-
11th Mayıs 2010

ŞARTLI ŞEFAAT

posted in ŞEFAAT |

ŞARTLI ŞEFAAT

Yargı Günü

-I-

Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin küçümsenmelerini de öteki hayatta kurtarıcı kabul edilmelerini de istikametten sapma olarak niteler. Birine Hz. İsâ’nın peygamberliğini inkar edenleri, diğerine de onu şefaatçi ilan edenleri örnek verir. İnkarcı Yahudileşme zihniyetini konu edindiği kadar, peygamberleri yücelten ve onları kurtarıcı kabul eden Hıristiyanlaşma zihniyetini de en az onun kadar gündemine alır. Sadece şefaat köklü kelimelerin bulunduğu bölümlere bakanlar bile, şefaatin, Kur’ân’ın ana konularından birisi olduğunu görürler. Meseleye daha yakından bakanlarsa; başka birçok sözcükle de bu konuya temas edilmiş bulunduğunu kavramakta gecikmezler.

Ne var ki bu konu, üzerinde çok tartışmalar bulunan başka meselelerle de direkt alakalıdır. Bir açıdan büyük günahlarla, başka bir açıdan da imanın bölünme kabul edip etmeyeceğiyle ilişkilidir. İslam Tarihinde; bağımsız düşünen kimi ulema ile, merkezi otoriteye boyun eğmeyen bazı siyasi fırkaların, şefaatle ilgili fikirlerinin aynı kulvarda örtüşmüş olması da her hâlde bundandır. Bu nedenlerle konu, bazı ilim ve siyaset otoritelerinin yönlendirmesinden azade olamamıştır.

Şefaat, ikilemek, çift yapmaktır. Kim, kendisine bir iyilik ulaştırması için, makama yakın bildiği birisinden, makam sahibi nezdinde aracılık etmesini isterse, talep makamını ikilemiş olur. Aslında, başkasının hukukuna müdahale etmediği takdirde, aracı kılınanın, hayra vesile olabileceği düşünülebilir. Nitekim, bir çığır açan kimse, o işi yapan gibi görüleceğinden, Kur’ân-ı Kerim; iyi bir işe şefaat edenin o işten bir nasibi olacağını, kötü bir işe şefaat edenin de ondan bir pay alacağını söyler. (Nisâ 4/85)
Ancak, hemen kaydetmek gerekir ki bu kural, şimdiki hayat için geçerlidir. Öteki hayatta ise kazanmak; hayır ve şerre rehberlik etmek diye birşey yoktur. Aksine orada herkes, şimdiki hayatta kazandığının karşılığını bulacaktır. Dolayısıyla Kur’ân, öteki hayatta kişinin kendisine fayda veya zararı dokunacak olan hayra, ya da şerre delalet etme anlamında bir şefaati konu edinmemiştir.

Kur’ân’ın önemle üzerinde durduğu ise, günahkar birisinin, Yargı Günü’nde azabı gerektiren bir sonuçtan kurtulmak için, Allah katında, değerli birisini aracı edinmesidir. Zaten şefaat deyince de yaygın olarak bilinen; hadislerle ispat edilen ve az farklarla da olsa mezheplerin akaidinde yer almış bulunan şefaatin anlamı budur. Ne var ki Kur’ân, kişinin kurtuluşunu kendi ameline ve Allah’ın mağfiretine bağlar. İmanı bulunan kimsenin, sürekli salih amel yapmasını vurgular. Günahkarın cezalandırılmaktan kurtulması için, öncelikle ondan vaz geçmesini teklif eder. Hiç bir bölümde, müspet bir üslupla okuyucusunu şefaat beklemeye yönlendirmez.  Bununla birlikte pek çok ayet, hiç kimsenin Yargı Günü’nde, hiçbir kayırmaya, hiç bir yardıma ve fidye karşılığında kurtulmaya bel bağlamamasını telkin eder. (Bakara 2/48) Yargı Günü’nde, günahkarın azaptan kurtulması için düşünülen şefaat formülünün de fayda vermeyeceğini söyler. (Bakara 2/123) Suçluların şefaatçi edindikleri kimseleri bırakıp hesaba yalnız başlarına çıkacaklarını, (En’âm 6/94) şefaatin de tamamının Allah’a ait olduğunu (Zümer 39/44) belirtir.

Kur’ân-ı Kerim, konunun önemini birçok kez, bizzat şefaat kelimesiyle vurguladığı gibi, farklı kelimelerle de gündeme getirir. Bir pasajında, çok nadir kullandığı bir üslupla, hem de dört defa Yargı Günü’ne dikkat çektikten sonra; “Kimse, kimse için bir şeye mâlik olamaz, emir o gün yalnız Allah’ındır” der. (İnfitâr 82/19) Bu son ayette, şefaat sözcüğü yerine, “mlk” kökü kullanılmıştır. Bu sözcük şefaatin talep edileceği makama işaret eder. Bu da, melikin işlerinde tek söz sahibi olması gerektiği çağrışımıyla, Yargı’da her türlü müdaheleyi nefyeder. Ayetin bulunduğu bölüm şöyledir: “Hayır, hayır, doğrusu siz Yargı’yı yalanlıyorsunuz. Halbuki, üzerinizde gözcüler var. Değerli yazıcılar. Her ne yaparsanız bilirler. İyiler nimet içindedirler. Kötüler de cehennemdedirler. Yargı Günü ona yaslanırlar. Onlar ondan çıkacak da değiller. Yargı Günü’nün ne olduğunu sen bildin mi? Evet, bildin mi nedir o Yargı Günü? O Gün kimse kimse için bir şey’e mâlik olmaz, emir o gün Allahındır.”

Aslında sadece bu bölüm bile meselenin vuzuha kavuşması için yeterlidir. Kaldı ki Kur’ân, şefaati, nüzulünün hemen her döneminde gündemine almıştır. Fatiha Suresinde de konuya, aynı sözcükle değinilmiştir. Yargı Günü’nün mâlik ve melikinin Allah olduğu belirtilerek mesele, namazlarda okunan bu sureyle hayatın hemen her anına taşınmıştır:
“O Yargı Günü’nün mâliki Allah. Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inâyeti.”

Ancak, Yargı Günü’nde muhtemel görülen şefaate şartlı bir üslupla değinen bazı ayetler vardır ki genelde bunların şefaati olumladığı sanılır. Böyle düşünen çoğunluk, yukarıda işaret ettiğimiz ayetleri bu doğrultuda yorumlayarak; Allah’ın razı olduğu kimselere, yine O’nun izin vereceği kimselerin şefaat edeceğini söyler.

Kur’ân’ın bu husustaki yönlendirmesini anlamış görünen Muhammed Esed bile, çoğunluğa uyar. Kur’an’ın aslında şefaati reddettiğini kabul eden, peygamberlerin ve velîlerin şefaat edebilecekleri yolundaki inancı avâmi bulan Esed, öte yandan Allah’ın rızâsını kazanmış bulunan günahkarlar için Yargı Günü’nde peygamberlere sembolik olarak şefaat etme izninin verileceğini kabul eder. Ona göre, peygamberlere verilen bu şefaat hakkının, tek anlamı, Allah’ın o günahkarları kendisinin bağışlamasının bir ifadesidir.

İşte bu bakışıyla Esed, yukarıda temas ettiğimiz şefaatin tamamını Allah’a tahsis eden ayeti, “Şefaat hakkını verme yetkisi yalnız Allah’a aittir” şeklinde yorumlar.
Doğrusu bu yorum, şartlı bir bakışın sonucudur. Sözün akışını da oldukça zorlamaktatır. Çünkü, söz konusu ayet, bir önceki ve bir sonrasıyla okunduğunda, böyle bir anlama hiç de müsait görülmemektedir. Ayetin bulunduğu bölüm şöyledir:

“Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: “Onlar bir şeye mâlik olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi? De ki: “Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döneceksiniz. Böyle iken Allah tek olarak anıldığında ahirete inanmıyanların yürekleri burkulur, ondan berikiler de anıldığı vakıt derhal yüzleri güler.”

Bu bölümde ifade edildiği gibi, mülkün hepsi Allah’ındır. Mülkün sahibi O olduğu gibi, bütün şefaatin sahibi de O’dur. Çünkü, şefaat talep eden de şefaat edeceğini düşündüğü de bu mülktendir. Mülkünde O’na kendisi dışında bir ortak düşünülemeyeceği gibi, şefaatinde de bir ortak düşünülmemelidir. Peki, acaba O şefaatine; ahit, rıza ve izin gibi bazı şartlara bağlı olarak başkasını ortak eder mi? Sorunun cevabını, bu üç şartı konu edinen bölümlerde aramak gerekir. Biz bu yazımızda, şefaatle ilgili bütün ayetlerin değil de, meseleyi sadece şartlı üslupla konu edinen ayetlerin üzerinde düşünmek istiyoruz.

Şefaati şartlı bir üslupla konu edinen ayetlere topluca bakıldığında; hepsinde de genel olumsuzlamadan sonra bir istisna edatı bulunduğu görülmektedir. Bu durumdan ilk bakışta, kısmi bir olumluluk çıkarılabilir gibidir. Ancak, bu edat her zaman muhtevadan bir kısmını dışarıda bırakmak için değil, aksine kimi zaman sözü pekiştirmek için de kullanılmaktadır.

Mesela, “Sana okutacağız da unutmayacaksın” ayetinden sonra gelen “Ancak Allah’ın dilediği başka” (A’lâ 87/6-7) kısmı, bir miktar unutacaksın demek değil, aksine hiç unutmayacaksın demektir. Önceden geçen “unutmayacaksın” anlamını pekiştirmektedir.

Hz. Şuayb’ın Medyenlilere; “Dininize dönersek, Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz, Allah dilemiş başka” der. (A’râf 7/89) Buradan, Hz. Şuayb ve ona inananların kafir topluma dönmelerinin muhtemel olduğu değil, tam aksine kesinlikle onlara dönmeyecekleri anlaşılmalıdır. Kaldı ki özellikle Yargı Günü’ne vurgu yapan şartlı ayetlerde, daha özel bir durum vardır. Bu ayetlerde istisna edatı, “İlla men” şeklinde gelmiştir. Bu formun, benzer bir kullanımı, Gâşiye Suresi’ndedir. Hz. Peygambere seslenilen bir bölümde; “Sen bir hatırlatıcısın, onlara zor kullanacak değilsin, ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa…” buyrulur. Bu istisnadan da, “Küfredenlere zor kullanmalısın” anlaşılamaz. “Kim, küfrederse onun durumu başka, ona yeni bir hüküm var” demektir. Zaten bu şartın cevabı, hemen sonraki ayette; “Allah, onu en büyük azap ile azaplandırır” şeklinde açıklanmıştır.

Bu tür örnekleri artırmak mümkündür. Ama en anlamlısı herhâlde şu iki ayettir:
“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât, ancak kim Allah’a selim bir kalple varırsa…” (Şuarâ 26/88-9)

“Ey insanlar! Sizi bana yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de çocuklarınızdır; ancak bir kimse inanıp yararlı iş işleye…” (Sebe 34/37)

Bu ayetlerin mefhumu, “Ogün mal ve evlat hiçbir durumda fayda vermez” demektir. Önceki ayette, ogün, ancak Allah’a selîm bir kalple gelenin zenginliğinden başka hiçbir zenginliğin fayda vermeyeceği (Bkz. F. Râzî) ikinci ayette ise, insanı Allah’a yaklaştıracak şeyin mal ve çocuklar olmayıp kişinin kendi ameli olduğu belirtilmiştir.

Bu formdaki ayetlerin, meseleyi kesin olarak tavzih etmeyip de, bazı ihtimaller düşündürmesinin ve açıklamalara ihtiyaç bırakmasının sebebi ise bir üslup meselesidir. Bilinmelidir ki toplumsal alışkanlıklara ve avami inanç şartlanmışlıklarına karşı Kur’ân’ın metodu hep böyle derece derece anlatım (tedrîc) dır. Gün olmuş içkinin sadece zararlarını dile getirmiş, ama gün gelmiş içkiyi şeytan işi pisliklerden saymıştır.
Kur’ân’ın bölümleri ise, çelişkili değil, ikili (mesânî) ve birbirine benzer (müteşâbih) dir. (Zümer 39/23) Sözlerin ikili oluşu, tekrarlanmış anlamında değil, tafsil edilmiş anlamındadır. Bir konuşmada; “İşte böyle, böyle” denmesi, söylenenlerin tekrarlandığını değil, detaylandırıldığını gösterir. “Gözü iki kere çevir” ayetinde olduğu gibi, meseleyi defalarca ve çeşitli yönleriyle anlatmış demektir. Fatiha Suresi’nin “mesânî” oluşu da,

“Onu da bunu da” ihtiva etmesindendir.  Yani Kur’ân’da bölümler birbiriyle desteklenmiştir. Bunlar; birbirini neshetmez. Salt tekrarlanmış da çelişkili de değildir. Muhkem olanlara zemin hazırlaması için söylenmiş müteşabih ve mesânî sözlerdir. Her biçiminde farklı faydalar olan açılımlardır. Bu tür ayetler, muhataplarını kalplerinin derinliklerinden yakalar. Onlara, önce değerlerin derece düzenini öğretir. Bu süreçte, eğrilikte ısrar etmek isteyenlerle, öğüt almak isteyenleri, birbirinden ayrıştırır. Sonra da öğüt alanları, nihai maksadı belirleyen muhkem sözlere taşır.

Bu durum, daha çok, insanın zaafı bulunan meselelerin değişim seyrinde görülür. Alışkanlık veren içki böyledir. Kur’ân, toplumsal değişim seyrini hep göz önünde bulundurmuş, bu metodu, inanç konularında da izlemiştir.

Mesela, müşriklerin ağaç ve taşlardan edindikleri putlar için, Kur’ân, başlangıçta nihai maksadı söylememiştir. İlklerden olan Kureyş Suresi’nde, Kâbe’den bahsederken, “Bu evin sahibine ibadet edin” demekle yetinmiş, ama içindeki putları hiç anmamıştır. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, “Putlarımızı kötülemeyen bu değini, bizim inancımızı onaylıyor” şeklinde düşünmüş olabilirler. Ama hakka geçmek isteyenler, bu üslupla putların kutsallığının tasdik edilmiş olduğu sonucunu çıkarmamışlar, aksine, içindeki putlar anılmadan Ev’e yapılan vurgudan, sözün nihai maksadını anlamışlardır.
Kur’ân, bu metoduyla, önce şartlanmışların kalplerinde küllenmiş bulunan hayırlı alanı tahrik etmeyi hedeflemiş, bunu da başarmıştır. Muhataplarını, 29. sırada inen Kureyş Suresi döneminden, putların birer pislik olduğunu ilan eden, nüzulde 110. sıradaki Mâide Suresi’ne taşımıştır. Mekke’nin fethi de, Kâbe’nin putlardan temizlenmesi de işte bu Rabbâni üslupla müyesser olmuştur.

Hıristiyanları muhatap alan bazı ayetlerde de durum aynıdır. Bunlarda, Mesih, Allah’tan bir ruh ve O’nun kelimesi olarak anılır. (Nisâ 4/171) Bu üslup başlangıçta onları pek de rahatsız etmemiş, hatta kalplerinde eğrilik olan Necranlılar, bu üsluba takılıp kalmışlardır. Oysa aynı Kur’ân, Adem oğullarının hepsinde Allah’ın ruhu olduğunu, bütün varlıkların O’nun kelimeleri olduğunu ifade etmiş, sonra da: “Allah katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı sonra da ona “ol!” dedi, o hâlde olur” (Âl-i İmrân 3/59) diyerek Mesih’in diğer insanlardan, yaratılışının da diğer yaratılışlardan bir farkı bulunmadığını tavzih etmiştir.
Kur’ân’ın, şefaat hakkındaki şartlı üslubu da işte böyle sosyal bir zemine oturmaktadır. Görüldüğü gibi, Kur’ân, hiçbir yerde, müstakil olarak şefaati ispat için bir bahis açmamış, şefaat istemeye rehberlik etmemiş ve şefaat talebinde bulunacaklar için tek bir örnek form göstermemiştir. Bununla beraber şartlı ifadeleri; hep meleklere dişi isimler takan, onların Allah’ın kızları olduğuna inanan, bazı peygamberleri Allah’ın oğlu sayan, onların şefaatlerini dileyen, dinlerini temenni üzerine kuran müşriklerin kötülendiği bölümlerde sunmuştur. Şefaat için Allah’ın kiminle ahitleştiğini, kime izin vereceğini ve kimin sözünden razı olacağını belirtmemiş, üstelik şefaati Allah’ta başlatıp yine onda bitirmiştir.

Bunun yanında, avamın şefaatle karıştırdığı dua, tövbe ve istiğfar için, Kur’ân’nın üslubu hiç de böyle değildir. Duaya rehberlik etmiş, tövbeyi teşvik etmiş ve pek çok örnekler vermiştir. Sahabe de istiğfarda bulunmuş, tövbe etmiş ve dua yapmıştır. Ama hiçbir sahabi, ezan okunurken, baş parmağını tükrükleyip “Şefaat ya Rasulallah” diyerek kaşlarına sürmemiştir. İslam’ın bidayetinde, yemek duasında “Şefaat senden ya Rasulallah” dendiğini nakleden zayıf da olsa tek bir rivayet mevcut değildir.
Ne var ki ucuz kurtulma formüllerine karşı insanın hep zaafı olagelmiş, kendisine göre bir yol icat etmiştir. Kur’ân’ın şefaati konu edinmesinin sebebi de, işte bu beşeri zaaftır. Şefaat için ahit, izin ve rıza şartını ileri süren ayetleri, kontekstinden ayırarak, sunulan gerekçeleri göz önüne almadan ve bu konuda muhkem olanları da göz ardı ederek okumak, kayırma ve fidye gibi şeylerle kurtulmaya ve ucuza kapatmaya şartlanmış toplumların zaafıdır. Kur’ân ise, her meselede olduğu gibi, şefaatte de ilk ve son sözü Mabud’a tahsis eder. Yunus Suresi’nin 18. ayetinde buyurduğu gibi:

“Allah’ı bırakarak, kendilerine fayda da zarar da veremeyenlere tapıyorlar: Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir” diyorlar, de ki: siz göklerde ve yerde, Allah’a bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz?”

Allah’ın ilminde bulunmayan şey yok hükmündedir. O hâlde bir şefaatçi edinmenin gerekçesi de yoktur. Hiçbir şefaatçinin olmayacağını söylemenin en güzel yolu da herhâlde budur.

Bu ayetin metninde kapalı bulunan iki kelimeye de dikkat etmek gerekir. Birisi, kendisine tapılan şey anlamında kullanılan “mâ”, diğeri ise bunlar anlamındaki “hâulâi” dir. Bu kelimelerin ikisi de, hem eşya için, hem de âkıl varlıklar için kullanılır. Bu durumda Allah katında şefaatçi kılınanlar; hem melekler ve salih kimseler, hem de onlara ait şeyler; soy, hırka, sakal, mezar ve benzeridir.

İlahi bağışı tekelinde düşünen Yahudileşmenin kaynağı, nebevi soy ağacına atfedilen tanrısallık değil midir? Bu tanrısal akrabalık (!), zürriyeti bulunamayan peygamberden sonra dini kurumlara verilmemiş midir? İslam coğrafyasında, şefaat anlayışına daha çok meyledenlerin değişmez ölçüsü, nebevi soya (silsileye) itibar değil midir? Dini pratikleri daha az olan müslümanların, hiçbir nassa dayanmayan bazı mekanları ve eşyaları kutsallaştırmalarının, bazı kabirleri festival yerlerine çevirmelerinin sebebi, onlara tanrısallık atfetmeleri değil midir? Peki onlar, göklerde ve yerde Allah’a bilmediği bir şey mi haber verecekler? (Ahmet BAYDAR http://www.bilgihikmet.com

This entry was posted on Salı, Mayıs 11th, 2010 at 11:58 and is filed under ŞEFAAT. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz