-
8th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MEZHEB VE MEZHEBLER

Mezhep ne demektir? Mezheplere bakış açımız nasıl olmalıdır?  

Arabça isimdir. Gidilen, tutulan yol, takib edilen yol anlamındadır. Tefhimi manada düşünmek, görmek anlamındadır. Bir şeyi şöyle görmek, böyle görmek. Şöyle olduğunu sanmak, böyle olduğunu sanmak, filân konuda şu veya bu kanaatin ağır basması, o konuyu şöyle veya böyle görmek. Şu veya bu konuda belirli bir esastan hareketle bir yol tutmak, bir anlayış sahibi olmak, şöyle veya böyle bir sonuca varmaktır. Benim mezhebim, bizim mezhebimiz onun mezhebi ifadelerine fıkıhta çok rastlanuşızdır. Kısaca benim görüşüm, bizim görüşümüz, Onun görüşü, yani şu konuda vardığı sonuç (düşünce açısından) manasında kullanılmaktadır.

İslam açısından mezheb ise; ister siyâsî ister itikâdî ister fıkhî manada olsun Nasslardan şöyle veya böyle hükümler çıkarılması, şu veya bu yolu anlamına gelmektedir. Her ne kadar hüküm çıkarma metodları birbirlerinden farklı olsa da ‘Delâlet-i Zannî’ nasslardan çıkarılan herhangi bir hüküm, o hükmü çıkaranın mezhebidir. Yani görüşüdür. Aslında hükmü çıkarırken tuttuğu yola da mezheb denilmekle birlikte, çıkarılan hüküm de çıkaran kişiye nisbet edilerek ‘Onun mezhebi’ olarak isimlendirilmektedir. Nitekim ictihad da özel anlamıyla hüküm çıkarma gayreti, çabası manasında olmakla birlikte, bu çabanın sonunda ortaya çıkan hükme de ictihad denildiği gibi.

İslamın ilk yıllarında olduğu gibi bugün de arablar günlük lisanlarında mezheb kelimesini ‘görüşüm, tuttuğum yol, düşüncem’ anlamında kullanmaktadırlar, ‘ezhebu’ derken görüşüm, dedikleri gibi, ‘nezhebu’ dediklerinde de görüşümüz, düşüncemiz, tuttuğumuz yol manasına gelecek şekilde kullanmaktadırlar. Bu hem mekân ifade eden ‘İstanbul’a giderken tuttuğu yol, İstanbul’a gittiği yol’ manasında olduğu gibi, filan mes’eleyi sonuca bağlarken de yürüttüğü muhakeme ve bu muhakemenin sonucu olarak ortaya çıkan görüş anlamına gelmektedir. Biz bu ikinci manaya yukanda ‘tefhimi mana’da isımini kullandık ki anlamada, izahta, çözümde tutulan yol ve yolun sonucu olarak ortaya çıkan çözüm anlamında kullandık.

Mezheb hemen her genel düşünce yapısı içinde bulunan daha talî konulara tealluk eden düşünceler için kullanılmaktadır. Meselâ hıristiyanlıkta da mez-hebler vardır: Katolik mezhebi, Ortodoks mezhebi, Protestan mezhebi, Gregoryan, Süryânî mezhebleri ve daha başka mezhebler gibi.

Bir genel düşünce yapısı içindeki mezheb olarak ortaya çıktığı halde, bilahare veya ilk çıkışında o genel düşünce dairesinin dışına çıkan mezhetoler artık o genel düşünceye ait bir mezheb olmaktan da çıkmakta ve belki bir yeni din haline gelmektedir. Nitekim Dürzîlik, Sebeîlik, Nusayrîlik, Bahaîlik, Babîlik, Kadıyânîlik gibi. Bu mezhebler ve benzerleri başlangıçta İslam içinde birer mezheb olarak çıktıkları halde sonuç olarak ortaya çıkan görüşleri (mezhebleri) ile İslamın da dışına çıktıklarından birer sapık din olmuşlardır, İslamuı dışında kalmışlardır.

Diğer yandan mezheb, tealluk ettiği konular itibariyle siyâsî mezhebler, itikâdî mezhebler ve fıkhî mezhebler olarak da ayırıma tabî olmuşlardır. Tüm tealluk ettiği konulardan siyâsî olanlarının ağır basması halinde siyâsî mezhebler, itikada tealluk etmeleri halinde itikâdî mezhebler, kulların ef’âline tealluk etmeleri bakımından da fıkhî mezhebler meydana gelmiştir.

 

MEZHEB NEDEN DOĞMUŞTUR

Konuyu incelediğimizde görüyoruz ki mezhebin özellikle İslâm da doğuşunun iki ana nedeni vardır. Hattâ bunlara gerekli ve geçerli iki neden demek daha doğrudur. Zira öyle görücüyorki mezheb bu gerçeklerin zorunlu bir meyvesi olmuştur. Biri diğerinden farklı ve birbirinden mücerret olmakla beraber bu iki sebeb şunlardır ve ister istemez birbirleriyle birlikte birer gerçek olarak karşımızda bulunmaktadırlar.

1. İnsanların birbirlerinden ayrı fıtratta yaratılmış olmaları,

2. Nasslarm bir kısmının ‘Delâlet-i Zannî’ şekilde varit olması.

 

İslam, Allah’ın hükümlerine teslim olma rnana-sındadır. Bu teslim keyfiyeti hem itikadı, hem de ameli kapsamaktadır, İslam insana gönderildiğine ve insanların da baliğ ve akıllı olanlarını muhatab kabul ettiğine göre bu insanların biri, diğerinden farklı olan akıllarının, kavrayış ve anlayışlarının bazı şeyleri farklı görmeleri, anlamaları ve birbirinden farklı yol tutmalarına fıtratları müsait demektir. Bu akıl, kavrayış, anlayış ezcümle fıtrat farkı -ki doğuştan sonra iktisab edilmeyen, doğarken beraberinde bulunan- mezheblerin doğmasındaki tabii ve zarurî faktördür.

İkinci sebebe gelince o da keza anlayış farklılığına zaruri olarak imkân veren bir sebeb olup nassla-nn bir kısmının ‘Delâlet-i Zannî’ şekilde varit olmalarıdır. Bu halde varit oluşları da nasslardan birden fazla mananın anlaşılmasına zarurî olarak elvermiş ve birbirinden farklı anlayışlar meydana gelmiştir.

Nasslar kendilerinin hangi manayı mütehammil olmaları bakımından iki kısımda mütalea olunmuştur:

1. Delâlet-i Kat’î Nasslar

2. Delâlet-i Zannî Nasslar

 

Delâlet, anlam açısından anlaşılmış olup hangi manalara delâlet ediyor sorusunun cevabını ihtiva etmektedir.

Delâlet-i Kat’î olarak varit olmuş nasslar : Kendisinden bir mana anlaşılan ve birden iazla matsanın çıkmasına imkân vermeyen bir ifade taşıyan nasslardır. ister itikada, ister amele tealluk etsin mutlaka kendisi bir manayı tazammun eden nasslardır ki bilhassa mefhumu muhalifine kıl kadar dahi imkân bı rakmayan bir ifade ile varit olmuşlardır. Meselâ «Lâ-ilahe illallah» ibaresi yalnız ve yalnız Allah’ın varlığına, Allah’tan başka İlah’ın kesinkes bulunmadığına işaret etmektedir. Hangi açıdan bakarsanız bakınız bu ifade milyarda bir ihtimalle dahi bir başka İlah’ın varlığına delâlet etmez. İllâ ifadesi buna imkân vermemektedir. Yaratıcı ve düzenleyici Allah’ın bir olması gerçeği her ne kadar eşyadaki düzenin zaruri bir sonucu ise de biz konuyu nassların vürût şekli açısından ele aldığımızdan buna baıkıyor ve âyetteki ifadenin de bu gerçeğin dışında bir şeye delâlet etmediğini vurgulamak istiyoruz. Fıtrat ne kadar birbirinden farklı olursa olsun bu ifadeden bir başka mana çıkarabilmek dil bakımından imkânsızdır. Nassın ifadesi fıtratı, fıtratları mezkûr nassdan ancak bir ifadenin anlaşılmasına zorlamaktadır. Bu sebeble Müslüman olan hiçkimse «Allah’tan başka Allah (İlah) tanımamak» durumundadır. Allah gerçeğinin bunu zorunlu kılmasının ötesinde üzerinde durduğumuz ifadeden de bundan başka bir mana çıkmaz, çıkarılamaz, demek istiyoruz. Delâlet-i Kat’î nass’dan kasıt da budur. Kendisinden birden fazla mananın çıkması, veya çıkarılmasına müsait bulunmayan nasslardır. Yine delâlet-i kat’î naslardan bir başkasına fakat bu. defa amele tealluk eden birine bakalım : «Zekâtlar Allah’tan bir farz olarak (1) Yolsullara, (2) Düşkünle-re, (3) Zekât Memurlarına, (4) Kalbleti Müslümanlığa ısındırılacaklara verilir; (5) Kölelerin, (6) Borçluların, (7) Allah Yolunda Olanların ve (8) Yolda Kalanların uğrunda sarfedilir. Allah Bilendir. Hakîm’dir.» (Tev-be: 60)

Bu âyette de görüldüğü gibi Allah-u Teâlâ zekât verilecek kimseleri Bizzat Kendisi saymış ve vasıflarını açıkça belirtmiştir. Bu itibarla da kimse, yâni hiçbir müctehid bu konuda İctihad yapmamış, yapmaya da tevessül etmemiştir. Zira sözün gelişi olarak söylersek bu konuda Allah’ın hükmü (mezhebi, görüşü) bellidir, açıktır. O’nun hükmünün açıkça belli olduğu yerlerde ise kula düşen O’nun görüşünü, hükmünü aynen almak, kabullenmek ve uygulamaktır. Kula başka bir hüküm sahibi olmak düşmez. Bu husus yukarıda da belirttiğimiz gibi ‘Delâlet-i Kat’î’ olan nassların delâlet ettiği konular içindir. Ki kendisinden bir başka mana çıkmayacak şekilde varit oluşlarından dolayı böyledir.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız hususu Osmanlı Devleti’nin soıı yıllarında tedvin olunan ve hanefî fıkhının bir kodifikasyonu olarak bilinen Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye isimli Ahmed Cevdet Paşa ve arkadaşlarının hazırladıkları eserin 14. maddesinde «Mevrid-i Nassda içtihada mesağ yoktur» şeklinde ifade etmişlerdir. Maddenin bugünkü dil ile ifadesi ise aynen şöyledir : «Nassla açıklananda içtihada yer yoktur.» Mes’ elenin gerçeği de budur. Müslümana Allah’ın hükmünün açıkça belli olduğu yerde O’nun hükmüne tabî olmak, o hükmü aynen kabullenmek itikada tealluk ediyorsa itikad etmek, amele müteallik ise amel etmek düşer. Müslüman ister müctehid, ister mukallid olsun her Müslümana düşen budur.

Mezheblerin bugün mukallidi bulunan ve bulunmayanlarının tamamının bu Delâlet-i Kat’î hususlarda ittifakı vardır ve hepsinin mezhebi (görüşleri) Nassların kat’î olarak delâlet ettikleri anlamdır. Bu hususta Hanefîyye’nin, Sevriyye’den, Zahiriyye’nin Şafiiyye’den, İbâdiyye’nin, Malikiyye’den, Hanbeliy-ye’nin Zeydiyye’den ve Ca’feriyye’den bir farkı olmayıp hepsi ittifaken bu hususu kabul etmişlerdir. Müslüman olanları zorunlu olarak ilzam eden Nassların kat’iyyen delâlet ettikleri hususlarda insanlara ihtiyar bırakılmamıştır.

Mezhebler yukarıda da belirttiğimiz gibi nassların ‘delâlet-i zannî’ olarak varit olanlarından zarurî olarak doğmuştur. Yine belirttiğimiz gibi buna insan fıtratının birbirinden farklı bulunuşu, aidiyetinin, anlayışının, kavrayışının derece derece oluşu sebeb olmuştur. Mezheb farklılıklarında Coğrafî, kültürel ve sair sebebler de rol oynamıştır amma bize göre bu sebebler yukarıda belirttiğimiz esas (ana) sebeblerin yanında, bu sebeblere dayalı olarak var olmuş talî sebeblerdir ve iki ana sebebe nisbetle bunlar da onlardan ve onlara dayalı olarak doğmuştur. Örfün, kavmi özelliklerin ve benzeri unsurların hepsinin iki na sebeble ilişkisi, onlardan tevellüd etmelerinden ibarettir.

Delâlet-i Zannî nasslar, kendilerinden birden fazla anlamın çıkmasına müsait ifadelerle varit olmuşlardır. Nassların bir kısmının bu şekilde varit olmasına insan fıtratının birbirinden farklılığı da inzimam edince sonuç olarak birbirinden farklı görüşler (mezhebler) kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ortaya çıkmışlardır. İctihad edebilecek durumda olanlar da bulundukça -ki bulunmalıdır- yine de çıkacaklardır. İslâm Allah indinde tek hak din olarak kaldıkça, Kur’ân da kıyamete kadar insanların sorunlarının çözümlerinin esaslarını taşıdığına göre, insanların karşılaştıkları müşkillerin çareleri yine Kitab ve Sünnetten istinbât olunacaktır. Buna hayatın yeni müşkiller çıkaran cereyan biçimi zarurî olarak ihtiyaç duyurduğu ve duyuracağı gibi, Kitab ve Sünnet’in delâlet-i zannî nassların vürut şekli de yeni ictihadlara zarurî olarak müşkillere çözüm getirecektir. Herkes İctihad etmeye yeltense bile dirayet sahiplerinin ki kabul görecek, diğerlerine itibar edilmeyecektir. Nitekim bırakınız herkesi, doktorluğu yalnız tıb tahsili yapanlar yapsa bile her tıb tahsili yapan bir tutulmuyor, hastalıktan ve tedavisinden biri diğerine nisbetle daha iyi anlayan doktorlar olduğu ve marifetleri sebebi ile de birbirinden farklı ilgi çektiklerine göre, İctihad edenler için de başka herhangi bir işle uğraşanlar için de durum bundan farklı değildir, olamaz da.

Önceki asırlarda da böyle olmuş, birçok İctihad eden bulunmuş, kimi mutlak müctehid olur iken, kimi mezheb müctehidi olarak kalmış, kimi de yalnızca mes’ele müctehidi olabilmişlerdir. Diğer yandan ictihadlarmın seviyesi ne olursa olsun kiminin mukal-lidleri günümüze kadar çeşitli etkenlerin de sonucu bulunup gelmiş iken, bazılarının tabileri kendilerinden sonra kalmamıştır. Bu kalmamışlıkda rol oynayan yalnız o müctehidin ictihadlarmın zayıflığı olmayıp, bilakis başka sebebler daha da önemli bir unsur olmuşlardır. Bunlar uzun uzun Fıkıh tarihlerinde anlatılır.

Fikrî faaliyetin yoğun olduğu yıllarda nerede ise sayılamayacak kadar müctehid olduğunu bize bildiren fıkıh tarihleri bunların kiminin mutlak müctehid olduğunu, kiminin Mezheb Müctehidj olarak kaldığını, kiminin de yalnız Mes’ele Müctehidi bulunduğunu yazmaktadır. Bunlardan günümüze pek azı intikal etmiş, yaşayan mukallidleri ile varlıklarını devam ettirmektedirler. Niceleri de vardır ki Mutlak Müctehid oldukları halde halkın hemen hiçbiri bunların değil ictihadlarını (mezheblerini), isimlerini bile bilmemektedir. Halk bilmiyor diye bunlar gelmemiş, yaşamamış, ictihad etmemiş değildir elbette. Fakat genel olarak halk bilmediğini yok sanmaktadır. Kitapları karıştıranlar, bu sahada gelip gidenlerin kendilerini tanımasalar da eserlerine bakanlar rahatlıkla görmektedirler ki fikrî bereketin bulunduğu asırlarda bunlardan o kadar çok yaşamıştır ki insan doğrusu imrenmektedir.

Günümüzde yaşayan mezhebler yalnız dört tane değildir. Ca’feriyye, Zeydiyye, Ibâdiyye gibi mezheblerin sâlikleri de vardır ve îran, Türkiye, Suriye, Irak, Suudî Arabistan, Yemen, Afrika’nın çeşitli ülkeleri ve Hindistan, Pakistan ile Afganistan’da bulunmaktadırlar.

Bizim söz konusu etmek istediğiniz mezhebler İslâm Mezhebleri’idr. İslâm mezhebi olarak doğmasına rağmen İslâmın dışına çıktığı için İslâmla da alakası kalmamış küfre girmiş mezhebler konumuzun dışındadır. Onların bir kısmının yalnız isimlerini saymakla iktifa ettik.

 

MEZHEB ÇEŞİTLERİ

Mezihebler yukarıda da değindiğimiz gibi iki ana sebebe bağlı olarak doğmuşlardır. Bunlardan birincisi insan fıtratının biri diğerinden farklı oluşları, diğeri ise nassların bir (kısmının ‘Delâlet-i Zannî’ olarak varit oluşlarından demiştik. Bu iki ana sebebe bağlı olarak daha başka sebebler de mezheblerin doğuşlarında talî de olsa sebeb teşkil etmişlerdir. Kültür farklılıkları, örf farklılıkları, insanda bulunan ihtiraslar, coğrafî farklılıklar, belki kavimlerin herbirinin taşıdığı farklı özellikler, nefislerin galebe arzuları, üstünlük iddiaları ve benzeri şeyler de mezheblerin doğuşlarında bize göre esaslı olmayan fakat herhalde dahli bulunan ikinci derecede faktörler olmuşlardır. Biz bu ikinci derecedeki sebebleri asli sebebler olarak görmesek de bu sebebler de mezheblerin doğuşlarında varlıklarını hissettirmişlerdir. İslâmî tağyir (bozma) amacına yönelik sebeblerle mezheb doğmasını ise değmezliği yüzünden saymadık bile. Zaten bu sebeble mezheb icâd edenlerin icâd ettikleri ile İslâmın dışına çıktıkları, küfre girdikleri bir vakıa olarak karşımıza dikilmiştir. Hattâ başlangıçta niyetleri böyle olmamakla beraber tamamen hüsniyetle hareket etmelerine rağmen mezhebleri ile İslâmın dışına çıkanlar ve geri de dönmeyip veya dönemeyip orada, kalanlar da olmuştur. Bunların da hüsnîniyetleri-ne rağmen İslâmın dışına çıktıklarım söylemek gerekir. Ki mezheblerin taşıdıkları gerçekler kendileri için küfürde denilmesini zarurî kılan gerçeklerdir. Vakıa budur. Bu sonuç hoşlarına, gitse de gitmese de gerçek budur. … .

Konumuza bu noktada bir örnek getirmekle daha da aydınlatıcı olmak kabildir. Şöyle ki: Bedir Harbi sırasında harb henüz başlamadan önce özellikle Mek-ke’li Müslümanlar! (Muhacirûn) Resulullah’a (S.A.) müracaatla Bedir’e gelen yakınlarını, babalarını, kardeşlerini, amcalarını, dayılarını bizzat kendileri öldürmek istediklerini belirtirler. Resulullah (SA) ise buna müsaade etmeyerek «— Kim kime denk gelirse onunla savaşsın. Özel olarak yakınlarınızı aramayınız!» diyerek onları bundan vazgeçirmeye çalışır. Bilindiği gibi savaşın sonunda Müslümanlar Kureyş’ ten 70 civarında ölü ve bir o kadar da esirle Medine’ ye dönerler insan, insandır ve Muhacirûn da olsa insandır ve zayıftır. Bunu Allah-u Teâlâ söylüyor Ki-tab’ında.

İşte problem Medine’ye döndükten sonra başlamış ve birkaç gün geçmeden Bedir’de öldürülen yakınları için bazı Muhacirûn’un dua etmeye başladık-ları ve «— Ya Rabbî Senin rahmetin geniştir. Onları da affet, mağfiret et!» diye dua etmeye başladıklarını biliyoruz. Bu duayı yapanlar, Bedir’de müşrik yakınları öldürülenlerdi, yâni Muhacirlerden bir kısmı idi. Bu hâl sahabeden de sâdır olsa bir yanlışlık idi ve Allah-u Teâlâ bir süre sonra indirdiği bir âyeti» • bu durumda olanlar için aynen şöyle buyuruyordu : «— Akraba bile olsalar cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah’a) ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne Peygamberin ne de mü’minlerin yapacağı bir iş değildir.» (Tevbe: 113)

Bu âyetin delâleti açıktır ve mağfiretin kâfir ve müşrikler için söz konusu olmadığını, öyleleri için yapılacak duaların boşa gideceğini belirtmektedir. Allah’a, Kereminden ötürü hamdederiz ki bizler sapıklıklardan, yanlışlıklardan gönderdiği dini ile korumuştur. Biz zayıfız ve zaaf gösteririz. Bütün bu halimize rağmen İslam dairesinin dışına çıkmadıkça ancak O’nun rahmetine, mağfiretine müstehak olabiliriz. . .

İslâm Tarihinde Allah’tan başka Allah olmadığına inandığı halde Allah’ı bir insanın cisminde yeryüzünde göründü diye itikad edenlerin kâfir olduklarını gördüğümüz gibi, Allah’ı ve Peygamberliği kabul ettikleri halde Cebrail’in vahyi Ali’ye getireceği yerde yanılarak Muhammed’e getirdiğini söyleyerek kâfir olanları da görmekteyiz.

Dürzilerin Fatımî halifesi Hakim biemrillah el Mansur ibnil-aziz billah’ın vücudunda tecessüm ederek yeryüzünde göründüğünü söylemeleri, Allah’ın Kendi gerçeği ile ilgili verdiği açık bilgilere ters düştüğünden dolayı onları kâfir etmiştir. Allah Kendisi nin kimseye benzemediğini, eşi, ortağı ve mekanı bulunmadığını söylemesine rağmen, Allah’ı bir insanın bedeninde yeryüzüne indiğini, göründüğünü söylemekle Allah’a küfretmişlerdir ve elbette îsllâm’ın dışına çıkmışardır.

Diğer taraftan «Herşeye kadir olan Allah»ı, gönderdiği vahyi gönderdiği kişiye ulaştımaktan aciz kılan itikatlarıyle gurabiyye de Allah’a küfretmiş oldular ve yine îslâmın dışına çıktılar. Bütün bunlar göstermektedir ki insanlar İslâm olmak ve Müslüman kalmak istiyorlarsa elbette Allah’ın bildirdiklerini, O’nun bildirdiği gibi bilmek ve inanmak durumundadırlar. Söyledikleri ve inandıkları ile Allah’ın hadlerini aşanların, bu hallerine rağmen İslâm kalabilmeleri mümkün olamamaktadır.

Verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı gibi insanlar hüsniniyyetle de olsa İslâmın dışına çıkabilmektedirler. Ya kendilerini, inançlarını, sözlerini düzeltirler ve istiğfar ederek tekrar İslama dönerler, ya da çıktıkları yerde kalarak İslâmın dışında, küfür kalırlar ve hüsrana uğrayanlardan olurlar. Bunlar asırlar önce böyle olduğu gibi, bugün için de böyledir. Kur’ân, kıyamete kadar herşeyi açıklayıcı bir ki-tab olarak gönderildiğine göre taşıdığı hükümlerin belirli zamanlarla sınırlı olmadığı, olaylar ve eşyanın gerçeği ile ilgili doğrulan ta’lim ettiğine göre her zaman geçerliğe sahib bulunduğu, o asır, bu asır demeden tüm zamanı kapsayıcı hükümlerin sahibi bulunduğu bir gerçektir. Bugün de aynı hatalar, sapmalar yapılırsa bilinmelidir ki adı geçen âyetler yalnız 14 asır önceki müşriklere değil, bugün şirke düşenlere de hitab etmektedir. Yarınlarda da aynı hükümler geçerliğini koruyacaktır. Tâ kıyamete kadar.

İster Allah’ın dinini bozmak kasdı ile olsun, ister takva sebebi ile olsun O’nun bize bildirdiklerine aynıyla tâbi bulunmaklığımız, ne azına razı olmamız, ne de onları çoğaltmamız mümkün ve caiz değildir. Hele akîde ile ilgili konularda Müslümanım diyenlerin çok titiz olmaları, pırıl pırıl İslâm akidesinin üzerine bir toz zerresi bile kondurmamaya itina etmeleri gerekir. Akıldan çıkarılmamalıdır ki sahih bir akîde olmadan hiçbir melin kıymet-i İslâmiyyesi yoktur, olamaz da. Zira Allah’ın söylediklerinden başka şeylere inanacak, onları istediğiniz şekle sokacak bir bakıma senin söylediklerin gibi değil, benim zannettiklerim gibi ‘diyeceksiniz ve ondan sonra da O’ndan birşeyler umacaksınız. Bu hiçbir halde mümkün değildir. Bu sebeble biz ısrarla itikadî hususların Allah’ın gönderdiği ve Resulullah’ın da insanlara tebliğ ettiği gibi olması ve kalması gerektiği kanaatim taşıyageldik ve hesab günü kurtuluşun ancak bu şekilde mümkün olacağına inandık ve inanıyoruz.

 

Mezhebler tealluk ettiği konular bakımından üç kısımda mütâlea olunmaktadır:

1. Siyâsî Mezhebler

2. İtikadî Mezhebler

3. Fıkhî Mezhebler

 

1. Diğer mezheblerde de olduğu gibi siyâsî mez-heblerde de önce siyâsî konulara tealluk eden görüş farklılıkları doğmuş, gelişip büyümüş ve bilahare de esasları tesbit olunarak ortaya bir mezheb çıkmıştır. Siyâsî konular Yönetim ve yöneticinin hususiyetleri ni muhtevi bulmaktadır bilinci derecede. İslâm tarihinde Devlet Başkanı’nın (halifenin) aynı zamanda birden fazla olup olamayacağı, seçim şekli, şu veya bu kabilden olup olmayacağı, halife adayının ‘Adl’i konuları, Yönetimin Peygamber’den sonra kime ait bulunması gerektiği hususlarındaki görüşler, görüş farklılıkları bilahare siyâsî mezheblerin doğması ve sistematize edilmesine müncer olmuştur, İslâm tarihinin ilk asırlarında kalan bu olaylar günümüzde bir ihtilafın sebebi gibi görünmüyorsa da taassuba bürünmüş düşünceler külenmiş olarak el’ân yaşamaktadır. İslâmın esprisini kavrayan ve fakat henüz pek geniş olmayan basiretli çevreler bu taassub zincirini kırmak, atmak ve Allah’ın Resulü’nün İslâmî getirdiği günlerin anlayışına kavuşmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Resmen ve Devlet çapında bunu yapanları gördüğümüz gibi, daha onları tanımazdan önce de, çok küçük de olsa bazı çevrelerin aynı düşünceyi paylaşarak aynı amele ulaşmak istediklerini biliyoruz.

Biz burada siyâsî mezhebleri uzun uzun anlatacak, görüş farklılıklarını belirtecek mezheblerinin kendilerine göre delillerini gösterecek ve konuyu genişleterek kitab hacmine ulaştıracak değiliz. Mevzuumu-zun .meraklısı olanlar Siyâsî mezheblerle ilgili bilgiyi sıhhatlice dercetmiş kitabları bulabilir ve okuyabilirler. Biz dergi hacmini gözönünde bulundurmak ve bu sebeble konuyu taşmak istememekteyiz. Mes’elenin tafsilâtından ziyâde başında da söylediğimiz gibi bizi esası ilgilendirmekte ve olması lâzım gelenle ilgilenmekteyiz. Olması lâzım gelenin de Peygamberimiz efendimizin günündeki gibi olmasını dilemekte, istemekteyiz. Zira biz Resulullah (SA.)’tan daha iyi bir Müslüman bilmediğimiz tanımadığımız gibi kimsenin de bunun aksini söyleyebileceğine inanmıyoruz. Aklen de naklen de sabittir ki Bir dinin Peygamberinden daha fazla o dinin dindarı olunamaz. Olunmasına o din gerek de görmemiştir. Kimsenin olabileceğini de sanmadık, sanmıyoruz. Bu aklî ve naklî sebeble diyoruz ki Peygamberimiz İslâm olarak, Resulullah olarak akide ve amel konularında neyi nasıl anlamış ve uygulamış ise, dinden birşey olarak bize bir-şey bildirmiş ise bizler de Onun o konudaki anlayışını kavramaya, mes’elelere aynı açıdan bakabilmeye çalışalım. Her konuyu şekil ile izah edebilmek mümkün olmadığına göre mes’elenin esprisini kavrayarak Allah’a gerçek kulluğun Onun tuttuğu gibi yolunu tutalım. Bu konuda bizzat Allah-u Teâlâ bize kendilerini «Usvet’ül Hasene- Güzel bir örnek» örnek olarak göstermektedir Resulullah’ın. Onu anlamak, Ona haberlerin sıhhati bakımından ulaşmak güç de olsa herhalde, ne yapılıp yapılmalı ve bu gerçekleştirilmelidir. Güneşin ışığı dururken, onun kendisine aksederek bizlere ulaştığı aynalara değil kendisine bakmakta gerçeği bizzat görebilmek bakımından zaruret görüyoruz. Onun bize verdiğini alabilmek, sakındırdığından da sakınabilmek için bunu yapmakta ayrıca Kur’ân emri ile zaruret vardır.

 

2. İtikâdî Mezhebler de keza mezhebin tealluk ettiği konunun itikad olmasından dolayı bu adı almışlardır. Peygamber (SA.) zamanında kendileri İslam akidesi ne ise yalnız onu ortaya koyuyor, kendisine gelen âyetleri okuyup açıklıyor ve anlatıyordu. Onu dinleyen müşrikler ise dinlediklerine ya inanıyor ve Müslüman ve mü’min oluyorlar veya inanmıyorlardı.

 

Ne var ki bilhassa daha sonraki yıllarda başka kültürlerin insanları da ardı arkası kesilmeyen şekilde Islama geldiler. Hıristiyan’ı, yahudisi, zerdüştü, budisti, maniheisti ve daha niceleri… Bunların büyük bir çoğunlukla İslâma girmeleri daha ziyade Hz. Ömer (RA.) zamanına rastlamaktadır. Emir’ül Mü’ minin Hz. Ömer (RA.)’in dirayeti, basireti ve yöneticilikteki becerisi ve Ümmet arasında çıkan ve çıkabilecek her türlü fitnenin hemen üzerine giderek onu yok etmekte gösterdiği şecaati Onun gününda (hilâfet yıllarında) siyâsî açıdan olmadığı gîbi, akîde açısından da bir takım fitnenin çıkmasına meydan vermedi.

Bilhassa itikada tealluk eden konularda çıkan ihtilafların ve ümmeti bölen fitnenin kökünü biz, İslâm dışı kültürlerle Islama gelenlerin gelirken isteyerek, istemeyerek getirdikleri pisliklerde ve daha sonraki yılllarda da Eski Yunan Felsefesi’nin, hind felsefesinin arabçaya tercüme edilerek Müslümanlar arasında yayılmasında görüyoruz.

Başlangıçta, yâni Resulullah (SA.) zamanında Arabistan Yarımadası zaten nüfusu çok az bir yer iken, Müslüman olanı da buna nisbetle daha azdı. Ve umumiyetle putlara tapanlar İslâmın muhatabı olmuş ve çoğunluğu İslâmî kabul de etmişti, İslam tek kültüre karşı idi ve bu kültürün üzerine üzerine giderek onu adetâ kökünden kuruttu. Lâkin başlangıçtaki tedricî Müslüman olmalar, Müslüman olanların arınmaları bakımından da büyük kolaylıkları beraberinde getirdiğinden ve aralarında başlarında Resulullah olmak üzere İslâmî iyi anlamış, iyi kavramış, esasını özümlemiş bir kadro bulunduğundan istenilen sonucun alınmasında sağlam temeller oluşturmuştu.

Hz. Ebu Bekr (RA.)’in kısa süren hilâfeti dönemi de Arab Yarımadası sınırlarım taştı demlemeyecek ve Peygamber zamanında Müslüman olanların bir kısmının çıkardığı problemlerle (irtidad olayları) uğraşmakla geçti. Onun vefatına kadar İslâm geniş çapta başka din. sâlikleriyle mufaatab oldu denilemez.

Hz. Ömer (RA.) zamanında ise İslâm Devleti’nin hem hudutları, hem de yeni nüfusu eskisi ile kıyas edilemeyecek kadar genişlemiş ve çoğalmıştı. İslâmın parlaklığı yüzbinlerce gözü kamaştırıyor ve onunla muhatab olanların büyük bir çoğunluğu da bu dine giriyorlardı. Yani Müslüman sayısı da büyük bir hızla çoğalıyordu, iran’ın, İrak’ın, Yemen’in, Mısır’ın, Filistin ve Suriye’nin zaptedilmesi, Anadolunun güneyinden Kafkasya’ya kadar ilerlemesi İslâmî ve Müslümanları o güne kadar pek de alışık olmadıkları başka toplumlar, dinler, örfler ve insanlarla karşı karşıya getirmişti. Bütün bu hızlı gelişmelere rağmen Devlete hâkim merkezî otorite bütün olaylara hükmedebiliyor, siyâsî açıdan olduğu gibi, itikâdî ve amelî açıdan da devlet vahdeti sağlanıyordu. Büyük bir çoğunluk bilmedikleri için eski itikad ve kültürlerini de yeni girdikleri İslam toplumuna kaçınılmaz olarak getirmiş durumda idi ama devlete hakim otorite hiçbir fitneye fırsat vermeyici, hiçbir nifaka göz açtırmayıcı olarak varlığını sergiliyor olduğundan hisse-dilebilen birşeyler olmuyordu, olmadı.

Ne zaman :ki Hz. Osman (RA.) bunca genişlemiş, nüfusu çoğalmış ve belki bir bakıma yönetimi de zorlaşmış olan bu davletin basma geçti ve halife oldu. On yıl kadar süren hilâfeti sırasında İslâm Tarihinin yazdığı gibi önü alınamayan olaylar meydana geldi. Bu olaylar Hz. Osman’ın yumuşak huyluluğunun kötüye kullanılmasından kaynaklanan olaylar olarak başlamakla kalmadı başka fitnelerin, nifakın hapsedildiği yerlerin de kapısını açtı ve olanca fitne, nifak, fesad ortalığa yayıldı. Ve badiğimiz gibi sonunda Hz. Osman (RA.)’ın da şehâdeti ile sonuçlandı.

Düzeni bozulan bir toplumu kolay çekip çevirmek mümkün bulunmadığından ve tekrar eski halini aldırmakta çok zor olduğundan olaylar başka olaylara sebeb olarak gelişti, genişledi ve tüm ümmeti sardı. Hz. Ali (RA.)’nin toplum düzeninin bozulduğu böyle bir ortamda iktidara gelmesi olayların önünün alınmasına yetmedi, bildiğimiz gibi Cemel Vak’aları, Sıffîn Muharebeleri ve daha nice fitneler ortalığı kasıp kavurdu. Sonunda Benî Ümeyyenin (ısırıcı) emirliği ile daha önceki İslâm Devleti, ‘Emevî saltanatına dönüştü.

Konumuzdan biraz uzaklaşmış gibi görünmemize rağmen bu olayları zikretmek, pek az da olsa üzerinde durmakta göreceğiniz gibi zaruret bulunmaktadır.

Benî Ümeyye’nin saltanatı yıllarında Bizans kültürünün ağır etkisinin hissedildiği, yönetim ve Ümmetin umuru ile ilgili işlerin saltanat usulleriyle yürütüldüğünü tarihler yazıyor. Bizi konumuz itibariyle bunlardan özellikle kültür geçişmeleri ilgilendirmektedir.

Benî Ümeyye saltanatı oturduktan ve çevresinde otoritesini her ne suretle olursa olsun sağladığı sıralarda bilhassa merkeze yakın tebeanın çoğunluğu hı ristiyan kültüründen gelme kişilerdi. Müslüman ol-mayıp dinlerinde kalarak zimmet ehli statüsü ile bu devletin tebeası olan hıristiyanlardan bilhassa Süryânîler eski yunancayı iyi bildiklerinden devamlı olarak Eski Yunan filozoflarının eserlerini arabçaya tercüme ediyorlar ve halkın arasında yayılmasına, okunmasına çalışıyorlardı. Devleti yönetenlerin bu çalışmaların nerelere varacak sonuçlar doğuracağı ile yakından ilgilenmemeleri çalışmaların daha da artmasına ve hattâ ‘Emevî sarayının bu tercümeleri ödüllendirerek teşvik etmeleri sonunda büsbütün ortalığı Eski Yunan klâsikleri kapladı. Bu tercümeleri yapanların büyük çoğunluğu Süryânîlerdi.

İşte itikad açısından olanlar bundan sonra olmaya başladı ve durup dinlenmeden, hattâ çıkan-fitne devlet desteğini de arkasına alarak olanca hızıyla ortalığı kapladı.

Bu dönem İslâmî Peygamberin gününde iyi öğrenmiş, özümlemiş ve yaşayan büyük gurubun (sahabe) fitne harplerinde çok sayıda şehit olmaları sonucu azalmaları bir yandan diğer yandan” da kelime-i şehadet getirerek Müslüman olmuş takat İslâmî bilmeye muhtaç yüzbinlerce, milyonlarca insanın İslâmî öğrenmeye ihtiyâcı bulunduğu dönemdir. Bir taraftan İslâmî iyi bilen öğreticiler sür’atle a/alırken, diğer yandan İslâmî öğrenecek durumda bulunan milyonlarca insanın İslama girdiği dönemdir. Bu iki taraflı zaaf, siyâsî otoritenin de işe çekip çevi-ricilikle değil, taraf olarak girmesiyle ortalığın kaynadığı, binbir türlü fikrin insanların kafalarını boşuna meşgul ederek onları İslâmî öğrenmekten alıkoyduğu bir sonucun doğuşunu kolaylaştırdı.

Nerede eski Yunan filozoflarının fikirleri var ise toplumda onlar konuşulur, söylenir ve dinlenir oldu. Vahdet-i Vücud nazariyesinden, fiili kimin yarattığına, tenasüh nazariyesinden Kur’ân mahluk mudur değil midir’e kadar Resulullah (S.A.)’ın gününde bilinmeyen, konuşulmayan, kimseyi de meşgul etmeyen nice İslâm dışı konular Müslümanların devlet dahil tümünün gündemini doldurdu.

İşte bu ortam iti’kâdî mezheblerin doğması, tedvini ve sınırlarının çizilmeye başlandığı ve tarafların birbirinden kesin hudutlarla ayrılmaya başladığı dönemdir. Mu’tezîlenin, Cebriyye’nin, Kaderiyye’nin, Cehmiyye’nin, Mürcie’nin ve daha nicelerinin şekillenip, kemikleştiği ve saliklerinde görüşlerinin kireçlendiği devir bu devirdir. Bütün bunların savundukları, Müslümanların gündeminin konusu yaptıkları düşüncelerin özellikle akidevî açıdan Allah’ın Resulü’ nün getirdiği İslâm ile uzaktan yakından ilgisi yoklu. Nitekim Resulullah’ın zamanında kimse bunlar gibi konuşmuyor, bunların ilgilendiği konularla ilgilenmiyor ve gündeminde bulundurmuyordu.

İslâm Akidesi arı-duru, kolay anlaşılır, kavranır ve akıl onda kuşkuya kapılmadan kabullenir halde idi. Peygamberin gününde itikadda anarşinin izine bile rastlamak mümkün değilken, yukarıda anlattığımız şartların doğduğu yıllarda ortalığı kaos kaplamıştır. Her ne kadar bu kaosun içinden çıkmak için çaba sarfedenler olmuşsa da daha sonraki asırlarda da izlerine rastlanan lekeler kalmıştır Müslümanların birçoğunun akidesinin üzerinde. Bu gün bile İslâm Akidesi ile hiçbir şekilde münasebeti bulunmayan ‘Vahdet-i Vücut’ felsefesinin dar da olsa bazı çevrelerde de genişliğine gündemde tutulmaya çalışıldığı görülmektedir. Müslümanların arasında sahih bir akidenin teşekkül edip, sağlığının korunması tedbirleri de alınarak sürdürülmediği günümüzde nice kendinin Müslüman olduğunu sananlarımızın ‘Tenasüh nazariyesi’ne inandığını görmemek mümkün değildir.

Bilhassa sofiyyenin çeşitli tabakalarında ‘Kade-riyye-Cebriyye’ anlayışının geçerliliğini sürdürdüğünü, her ne olursa Rabb’in takdiri ile oluyor, bizim bir dahilimizin olması da mümkün değildir, mülahazası ile haramın haramlıktan çıkarıldığını, farsın farz olmaktan uzaklaştığını görmüyor muyuz? Şu’cu veya Bu’cu olsun hemen her kesimde belki birbirine benzemeyen lâkin İslama benzememek bakımından birbirlerine benzeyen nice itikad taşınmaktadır ki bu tür bir itikad ile ahirete intikal edipte yakasını Huzurullah’taki hesabtan kurtarabilecek kimse tanımıyoruz.

Allah-u Teâlâ’mn ısrarla üzerinde durduğu ve tekrar tekrar âyetlerinde zikrettiği ‘Zannla itikad etmek’ ten kaçınmayanların hesab günü halleri yamandır (..). Zira Rabbimizce kabul görmeyeceği Kur’ân’da açıklanan bir itikadla O’nun huzuruna varmış olacaklardır. Böyle bir varışın hüsran doğuracağını da yine Kur’ân belirtiyor. (…)

 

3. Fıkhî Mezheblere gelince kelimeden de anlaşılacağı gibi bu anlama, bilme manasında olup, ıstılahta amellere tealluk eden konularda ortaya çıkan görüşlerin toplamından oluşmaktadır. İçtihada belirli usuller kullanılarak yapılan ictihadlar sonucu ortaya çıkan mezhebler, fıkhî mezhebleri oluştururlar.

İslâm tarihi siyâsî, itikâdî olduğu gibi fıkhî mezheblerin de çokça bulunduğunu anlatır. Fıkhî mezhebler her ne kadar siyaset ve itikad’la doğrudan ilişkili görülmez ise de netice olarak yine de siyâsî ve itikâdî kanaatların eserini fıkhî mezhebler üzerinde görmek mümkündür.

Fıkhî Mezhebler kendilerine intikal eden delillerden hüküm çıkarırken birbirinden farklı usullere başvurmuşlardır. Bu usullerin herbiri kendi içinde tutarlı birer usûl olarak görünmekte, biri diğerinden farklı da olsa kanaatimiz odur ki İslâmın genel esaslarından çıkarılmış bulunmaktadır. Fıkhî mezheblerin şekillenip bir biçim kazanmaya başladığı ve daha sonra da tedvin edilerek sınırlarının belirlendiği bilinmektedir. Bütün bunlar yapılırken bazılarının sandığı gibi fıkhın, fıkıh usulü ve diğer usullerin müstakilen bu işleri yapanlarca ihdas edilmediği, bütün bu esasların Resulullah (S.A.)’ın gününde de bilindiği, Onun vefatını takib eden yıllarda da birçok müctehid ashabın daha sonrakilerin kullanarak sistematize ettiği esasları bildiklerini de biliyoruz.

Meselâ ‘Örfün şer’î hüküm çıkarmada daha son-rakilerce bir metod olarak kullanılması kendilerinin müstakil buluşları olmayıp Kur’ân ve Sünnet’in ‘Örfe de yer verdiği gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Nitekim Resulullah (S.A.) hayatlarında ve Müslümanların başında devlet reisi iken içinde yaşadıkları toplumun bir çok örfünü dokunmadan bırakmış ve yaşayarak daha sonrakilere kadar intikaline imkân vermiştir. Şayet bunlardan bazıları İslâmın esprisi ile ters düşüyor idiyse onlar iptal olunmuş ve Peygamber’in gününde de kullanılmamıştır. Bir kısım iptal olunan örfün yerine de yeni davranış biçimleri ihdas olunmuştur. Bir örnek verirsek îslâm gelmeden önce arablar arasında çocuklarına değişik isimler arasında Allah’a ortak koştukları putların da isimlerini kullanarak onların kulu anlamına gelen ‘Abdülmenat’, ‘Ab-düluzzâ’ gibi isimler koyduğunu da biliyoruz. Bu isimler Menat’ın kulu ve Uzzâ’nın kulu manasında idiler. İslâm geldikten sonra bu ve benzeri ‘şirk’ ifadesi taşıdığı için İslâmın esprisine uygun düşmeyen isim taşıyanların isimlerini Resulullah değiştirmiş ve İslâmın esprisine uygun olarak ‘Abdullah, Abdurrah-man, Abdülkâdir ve benzeri’ gibi isimler vermiştir bu isimlerin sahihlerine. Daha nice misalle konuya aydınlık getirmek ve ‘örfün keyfiyetini İslâmın ışığında meydana çıkarmak mümkündür. Cahiliyye devri arablarının ‘rrzık ve utanma’ korkusu ile kız çocuklarım diri diri toprağa gömme örfü de İslâmın esprisine uygun olarak iptal olunmuş, hattâ böyle yapanların Allah’ın gazabına uğrayacakları bildirilmiştir.

Yine ‘Kıyas’m ictihadda bir metod olarak kullanılması da Kur’ân’dan kaynaklanan bir vakıadır, sonra gelenlerin buldukları ve uyguladıkları bir şey değildir. Kur’ân’ın bir çok âyetinde Allah-u Teâlâ insanların akıllarının almadıkları şeyleri, benzerlerine kıyas ederek anlatmakta ve ‘Kıyas’ı Bizzat kullanmaktadır. Nitekim müşriklerin Resulullah (S.A.)’a «— Ya Muhammedi Bütün söylediklerin bir yana ama şu kuru kemik mi yarın (ahirette) tekrar dirilecek, bu da olacak şey mi? Bunu bari söyleme!» diye elindeki bir ölü kemiğini Peygamber’e göstererek ‘Tekrar dirilmeyi’ akıllarının almadığını açıkça ifade etmişlerdir. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ indirdiği bir âyetle onlara hitaben «— Kupkuru gördüğün yeryüzünün, Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçmesi, kabarması. Allah’ın varlığının belgelerindendir. Ona can veren Allah şüphesiz ölüleri de diriltir. Doğrusu O herşeye kadirdir.» (Fussüet : 39) (1) Bu ve aşağıda verilen diğer âyetler yalnız bu konuda Bizzat Allah tarafından Kıyas’m kullanıldığının örneklerini teşkil etmektedir. Daha nice konularda aynı şekilde insanlara misaller vermiş, anlamadıkları şeyleri anladıkları benzerleri (müşterek illeti bulunanlarla) ‘ni örnek vererek kıyas yapıp anlamadıklarını da anlamalarını mümkün kılmak istemiştir. Tabii ki herşeye rağmen anlamak istemeyenler olmuş ve olacaktır da. Akledenler içinse bu ve benzeri misaller imanlarını artırıcı, yakın hâsıl edici sonuçlar doğurmuştur. Rabbimizin bize herşeyi bizim anlayacağımız şekilde bildirmesinden dolayı ancak O’na hamdederiz.

Medine ahalisinin örfünü delil olarak kullanan imanı Mâlik de Resulullah (S.A.)’ın aralarında yaşadığı, Ondan görmedikleri birşeyde ittifak edip örf haline getirmeyecekleri varsayımından hareket etmiştir.

Bir kısım nasslar yalnız zahirlerinde taşıdıkları anlamlarla yüklü olduğu ve bir kısmının da zahirinin ifade ettiği mananın bir ‘gâye’sinin bulunduğu gerçeğine rağmen bazı müctöhidler Kur’ân’ı ve Sünnet’i anlamada bu yorum (tefsir) metodlarından yalnız birini Kur’ân’ın tümüne uygulamak suretiyle içinden çıkılmaz sonuçlara ulaşmışlardır. Davud-u Zahirî’nin ve imam Ibn-i Hazm’ın İslâmî anlamada yalnızca nassların zahirlerine bakarak hüküm vermeyi sağlıklı bir yol olarak görmeleri sonucu nice sağlıksız sonuçlar ortaya çıkardıkları gibi. ‘Yed’ullah! Allah’ın Eli’ mes’elesi ve benzerlerinde olduğu gibi. Nitekim Kitab ve Sünnet’i tahrik etmeyen mukallidlerin aynı hataya düştükleri de görülen bir gerçektir. Meselâ Resulullah (SA) buyurmuştur ki: «— Kur’ân’ı çok Okuyunuz!» Keza Allah (C.C.) da aynı talimde bulunmuştur Kur’ân’ında. Bu emri yalnızca zahirî manasına bakarak anlayanlar Kur’ân’ın anlaşılması, hatırda kalması, hükümlerinin özümlenmesi, esasının kavranması ve Müslümanım diyen herkesin hayatını ona göre tanzim etmesi için söylenmemişcesine Kur’ân’ı anlamadan asırlardır okuyup durmuşlar, yüzünden okumak anlamına anlamışlardır. Böyle hareket edenlerin Zahirî mezhebinde olmadıkları da bilindiğine göre -ki Türkiye’de Müslümanlar çoğunlukla böyle yapmaktadırlar- bu nasslann zahiri ile hükmettiklerini görüyoruz. Kur’ân’ın anlaşılıp amel olunması için okunmasının istendiği ihmâl olunmuştur. Bunun sonucu olarak da bilhassa ana dili arabça olmayanlar Kur’ân’ı yalnızca yüzünden okuyup durmuşlar fakat içinde Allah’ın kendilerini nelerden sakındırdıklarını, nelerle emrettiğini bir türlü anlamamışlardır. Zira insan bilmediği bir dilde yazılmış bir kitabı değil okumak ezberlese bile bu hâl onun okuduğu kitabın içindekilerin anlamasını mümkün kılmaz.

Nitekim müşriklerin Peygamber’e hitaben «— Yâ Muhammedi Altından, inciden köşklerin ve yanında meleklerden bekçilerin de yok. Bizler gibi çarşılarda, pazarlarda geziyorsun. Bir de bizim konuştuğumuz dil ile bizlere konuşuyorsun ve diyorsun ki bunları bana Allah söylüyor!» diyerek adetâ böyle de Peygamber mi olur? demek istemeleri karşısında Allah «— Anlayasmız diye size Kur’ân’ı arabça indirdik!» (Yusuf: 2) buyurmasından açıkça içindekilerden mükellef olunabilmesi için Kur’ân’ın anlaşılması gerek tiği, anlaşılsın diye de arablardan seçilen Peygambere onların ana dilleriyle gönderildiğinden başka birşey anlaşılabilir mi? Nitekim yine Kur’ân’da Allah-u Teâlâ «— Biz bu Kur’ân’ı yabancı bir dil ile ortaya koysaydık: ‘Ayetleri uzun açıklanmalı değil miydi? Bir araba yabancı bir dille söylenir mi?’ derlerdi.» (Fussilet : 44) (2)

Ayrıca «— Kendilerine apaçık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin dili ile gönderdik.» (İbrahim : 4) buyuran Allah-u Teâlâ daha nice âyetlerde mütemadiyen Anlamaktan, akletmekten, düşünmekten bahsetmekte ve insanlara Peygamberleri katından bunun için gönderdiğini söylemektedir. Malumdur ki anlamanın, düşünmenin ilk şartı, düşünülecek şeyin bilinen bir dilde olması, söylenmesi gerekir. Yukarıda verdiğimiz âyetler buna delâlet etmektedirler. Anlamadığı dildeki, bilmediği dildeki şeyi Allah’ın emri de olsa insanlar nasıl anlayacak ve gereğini yerine getirebileceklerdir. Ve sonuç olarak da Allah bu insanları nasıl hesaba çekecektir. Bu türden bir çelişkinin İslam’da bulunmadığı bir gerçektir. Çelişki biz Müslümanlarda olup Allah’ın kitabında neleri söylediğini anlamadığımız bir dil ile okuyup durmamızdan kaynaklanmaktadır. Evet okuyanlarımız bu kitabın dilinden birşey anlamıyoruz demiyor olmalarına rağmen de ortadaki gerçek odur ki gerçekten birşey anlamamaktadırlar. Anlamadıkları sü-recede Kitab’ın kendilerini nelerden sakındırdığından ve nelerle emrettiğinden habersizdirler. Bu bilincin gelişmesi herhalde Kur’ân’ın dili biliniyorsa onun dilinden, bilinmiyorsa, bildiği dilden okunması, anlaşılması için zaruret olarak karşımızda durmaktadır.

 

MEZHEBSİZLİK DİYE BİRŞEY MÜMKÜN MÜ?

Hepinizin bildiği gibi Türkiye’de yaşayan halkın dilinde mezhebsizlik umumî olarak dinsizlik, imansızlık, ırzı genişlik ve daha nice kötü vasfı ifade eden bir ifade olarak kullanılmaktadır. Bu kelimeyi hakkında kullandığınız kimse için daha ağır bir hakaret ve küfür kelimesi kullanmanızı gerektirmeyecek kadar şiddetli bir mana taşımaktadır halkın günlük dilinde. Mezhebsizlikle itham edilen kişinin değil Müslümanlıkla, insanlıkla dahi ilişkisi bulunmadığına delâlet eden bu kelime, halkın dilindeki anlamıyla hiçbir asırda fıkıh dilinde kullanılmamıştır. Fıkıhta mezhebsizlik mümkün değildir. Değildir zira, mezheb yukarıda da açıkladığımız gibi düşünür veya amel ederken belli bir yol tutmak manasında bulunduğundan görüşsüz olmak, düşüncesiz olmak bir bakıma amel etmemek demeğe gelir.

Delâlet-i Kat’î nasslaıia hangi hususlarda nasıl inanacağımız’ve nasıl amel edeceğimiz açıkça belirtilmiş olmasına -rağmen, Delâlet-i Zannî nassların delâlet ettiği hususlarda mutlaka bir yol tutmak (mezheb sahibi bulunmak) gerekmektedir ki o konuda amel etmek de mümkün olsun. Meselâ namazla ilgili sü-but-u kat’î ve delâlet-i kat’î nassların dışında bize ulaşan haberlerin bir kısmı da delâlet-i zannîdir. Bu durumda ister istemez (bir zorunluluk olarak) bir görüş (mezheb) sahibi olacaksınız ki namazı kılabilmeniz mümkün olsun. Aksi halde yâni mezhebiniz bulunmaması halinde namazı kılmamanız gerekir ki kılınması kesin farzdır. Bu örneği bütün inanç ve amelle ilgili hususlara teşmil etmemiz mümkündür. Bu itibarla mezhebsizlik mümkün değildir, Müslüman olunduğu halde. Ancak birbirinden farklı mezheb sahibi olmak söz konusudur ki bunun adı da mezhebsizlik olmayıp, farklı mezheb sahibi bulunmaktır.

Mezhebsizlik, şayet sapık (gûlât) mezheb sahibi anlamında kullanılırsa -ki bu ifade yersizdir- o takdirde bunu mezhebsizlik olarak değil, mezhebi sapık, mezhebi İslâmın dışına çıkmış, velhasıl kâfir anlamında kullanıyoruz demektir. Bu halda de iltibasa yol açacak Mezhebsizlik ifadesi kullanmak yerine sapık mezheb sahibi veya İslâmın dışına çıkmış demek daha açıklayıcı ve karışıklığa meydan vermeyici bir yol olur.

Sonra dikkat edilirse bu tabiri (mezhebsizlik tabirini) Türkiye’de kimlerin meşhur ettiği dikkatleri çekmelidir. Kendi zavallı ve bulanık anlayışlarından başka kimseye İslâm olma hakkı tanımayan ve aslında bildiğimiz durumlarıyla belki kendilerine Müslüman denilmesi çok zor olan bu karanlıkçı, çağdışı anlayış sahipleri günlük yayın organlarından da takib ettiğimiz kadarı ile içinde bulunduğu siyâsî şartlarla her halde uzlaşmacı, anlaşmacı olmuşlar ve kalelerinde yalnız uzlaştıkları siyâsî otoritenin bayrağını dal-galandırmışlardır. Bunların uzun yıllar Vahhâbîler için özel olarak mezhebsiz tabirini kullandıkları ve insanımızın da mezhebsizlik tabirini bunlardan duyduğu bilinmektedir. Suudiler hakkındaki mezhebsizlik kanaatlarını değiştirmişler ve Suudîlerle birlikte Şâh’ın zamanındaki İran’a hiçbir husumetleri yok iken, İslâm uygulanmaya başlandığı zamandan itibaren elele, birlikte İran’daki Müslümanlar hakkında mezhebsizlik ithamına başlamışlardır. Gerek Türkiye’de, gerekse diğer ülkelerde mütemadiyen İran’ın Şiîliğinden söz etmeye, mezhebsizliğinden bahsetmeye ve beyinleri bulandırmaya çalışmaktadırlar. Halbuki Suudilerin Sünnîliği ile Şâh’ın Şiîliği arasında îslâmdan uzaklık bakımından hiçbir fark yok idi. Lâkin yeni yönetimi ile İran İslâm uygulamasına geçmiş, emperyalizmin hem batılısının, hem de sosyalistinin kolunu kesmiştir. İşte ne oldu ise bundan sonra olmuş ve Suudîlere mezhebsiz diyen bu beyinsizler takımı yıllardır mezhebsizlikle itham ettikleri Suudîlerle elbirliği ederek veryansın etmeye başlamışlardır İran’daki yeni yönetime karşı.
Tabii ki bütün olup bitenleri görenler ve azıcık da olsa düşünme nimetinden nasibi bulunanlar bunların İslâmın değil, kâfirlerin dostluklarını ettiklerini rahatlıkla görmekte ve emperyalizmin fahrî ırgatlıklarım yaptıklarım bilmektedirler.

Müslüman bilmelidir ki İslâmda mezhebsizlik söz konusu değildir. Belki birbirinden farklı mezheb sahibi olmak söz konusudur. Böyle olması da hem insan fıtratının farklılığı hem de nassların bir kısmının delâlet-i zannî olarak varit olmasının kaçınılmaz sonucudur.

 

MEZHEBLER TEVHİDİ GEREKTİRİR

Mezheb farklılıkları Müslümanlar arasımda ne bir cemaat olmaya, ne de büyüyerek bir devlet olmaya mâni değildir. Bilakis Müslümanlar mezhebleri farklı bulunsa da tek cemaat, tek devlet olmakla emrolunmuşlardır.

Bildiğiniz gibi kişiyi kendi içtihadı bağlar. Kendisi müctehid değil ise o takdirde ameline tealluk eden konudaki bütün ictihadlar içinden şer’î delilleri en kuvvetli olanla, ictihad olarak ortaya çıkan hükmün tealluk ettiği mes’elenin tabiatına en çok intibak edenini seçmek, onun daha isabetli olduğuna kail olmak ve onunla amel etmek durumundadır. Aksi halde, yâni bunları yapmaması halinde ise amelsiz kalmak durumundadır ki bu şer’ân caiz ve mümkün değildir.

Müslümanın günlük hayatını İslama göre yaşayabilmesi için amellerine tealluk eden konularda mutlaka bir mezheb sahibi bulunması gerekmektedir. Bu mezheb kendisi müctehid ise kendi mezhebi (içtihadı), değil ise başkasının mezhebi (içtihadı) olacaktır. Bunun dışındaki üçüncü bir hâl caiz ve mümkün değildir, İslam açısından. Aksi halde İslama göre yaşıyor olması mümkün olmayacaktır.

İslâmî bir düzende bir siyâsî otorite bulunacak demektir. Zira düzen otorite ile sağlanacağı gibi, düzeni de otorite uygulayacaktır. Bu düzende temel ve talî yasalar olacaktır. Bu düzen Müslümanların müşterek düzeni olacağından, bütün Müslümanları bir parantez içinde bulunduracak demektir. Bu ise ancak otoriteye tâbi olmakla sağlanabilir. Herkesin bildiğini okuduğu, birbirinden farklı anlayış ve davranışla hareket ettiği bir yerde bir otoriteden, bir düzenden bahsetmek ise imkânsızdır. Bu otorite, bu düzen ancak belli kanunlara tâbi olmakla sağlanır ki İslâmî bir düzende bu kanunlar Kitab ve Sünnet’ten istinbât olunur.

İslâmî bir düzende kanunları devlet başkanı yapar. Yâni devlet başkanının re’yi (görüşü, mezhebi) kanun olur. Devlet başkanı bu kanunları yaparken Şura Meclisi üyeleri ve gerekli görüldüğü hususlarda ve daha ileri giderek ümmet ile istişare ederek hem Kitab ve Sünnet’e azamî derecede uygunluğun sağlanmasını hem de insanların yararını en üst düzeyde gerçekleştirmeyi hedef ittihaz eder. Devlet Başkanının istişaresi sonucu kendisinde bir kanaat teşekkül eder ki bu kanaat onun görüşü (mezhebi, içtihadı)’ dır. Ve bu görüş kanun olur. «Emir’in re’yi ümmet içindeki gizli-aşikâr ihtilâfı kaldırır» şer’î kaidesi gereğince bütün tebea bu kanuna riâyetle yükümlüdür. Artık o kanun Emirin re’yinden de öteye Müslümanlar için ‘Allah’ın, kullarının fiillerine müteallik emri’ haline dönüşür ve bütün ümmeti bağlar.

Ümmet içinde müctehidler de bulunacaktır. Bir müctehid için kendi içtihadı ile amel etmek kendisine vâcib iken bir tek şartla bu içtihadı terkedecektir. Ki o da İslam Devlet başkanının kanun haline gelen görüşü (re’yi) ne tâbi olmak ve onunla amel etmek, ümmet içinde ittihadı sağlamak, düzeni korumak bakımından kendisi için vâcib olur. Emirin re’yine tâbi olmak, kendi içtihadı ile amel etmekten evlâdır. Bütün müctehidler bu konuda ittifak halindedirler. Zira devletin vahdeti, düzenin ebedi müddet devamı bunu zorunlu kılmaktadır. Bir diğer şer’î kaide olan «Bir şeyin vücubu için, bir başka şey elzem ise, bu şey de vâcib olur» gereğince devletin ve düzenin bekası için kanun birliğine gerek vardır. Bu sebeble de müctehid de olsa kişi kendi görüşünü terkederek, devlet başkanının kanun haline gelen görüşü ile amel edecek, onu üstün tanıyacaktır.

Bir müctehidin kendi görüşünü, devlet başkanının kanun haline getirdiği görüşünden daha isabetli bulması, görmesi halinde ise yine kanun halindeki devlet başkanının görüşüne tabiliğini sürdürecektir. Lâkin münasib olan bir usûl ve üslub içinde kendi içtihadını delilleri ve mes’eleye intibakının isabetini gösterir gerekçelerle kendi içtihadını devlet başkanına iletecek ve onun ıttılaına sunacaktır. Şayet devlet başkanı bu görüşün kendi görüşünden daha isabetli olduğu kanısına varırsa ve dilerse daha önce kanun haline getirdiği görüşünü terkettiğini ve yeni görüşü olarak bu içtihadı benimsediğini söyleyerek mevcud kanunu değiştirmiş olur. Prosedür budur. Aksi halde kimse benim görüşüm devlet başkanının görüşünden daha isabetli diyerek -ki gerçekten de böyle olsa bile-devlet başkanının görüşüne, kanun halinde bulunan görüşe rağmen kendi görüşü ile amel edemez. Kanun birliği de başka türlü sağlanamaz. Yalnız devlet başkanının ibâdetlerle ilgili görüşüne ümmetin uyması zorunlu değildir. Ezcümle devlet başkanı ibâdetlerinde (namaz ve benzeri gibi) bütün Müslümanların kendi görüşü ile bağlanmasını isteyemez, istememelidir. Devlet başkanı bir yeri kanayınca abdest tazelemek görüşünde ise ümmetin tümünü bu görüşe zorlamaz. Veya kadına el değince abdestini yenilemesi gerekiyorsa yine bütün ümmeti aynı hal için abdest tazelemeye zorlayamaz. Zaten bu konularda zorlamanın otoriteyi sağlamak veya düzende beraberliği teminle uzaktan yakından alakası da yoktur. Devlet başkanı namazda elini bağlıyorsa, cemaatten bazıları da bağlamadan kılabilir ve kimse onları imamın bu gibi konulardaki tavrı ile zorlayamaz.

Bu konuda bilinmesi gereken ve söylemek islediklerimizi toparlarsak şunu belirtmek gerekiyor ki mezheb farklılıkları hiç de önemli değildir. Dinde farklılık meydana getirecek cinsten değildir. Zaten bir mezheb o denli İslâmın dışına çıktı ise bir ayrı din olmuş ve küfre girmiştir. Görüşleriyle kendilerini İslâmın dışına çıkaran mezhebler birer ayrı din haline gelmiş ve İslamla ilişkileri kalmamıştır. Nusayrîlik, Dürzîlik, Babîlik, Bahaîlik, Sebeiyye, Gurabiyye ve benzeri İslâmın dışına çıkmış mezhebler artık bir İslam mezhebi değildirler ve birer ayrı din olmuşlardır. Allah kâfirûn sûresinde bildiğiniz gibi müşriklerin dini için de din ifadesi kullanmıştır ve ‘Sizin dininiz size benim dinim banadır’ de kâfirlere demiştir Resulüne hitabla…

Bir şeyin din olması için mutlaka hak üzerinde bulunması gerekmediği bu – ayetten de anlaşılmaktadır. Yani marksizm, laik akideye dayalı demokratik kapitalizm, nusayrîlik, zerdüştlük, yahudilik, hıristiyanlık ve daha nice din görmüştür dünya üzerinde insanoğlu. Lâkin bunlar içinde yalnız İSLÂM Allah indinde kabul görecek dindir. Bu husus, yâni diğerlerinin de birer din oluşu bir bakıma aynı cinsten olus-larmdandır. Bir örnek verirsek meyvelerden armutu ele alalım : Armudun küçüğü – büyüğü, sulusu susuzu, olmuşu-hamı, kokulusu – kokusuzu, kurtlusu – kurtsuzu, çürüğü – sağlamı bulunduğu gibi dinlerin de keza çürüğü, sağlamı vardır. Armut çürürse armutluktan çıkmamakta, yine armut kalmaktadır. Lâkin artık çürük armut diye anılmakta ve kimse onu yemek istememektedir. Armudun çürümesi, kurtlanması, pörsü-ınesi, armudu armutluktan çıkarmamakta, cins değiştirmesine neden olmaktadır. Bu sebeble de hıris-tiyanlık, Yahudilik, Nusayrilik, Bahaîlik, Komünizm, Budistlik, Brahmanizm, Lâiklik, Dürzîlik, Yezidîlik, Zerdüştlük ve daha nice din vardır dünyada. Lâkin bunlardan ancak İSLÂM tercih edilmesi gereken, dindir. Zira Allah katında yalnız o din olarak insanlardan kabul görecek ve ona göre hazırlanıp huzu-rullah’a çıkanlar hesabı kolay verebileceklerdir. Onun, İslâmın dışındaki dinlerin tümü bâtıldır, hükümsüzdür.

Allah katında makbul din İslâm olduğuna, buna da hepimiz inandığımıza göre, onun bazı konularda gelen rivayet farklılıkları ve herbirimizin insan olarak hilkatimizin, akliyet ve anlayışımızın farklılığı dolayısıyla farklılaşan mezheblerimiz bizlerin tevhidimize mani değil, bilakis vahdet halinde bulunmamızı gerektiren bir unsurdur. Bu sebeble de bizler Dinimiz İslâmî sağ elimizde ve önümüzde, mezhebimizi de sol elimizde ve arkamızda bulundurmamız ve birbirlerimize böyle yaklaşmamız gerekmektedir ki aramızda vahdet sağlansın.

Mezheb ve özellikle Türkiye’de tozkoparak fırtınaları koparan ne idüğü belirsiz mezhebsizliğm ne olduğunu anlamış, askarî düzeyde de olsa bilgi sahibi olmuş bulunuyoruz. Artık Müslümanların mezheb-leri farklı olsa da birbirlerini kardeş bilmeleri ve yalnızca bütün kâfirleri dost bilmemeleri gerektiği gerçeği ile karşı karşıyayız. Eğer bizleri bu mezheb farklılıkları sebebiyle biraraya getirmek istemeyenler var ise onlara dost değil, bilakis düşman gözüyle veya düşmanın aleti olmuş ‘gözüyle bakmamız ve kazdıkları çukura düşmememiz gerekmektedir.

Evet mezhebi ne olursa olsun bütün Müslümanlar «Toptan Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın» (Âl-i İmrân : 103)

(1) A’raf: 57, Hacc : 5, Ankebût: 63, Rûm: 19-50, Secde: 27, Fâtır: 9, Yasin: 33, Zuhruf: 11, Kâf: 11.

(2) Yusuf: 2, Râd~ 37, Nahl : 103, Meryem : 97, Tâ-Hâ : 113, Şuârâ : 193-194, Zumer : 28, Fussilet: 3, Şura : 7, Zuhruf: 2-3, Duhâm : 58, Ahkâf : 12, Nisa: 163. (İnanmak ve Yaşamak III / Ercümend Özkan, İktibas Dergisi)

posted in MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR | 0 Comments

8th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

RESUL GERÇEĞİ

Peygamber (s.) efendimizin ölüm döşeğindeyken;

• “İsrailoğullarının kendi peygamberlerini göklere çıkardıkları(tanrılaştırdıkları) gibi beni de göklere çıkarmayın.” dediği nakledilmesine rağmen müslümanların büyük çoğunluğu tarafından gerçek konumundan soyutlanarak neredeyse ikinci bir ilah veya küçük bir ilah konumuna getirilmiştir.

Eğer rivayet doğruysa Peygamber efendimizin endişeleri haklı çıkmıştır. Resul nedir sorusuna, cevabımızı Kur’an’dan değilde toplumun anlayışından veya bu anlayışların beslendiği kitaplardan, kaynaklardan verecek olursak karşımıza; gaybı bilen, şefaat eden, herşeye gücü yeten, doğuşundan ölümüne kadar tüm hayatı olağanüstülüklerle geçen, istediğinde, istediği mucizeyi gösteren, dilediği gibi hükmeden, vs. özelliklere sahip bir şahsiyet çıkar. Bu şahsiyete insan demek, onu da kendimiz gibi kabul etmek, aynı zamanda, aynı coğrafyada yaşasaydık onunla arkadaşlık etmek, dost olmak mümkün olmazdı.

Yanına yaklaşılmayacak kadar yüce bir yaratık olurdu. Yanında herhangi bir şekilde konuşmak mümkün olmazdı. Çünkü zaten kalpten, beyinden, akıldan geçenleri biliyordu. Üstelik geleceği okuyordu. Yarın, öbür gün ne olacağını, ne yapacağımızı biliyordu. Evimizde nasıl davrandığımızı, nasıl yaşadığımızı, hatta eşimizle olan ilişkimizi bile görebiliyordu. Onun huzuruna nasıl çıkabilirdik. Yüzümüz kızarmadan, utanmadan onunla aynı havayı nasıl teneffüs edebilirdik. Evet Resulullah’ı bu şekilde algıladıktan, bu şekilde tanımladıktan sonra bu mümküm müydü?

Onun herşeyi bizim için çok değerliydi. Sakalının bir tek kılına bakabilmek, yüz sürebilmek, onu öpebilmek için nelere katlanmıyorduk. Bu uğurda az insan zengin etmiyorduk. Onun giyindiği gibi giyinmek, dişlerini nasıl fırçalıyorsa öyle fırçalamak, sadece onun yediği yemekleri yemek… Belki bunlar Resulullah’a olan sevginin bir işareti sayılabilirdi. Ancak bu sevgi ve taklid; sadece şekilde kalarak, Resulullah’ın insana bakışına, eşyaya bakışına, Kur’an anlayışına yansımıyordu. Kur’an’dan soyutlanmış bu sevgi, bir noktadan sonra tapınmanın bir yansıması gibi görünüyordu. Örnekleri alabildiğine uzatmak mümkün. Mevzu(uydurma) hadisleri gündeme getirerek, onların nasıl ortaya çıktığını, boyutlarının nerelere kadar uzandığı hatırlatılarak Resul sevgisinin nasıl istismar edildiğinin örneklerini vermek de mümkün. Insanların neredeyse Kur’an seviyesine çıkardıkları, içinde bir yanlışın, bir eksiğin olabileceğinin asla kabul edilmediği meşhur hadis kitaplarının yöntemlerinden, ve bu kitaplardaki mevzu(uydurma) hadislerden örnekler vermek de mümkün.

Ama biz sorumuza; yani Resul nedir? Resulullah Hz. Muhammed’i nasıl tanıyabiliriz diye sorduğumuz sorumuza, cevabımızı toplumun anlayışından veya bu anlayışa kaynaklık eden mercilerden değil de Kur’an’dan aldığımızda karşımıza çok daha farklı bir resul çıkmaktadır.

Evet karşımıza, bu kitapların anlattığı ve toplumun anladığından çok farklı bir resul çıkar. Öncelikle bu resul çağını tanıyan, insanlardan soyutlanmamış, ne dediğini ve ne istediğini bilen bir insandır. Toplumun tanıdığı, anladığı ve güvendiği bir insandır.

Şimdi detaya girmeden, genel hatlarıyla Kur’an’da konunun nasıl anlatıldığına kısaca değinelim:

 

1) Resulullah Hz.Muhammed öncelikle bir insandır. Tek farkı ona vahyediliyor olmasıdır. Vahyedilen bu vahyler karşısında da , herhangi bir ayrıcalığı yoktur. Evlenmek, çocuk sahibi olma, kızma, gülme, vs. tüm insani özelliklere haizdir.

•De ki: Ben de sizin gibi bir insanım, bana tanrınızın bir tek tanrı olduğu vahyediliyor. Ona yönelin. (41/6)

•Dediler ki: Yerden bize pınarlar fışkırtmadıkça sana inanmayız. Yahut senin hurmalardan ve üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı aralarından ırmaklar fışkırtmalısın. Yahut zannettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmelisin. Yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bunlara rağmen sen bizim üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmedikçe senin göğe çıkmana da inanmayız.

De ki: Rabbımı tenzih ederim. BEN SADECE RESUL OLAN BIR İNSANIM. (17/90-94)

 

2) Resulün görevi önceki resullerde de olduğu gibi yalnızca Allah’a kulluğa çağırmaktır. Bu kulluğu kendi hayatında örneklemektir.

•Biz resulleri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim inanır ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. (6/48)

•Biz seni ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. (25/56)

•Muhakkak biz her topluma Allah’a kulluk edin, tağutlardan [1] kaçının diye bir resul göndermişizdir. (16/36)

 

3) Resulullah Hz. Muhammed’e Kur’an dışında bir ayet(mucize) verilmemiştir. Sanıldığı gibi bir sürü olağanüstülükleri yoktur. Ne ayı parçalamıştır. Ne de parmaklarından çeşme gibi su akmıştır.

•Bizi ayetler(mucizeler) göndermekten alıkoyan, öncekilerin bunu yalanlamış olmasıdır.. (17/59)

•Dediler ki: Ona Rabbinden ayetler(mucizeler) indirilmeli değil midir? De ki: Ayetler Allah’ın yanındadır. Ben ancak apaçık uyarıcıyım. Kendilerine okunan Kitabı sana indirmemiz onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir toplum için bunda bir rahmet ve öğüt vardır. (29/50-51)

 

4) Resuller; kendilerine bildirilenler, yani vahyedilenler dışında gaybı bilmezler. Bu bağlamda Resulullah Hz Muhammed de Kur’an’da kendisine, dolayısıyla tüm insanlara bildirilenler dışında herhangi gaybi bir bilgiye sahip değillerdir.

•Gaybın anahtarı onun yanındadır. Onları ondan başkası bilmez. Karadaki ve denizdeki herşeyi bilir. Düşen bir yaprak ki mutlaka onu bilir. Yerin karanlıkları içinde gömülen dane, yaş ve kuru hiç bir şey yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın. (6/59)

•Allah resulleri topladığı gün size ne cevap verildi der. Bizim bilgimiz yoktur. Gaybı bilen yalnız sensin sen derler. (5/109)

•De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. Ne zaman dirileceklerini de .. (27/65)

•Gaybını kendisinden razı olduğu resulden başkasına bildirmez. (72/26-28) ve

•Allah gaybını size bildirecek değildir. Fakat Allah resullerden dilediğini seçer. (3/179) ayetleri

•Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. (11/49, 12/102, 3/44) ayetleri de anlaşıldığı gibi resullere gönderilen vahyle ilgilidir. Yoksa bu ayetlerden Allah’ın Resulüne, Kur’an’da bildirilenler dışında da gaybı haber verildiği anlamına gelmez. Tabi insanlar bu ayetlerden ille de biz böyle bir anlam çıkaracağız derlerse bizim diyecek bir şeyimiz yoktur. Çünkü ‘ hesap görücü olarak Allah yeter’.

 

5) Allah’ın Resulü sanıldığı gibi ahirette insanların günahlarını bağışlamak için kullarla Allah arasında aracı olacak değildir. Yani şefaat yetkisi yoktur. Böyle bir şey aklından da geçmemiştir. Çünkü böyle bir şey olsa, çalışanla çalışmayanın, salihat yapanla yapmayanın ayrımı nasıl yapılacaktır. Ve salihat yapmanın ne anlamı kalacaktır. Üstelik bu ‘ Zerre ağırlığı hayır yapan ve zerre ağırlığı şer(kötülük) yapan karşılığını görür.’(99/7-8) ayetini de tedavülden kaldırır.

•Ve öyle bir günden korkun ki o gün hiç kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez. Kimseden şefaat de kabul edilmez. Kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz. (2/48)

Ve şu günden sakının ki, kimse kimseden yana birşey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez. Hiç kimseye şefaat fayda vermez. Bir taraftan yardım da görmezler. De ki: Bütün şefaat Allah’ındır. (39/44)

•Ey inananlar ne alışverişin ne dostluğun ve ne de şefaatin olmadığı gün gelmezden önce size verdiğimiz rızıktan harcayın. Kafirler, zalimlerin ta kendileridir. (2/254)

 

6) Allah’ın Resulüne Kur’an dışında bir vahy de gelmemiştir. Resul’e geleni, Resul insanlara ulaştırmıştır. Resule gelen vahy(ayetlerin hepsi Kur’an adlı mushaf’ın içindedir.

•Ey Resul Rabbından sana indirileni duyur. Eğer bunu yapmazsan onun Resullüğünü yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirler toplumunu yola iletmez. (5/67)

 

7) Resul kendi kafasından helal-haram kılmaz, bildirilen helal ve haramları uygular. Kur’an’ın bu konudaki ayetleri çok açıktır.

•Sana da kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onları kollayıp koruyucu olarak bu kitabı gerçekle indirdik. Onların aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen hakk’tan ayrılıp onların keyiflerine uyma… (5/48). Örneğin (10/109; 6/106).

Nisa; 59, 65, Nur; 51, Ahzap; 36 gibi Resulün hüküm vermesinden bahseden ayetler, Kur’an’da bildirilen hükümlerin uygulanmasıyla ilgilidir. Ve müslümanların, bu uygulamalara kesinlikle itaat etmeleri istenmektedir.

Ayrıca Resulullah’ın, bir imam, bir devlet başkanı, bir kumandan olarak zamana ve zemine göre koyduğu kurallar vardır ki o sözünü ettiğimiz konunun dışındadır. Bu toplumsal yaşamanın, vatandaş olmanın beraberinde getirdiği kurallardır. Bir vatandaş olarak uyulmayı zorunlu kılar. Tabii ki bu kuralların ilkeleri var. O toplumu belirleyen, tanımlayan genel kurallar var.

 

8) Resule ne gerek vardı, Allah kitabını direkt kullarına gönderemez miydi diyenlerimiz olabilir. Elbette Allah’ın her şeye gücü yeter. Istediği tercihi istediği gibi yapmak O’nun ilahlığının gereğidir. Yaptığından dolayı da herhangi bir şekilde sorulacak değildir. Öyle bir ihtimal olsa zaten Allah olmazdı. Işte Allah; insanlara vahy gönderme hususundaki tercihini resuller vasıtasıyla yapmış, ve Rabb’ımız Kitabında konuyu şöyle açıklamaktadır:

•…Daha önce sana anlattığımız resullere ve sana anlatmadığımız resullere de (vahyetmiştik). Ve Allah Musa ile de konuşmuştu. (Bunları) müjdeci ve uyarıcı resuller olarak (gönderdik) ki resuller geldikten sonra bahaneleri kalmasın. Allah üstündür, hikmet sahibidir. (4/163-165)

•Şayet onları, ondan önce bir azab ile helak etseydik, ‘Rabbimiz bize bir elçi gönderseydin de böyle alçak ve rezil olmadan önce senin ayetlerine uysaydık’ derlerdi. (20/134)

 

Aslında niçin resul gönderildi sorusuna niçin kitap gönderildi sorusunu da ekleyebiliriz. Bu soruya da Kur’an’ın verdiği cevap resulün gerekliliğine verdiği cevap gibidir.

•Işte bu(Kur’an) mübarek bir kitaptır. Onu biz indirdik. Ona uyun ve korkun ki size rahmet edilsin. Kitap yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi. Biz ise onların okumasından habersizdik demeyesiniz. Yahut; Eğer bir kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk demeyesiniz. Işte Rabbınızdan açık delil hidayet ve rahmet geldi. Allah’ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir. Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri yüzünden azabın en kötüsü ile cezalandıracağız. (6/155-157)

 

9) Kur’an, Resulullah Hz. Muhammed’in diğer insanlardan farklı yönlerini de açıklamıştır:

a) Evlenme konusunda diğer mü’min erkeklerden farklıdır.(33/50-52)

b) Hanımlarının; Peygamberimizin vefatından sonra başkasıyla evlenmeleri yasaklanmıştır.(33/6,53)

c) Peygamber ve eşlerine ceza ve mükafat olarak diğer mü’minlerin iki katı bir ecir var.(33/30-33)

d) Resule diğer insanlardan daha çok saygı göstermek, onu alaya almamak, üzmemek, sesimizi Peygamberin sesinin üstüne çıkarmamak. Ona itaat etmek, onun önüne geçmemek.(49/1-5) de Kur’an’ın emirlerindendir.

 

Sonuç

Burada anlatmaya çalıştığımız konuların herbiri, başlı başına kitaplık çapta konulardır. Biz sadece değinmekle yetindik. Düşünenlere ışık tutalım, onları haberdar edelim istedik. Insanlar Kur’an’ı okudukça, onu düşündükçe, hayatlarında okuduklarını yaşadıkça, Kur’an onlara daha bir açılacaktır. Problemlerini daha bir çözecektir. Onları yenileyecektir, onları umutla, sabırla, azimle dolduracaktır. Onlara yaşadıkları çağa sahip olma gücü ve bilinci verecektir.

Rabbımız bize Kur’an’dan soracaktır. (43/43) Ahiretteki konumumuzu Kur’an’a karşı tavırlarımız belirleyecektir. Iman ettim demekle bizi kurtarmayacaktır. Allah bizleri sınayacaktır. Doğruları ve yalancıları ortaya çıkaracaktır.(29/1-5)

Risalet konusundaki, yani vahy/Kur’an ve Resul konusundaki anlayışlarımızı, Kur’an’ı ölçü alarak, Kur’an’ı merkez alarak yeniden sorgulamak ve kendimize Kur’an’i bir kişilik(veya Muhammedi bir şahsiyet), Kur’an’i bir anlayış kazandırmak zorundayız. Nasıl olsa Allah’a döneceğiz. O bizleri ve herşeyi görüp gözetmektedir. Herşeyin hesabını bir bir tutmaktadır. (İktibas Dergisi, M. Yaşar Soyalan, Sayı 146)

posted in *PEYGAMBER | 0 Comments

8th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“HADİS” VE “SÜNNET” KONUSUNDA YANILGILAR

“Hadîs ve Sünnet” Kavram Kargaşası

Hadîs sözlük anlamında ifade edilen söz ve söylem anlamlarına gelmektedir. Ancak daha sonraki süreçte Resulullah’tan rivayet edilen sözler anlamında kullanılmış ve İmam Şafii’nin yorumuyla Sünnet kavramıyla özdeşleştirilmiştir. Hadîs Kur’an’da “hadîs” ve “ahâdis” kipleriyle 28 yerde geçmektedir. (4:42,78,87,140;  6:68;  7:185;  12:6,111;  18:6;  20:9;  23:44;  31:6;  33:53;  39:29;  45:6;  51:24;  52:34;  53:39;  56:81;  66:3;  68:44;  77:50;  79:15;  85:17;  88:1 ) Istılahi anlamın en geniş anlamda sözlük anlamına tabi olduğunu hatırda tutarsak, Kur’an, kendisinden başka hiçbir Hadîsin/sözün/söylemin iman edilecek, nass değeri olabilecek bir söz/söylem olamayacağını muhkem biçimde ifade etmektedir. Çünkü her Hadîs söz/söylemdir ancak her söz ıstılahi anlamda “Hadîs/Rivâyeti ân Resûl” değildir. Dolayısıyla Kur’an’ın geniş anlamda kullandığı Hadîs/söz ifadesi Resulullah’a atfedilen sözleri de kapsamaktadır. Kur’an’ın temel ilkelerinden biri de şudur:

Sözlerden/Hadîslerden bir söz olan ancak ahsen’ul hadîs olan Kur’an’ın yanında başka hiçbir sözün/hadîsin ona eş koşulamayacağı yani Kur’an’la aynı değerde kabul edilemeyeceği daha da açarsak: Nass, evrensel dinsel kaynak olarak asla Kur’an dışında bir hadîsin/sözün “iman” edilecek bir söz olamayacağıdır:

Bundan sonra hangi söze inanacaklar?” (Ar’af 7:185) Artık Allah’tan ve O’nun delillerinden sonra hangi söze inanırlar? (Ahkaf 45:6) “Kuran’dan başka hangi söze inanacaklar?” (Mürselat 77:50) Kur’an uydurulmuş bir söz değildir.  (Yusuf 12:111) “İnsanlar arasında, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak için gerçeği boş sözlerle değişenler ve Allah yolunu alaya alanlar vardır. İşte alçaltıcı azap bunlar içindir”. ( Lokman 31:6)

Kur’an’da anlatılan bu kriter Kur’an öğrencisi/öğretmeni olarak tanınan İbn-i Mesûd’dan aktarılan şu sözle de teyit edilmektedir: “En güzel hadîs Allah’ın Kitabıdır.” (Buhari, 78, Edeb, 70, 6:96, İ’tisam 2, 8:139) Bu tarihi ifadeyi karşılaştırın: Kur’an Zümer 39:18

“Helal, Allah’ın, Kitabında helal kıldıklarıdır. Haram da O’nun, Kitabında haram kıldıklarıdır. Hakkında bir şey söylemeyip susutuğu şeyler de affettiklerindendir (mübah şeylerdir)”’ (Tirmizi, Libas: 6, İbn-i Mace, Atime: 60)

Bu tarihi bilgi de yukarıdaki Kur’an ayetleriyle uyum göstermektedir. Burada vurgulamak istediğimiz şey Kur’an’ın İlahî olması hasebiyle Nass olması Nass olması sebebiyle de Furqan yani doğruyla yanlışı ayırd edebilme cetveli olmasıdır. Yoksa tüm Hadîs rivayetlerini yok saymak, reddetmek değil onların konumunun tarihi/yardımcı bilgiler sınıfında değerlendirilebilecek bir konumda olduğunu belirtmektir. Kur’an dışında hiçbir kaynak Furqan olamaz. Evrensel hükümleri ve ölçüleri koyarak diğer tüm sözleri/hadîsleri ilzam eden, çöpe atılıp atılmamasına, faydalanılıp faydalanılmamasına karar veren tek Furkan Kur’an’dır.

Bu anlam çerçevesini belirledikten sonra Allah Resulü’ne ait olduğu ifade edilen hadis’in ne olduğuna cevap verebiliriz. Hadis metinleri anlamları (mâna ile) rivayet edilen lafızları ise rivayet edenlerin (râvilerin) ifadelerinden oluşan Allah Resulü’nden geldiği rivayet olunan sözlerdir. Belirli isnad zincirleriyle gerçekten Resul’e kadar ulaşıp ulaşmadığı sıhhat derecelerine göre derecelendirilmiş bilgi aktarımlarıdır.

Sünnet (Sûnnah) kelimesi Kur’an-ı Kerim’in sekiz suresinin 14 yerinde geçer. Bunlardan ikisi çoğul, diğer yerlerde ise tekil olarak zikredilir. ‘s.n.n.’ kökünden gelen sünnet kelimesi sözlükte:tutulan yol, hal, tavır, gidişat, tavır, çığır, kanun, adet, hüküm, olaylar ve yol manalarında kullanılır. Kur’an’da ise ‘sünnet’ kelimeleri genelde değişmez kanunlar için kullanılmıştır. Hz Peygamber’in izlediği yol, hareket tarzları ve yaşayış halleridir.  (Al-i İmran 3/137, Fatır 35/43) Dolayısıyla hadis, Hz. Peygamber’e ait olduğu iddia edilen bir “söz rivayeti” iken diğeri yani Sünnet bu sözleri de aşan “uygulamalar” bütünüdür. Aşağıdaki örnekler bunu kanıtlamaktadır:  Abdurrahman b. Mehdî’nin (ö. 198/813) şöyle dedigi rivayet olunmuştur: Sûfyan Sevrî Sünnet konusunda değil, fakat hadis konusunda bir otorite (imam) idi; Evzaî (ö.157/774) için ise aksi sözkonusu idi. İmam Malik (ö.179/795) ise bu iki özelligi şahsında mükemmel bir biçimde bir araya getirmiştir. Ebû Dâvûd (ö. 275/888) “Bu hadiste beş Sünnet bulunmaktadır.” Yani amelî kurallar niteliğindeki beş husus bu hadisten çıkarılabilir demektedir.

İmam Mâlik’in, “Bu aynı zamanda bizde olan Sünnettir”, “Fakat bizde olan Sünnet şudur” ya da sıkça bizim uygulamamız (emr veya amel) şudur.” ya da “üzerinde görüş birliğine vardığımız uygulama (emru’l-mûctemâ aleyh) şudur.” Bazen, “yerleşmiş olan Sünnet budur (kad medat es-Sûnnetû) sözlerinden o sıradaki (Medine’deki) uygulamaların Sünnet kapsamında degerlendirildigini anlamaktayız.

 

 

Hadis ve Sünnet Konusunda Yanılgılar:

a) Gelenekçi Yanılgılar:

İlk dönemde İlim ehli arasında yaygın olmayan kavram kargaşası zaman içerisinde şekillenen mezhep çatışmalarının da etkisiyle çeşitli resmî söylemlerin inşâ edilmesine zemin hazırlamıştır. Bu söylemlerin şekillendirilmesi sırasında Hz. Resul ve sonrası “erken İslami çağlarda” yüklenmeyen kimi anlamlar Hadis ve Sünnet kelimelerine yüklenir hale gelmiştir. Yukarıda özetle vermeye çalıştığımız kavram çerçevelerinden bağımsızlaştırılaştırılmıştır.

Hadis sanki Allah Resulü’nün dilinden aynen duyulmuş gibi algılanır hale gelmiştir. Böylesi bir algılama hadisleri orta ve geç dönemlerde incelemeye çalışan alimlerin sanki Allah Resülü’nü eleştiriyormuş gibi (!) suçlanmasına sebep olmuştur. Hadislerin “lafız ve mâna ile Allah Resulü’nün sözü” olarak sanılması hadislerin aslında Allah Resulü’nden rivayet olunan ona atfedilen sözler olduğu gerçeğinin unutulmasına yol açmıştır. Bu sebepledir ki hadisin sıhhat derecesi vardır.

Yani “söz konusu rivayetin Allah Resulü’nün sözü olma ihtimalinin olasılığı” Oysa bugün itibariyle herhangi bir hadis kitabını okuyan kimse sanki Televizyonda Resulullah’ı izler gibi, onun ses kaydını dinler gibi hadisleri okumaktadır. Bu yanılgı sebebiyle hadislere ilmi kriterleri gözeterek eleştirel yaklaşan kimi alimler/araştırmacılar sünneti reddetmekle(!) Resul’e itaat etmemekle(!) vb. ağır ithamlarla suçlanabilmektedir. Bu şahsiyetlere Ûstad Muhammed el-Gazâli ve Şehîd Seyyid Kutub örnek gösterilebilir.

Gelenekçi yanılgıların bir diğeri de Hadis ve sünnetin eşanlamlı olarak kullanılmasıdır. Oysa yukarıdaki anlam alanlarında da gördüğümüz gibi iki farklı şeyi ifade etmektedirler. Sünnet nesilden nesile uygulana gelen Allah Resulü’nün Kur’an uygulamalarıdır. Bir amelin uygulanıyor olması ve bu uygulamanın mütevatir bir biçimde bize kadar yaşanmış olması sağlamlık olarak çok yüksek bir dereceyi ifade etmektedir. Ancak hadis ise bir uygulama değil bazen uygulamalardan da bahseden sözleri/rivayetleri ifade etmektedir.

Ayrıca bu rivayetler sünnetler gibi uygulama ile değil sözel aktarımlarla kitaplara geçmişlerdir. Dolayısıyla uygulamalarla sözleri eş değerde tutamayız. Gelenekçi yanılgı uygulamaların önemine ve sağlamlığına atıf vererek sağlamlık derecesi daha düşük bir konumda olan rivayetleri onunla eş tutmakta ve sünnetin kanatları altında hadisleri dokunulmaz kılmaktadır. Bu ise başta hadis ilmi olmak üzere tahkik ehline haksızlıktır.

 

b) Reddiyeci Yanılgılar

Özellikle Modernizmin getirdiği aşağılık kompleksiyle hareket eden ve oryantalist tezlerin yeşile boyanmış kimi tekrarları olarak tanımlayabileceğimiz kimi modernist islam söylemleri ve bunlara ek olarak tamamen samimi ama aceleci olarak ortaya çıkan sadece Kur’an’ı savunan bazı Müslümanlar’ın hadis ve sünnet kavramlarına yaklaşımları da çeşitli yanılgılar içermektedir.

Örneğin gelenekçi “hadis=sünnet” yanılgısı aynı şekilde tekrarlanmakta ve bu tüm Kur’anî sünnetlerin tasfiyesine mazeret olarak öne sürülmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi tanım olarak ve nitelik açısından birbirlerinden farklı olan iki şey aynı kefede değerlendirilerek aynı kriterler eşliğinde eleştirilmektedir.

Oysa bu teknik bir hatadır. “Kur’an’dan başka hiçbir kaynağa başvurmama” önyargısı hadis metinlerinin muhakak yanlış olması gerektiği, Kur’an’la çatışması gerektiği” önyargılarına yol açmaktadır. Ayrıca bir uygulamanın (sünnetin) Kur’an’a uygun olması ve bizden önceki Müslüman nesillerce kitlesel olarak uygulanarak bize intikal etmesinin bu yaklaşım sahiplerince hiçbir değerinin olmaması sorgulanmamaktadır. Oysa Aklen böylesi uygulamalar üzerinde böylesi kitlesel bir konsensüs bulunuyor olması bu uygulamaların Allah Resulü ve arkadaşlarından bize ulaştığının güçlü bir delilidir. Tıpkı Hz. İbrahim’in sünnetlerinin Hz. Muhammed’e kadar ulaşması gibi. Namazın kılınış şekli, Allah Resulü’nün Kur’an ahkamını uygulayışı da bize bu mütevatirlik eşliğinde ulaşmaktadır. Önce Sünnet=Hadis yanılgısına ortak olup sonra kimi uydurma ve zayıf rivayetler gerekçe gösterilerek başka bir kategorinin reddediliyor olması teknik bir kıyas hatasını ifade etmektedir. Bu açıdan Hadis ve Sünnet reddiyeciliği anlamaya yönelik, doğru olma ihtimalini de gözönüne alan bir yaklaşım değildir. Oysa Hadis rivayetleri incelendiğinde görülecektir ki çoğu metin Kur’an’ın nüzul ortamını anlamamıza, Kur’an kelimelerinin o dönemde nasıl kullanıldığını öğrenmemize yardımcı olmaktadır.

Hadislere yönelik ikinci yanılgı ise onların 200 yıl sonra yazıya geçirildiği ve bu sebeple güvenilmez metinler oldukları önyargısıdır. Oysa yapılan tarihi araştırmalar göstermektedir ki takriben 80 ilâ 100 yıl içerisinde yazıya geçirilmiştir ve sonrasında toplanmıştır (tedvin).

Bu süre hadislerin unutulmasına ya da güvenilirliklerinin zedelenmesine yol açmaz çünkü bilinmektedir ki “Musannef”ler bulunmaktadır. Sahife ve Musanneflerden sonra da Muvatta ve diğer kitaplar derlenmiştir. İlmi olarak baktığımızda sözel kültürün güçlü olduğu arap toplumunda rivayetlerin hıfz edilmiş olması ve kısa bir zaman aralığı sonrasında yazıya geçirilmiş olması hadislere yönelik “sonradan yazıldılar doğru olamazlar” iddiasını havada bırakmaktadır. Ayrıca Ehl-i Beyt kanalıyla gelişen başka bir rivayet kültürü de çoğu noktada benzerlik gösteren bilgiler sunmaktadır. Burada seçici olmakla süpürücü olmayı ayırıyoruz. Furkan’ın ilkeleriyle metinlere yaklaşmak gerekiyor. Bu metinlere önceden olumsuz bir bakış geliştirmeden önce bunu yapmak gerekiyor ki adaletli olunabilsin.

“Hadis sayılarının çok fazla olduğu dolayısıyla bu kadar hadisin Resule ait olamayacağı” yanılgısı. Hadis metinlerinin otoritelerini anlatmak için bazı ehl-i hadis kitaplarında hadislerin rakamları tekrar sayılarıyla birlikte anılarak çok gösterilmiştir. Gelin görün ki bu övünme söylemi süpürücülerin elinde bir silaha dönüşmüştür. Oysa hem sahabelerin (özellikle de Ebu Hureyre’nin) hem de Buhari gibi eserlerin rivayet sayıları tekrarları düşüldüğünde gayet makûl rakamlara ulaşılmaktadır. Örneğin Ebu Hureyre tekrarlarıyla beraber 5374 tekrarsız olarak 1336 başka bir sayıma göre ise tekrarsız 1579 Hadîs rivayet etmiştir. (Bkz. Cevamiu’s – Siyre, s. 276)

Bu yanılgıların yanında hiçbir ilmi değere haiz olmayan art niyetli zannî teoriler de yeni önyargıların doğmasına sebep olmaktadır. Örneğin Ebu Hureyre’nin hiç yaşamadığı(!) hadis kitaplarının aslında İslam düşmanlarınca İslam’ı yıkmak için yazıldığı(!) Hadis kitapları yazarlarının Arap olmadığı(!?!) gibi garip, komik ve art niyetli iddialarla desteklenmektedir.

Allah Resulünden rivayet olunan sözlere zaman içinde başka sözlerin karışmış olması, kimi dönemlerde kimi çevrelerin sistematik olarak hadis üretmeleri, rivayetlerin aktarım sürecinde aktaranların örfi öncüllerin metinlere etki etmesi gibi etkenler elbette vakidir.  Ama tüm bunlar yine “hadis ilmi” içerisinde kritiğe tabi tutulmuştur ve bizim sorumluluğumuz bu eleştirel ama saygılı yöntemi sürdürmektir. Bu yöntem sayesinde adaletsizlikten kaçınabiliriz. Bu bağlamda Dünyada Muhammed Abdûh, Tahir b. Aşûr, Muhammed Gazâli, Emin Ahsen Islâhî, Muhammed Imârâ gibi alimlerin temsil ettiği dengeli hattı, kendi coğrafyamızda ise Said Çekmegil, Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu, Mustafa İslamoğlu gibi isimlerin çabalarını örnek olarak gösterebiliriz. Dengeli olmak yanılgılardan bizi azâmi ölöüde uzak tutacaktır. İlim ahlakını kazandıracaktır. (Bülent Şahin Erdeğer) (http://www.haksozhaber.net/author_article_detail.php?id=4607 )

posted in *PEYGAMBER | 0 Comments

8th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

PROF. DR. HAYRİ KIRBAŞOĞLU İLE HADİS KRİTİĞİ ÜZERİNE

Dergimizin Lokal Etkinlikleri bağlamında 2 hafta arayla düzenlemiş olduğu konferans-seminer türü faaliyetlerin ikincisi 16 Aralık’ta gerçekleşti. Konuğumuz, Ankara Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu idi. Uzmanlık alanı hadis ve sünnet olan Kırbaşoğlu’ndan, düşüncelerini bizlerle paylaşmasını istedik, kendisi de bu yöndeki talebimizi geri çevirmedi ve “Hadis Kritiği Üzerine” başlıklı, dinleyicilerin de bir hayli müstefid olduğu bir konferans verdi.

Kırbaşoğlu, konuşmasına, Hadis Kritiği çalışmalarının, aslında din anlayışının irdelenmesi sürecinin bir alt-birimi olarak algılanması gerektiğini belirterek başladı ve bu yönde özellikle 19. Yüzyılda yoğunlaşan çabaların, bizatihi hadisin iç problemlerinden değil, aslında toplumsal ve kültürel değişmelerin dayatması sonucu ortaya çıktığını vurguladı. Bu dönemde Kur’an’dan ziyade hadis üzerindeki tartışmaların daha yoğun olarak görülmesinin nedeni üzerinde durulması gerektiğine dikkatleri çeken konuşmacı, cevap olarak da, meselenin, hadis konusunun doğasından kaynaklandığı şeklinde verdi. Kur’an alanında son dönemlerde, bütünlük merkezinde geliştirilen yöntemleri, bağlam-odaklı çalışmaları ve dilbilimsel ve hermenötik çabaları zikreden Kırbaşoğlu, bu çalışmaların Kur’an’ı anlama yönünde oldukça faydalı ve işlevsel olduğunun altını çizdi. Bu alanda en uç tartışmalardan biri olan edisyon-kritik konusunun dahi, aslında Kur’an’ı anlama konusunda işe yaradığını söyleyen konuşmacı, bu bağlamda Süleyman Ateş ve Muhammed Arkun’dan örnekler verdi ve bu yöndeki çalışmaları, Kur’an alanında sorunun çözümüne yönelik oldukça ileri çalışmalar yapıldığının örnekleri olarak gösterdi.

Ancak hadisler konusunun böyle olmadığını, tabir-i caizse, hadis alanının, “müslümanların yumuşak karnı” olduğunu söyleyen Kırbaşoğlu, kadın, siyaset teorisi, ulu’l-emre itaat, irtidad, zaninin cezalandırılması, kadının şahitliği, miras hukuku, kadercilik, şefaat vb. pek çok konuda hadislerden kaynaklanan sorunların müslümanların başını ağrıttığına işaret etti. Rivayetlerin, pek çok yanlış inancın, mezhepler-arası çatışmaların vs. kaynağı olduğuna dikkatleri çeken Kırbaşoğlu, nihayet bu sorunun, Kur’an’ın anlaşılmasını dahi engellediğini belirtti. Bu konuyu: “Bugün İslam düşüncesinin problemi olarak bilinen konularda, hangi taşın altını kaldırsak, mutlaka bir rivayet çıkıyor” şeklinde özetleyen konuşmacı, doğal olarak bu konunun İslam düşünürlerinin dikkatinden kaçmadığını ve hadis kritiği konusunda pek çok çalışmanın yapıldığını ifade etti. Fakat bu noktada bir hususun altının çizilmesi gerektiğine işaret eden Kırbaşoğlu, bu çalışmaları yapanların büyük çoğunluğunun hadisçi olmadığını, bu hususun da doğal karşılanması gerektiğini söyledi. Burada gerekçe açıktı: hadisçiler bu işi meslek edindikleri ve dolayısıyla İslam dünyasının en muhafazakar kesimleri oldukları için eleştirel yaklaşamıyorlardı, eleştirel yaklaşmak için ‘dışarıdan’ bir bakış açısına ihtiyaç vardı. Örnek olarak İkbal, Fazlurrahman, Ebu Reyye ve Kutub’u veren konuşmacı, hadisçi diye bilinen Mevdudi’nin dahi aslında bu konuda ciddi anlamda bir eleştirel tavrı olduğunu söyledi. Bu eleştirel tavrın yeni olmadığını ve ilk uygulayıcısının da aslında Hz. Aişe olduğunun altını çizen Kırbaşoğlu, bu bağlamda verdiği örneklerden birinde şunları söyledi:  Mesela “üç şey namazı bozar: köpek, eşek ve kadın…” mealinde rivayet edilen sözü duyan Hz. Aişe, bunu rivayet eden Ebu Hüreyre’ye: “yazıklar olsun, bizi köpeklerle ve eşeklerle mi bir tutuyorsunuz” diyor. Ama Hz. Aişe’nin bu reddiyesine rağmen bu söz asırlardır Peygamberin sözü diye rivayet edilebiliyor. Bir başka örnek, Sünen-i Ebu Davud’ta: “veled-i zina üç kişinin en şerlisidir” hadisidir. Şimdi insan ister-istemez düşünüyor, “tamam zina yapan kadın ve erkek suçlu. İyi ama çocuğun suçu ne? Burada hiç suçu olmayan biri varsa o da çocuk olması lazım. İşte Hz. Aişe bunların hepsini ayıklamış. “Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz. La teziru vaziretun vizre uhra (kimse kimsenin günahından sorumlu olmaz) ayetini hiç mi duymadınız. Anne-baba zina yaptıysa bunun günahını niye çocuğa yüklüyorsunuz?”. Hz. Aişe’nin bu yaklaşımının, İslam tarihinde egemen olamadığını ve bütün meselenin buradan çıktığını vurgulayan Kırbaşoğlu, tıkanıklığına örnek olarak da İbni Kuteybe’nin hadis kitabında yer alan ve 110 bahis altında toplanabilen hadisler etrafında o dönemde yapılan tartışmaların aynısının bugün de yürütülmesini verdi. Bu alandaki verimsizliğin nedenleri arasında, İslam tarihinde belirli bir dönem sonra ortaya çıkan düşünsel donukluğu, ilk hadis imamlarının karizmatik kişiliklerini ve hadis alanında yapılacak bir şey kalmamıştır anlayışının hakim olmasını zikreden Kırbaşoğlu, hadis kitaplarına bir süre sonra kudsiyet atfedildiğini ve çekirge istilasından kurtulmak için, donanmanın muzaffer olması için vs. Buhari hatimlerinin indirildiğini ve son olarak da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışında Buhari hatminin yapıldığını anlattı. Bu noktadaki aşırılığı da şu ilginç örnekle gösterdi: “Buhari’nin hadis kitabına Buhari-i Şerif adı verilmiş ve hatta Kur’an-ı Kerim’in hatminin adabına dair kitap arasanız belki zor bulursunuz, ama Buhari-i Şerif hatminin adabına dair kitaplar yazılabilmiş.” Hadisler konusundaki durağan yaklaşımın çok isim yapmış alimler tarafından dahi eleştirilmediğini ve bu bağlamda İbni Haldun gibi bir ilim adamının dahi: “isnad konusunda yapacak fazla bir şey kalmamıştır” dediğini nakleden Kırbaşoğlu, bugünkü olumsuz tablonun kökeninde bu tür anlayışların yattığını vurguladı. Bugün hadisler konusunda tam bir fecaat yaşandığını da ifade eden konuşmacı, örnek olarak Ramuz’ül-Ehadis kitabını verdi. Konuşmacının bu bağlamda söyledikleri önemliydi: “Hikmet Zeyveli’nin hadislerin mesnedi ile ilgili olarak eleştirdiği bu kitapta başka bir fecaat vardı. Kitabın Arapça metninde, “bu hadis uydurmadır veya bunun isnadında şöyle bir isim var, bu adam yalancıdır” şeklinde ifadeler var. Bunların tamamı, bilerek kitaptan atılmıştır. Bir başka örnek de İmam-ı Gazali’nin İhya-u Ulum’id-din adlı eseridir. Bu eser de içindeki hadisler nedeniyle yoğun eleştiri almıştır. Mevcut Arapça nüshalarda, bu hadislerin durumuna dair İmam-ı Gazali’den sonra gelen alimlerin yaptığı tetkikat dipnotlara yerleştirilmiştir. Mesela Şafii alimlerden Subki, İhya’da yer alıp da başka hiçbir kaynakta yer almayan 937 hadisten bahsetmektedir. Daha sonra da pek çok alim benzer çalışmalar yapmışlar ve hiç bir kaynakta bulunmayan pek çok hadis bulunmuş. İhya’nın iki tercümesi var. Mesela diyor ki: “bunu Taberani rivayet etmiştir, uydurmadır” diye bir not var. “Taberani rivayet etmiştir” kısmı alınmış, “uydurmadır” kısmı kasıtlı olarak alınmamış.” Bu konuya başka bir örnek olarak Ahmet Hulusi’nin kitaplarını veren Kırbaşoğlu, bu kitaplarda yoğun bir biçimde rivayetlerin kullanıldığını ancak hiç birinde kaynakların zikredilmediğini ve bu durumun çok tehlikeli olduğunu; bu tür örnekler nedeniyle, piyasada pek çok uyduruk sözün hadis olarak dolaştığını söyledi. Halkta da kaynağı sorgulama bilinci olmadığı için, ortalığın çamura döndüğünü ifade eden Kırbaşoğlu, bu bağlamda “sanki bir ‘nereden buldun’ yasası çıkarmak gerekiyor” diyerek konunun önemini nükteli bir şekilde vurgulamış oldu. İlahiyat ve Diyanet çevrelerinde de fazla bir ciddiyetin olduğundan söz edilemeyeceğine dikkatleri çeken Kırbaşoğlu, Diyanet’te yapılan iki ‘alan çalışması’ndan bahsetti. Ankara’daki 25 merkez vaizinin vaazlarında geçen hadislerden kaçının uydurma olduğunu tespit etmeyi amaçlayan bu araştırmanın sonucuna göre, merkez vaizlerinin % 16 oranında uydurma hadis kullandıklarının tespit edildiğini söyleyen konuşmacı, bu oranın çok büyük olduğunu ve merkez vaizlerinin durumu bu ise, taşra vaizlerinde bu oranın çok daha yüksek çıkacağını söyledi. Yine Ankara ve Şırnak’taki İmamlar üzerinde yapılan bir başka araştırmada da, uydurma hadise ayet diyen imamdan, atasözüne hadis diyen hatiplere kadar pek çok örneğin bulunduğunu ve bu durumun, hadis alanındaki vehameti çok net bir biçimde kanıtladığını sözlerine ekledi…  Bu ortamda, İslam’ı herkesin imreneceği bir din olarak sunmanın da zorlaştığını söyleyen Kırbaşoğlu, bu amaca ulaşmak için, İslam düşüncesinin en hayati alanlarından biri olan hadis kritiği alanında ciddi çalışmaların yapılmasının elzem olduğunu söyledi. Son olarak, kendisinin bu anlamda üzerine düşen görevi yapmaya çalıştığını ve bu konuda kişisel olarak müsterih olduğunu, yapmaya çalıştığı işin de ‘tarihe not düşmek’ olarak görülebileceğini söyleyen Kırbaşoğlu, bu konuda kısa sürede bir çözüme ulaşılamasa da, ileride ciddi anlamda sonuçlar alınacağına inandığını sözlerine ekledi.

Daha sonra Sorular bölümüne geçildi. Bu bölümde ilk soru, yaşayan sünnet, vahiy gayr-i metluv ve kudsi hadisler üzerine geldi. Konuşmacı, Sünnet kavramı konusunda şunları söyledi: “Sünnet konusunda ilk başvurulması gereken kaynak Kur’an’dır. Halbuki klasik anlayışta Sünnet denilince hadis kitapları akla geliyor. Benim kanaatime göre, bir insan Hz. Peygamberin tavrını öğrenmek istiyorsa önce Kur’an-ı Kerim’e başvurmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber,  insanların Kur’an’daki prensipleri benimseyip hayatlarına geçirmelerini sağlamak için gönderilmiştir. Dolayısıyla kendisinin tebliğini yaptığı mesaja aykırı bir düşünce ve davranış sergilemesi mümkün değil. Dolayısıyla Kur’an ne diyorsa, Peygamber de o şekilde davranmıştır. Zihniyeti de ona göredir.” Bu bağlamda mesela Kur’an’dan cebriyeci bir anlayış çıkarmak mümkün olmadığı için, bu yöndeki hadislerin doğru olması mümkün değildir diyen Kırbaşoğlu, sadece Kur’an’dan yola çıkarak Hz. Peygamber’in hayatını yazmanın dahi mümkün olduğunu ve İzzet Derveze’nin bu konuda ciddi bir çaba gösterdiğini anlattı. Sonuç olarak da, gerek siyerin gerekse de sünnetin temel kaynağının Kur’an-ı Kerim olduğunu sürekli vurgulamanın elzem olduğunu sözlerine ekledi. Yaşayan Sünnet ya da amel-i tevatür konusunda genel olarak bir ittifakın söz konusu olduğunu, ezan, bayram namazı, namazların eda ediliş biçimleri gibi konularda çok fazla bir problemin olmadığını söyleyen konuşmacı, asıl problemin rivayetlerden kaynaklandığının ve rivayetlerin ise ‘zanni’ olduğunun altını çizdi. Kırbaşoğlu bu bağlamda şunları söyledi: “Bir hadis için “sahihtir” dediğimiz zaman, bu, peygamberin sözü olma ihtimali olan bir sözdür anlamına gelir. Ama bu, peygamberin olmama ihtimali sıfır olmayan sözlerdir. Burada bir kanaat getiririz ve deriz ki, evet bu söz peygambere ait olabilir. Ama olmayabilir de. Yani %75 peygambere ait olma ihtimali varsa, %25 de olmama ihtimali var. Ancak tevatürde % 100 veya %90’lara varan kesinlik vardır. Yani şu anda hadis kitaplarındaki bütün hadisler ‘ahad’tır. Bunların hepsi, zann-ı galip ifade eder.” Buradan vahiy gayr-i metluv konusuna geçen Kırbaşoğlu, zann-ı galip ifade eden haberlere dayanarak, örneğin namazın şekli gibi konularda Peygamberimizin vahiyle yönlendirildiğini kesin olarak söylemenin mümkün olmadığını söyledi. Namaz, oruç, hacc, zekat gibi ibadetlerin İslam’dan önce de zaten var olduğuna dikkat çeken konuşmacı, bu bağlamda Ebu Süfyan’ın: “Muhammed’e şunu bunu yapamazsam, andolsun bir daha gusül etmeyeceğim” tarzındaki yeminini örnek gösterdi. Kur’an’ın: “oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı” ayetinin ve Lokman (AS)’ın oğluna hitaben: “eğ oğul, namazını kıl” tavsiyesinin de aynı kanaati desteklediğini söyleyen Kırbaşoğlu, buna rağmen, yine de Hz. Peygamber’le Allahu Teala’nın özel bir iletişim içinde olabileceği ihtimalini de yadsımadığını, ancak buna vahiy gayr-i metluv demeyi uygun bulmadığını özellikle vurguladı. Bu bağlamda Kırbaşoğlu’nun şu sözleri dikkat çekiciydi: “şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Din olsun diye Allah’ın gönderdiği vahiylerin tamamı Kur’an’dadır. Onun dışındakiler Allah’la Peygamber arasında özel bir iletişimdir. Buna da bizim nüfuz etmemiz mümkün değildir. Onun için ben, ilk dönemlerde de mevcut olan: “Allah’ın gönderdiği vahiyler sadece Kur’an’dan ibarettir” diyen görüşün en salim görüş olduğu kanaatindeyim. Bu modern bir yaklaşım değildir. En erken dönemlerde de bunlar söylenmiş, fakat hasır altı edilmiş.”

Hadislerin bilgi değeri konusunda da görüşlerini açıklayan Kırbaşoğlu, Usulü Fıkıhçıların, Ehl-i Rey’in ve bilhassa Mutezile’nin eleştirel yaklaşımlarına dikkatleri çekerek, akaid alanında hadislerin delil olarak alınamayacağı noktasında bir ittifaka ulaşıldığını söyledi. Kırbaşoğlu’nun bu konudaki görüşleri şunlardı: “hadislere dayanarak, bir kimsenin imanına ve küfrüne hükmedilemez. Bir insan, şu anda elimizde bulunan hadis kitaplarındaki hadislerin tamamını inkar etse dinden çıkmaz.

Mesela sırat, kevser, şefaat vb. konulardaki hadisler meşhur hadislerdir; bunları inkar eden kafir olmaz denmiştir. Özellikle Mutezile ve Hanefiler bu konuda ısrarlıdır. Bence de doğru olan budur.” Hal böyle olunca, Kudsi hadislerin de aynı kapsama dahil edilebileceği sonucuna ulaşan konuşmacı, bu hadislerin ciddi bir bölümünün uydurma olduğunu, bazılarının Allah’ın sözü olarak geçmekle birlikte rivayetin yer aldığı aynı sayfada Peygamberin sözleri olarak da geçtiğini, bazılarının Tevrat veya İncil’de geçen sözler olduğunu söyledi. Bu bağlamda : “hangi ölçekle ölçersen sana da o ölçekle verilir ya da ne edersen bulursun” sözü bizim kaynaklarımızda Kudsi hadis olarak geçiyor, halbuki Tevrat’ta aynen var” diyen konuşmacı, bir başka örnek olarak da: ” Allah: ben açtım, bana yedirmedin, ben susuzdum bana içirmedin, ben çıplaktım beni giydirmedin diyecek. Bunun üzerine insanlar: Ya rabbi sen Rab’sın. Ne zaman aç kaldın da biz seni doyurmadık, ne zaman susuz kaldın da biz seni içirmedik… Onun üzerine Allah diyecek: Filan yerde bir kulum açtı, onu doyursaydınız Beni doyurmuş olurdunuz, onu giydirseydiniz Beni giydirmiş olurdunuz…” rivayetinin aynıyla İncil’de geçtiğini naklederek, Hz. Peygamberin bu tür haberleri nakletmesinin mümkün olabileceğini ve bunun adına hadis-i kutsi denilebileceğini anlattı. Bir başka ihtimal olarak da, Hz. Peygamberin Kur’an’dan aldığı ilhamla bazı sözler söyleyebileceğini ve bunları: “Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor” demiş olabileceğini ifade eden Kırbaşoğlu, bunun aslında Peygamberimizin Kur’an ayetlerini yorumlaması olarak değerlendirmek gerektiğini vurguladı. Kırbaşoğlu, Hadis-i Kudsilerin büyük bir bölümünün uydurma olduğuna dair ise Birru Mauna’de öldürülenler ile ilgili rivayeti örnek verdi. Bu olayla ilgili olarak zikredilen rivayette şehid olanların ağzından: “kavmimize bildirin, biz Rabbimize mülaki olduk, O bizden razı biz de O’ndan razıyız” şeklinde sadır olduğu iddia edilen sözlerin neshedilmiş bir ayet olduğu iddiasını reddeden konuşmacı: “nesh ahkam konularında söz konusu edilmiştir. Halbuki bu rivayette neshi gerektirecek bir şey yok” diyerek, bu hadisin uydurma olduğunu vurguladı. Bütün bu değerlendirmelerden sonra, hadis-i kutsi ve vahiy gayr-i metluv konularının Kur’an bütünlüğünü zedeleyici özellikleri olduğunu sözlerine ekleyen Kırbaşoğlu, bu kapının açılmaması gerektiğini de sözlerine ekledi.

Kur’an mealini sürekli ve dikkatli bir şekilde okuma konusundaki duyarlılığı müslüman kamuoyunca bilinen bir dinleyicinin konu ile ilgili görüşlerini paylaştığı bölümde, hadislerin tenkidi konusunun Kur’an’ın anlaşılması çabasının önüne geçirilmemesi gerektiği üzerinde duruldu. Dinleyici, Kur’an’ı anlamak için, daha önceki bütün kirliliklerden arınmak gerektiği noktasında ısrarcıydı ve bu işi, yemek yenmiş kabın temizlenmeden o kaba yeni yemek konulmayacağı meseli ile örneklendirdi. Hadislerle bu ölçüde uğraşmayı da gereksiz bulduğunu ifade eden dinleyici, onun yerine Kur’an’ı salim akılla defalarca okumanın daha faydalı olacağını sözlerine ekledi. Dinleyicinin, Türkiye’de bu güne kadar İslam konusunda çalışan ilahiyatçıların da çok fazla bir şey üretemediğini, 1952’den beri Kur’an konusunda çalışan meşhur bir ilahiyatçının bile yakaladığı hurafe sayısının 15’i geçmediğini söylemesi üzerine, dergimiz yayın kurulu üyelerinden birinin, dinleyiciye hitaben: “bunları dergide yayınlayacağız, ona göre” şeklindeki sözleri, kahkaha tufanı kopardı. Dinleyici ise ardından: “ben bile Kur’an okuyarak bir kaç tane hurafeyi kendi başıma yakaladım” dedi ve ardından Kırbaşoğlu hocaya hitaben: “senin bulduğun da zaten bir ikiyi geçmez” diyerek, ortamı daha da neşelendirdi. Kur’an’ı daha çok ve anlayarak okumanın gerekliliği konusunda herkes hemfikir olduğunu beyan ettikten sonra, Kırbaşoğlu, Kur’an konusunda çalışmak isteyenlerin bugün elinde pek çok imkan olduğunu ve Kur’an’ı okuyup anlama noktasında hala mazaret ileri sürenlerin bu mazeretlerinin artık geçerli sayılamayacağını söyledi. Konuşmasına, Kur’an’ı anlama konusundaki tartışmaları özetleyerek başlayan Kırbaşoğlu, dinleyicinin Kur’an konusundaki ısrarı üzerine, konuşmanın sonunda, bu kez, Kur’an’dan pratik modeller çıkarma konusunda yoğunlaştı ve bu bağlamda yapılmış somut çalışmalardan örnekler verdi. Kur’an’ın her konuda detayları vermeyeceğini, müslümanların Kur’an’dan ilham alarak pratik sorunlarını çözmeleri gerektiğini söyleyen konuşmacının son sözleri söyle idi: “Bugün müslümanları çok büyük bir görev bekliyor. Bugün İslam hukukun pek çok kaynağı sayılır. Halbuki bugün bir tek kaynak var, o da içtihadtır. İçtihad ise, Kur’an’dan ilham alan müslümanlarca yapılacak. Kur’an bir maymuncuk değildir ki, her şeyi çözsün. Müslümanlar, Hz. Ömer gibi Kur’an eğitiminden geçmeli ve hangi mesele ile karşılaşsa doğru çözümler üretebilmeli. Onun için, Kur’an’ın eşyaya, tabiata, tarihe bakışını almalı ve somut meselelere uygulamalıdır. Kur’an, insanın bakışını evrene çeviriyor. Evrene sadece çıplak gözle bakılmaz ki. Örneğin eski dönemlerde bir müslüman astronomun yanına bir fıkıh mollası geliyor ve istihza ederek: “ne yapıyorsunuz burada?” türünde bir şeyler söylüyor. O astronom çok güzel bir cevap veriyor mollaya: “biz” diyor, “burada Kur’an’ın “gökleri nasıl bina ettiğimize bakmıyorlar mı?” ayetini tefsir ediyoruz.” İşte eskiden müslümanlar Kur’an’ı böyle anladılar ve 1 asır geçmeden ilimde muazzam bir patlama gerçekleştirdiler. Yani şunu söylemek istiyorum. Kur’an bize bir enerji veriyor, biz onu kullanacağız ve sorunlarımıza çözüm bulacağız.” (http://eski.iktibas.info/dergi/2001/ocak/lokal.htm )

posted in *PEYGAMBER | 0 Comments

8th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MUHAMMEDİ ÖZLEMEK

Nedendir, nasıldır bilinmez ama. Muhammed’i özlüyorum… Yaşlı değil, gülen gözlerle; ağlayarak değil, gülerek; kasvetli değil, mütebessim bir çehreyle… Muhammed’i yetiştiren şartları özlüyorum…

Muhammed’in babasını hiç tanımamasını; anne kucağının sıcaklığını tatmayışını; dünyanın o en güzel şeyi olan annesinin parmak uçlarını saçlarında gezdirmesini neredeyse hiç bilmeyişini özlüyorum…

Ebu Talib’in koyunları peşinde tabiatı, mavi gökyüzünü yaşayan; ıssız ve kızgın çölde susamayı öğrenen “yalnız” Muhammed’i özlüyorum. Diplomasız ama, bakmasını ve görmesini doğrudan kainat okulundan öğrenen/öğretilen Muhammed’i…

Yetimliğini, öksüzlüğünü özlüyorum onun… Şımarık, yılışık, bir dediği iki edilmeyen; bir elinde cips, bir elinde kola tutan bir çocuk olarak değil, “kuru ekmek yiyen bir kadının oğlu olarak büyümesini; hayatın bütün acılarını bizatihi yaşayan olgun bir delikanlı olmasını sağlayan şartları; sırça saraylardan değil kerpiç duvarlar arasından, toprak zemin üstündeki hasırdan, yemeğini yediği, suyunu içtiği toprak kaplardan; giydiği en sıradan giysilerden hayata bakmasını özlüyorum…

Tabiatla, develerle, koyunlarla, kurtlarla, akreplerle, kelebeklerle yakınlığını; suyun sesini, toprağın kokusunu, çiçeğin rengini, gölgenin halavetini, güneşin yakmasını, yağmurun ıslatmasını hakkal yakin tadan Muhammed’i…

Muhammed’i Muhammed yapan ortamı özlüyorum. Onu olgunlaştıran günleri; yeryüzünde takva temeli üzere kurulan ilk mabed olan, İbrahim’in, oğlu İsmail’le birlikte inşa ettikleri, USA güdümlü Suud betonlarının gölgesinde kalmamış, saflığından, sadeliğinden bir şey yitirmemiş o günün Kabe’sini özlüyorum.

Ve, Muhammed’in can dostu, hayat arkadaşı, sığınağı, dert ortağı, sırdaşı; çok sevdiği eşi, gerçek bir kadın Hatice’yi; Muhammed’in ruhunu yücelten, incelten, olgunlaştıran, tarihin o ünlü kadın simasını; eşine ilk gelen ilahi mesajdan sonra, bütün Mekke’nin şimşeklerini üzerine çekeceğini bile bile hiçbir telaşa kapılmayan, korkmayan, en az eşi kadar metanetini koruyan Ümmü’l-Mü’minin’i arıyorum…

Ve ve, Muhammed’in Hira’sını… Kur’an’ın yeryüzüne ilk ulaştığı o kuytu mekan. Loş bir mağara, yani taş ve topraktan örülü ilk nübüvvet mektebi… Şairin tasvirindeki gibi “küçük daracık; [ama] dünyaya kapalı Allah’a açık” o, hacmi dar ufku geniş pencere…

Nice milenyumlara ışık tutacak ilahi mesajın yeryüzünde şimşek gibi ilk çaktığı; kadir gecesi’nin “ihya olduğu” o ilk mütevazi umman…

Rabbi’nin “Oku! Yaratan Rabbi’nin adıyla oku!” hitabının Muhammed’in zihninde çınladığı o küçük mağara. Muhammed’in heyecanlandığı, titrediği, belki biraz da korktuğu, o ilk tefekkürhane! İşte orasını özlüyorum; hergün milyonlarcasında “iqra”’ emrinin milyonlarca kez okunduğu, ama hiçbir ruhu diriltmeyen “muhteşem” camileri değil…

Ama özlemlerin en muteberi, Muhammed’in ilk musaddıkı olmak değil midir?! Ona ilk iman eden Hatice olmak; Ebubekir, Ali, Zeyd olmak… Hatta hatta Ammar olmak… Yasir ve Sümeyye olmak… Asıl özlenmesi gereken bu değil midir?! Ümeyye b. Halefin kırbacının sürekli sırtında şakladığı Bilal olmak…

Yani Bilal gibi, Ammar gibi “deli” olmak! Evet onlar galiba birer deliydiler! Çünkü putperest bir aristokrasi içinde, (iman ettikleri Allah’ın dışında) kendilerini kırbaçtan, hançerden, kılıç darbesinden, aç ve susuz bırakılmaktan, kumların üstüne yatırılıp taşların altında işkence görmekten engelleyecek hiç kimseleri yoktu!

Neyine güveniyordu bu insanlar? Bunlar hiç mi politik hesap bilmezlerdi? Ortamın koşullarını nasıl da okuyamamışlardı? Her şeyin bir zamanı bulunduğunu; düşmanın silahıyla silahlanmak gerektiğini hiç mi duymamışlardı?! Bunları onlara Muhammed de mi öğretmemişti? Mekke’nin eşrafının, kabilesi büyük olanların, güçlü-kuvvetli olanların, zenginlerin v.s. iman etmesini; böylece Muhammed’in etrafının kalabalıklaşmasını, kolay yutulur bir lokma olmayacak bir mevkie gelmesini ne diye beklememişlerdi ki?! Öyle ise bu insanlar “deli” olmalıydılar; İslam davasının delisi!

İşte o ilk “delileri” özlüyorum… Modern cahiliyyenin ve modern cahiliyyenin eğittiği -sözde dindar- zihniyetin, “bir hiç uğruna” dediği bir iman yolunda annesini kaybeden Ammar’ın o anda hala imanla dopdolu olan kalbini…

Çölde dönemin “terörle mücadele ekipleri”nce kırbaçlanan Bilal’in hala “ahad” “ahad” deyişi çınlıyor kulaklarımda… İşte o sestir özlediğim…

Bilal’in bu “inad”ını, “kör radikalizm”ini nereden aldığını; hangi yayınları okuduğunu; kökünün nerede olduğunu; hangi gizli servis ajanlarınca hangi kamplarda eğitildiğini gerçekten çok merak ediyorum…

Evet, Bilal ve Ammar bu kadar kısa sürede böyle bir “radikalizmi” nasıl yakalamışlardı, bu işin sırrı neydi? İşte onların bu susamışlıklarıdır özlediğim…

Ve Habeşistan yollarını,.. Uçsuz bucaksız çöl yolculuğunu… Uçsuz bucaksız çölü sadece “la ilahe illallah” cümlesi için kateden yalın ayakları… Anadan, babadan, yardan, evladdan vazgeçen; tarihin, benzerini kaydetmediği o eşsiz imanı… “Bir hiç uğruna”(!) vatanlarını, her şeylerini terkeden o insanlardaki imanı, şevk ve heyecanı siz özlemiyor musunuz?! Mekke’nin müşrik elçisi Amr ibni As’ın bütün kışkırtıcı talepleri karşısında Necaşi’nin huzurunda, mü’min kardeşleri adına feveran eden Cafer yerinde olmak istemez miydiniz?!

Ve Hamza, Ömer. islam’ın en şanlı kahramanları… Her ikisi de Kureyş’in korkulu rüyası. Hind’in, ciğerlerini yemekle bile teskin olmadığı Hamza… Ve İslam’ın adalet anlayışının timsali Ömer… Hindler özlemez Ömer’i!…

Muhammed’i o kadar çok yerde özlüyorum ki; örneğin Taif’te düşlüyorum onu. İçimden bir ses, “neden senin de bir Taifin yok?” diyor! Taif’li gençlerin taşladığı bir Peygamber! Üstü yara, bere içinde kalmış bir Muhammed! Ayağından kanlar akan bir Peygamber! Çünkü o bir aykırı; o bir “bölücü”; terör suçu işlemiş Muhammed. Terörle mücadele suçundan, işte o günün koşullarına göre. Taifin DGM’si denebilecek bir erk tarafından yargılanıyor ve anında cezalandırılıyor…

Mekke’yi ve Mekke’de muhasara edilen; üç sene boyunca müşrikçe boykota tabi tutulan; aç susuz bırakılan kadınları, çocukları, ihtiyarları özlüyorum. Onlardaki imanı, sebatı, ölümü bir düğün gibi karşılayan sarsılmaz iradeyi; hiçbir şeyle değişilmeyen o imanı özlüyorum… Kafirlerden merhamet dilenmemeyi; hoşgörü talep etmemeyi; ince mesajlarla “biz onlardan farklıyız” şaklabanlıklarına düşmemeyi; var elbette birbirimizden epeyce farkımız diyebilmeyi; “birlikte yaşayabiliriz ama Allah’ın dediği gibi” diyebilmeyi; hakimiyet Arafat’ın tepesinde de Allah’a aittir; Mekke sokaklarında. Daru’n-Nedve’de de, toplum kurallarında da, siyasette de diyebilmeyi; “şu putlarımız içindir, şu da Allah içindir” diyenler gibi, “hayatın şuraya kadar olanı Allah’a aittir, şuradan itibaren de diğer ilahlarımızla beraber bize aittir” demeyen “siyasal” islamcıları özlüyorum…

İslam’ın tepeden tırnağa siyasi olduğunu, siyasetin La ilahe illallahla başladığını kadını-erkeğiyle bütün aleme gösteren Mekke mü’minlerini; imanın kuru bir sözden ibaret olmadığını gösteren o ilk mü’min topluluğu özlüyorum, imanın hayat olduğunu, imanın yaşanırsa iman olduğunu; yaşanmazsa yalan ve sahtelik olduğunu, nifak olduğunu, yük olduğunu somutlaştıran o ilk sadık cemaati…

Entelektüel gevezelik yerine, her alanında imanın damgası görülen bir hayatı yaşayan: her biri adeta yürüyen Kur’an olan mü’minleri… Şirkin, zulmün yıpratamadığı, eskitip pörsütemediği, aristokrasinin değiştiremediği; bükemedikleri bileği öpmeyen o iman abidelerini…

Ve hicret… Hicreti özlüyorum… Hicretle gelen kardeşliği; ensarla muhacirinin muahatını… Temelleri takva üzerine atılan ilk Mescid’i… Tamamen doğal bir yapı; tamamen dini-siyasi bir kullanım; namazla kılıcın bir arada bulunduğu; Bilal’in ilk müezzini olduğu mescid…

Canından çok sevdiği Peygamberi ölünce Medine’yi terkederek hüznünü unutmaya çalışan Bilal’in, sıradan değil, gerçek namaz çağrısı… Hergün tam belirlenmiş dakikasında maaşlı meslek erbabınca okunan, okuyanın da ne dediğini çok iyi bilmediği, laiklerin “ezan susmaz; bayrak inmez” yollu ulusçu söylemlerine malzeme teşkil eden “ezan” değil: yüzdeyüa doğallıkla yüzdeyüz imani bir hedefle namaz için yapılan bir çağrı… Böyle bir ezanı arzuluyorum.

Muhammed’in Mekke’si”ndeki gibi, Kur’an’ın muhteviyatının tamamına düşman bir sistemin; irtica adı altında müslümanları bir numaralı tehdit gören egemenlerin, ezan okutmamasını istiyorum…

Elgördülük, hiçbir siyasi mesaj içermeyen; ulus-devtetin bir sembolü olmuş bir ezanın okunmaması yeğdir diyorum. Hasılı ben Muhammed’in müezzini Bilal’in ezanını özlüyorum…

Ve Bedir’i, Uhud’u, Hamza’yı, Tebük’ü. Mute’yi, Hudeybiye’yi, Mekke’nin fethini özlüyorum… Mekke’ye dünyaya, hayata, mü’minlere veda ettiği Haccı’nı özlüyorum Muhammed’in…

Onun siyasi basiretini, askeri şecaatini, insan sevgisini, sabrını, azmini, üslubunu, en güzel şekilde mücadele etmesini, eşlerine hürmetini, çocuklarını sevmesini çok ama çok özlüyorum.

Ey Muhammed! Sana salat ve selam olsun. Rabbi’nin rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Bak senden şefaat dilemiyorum. Çünkü Rabbani terbiyede böyle bir akidenin olmadığını biliyorum. Ne Rabbin böyle bir umud vadetmişti; ne de sen böyle bir haber getirmiştin…

Her fani gibi sen de Allah’ın hükmüne tabi oldun. Senin gittiğin yolda bulunmak bizim için en büyük şeref olacaktır. Senin yaptığın gibi izzetin tamamını Rabbimizin katında aramak en önemli bahtiyarlık olacaktır…

Ve senin bıraktığın Kitap rehberimizdir ey Muhammed… (İktibas Dergisi, Mehmed Durmuş, Şubat 2000)

posted in *PEYGAMBER | 0 Comments