşından ötürü bunalım geçiriyor… Gerekçe monoton olmaya başlar.

Bu tür krizlere tıbbi bir gerekçeyle yaklaşmak daha iyidir:

—Karaciğer yorgunluğu…

Yahut:

—Şekeri yüksek galiba, gibi…

Karaciğeri demir gibi, şekeri de yok, derlerse, o zaman:

— Stres, dersiniz.

* * *

Stres’e her şey girer. Karın ağrısı, baş ağrısı, böbrek ağrısı, boyun, kol ağrısı, kafa kırma, göz çıkarma, küfür etme, nara atma, hizmetçiye sulanma, karıyı boşama, işten çıkma, müdürle kavga, sigarayla uyuma, meyhanede gecikme, sofraya küsme, her şey…

Kim, nerede ipin ucunu kaçırmışsa yahut kendinden sızlanıyorsa yahut kaynanasını gebe bırakmış Arnavut damat gibi süklüm püklüm düşünüyorsa, gerekçe olarak:

— Stres’e dayanırsın.

Böylece “yaşından ötürü bunalım” yahut “stres” yahut “düzen sorunu” diye cebinde üç gerekçen varsa, her olayın nedenini aydın kişi olarak, ortalığı fazla bulandırmadan kolayca çözebilirsin.

* * *

Bakkal kazık attı.

Gerekçe “düzen sorunu”

Otobüs geç geldi.

Gerekçe “düzen sorunu”

Karı evden kaçtı.

Gerekçe “stres”

Koca hırsından sürahiyi aynaya patlattı.

Gerekçe “stres”

Çocuk komşunun kızını iğfal etti.

Gerekçe “yaşından ötürü bunalım”

Para yetmiyor.

Gerekçe “düzen sorunu”

Elektrikler kesildi.

Gerekçe “düzen sorunu”

Karı ağlayıp duruyor.

Gerekçe “yaşından ötürü bunalım”

Ayakkabı ayağını sıkıyor.

Gerekçe… Ahmaklık edip ayakkabıyı ayağına küçük almışsın… Neden ahmaklık ettiğine gelince, günün yorgunluğundan dikkatin dağılmış, yani stres… Neden o kadar yoruluyorsun, düzen sorunu… Ayakkabının sıktığından ötürü sövüp sayarsan, yaşından ötürü bunalım…

Aydın kişi olarak, olayların nedenini bulmak için bu üç gerekçe yeter de artar bile. Gerekçeyi bulduktan sonra çaresini bulmayı da tanrı’ya havale edersin… Böylece aydın kişi olarak her şeyin nedenini bilir, rahat edersin… (Çetin Altan)

 

posted in GÜNCEL | 0 Comments

29th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Şeytanın itirazı

Bayram yazısına, Kur’an-ı Kerim’in Sad suresiyle başlayalım… (71-78) Allah’ın, Ademoğlunu yaratmak kararını meleklere açıkladıktan sonra şeytanın itirazı şöyle anlatılıyor…

“Rabbin meleklere demişti ki: Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tamamlayıp içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman derhal ona secdeye kapanın!

Bütün melekler toptan secde ettiler. Yalnız İblis (şeytan) secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. Allah… Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin dedi. İblis: Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın dedi.”(*)

………………………

Bu sureyi “ırkçılığın, bütün kötülüklerin simgesi şeytanla örtüşmesi” gibi algılamak önemlidir. Kitlelere ırkçılık karşıtı düşüncenin ulaşmasında ve algılanmasında inanç yoluyla iletişim elbette etkili olur.

Bir başka mesaj, “renk, dil, din, statü, coğrafya, kültür farklarımız olsa da hepimizin aynı çamurdan yaratıldığımız…”

Birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Öte yandan… “Ate”ler (Allah’ı tanımayanlar) ve “agnostik”lerin de (bir büyük gücün var olduğuna inanmakla beraber din, peygamber, kutsal kitap tanımayanlar) çoğunlukla “ırkçı sapmalara” girmedikleri ve insani değerlere saygıları bir gerçektir.
O boyut, bir bayram sohbeti olan satırlarımın bugünlük dışında.

………………………

Ayrıca…

İslam dininin dışında tek Tanrılı dinlerin İslam kadar “insanların eşit yaratıldıkları” mesajını verdiklerini söyleyemem. “Tanrı’nın seçtiği kavim” olmak ya da “Peygamberini Tanrılaştırmak” yani bir “Ademoğlunu, Allah’ın oğlu” mertebesinde ayrıştırmak örneklerinin ayrıntısına da girmiyorum.

………………………

Ancak…

“Aynı çamurdan yaratılmış eşit insanları, tek bir ümmet haline getirmek ve ulusal değerleri aşındırarak millet kavramını yok etmek” tehlikesine de işaret etmeliyim. Bu, abartılmış bir yorum olur.
Gene İslamın kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’den bir sure: “Ey insanlar, sizi bir erkek ve bir kadından yarattık; birbirini tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, günahlardan en uzak olanınızdır. Allah, bilendir ve haberdar olandır” deniliyor. (Hucurat, 13)

Yani…

Allah, “milletleri” öngörmüştür. Onaylamıştır. “Milletleri, devlet hudutlarını, milli değerleri” yok etmeyi amaçlayan “ümmet” zihniyeti, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in ölümünden yüzyıllar sonrasının siyasi oluşumudur.

Dinin siyaset için kullanılış örneklerinden biridir.
Farklılıklar… Yani… Dil, renk, ırk, coğrafya ve kültür hatta din farklılıkları husumet değil, birbirini anlamak, sevmek, barış içinde bir arada yaşamak gereğidir.

Ulusumuza ve tüm insanlığa bir arada “eşitlik, sevgi, barış, özgürlük, demokrasi, mutluluk” diliyor, okurlarımın Ramazan Bayramı’nı kutluyorum.

………………………

http://www.milliyet.com.tr/2006/10/24/yazar/civaoglu.html

posted in GÜNCEL | 0 Comments

3rd Nisan 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Yeni sınıfın ideolojisi: Kariyerizm ve Konformizm

 

 

Eskiden emperyalizm, komünizm, siyonizm, faşizm vs. vardı.

Artık bunlardan bahsetmek “ideolojik takılmak” oluyor.

Şimdi yükselen trend veya yeni sınıfın ideolojisi: Kariyerizm ve Konformizm!

Sağcı, solcu, İslamcı, liberal, Kürtçü, Türkçü, Atatürkçü fark etmiyor. Bu yeni “izm” değil dört eğilimi; bütün eğilimleri, grupları, fraksiyonları tek bir bayrak altında birleştiriyor.

Sloganı şu: Dünyanın bütün ‘bir yere gelmek’ isteyenleri! Birleşin!

Felsefesi de şöyle: İhale kap, köşeyi dön, malı götür. Bir baş ol; istersen soğan başı!

Tarihsel diyalektiği de şöyle kuruluyor: 20’sinde radikal, 30’unda realist, 40’ında hümanist, 50’sinde hortumcu olunur. Hayatın diyalektik akışı hortumculuğa doğru zorunlu bir süreç takip eder.

Ortak özellikleri de şunlar: Paraya taparlar, kariyeri yüceltirler, konfora bayılırlar. Komünizm, sosyalizm, İslam, liberalizm, Türklük, Kürtlük, Atatürkçülük vs. “bir yere gelmek” için sadece bir araçtır. Önemli olan bir yere gelmek, soğan başı da olsan bir baş olmak, odun da olsan aday olabilmektir. Bir yere gelince, bir baş olunca her şey biter.

Solcuysan “emperyalizm, proletarya, sermaye” vs., sağcıysan “Türk-İslam davası, İ’lay-i Kelimetulah” vs., İslamcıysan “Allah, kitap, peygamber” söylemlerini terk edersin. Yeni pozisyonda artık bunlar gayet “ideolojik” kaçan şeylerdir. Yeni sınıfın argümanlarını benimsersin. “Küreselleşen dünyada…” diye cümleler kurarsın. Dünyaya ayak uydurmaktan, değişmekten, gömlek çıkarmaktan filan bahsedersin. Mücahit/müşahit/müteahhit “zorunlu” süreçlerinden geçerek en sonunda her şeye müsait hale gelirsin. “İdeolojik” konuşmaz, boyuna “hizmet”ten bahseder, sessizce “ihale” götürürsün.

“Yenilenmek” gibi alemin ruhu olan asil bir çabayı, kartalın yaşamını uzatmak için tırnaklarını sökmesi gibi “zorlayıcı bir içkinle” değil; kariyer ve konfor gibi gayet bencil ve aşağılık bir amaç için kullanırsın. Tırnakların hala yerinde durduğu için aslında bu yenilenme filan da değildir…

Kariyeri ve konforu bir tür “nirvana” olarak görürsün. Buna kitlenmiş bir zihin için “satış” gayet kolaydır. Anında tornistan hiç de zor almaz. Fena fi’l-kariyer ve fena fi’l-konfor en büyük manevi hazzın olur. Ona ulaştın mı artık varlık nihayete erer; bütün söylemlerin, ihtirasların, kavgaların sükuna erer. İyice yumuşar, yavşar, mayışır ve alemi seyre dalarsın…

Peki, nice koç yiğidi yavşatan, öleni öldürüp kalan sağları kendine meftun eden bu “aşufte” (kariyerizm/konformizm) ne menem bir şeydir? Gücünü nereden almaktadır? Dahası bunun bir panzehiri olmalı, ama ne?

***

“Kariyer” Latince carrus (yük arabası) sözcüğünden geliyor. İtalyanlar carriara (araba yolu), carro (araba) diyorlar. Fransızca’da ise carriere (güzergah, tutulan yol, meslek) anlamında kullanılıyor. Türkçe’deki kargo da bu kökten… Demek ki kariyer, “bir yere gelebilmek” için yapılan yolculuk oluyor. Kariyerist de bu yolda giden kişi. “Kariyeri yok” dediğinizde “bir yere gelmek için yola çıkmamış” demiş oluyorsunuz. “Kariyer hesapları” da bir yere gelebilmek için dolap çevirmek, ölçüp biçmek demek oluyor…

“Konfor” ise Latince fors (güç, kuvvet) kökünden geliyor. Fransızca’da conforter (teselli, rahatlama, rahatlık) olarak kullanılıyor. Bu durumda conformisme genel kurala uyma eğilimi, se conformare de aynı biçimi alma demek oluyor. Türkçe’de kullandığımız fors, form, format, de-form, re-form kelimeleri de bu kökten… Demek ki konformizm iddialarından vazgeçerek genel forma uyma, girdiği kabın biçimini alma ve bunun için “fors’a” ulaşma ve rahatlama demek oluyor.

Şu halde kariyerizmin ve konformizmin nihai hedefi işte bu “fors’a” ulaşabilmek için yol katetmek, ulaşınca da girdiği kabın (fors/form) biçimini almak ve bu fors/form ile rahatlamak, bolluk, refah ve konfor içinde bir hayat sürmek demektir…

Öyle ki hiçbir şey bunun önüne geçemez. Hiçbir şey bundan daha değerli olamaz. Hayat kariyer ve konfordan ibarettir. Hayatta en hakiki mürşit bir yere gelmek (kariyerizm) ve girdiği kabın biçimini almak (konformizm) şeklinde ifade edilen “yüce değerler”dir. Bu nedenledir ki, bütün o eski “izm”ler buna ulaşabilmek için birer araç olmaktan öte bir anlam ifade etmezler.

İşte buna yeni sınıfın ideolojisi: Kariyerizm ve Konformizm diyoruz…

***

Kanımca, bu, değil Müslümanlığın, insanlığın baş belası bir hastalıktır. Yeni bir dünyanın kurulması için ortayı çıkan bütün dinler ve devrimler, acılar ve ızdıraplar içinde doğmalarına rağmen işte bu kariyerizme ve konformizme yenilmişler ve bu devran hep böyle sürüp gitmiştir.

Ben bu zehirin daha çok “dinin afyon yüzünden” gelse de, paradoksal biçimde panzehirinin de yine aynı yerden ve fakat “dinin vicdan yüzünden” geleceğini düşünmekteyim.

Bu nedenle “gerçek hayat kitabına” bu açıdan bakmakta fayda var.

***

Kur’an’da kariyerizm ve konformizme tekabül edebilecek kavramın ne olduğuna baktığımızda bunun “mele’” ve “mütref” olduğunu görüyoruz.

Sözcüklerin dilsel analizine dikkat edin aradaki benzerliğe hayret edeceksiniz.

Mele’” Arapça’da kök olarak 1- Bir şeyi doldurmak 2- Yola girmek, yolda yürümek demek. Dolmak (imtila’), dolmuş, dolu, tombul, etine dolgun (mumteli’) birinci, koşmak, hızla yürümek (melv), genleşmek, genişlemek (muluv) ikinci anlamdan gelir… Bu durumda mele’, kendini dolu hale getirmek için yola giren, yolda yürüyen, bunun için bir makam ve mevkiye gelmeyi ve orada olmayı amaç edinen demek olur. Yukarıdaki “kariyer” ile aynı manayı çağrıştırır. Bir toplumun kariyer sahipleri, makam ve mevkileri dolduranları, bir yere gelmişleri, önde gelen yönetici takımı (cebini doldurmuşları, doymuşları, şişmişleri) demektir; “Sihirbazlar Firavun’a geldi ve ‘Eğer yenersek büyük bir ödül var değil mi’ dediler. Firavun ‘Gayet tabi en iyi mevkilere geleceksiniz’ dedi.” (A’raf; 113-114)…

“Mütref” de Arapça’da “Bolluk içinde olan, şımarmış” demek. Bitkinin taze ve sulu olması, bolluk ve nimet içinde olmak, şımarmak (teref), bolluğa kavuşturmak, şımartmak, nazlatmak (itrâf), şımartmak, nazlatmak (tetrîf), konfor içinde olmak, nimetler içinde yüzmek (teterrûf), konfor, rahatlık, lüks, şımarıklık (teref) kelimeleri de bu kökten… Demek ki mütref bir toplumun rahatlık ve konfordan şımarmış, “fors” sahipleri demektir… Bu durumda Kur’an’da sık sık geçen mele-i mütref bir toplumun kariyerist ve konformist ileri gelen takımı demek oluyor. Bunlar Firavun’un sihirbazları gibi hep “Bize ne var” ona bakarlar. En büyük amaçları “en iyi mevkilere gelmek” tir. Bunun için yapamayacakları şey, atamayacakları takla yoktur. Öyle ki asayı yılana çevirir, olanı başka türlü gösterebilirler. “Bir yere gelmek” için biçimini alamayacakları kap, bürünemeyecekleri renk yoktur; yeter ki fiyatta anlaşılsın. Yani makamlar şahane gerisi bahanedir…

Demek ki kariyerist (mele’) ve konformist (mütref) her toplumda görülen kadim bir tipolojidir. Her tür ideolojik guruptan devşirilmeleri mümkündür. Zamanla “dünyayı değiştirmek” ve “yeni bir dünya kurmak” iddialarından vazgeçen ve “girdiği kabın biçimini alan” her tufeyliyi (başkasından geçineni, paraziti, asalağı) ifade eder.

***

Peki, bunun panzehiri var mıdır?

Vardır.

Şimdilerde dönüp bakanı olmasa da, İslam kültüründen gelenler için söylüyorum, unutulmuş/terkedilmiş (mehcur bırakılmış) bir kavramın bunun panzehiri olduğunu görüyoruz: Zühd!

Şu halde nedir zühd?

“Zühd” Arapça’da yüz çevirmek, önem vermemek demek. Vazgeçirmek (tezhîd), sofu, zahit (zâhid) kelimeleri bu kökten… Neye önem vermemek? Ne olursa olsun bir yere gelme hırsına (kariyerizme), rahatlık ve lüks uğruna girdiği her kabın biçimini alma fırdöndülüğüne (konformizme) önem vermemek, bunlardan yüz çevirmek…

“Sofu” aslında bu demek… Yarım saatte abdest alan, bir saatte namaz kılan, kırk kez hacca giden değil. Dünyadan el etek çeken, sefalet içinde yaşayan hiç değil.

Ali Şeriati’nin “devrimci zahidlik” dediği şeyden bahsediyorum.

Devrimci zahitlik şunu der; “dünyanın başına dünyada gözü olmayanlar geçmelidir!”

Mistik zahitlikten bahsetmiyoruz.

Kur’an’da dünyanın yerilmesi ile ilgili ayetler, dünyayı kötülemek için değil; yeryüzünün/ülkelerin önderleri yapılması istenen ezilenlerin (mustazafların) gözünün ve gönlünün mal mülk hırsına kaymaması içindir. Böylece dünyanın/ülkelerin başına dünyada (malda, mülkte, zenginlikte) gözü olmayanlar geçmiş olacaktır. Aksi halde ciğer kediye teslim edilmiş olacaktır ki bu yeryüzünün/ülkelerin başına gelebilecek en büyük felakettir…

***

“Devrimci zahitlik”, Kur’an’da çok yerde ele alınır ama en çapıcı olanı Hadid suresindekidir.

Bakın nasıl.

“Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, aranızda övünme, güç ve zenginlik yarışından ibarettir. Yağmuru düşünün… Bitirdiği ot çiftçileri imrendirip heyecanlandırır. Bir de görürsün ki sararıp solmuş sonra da çerçöp olmuş! Ahirette ise ya şiddetli bir azap, ya da bir bağışlama ve hoşnutluk vardır. Dünya hayatı gelip geçici bir zevkten başka bir şey değildir… Bu nedenle siz Rabbinizin affına nail olmaya bakın. Allah’a ve Peygamberine iman edenler için hazırlanmış olan yerler ve gökler kadar geniş cennet için yarışın. İşte bu Allah’ın lütfudur ki onu lâyık gördüğüne verir. Allah çok büyük lütuf sahibidir… Yeryüzünde ve insan hayatında size isabet eden hiç bir şey Bizim irademiz olmadıkça meydana gelmez. Bu Allah’a göre kolaydır; bundan hiç şüpheniz olmasın… Bu şundan dolayıdır; elinizden gidene üzülmeyesiniz ve elinize geçenle de şımarmayasınız. Çünkü Allah kendini beğenmiş şımarıkları sevmez… Bunlar hem cimrilik ederler hem de insanlara cimriliği emrederler. Her kim vermekten kaçınırsa bilsin ki Allah zengindir, övgüye layık olan O’dur.” (Hadid; 57/20-24).

Demek ki bir oyun, eğlence, süs, aramızda böbürlenme (tefahur beynekum), güç ve zenginlik yarışı (tekasür amvalüküm ve evladukum) olan, çer çöpe dönen bahçeye benzeyen, gelip geçici bir zevklenmeden ibaret “dünya malı” elimize geçtiğinde şımarmamalı, geçmediğinde kederlenmemeliyiz. Bilakis “dünyada adalet” istemeli ve buna talip olmalıyız. Hemen sonraki ayetlerde buna geçilir;

“Biz peygamberlerimizi söze dayalı apaçık delillerle gönderdik. Onlarla birlikte insanlıkta adalet daim yaşasın diye kitabı ve mizanı indirdik. Ve kendisinde hem çetin bir sertlik, hem de insanlar için birçok faydalar olan demiri indirdik. Bütün bunlar Allah’ın kendisine ve peygamberlerine içtenlikle/gıyabında yardım edenlerin kimler olduğu bilinsin içindir. Allah çok güçlüdür, üstündür; bundan hiç şüpheniz olmasın.” (Hadid; 57/25).

Demek ki dünyadan el etek çekmek bir yana, bilakis içine içine dalıp bir taraftan “hak ve adalet” istemeli, bunun için “kitabı” rehber almalı, insanlar arasında hassas teraziler (mizan) kurmalı; sadece adaletten yana taraf olmalı, ayırımcılık, kayırımcılık yapmamalı, adaletin “demir” yumruğunu sadece ve yalnızca zulme indirmeli, diğer taraftan da bunları yaparken oyuna, eğlenceye, süse, gösterişe, böbürlenmeye, güç ve zenginlik yarışına kendimizi kaptırmamalıyız. Güç (demir) elimize geçince şımarmamalı, geçmeyince de karalar bağlamamalıyız. Emvâl (mal, mülk) ve evlâd (adam, güç, çevre, şan, şöhret) hırsından arınmalı ve fakat adalet coşkusu ile dopdolu olmalıyız…

Hemen sonraki ayette de devrimci zahidliğin, miskin zahitliğe (ruhbanlık) dönüşmemesi için dikkat çekeliyor ve uyarılarda bulunuluyor;

Sonra onların ardından öteki peygamberlerimizi gönderdik. Keza Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. Ona İncil’i verdik ve ona uyanların kalplerinde bir şefkat, sevgi ve merhamet meydana getirdik. Rahipliğe gelince, onu onlar uydurdular. Biz onlara böyle bir şey emretmedik. Allah’ın rızasını aramak amacıyla böyle yaptılar, fakat gereğini de yerine getirmediler. Biz de içlerinden iman etmiş olanlara mükâfatlarını verdik, ama çoğu yoldan çıkmıştı.” (Hadid; 57/27).

Demek ki zühd ruhbanlık demek değil.

Zühd, ne olursa olsun bir yere gelmeyi (kariyerizm) ve içine girdiği (makam, mevki, mal, mülk) kabının biçimini almayı reddetmek demek. “Eline geçince şımarma, geçmeyince üzülme” denmesinin anlamı bu…

Bunun için Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali birer “devrimci zahid” idiler. Mal ve mülk önlerinde seriliydi, isteseler Karun gibi zenginleşmeleri içten bile değildi. Bilinçli bir ideolojik duruş ve asil bir tavırla bambaşka bir yol tuttular ve ne olursa olsun bir yere gelmeyi ve içine girdikleri kabın biçimini almayı (kariyerizmi ve konformizmi) reddettiler. Bunu anlamayanlar bu dinden hiçbir şey anlayamazlar ve “1400 yıl öncesine mi döneceğiz” der dururlar…

***

Lütfen okuyun;

Ebuzer’in bir sorusu üzerine Hz. Peygamber yukarıdaki Hadid suresindeki ayetler hakkında şöyle demiştir; “Dünyada zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı ziyân etmekle olmaz. Gerçek zâhidlik, Allah’ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok güvenmendir. Zira şöyle buyurulmuştur: “Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir.” (Tirmizi, Zühd 29, (2341); İbnu Mâce, Zühd 1, (4100).

Hz. Âişe şöyle demiştir: “Resûlullah vefatından son­raya (miras olarak) ne para, ne pul, ne koyun ve ne de deve bırak­mıştır. Hiçbir vasiyette de bulunmamıştır.” (Buhârî, Fethu’l-Bârî, 5/356, 8/148)

Hz. Âişe Resûlullah’ı kastederek diyor ki: “Ah! Ba­bam ona feda olsun, bir defa dahi karnını buğday ekmeği ile doyur­madan bu dünyadan çekti gitti.” (Fethu’l-bârî, 9/549.)

el-Hakem b. Hazn’in hadisinde Hz. Âişe’den şöyle de­diği rivayet edilmiştir: “Allah’a yemin olsun ki, babam geriye ne bir dînâr ve ne de bir dirhem bırakmıştır…” (İbn Hanbel; Kitabu’z-Zühd)

Misver b. Mahreme’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir. “Hz. Ömer bir mal getirmiş ve onu mescide koymuştu. (Bir gün) çıktı ve malı kontrol etmeye, ona bakmaya başladı. Bu arada gözle­ri doldu ve bunun üzerine Abdurrahman b. Avf: ‘Ey mü’minlerin emîri! Sizi ağlatan nedir? Allah’a yemin olsun ki, bu şükür beldelerinden(fethedilen memleketlerden) gelmiştir’ dedi. Hz. Ömer: ‘Bu var ya (bu), Allah’a yemin olsun ki, verildiği her toplumun arasına düşmanlık ve buğz girmiştir’ dedi.” (İbn Hanbel; Kitabu’z-Zühd).

Amr b. Habeşî’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ali b. Ebû Tâlib’in öldürülmesinden sonra, Hasan b. Ali bize bir hut­be irad etti ve ‘Öncekilerin kendisini ilmen geçtiği, sonrakilerin ise ona yetişemediği emin bir insan sizden ayrılmıştır. Şayet Allah’ın Resulü onu gönderir, kendisine sancağı verirse, gönderdiği yeri fethedinceye kadar geri çekilmeyen bir insandı. O geriye ne altın ve ne de gümüş bıraktı… Ehline hiz­met edecek hiç kimse de yoktu.’ dedi.” (İbn Hanbel; Kitabu’z-Zühd).

***

“Canım o zaman öyleydi, imkanlar azdı, fakru zaruret içindeydiler, ama şimdi öyle değil…” diyorsanız fena halde yanılıyorsunuz. Tam tersi; fırsat ellerine geçtiği halde bile isteye böyle yaşadılar. Çünkü eşya ile ilişkileri, varoluşsal duruşları farklıydı. Dünyanın tam içindeydiler evet, hatta üzerine üzerine yürüdüler ama ona bambaşka bir yerden bakıyorlardı. Dahası tam bir mü’min yüreğine ve imanına sahiptiler. Allah’a güvenleri muazzam, ahirete imanları derin, ölümle yüzleşmeleri korkusuzdu. Malla, mülkle kendilerini güvene ve garantiye alma derdine düşecek kadar “düşmüş” değildiler. Şu kapitalist çağın insanları ve hatta Müslümanları olarak onları anlamakta ne kadar da zorlanıyoruz, değil mi?

Demek ki zühd tespih çekmekle, zikir yapmakla, abdestsiz gezmemekle, sarıkla, cüppeyle, türbanla, kandil geceleriyle, gül yağıyla, hacılara su dağıtmakla, Kabe’nin örtüsünü değiştirmekle, kırk kez hacca gitmekle ilgili bir şey değil.

Eşya ile, mal ile kurduğun ontolojik ilişkiyle ilgili….

Eşyaya bağlanan, güveni malda gören özgür olabilir mi, bununla ilgili…

Ne olursa olsun bir yere gelme (kariyerizm) ve geldiği yerde içine girdiği kabın biçimini alma (konformizm) ile ilgili…

Kur’an’ı okuyun hangi sayfada olursa olsun boyuna bizi bundan kurtarmaya çalıştığını görürsünüz.

Müslümanların düştüğü yer burasıdır.

Kalkış da buradan olacaktır. (İhsan Eliaçık)

http://www.haber10.com/makale/14759/

 

KONUYLA İLGİLİ DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN LÜTFEN AŞAĞIDAKİ BAŞLIKLARI İNCELEYİNİZ…

1) İlahi Kültürde Eleştiri Kültürü
2) İletişim Çatışmaları ve İletişimi Geliştirmenin Yolları
3) Niyet ve Bahane Kandırmacaları
4) Sorumsuzluk, İhmal, Bencillik ve Soyutlanma_Ka’b bin Malik
5) Bahaneler ve Mazeretler
6) Eleştirmek ve Eleştirilmek
7) Eleştirinin Önemi
8) Münafık, İkiyüzlü, Kararsız, İlkesiz ve Duyarsız Kimdir?
9) Münafıkların Özellikleri
10) Ahlak Odaklı Din, Allahlı Dindir
11) Dürüstlük Dinin Özüdür
12) Adanmış ve Aday İnsan
13) Kur’an’da İlahi Adalet İlkeleri
14) Soru Sormanın Yöntemi ve Adabı
15) Ahlak, Adalet, Emek ve Sermaye
16) Kendimizi Kime Beğendirelim?

posted in GÜNCEL | 0 Comments

15th Mart 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DİN ve DEVLET İLİŞKİLERİ-TEOKRASİ ve LAİKLİK

DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

1- DEVLETİN DİNİ

2- LAİKLİK

3- KUR’AN’A UYGUN MÜSLÜMANLIK

4- TARİKATLAR

5- DİN EĞİTİMİ

6- SİYASİ PARTİLER

7- ORDU-MİLLET KAYNAŞMASI

KİTAB-I MUKADDES’E VE KUR’AN’A GÖRE TEOKRASİ VE LAİKLİK

1- KİTAB-I MUKADDES VE TEOKRASİ

B- Teokrasi İle İlgili Yorumlar

C- Kilise Ve Teokrasi

2- KUR’AN VE TEOKRASI

3- LAİKLİK

4- DEĞERLENDİRME

 

 

 

 

DİN ve DEVLET İLİŞKİLERİ-TEOKRASİ ve LAİKLİK

Her şeyimizi Allah’a borçluyuz, kimse onun verdiğinden fazlasına sahip olamaz. “Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.” (Bakara 2/255) Buna her insan inanır ve inancını bir şekilde ifade eder.

Putlara tapanlar da buna inanır. Bunlar putları, Allah’a yakın saydıkları bir kısım ruhanilerin simgesi olarak görür ve onlara, kendilerini Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye taparlar. Ama bu inanç akla aykırıdır. Hayallere ve efsa­nelere dayanır. Doğruluğunu kanıtlayacak bir tek bilgi ve belge yoktur. Bu şirktir.

Günümüzde tanrıtanımaz diye adlandırılan ateistler de aslında Allah’a inanır­lar. Adına ister Doğa, ister Gök Tanrı isterse ne denirse densin, bütün varlıkları yaratan ve ev­renin tek hakimi olan Allah’ı inkar mümkün olmadığından tanrıta­nımaz, baba­sını tanımazlık eden kişiye benzer. O, sıkışık zamanında nasıl ba­basını ararsa bu da dara düşünce Allah’a sığınır. Aslında bunlar, Allah’ın kendi­lerine her şey vermesini ama emir vermemesini isterler.

Bazı kimseler de Allah’ın emir vermesini kabul ederler. Ama onları sınıflara ayı­rır, kimini uygun bulur, kimini de uygun görmezler. Bunların durumu, Kur’anda yer alan şekliyle, Şeytan’ın durumuna benzer. Şeytan’ın o hale gelmesi, Allah’ın bir tek emrini uygun görmemesi ile başlamıştır. Yoksa o Allah’a, ahiret gününe ve inanılması gereken bir çok şeye inanır.

İnanç, insanın bütün ilişkilerini etkiler. İster özel alanda olsun, ister kamu alanında olsun, her yerde etkisini gösterir. Fakat insan bir inançta kalmayabilir. Ama inancı değişti diye yaşadığı bir toplumdan çıkıp bir başka topluma geçe­mez. Bu sebeple her toplum, değişik inanç sahiplerine katlanmaya hazır olma­lıdır. Ulaşım ve haberleşmenin geliştiği, bir çok kimsenin doğup büyüdüğü top­lumu terkedip başka yerlere göç ettiği çağımızda, kendimiz gibi inanmayanlara katlanmak, kaçınılmaz bir zorunluluk halini almıştır. Çünkü köyünden kentinden ayrılıp başka yerlere gidenler inançlarıyla birlikte gitmektedirler.

Mantıklı düşünen her insan, hiç kimseyi kendi gibi inanmaya zorlayamaya­cağını anlar ama insanların çoğu mantıklı hareket etmezler. Bu sebeple de inanç farklılıkları, düzinelerce probleme yol açar.

Toplumlara doğru görüşlerin egemen olması gerekir. Bu konuda doğru gö­rüş, insanların inandıkları gibi yaşamalarına imkan vermektir. Ne yazık ki, etkili ve yetkili mevkide olanlar, doğruların değil, gücün egemen olmasına daha çok önem verirler. Bu da zulümlere ve haksızlıklara yol açar.

Doğruların yerine gücün egemen olmasını isteyenler, aslında insanların kendilerine köle olmasını istemiş olurlar. Onlardan kimi bu konuda maddi gü­cünü, kimi devlet gücünü, kimi de dini kullanır. Bu sebeple hürriyetler konusu, ta­rih boyunca insanlığın en önemli konu­su olmuştur. Hürriyet mücadelesine soyu­nan nicelerinin, etkili ve yetkili bir konuma gelince kendinden başkasına hürriyet tanımadığı çokca görülen bir gerçektir.

İlahi dinler, inançlara baskı yapmayı kesinlikle reddederler. Pey­gamberler hep bunun mücadelesini vermişlerdir. Onlar insanı, insana köle ol­maktan kurtar­maya ve Allah’tan başkasına köle olmamalarını sağlamaya çalış­mışlardır. Bütün pey­gamberlerin ortak isteği, insanların Allah’tan başkasına iba­det etmemesidir. “İbadet” sözlükte kulluk ve kölelik, yani kayıtsız şartsız boyun eğme anlamına ge­lir. Allah’tan başkasına ibadet etmemek, ondan başka kim­seye kayıtsız şartsız boyun eğmemek demektir. Ama dini, bir baskı aracı olarak kullanmak isteyenler, öncelikle onu, peygamberlerin gösterdiği çizgiden saptırıp tanınmaz hale getir­mek zorunda kalmışlardır.

Bunlar dini, kişisel olmaktan çıkarıp kurumsal hale getirmişler, insanları dine kabul ve dinden çıkarma işlemlerini törene bağlayarak inançları da kendi emirleri altına sokmuşlardır. Bir yandan da bu kurum sayesinde devlete hakim olma ve Allah adına devleti yönetme imkanına kavuşmuşlardır. Yönetime Allah adına el koyunca devletin bütün nimetlerinden yararlanmış ama verdikleri ekonomik ve sosyal sıkıntılardan, yaptıkları zulüm ve baskılardan Allah’ı sorumlu tutmuşlardır. Kimse Allah’a hesap soramayacağından kendileri sorumsuz bir mevkide bulun­muşlardır. İşte bu teokrasidir. Buna uygun teşkilatlanma hırıstiyanlarda vardır. Teokrasi, devletin kilisenin emrine girmesinin adıdır. Bunun kabul edilebilir bir ta­rafı yoktur. Onun için teokrasiye karşı verilen mücadele haklı bir mücadeledir. Laiklik bu mücadelenin adı olmuştur.

Teokrasiye başkaldırının simgesi olan laiklik, zamanla inançlara baskının aracı haline getirilmiştir. İnsanları kendilerine köle etme hırsı içinde olanlar şimdi, ya dini ya da laikliği kullanarak hürriyetleri ortadan kaldımaya çalışmaktadırlar.

 

 

DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

 

1- DEVLETİN DİNİ

1. Devlet bir kurumdur. Kurumların dini olmaz, insan­ların dini olur. Devlet namaz kılmaz, oruç tutmaz ve ahi­retle ilgili bir endişe taşımaz. Devlet gibi diğer kurum ve kuruluşların da dini olmaz.

Devleti veya bir kurumu idare eden­ler, kendi inançla­rını idarelerine yansıtır­lar. Bu tabii bir durumdur. Müslümanların hakim ol­duğu devlete is­lam devleti, hı­rıstiyanların ha­kim olduğu devlete de hırıstiyan devleti denmesi bundandır. Tabii olmayan, idarecilerin halkı kendileri gibi inan­maya zor­lama­larıdır. İşte din devleti veya ideolojik dev­let böyle do­ğar. Bir inancı zorla de­ğiştir­mek mümkün ol­madı­ğından böyle yer­lerde iç çekiş­me­le­rin, baskı ve zu­lümlerin sonu gel­mez.

2. Dinin özü imandır. İmanın temeli de kalp ile tasdiktir. Kalp insanın iç dünya­sında­dır. İnsan bu­rada alabildiğine hür­dür. Hiçbir inanç, insana zorla kabul et­tiri­lemez. En baskıcı rejim­ler dahi bunu başaramazlar. Allah Teâlâ şöyle bu­yu­rur:

Dinde zorlama olmaz; ar­tık doğru ile eğri birbirinden iyice ayrılmıştır. Bundan böyle kim zorbaları tanımaz da Allah’a inanırsa kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bi­lendir.” (Bakara 2/256)

Bu sebeple müslüman­lar kimseyi müslüman olmaya veya müslüman gibi dav­ranmaya zorlayamazlar; tam tersine herkese inandığı gibi yaşama imkânı verir­ler. Bu böyle olduğu için müslüman­ların devleti, din devleti yani teokratik devlet ola­maz. Onlar, insan­ları Allah adına değil, kendi adlarına yönetirler. İyi yöne­ten sevap kazanır. Kötü yö­neten ise onun sorumlulu­ğunu üstlenir

3. Türkiye’de din deyince İslam an­laşılır. Bu di­nin bir peygamberi, bir de Kitabı vardır. Müslüman olmak isteyen, o peygambe­rin gösterdiği ve bu Kitab’ın bildirdiği gibi inanır ve yaşar. Yani Kur’an’a uyar.

Bir de Kur’an’ı kendilerine uyduranlar vardır. Bunlar, hem diledikleri gibi ya­şamak hem de müslüman sayıl­mak is­terler. Onun için kendilerine uy­mayan ayet ve hadislerin bir kısmını eski çağ­larla ilgili görüp yürürlükten kalkmış sa­yarlar, bir kısmını da farklı yorumlarlar. Böylece hayatla dini ba­rıştırmış, dine çağdaş bir yorum ge­tirmiş oldukların dü­şünürler.

Kur’an’ı kendine uydurmaya çalış­manın doğru olmadığını onlar da bildi­ğinden içlerini rahatlatmak için destekçi­ler ararlar. Kendilerine yakın gördüklerini öne çı­ka­rır, diğerlerini geri iterler. Devlet adına ya da bir kurum veya kuruluş adına konuştukları hava­sını vererek güçlü görünmek isterler. Bu yanlış bir yoldur. Çünkü din konusunda kim konu­şursa konuşsun kendi adına konuşur.

Din devleti demek doğru olmadığı gibi dinsiz devlet demek de doğru de­ğildir. Dindarlık veya dinsizlik sadece insan­la ilgili bir kavramdır. Bu sebeple hiç kimse, din konusunda devlete ait bir kurum veya kuruluş adına ko­nu­şa­maz. Çünkü bu kurum ve kuruluşlar, aynı inanca mensup kişilerin oluş­tur­duğu bir dinî cemaat değildir. Dinî bir konuda bun­lar adına konuşan kişi, kendi inan­cını o ku­rum veya kuruluşlara mensup kişi­lerin inancı gibi göstermiş olur ki, buna kim­senin hakkı yoktur.

Din ile ilgili olarak her müslümanı bağla­yan şey­ler; Kur’an ayetleri, sahih hadis­ler ve icma ile belirlenmiş şeylerdir. İcma, aynı devirde yaşayan İslam bil­ginlerinin ta­mamının dinle ilgili bir konuda görüş bir­liği sağlamasıdır.

4. Din hürriyetinin teminatı Kur’an’dır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Rabbin dileseydi, yeryü­zünde bu­lu­nanların hepsi inanırdı. Öyle iken in­san­ları inanmaya sen mi zorlaya­cak­sın?” (Yunus 10/99)

İnsanın dış dünyası da içi gibi hür ol­malıdır. İşte gerçek kişiliğe o zaman kavu­şur.

5. Devletin vatandaşı ile iliş­kisi dinî veya ideolojik bo­yutta değil, adalet bo­yu­tunda olmalıdır. Devletin te­mel gö­revi, adaleti, iç ve dış güvenliği sağla­mak, vatan­daşların temel hak ve hürri­yetle­rine engel olan şeyleri ortadan kaldırmaktır.

Devlet baskısı ile inanmış gözüken­ler vücuda alınmış mikrop gibi olur, güçlü hale gelince hastalık yaparlar.

İnançlarına baskı yapıl­mayanlar da vücuda yapıl­mış aşı gibi ülkeyi koruma görevini üstlenirler. Osmanlı devletin­deki azınlıkların kendilerini azınlık değil, devle­tin şerefli bir vatandaşı saymaları çok önemliydi.

Devlet güneş gibi olmalı­dır. Güneş nasıl müslüman, hırısti­yan, yahudi, zen­gin, fa­kir ve ırk ayırımı yapmadan her­kese aynı mesafede ise devlet de va­tandaş­larına karşı hep aynı mesafede durmalıdır.

 

 

2- LAİKLİK

6. Laiklik Fransa’da doğmuş­tur. Fransızca’da dinî kuruluş­ların hakimi­ye­tinden bağım­sız olan ku­ruma Laik (laic veya laique) de­nir[1]. Bu ül­kede dinî kuru­luş de­yince Katolik kilisesi anlaşılır. Lâiklik mü­cadelesi hırıstiyan­lığa karşı değil, kili­seye karşı verilmiştir.

7. Kilise, Allah adına hareket et­tiğini öne sürerek kralı, hü­kü­met­leri ve vali­leri belir­le­mede ve gö­reve getirmede kendini yetkili görmüştür[2]. Bugün, seçilmiş kişi­lere ye­min ettir­mekle bu yetkisini az da olsa sür­dürmek­tedir. Fransız tarihi, kili­seye karşı ve­ril­miş mücadelelerle dolu­dur. Kilisenin devlet üzerin­deki ege­menliğini kırma ça­baları XIV. yüz­yılda başlamıştır[3].

8. Laiklik mücadelesinin dine karşı veril­mediğinin en önemli göstergesi, Fransa’da ku­rucu meclis üyeleri tarafından hazırlanan ve Ağustos 1789’da kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 10 ve 11. mad­deleridir. Bu madde­ler şöyledir:

Madde 10. Hiç kimse, dinsel inançları dahil, inançlarından dolayı rahatsız edi­lemez; elverir ki, bu inançların açık­lan­ması yasa tarafından sağlanan kamu düzenini bozmasın.

Madde 11. Düşünce ve inançların başkalarına öz­gürce iletilmesi insanın en önemli haklarından biridir; her yurttaş öz­gürce konu­şabilir, yazabilir ve bunları basıp yayabilir; bu özgürlü­ğün kötüye kullanılmasından ancak yasaca belirle­nen du­rumlarda sorumlu olur.

9. Bu bildirge, 1791 tarihli Fransız Anayasası’nın baş­langıç bö­lümü ol­muştu[4]. Bu anayasa, Katolik Kilisesinin imtiyaz­larına son vermeyi ve protestan, yahudi veya dinsiz olanların haklarını, özellikle din ve vicdan hürri­yeti adına her çeşit dinî gö­rüntüyü eşit görmeyi hedefli­yordu[5]. Çünkü kilise bir başka din men­su­buna hayat hakkı tanı­mazdı.

Bildirgenin başlangıcında insan hak ve hürriyetlerinin önemi şu ifadelerle be­lirtil­mektedir:

“Fransız halkının, Ulusal meclisi oluşturan temsilcileri, halkın mutsuzlukla­rına ve hü­kümetlerin yozlaşmasına tek neden olarak, insan hakları­nın bilinme­mesini, unutulma­sını ve çiğnenmesini gördük­lerinden insanın doğal, vaz­geçil­mez ve kutsal haklarını resmi bir Bildirge ile açıkla­maya karar verdiler..”

10. Burada özgürlüğün tanımı yapılmış ve yasa ile gere­ğinden fazla sınırlan­maması için Bildirge’ye madde kon­muş­tur. İlgili maddeler şöy­ledir:

Madde 4. Özgürlük başka­sına zarar vermeyen her şeyi yapabilmek demektir. O halde her insanın doğal haklarının kullanılması ancak, toplumun öteki üyele­rine sağladığı aynı nitelikteki haklarla sınırlanır. Bu sınırlar ancak yasayla be­lir­lenebilir.

Madde 5. Yasa yalnızca topluma za­rar verici eylem­leri yasaklar. Yasa ta­ra­fın­dan yasaklanmayan hiç bir şeye en­gel olunamaz ve hiç kimse yasanın em­retmediği bir şeyi yapmaya zorlana­maz.

11. Türkiye’deki resmi belge­lerde de lâiklik dine karşı değildir. Anayasa’nın 2. mad­desi şöyledir:

Türkiye Cumhuriyeti, toplumun hu­zuru, milli daya­nışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına say­gılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, de­mokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

12. Demek ki, lâiklik Türk Devleti’nin bir özel­liğidir. Devletin bir başka özelliği de insan haklarına saygılı ol­masıdır.

Anayasa’nın 24. maddesi her vatan­daşa vicdan, dinî inanç ve kanaat hürri­yeti ta­nımıştır. Yani Anayasa, lâik­li­ğin devletin bir özelliği ol­duğunu, vatanda­şın dindar olabileceğini kabul etmiştir.

13. Anayasa’nın 26. maddesi de dü­şün­ceyi açıklama ve yayma hürriyeti ver­miştir. Maddenin giriş cümlesi şöy­ledir:

Herkes düşünce ve ka­naatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek ba­şına veya toplu olarak açık­lama ve yayma hakkına sa­hiptir…”

Anayasa’nın böyle olması tabiidir. Zaten İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 16. maddesi şöyledir:

Hakları güvence altına alınmamış, kuvvetlerin ayrı­lığı belirlenmemiş toplum­la­rın anayasaları yok demek­tir.”

14. 1948’de Birleşmiş Milletler ta­rafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi de düşünce vicdan ve din hürriyeti konu­sunu karara bağlamıştır. Bu madde dini, ne sosyal alan­dan ne kamu alanından ne de başka bir alandan so­yut­lar. Böyle bir şey zaten dü­şünüle­mez. Dindar kişi, di­ni­nin emrini bıraka­rak başka kişilerin emrini ye­rine getire­mez. Eğer ye­rine getirmek zorunda ka­lırsa ya giz­lice ya da açıktan buna karşı koyar. Bu da İnsan ve Yurttaş Hak­ları Bildirgesi’nin giriş kıs­mında belir­tildiği gibi “…halkın mutsuzlukla­rına ve hükümetlerin yozlaşma­sına..” sebep olur. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 18. mad­desi şöyledir:

Herkes düşünce, vicdan ve din öz­gür­lüğüne sahiptir; bu herkes için yalnız ya da topluca, gerek kamu önünde ge­rekse özel olarak öğre­timle, uygulama­larla, ta­pın­mayla ya da dinsel yükümlü­lükleri ye­rine getirerek dinini ya da inan­cını ortaya koy­mak öz­gürlüğünü de içe­rir[6].

15. Anayasa’nın Başlangıç’ında da; .. lâiklik ilkesinin ge­reği kutsal din duygula­rının, Devlet işle­rine ve politikaya kesin­likle karış­tırılma­yacağı..” ifade edil­miştir. Demek ki va­tandaşa hizmet götü­rülürken dinî inançlarına göre ayı­rım yapı­lamaz­.

16. Bu, İslam’da zaten vardır. Bu konuda sabıkası olma­yan bir dinin men­subuyuz. Dinimiz insanlarla ilişkilerde onların dinle­rinden kay­nakla­nan bir ayırıma izin vermez.

17. Bütün bu durumlara göre la­iklik, dine karşı değil devle­tin dinî kurumların ha­ki­miye­tine girmesine karşıdır.

İslam’da devleti hakimiyeti altına alacak bir dinî kurum yoktur. Fransa’da kiliseye karşı yürütülen laiklik müca­delesi bir kaç asır sürmüş ve çok kanlı olaylar meydana gelmiştir ama Türkiye Cumhuriyeti lâikliği kabul eder­ken hiçbir dinî kuruluşun tepkisini almamıştır. Çünkü İslamda hem devleti hakimi­yeti altına alacak bir dinî ku­rum yoktur hem de lâiklik için yapılan yukarıdaki tamınların İslam’a aykırı bir yanı yoktur. Ayrıca İslam’da ruhban sı­nıfı da bulunmaz. Hiç kimse bu dini, insanlar üzerinde nüfuz sağlamanın aracı olarak kullanamaz. Camiler de ki­lise teşkilatı gibi değildir[7].

İslam, inançlara baskı yapılmasını kabul etmez. Bir kimsenin müslüman ol­ması tamamen kendi kara­rına bağ­lıdır. Bunun için bir dinî kuruluşun onayı aranmaz. Vaftize benzer bir törenin ya­pılması da sözkonusu değildir. Çünkü İslamda ne din adamı, ne de bir başka kişi Allah adına hareket edebilir. Allah müslüman ol­mayı öyle bir kaideye bağ­lamıştır ki, buna kimse karı­şamaz. Çünkü dinin özü imandır. İmanın temeli de onu içten kabul etmek, yani kalp ile tasdiktir. Kalpteki tasdiki bir o kişi, bir de Allah bilir. Orası in­sanın en hür ol­duğu yerdir. Bu se­beple hiç kimse bir inancı kabule veya inkara zorlanamaz.

18. Kiliseye benzer bir teşki­latı ol­ma­yan, din adamla­rını birer ruhanî lider değil, sa­dece din konusunda toplumu aydınlatan ve onlara ör­nek olmaya çalı­şan kişiler olarak gö­ren ve kapısını teokrasiye tama­men kapamış olan bir di­nin yaygın olduğu yerde lâiklik ne anlama gelebilir?

İşte problem tam bu nok­tada doğmak­tadır. Burada lâikliği İslamın alternatifi sa­yan ve onu dine karşı kabul edenler ortaya çıkmaktadır.

19. Türkiye’de, azımsanma­yacak oranda ateist[8], yani hiç bir dini kabul etmeyen­ insanlar vardır. Kimileri de dine uzak dururlar; ondan beğendiklerini alır beğenme­diklerini kenara iterler. Bunlar etkin ko­num­dadırlar.

Ateistler din ile ilgili her görüntüyü lâikliğe aykırı sayarken dine uzak duran kişi­ler, kendilerinin hoşlan­madığı dinî görüntüleri laik­liğe aykırı sayıp or­tadan kaldır­maya çalışırlar. Bunlar laikliği dinî bir ku­rumun haki­miyetine karşı müca­dele ol­mak­tan çıkarıp doğrudan dine karşı mücadeleye dö­nüş­türmüş­lerdir. Onlara göre Allah’ın sosyal ve kamusal alanla ilgili emirleri uygula­namaz. O alanda yetkili olan kendileridir. Bunu açıkca söylemezler ama söz, davranış ve uygulamalarına başka bir anlam verme imkanı yoktur. Özel alanı da ilgi­lendirse, kendi karar ve uygulamalarına, dine aykırı diye karşı çıkılmasını asla kabul etmezler. Onların görüşlerine aykırı düşen dinî emir ve uygulamalar ya değiştirilmeli, ya da yürürlükten kaldırılmalıdırlar. Onların saygı duydukları din, kendi anlayışlarına uyan dindir. İslam dini konusunda karar mercii, Kur’an, sünnet ve din bilginleri değil, kendileridir. Yani insanlar, ancak onların mü­saade ettik­leri kadar dindar olabilirler.

20. Vicdanlara sıkıştırılmak istenen din, İslam dini olunca ona karşı mücadele çok zor olmaktadır. Çünkü islam’a karşı çık­mak her şeyden önce evrensel değerlere karşı çık­maktır. Zira İslam’ın iste­diği şey­ler, insan tabiatı ve sosyal hayatla, yani bü­tün evrensel de­ğerlerle tam bir uyum içindedir. Çünkü bu din, o değerleri ko­yan Allah’ın di­nidir. Kur’an’da şöyle buyuru­lur:

“Sen yüzünü dosdoğru bu dine, Allah’ın fıtratına (yaratma kanununa) çevir. O İnsanları ona göre yaratmış­tır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. İşte sağlam din bu dindir. Ama in­sanların çoğu bunu bilmez­ler.” (Rum 30/30)

21. Bu sebeple onlara lâiklik tanımından, insan hakların­dan, anayasa ve yasalarla tanınmış haklardan ve ev­rensel değer­lerden bahset­tiğiniz za­man ülkenin özel şartlarını ileri sürerek kabul etmezler. Laiklik devletin bir özelliği iken onu kendilerine ait bir özellik olarak belirtir ve “Ben lâikim, sen laik değil­sin.” gibi ifadeler kullanırlar. İnsanları da “laik olanlar ve olmayanlar” diye ikiye böler­ler. Bunlar kendi vicdanlarına karşı da rahat değillerdir. Vicdanlarını rahatlat­mak için zaman zaman yaptıklarının doğru olma­dığını söyleyen­ler çıkar. İşte bü­tün hu­zursuz­lukların temelinde bu yanlış anla­yış ve davranış vardır. Bunlarla yapıla­cak en etkili mücadele, bıkmadan doğru­ları anlatmaktır. Çünkü ev­rensel değer­lere karşı mü­cadele ta başından kaybe­dilmiş bir mücadeledir. Eğer o değerlerin samimi savunu­cuları varsa onlar, kısa sü­rede başarıya ulaşırlar.

 

 

 

3- KUR’AN’A UYGUN MÜSLÜMANLIK

22. İslam Allah’ın dini, Hz. Muhammed de Allah’ın son elçisidir. Kur’an-ı Kerim, hem Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğu­nun belgesi, hem de Allah’ın insanlardan neler istediğini açıkça ortaya koyan ve güvenli yollarla bize ulaşmış olan ilahî kitap­tır. Bu sebeple Kur’an’ı iyi anlamak gerekir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Bunlar Kur’an üzerinde akıl yormazlar mı? Yoksa kalp­ler üzerinde kilitler mi vardır? (Muhammed 47/24)

And olsun ki, biz Kuran’ı, üzerinde dü­şünülsün diye kolaylaştırdık; ama hani dü­şü­nen? (Kamer 54/17, 22, 32 ve 40)

23. Müslümanlar Kur’an üze­rinde düşün­meyi asır­larca unuttular. Kur’an üzerinde akıl yorma gereği unutulunca o, ulaşıla­maz, erişile­mez bir kutsal sayıldı ve onu anla­yamayacağımız şeklinde bir ka­naat oluştu. Sonra eskile­rin her şeyi hallettiği savu­nuldu ve yeniliklere kapılar kapandı. Nihayet Kur’an, se­vap kazanmak için oku­nan bir kitap haline dönüştü.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Bu Kur’an, gerçekten en doğruya ve en sağlama ulaştırır.” (İsra 17/9)

Kur’an, gerçekten en doğru ve en sağlam olana ulaştırır. Fakat o, anlamak için değil de sadece sevap olsun diye oku­nursa onunla bir yere ulaşılamaz. Böyle bir şey, tıpkı kaliteli bir balın, sırf görüntüsü ve ko­kusu ile yetin­meye benzer. Yenmeyen balın vücuda ne faydası olur. Müslümanlar asırlardır böyle yapmışlar ve Kur’an ile yeterince bes­lenememişlerdir. Geleneksel kültür kalıpları ile hurafeler iç içe girmiş, halkı hurafeler sar­mıştır. Ama artık Kur’an’ı an­lamak için okuyanlar ve Kur’an üzerinde akıl yoranlar vardır. Bunlar kendilerini ve toplumu sorgula­mak­tadırlar. Bu hareket geçmişle de he­sap­laşmaktadır.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

İnanmış kimseler için Allah’ı gönülden hatırlama ve ondan inen gerçeğe içten bağ­lanma zamanı hâlâ gel­medi mi? Sakın daha önce kendilerine Kitap verilen­ler gibi olmayalar. Onların üze­rinden uzun za­man geçmişti de kalpleri katılaşmıştı. On­lardan çoğu yoldan çıkmış durumdadır. (Hadid 57/16)

24. Türkiye’de kendini müslü­man sayma­yan azdır. Kendini müslüman sayanlar iki kesimdir. Birinci kesim kendini inanç bo­yutunda müslüman sayar. Onların içinde oruç tutan, kurban ke­sen, bayram na­mazı kılan ve zaman zaman Cuma na­mazına gidenler vardır. Onlar Batı me­deniyetini he­deflemişlerdir. Kolaylık olsun diye onlara “Batıcılar” diyelim. Diğer kesim ise dinin emirle­rini yerine getirme arzu ve kararlılığı içindedirler. Onlara da “dindarlar” diyelim.

Batıcılar dindarları gerici ve tutucu sa­yar, dindarlar da onları dinin dışında kal­makla suçlarlar.

25. Son yıllarda gösterilen gayretler her iki kesimi de Kur’an’ın etrafında toplamış­tır. Kur’an’a yönelen Batıcılar, dindarlardan bir kısmının ya­şadığı dinin hurafelerle dolu olduğunu görmüşler ve böyle bir din anlayışı ve uy­gulamasından uzak oldukları için kendi­lerini şanslı saymış­lardır. Bu durum, böyle din­darları fena halde sarsmıştır. Bu sar­sıntı karşısında onlar kendilerini savunmak için Kur’an’a yönelince yapılan tenkitlerin ço­ğunun haklı ol­duğunu görmüşlerdir. Bu yö­neliş, hurafeye bulaşmış ol­sun olmasın, bütün dindarları ve Batıcıları derinden etki­lemiştir. Artık bunların hepsi, Kur’an’ın etra­fında tek vücut olma nokta­sına yaklaş­mış­lardır.

26. Bu sarsıntı, bazı kimselerin kendilerini tamamen dinin dışında görmelerine sebep olmuştur. Allah’ın Kitabına yönelmenin olduğu her yerde bu süreç kaçınılmaz olarak yaşanır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurur:

Onlara bu işte (din işinde) apaçık belgeler verdik. Birbirlerine düşmeleri ancak, kendilerine bu bilgi geldikten sonra, aralarındaki çeke­mezlikten dolayı oldu. İşte senin Rabbin kıyamet günü, onların ayrılığa düştükleri konularda aralarında hük­medecektir. (Casiye 45/17)

Ehl-i Kitap’tan ve müşrik­lerden olan o tanımazlar, kendilerine apaçık bir kanıt ge­linceye dek çözülecek değillerdi.

O (kanıt) Allah’ın elçisidir ki, tertemiz sayfalar okur.

Onlarda dosdoğru hüküm­ler bulunur.

Kendilerine Kitap verilen­lerin bölük bölük bölünmeleri, ancak bu apaçık belgenin (Kur’an’ın) onlara gelmesin­den sonra olmuştur. (Beyyine 98/1-3)

De ki: “Doğru geldi, eğri yok oldu. Çünkü eğri hep yok olagelmiştir.

İnananları esirgeyen ve iyileştiren ne varsa, biz Kuran ile onu indiririz. Ama bu, zalimlerin sadece yıkı­mını artırır. (İsra 17/81-82)

27. Kur’an’a yönelmenin güçlü olduğu her yerde çözülen gruplar, ellerindekini kay­betme korkusuyla harekete geçerler. Duygusal davran­dıkları için tozu dumana ka­tarlar. Kendilerine hiç bir şey anlata­mazsınız. Onlara karşı sabırlı olmak gerekir. Allah Teâlâ bu konuda şöyle bu­yurur:

“Sizde bir iyilik görülse bu onları tasa­landırır. Başınıza bir kötülük gelse ona da se­vinirler. Eğer sabırlı olur ve koru­nursanız onların kurduk­ları düzen size bir zarar vermez. Çünkü onlar ne yapsalar Allah, onu çepe­çevre kuşatır.” (Al-i İmran 3/120)

Bu çalkantılar faydalıdır. Bu sayede kimileri sevap kazanır, kimilerinin de gerçek kimliği ortaya çıkar. Sonunda sağlam bir din anlayışı elde etmek mümkün olur.

28. Kur’an’a yönelme bir fan­tazi ya da bir moda değildir; evrensel ve kalıcı boyut­ları olan ciddi bir iştir. Kur’an’a yönelme sloganı ile çıkan­lardan kimileri, Kur’an’a uyma yerine Kur’an’ı kendilerine uydurma çabasına girebil­mektedirler. Bunlar başkala­rını tenkit ederken kendileri­nin ne duruma düştüklerinin farkına bile varamıyorlar. Bu sebeple Kur’an’a yönelen herkes kendini bu açıdan sık sık sorgulamalıdır.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Allah’ın ipine hep birlikte sımsıkı sarı­lın; birbirinizden ayrılma­yın. (Al-i İm­ran 3/103)

Ey İnananlar! Allah’a bo­yun eğin, el­çisine boyun eğin, sizden olan yetkililere de. Bir konu üzerinde çeki­şince, eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu hemen Allah’a ve Resulüne götürün. Bu hem daha hayır­lıdır, hem de sonu daha iyi olur. (Nisa 4/59)

Allah’ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Sakın onların heveslerine uyma. Onlardan kaçın ki Allah’ın sana indirdiği­nin bir kısmın­dan seni saptır­masınlar. Eğer yüz çevirirlerse bilesin ki, Allah bir takım günahla­rına karşılık başlarına bir kötülük gelmesini istiyordur. Zaten insan­lardan çoğu ger­çekten yol­dan çıkmıştır.

Yoksa Cahiliye devri hükmünü mü arıyorlar? İyi bilen bir millet için kimin hükmü Allah’ın hükmünden güzel olabilir? (Mâide 5/49,50)

 

 

 

4- TARİKATLAR

29. Her insan, rahatlıkla gidip katılacağı sohbet ve dostluk ortamları arar. Peygamberler bu ortamı sağlamışlardır. Kendilerine her kesimden insan rahatlıkla ve hiçbir engele takılmadan ulaşabilmiş, sohbetlerine katılabilmiştir. Meselâ Hz. Peygamberin Medine’deki mescidine kadını erkeği, yaşlısı genci, alimi cahili, müslümanı kafiri, yerlisi ya­bancısı herkes rahatlıkla gi­rebilir ve sohbete katılabi­lirdi. Sohbet, Kur’an etrafında olduğu için herkes kendi bilgi ve kabiliyetine göre oradan bir şeyler alırdı. Burası bir dernek veya lokal gibi ol­madığı için ödenecek bir aidatı veya verilecek bir çay parası da yoktu.

30. Namazda okuduğu Kur’an’ın ma­nasını anlamayan kişinin namazı olur. Çünkü o, kendi­sine bu konuda verilen emri yerine ge­tirmektedir. Emrin içinde okuduğu Kur’an’ı anlama yoktur. Ama Kur’an’ı anlamak en önemli hedeflerden olduğu için namazda okunuşu da onu daha kolay anlayacak şekilde olur. Mebsut’ta bunu anlatan ifadeleri dikkatle inceleye­lim:

“Ona dua ve selam olsun, Hz. Peygamber şöyle de­miştir: “Kim imama uyarsa, o imamın okuması onun oku­ması sayılır.” O, meşhur bir hadisinde de şöyle demiştir: “İmam tekbir alınca siz de alın, imam okuyunca siz su­sun.” İmama uyan kişinin, imamın arkasında kıraatta bulunma yasağı büyük sa­habilerden 80 kişi tarafından rivayet edilmiştir. Bunların isimlerini hadisçiler toplamış­lardır. Sa’d b. Ebî Vakkas demiştir ki, “Kim imamının arkasından kıraatta bulu­nursa namazı bozulur.” Bunun anlamı şudur: Kur’an okumada asıl maksat onu okumuş olmak değil, onu anlamak, düşünmek ve ona göre davranmaktır. İbn Mes’ûd şöyle demiştir: Kur’an, ona uyulsun diye indirildi ama insanlar tuttu, onu okumayı ibadet saydılar.” İmam okur, ce­maat da okunan Kur’anı din­lerse istenen elde edilir. Ama namazda herkes kıra­atla meşgul olursa istenen şey yerine gelmiş olmaz[9].”

Demek ki onların asıl he­defi, namazda bile olsa oku­nan Kur’an’ı anlamaktı.

31. Tarikatlar, Hz. peygambe­rin yolunda gitseler, Kur’an’ı anlamaya yönelik sohbetler yapsalar, bu maksatla eğitim ve öğretim ortamları mey­dana getirselerdi çok iyi olurdu. Ama onlar, Kur’an’ı anlamak için çaba göster­mediler. Okudukları Kur’anlar akıllarına değil, kulaklarına ve gönüllerine hitabetti. Mana unutuldu, onun sözleri ve musikisiyle yetinildi. Böylece Kur’an, sohbetin süsü haline geldi. Bu durum, ka­çınılmaz olarak hurafelere ortam hazırladı. Tarikat şeyhi, tıpkı hırıstiyan azizi gibi ruhani li­der sayıldı ve ruhânî alemle bağlantısının olduğuna inanıldı. O, Allah ile mü­ritleri arasında bir vesile ve vasıta yerine kondu. Kur’an-ı Kerime göre her müslü­man Allah’ın dostu, yani veli kulu iken bu vasıf tarikat büyüklerine has kı­lındı. Dostun dosta nazı ge­çer, denilerek Allah’ın bunla­rın nazını çekeceği kabul edildi. Onların olağan dışı yollarla insanlara yardım edeceğine inanıldı. Tarikata girme, el alma şeklinde bir törene bağlandı. Bundan önce adayın o tarikattan na­sibinin olup olmadığını belir­lemek için rüya görmesi ve bu rüyayı şeyhe anlatması şartı getirildi. Böylece isten­meyen ve şeyh tarafından onaylanmayan kişilerin tari­kata alınması engellendi. Kapılar dışarıya sıkı sıkıya kapatılmış oldu. İnsanlar, ta­rikattan olan ve olmayan diye gruplara ayrıldı. Bu da tarikatın ve dolayısıyle şey­hin kutsallaştırılmasını sağ­ladı. Bir çok mürit, Allah’ın verdiği nimetleri şeyhinin himmetiyle elde ettiğini söy­lemeye başladı. Onlara bir çeşit vahiy geldiğine, gaybı bilebildiklerine inanıldı. Bunu kabul ettirebilmek için şeyhin keramet göstermesi bir ihti­yaç haline geldi. Sonra her mürit, şeyhine ait bir keramet yakalamak için seferber oldu. Küçük bir tesadüf, bü­yük abartılarla keramet ola­rak anlatılmaya başlandı. İlm-i ledün ve ilm-i bâtın diye bir ilim uydu­rularak onların böyle bir ilime sahip oldukları kabul edildi[10]. Böylece yaptık­ları saç­malıklar birer hikmet olarak algılanmaya baş­landı. 180 sene kadar önce, Nakşibendi tarikatının Halidiye kolunda şeyhe ra­bıta adı altında yeni bir iba­det türü ortaya kondu[11]. İş, şeyhte Allah’ın tecelli ettiğine kadar götürüldü. Dünyada müritlerine yardım edece­ğine inanılan şeyhin, ahirette de şefaat ederek müritlerini cehennemden kurtaraca­ğına inanıldı. Şeyh, sanki Allah Teâlânın özel kalem müdürü ve sır katibi gibi bir mevkiye getirildi. Kur’an’dan adeta cımbızla çekilmiş bir kaç ayetin manası ciddi biçimde tahrif edilerek bu yanlışlıklar Kur’an’a tasdik ettirilmek is­tendi. Allah Teâlâ bütün bu iftiralardan uzaktır.

Bunlar Kur’an’a temelden aykırı şeylerdir. Kur’an dik­katle okunursa görülür ki, bütün peygamberler hayat­larını, bu gibi şeylere karşı mücadele ile geçirmişlerdir. En üzücü olanı da o insanla­rın bu şeyleri, daha iyi müs­lüman olma arzusuyla yapmış olmalarıdır. Gerçeği öğrendikleri zaman, ne yazık ki, her şey bitmiş olacaktır. Duamız, bunların bu dünya­dan ayrılmadan doğruları öğrenip gerekli dönüşü yapmaları içindir. Şahsi araştırmalarımıza göre az veya çok yukarıdaki hurafe­lere ve burada sayamadı­ğımız nice hurafeye karış­mamış bir tarikat yoktur.

32. Müslümanların Kur’an ile ilişkileri onu, ma­nasını anla­madan okuma ve güzel sesli hafızların ağzından dinleme boyutuna indirildiği için tarikat şeyhlerini böyle bir konuma getirmek zor olmamıştır.

Şimdi örnek olarak onla­rın şu sözlerine ibretle baka­lım:

Haklı dahi görünse mürîdin üstadına itirazı ha­ramdır[12].

Şeyh müride bir şey telkin ettiğinde devamlı onunla meşgul olmalı ve kalbine hayır ve şer bir şey getir­memelidir[13].

Müride lazım olan şartlar­dan biri de şeyhin emrettiği şeyleri tevil etmeyerek ve geciktirmeyerek yapmasıdır. Zira tevil ve geciktirme bü­yük ke­sintiye sebeptir[14].

Mürit şeyhinin terbiye­sinde ölü yıka­yanın elindeki ölü gibi olmalıdır ki, şeyh, mü­ride istediği gibi hareket edebilsin[15].

Yani kısaca mürit şeyhinin kölesi ol­malıdır. Hatta köle­den de öte bir bağlılığı bu­lunmalıdır. Çünkü köle efen­disine za­man zaman baş kaldırır veya içten içe ho­murdanır ama mürit hem içi ile hem de dışı ile şeyhine tam boyun eğer.

33. Tarikatlar, insanı sönükleş­tirmekte, kendine olan gü­veni ortadan kaldırmakta ve onu kişiliksiz hale getirmek­tedir. Türkiye’de tekke ve zaviyeler resmen kapalıdır ama fiilen çok tarikat vardır. İnsanları bu konuda uyarmak için ciddi çalışmalar yapmak gerekir. Ancak devlet, bu konuda da taraf olmamalı ki, yapılan ça­lışmalara duygu­lar karışmasın, konu rahat bir ortamda tartışılsın ve iste­nen sağlıklı ve kalıcı sonuç­lara ulaşmak mümkün olsun.

 

 

5- DİN EĞİTİMİ

Din hürriyeti, dini öğrenme hürriyetini de içerir. Din eği­timi; inanç, ibadet ve ahlak eğitimi diye üçe ayrılabilir.

 

 

A- İnanç Eğitimi

34. Dine inanmak isteyen kişi, hangi eğitim sevi­yesinde ve ne durumda olursa olsun inanır ve inandığı gibi ya­şa­maya çalışır. Eğer inancını doğru öğ­renememişse boş­luğu hura­fe­lerle doldurur. Zamanımızda nice ilim adamı, yüksek bürok­rat, sa­nayici ve iş adamı samimi olarak dinini yaşama gay­re­tine girmiş ama inancı ile ilgili yeterli bil­gisi olmadığı için sonradan hurafecilerin ve is­tismarcıların esiri haline gelmiştir.

35. Bir müslüman, öncelikle hurafelerden uzak bir inanca sahip olmalıdır. Bunun en güvenli yolu, inancını Kur’an’dan öğren­mesidir. Kur’an, bütün insanlığı yara­tan Allah’ın kitabı olduğu için inancını Kur’an’dan öğrenen­ler bütün insanlığı ku­cakla­yan ve herkese karşı anla­yışlı davranabilen ufku açık insanlar olurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

De ki: “Doğru olan Rabbinizden ge­lendir.” Artık dileyen inansın, dileyen ta­nımasın. ( Kehf 18/29)

“Kim yola gelirse sadece kendi için gelir. Kim de yo­lunu kaybederse sadece kendi aleyhine kaybeder. Hiç bir günah­kar başkasının gü­nahını çekmez. Biz de bir elçi gönderinceye kadar azab etme­yiz.” (İsrâ 17/15)

Müslümanlığı doğru öğ­retmek için, Kur’an meali okullarda ders olarak oku­tulmalıdır. Bu, aynı za­manda hurafelere karşı güvenli ve etkin bir mücadele olur.

 

 

B- İbadet eğitimi

36. Namaz, oruç, hac ve zekat konu­sunda temel bilgileri doğru bilmek gerekir.

Namaz kılan herkesin Fatiha Suresini, namaz sure­lerini, Ayet’el-kürsîyi doğru okuması icabe­der. Namaz duaları ile günlük hayatta sıklıkla karşılaşılan konularla ilgili buyrukları ve öğütleri içeren ayetleri de öğrenme­lidir. Bunların sayısı azdır. Onları doğru okumak, kendi harfleriyle öğrenmeye ve o harfleri doğru seslendirmeye bağlıdır. İmam-Hatip Liselerini ve Kur’an Kurslarını bitirmiş olanlar bir yana, bu­gün kelime-i şehadeti dahi aslına uygun olarak seslen­direnler pek azdır. Bu du­rum, yüksek seviyede bilgi ve görgü sahibi olan nice insa­nın, bu konuda ezik­lik duy­masına ve kendini küçük görme­sine yol aç­maktadır.

37. Kur’an’ı, kendi harfleriyle doğru olarak okumak da her müslümanın arzu ve ihti­ya­cıdır. İşte bu arzusunu nor­mal yollarla, iyi yetişmiş öğ­retmenler gözetiminde gi­de­remeyenler şikayetlere yol açan yol­lara başvurmak zo­runda kalmaktadır­lar. Onun için ilkokuldan başlayarak iste­yen her öğrenciye Kur’an öğretmek ge­rekir. Kur’an kursları ve İmam Hatip Liseleri bu konudaki ihtiyacı tümüyle karşılayacak ka­pasitede değillerdir. Orta kı­sımları kapatılmadan önce İmam Hatip Liselerinde görü­len aşırı yığılmaların sebebi, evladına dinî eğitim vermek isteyenlerin bu arzularına di­ğer okulların cevap ve­re­memesidir. Diğer okullarda dinini öğre­nememiş olanların aşağılık kompleksine girme­leri de yanlış davranışların bir başka sebebidir.

 

 

 

C- Ahlâk Eğitimi

38. Kişinin kendine, ailesine, yaşadığı topluma, ülkesine ve bütün insanlığa karşı hak ve görevleri vardır. Bir müslü­man bu konudaki gö­revlerini; farzları, he­lâl ve ha­ramları doğru öğrenme­lidir. Böyle olmazsa örnek bir in­san ve iyi bir müslüman ol­ması mümkün olmaz..

D- İmam Hatip Liseleri ve Kur’an Kursları

39. 1340 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu, ilmi kuruluş­ların tamamını Milli Eğitim Bakanlığına bağlamıştır. Bu cümleden olarak,

Şer’iyye ve Evkaf Vekaletine bağlı medreseler ve mektepler,

Özel vakıflar tarafından idare olunan medreseler ve mektepler

Milli Savunmaya bağlı as­keri rüşti ve idadiler,

Sağlık Bakanlığı’na bağlı dar’ul-ey­tam­lar Milli Eğitim Bakanlığına bağlan­mıştır.

Bilindiği gibi kanunlar, görü­len lüzum üzerine çıkarılır ve sonradan ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar sebebiyle ya yürür­lükten kaldırılır, ya da değiş­tirilirler.

Tevhid-i Tedrisat Kanunundaki ilk de­ğişiklik 1341 tarihinde Askeri liselerin Milli Savunma Bakanlığına bağlanması ile yapılmıştır. Daha sonra sağlık personeli yetiştiren eğitim kurumları Sağlık Bakanlığına, Üniversiteler Yükseköğretim Kurumuna bağlanmış, vakıf­lara özel okul ve üniversite kurma yetkisi verilmiştir.

Bugün Tevhid-i Tedrisat Kanununa göre faaliyetini sürdüren tek kuruluş İmam Hatip Lisesidir. Bu kanunun İmam Hatiplerle ilgili ifadeleri şöyledir:

“.Maarif Vekâleti…imamet ve hitabet gibi hidemâtı dini­yenin ifası vazifesiyle mükel­lef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşad edecektir…”(4. Madde)

40. Bugün İmam Hatip Liselerinin prog­ram­ları imamlık ve hatiplik gibi gö­revleri yerine getirecek ele­man yetiştirmeye uygun değildir. Bunlar, Anayasa’nın 24. maddesine göre devletin denetiminde din eğitimi ve öğretimi yaptıran liselerdir. Buraya gelen öğrenciler de bu gayeyle gelmektedir. Din görevlisi olmak isteyen­ler ise İmam-Hatip Lisesi ya­nında bir Kur’an Kursu’na gitmektedirler. Sekiz yıllık kesintisiz eğitim uygulama­sından sonra, mihraba geçip namaz kıldıracak kişileri bulmak çok zor olacaktır. Çünkü lise çağında verilecek eğitimle doğru dürüst Kur’an okuyacak seviyede kişiler yetiştirmek hemen hemen imkansızdır. Zira Kur’an harflerini doğru seslendirmek için gerekli ağız ve kulak terbiyesi daha küçük yaşta verilmelidir.

41. Kur’an Kursları kısa ve uzun süreli ol­mak üzere iki çeşittir:

Kısa süreli olanlar Kur’an’ı yüzünden okutma ve bazı sure ve duaları ezber­letme gayesiyle açılmıştır. Öğrencilere bu süre içinde ihtiyaç duyulan din dersleri de verilmektedir. İlk ve orta dereceli okul­lardaki din dersleri yeterli olur ve Kur’an da öğretilirse hem bu kurs­lara ihtiyaç kalmaz hem de lise çağında öğrenciyi, Kur’an’ı doğru okuyacak şe­kilde eğitme güçlüğünün do­ğuracağı sakıncalar ortadan kalkar.

Uzun süreli Kur’an Kursları, İmam Hatip Liselerine destek olmaktadır. Buralarda hafız yetiştiril­mekte ve daha yoğun bir din eğitimi ile öğrenciler mes­leğe hazırlanmaktadır. Tevhid-i Ted­risat Kanunundaki hedeflere an­cak bu şekilde ulaşılabilmek­tedir. Yoksa imamlık ve ha­tiplik yapacak memurları ye­tiştirmek mümkün olmamak­tadır. İmam Hatip Liselerinin programları, iyi bir seviyeye ulaştırılmazsa bu kurslara olan ihtiyaç devam edecek­tir.

42. İmam Hatip Liseleri bir ta­raftan Kur’an Kurslarının desteği ile dinî hizmetleri ye­rine getirecek elemanlar ye­tiştirirken diğer taraftan dinini bilen insanları topluma ka­zandırmaktadır. Böyle insan­ların varlığı toplum için büyük bir güvencedir. Bu sebeple İmam Hatip Liselerinin en önemli görevi hurafelere karşı kalkan olmaktır. Çünkü hurafeciler dini iyi bilme­yen­leri ararlar. Cahillikleri ancak bu şe­kilde farkedilmeyecek ve kendilerine bo­yun eğile­cektir. Bütün okullarda veril­mekte olan din dersleri ye­terli seviyeye çıkarılmalı ve İmam Hatip Liseleri Tevhid-i Tedrisat Kanununun istediği seviyeye ulaştırılmalıdır. Din eğitimi müfredatı Kur’an ışı­ğında gözden geçirildiği tak­tirde ülkeye aklın ve bilimin hakim olması kaçınılmazdır.

43. Sekiz yıllık kesintisiz eği­timin uygulanmasından sonra eğitimle ilgili her konuda olduğu gibi din eğitimi konusunda da bü­yük bir kaosa girildiği ve sıkıntıla­rın doruğa çıktığı açıkca gö­rülmektedir. Buna taraf olanlardan kimileri bu­nun insanları dinden uzak­laştıracağı, kimileri de bu sayede dinî hayata istedik­leri şekli verebilecekleri umuduna kapılabilirler. Ama İnsanların dine yönelişlerine engel ol­mak mümkün değil­dir. Bu, bütün dünyada ya­şanan bir süreçtir. Dine yö­nelen kişiler ise din konu­sunda sadece, o dinin önder­lerinin yolunda giderler.

44. Dinden değil, dinin eksik ve yanlış öğrenilmesin­den korkmak gerekir. Eğer dinî eğitim yaygınlaştırılmaz ve İmam Hatip Liselerinin mes­leki ağırılıkları artırıl­mazsa inancını sorgulamayan, dinî liderleri Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri gibi algılayan in­sanlar ço­ğalır. İşte asıl fela­ket o zaman olur.

 

 

 

6- SİYASİ PARTİLER

45. Anayasaya göre, “..devletin bir kişi veya zümre tara­fından yönetil­mesini veya sosyal bir sını­fın diğer sosyal sınıflar üze­rinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kav­ram ve görüş­lere dayanan bir devlet düzenini kurmak amacıyla..” si­yasi parti kuru­lamaz[16].

Anayasa böyledir ama ideolojilerini öne çıkaran kimi idarecilerin halkı kendileri gibi inanmaya zorlayan tavırları dil, ırk, din ve mezhep farklı­lığına dayalı partile­rin kurul­masına ortam hazırlamıştır. Bunlara karşı başka partiler de kurulunca birdenbire çok sayıda parti ortaya çık­mış ve her biri kendine taban bulabilmiştir.

Bu durum gereksiz sür­tüşmelere, va­tandaşların sınıf ve zümrelere ayrılması gibi tehlikeli sonuçlara yol aç­makta, ülkenin gücü ve imkanları bu çark içinde heba olup gitmektedir. İdarecilerin kendi ideolojlerini kabul ettirme çabaları, karşı ideolojileri devlete hakim olma mücade­le­sine sokmuş­tur. Bir çok siyasi parti, bir hizmet yarışı ortaya koyma yerine temsil ettiği ideolo­jiyi hakim kılma ve yandaş­la­rını devlet imkanlarından yarar­landırma yarışına girmiş gö­rünmektedir. Böyle bir or­tamda sonu alınmaz çatış­ma­ların ol­ması kaçınılmaz­dır.

46. Bu ortamı doğuran hu­kuki ve sosyal sebepler ortadan kaldırıl­mazsa sonuç alına­maz. Nitekim 12 Eylül 1980’den sonra siyasi parti sayısını azaltma gay­reti ba­şarısızlıkla sonuçlanmıştır. Artık %20 ler civarında oy alan partiler Türkiye’nin en büyük partileri olarak hü­kü­met kurmaktadırlar.

İdeolojik davranışlara son verilecek olsa partiler kendi ideolojilerini hakim kılmaktan vazgeçerek ülke kalkınması için hizmet yarışına gir­mek zorunda kalırlar.

47. Türkiye’de en büyük ça­tışma, İslam dinine karşı ya­şanmaktadır. Bu durumda dine dayalı parti konusu özel bir önem taşır. Şimdi o konuya girelim:

 

 

A- Dine Dayalı Parti

48. İslâmî parti olmaz ama müslümanların partisi olabilir. İkisi arasında fark vardır. İslam bir dindir. Bu dinin he­defi kişilerdir. O, dünyalık elde etmenin aracı olarak kullanılamaz. Dini tebliğ ile görevli pey­gamberlerin or­tak sözü şudur:

“Ben sizden buna bir ücret istemem, benim ücretim sa­dece varlıkların sahibi olan Allaha aittir.” (Şuarâ 26/180)

49. Dine karşı çıkanlar, din tebliği ile iktidar mücadelesini birbirine karıştırmışlardır. Hz. Musa ile devrin en büyük kralların­dan olan Firavun arasında geçen şu ko­nuşma bu açıdan önemlidir.

“Musa dedi ki, “Bak, Firavun! Ben âlemlerin Rabbinin bir elçisiyim.

Bana düşen, Allah’a karşı gerçek dışı bir şey söyle­memektir. Size Rabbinizden bir mucize getirdim, İsrailoğullarını benimle be­raber gönder.” (Araf 7/104-105)

Firavun dedi ki: “Alemlerin Rabbi de neyin nesi oluyor?”

Dedi ki, kesin olarak ina­nacaksanız, o göklerin, yerin ve ikisinin arasındaki her şeyin Rabbidir.”

(Firavun) Çevresinde bulunanlara dedi ki, “İşitmiyor musunuz?”

Musa devam etti: “O sizin de Rabbiniz, önceki ataları­nızın da Rabbidir.”

Firavun dedi ki, “Size gön­derilen elçi­niz gerçekten de­lidir.”

Musa dedi ki: “Eğer aklınızı kullanabi­lirseniz o, doğunun, batının ve bu ikisinin ara­sında olanların Rabbidir.”

Firavun dedi ki: “Hele ben­den başka­sını tanrı edin, and olsun seni zindanlık­lardan biri yaparım.”

“Ya sana apaçık bir şey getirmiş ol­sam da mı?” dedi.

“Haydi getir bakalım; eğer doğrulardan biri isen.” dedi.

Hemen değneğini attı, bir de ne gör­sün apaçık bir ej­derha!

Elini çıkardı, o da bakanlar için bem­beyaz oluverdi.

(Firavun,) çevresinde bu­lunan ileri gelenlere dedi ki: “Bu gerçekten bilgin bir bü­yücü.

İstiyor ki büyüsüyle sizi toprağı­nızdan çıkarsın. Ne emredersiniz?

Dediler ki, “Onu ve karde­şini alıkoy, şehirlere topla­yıcılar gönder.

Sana bütün bilgin büyücü­leri getirsin­ler.” (Şuarâ 26/18-37)

Burada Hz. Musa: “İsrailoğullarını benimle be­raber gönder.” dediği halde Firavun, tam aksine onun ik­tidarı ele geçirmek istediğini iddia ederek milli duyguları istismar etmiştir. Firavun’un sö­zünü tekrar edelim:

“O İstiyor ki büyüsüyle sizi toprağı­nızdan çıkarsın.”

Halbuki, Hz. Musa İsrailoğullarını alıp gitmek is­tiyor. Firavun Hz. Musa’nın ne dediğini iyi anlıyor ama sanki onun gerçek niyetini sezmiş gibi davranarak de­magoji yapıyor ve kendini değil de halkını düşündüğünü söylemeye çalışıyor. Çünkü doğruyu söylemek işine gelmiyor.

50. Bu sebeple İslamı, iktidara gelmenin bir vasıtası olarak kullanmak yanlıştır. O zaman yetkili makamda bulunanlar İslama duygusal yaklaşırlar. Zira hiç kimse elindeki im­kan­ları kaybetmek istemez. Ayrıca bu davranış iktidar hırsıyla yanıp tutuşanları da harekete geçirir. Sonunda kimileri ikti­darı elden kaçır­mamak için dine karşı çı­kar­ken, kimileri de iktidara ge­lebilmek için dini kullanırlar. Her ikisi de dini, gereği gibi düşünmeye ve bir etki al­tında kalmadan o konuda karar vermeye engel olur.

51. İslamın partisi olmaz ama müslüman­ların bir veya bir­den çok partisi olabilir. Bunlar programlarını ortaya koyar, gerekli bilgi birikimi ve tecrübeye sahip oldukla­rını gösterir ve iktidar mücade­lesine katı­lır­lar. İktidara gelir­lerse din adına değil, kendi adlarına yönetirler. İyi yöne­tirlerse sevabı kendilerine, kötü yönetirlerse ve­bali yine kendilerine olur. Çünkü İslamda yanlış ol­maz ama müslümanda olabilir.

52. Din hürriyeti önemlidir. İnanç bir kalp işi olduğu için inanç hürriyetini tanımak veya tanımamak fazla bir anlam taşımaz. Ama din hürriyeti çok önemlidir. Din de­yince, o dinin bütün emir ve yasakları anlaşılır. Bunun daha açık ifadesi, inan­dığı gibi yaşama hürriyetidir.

İslam, insana inandığı gibi yaşama imkanı sağlar ve inançlara baskı ve haka­reti yasaklar. Osmanlının, mey­hane aç­mayı ve domuz ye­tiştirmeyi müslüman kesime yasaklayıp gayrimüslimlere ser­best bırakması bu yüz­dendir.

Bu anlayış, İspanya’dan kaçan ya­hudilere kucak aç­mamıza ve on­lara tarih­lerinin en mutlu dönemini yaşat­mamıza sebep olmuştur. Yahudiler bunun hatı­rasına 500. Yıl Vakfı’nı kurmuşlardır.

53. Ama artık eski hoşgörü ortamı yok­tur. Çünkü etkili mevkilerde bulunan ateistler ve dine uzak kimseler, hoş­görülü olama­maktadırlar. Bunlar, çeşitli sebeplerle müslüman görünme ih­tiyacı da duy­dukları için problem karmaşık hale gelmektedir. 1946’dan beri kurulan siyasi partiler, daha çok oy alabilmek için halkın dinî duygularına hita­betme konu­sunda adeta ya­rışmışlardır. Bunların içinde samimi olanlar olduğu gibi dinî duyguları istismar edenler de olmuştur.

Anayasanın 24. madde­sine göre “Kimse .. her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kö­tüya kullanamaz.”

Din istismarının adı ikiyüz­lülük ve mü­nafıklıktır. İkiyüzlü ile gerçek dindarı ayır­mak zordur. Hele insanlara dinleri konu­sunda problem çıkarı­lırsa ikiyüzlüler için bulunmaz bir fırsat doğar. Bu defa ger­çek dindarlar din istismarcılğı ile suçlanırlar. Bu da her şeyi alt üst eder. Türkiye’de yaşanan budur. Bir de her türlü dinî görün­tüye, laiklik adına karşı çı­kan, dinî eğitime darbe vurup in­sanları dinlerinden uzaklaş­tırmayı çağdaşlık sa­yanla­rın, kendilerine duyulan tepki­leri azaltmak için zaman za­man çıkıp dine saygılı olduk­larını, fakat din istismarına karşı olduklarını söylemeleri yok mu, İşte bu tavır, daha büyük tepki toplamakta ve dindarlara, alaya alındıkları duygu­sunu vermektedir.

İkiyüzlüler Hz. Peygambere de sıkıntı çek­tirmişlerdi. Kur’an’da bu ko­nuda bir çok uyarı vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Sana “Başüstüne” derler, ama senin yanından uzak­laşınca, içlerinden bir ta­kımı, geceleyin se­nin dediklerin­den baş­kasını ortaya koyar. Allah da onların gece yaptık­larını yazar. Artık on­lardan yüz çevir. Allah’a dayan. Koruyucu ola­rak Allah ye­ter”. (Nisa 4/81)

54. Din evrensel ve zamanüs­tüdür. Yani dinin zamana ve mekana bağlı ol­mayan de­ğişmez kuralları vardır. Devlet politika­ları ve kanun­lar ise zamana, me­kâna ve ihtiyaçlara göre değişir. Bir devlet, eğer din ve vicdan hürriyetini tanırsa ka­nunla­rını ve politikalarını ona göre dü­zen­ler. Çünkü dine yapılacak müdahaleyi hiç bir dindar kabul edemez.

Meselâ, Nur Suresi’nin 31. ayeti, müslüman kadınların başlarını örtmele­rini emre­der. Bu emir, ilk günden beri tartışmasız uy­gulanmıştır. Bugün, hem Türkiye’de hem de diğer İslam ülke­le­rinde müslüman kadınlar başlarını örter­ler. Tutulur kimi yerlerde kadınla­rın baş­la­rını örtmesini yasak­lanırsa bütün müs­lümanla­rın tepkisi alınır. Kur’an var ol­dukça bu tepki sona ermez.

Bu tepki olduğu sürece onu istismar edenler de olur. Bir parti başörtüsünü savu­nur, diğeri karşı çıkar. Buna ateistle­rin ve İslama uzak kimselerin, dini vicdan­lara sıkıştırma gayretleri de ek­lenince lâik­lik dinsizlik olarak uygulama alanı bulur. Artık akıl değil, duygular öne çı­kar. Bu durumda partilere oy verenler de duygu­larıyla ha­reket ederler. Partilerin ülke kal­kınması, birlik ve beraber­lik için ne yapa­cağı onları çok ilgilendirmez. Partilerden birine oy veren için önemli olan dininin emrini yerine ge­tirme imkanını elde etmek, diğeri için önemli olan da buna mani ol­maktır. Böylece her iki parti de tepki oy­larıyla parlamentoya girer ve siya­sal dengeleri bozarlar. Dürüst politikacılar ise ya si­linip gitme pahasına dürüst­lüğe de­vam ederler, ya da menfaatlerini düşüne­rek poli­tikalarını değiştirme zorunlu­luğu hissederler.

55. Halbuki bizim devlet gele­neğimize uygun olarak dev­let dine karışmasa, dinî duy­guları istismar mümkün ol­maz. Böylece kendi elimizle kendimizi tehlikeye atmamış oluruz. O zaman dürüst poli­ti­kacıların işi kolaylaşır, si­yasi parti sayısı kendiliğin­den ikiye ya da üçe düşer. Çünkü istismar edilecek bir şey kalma­yınca ciddi politi­kalar üretmek gerekir. Bu da zor iştir. Bilgi birikimine, alt yapıya ve yeterli donanıma sahip olmayı gerektirir. Ama istismar kolaydır. Kim daha çok bağırır ve daha çok ya­lan söylerse daha çok taraf­tar bulabilir.

 

 

B- İran Ben­zeri İslam Cumhuriyeti

56. İslam dini ruhban sınıfını kabul etmez. Allah önünde insanların hepsi eşittir. Bunun tek istisnası Şiilikte vardır. Bu mezhep devlet başkanının kim olacağı hususunda çıkan ihtilaftan doğmuştur. Onlara göre imam, yani devlet baş­kanı Hz. Peygamber tarafın­dan tayin edilmiş olmalı ve bütün günahlardan arındı­rılmış bulunmalıdır. Şiiler bu şahsın Hz. Ali ol­duğu konu­sunda ittifak etmişlerdir. Yani onlara göre devlet başkan­lığı siyasi bir makam değil, dinî bir makamdır. Şimdi on­ların imamlık, yani devlet başkanlığı konusundaki bazı görüşlerine bakalım:

İmamlık ancak Allah’tan nass ile, ya­hut o imamdan önceki imamın onun ima­me­tini beyaniyle tahakkuk eder. İnsanların seçmesiyle, iste­mesiyle ol­maz. İnsanlar di­lediklerini imam olarak ta­yin, yahud dilediklerini azil hak­kına sahip değillerdir.[17]

Şiilerin, imamın özellikleri ile ilgili inanç­ları şöyledir:

“İmamın da peygamber gibi içte, dışta, görünürde, gizlilikte, bütün kötü ve pis şeylerden, doğumundan vefatına dek masun oldu­ğuna inanıyoruz. İmam, ima­metten önce, sonra, soy boy şerefi ba­kımından en yüce ve temiz kişi olup her türlü kötülükten, suçtan, yanılma­dan, yanlış iş görmeden, unutmadan ve her türlü aşağılık şeylerden masun­dur[18].”

İran’daki Şiiler, imamın sıfatları ve bilgisi konusundaki inançlarını şöyle ifade eder­ler:

“İmamın peygamber gibi, yiğitlik, ke­rem, temizlik, ger­çeklik, adalet, tedbir, hikmet ve bütün üstünlükler ve iyi huylar bakımından halkın en seçkini olması ge­rekir ve buna inanmaktayız…

İmamın ilahî hükümlere, ilahî maarife, bütün bilgilere sahip olması, peygamber, yahud kendisinden önceki İmam vasıtasıy­ladır. Yepyeni bir şey hakkında da imam, Allahu Talâ’nın ona ih­san ettiği kudsi kuvvetle, il­ham yoluyla gereği gibi hük­meder, o şeyi künhüyle an­lar, bilir. Bir şeye yönelirse, onu bilmek dilerse, o şey hakkında, ancak gerçeği bilir, yanılmaz, şüpheye düşmez, bu hususta aklî delil­lere, ya­hut belletenlerin belletmesine ihti­yacı yoktur. Bilgisi iktiza edince daha da derinleşir. Daha da ziyadeleşir…”

“… İmamlardan hiçbiri bir muallime git­memiş, bir mü­rebbiden bir şey öğren­me­miştirHiç biri bir hocadan ders gör­memiş, hiç biri bir mektebe, bir medre­seye gitmemiştir. Böyle olduğu halde kendilerine bir şey so­rulunca ona derhal en doğru cevabı vermedeler. Dillerine bilmiyorum sözü gelmediği gibi. cevap vermek için dü­şünmeleri yahut cevabı bir müddet sonraya tehir etme­leri de vaki değildir[19]

 

 

1- İmamlara İtaat

Şiilerin imamlara itaat ko­nusunda inançları şöyledir:

Onların buyrukları Allah’ın buyrukla­rıdır. Yasakları O’nun yasaklarıdır. Onlara itaat Allah’a itaattır. Onlara isyan, Allah’a isyandır. Onları seven Allah’ı se­ver. Onlara düşman olan Allah’a da düş­man olur. Onların emirlerini reddetmek caiz değildir.[20]

57. Ehl-i sünnetin bunları kabul etmesi mümkün değildir. Türkiye’de yaygın olan İslam anlayışı budur. Ehl-i sünnete göre devlet başkanlığı siyasi bir makamdır. Onun için bu konuda bir ayet ya da ha­dis yoktur. Yukarıda onların imamlar için söylediklerinin çoğunu biz peygamberler için dahi söyleyemeyiz.

Kur’an’a göre “Hz. Muhammed sadece bir re­suldür.” (Al-i İmrân 3/144) Arapça’da bir sözü ve elçiliği yüklenen ki­şiye resul denir[21]. Yani resul, işe kendini karış­tırmadan birinin sözünü bir başka­sına ulaş­tırmakla gö­revli kişidir[22]. Dinî te­rim ola­rak da Allah’ın, kendi hüküm­lerini halka ulaştır­mak üzere görevlendirdiği in­sana resul denir[23]. Bunun Türkçe karşı­lığı elçi’dir.

Allah Teâlâ elçilerinin gö­revini üç şe­kilde belir­lemiştir:

Elçinin birinci görevi emri tebliğdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Elçilere apaçık tebliğ­den başka ne düşer?” (Nahl 16/35)

“Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçili­ğini yapmamış olursun” (Maide 5/67)

Elçinin ikinci görevi emri açıklamadır. Ayette şöyle buyu­rulur:

“Biz ne elçi gönderdiysek sadece kendi halkı­nın diliyle gönderdik ki, onlara açık açık an­latsın.” (İbrahim 14/4)

Allah’ın Elçisinin üçüncü görevi müjdeleme ve uyar­madır. Bu konuda şöyle bu­yurulur:

“Biz seni bütün insanlara sadece bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak göndermi­şiz­dir.” (Sebe 34/28)

Elçi baskı yapamaz. İnsanlara tam bir inanç hürri­yeti tanıyan Allah şöyle bu­yu­ruyor:

“Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçü­sün.

Sen onların tepesine diki­lecek değil­sin.” (⁄aşiye 88/21-22)

Allah’ın elçileri mucize gösterirler. Mucize, onlara olağanüstü bir kişilik ver­mek için değil, Allah’ın elçisi ol­duk­larını belgelemek içindir.

İtibarlı bir kişi, günün bi­rinde kalkıp ben Amerika’nın Ankara Büyükelçisi ol­dum dese, Türk Devleti Amerikan hükümetinin onu elçi olarak görevlendirdiğine dair belge ister. İşte mucize de Allah’ın elçisi­nin görevlendirme bel­gesidir. İnsanların böyle bir belge düzenleme imkanı ol­ma­dığı için adına mucize denmiştir.

Hz. Muhammed tıpkı bizim gibi bir in­sandır. Bizden farkı, Allah’ın Elçisi olmasıdır. Kur’an’da şöyle buyuruluyor:

“De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir in­sanım. Bana, sizin tanrınızın bir tek tanrı olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umu­yorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin.” (Kehf 18/110)

58. İşte bir tarafta imamlarını kutsal bir ki­şiliğe büründüren şiilik, diğer tarafta Hz. pey­gamberi bile herkes gibi bir in­san sayan ehl-i sünnet inancı. Biri devlet başkanlı­ğını dinî bir makam sa­yarken di­ğeri siyasi bir makam saymak­tadır. Üstelik sünniler devletlerini, İslam adıyla değil, Abbâsî, Selçuklu ve Osmanlı gibi adlarla kur­muş­lardır. Dört halife döne­minde devlete ad bile kon­mamıştır. Bunlar boşuna değildir. Arada bu kadar fark varken şiiler ile ehl-i sün­neti aynı saymak kabul edilemez bir hata olur. Türkiye’de İran benzeri bir İslam Cumhuriyeti kurulacağını id­dia edenler esasen bu farkı yeterince bil­meyenlerdir.

 

 

 

7- ORDU-MİLLET KAYNAŞMASI

59. Ordusuz millet ve milletsiz ordu düşü­nülemez. Bunlar et ve kemik gibi birbirine muh­taçtır. Et ile kemik arasına yabancı madde girerse vücutta dayanılmaz ağrılar olur. Ordu ile millet arasına yabancı un­surların girmesi de aynıdır. Yabancı un­sur­lardan kastedilen ikiyüzlü­lerdir. Bunların ne orduya ne millete faydası olur. Bunlardan kimileri ordunun, kimileri de milletin yanında yer almış gözükerek bir tarafı diğerin­den koparmaya çalışırlar.

Ordu mensuplarıyla ilim adamları ger­çekleri kolay kabul eden bir yapıya sa­hip­tirler. Çünkü her iki meslek de yalan­dan, dolandan uzaktır. Ama bunlar kim­seyi kandırmadıkları için başkala­rının da kendilerini kandıra­mayacaklarını sanırlar. Kandırıldıklarını anladıkları zaman da iş işten geçmiş olur.

İkiyüzlüler, bulanık suda balık avla­maktan hoşlandık­ları için ortalığı karıştır­makta üstlerine yoktur. Halkı, bun­ların samimi olmadıklarına inandırmak zordur. Bu se­beple onlara karşı mücadele yu­muşak, dikkatli ve sürekli olmalı ve onları cesaretlen­direcek, istismarlarına fırsat verecek bir uygulama içine girilmemelidir. Bu bakımdan devlet sorumluluğu ile ha­re­ket etmeli ve bunların ordu millet kay­naşmasının önüne geçmeleri engellenme­lidir.

60. İkiyüzlüler ordu mensupla­rının iyi niyetini istismar için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Bunlar bir kısım ilim adamlarını yanla­rına al­makta da zorluk çekmezler. Böylece durup dururken ül­kede büyük sancılara sebep olabilirler.

Kur’an-ı Kerim’de ikiyüzlü­ler ile ilgili bir çok uyarı var­dır. Onlardan biri şöyledir:

Ey İnananlar! Sizden ol­mayanı sırdaş edinmeyin, onlar sizi şaşırtmaktan geri durmazlar. Size sıkıntı veren şeyden hoşlanırlar. Onların öfkesi ağızlarından taşmak­tadır, içlerinin gizlediği ise daha büyüktür. Eğer aklınızı kullanırsanız on­larla ilgili ipuçlarını açık açık ortaya koy­muşuzdur.

İşte siz, öylesiniz ki, tutar onları se­versiniz, ama onlar sizi sevmezler. Siz bu Kitabın (Kur’an’ın) tamamına da inanırsınız. Onlar sizinle karşılaşınca “İnandık” derler. Meydanı boş bulunca da, size olan öf­kelerinden tırnak­larını yerler. De ki: “Öfkenizden çatlayın”. Allah o göğüslerin ne taşıdığını bi­lir.

Sizde bir iyilik görülse bu onları tasa­landırır. Başınıza bir kötülük gelse ona da se­vinirler. Eğer sabırlı olur ve koru­nursanız onların kurduk­ları düzen size bir zarar vermez. Çünkü onlar ne yapsalar Allah, onu çepe­çevre kuşatır.” (Al-i İmran 3/118-120)

İnsanlar, tarih boyunca en büyük sı­kıntıyı ikiyüzlülerden çekmişlerdir. Onlara münafık denir. Bunlar, inanmadıkları halde inanmış gözükürler. Bunların bir kısmı dürüst davrananları hayran bıraka­cak bir çizgi çizebilir. Nitekim onların içinde Hz. Muhammed’i bile hayran bı­rakanları ol­muştur. Ayette şöyle buyurulur:

“Onları gördüğün zaman dış görünüş­leri seni imrendi­rir. Konuşurlarsa, konuş­ma­larına kulak verirsin. Tıpkı, dayalı kof kütükler gibidirler; her çığlığı kendi aleyh­lerine sayarlar. İşte düşman on­lardır. Onlardan sakın. Allah onların canlarını alsın. Nasıl da saptırılıyorlar. (Münafikûn 63/4)

61. Ordu ile milleti birbirinden soğutmak ve arayı açmak isteyenlerin işlerini kolay­laş­tıran bir husus vardır ki, onu gözden geçirmek gerekir. Ordu mensuplarının kışlaları ayrı, lojmanları ayrı, kantin­leri ayrı, eğlenme ve din­lenme yerleri ayrıdır. Erkek vatandaşlar, sadece ömür­lerinin bir döneminde er veya yedeksubay olarak ordu mensuplarıyla yüzyüze gelirler. Orada da konum ge­reği, ilişkiler askeri disiplin içinde olur. Bu tarz, askeri perso­neli bazı dış etkilerden koruyor gibi gö­zükse de halk ile araya mesafe sok­makta ve kaynaşmayı önle­mekte­dir.

Ordu, bu halkın ordusudur. Bu sebeple halkın ordusuyla kaynaşması, karşılıklı destek ve güvenin artarak devam et­mesi açısından çok önem­lidir. Bu sayede, araya aracı­lar girmeden ordu hal­kını, halk da ordusunu yakından tanıma fırsatı bulacaktır.

Belli bir olgunluğa eriş­memiş kişiler ordu mensubu olamaz­lar. Büyük bir tarihi geçmişi ve kökleşmiş gele­neği olan Türk ordusunun bu ko­nuda gelişmiş ve yerleş­miş ölçüleri var­dır. Halkla bi­rebir ilişkiye girildiği zaman, askeri personeli bazı dış etki­lerden ko­ruma düşüncesiyle halktan uzak tutmanın aşırı bir hassasiyet olduğu görü­lecektir.

Şunu da unutmamak ge­rekir ki, bun­dan zarar göre­cek olan iki yüzlüler ve onla­rın uzantıları, ordu-millet kaynaşmasını engellemek için ellerinden ne gelirse ya­pacaklardır. Çünkü bu, onla­rın oyunlarını bozacak, araya giremeyecekler ve mil­leti ordusundan ayırma umutlarını kaybedeceklerdir. İşte asıl o zaman ordu-millet olduğumuz bütün açıklığı ile ortaya çıkacaktır. Çağımızdaki şavaşların hattı müdafaayı değil, sathı mü­dafaayı gerekli kıldığı, o sathın da bütün vatan olduğu gerçeği, fiilen de bunu zo­runlu kılmakta­dır. O zaman düşmanların ülkemiz üze­rinde planlar yapma imkan­ları da ellerinden alınmış olacaktır. Bunun ne ka­dar faydalı olduğu terörle müca­delede zaten görülmüştür.

Bir başka konu da şudur: Kimi siyaset adamları ve bazı basın organları derin devlet, çeteler vs. gibi üstü kapalı ve iğ­neleyici sözlerle kendi başarısızlıklarını veya halk tarafından kabul gör­meyecek tekliflerini orduya mal etme gibi bir kur­nazlık içine girerek menfaatlerini koruma uğruna bu ayrılığı körükleyebilmektedir­ler. Ordu millet-kaynaşması ideal boyutta devam ettiği taktirde bu gibilerin kurnaz­lık­ları da kursaklarında kalacak ve kendi başarısızlıklarını örtmek için üstü kapalı da olsa orduyu kullanamaya­caklardır.

 

 


 

KİTAB-I MUKADDES’E VE KUR’AN’A GÖRE TEOKRASİ VE LAİKLİK

62. Türkiye’de siyaset, ekonomi ve hukuk gibi temel konuların din ile il­gisi, genellikle hırıstiyanlık ve ya­hudilik açısından ele alınır. Bu sa­hada yetişenlerin çoğu, İslam’ın bu gibi konulara bakışını ya bilmez ya da yanlış bilir. Teokrasi ve laik­lik kav­ramları da böyledir. Bu iki kav­ram, hırıstiyan ülkelerde ortaya çıkmıştır. Aşağıdaki yazı, böyle bir bilgi eksikliğini gidermeye katkıda bulunmak amacıyla hazırlanmıştır.

 

 

 

1- KİTAB-I MUKADDES VE TEOKRASİ

63. Teokrasi, theos (tanrı) ve kra­tein (hükmetmek) sözlerinden olu­şan birleşik bir ke­limedir[24]. Hakimiyeti Tanrıya, ya da Tanrı iradesine da­yandı­ran yönetimler için kul­lanılır. Buna göre krala ve hükümet­lere itaat Tanrı’ya itaattir. Onlara karşı gel­mek Tanrı’ya karşı gel­mektir. Çünkü kral, hükümetler ve vali­ler Tanrı tarafından belir­lenir ve onun tarafından göreve ge­tirilirler.

Bunun Kitab-ı mukaddes’te da­yanağı vardır. Ama Kur’an böyle bir yönetim anla­yışını kabul etmez.

A- İlgili Metinler

64. Kitab-ı mukaddes, Ahd-i atîk ve Ahd-i cedîdden oluşur. Tevrat’a Ahd-i atîk, İncil’e de Ahd-i cedîd denir.

65. İncil’de teokrasiyi öngö­ren me­tinler vardır. Tevrat’ta ise bu an­lama gelebilecek bir ifade yer alır. Tevrat’ın ifadesi şöyledir:

Süleyman dedi ki, “Ey oğlum Rab’den ve kraldan kork. İhtilalcilere ka­rışma[25].

İncil, iki yerde teokrasiyi açıkça emreder. Bu metinler Pavlos’un ve Petrus’un mektuplarında yer alır.

 

 

 

a- Pavlos’un Romalılar’a mektubu

66. Pavlos mektubunda şöyledir:

Herkes emri altında bulunduğu hükümetlere boyun eğsin. Zira Allah tarafından verilmemiş bir yetki yoktur. Mevcut hü­kümetler Allah tarafın­dan atanmıştır. Bunun için hükümete karşı gelen Allah’ın düzenine karşı direnmiş olur. Direnenler kendilerini sorum­luluk altına sokacaklardır. Çünkü hü­küm­darlar iyi işler için değil, sa­dece kötü işler için korkuturlar. Hükümetden korkmamak ister mi­sin? Öyleyse iyi olanı yap, o za­man onun tarafından övülürsün. Çünkü o Allah tarafından, senin iyiliğin için görevlendirilmiştir. Ama eğer kötü olanı ya­parsan kork, çünkü kılıcı boş yere taşımıyor. Zira o Allah’ın hizmetin­dedir, kötü­lük işleyene olan öfke­den dolayı intikam alır. Bu sebeple yalnız kor­kudan değil, gönülden bir bağlılıkla da ona bağımlı olmak gerekir[26]“.

 

 

 

b– Petrus’un 1. mektubu

67. Petrus’un 1. Mektub’unda şu ifadeler geçer:

“İmdi insanlar tarafından kuru­lan her düzene Rabb için bağımlı olun. Gerek başta bulunan kişi ol­ması nedeniyle krala, gerekse vali­lere boyun eğin. Çünkü onlar, O’nun ta­rafından, suçluları ceza­lan­dırsınlar ve iyi iş yapanları öv­sün­ler diye gönderilmişlerdir. Zira Allah’ın is­tediği şudur: Hür kişiler gibi yaşa­yın, ama hürriyetinizi şerre örtü yapma­yın. Ancak Allah’ın kulları gibi olup iyilik yapa­rak cahil kişile­rin cahilliğini sustu­run. Herkese saygı gösterin. Kardeşleri sevin. Tanrı’dan korkun. Krala saygı gös­te­rin[27].”

 

 

 

 

 

B- Teokrasi İle İlgili Yorumlar

68. Hırıstiyan düşünürlerden Jean Calvin ve Stephanus Junıus Brutus’a göre Hırıstiyanlık teokra­siyi emretmektedir.

 

 

a- Jean Calvin’in yorumları

69. Calvin Kitab-ı mukaddes’in yu­karıdaki ifadelerini şöyle yo­rumla­maktadır:

“Petrus, “krala saygı gösterin.” ve Süleyman, “Oğlum Tanrı’dan ve kraldan kork.” dediği zaman biz­den bir şey isti­yor. Çünkü birin­cisi, saygı terimi ardında içten ve ger­çek bir hürmeti kastediyor, ikincisi, kralı Tanrı’yla birlikte anarak kralın bir çeşit kutsal yücelik ve değerle donatıl­mış olduğunu gösteriyor.

Pavlos’un önemli buyruğunu da unutmamalıyız. Onun,“Bu se­beple yalnız korkudan değil, gönülden bir bağlılıkla da ona bağımlı olmak ge­rekir.” sözüyle anlatmak istediği, prenslere ve yöneticilere olan itaatin sadece korkudan değil, bu­nun aynı zamanda Tanrı’ya itaat olduğu biline­rek yapılması gereğidir. Çünkü prenslerin ve yö­neticilerin iktidarı Tanrı’dan gelir…

Pavlos der ki, “Herkes emri al­tında bulunduğu hükümet­lere bo­yun eğsin.” Şu halde her kim hükümete karşı gelirse Tanrı’nın dü­zenine karşı gelmiş olur.

70. Şu hususta kimse kendini al­datmasın, Tanrı’ya karşı gel­meksi­zin yöneticilere karşı çıkamayız. Çünkü silahsız bir yönetici ceza­landırama­yacağı için küçümsense de Tanrı si­lahlıdır ve bu küçüm­seyişin intikamını derhal alacaktır.

İtaat kavramı altında şu unsur­ları görüyorum: Fertler kamu ile ilgili konu­larda kendilerini yetkili gör­memeli, devlet işlerine karışma­malı, yöneticilerin yetkisine gi­ren işlere bu­runlarını sokmamalı ve genel olarak kamuyu ilgi­lendi­ren herhangi bir girişime kalkışmama­lıdırlar. Kamu düze­ninde düzel­til­mesi gerekli olan bir bozukluk varsa kar­gaşa çıkarmamalı, elleri­nin bağlı olduğu bir işe kendilerini sokma­malıdır­lar. Bu alanda eli kolu bağlı olma­yan tek kişi yönetici­dir. Demek is­tediğim, kendile­rine emir verilme­den hiç bir işe kalkışma­sın­lar. Çünkü eğer yönetici emir vere­cek olursa on­lar da kamu otori­tesi ile yetkilendirilmiş olurlar…

71. Kamu yararına uygun yöne­ten­ler, Tanrı’nın hakimiyetinin ger­çek ör­nekle­ridir. Adaletsizce ve dikta­törce hükmedenler de yine Tanrı ta­rafından in­sanları günah­karlıklarından dolayı ceza­landırmak için görevlendirilmişler­dir. Yine de onlarda ya­sal gücü Tanrı’dan aldık­larını gösteren o kutsal haşmet vardır…

Bütün şereften yoksun, en kötü karakterli bir kimse bile eğer kamu yetkisine sa­hipse, Tanrı’nın kendi buyrultusuyla adaletinin ve yargı­sının bakanlarına havale et­tiği o görkemli, kutsal iktidarla do­natıl­mıştır ve do­layısıyla halkına itaati bakımından kralların en iyisi kadar şerefe ve saygı görmeye layıktır.

Karakterleri ne olursa olsun, bu saygıyı, hatta bu dindarca bağlı­lığı bütün yöne­ticilerimize sonuna ka­dar göstermek zo­rundayız. Bunu sık sık tekrar ediyorum ki, kişileri kendi başlarına ele alma­mayı öğ­renelim; Tanrı’nın buyrultusuyla kişilikle­rinde sarsılmaz bir haşme­tin yazılı ve kazınmış ol­masını ye­terli sayalım…

72. Kötülükleri tedavi etmek üs­tü­müze düşmez. Bize dü­şen tek şey, bü­tün kralların yürek ve meyil­leri elinde olan Tanrı’nın yardımını is­temektir… Tanrı’nın önünde onun kut­sadıklarını öpme­yen, yargılanan boynu bükükleri ezmek için ada­letsiz yasalar çıka­ran, yok­sul in­sanlara zulüm, dul kadınlara hak­sızlık, öksüzlere ezi­yet eden, yer­yüzünün bü­tün kralları ve yargıçları sonunda yerlerin­den düşecek ve ezile­ceklerdir[28].”

 

 

b- Stephanus Junıus Brutus’un yorumları

73. Brutus bu konuda şöyle der: Kutsal Kitap, Tanrı’nın kendi sul­ta­sıyla, kralların ise tanrı’dan aldık­ları sultaya da­yanarak hükmettik­lerini, asıl egemenliğin Tanrı’da bulundu­ğunu, kralların onun dele­geleri ol­duklarını söyler[29].

Kral makamını, Krallar Kralı efendimiz Tanrı’dan, kendi halkına adalet dağıtmak ve onları bütün düşmanlarına karşı korumak ama­cıyla alır..

Kralların taç giymesinde iki türlü sözleşme olduğunu oku­yoruz: Biri halkın Tanrı’nın halkı olması için Tanrı’yla kral ve halk arasında, ikincisi, halkın sadakatla itaat, kra­lın da ada­letle hükümdarlık et­mesi için kralla halk arasındadır[30].”

 

 

 

 

 



C- Kilise Ve Teokrasi

74. Kilise, teokratik sistemin en te­mel kurumudur. Çünkü bu sis­temde kralı, hükümetleri ve valileri belirleyen ve göreve getirenin Tanrı olduğuna inanılır. Hırıstiyanlara göre Tanrı Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlüsüdür. Oğul İsa’dır.“Gökte ve yeryüzünde bütün iktidar ona verilmiştir[31].” İsa adına hareket etme ve karar verme yetkisi ise kiliseye aittir. İsa kili­sede hazır bulunur. Çünkü kilise onun manevi varlığı ile bü­tünleş­miştir[32]. Kutsal Ruh ise kili­seyi Allah’ın yani Baba’nın nimeti ve armağanlarıyle doldurur ve hata­lardan korur[33].

75. Matta İncil’ine göre Hz. İsa çarmıha gerilip defnedildikten üç gün sonra kabrinden çıkmış, Galile’de 11 havarisine gö­rünmüş ve şöyle demiştir:“Gökte ve yeryü­zünde bütün iktidar bana ve­rilmiş­tir. Şimdi gidin, bütün ulusları öğrenci yapın. Onları Babam, Ben ve Kutsal Ruh adına vaftiz edin. Sizlere buyurduğum her şeyi tut­malarını onlara öğretin. İşte dün­yanın sonuna kadar ben her an sizlerle beraberim[34].”

Bu, kiliseyi hırıstiyanlar yanında güçlü bir hale getirmiştir. Hatta bir kimsenin hırıstiyanlığa kabulü de kilisenin onayı ile olur. Bunun için vaftiz gerekir. Vaftiz, Yunanca suya batırmak demektir. Bir Hırıstiyanlık terimi olarak İsa’nın manevi vücu­duyla birleşmeyi ve Kutsal Ruh’la yeniden doğmayı ifade eder. Vaftiz, hırıstiyan olmanın ilk şartıdır. Bir kiliseden diğerine geçmek de vaftizle olur[35].

76. Hırıstiyan dünyasında en çok mensubu bulunan mezhep Katolik Mezhebidir. Bu mezhep kendini Petrus’a bağlar. Ruhanî reis Papadır. Papa, İsa’nın vekili ve Petrus’un halefi­dir. Papa yanılmaz bir otorite, kilise ise evrenseldir. Kilise dışında kurtuluş yoktur. Roma, diğer kiliselerin ruhanî merke­zidir ve hepsinden üstündür. Kilise, Kutsal Ruh tarafından sevk ve idare edilir. Kutsal Ruh Baba ve Oğul’dan çıkar. İncil’in yorumu ki­lise eliyle olur[36].

77. Teokratik düzende kralı, hü­kü­metleri ve valileri belirleme ve gö­reve getirme yetkisi kiliseye ait­tir. Çünkü kilise Tanrı adına hare­ket eder ve ona ait olan yetkiyi kul­lanır. Fakat ki­lise bu konuda bir so­rumluluk üstlenmez. Zaten Kutsal Ruh’un kiliseyi hatalardan ko­ruduğu[37] inancı onlara sorumlu­luk yüklemeye engeldir.

78. Buna göre teokrasiyi şöyle tarif etmek gerekir: “Teokrasi, ha­kimi­yeti kilisenin iradesine bırakan yö­netim biçimidir. Bu sistemde kralı, hükümetleri ve valileri belir­leyen ve göreve getiren kilisedir.”

 

 

 

 

 

2- KUR’AN VE TEOKRASI

79. Kur’an’da devlet başkanı, yö­ne­ticiler ve yönetim sistemiyle ilgili özel bir hüküm yoktur. Bu konuda Hz. Muhammed’den de bir emir ve tavsiye gelmemiştir. Bu, yö­netici­lere bir kutsallık verilmediğini on­ların hiç bir konuda dokunulmaz sayılamadığını göste­rir. Teok­rasi bu anlayışa zıt olarak Allah’ın yetkisi­nin bir kuruma devri veya onunla paylaşılması an­lamına geldiği için bu yetkiyi kullananların sorumsuz, kutsal ve dokunulmaz olmasını ge­rektirir. Kur’an’a göre böyle bir dav­ranış şirktir. Allah Teâlâ şöyle bu­yurur:

“De ki: Çocuk edinmemiş olan, hakimiyette ortağı bulun­mayan, acizlik­ten ötürü bir dosta ihtiyacı olma­yan Allah’a hamdolsun.” O’nu bü­yükle­dikçe büyükle.” (İsra 17/111)

Kur’an’a göre Peygamberler bile yaptığından sorumludur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Kendilerine elci gönderilenleri kesinkes sorguya çekeceğiz. O elçileri de kesinkes sorguya çekeceğiz.

Yaptıklarını kendilerine bir bir anlatacağız , çünkü uzakta değiliz.

O gün tartı yapılacağı doğrudur. Kimin tartıları ağır gelirse, işte böyleleri başarmış olacaklardır.

Kimin tartıları az gelirse böyleleri de ayetleri­mize karşı haksız dav­ranışları sebebiyle kendilerini kay­betmiş olacaklardı.r. (Araf 7/6-9)

Teokrasi de yöneticilerin za­lim­liği, onların suçu değil, Allah’ın in­sanları ceza­landırması sayılır. Halbuki Allah zalimlerden uzak durmayı emreder. O, şöyle buyurur:

Siz, zalimlik yapanlara yönel­meyin, yoksa o ateş size de doku­nur. Allah’tan başka size velilik ya­pacak kimse yoktur; sonra, yardım da göremezsiniz. (Hud 11/113)

Haksızlık yapan kim olursa ol­sun, haksızlığa uğrayanın yanında olmak gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Her kim, zulme uğradıktan sonra hakkını alacak olsa ona karşı dur­manın bir yolu yoktur.

Asıl yol, İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı bulunmalıdır. Onların payına düşen elemli bir azaptır. (Şurâ 42/41-42)

Kendi kötü davranışlarını Allah’ın onayladığını, sadece Allah’a ortak koşanlar söyler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Eş koşanlar dediler ki: “Eğer Allah dileseydi onun dışında hiçbir şeye kulluk etmezdik. Bunu ne biz ve ne de babalarımız yapardı. O’nun buyruğu olmadan bir yasak da koymazdık.” Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Elçilere düşen açıktan açığa bildirmekten başka ne olabilir ki?” (Nahl 16/35)

Teokrasi, Allah’a boyun eğer gibi yöneticilere boyun eğmeyi is­ter. Onlara itaat Allah’a itaat, on­lara muhalefet Allah’a karşı gelmek sayılır. Kur’an bunu da şirk sayar. Çünkü onların Allah’ın emrine aykırı isteklerine boyun eğen, o ko­nuda onları Allah’ın ye­rine koymuş olur. Şirk yani Allah’ın yetkisini pay­laşma veya birileriyle paylaştırmaya kalkma günahı bağışlanmaz tek günahtır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah kendine ortak koşulmasını bağışla­maz, bunun altında olanı dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa 4/48)

 

 

 

A- Yönetimle İlgili Kurallar

80. Kur’an’ın devlet yönetimi ile ilgili kuralları evrenseldir. Bunlar her türlü rejimde savunulabilir. Onların yokluğu hu­zursuzluğa ve kargaşaya yol açar. Onlara doğru­dan karşı çıkmak insanı güç du­ruma sokar. Bu kural­lara uyan her sistem, ideal bir devlet sistemi ha­line gelir. Şimdi bunlardan bir ka­çını teokrasi ile mukayeseli ola­rak gö­relim.

 

 

a- Adalet

81. Kur’an, bir ön şart koy­maksı­zın adil olmayı emreder. Bu se­beple yöneticiler, din, ırk, yaş, cin­siyet ve sosyal konum vs. ayırımı yap­maksı­zın herkese adil davran­makla yükümlüdür. Bu konudaki emirler kesindir.

Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emre­der; hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Belki tutarsınız diye size öğüt verir. (Nahl 16/90)

82. Allah zorbalara boyun eğ­meyenleri ödüllendireceğini bil­dirmek­tedir.

Zorbalardan, onlara içtenlikle boyun eğmekten[38] kaçınıp Allah’a yöne­lenler varya, İşte bu müjde onlaradır. Kullarımı müjdele. (Zümer 39/17)

83. Teokraside adalet olmaz. Çünkü bu sistemde kamu yararına uygun yönetenler Tanrı’nın haki­miyetinin gerçek ör­nekle­ri, adalet­sizce ve diktatörce yönetenler de Tanrı ta­rafından in­sanları günah­karlıklarından dolayı ceza­landırmak için görevlendirilmiş kişiler olarak algılanırlar. Böyle bir yöne­timde adalet aramak boşuna olur.

 

 

b- Hürriyet

84. Dinin hür iradeyle seçilmesi Allah’ın değişmez yasası­dır. Bu se­beple bütün pey­gamberler hürriyet konusu üstünde ti­tizlikle durmuş­lardır. İnsanlara; “Allah’tan başka­sına ibadet etmeyin” deme­leri­nin anlamı budur. Çünkü İbadet söz­lükte taat anlamına gelir. Taat bo­yun eğmek demek­tir, daha çok “emre uymak ve izinden gitmek.” anlamında kullanılır[39]. Türkçede buna kulluk ve köle­lik denir.

“Allah’tan başkasına ibadet et­meyin” demek, Allah’tan başkasına kul-köle olmayın, demektir. Bu se­beple teokratik sistem, peygam­ber­lerin bu ortak isteklerine aykırı­dır. Çünkü bu sistem insanları yönetici­lere köle etmektedir.

Burada inanç ve ibadet hürriyeti ile inandığı gibi yaşama hürriyeti, özel önem kazanmaktadır.

 

 

(1) – inanç ve ibadet hürriyeti

85. Dinin özü imandır. İmanın temeli de onu içten kabul etmek, yani kalp ile tasdiktir. Kalpteki tas­diki bir o kişi, bir de Allah bilir. Orası in­sanın en hür olduğu yerdir. Bu se­beple hiç kimse bir inancı kabule veya inkara zorlanamaz. Çünkü bu, insan fıtratına aykırıdır. Allah Teâlâ şöyle buyu­ruyor:

“Dinde zorlama yoktur; artık doğru ile eğri birbirinden iyice ay­rıl­mıştır. Bundan böyle kim zor­ba­ları tanımaz da Allah’a inanırsa kop­mak bilme­yen sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilen­dir.” (Bakara 2/256)

86. İnsanlar ibadete de zorlana­maz. Çünkü ibadet için ni­yet ge­rekir. Niyet, bir şeye içten karar vermek­tir. “Ameller ni­yetlere gö­redir[40].” Bir ibadetin ne maksatla yapıldığını, tam olarak bir o ibadeti yapan bir de Allah bilir. Niyetsiz ibadet yapı­lamadığından zorla iba­det olmaz. Birisine zorla namaz kıldırılabilir ama niyet et­mezse na­maz kılmamış, bo­şuna yatmış kalkmış olur. Bu da bir şeye yaramaz.

87. Bir kimsenin müslüman ol­ması için bir tören yapılmasına ge­rek yoktur. İnanılması gereken şeylere içten inandı mı müslüman olur. Ama hırıstiyanlıkta dine kabul, vaf­tiz töreniyle olur. Böyle bir tören kişiyi, onu dine kabul edenlerin manevi baskısı altında bırakır. İnsanları dine kabul yetkisini Allah Hz. Muhammed’e bile vermemiştir. O, şöyle buyurur:

“Sen, sevdiğini yola geti­remez­sin, ama Allah, di­lediğini yola geti­rir. Yola gele­cekleri en iyi o bilir.” (Kasas 28/56)

 

 

 

(2) – İnandığı gibi yaşama hürri­yeti

88. İnanç bir kalp işi olduğu için inanç hürriyetini tanımanın veya tanımamanın bir anlamı yoktur. Ancak din hürriyetinden bahsedi­lebilir. Din deyince, o dinin bütün emir ve yasakları anlaşılır. Bunun daha açık ifadesi, inandığı gibi yaşama hür­riyetidir.

89. Devletin vatandaşı ile ilişkisi dinî veya ideolojik boyutta değil, adalet boyutunda olur. Müslümanların devlet ge­lene­ğinde, insanların inandığı gibi ya­şamaları sağlanmış ve inançlara hakaret fırsatı verilmemiştir. Mesela Osmanlı, mey­hane aç­mayı ve do­muz yetiştirmeyi müslüman kesime yasak­larken hırıstıyanlara serbest bırakmıştır. Çünkü onların inançla­rına göre bunlar günah değildir.

Bu anlayış, İspanya’dan kaçan yahudilere kucak aç­mamıza ve on­lara huzurlu bir hayat sağlama­mıza sebep olmuştur. Onlar bunun hatırasına Türkiye’de 500. Yıl Vakfı’nı kurmuşlardır.

 

 

 

c- Aklın kullanılması

90. Akıl insanı hayvandan ayırır. İnsan arzularını dizginleyebi­lirse güzel şeyler olur. Arzular öne çıkarsa düşünceler, bakışlar ve anlayışlar değişir.

91. Kur’an daima aklı kullanmaya çağırır. Kur’an’da akıl) keli­mesi geçmez onun yerine 16 yerde lübb’ün çoğulu olan elbâb ge­çer. Lübb, lekesiz saf akıl[41] an­lamına gelir. Çünkü şart­lanmış, menfaatlerinin ve bek­lenti­lerinin esiri olmuş kişiler de akıllıdır ama onlar akıllarını gereği gibi kulla­na­mazlar. Kullansalar bile çı­kan so­nuca güven duyup bağla­namazlar. Onların akılları lekeli ve bulanıktır. Öncelikle aklı, arzuların esiri ol­maktan kur­tarmak gerekir.

Kur’an’da akıl kö­künden tü­re­til­miş olup aklı kullanma an­lamındaki kelimeler 48 yerde ge­çer. Bunlardan biri şöyledir:

“Allah pisliği akıllarını kullanma­yanların üstüne bırakır.” (Yunus 10/100)

92. Teokratik sistem, vatandaşın aklını kullanmamasını ve bir şeye ka­rışmamasını ister. Jean Calvin’in şu ifadeleri bunu açık bir şekilde göste­rmektedir:

“Fertler kamu ile ilgili konularda kendilerini yetkili görme­meli, dev­let işle­rine karışmamalı, yönetici­le­rin yetkisine gi­ren işlere bu­run­larını sokmamalı ve genel olarak ka­muyu ilgi­lendiren herhangi bir gi­rişime kalkışmamalıdır­lar. Kamu dü­zeninde düzeltilmesi ge­rekli olan bir bozukluk varsa kargaşa çıkarmamalı, ellerinin bağlı ol­duğu bir işe kendilerini sok­mamalıdır­lar. Bu alanda eli kolu bağlı olmayan tek kişi yöne­ticidir[42].

Buna karşılık Kur’an, insanın et­rafında olup bitenlerle ilgi­lenme­sini, yanlış davranışlara karşı çık­masını ister. Kur’an’da, İsrailoğullarından inkar edenlerin, Hz. Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlendikleri ve bu­nun se­bep­lerinden birinin şu olduğu açıklanır:

“Onlar birbirlerinin işledikleri fe­nalıklara engel olmazlardı. Yapmış ol­dukları şey ne kötü idi!” (Maide 5/79)

Hz. Muhammed de şöyle der: “Sizden kim bir kötülük gö­rürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yet­mezse diliyle dü­zeltsin. Ona da gücü yetmezse içten içe karşı çık­sın. Bu imanın en zayıf olanıdır[43].”

 

 

d- Yalnız Allah’tan korkmak

93. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “insanlar­dan korkmayın, ben­den kor­kun, ayetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin.” (Maide 5/44)

“Eğer inanıyorsanız bilin ki asıl korkmanız gereken Allah’tır.” (Tevbe 9/13)

Teokrasi, yöneticiden korkul­masını ister. Jean Calvin’in sözleri şöyledir: “Ülkenin babası, halkının ço­banı, barışın koruyucusu, adale­tin başkanı, suçsuzların sa­vunu­cusu olan yö­neticinin gücünü ka­bul etmeyen kişi haklı olarak deli sayıl­malıdır[44].” Demek ki bu sis­temde yöneticiden korkmayan ve onun gücünü kabul etmeyen deli damgası yer.

 

 

 

e- Yanlışa karşı çıkmak

94. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“İçinizde iyiliğe çağıran bir öncü­ler grubu bulunsun. Doğruyu em­retsin­ler ve uygunsuzluğa engel olsunlar. İşte böyle toplum­lar düz­lüğe çıkar­.” (Al-i İmran 3/104)

Firavun Mısır’da güçlü bir krallık kurmuştu. Halkını köle yerine ko­yar, onlar da ona baş eğerlerdi. Allah bunu kınamış ve şöyle bu­yurmuştur:

“Musa’yı belgelerimizle ve açık bir yetki ile göndermiştik,

Firavun’a ve adamlarına… Ama onlar Firavun’un buyruğuna uydu­lar; oysa Firavun’un buyruğu doğ­ruyu gös­termiyordu.” (Hud 11/96-97)

Bir kişi, Hz. Muhammed’e sordu:

“- Hangi cihad daha değerlidir?

Dedi ki, ” Zalim sultanın yanında söylenen doğru söz[45].”

Teokrasi, yetkililerin zalimliğini Allah’ın halkı ceza­landırması saya­rak kutsamaktadır. Böyle bir sistem zalim sultanın yanında söylenecek her doğru sözü yanlış sayar. Çünkü bu sistemde yetkililerin yaptığı her şey doğru, onlara karşı çıkmak yanlıştır. Jean Calvin’in şöyle diyor:

“.. Karakterleri ne olursa olsun, bu saygıyı, hatta bu din­darca bağlı­lığı bütün yöneticilerimize so­nuna kadar göster­mek zorun­dayız… Bundan itaatin adil yöne­ticilere gösteri­leceği sonucunu çıkarıyor­sanız yanlış dü­şünüyorsunuz. …Eğer bir vahşi ta­rafından zalimce işkence görürsek, eğer haris ve lükse düşkün biri ta­rafından doy­mak bilmez bir şekilde so­yulacak olursak, eğer bir tembel tarafından ihmal edilecek olursak, eğer kısa­cası doğruluğumuz yü­zünden dine ve kutsal şeylere saygısız olan bir prens tarafından eza görecek olur­sak ilk önce işlediğimiz günahları hatırlayalım, çünkü Tanrı, şüphe­sizdir ki karşımıza çıkan bu kötülük­lerle bizi cezalandırmaktadır. Böylelikle bo­yun eğiş bizi sabırsız­lığımızdan kurtaracaktır. Ve düşü­nelim ki bu kötülük­leri tedavi et­mek bizim üs­tümüze düşmez. Bizim üstümüze düşen tek şey, bütün kralların yü­rek ve yön­seme­leri elinde olan Tanrı’nın yardımını istemektir[46].”

95. Kur’an’a göre bir kimsenin etkili ve yetkili bir makamda ol­ması onun doğru davrancağı anlamına gelmez. Yanlış dav­ranan kim olursa olsun, onun bu davranışı onayla­namaz.

Güçlü kral Firavun Hz. Musa’ya karşı halkına şöyle demişti:

” Ey kavmim! Mısır’ın hakimiyeti bende değil mi? Bu nehir­ler be­nim topraklarımın içinde akmıyor mu? Görmez misi­niz?”

“Yoksa ben şundan, daha ne demek istediğini bile açıklayama­yan şu alçaktan iyi değil miyim?” (Zuhruf 43/51-52)

Firavun dedi: “Bırakın beni Musa’yı öldüreyim; o da Rabbini ça­ğırsın bakalım. Çünkü korkarım o, sizin dininizi değiştirir veya bu toprakta karı­şıklık çıkarır.”

Musa şöyle dedi: “İşte ben, be­nim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a sı­ğınırım. Hesap gü­nüne inanmayan her kibirlinin şer­rinden.” (Mümin 40/26-27) Çünkü Hz. Musa, gere­ken her uyarıyı yapmış, ama Firavun bu uyarılara zul­münü artırarak cevap vermişti.

Bütün bunlar, siyasi çalışmalara katılıp yanlış davranış­lara engel olmak için elden ge­leni yapmayı zorunlu kılar. Ama teokratik sistem bunu ka­bul etmez.

 

 

 

B- Mezhep Ve Tarikatlar

Buraya kadar anlatılanlar sünni mezheplerin görüşüdür. Ama şiilik ile tarikatlar öyle değildir. İran’da şianın imamiye kolu yaygındır. Şimdi İran şiilerinin konu ile ilgili görüşleri ile tarikatların bazı görüşlerine bakalım.

 

 

 

a- İran benzeri İslam cumhuri­yeti

96. İran’a hakim olan mezhep şiiliktir. Bu mezhep dev­let başka­nının kim olacağı hususunda çıkan ihtilaftan doğ­muştur. Onlara göre imam, yani devlet başkanı Hz. Peygamber tarafından tayin edil­miş olmalı ve bütün günah­lar­dan arındırıl­mış bulunmalıdır. İlk şiiler bu şahsın Hz. Ali olduğu ko­nusunda itti­fak etmişlerdir. Onlara göre devlet başkanlığı siyasi değil dinî bir makamdır. Onların imamlık, yani dev­let başkanlığı konusun­daki bazı görüşleri şöyledir:

“İmamlık ancak Allah’tan nass (açık bir emir) ile, yahut o imam­dan önceki imamın onun imame­tini be­yaniyle tahakkuk eder. İnsanların seçmesiyle, istemesiyle olmaz. İnsanlar di­lediklerini imam ola­rak tayin, yahud dilediklerini azil hak­kına sahip değillerdir.[47]

Şia’nın konu ile ilgili inançları şöyledir:

“İmamın da peygamber gibi içte, dışta, görünürde, gizli­likte, bütün kötü ve pis şeylerden, doğumun­dan vefatına dek masun (korunmuş) olduğuna inanıyoruz. İmam, imametten önce, sonra, soy boy şe­refi bakımından en yüce ve temiz kişi olup her türlü kötülükten, suçtan, yanılmadan, yanlış iş gör­meden, unutmadan ve her türlü aşağılık şeylerden masundur[48].”

97. İran’daki şiilerin, İmamın sıfat­ları ve bilgisi ile ilgili inançları şöyledir:

“İmamın peygamber gibi, yiğitlik, kerem, temizlik, gerçeklik, adalet, tedbir, hikmet ve bütün üstünlükler ve iyi huylar bakımın­dan halkın en seçkini olması gerekir ve buna inan­maktayız…

İmamın ilahî hükümlere, ilahî maarife, bütün bilgilere sahip ol­ması, peygamber, yahut kendisin­den önceki İmam vasıtayla­dır. Yepyeni bir şey hakkında da imam, Allahu Talâ’nın ona ih­san ettiği kudsi kuvvetle, ilham yoluyla ge­reği gibi hükmeder, o şeyi kün­hüyle anlar, bilir. Bir şeye yöne­lirse, onu bilmek dilerse, o şey hakkında, ancak gerçeği bilir, ya­nılmaz, şüpheye düşmez, bu hu­susta aklî delillere, yahut belle­ten­lerin belletmesine ihti­yacı yok­tur. Bilgisi iktiza edince daha da derin­leşir. Daha da zi­yadeleşir…”

“… İmamlardan hiçbiri bir mual­lime gitmemiş, bir mürebbi­den bir şey öğrenmemiştir… Hiç biri bir hocadan ders gör­memiş, hiç biri bir mektebe, bir medreseye git­memiştir. Böyle olduğu halde kendilerine bir şey sorulunca ona derhal en doğru cevabı ver­mede­ler. Dillerine bilmiyorum sözü gel­mediği gibi cevap ver­mek için dü­şünmeleri yahut cevabı bir müddet sonraya tehir et­meleri de vaki değildir…[49]

98. Şiilerin imamlara itaat konu­sunda inançları şöyledir:

“Onların buyrukları Allah’ın buy­ruklarıdır. Yasakları O’nun ya­sak­la­rıdır. Onlara itaat Allah’a itaattır. Onlara isyan, Allah’a is­yandır. Onları seven Allah’ı sever. Onlara düşman olan Allah’a da düşman olur. Onların emirlerini reddetmek caiz değildir[50].”

Bu görüşler teokrasi ile bağda­şır. Ehl-i sünnetin bunları kabul et­mesi mümkün değildir. Şia’nın imamlar için söylediklerinin ço­ğunu ehl-i sünnet pey­gamberler için dahi söylemez. Çünkü Kur’an’a göre Hz. Muhammed tıpkı bizim gibi bir insandır. Bizden farkı, Allah’ın Elçisi olmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana, sizin tanrını­zın bir tek tanrı olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuş­mayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin.” (Kehf 18/110)

99. Sünniler devlet başkanlığını si­yasi bir makam sayarlar. Bu se­beple devletle­rini, İslam adıyla değil, Abbâsî, Selçuklu ve Osmanlı gibi adlarla kur­muşlardır. Dört ha­life döneminde devlete ad bile konmamış­tır. Sünniler, devlet baş­kanını sıradan bir insan sayar, ona olağanüstü kişilik vermezler. O da herkes gibi yanılabilir ve yanlış kararlara varabilir­.

Bir gün Halife Ömer min­berden şöyle seslen­mişti: “Ey in­san­lar, ona salat ve selam olsun Muhammed’in gö­rüşü doğru idi. Çünkü Allah ona gerçeği gösteri­yordu. Bizim gö­rüşü­müz ise sa­dece zan ve so­rumlu­luk al­tına gir­mekten iba­ret­tir.”

Halife Ebûbekir bir ko­nuda Allah’ın kita­bında ve Hz. Muhammed’in sün­ne­tinde bir şey bulamazsa kendi görüşüne göre icti­had eder ve şöyle derdi: “Bu benim gö­rüşümdür. Doğruysa Allah’tan, yanlışsa bendendir. Allah’ın beni bağışlama­sını di­le­rim.”

Halife Ömer bir ki­şiyle karşılaş­mış ve ne var ne yok, diye sor­muştu. O da Ali ve Zeyd şöyle bir hüküm verdiler de­mişti. Bunun üzerine Ömer; “Eğer ben olsaydım şu şekilde hükme­derdim.” dedi. Adam dedi ki;

“Senin hükmet­mene ne engel var, yetki senin elindedir.” Ömer şöyle cevap verdi:

“Senin me­seleni Allah’ın Kita­bına ya da Allah’ın Elçisinin hük­müne dayan­dır­saydım bunu ya­pardım. Ama mese­leni gö­rüşe da­yandı­rıyorum, görüş belirtme hakkı or­taktır. Benim gö­rü­şüm Ali’nin ve Zeyd’in görüşünü değersiz hale getir­mez[51].”

 

 

 

b- Tarikatlar

100. Tarikatlar teşkilatlıdır. Onların tekkeleri ve zaviyeleri vardır. Her birinin bir ruhâni reisi yani şeyhi bulunur. Onlara göre şeyh, kul ile Allah arasında bir vasıta, Allah’ın kaplarından bir kapıdır[52]. Tarikata giriş el alma (bey’at) denen bir iş­lemle gerçekleşir. Böylece şeyh müridi Allah yolunda teslim almış sayılır. Kurtuluş için bir tarikata girmek şarttır[53]. Şeyh pey­gamberin vekili[54] ve yanılmaz bir otoritedir[55]. O müridin ma­nevi babasıdır[56].

101. Bunlar Kur’an’a açıkca aykırı şeylerdir. Nasıl gerçek İncil’in dı­şında oluşan Kilise, teokrasinin kaynağı olmuşsa bizde de Kur’an’ın dışında oluşan tarikatlar teokratik düşünceye zemin hazır­lamışlardır. Tarikatlar ta­rafından asırlarca işlenen fikirler bugün tari­kat mensubu olmayan kişileri de sarmıştır.

Hiç bir tarikat kilise gibi teşkilat­lanmış değildir. Bugüne kadar bir tarikatın emrine girmiş devlet de olmamıştır. Kur’an var olduğu sü­rece bunun ger­çekleşmesi bekle­nemez. Tarikatlarla ilgili şikayet edilecek bir çok konu vardır. Bunlar, müs­lümanların Kur’an ışı­ğında eğitilmesiyle ortadan kalkar.

 

 

 

C- Cami Ve Teokrasi

102. İslamda ruhban sınıfı yoktur. Camiler kilise teşkilatı gibi örgüt­lenmemiştir. Eskiden camide gö­revli imam ve müezzin bile bulun­mazdı. Cemaatten biri ezan okur, ehli­yetli biri de namaz kıldırırdı. Camilerin düzenli olarak açılması, ezanın zamanında okunması, cami bakımlarının yapılıp eşyasının ko­runması gibi ihtiyaçlar cami görev­lerinin ihdasına sebep olmuştur. Cuma namazı için de durum aynı­dır. Ancak Cuma günü büyük bir cemaate namaz kıldırmak ve on­lara hitabetmek bir çok kimsenin ilgisini çe­keceği için bu konuda çekişme ve tartışma çıkabilir. Bunu göz önünde bulunduran Hanefî mezhebi, Cuma namazını ya o yerleşim yerinin en yetkili kişisinin ya da onun tayin edeceği bir kişi­nin kıldırmasını şart koşmuştur. Yoksa ibadet için toplaşan insan­lar birbirine girebilirler [57].

103. Bir kimsenin müslüman ol­ması tamamen kendi kararına bağ­lıdır. Bunun için caminin veya bir dinî kuruluşun onayı aranmaz. Vaftize benzer bir törenin yapılması da sözkonusu değildir. Çünkü İslamda ne din adamı, ne de bir başka kişi Allah adına hereket edebilir. Zaten Allah müslüman ol­mayı öyle bir kaideye bağlamıştır ki, buna kimse karışamaz. Çünkü dinin özü imandır. İmanın temeli de onu içten kabul etmek, yani kalp ile tasdiktir. Kalpteki tasdiki bir o kişi, bir de Allah bilir. Orası in­sanın en hür olduğu yerdir. Bu se­beple hiç kimse bir inancı kabule veya inkara zorlanamaz. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur:

“Dinde zorlama yoktur; artık doğru ile eğri birbirinden iyice ay­rıl­mıştır. Bundan böyle kim zor­ba­ları tanımaz da Allah’a inanırsa kop­mak bilme­yen sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilen­dir.” (Bakara 2/256)

Kiliseye benzer bir teşkilatı ol­mayan, din adamlarını birer ruhanî lider değil, sadece din konusunda toplumu aydınlatan ve onlara ör­nek olmaya çalışan kişiler olarak gö­ren bir dinin teokrasiyi kabul etmesi sözkonusu olamaz.

 

 

 

 

 

3- LAİKLİK

104. Laiklik, devletin dinî bir ku­rumun hakimiyetinde olmaması demektir. Bu sebeple laiklik ile te­okrasi bir­birine zıttır.

Kilisenin Tanrı adına hareket et­tiğine inanıldığından kralı, hü­kü­met­leri ve valileri belirlemede ve gö­reve getirmede ki­lise kendini hep yetkili görmüştür[58]. Bugün ki­lise, seçilmiş kişilere yemin ettir­mekle bu yetkisini az da olsa sür­dürmek­tedir. Bu sebeple teokra­siye karşı mücadele kiliseyi devlet­ten uzak­laştırmakla başarılabilmiş­tir. Fransız tarihi bu konuda ve­ril­miş mücadelelerle doludur. Bu ül­kede Kilisesinin devlet üzerindeki ege­menliğini kırma çabaları XIV. yüz­yıla kadar gi­der[59]. Laiklik, gös­terilen bu çaba­lar sonucu ortaya çıkmıştır.

Fransızca’da dinî kuruluşların hakimiyetinden bağımsız bir ku­ruma Laik (laic veya laique) de­nir[60]. Fransa’da dinî kuruluş de­yince akla gelen Katolik Kilisesidir, dolayısıyle bu kilisenin hakimiye­tinde olmayan her kurum laiktir.

105. Laiklik mücadelesi dine karşı değil, kiliseye karşı verilmiştir. Nitekim Fransa’da kurucu meclis üyeleri tarafından hazırlanan ve Ağustos 1789’da kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 10. maddesi dü­şünce özgürlüğünü, 11. mad­desi de ifade özgürlüğünü düzen­li­yordu. Bu bildirge 1791 tarihli Fransız Ayasası’nın başlangıç bö­lümü oldu[61]. Böylece bu anayasa, Katolik Kilisesinin imtiyazlarına son vermeyi ve protestan, yahudi veya dinsiz olanların haklarını, özellikle vicdan hürriyeti adına her çeşit dinî tezahürü eşit görmeyi hedefliyordu[62]. Çünkü teokratik sistemde bir başka din mensu­buna hayat hakkı tanınamazdı. Bu hareket dine karşı olsaydı, başarıl­dıktan sonra din özgürlüğü veril­mez, aksine bu özgürlük tü­müyle ortadan kaldırılırdı.

106. 1948’de Birleşmiş Milletler ta­rafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi de düşünce vicdan ve din hürriyeti konusunu karara bağlayarak teok­rasinin önünü iyice kesmeye ça­lıştı. Bu madde de dine değil, ki­li­senin ha­kimiyetine karşıdır. Bu ha­reket, dinin sosyal alandan ve kamu alanından soyutlanmasına yönelik de değildir. Bu zaten dü­şünülemez. Dindar bir kişi, di­ninin emrini bırakarak başka kişilerin emrini ye­rine getiremez. Eğer ye­rine getirmek zorunda kalırsa ya giz­lice ya da açıktan buna karşı koyar. Bu da toplumda huzursuz­luk doğurur. Beyannamenin ilgili 18. maddesi şöyledir:

“Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir; bu herkes için yalnız ya da topluca, gerek kamu önünde ge­rekse özel olarak öğretimle, uygulamalarla, tapın­mayla ya da dinsel yükümlü­lükleri yerine getirerek dinini ya da inan­cını ortaya koymak öz­gürlüğünü de içerir[63].

107. Bütün bu durumlara göre la­iklik, devletin dinî kurumların ha­kimiye­tinden bağımsız hale gel­mesi de­mektir. Yani laiklik devletin bir vasfıdır. Nitekim 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’nın 2. maddesi de bunu böyle belir­lemiştir. Madde aynen şöyledir:

“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk mil­liyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere daya­nan, demokratik, lâik ve sos­yal bir hukuk Devletidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir başka özelliği de insan hak­larına saygılı olmasıdır. Anayasa’nın 24. maddesi her va­tandaşa vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyeti ta­nımıştır. 26. maddeyle de düşün­ceyi açıklama ve yayma hürriyeti ve­rilmiştir.

Konu Kur’an açısından değer­lendirilince, Kur’an’da din özgürlü­ğünün değişmez esaslara bağ­landığı görülür.

Dinin özü imandır. İmanın temeli de kalp ile tasdiktir. Kalp insanın iç dünyasındadır. İnsan bu­rada ala­bildiğine hürdür. Bu sebeple hiçbir inanç insana zorla kabul ettirile­mez. Din hürriyetinin teminatı Kur’an’dır. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur :

“Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?” (Yunus 10/99)

 

 

 

 

4- DEĞERLENDİRME

108. Tevrat’ta teokrasinin delili diye gösterilen söz Hz. Süleyman’a ait­tir. Elimizdeki Tevrat’a göre Hz. Süleyman Allah’ın elçisi değil, bir kraldır[64]. Ama Kur’an Hz. Süleyman’ı Allah’ın elçisi sayar.

Tevrat’ta Hz. Süleyman’a ait olduğu bildirilen ifade şöyledir: “Ey oğlum Rab’den ve melik’ten kork. İhtilalcilere karışma[65].” Kral’dan korkmak, onun zulmüne karşı ko­runmak için olabilir. Çünkü bu, haksızlığa bir çeşit karşı koymadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de kâfir ve münafıklara karşı korunma ile ilgili benzer bir ifade vardır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Eğer sabırlı olur ve korunur­sa­nız onların hileleri size bir zarar ver­mez.” (Al-i İmran 3/120) Korunma ihtiyacı korkudan doğar. Bu se­beple ayette, “korunma” diye ter­cüme ettiğimiz ittikâ ( ) kelimesi korku diye de tercüme edilmiştir.

“İhtilalcilere karışma” ifadesi de “bozgunculara karışma” şeklinde yorumlanırsa Hz. Süleyman’a ait olduğu ifade edilen bu söz, teok­rasinin delili olmaktan çıkar.

109. İncil’deki metinlere gelince; Pavlos’un ve Petrus’un mektup­la­rının İncil diye gösterilmesini Kur’an kabul edemez. Çünkü Kur’an’a göre İncil Allah’ın kitabı, Hz. İsa da elçisidir[66]. Petrus ile Pavlos ise birer hırıstiyandır. Petrus Hz. İsa’nın havarilerinden­dir[67]. Pavlos ise Kur’an’ın tanımladığı anlamda bir havari değildir ama hırıstiyanlar onu ha­varilerden sa­yarlarr[68]. Hz. İsa’nın havarileri, Kur’an’a göre Hz. Muhammed’in sahabileri gibi­dir[69].

110. Tevrat, İncil ve Kur’an, Allah’ın sözlerini içeren kitaplardır. Bunlarda in­san sözü olmaz. Ama elimizdeki Tevrat ve İncil’e insan sözü karışmıştır. Bunun en açık delili Pavlos ve Petrus’un mektup­larıdır. Kur’an’da Allah’ın sözleri dı­şında tek bir söz yoktur. Hz. Muhammed’in sözleri Kur’an’ın dı­şındadır ve hadis adını alır. Havariler ise Hz. Ali ve Hz. Ebubekr gibidir. Ali ve Ebubekr’in sözlerine sahabi sözü denir. Hz. Peygamber’in sözleri Kur’an sevi­yesinde kabul edilemez. Sahabinin sözü de peygamber sözü seviyesinda olamaz. Dolayısiyle Petrus ve Pavlos’un mektupları İncil’in bir parçası sayı­lamaz. Bunlar birer insan sö­züdür.

İncil’de Hz. İsa çarmıha gerilip defnedildikten üç gün sonra kab­rinden çıktığı, Galile’de 11 havari­sine görünerek şöyle dediği yazılı­dır:

“Gökte ve yeryüzünde bütün ik­tidar bana verilmiştir. Şimdi gidin, bütün ulusları öğrenci yapın. Onları Babam, Ben ve Kutsal Ruh adına vaftiz edin. Sizlere bu­yurduğum her şeyi tutmalarını on­lara öğretin. İşte dünyanın sonuna kadar ben her an sizlerle berabe­rim[70].”

Bu sözler kilisenin, güçlü ol­duğu zaman devletler üze­rinde hakimiyet kurmasına yol açmıştır.

Aynı İncil’in bir başka ifadesine göre Hz. İsa dünyaya ha­kimiyet kurmak için değil, hizmet etmek ve hayatını vermek için gelmiştir[71]. Bu, bir önceki ifadeyle çelişmektedir.

Kur’an Hz. İsa’nın vefatından sonra dünya ile ilişkisinin ke­sildi­ğini ve olup bitenlerden ha­berdar olmadığını bildirir.

“Allah, (ahirette şöyle ) diyecek­tir. “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı olarak benimseyin dedin?” O da şöyle cevap vere­cektir: “Haşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz sen onu bilirsin; sen, benim içimde olanı bi­lirsin; ben senin içinde olanı bil­mem; doğrusu görül­meyeni bilen ancak sensin”

“Ben onlara sadece Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kul­luk edin diye bana emrettiğini söyledim. İçlerinde bu­lunduğum sü­rece on­ları gö­zeti­yordum. Beni vefat etti­rince artık onlar üze­rine gö­zetle­yici yalnız sen oldun. Sen her şeyi gö­rüp gözetirsin.” (Mâide 5/116-117)

Nasıl ki Hz. Muhammed’in söz­leri Kur’an ayeti değilse Hz. İsa’nın sözleri de İncil ayeti değildir. Hele Hz. İsa’nın vefatından sonra söy­lediği iddia edilen sözler onun sözü bile olamaz. Teokrasi bu sözler üzerine kurulduğuna göre gerçek İncil’in Kur’an gibi teokra­siyi kabul etmediği ortaya çıkar.

111. Hırıstiyanlar nasıl Petrus ve Pavlos’un mektuplarına daya­narak bir teokratik sistem kurmuşlarsa şiilerin imamiye kolu da kendi büyüklerine ait sözlere dayanarak teokratik sisteme benzer bir sis­temin savunucuları olmuşlardır.

Şiiler imamlarının ve müctehid­lerinin sözlerine Allah’ın sözü de­mezler. Ama bir çoğu onları Allah’ın sözü gibi bağlayıcı sayar. Onların şu ifadelerine bakalım:

“İctihad şartlarını kendisinde toplamış müctehit, gaybet (imamın gözlerden uzak bulunması) za­ma­nında İmam aley­hisselam’ın naibi­dir, mutlak olarak hâkim ve reisdir; hüküm vermekte, halka hükme­tekte İmamın salahiyetine sahiptir. Onun hükmünü kabul et­memek İmam’ın hükmünü kabul et­memek­tir; İmam’ın hükmünü kabil etme­mek ise Allah’ın hük­münü ka­bul etmemektir ki, bu, sâdık-i âl-i Muhammed’den ri­vayet edilen hadise göre Allah’a şirk koşmakla birdir[72].”

Sâdık-i âl-i Muhammed, Hz. Muhammed’in soyundan, ge­len doğru kişi demektir. Bu kişi Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin dahi olsa onların sözleri bize delil olamaz. Bu, Petrus ve Pavlos’un sözlerine verilen değere çok benzemektedir.

Ehl-i sünnet, müctehid imamlar­dan hiç birine kutsallık tanımaz ve hiç birinin sözünü bağlayıcı say­maz.

Ma’n bin İsa el-Kazzaz demiştir ki, İmam Malik’ten şunu işittim; “Ben sa­dece bir insanım, hata yap­tığım da olur doğruyu bulduğum da. Görüşüm üzerinde düşünün, Kitap ve Sünnet’e uygun olanını alın, Kitap ve Sünnet’e uy­gun ol­ma­yanını da bıra­kın[73].”

İmam Malik sık sık şöyle derdi: “Bizimkisi zandan ibarettir. Kesin bir kanaate va­ramayız.[74]

Ebû Yusuf ve Hasan bin Ziyad, Ebû Hanife’nin şöyle dedi­ğini nak­letmişlerdir. “Bizim şu ilmimiz bir görüş­tür. O, gücü­müze göre vardı­ğımız en güzel görüştür. Kim bun­dan daha gü­zelini geti­rirse ka­bul ede­riz[75].”

 

 

 

 

SONUÇ

112. Kur’an teokratik sistemi asla ka­bul etmez. Teokrasi, Allah’ın yetki­sinin kiliseye devri veya kilise ile paylaşılması anlamına geldiği için Kur’an’a göre böyle bir davra­nış şirktir.

Diğer taraftan teokraside Allah’a boyun eğer gibi yönetici­lere boyun eğilmesi istenmektedir. Onlara itaat Allah’a itaat, onlara muhalefet Allah’a karşı gelme sayılmaktadır. Kur’an, bunu da şirk sayar.

113. Bunun dışında Kur’an’ın tav­siye ettiği bir devlet düzeni yoktur. İslamın evrensel ve zamanüstü olması da bunu ge­rekli kılmaktadır. Kur’an devletlerden, bir takım ev­rensel istek­lerde bulunur. Bunların bir kısmı yukarıda belirtilmiştir. Onlar öyle şeylerdir ki, hiçbir top­lum bunlardan vazgeçemez. Hiç bir idare de bu konuda mücadele eden insanları doğrudan karşısına alamaz Bu da İslamın her zaman ve her yerde yaşanabilmesine im­kan verir.

114. İslam bilginlerinin siyasi otorite­den bekledikleri görevler şöyle özetlenebilir: “Siyasi otorite kanun­ları uygular, cezaları infaz eder, toplumun ihtiyaçlarını giderir, as­keri donatır, vergi toplar, zorba­ları, soyguncuları ve eşkiyayı dize geti­rir. İnsanlara, inandıkları gibi yaşama hürriyetini sağlar. Adliye teşkilatının aksamadan ve ser­bestçe çalışmasını temin eder. Gelir ve servet dağılımının dengeli olması için tedbirler alır. Korunmaya muhtaç çocukların ih­ti­yaçlarının tabii ortam içinde karşı­lanabimesi için gerekeni ya­par. Yoksullara des­tekte bulunur.”

Sonuç olarak şunu söylemek ge­rekir: Teokrasi Kur’an’ın kabul etmediği bir devlet sistemidir. İncil’in teokratik dü­zeni emreden ifadeleri, Kur’an ölçülerine göre gerçek İncil’e ait olamaz. Bu konu yukarıda açıklanmıştır. Bundan gerçek hırıstiyanlığın da teokrasiyi kabul et­meyeceği sonucu çıkar. Laiklik de teok­rasiye karşı verilen mücadelenin adı olmuştur. (Prof. Abdülaziz Bayındır, DİN ve DEVLET İLİŞKİLERİ-TEOKRASİ ve LAİKLİK)

http://www.suleymaniyevakfi.org/modules/kitaplar/books/teokrasi.doc

 


[1]– Büyük Larousse Ansiklopedisi, Laik maddesi

[2]– Günay TÜMER, Abdurrahman KÜÇÜK, Dinler Tarihi, Ankara 1993, s. 256.

[3]– Büyük Larousse Ansiklopedisi, Laiklik maddesi,

[4]– Büyük Larousse Ansiklopedisi, insan maddesi

[5]– GRIC (Groupe de Rechercehes Islamo- Chretien = İslam Hırıstiyan Araştırmaları Topluluğu), Din ve Devlet, Islamochristana, 12, Roma 1986, s. 49-72′ den. Tercüme M. Sait HATİPO⁄LU, İslâmî Araştırmalar Dergisi, C. III, sayı 3, Ankara 1989, s. 102.

[6]– Büyük Lrousse Ans. İnsan maddesi. İst. 1986.

[7]Şeyhülislamlığı bir dini kurum sayanlar olabilir. Şeyhülislamlık kilise gibi bir dini durum değildir. Bunun Kur’an’a veya sünnete dayandırılan bir tarafı yoktur. O, ihtiyaç duyulduğu için ihdas edilmiş bulunan ilmî ve hukuki bir kurumdur. Şeyhülislam siyasi otoriteye bağlı idi. Göreve gelmesi ve görevden ayrılması siyasi otoritenin emri ile olurdu. Nitekim bir kanunla varlığına son verilmiştir. Ama devletler binlerce kanun çıkarsa kilisenin varlığını sona erdiremez.

[8]– Ateizm, tanrıtanımazlık anlamına gelir. Adına ister tabiat, ister Gök Tanrı isterse ne denirse densin, bütün varlıkları yaratan ve evrenin tek hakimi olan Allah’ı inkar mümkün olmadığından tanrıtanımaz, babasını tanımazlık eden kişiye benzer. O, en sıkışık zamanında nasıl babasını ararsa tanrıtanımaz da iyice dara düşünce Allah’a sığınır. Aslında bunlar, her şeyi veren ama kendilerine emir vermeyen bir Allah isterler.

Bazı kimseler de Allah’a inandıklarını açıkca söyler ve ateizmi redderler. Ama Allah’ın ve peygamberinin emirlerini, kendi anlayışlarına göre sınıflara ayırır, kimini kabul eder kimini de reddederler. Bunların durumu, Kur’anda yer alan Şeytanın durumuna benzer. Şeytanı o hale getiren Allah’ın bir tek emrini beğenmemesidir. Yoksa o Allah’a, ahiret gününe ve inanılması gereken bir çok şeye inanır. Kur’an’da bunu açıkca ifade eden ayetler vardır.

Ahazâb suresinin 36. âyeti şöyledir:

“Allah ve Rasulü bir işte hüküm verince inanmış hiçbir erkek ve kadın o işle ilgili davranışlarında ser­best ola­maz.”

Müslüman, bu ayete uygun davranır.

[9]– Şemsüddin es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut, 1409/1989, c. I, s. 199-200.

[10]– Kehf Suresinin 65. ayetinde, Hz. Musa ile karşılaşan kişi ile ilgili olarak “Ona kendi katımızdan bir ilim öğretmiştik” buyurulur. “kat” diye tercüme ettiğimiz kelimenin Arapça karşılığı “ledünn” kelimesidir. Hadis-i şeriflerden bu kişinin Hızır aleyhisselam olduğunu öğreniyoruz. İlm-i ledün ve ilm-i bâtından bahsedenler Hızır aleyhisselamın bu ilmini kasdederler. Fakat Hz. Hızırla beraber olan Hz. Musa’nın bu ilmi öğrenemediğini de kabul ederler. Çünkü bu husus hem ayetlerde hem Hz. Peygamberin sözlerinde geçer.(Bkz. Buhârî, İlim 44) Bununla beraber tarikat şeyhleri, ellerinde hiçbir belge olmadığı halde Hz. Hızır’a verilen bu özel ilmin kendilerinde de verildiğini iddia eder, kendilerini Hızır aleyhisselam yerine müritlerini de onu anlamayan Hz. Musa yerine koyarlar. Hiç bir kaynağı ve dayanağı olmayan bu iddia, şeyhleri şeytanın elinde bir oyuncak haline getirmiştir. İslam aleminin Allah’ın gazabına uğrayıp dünya sahnesinden çekilmiş olmasının asıl sebepleri bunlardır.

[11]Rabıtayı, “Şeyhin suretinin mürşidin iki gözünün arasında tasavvur edilerek müridin mürşide karşı kendisini son derece alçaltıp ona yalvarması ve onu Allah ile kendi arasında vesile kılması şeklinde” tarif eden ve tarikata böyle bir rabıtayı sokan Halid Bağdâdî’dir. Ölümü 1242 h. 1827 miladi tarihidir. (Bu gibi konular için bkz. Abdülaziz BAYINDIR, Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, İstanbul 1997.)

[12]– KOTKU, Tasavvufî Ahlak, c. II, s.5, 2. paragraf.

[13]– KOTKU, Tasavvufî Ahlak, c. II, s. 248.

[14]– KOTKU, Tasavvufî Ahlak, c. II, s. 246, paragraf 5.

[15]– KOTKU, Tasavvufî Ahlak, c. II, s.245, 3. paragraf.

[16]– Bunlar Anayasa’nın 14. maddesinde konulan sınırlamalardır. Anayasanın 69. maddesinde siyasi partilerin 14. maddedeki sınırlamaların dışına çıkamayacağı yazılıdır.

[17]– Muhammed Rıza’l-Muzaffer, Akâaid’ül-İmâmiyye, Şia İnançları (Türkçeye çeviren Abdülbaki GÖLPINARLI) İstanbul 1978, s. 50.

[18]– Şia İnançları, s. 51.

[19] Şia İnançları, s. 52-53.

[20]– Şia İnançları, s. 54.

[21]– Rağıb el-İsfahânî, el- Müfredât, s.353.

[22]– Mecelle m. 1450. (Risalet, bir kimse tasarrufta dahli olmaksızın bir kimesnenin sözünü diğere tebliğ etmektir.

Ol kimseye resul ve ol kimesneye mirsil ve diğerine mürselun ileyh denir.)

[23]– Eş-Şerîf Ali b. Muhammed el-Curcânî, et-Tarifât, tarih ve yer yok. s.110.

[24]– Mümtaz Soysal, Anayasaya Giriş, Ankara 1968, s. 16.

[25]– “”Ey oğlum Rab’den ve melik’ten kork. İhtilalcilerle ihtilat etme” Emsal-i Süleyman, XXIV/21, Kitab-ı Mukaddes, İbrani, Keldânî ve Yunan dillerinden tercüme. Dersaadet 1910. Ahd-i atîk s.775.

[26]– Mektup sadeleştirilmiştir, aslı şöyledir: “Herkes emri altında bulunduğu hükumetlere itaat etsin. Zira Allah tarafından ol­mayan bir hükü­met yoktur ve mevcut hükumetler Allah tarafından tertip olunmuştur. Bunun içün hükumete muha­lefet eden Allah’ın tertibine mukavemet etmiş olur ve mukavemet edenler kendi aleyhlerine hüküm davet edecekler. Zira hükümdarlar iyi ameller içün değil, ancak kötü ameller içün korkuturlar. Hükümetden korkmamak ister misin. İyi olanı işle ve onun tarafından medholunacaksın. Çünkü senin iyiliğin içün Allah tarafından memurdur. Lakin eğer kötü olanı işler isen kork, çünki kılıcı bey­hude yere taşımıyor. Zira Allah tarafından memur olup kötülük işleyen üzerine gazab icrası içün in­tikam alıcıdır. Bu ecilden yalnız gazab sebebiyle değil, ancak zamir sebebiyle dahi tabi olmak la­zımdır.” (Pavlos’un Romalılara Mektubu,13. bab, 1-5, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd s.206.)

[27]– İfadeler sadeleştirilmiştir, aslı şöyledir. “İmdi Rabb içün tanzimat-ı beşeriyyenin her birine gerek padişaha cümleye faik olduğundan, gerek valilere, şer işleyenlerin mücâzâtı ve hayır işleyenlerin medhi içün anın tarafından irsal olunanlar bulunduklarından itaat ediniz. Zira Allah’ın iradeti budur ki, hürler gibi, ama hürriyetinizi şerre örtü tutmayup ancak Allah’ın kulları gibi olarak cahil ademlerin cehaletini hayır işlemekle iskat edesiz. Cümleye hürmet ediniz. Biraderleri seviniz. Allah’tan korkunuz. Padişaha hürmet ediniz.” (Petros’un l. mektubu, II/13-17. Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd, s. 298.)

[28]– Jean Calvin, Hırıstiyan Dininin Öğretisi’nden seçme parçalar (Christianae religionis institutio, Kitap IV, Bölüm 20: Devlet Yönetimi Üstüne) çeviren Şahin ALPAY, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi 2, Yeni Çağ. Derleyen Mete TUNCAY Ankara 1969, s.48-51.

[29]– Stephanus Junıus Brutus, Vindiciae contra Tyrannos (Tiranlara karşı haklar) Çeviren Mete TUNCAY, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi 2, Yeni Çağ, Seçilmiş Yazılar, Ankara 1969, s. 62.

[30]– Brutus, a.g.e. s. 63.

[31]– “Ve İsa yanlarına gelüb anlara hitaben dedi ki, semada ve zeminde bütün hükumet bana verildi.” (Matta 18, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd, s. 43.)

[32]-TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e s.263.

[33]-TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e. s. 256.

[34]– Metin sadeleştirilmiştir. Elimizdeki nüshadaki ifedeler şöyledir. ” Ve onbir şakirdler Galil’e İsa’nın onlara emr etdigi dağa vardılar. ve Onu görünce ona secde kıldılar. Lakin bazısı şüphe etdiler. Ve İsa yanlarına gelüb anlara hitaben dedi ki, semada ve zeminde bütün hükumet bana verildi. İmdi gidiniz, cümle milletleri şakird ediniz. Onları Peder ve Ben ve Ruh’ul-Kudüs ismine vaftiz ediniz.Ve size emrettiğim şeylerin cümlesini hıfz etmeyi anlara talim ediniz ve işte dünyanın nihayetine degin ben her vakt sizin ile beraberim.” ( Matta 16-20, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd, s. 43.)

[35]– TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e. s. 268.

[36]– TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e. s. 270.

[37]-TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e. s. 256.

[38]– Ayette “onları ibadet etmekten” ifadesi geçiyor. Onun yerine “içtenlikle boyun eğme” ifadesi kullanılmıştır. Çünkü ibadet içiyle ve dışıyla boyun eğmektir. Eğer bu boyun eğme Allah’ın isteğine uygunsa ona ibadet edilmiş, aykırıysa başka şeye ibadet edilmiş olur.

[39]– İbnu Manzûr, Lisan’ul-Arab, Beyrut 1410/1990. Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredât (Safvân Adnan Davudî’nin tahkikiyle) Dımaşk ve Beyrut l412/l992, s.529

[40]– Bu hadis-i şerif, Sahih-i Buhârî’nin en başında yer alır.

[41]-, er-Rağıb el-İsfahânî, Müfredâtü elfâz’il-Kur’an, Beyrut 1412/1992, s. 733.

[42]– Jean Calvin, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi 2, Yeni Çağ. s.49.

[43]– Müslim, İman 78 (49).

[44]– Jean Calvin, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi 2, Yeni Çağ. s.49.

[45]– Nesaî, Bey’a, 37, Babü men tekelleme b’il-hakki ‘inde imamin câir.

[46]– Jean Calvin, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi 2, Yeni Çağ. s.51.

[47]– Muhammed Rıza’l-Muzaffer, Akâaid’ül-İmâmiyye, Şia İnançları (Türkçeye çeviren Abdülbaki GÖLPINARLI) İstanbul 1978, s. 50.

[48]– Şia İnançları, s. 51.

[49]– Şia İnançları, s. 52-53.

[50]– Şia İnançları, s. 54.

[51]– İbnu’l-Kayyım el- Cevziyye, I’lâmu’l-Muvakkıîn, Beyrut l407/1987 c. I, s. 54.

[52]– Abdulgani en-Nablusî’nin bu konuda şöyle dediği nakledilir: “Bir kimse Allah yolunda kendini teslim alan bir şeyhe teslim olursa onun, Allah’ın kapılarından bir kapı olduğuna inanması gerekir. Şeyhi bu mertebede görmek mertebelerin en düşüğüdür. Şuna da inanmalıdır ki, şeyhden kenide ne gelirse Allah’tan bilmeli, şeyhten bilmemelidir. Eğer hayır gelirse Allah’ın ona hidayeti, şer gelirse O’nun imtihanıdır. Şu halde salikin yani tarikata girmiş bir kimsenin şeyhini Allah’ın kapısı bilmesi ilk basamaktır.

İkinci basamak salikin şeyhini, Allah’ın isim ve sıfatlarının ortaya çıkıp gözüktüğü kişi olarak bimesidir. Allah’ın emir ve yasaklarıyla yükümlü olan kimse nasıl saygı duyarsa şeyhinin yanında o şekilde saygılı olmalıdır. Bu orta basamaktır.

Üçüncü basamakta salik şeyhini hiç görmemelidir, o manevidir. Onun yerine Allah’ın sıfatlarını görmelidir. Şeyhi arada fani bilmeli, Allah’ı bâkî bilmelidir. Doğrusu da budur. Bu hal üç basamağın en üstüdür. ( KOTKU, Tasavvufi Ahlâk, İst. 1982, c. II s. 185)

[53]– Mehmet Zahid KOTKU’nun konu ile ilgili ifadeleri şöyledir: Kalbi huzur-ı ilahiye dühulden men eden sıfat-ı mezmumeden halas edecek bir şeyhi, mürşit ittihaz etmek insan için vacibdir diye icma ve ittifak vakidir.

Fena sıfatlardan kurtulmağa vesiyle olan bir şeyhi mürşid ittihaz etmeyen kimseler, Allah Teâlâya ve Resûl- zî şânına isyan etmiş olurlar. Zira hak bir tarika salik olmayan kimse mürşitsiz bu sıfatlardan kurtulamaz. (KOTKU, Tasavvufi Ahlâk, c. II s.183)

[54]– Hasan Kamil YILMAZ, İslam Tasavvufu, Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar, İst. 1996, s. 494.

[55] Haklı dahi görünse müridin şeyhine itirazı haramdır. (KOTKU, Tasavvufi Ahlâk, c. II s. 5)

[56]– – KOTKU, Tasavvufi Ahlâk, c. II s. 247.

[57] Şemsüddin es-serahsî, el-Mebsût, Mısır l324, II,24.

[58]-TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e. s. 256.

[59]– Büyük Larousse Ansiklopedisi, Laiklik maddesi,

[60]– Büyük Larousse Ansiklopedisi, Laik maddesi

[61]– Büyük Larousse Ansiklopedisi, insan maddesi

[62]– GRIC (Groupe de Rechercehes Islamo- Chretien = İslam Hırıstiyan Araştırmaları Topluluğu), Din ve Devlet, Islamochristana, 12, Roma 1986, s. 49-72′ den. Tercüme M. Sait HATİPO⁄LU, İslâmî Araştırmalar Dergisi, C. III, sayı 3, Ankara 1989, s. 102.

[63]– Büyük Lrousse Ans. İnsan maddesi. İst. 1986.

[64]– Bkz. Emsal-i Süleyman, I/1, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i atîk s.751.

[65] Emsal-i Süleyman, XXIV/21, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i atîk s.775.

[66]– … Meryem oğlu İsa’ya, yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önünde bulunan Tevrat’ı doğrulayan İncil’i sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik. (Maide 5/46)

[67]– Bak. Büyük Laroussse Ansiklopedisi, Petrus ve Paulus maddeleri. İst. 1986.

[68]– Pavlos Hz. İsay’ı görmemiştir. Elimizdeki İncil’de Pavlos’un asıl adının Saul olduğu, (A’mâl-i rusul 13/9) azılı bir hırıstiyan düşmanı iken, Şam yolunda ansızın gökten parlayan bir nurun çevresini sardığı, Hz. İsa’nın ona seslendiği(A’mâl-i rusul 9/3-6), sonra onun Hz. İsa’ya inandığı ve vaftiz edildiği ((A’mâl-i rusul 9/18 vd.) ifade edilmektedir. Buna göre Pavlos, Kur’an’ın tanımladığı havarilerden değildir.

[69] “Ey inananlar! Allah’ın dininin yardımcıları olun. Nitekim, Meryem oğlu İsa, Havarilere: “Allah’a giden yolda yardımcılarım kimlerdir?” deyince, Havariler: “Allah’ın dininin yardımcıları biziz” demişlerdi. İsrailoğullarının bir takımı böylece inanmış, bir takımı da inkar etmişti; ama biz, inananları düşmanlarına karşı destekledik de üstün geldiler.” (Saff 61/14)

[70] Metin sadeleştirilmiştir. Elimizdeki nüshadaki ifedeler şöyledir. ” Ve onbir şakirdler Galil’e İsa’nın onlara emr etdigi dağa vardılar. ve Onu görünce ona secde kıldılar. Lakin bazısı şüphe etdiler. Ve İsa yanlarına gelüb anlara hitaben dedi ki, semada ve zeminde bütün hükumet bana verildi. İmdi gidiniz, cümle milletleri şakird ediniz. Onları Peder ve Ben ve Ruh’ul-Kudüs ismine vaftiz ediniz. Ve size emrettiğim şeylerin cümlesini hıfz etmeyi anlara talim ediniz ve işte dünyanın nihayetine degin ben her vakt sizin ile beraberim.” (Matta 16-20, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd, s. 43.)

[71]– “Nitekim İbn’ül-insan (yani İsa), kendine hizmet olunmak içün değil, ancak hizmet etmek ve canını çok kimseler bedeline fidye vermek içün geldi, dedi.” (Matta 20/28)

[72]– Şia İnançları, s. 24.

[73]– İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye, Ebû Abdillah Muhammed b. Ebîbekr (öl. 701 h.) İ’lâm’ul-muvakkıîn, c. I, Beyrut, 1987/ 1407, s. 75.

[74]– İbnu’l-Kayyım, a.g.e. c. I, s. 76.

[75]– İbnu’l-Kayyım, a.g.e. c. I, s. 76.

posted in GÜNCEL | 0 Comments

19th Ocak 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Havuç

Polis düzgün görünüşlü sürücüyü durdurdu, “Tebrik ederim,” dedi, “trafik kurallarına uyan iyi bir sürücü olduğunuz içintam yüz bin dolar kazandınız. bu parayla ne yapmak istersiniz?” “Sanırım ilk işim bir sürücü ehliyeti almak olur.” “Aman Allahım, yoksa sizin ehliyetiniz yok mu?”
“Siz ona bakmayın memur bey,” dedi sürücünün yanında oturan kadın, “sarhoş olduğu zaman böyle saçmalar işte.” “Nee, bir de sarhoş musunuz yoksa?”
“Aman efendim, yanlış anladınız,” dedi arka koltukta oturan, “sarhoş filan değil arkadaşımız. Yalnız demin bir banka soyduk, kaçma kovalamaca pek heyecanlı oldu. O olayın etkisiyle böyle zırvalıyor, siz kusuruna bakmayın.”

Polis, ‘Dur bakalım daha neler göreceğiz,’ diye düşünürken arabanın bagajından bir kafa uzandı: “Yahu hâlâ sınırı geçmedik mi?” İnsanları eğitmenin iki temel yolu vardır: Ödül ve ceza. Buna günlük dilde ‘havuç ve sopa’ da denir. Otoriter toplumlar ve insanlar sopayı pek sever. Demokratik olanlarda havucu kullanma eğilimi ağır basar.

Doğrusu biz biraz fazla sopasever bir toplumuz. Hemen herkesin elinde bir sopa, gücü gücü yetene girişiyor. Polis sopalı, öğretmen sopalı, baba sopalı, ana sopalı, herkes elindeki sopayı bir aşağıdakinin kafasına pata küte indirip durmada.
Ödüle fazla itibar etmiyoruz. İnsanlara yaşarken hakkını vermeyip, öldükten sonra haklarında uzun nutuklar düzüp, ödüller koyuyoruz. Oysa iyi bir iş yapana hakkını yaşarken vermekten daha özendirici ne olabilir ki. Ödül denince en başarılı uygulamamız birbirimize plaketler verip boş nutuklar atmak. Ödüllendirdiğimiz zaman da genellikle yanlış kişileri ödüllendirmeyi beceriyoruz. Hiç hakkı olmayan kişiler bakan oluyor, milletvekili olup yaylalarda havaya kurşun sıkıyor. Birini ‘yılın ihracatçısı’ seçiyoruz, sonra adamın kaçakçı olduğu anlaşılıyor. Fahri hukuk profesörü ilan ettiğimiz zat, hukuku çiğnemede üstat olduğunu kanıtlıyor. ‘Gel aile fotoğrafında yer al, şanın şöhretin artsın,’ diyoruz, adamların hepsi banka soymaktan, usulsüz iş çevirmekten yasayla başı derde giriyor. ‘Al sana milyonlarca dolar, yatırım yap,’ diyorsunuz, paracıklar gidiyor, bir daha geri gelmiyor. Ceza verme işinde çok başarılıyız. Ama ödüllendirmede aynı başarıyı gösterdiğimiz söylenemez.

Oysa uygarlığın bir boyutu da bu değil midir, cezayı ve ödülü yerli yerinde, hakkıyla kullanmak? Öyküdeki polisin durumuna düşmemek? (Radikal-09/05/2001 Türker Alkan) http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=1970&tarih=09/05/2001

posted in GÜNCEL | 0 Comments

7th Aralık 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Haram

Dini siyasete karıştırmamak lazım derler.
Bence dini sadece siyasete değil her şeye karıştırmak iyi olurdu.
Din adına oy istemekten ya da din adına insanları öldürmekten söz etmiyorum, dini, “dünyevi bir iktidarın merdiveni yapmak” değil söylediğim.
Her dinin bir adalet ve hakkaniyet anlayışı, bir helal ve haram ölçüsü var.
Bunlar hayatın her yanında olsa iyi olurdu diyorum.
Kendi başlarına sahip olamadıkları “ahlaka” belki Allah korkusuyla sahip olurlardı.
Dünyadaki siyasetçilerin herhalde yüzde sekseni, doksanı tanrıya inanır.
Bir de dünyaya bakın.
İnançlı insanların yapacağı işler mi bunlar?
Biliyor musunuz, ben bu dindar insanları anlayamıyorum.
Allaha inanıyorlar.
Onun gücüne inanıyorlar.
Onun her şeyi gördüğüne inanıyorlar.
Onun haktan, adaletten, dürüstlükten yana olduğuna inanıyorlar.
Haram yerlerse “cehennemde yanacaklarına” inanıyorlar.
Dürüst olurlarsa “cennete gideceklerine” inanıyorlar.
Sonra da her türlü haksızlığın, haramın kapısını açıyorlar.
Bunu anlamak mümkün mü?
Ben inançlı biri değilim ama eğer inançlı olsaydım, “cehennem” cezasından korktuğumdan ya da “cennet” ödülüne göz diktiğimden değil,
sırf “beni yaratanı utandırmamak, üzmemek için” dürüst olmaya çalışırdım.
Bunların öyle kaygıları yokmuş gibi geliyor bazen bana.
Benim anlayamadığım tuhaf bir inanma biçimleri var.
Dindarların neyi nasıl yapacağını belirlemek ve yargılamak benim haddim de değil, hakkım da değil.
Ama biri yüksek sesle ve kuvvetle “dindar olduğunu” söylüyorsa, bunu vurguluyorsa, hatta bunu benim gözümün içine sokuyorsa, o zaman benim onu “kendi inancı ve kendi ahlakıyla” değerlendirme hakkım doğar.
Dindar biri, dürüstlükten uzaklaşırsa ona sorarım, “bu nasıl dindarlık” diye, “hem kendini, hem senin gibi dindarları, hem de seni yaratanı utandırıyorsun.”
Bizim iktidar partimiz dindar insanlardan oluşuyor.
Bunu biliyoruz.
Cumhurbaşkanı da dindar.
Bunu da biliyoruz.
Siz böyle inançlı insanlardan “dürüst olmayan” bir davranış bekler misiniz?
Beklememek lazım.
Onların da dürüstlükten uzaklaşmaması lazım.
Şimdi yeni bir İhale Yasası çıktı.
Bu yasa, “dürüstçe” değil.
Yolsuzluklara, şaibelere, haksızlıklara, adam kayırmalara açık bir yasa.
Bu yasaya, çok insan karşı çıktı.
Bu yasanın kusurları neredeyse teker teker anlatıldı.
Bu yasanın çıkması halinde, devlet ihaleleriyle yapılan işlerde yolsuzluklar olabileceği, devlet binalarının çökebileceği söylendi.
Peki, ne oldu?
İktidar, bu yasayı kimseyi dinlemeden çıkardı.
Cumhurbaşkanı’na döndük.
Birçok insan bir ağızdan, “lütfen bunu imzalama, veto edip geri gönder” dedi.
Ne oldu?
Cumhurbaşkanı kimseyi dinlemedi ve yasayı onayladı.
Şimdi bakın, politikanın bin bir türlü oyunu, dengesi, ilişkisi vardır, onlara pek aklım ermez.
Cumhurbaşkanı, iktidar partisiyle ilişkilerini bozmak istemiyordur, siyasetin müteahhitler tarafından finanse edilmesinin yararları olduğunu düşünüyordur falan…
Ama bir de adalet, hakkaniyet, dürüstlük var.
Haram var, helal var.
Bu yasa, “harama” açık.
Bu yasayla çok haram para yenir.
Cumhurbaşkanı bu yasayı onayladığına, onun dürüstlüğünden, inancından kuşku etme hakkımız da olmadığına göre…
Kendisine sormalıyız:
“Siz bu yasayı niye onayladınız?”
“Hiçbir soygun olmayacağına, hiçbir yolsuzluk yapılmayacağına kanaat mi getirdiniz?”
“Bu yasanın kefili misiniz?”
“Yarın bu yasa nedeniyle yapılan yolsuzluklara rastlarsak hesabını size soralım mı?”
Cumhurbaşkanı bu sorulara cevap vermeli bence, bu yasayı niye onayladığını, bu yasayla yolsuzluk olmayacağına nasıl inandığını bize de açıklamalı.
Karşı çıkanların madde madde dile getirdiği kuşkuları, madde madde çürütmeli.
Böyle bir şey yapacak mı?
Hayır.
Başbakan böyle bir şey yaptı mı?
Hayır.
Hiçbir şey söylemeden yasayı çıkarttılar, onayladılar, yürürlüğe soktular.
Öyle aldırmaz davranıyorlar, bu ülkedeki insanları öyle yok sayıyorlar ki
benim gibi biri bile sonunda Allah’a sığınmak zorunda kalıyor.
Onlara şöyle demek istiyorum:
İnandığınız Allah her yaptığınızı görüyor, her düşündüğünüzü biliyor.
Bizden kurtulmanız zor ama velev ki kurtulsanız bile…
O’ndan kurtulamazsınız
.

(Ahmet Altan 06.12.2008) http://www.taraf.com.tr/makale/2988.htm

posted in GÜNCEL | 1 Comment

7th Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Çapkın kadınlara engel

TÜRKER ALKAN
Suudi Arabistan’ın önde gelen din adamı Şeyh Habadan, “İki göz erkekleri baştan çıkarıyor” diyerek kadınların sadece tek gözlerini açıkta bırakmalarını istemiş! Ülkesinde büyük saygınlığı olan Habadan, yüzünü örten kadınların yalnız iki gözünün açıkta kalmasının bile tehlikeli olduğunu, makyaj yapıp erkekleri baştan çıkardıklarını, buna engel olmak için sadece tek gözlerinin açıkta kalmasının evla olduğunu söylemiş ve alkışlanmış.
Böylece, ‘erkekleri baştan çıkaran kadın’ sorununa bir çözüm getirilmiş. (Neden her daim baştan çıkmaya hazır erkeklerin gözlerini kapatarak bir çözüme varmadıklarını anlamadım ama, neyse). Aslında Habadan’ın daha da radikal bir önerisi var, “En iyisi, kadınların yüzlerini tümden kapatmasıdır” diyor ama Suudiler bile “O kadarı da fazla” demiş olmalı.
Gerçi ne kadınlar vardır, tek gözle de erkekleri baştan çıkarır, hiç gözünün yaşına bakmaz!
Neyse, sayın Habadan’ın önerisinin işe yaradığını varsaysak bile, kadınları, dünyayı bir kara delikten izleyen röntgenci durumuna indirgeyerek sorunu çözmeye kalkışmak sadece kısmi bir çözüm olacaktır. Bu, göz zinasını bir ölçüde engellese bile, geriye kalıyor kulak zinası, ağız zinası, ayak zinası, ses zinası, el zinası
Cennete gitmek için bu zina türlerini de ortadan kaldırmak veya sınırlamak gerekmez mi? Herhalde Şeyh Habadan ve arkadaşlarının bu zina türlerini engelleyecek projeleri hazır bekliyordur. Ne olduklarını kestirmek de zor değil: Kadınlar ellerini çarşafın altına sokup gerek olmadıkça kimseye göstermemelidir. Çok zorda kalırlarsa ellerinden birini gösterebilirler. Kadınlar artık tek ayak üzerinde seke seke yürümeli ve ağız ses zinasına engel olmak için ağızları bir tıkaçla iyice kapatılmalıdır. Böyle iyice paketlense de kadın milletidir bu, hiç belli olmaz, gene de erkekleri baştan çıkarabilirler, şeytanın igvasına uymalarını engellemek için, erkekleri de ahlâk zabıtası devamlı gözetim ve denetim altında bulundurmalı, yoldan seke seke geçen bir kadın paketine bakmaya kalkışan erkeği sopalarla doğru yola dâvet etmelidir.
Bu giyim kuşam işi sadece İslam ülkelerinde karşımıza çıkmıyor. Son zamanlarda İsrail’deki Ortodoks (kökten dinci) Yahudilerin de benzer işlerin peşinde olduğunu görüyoruz. ‘Haredim’ denen ve sayıları 600 bini bulan bu Yahudiler, kadınların şehir otobüslerinde arka koltuklara oturmalarını, ön tarafa gelmemelerini istiyordu. (Amerika’da ırkçı Klan üyelerinin zencilere yaptığı gibi!) Kadınlar buna karşı gelince kavga çıktı. İsrail’den sık sık dincilerin şiddete başvurma haberleri geliyor!
Mini etekli, açık giyimli kadınlara, ‘cehennemde yanacaksın!’ diyerek sık sık dayak atıyorlar. Haredim Yahudileri, kendi mahallelerinden açık saçık kadınların geçmesini istemiyor. Mahallelerini duvarlarına nasıl kadın istediklerini ayrıntısıyla azmışlar: “Bu mahalleden geçen kadınların dikkatine. Tüm kalbimizle yalvarıyoruz. Lütfen ahlaksız giysilerle mahallemizden geçmeyin. Ahlâklı giysiler: Uzun kollu ve kapalı bluz, uzun etek. Pantolon ve streç elbise ahlâksızlıktır.”
İsrail’de henüz türban icat edilmediği için o konuyu kavga menüsüne dahil etmemişler. Bu tür haberlerin sadece İslam dünyasından çıkmaması, İsrail’de küçük bir grup tarafından da olsa savunulması, akla pek çok şeyi akla getiriyor. En önemlisi de, kadınlara karşı alınan aşırı önlemleri ve uygulanan baskıları salt Müslümanlara özgü dini bir olay olarak görmenin yanlışlığıdır. Cinsel ayrımcılık ve baskı, dini olduğu kadar kültürel bir olgudur ve Müslüman olmayan ülkelerde de karşımıza çıkabilmektedir!

Bunu bir teselli sayarsanız! (07/10/2008 Radikal Gazetesi Türker Alkan)
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=YazarYazisi&ArticleID=902067&Yazar=TÜRKER%20ALKAN&Date=07.10.2008&CategoryID=97

 

posted in GÜNCEL | 0 Comments

27th Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hayattan ne öğrendim?

Ağır bir ÖSS sorusu gibiydi Esquire dergisininki… “Hayattan ne öğrendiniz?”
Verilen süre içinde aklıma gelenleri aşağıda yazdım.
Yanlışların doğruları götürmeyeceğini umuyorum:

* * *

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim. Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi…
Ağladım.


* * *

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.


* * *

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla…
Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim…


* * *

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu…
Sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.


* * *

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi…
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.


* * *

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu…
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.


* * *

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.


* * *

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini…
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.


* * *

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra…
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana…


* * *

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi…
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi…


* * *

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta…
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım. (Gerçeğinin ayırdına vardım, ayılıp kendime geldim.)


* * *

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.


* * *

Namusun önemini öğrendim evde…
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu; gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.


* * *

Gerçeği öğrendim bir gün…
Ve gerçeğin acı olduğunu…
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.


* * *

Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim. (Can Dündar)

http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=876948&AuthorID=75&b=&a=Can Dündar&ver=29

‘Hayattan Ne Öğrendim?’ ifadesi, hayatta Allah’ın insana öğrettiklerini çağrıştırmaktadır.

posted in GÜNCEL | 2 Comments

3rd Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Allah’a yakarıp Firavunlara tapılır mı?

TANRIYA YAKARIR AMA FİRAVUNLARA TAPARSIN

Ey kavmim! …

Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine.
Lût Kavmi’nden de değilsin sen; hazdan olmayacak mahvın.
Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın.
Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıdını.
Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlara.
Tanrıya yakarır ama firavunlara taparsın.
Musa Kızıldeniz’i açsa önünde, sen o denizden geçmezsin.

 

Ey Kavmim! …

Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Korkarsın kendinden olmayan herkesten; ve sen kendinden bile korkarsın.
Hazreti İbrahim olsan; sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın.
Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler sen başka bir şeye ağlarsın.
Gündüzleri Maria Magdalena’yı ** diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çabalarsın.
Zebur’u, Tevrat’ı, İncil’i, Kuran’ı bilirsin. Hazreti Davut için üzülür ama Golyat’ı (Calludu) tutarsın.

 

Ey Kavmim! …

Sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Dönüp de bakmazsın ölülerine…
Lût kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın.
Ama sen kendi acına da yabancısın.
Kadınların siyah giyer, kederle solar tenleri ama onları görmezsin.
Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın.
Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden.
Utancı bilir ama utanmazsın.
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.
Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen.

 

Ey kavmim! …

Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Sana yapılmadıkça işkenceye karşı çıkmazsın.
Senin bedenine dokunmadıkça hiçbir acıyı duymazsın.
Örümcek olsan Hazreti Muhammed’in saklandığı mağaraya bir ağ örmezsin.
Her koyun gibi kendi bacağından asılır, her koyun gibi tek başına melersin.
Hazreti Hüseyin’ in kellesini sen vurmaz ama vuranı alkışlarsın.
Muaviye’ye kızar ama ayaklanmazsın.
Hazreti Ömer’i bıçaklayan ele sen bıçak olursun.

 

Ey Kavmim! ..

Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Ölülerine dönüp de bakmazsın.
Lût kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın.
Ama arkana baktığın için taş kesileceksin.
Ve sen kendine bile ağlamayacaksın.
Komşun aç yatarken sen tok olmaktan hayâ etmezsin.
Musa önünde Kızıldeniz’i açsa o denizden geçmezsin.
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.

 

Ey kavmim! ..

Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.

 

Ey kavmim! …

Tek tek öldürülürken insanların, sen korkudan öleceksin.

Ahmet ALTAN
(6 Haziran 1996 Yeniyüzyıl Gazetesi)

posted in GÜNCEL | 1 Comment