-
17th Ocak 2009

Peygamberi Mitoloji Kahramanı Yapmak

posted in *PEYGAMBER |

ŞİFA VE HASAİS’İN ÇİZDİĞİ PEYGAMBER PORTRESİ

Haberlerdeki müteşabih sembollerin yüceltmeci mantığa tahvili:

“ Peygamber S.A.V. İsra geçesi Burak, koşumlu ve eğerli olarak getirildi. (Burak) onu bindirmemek için huysuzlandı. Cebrail ona dedi ki: Sen bunu Muhammed’e karşı mı yapıyorsun? Oysaki Allah katında ondan değerli biri sana binmemiştir. Dedi ki: Ter boşandı.” (Şifa 1-13, ayrıca Tirmizi 3146,5-301)

Rivayetin sonundaki sorunlu cümle bir yana, sadece Resulullah’ın görüp anlatacağı çok özel bir ‘müşahede’ olan İsra Gecesi, bu rivayette kamuoyunun gözünün önünde olmuş bir olay gibi üçüncü ağızdan anlatılıyor; üstelik “Resulullah buyurdu ki” girişine bile gerek duyulmadan. Böylesine ‘müteşabih’ bir müşahedenin sembolik dili, ‘koşum’ ve ‘eğer’e indirgenerek çözülüyor. Bu haberin bir başka varyantında Resulullah Hz. Cebrail’in terkisine binmiş olarak resmediliyor. Oysa, bundan çok daha sahih Aişe haberinde Resulullah’ın Cebrail’i yerle gök arasını doldurmuş bir biçimde gördüğü haber verilmişti. Aynı haberden, Kur’an’da Hz.Peygamber’in gördüğü belirtilen “büyük/ olağanüstü/ muhteşem ayeti”in Hz. Cebrail olduğunu öğrenmiştik. Ama bu haber, Hz. Aişe haberinin aksine Hz. Cebrail’e Kur’an’ın atfettiği ihtişam ve olağanüstülüğün binde birini bile atfetmiyor. Hz. Peygamberi terkisine alan bir ‘süvari’ tasavvuru, o kadar.

Niçin bu olayı en sahih bir biçimde resmeden tutarlı ve sahih bir rivayet yerine bu haber tercih edilmiş derseniz alçağınız tek cevap vardır: Miraç konusunda hem dirayet hem rivayet açısından sıhhat derecesi bundan kat kat üstün haberler, aşırı yüceltmeci aklı destekleyecek bir malzeme sunmadığı için.

Buraklı bir haber de Hasais’ten: Süyuti bölüme şu başlığı uygun görmüş: “Adem alem-i melekuttayken ezanın zikredildiğine dair bab”

“ Bezzar Ali’den tahric etti: Dedi ki: “Allah, Elçisi’ne ezanı öğretmek istediğinde, Cebrail adına Burak denilen bir hayvan ile geldi. (Peygamber) ona binmek isteyince (hayvan) onu bindirmemek için huysuzlandı. Cebrail ona dedi ki : sakin ol, vallahi Allah katındaki değeri Muhammed’den daha büyük bir kul sana binmedi. Bunun üzerine ona bindi ve en sonunda bir perdenin önüne kadar geldiler. Rahman’a yaklaştı, ne ki o ancak böyle olabiliyordu. Perdenin ardından bir melek çıktı ve “Allahu ekber Allahu ekber” dedi. Perdenin ardından denildi ki: Kulum doğru söyledi Ben en büyüğüm Ben en büyüğüm. Melek dedi ki: Eşhedüellailahe illallah Eşhedüellailahe illallah” (Hasais, 1-8 Hz. Cebrail’i de diyaloğa sokan farklı bir varyantı için bkz. Zeylei, Nasbu’r-Raye 1-260)

Konusu, zemini, zamanı ayrı olmasına rağmen Burak’ın ‘huysuzlanıp’ bindirmemesi aynı kelimelerle ifade edilmiş. Anlaşılıyor ki, haberin kendisinden üretildiği ‘çekirdek’ burası.

Hepimiz ezanın nasıl teşri kılındığını bildiğimizi sanıyoruz. Sahih haberler bize, ibadet vaktini haber verecek bir sembol arayışı ve alternatiflerin tartışılmasının ardından ezanın sahebeden bazılarının birbiriyle uyuşan rüyalarının Hz. Peygambere haber vermeleri üzerine teşri kılındığını tereddüde mahal bırakmayacak şekilde naklediyorlar. Sırf bu haberi içeren bir başlık altında bu haberi aktaran Süyuti de biliyor. Hatta bizim bilmediğimiz ayrıntıları dahi biliyor. Peki neden bile bile bu haberi “Resulullah’a has özellikler”i beyan etme iddiasındaki bir eserde, Resulullah’ın büyüklüğüne delil olarak sunuyor ?

İşte burada aşırı yüceltici aklın sarsılmaz otoritesiyle karşılaşıyoruz. Resulullah’ın Allah’ın tanıttığı siretiyle yetinmeyip, daha şaşaalı bir portresini elde edebilmek için çürük dallardan merdiven kurmak… Belki bunu cesaretlendiren en büyük saik ize zayıf ve çürük de olsa rivayetin sultası. Bu sulta, en zayıf rivayet en sağlam muhakemeden efdaldir yaklaşımına zemin sağlıyor. Bunun sonucunda Resulullahın karizmasına bir nevi katkıda bulunulmuş oluyor belki ama, bu arada kaynayıp giden örneklik misyonu oluyor ve Resulullah, makulün ve masnusun konusu olmaktan çıkartılıp mahsusun konusu oluyor.

 

HZ. PEYGAMBERİ’İN BEDENİ ATIKLARININ AŞIRI YÜCELTMEYE KONU EDİLMESİ

Aşırı yüceltmenin en tipik örneklerinin, Resulullah’ın beşeri nitelikleri üzerinden verildiğini görüyoruz. Bu tür rivayetler, Hz. Peygamberin beşerliğine Kur’an’dan yapılan vurgunun etkisini sıfırlayıcı bir işlev görüyor. Adeta Kur’an’la ilan edilmemiş bir zıtlaşma, bir polemik kokusu hissediliyor. Kur’an, “ De ki: Ben, sadece ve sadece sizin gibi bir beşerim, ne ki bana ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor” (18-20) gerçeğinde ısrar ederken, aşırı yüceltmeci mantık, bu ayetin anlamını tersine çevirme da dahil, her türlü beşeri vasfa bir olağanüstülük katmak hususunda Kur’an’la yarışıyor.

Hz. Peygamber, A’lam, Şemail, Delail, Hasais ve Hilyelerde, ahlakından ve vahyi hayata dönüştürme sorumluluğunu ifa etme çabasından çok, olağanüstüleştirilmiş beşeri nitelikleriyle öne çıkarılıyor. Mesela teriyle:

“Resulullah S.A.V. Enes’in evinde uyudu ve terledi. Enes’in annesi bir bardak getirdi ve terini bir bardağa topladı. Resulullah bunu ne yapacağını sorduğunda, o dedi ki: Kokumuzun içine katacağım; çünkü o kokuların en güzeli.” (Şifa 63)

Buhari, kendi ictihadına göre sahih kabul etmediği bu haberi Sahih’ine almamış, ama Tarih’ine almış. Fakat Müslim bu haberi kendi ictihadınca sahih kabul etmiş ve Sahih’ine almış.(Müslim,4-1815) daha bir çok hadis derlemecisi de mecmualarına bu hadisi almışlar. Biz, yaşanmış olduğunu varsayarak olayı tahlile tabi tutarsak, bu olayın Resulullah’ın teriyle ilgili değil, ona bakış açısıyla ilgili bir tavır olduğunu anlarız. Bu tavır, sahabenin seçkinlerinin onayladığı bir tavır mıdır? Elbetteki hayır. Öyle olsaydı, aynı şey,Hz. Peygamberin her gece yanlarında yattığı eşlerinden, kızı Fatıma’dan, damadı Ali ve diğerlerinden rivayet edilirdi.

Müslim’in rivayetinde, Resulullah’ın Ümmü Süleym’in bu davranışına nasıl tepki verdiği zikredilmiyor. Fakat Beyhaki rivayetinde “güldüğü” dile getiriliyor.(Beyhaki) Resulullahın bir şeye gülmesinin ne anlama geldiği üzerinde uzun uzadıya yorumlara girişecek değiliz. Fakat insani bir tepki olan gülmenin her zaman onaylamak olmadığını, İnsanoğlu’nun “gülünç” bulduğu şeylere güldüğünü bilmeyen yoktur.

Asıl mesele, bu haberlerden yola çıkılarak üretilen diğer haberlerdir. Çünkü olay Hz. Peygamber’in terinin olağanüstüleştirilmesi sınırında durmamış, büyük abdesti de aynı kategoriye dahil edilmiştir.

Hz. Aişe Peygamber S.A.V sordu: “ Sen heladan geliyorsun, senden geride rahatsız edici bir şey göremiyoruz. Dedi ki: Ey Aişe, bilmiyor musun ki yeryüzü peygamberlerden çıkan atıkları yutar, onlardan hiçbir şey görünmez.” (Şifa 1-63) Bu haberin, sahihi ve zayıfıyla hiçbir hadis mecmuasında yer almadığını sanırım tahmin etmişsinizdir.

Yukarıda benzer bir rivayeti Süyuti, İdrarının ve Dışkısının Mucize Olduğuna Dair Bab başlığı altında nakleder: Beyhaki, Hüseyin b. Ulvan yoluyla, Hişam b.Urve’den, o babasından, o da Aişe’den; “Peygamber tuvalete çıktığı zaman, onun hemen ardından bende girerdim ve geride bir şey göremezdim. Yalnızca burnuma güzel bir koku gelirdi. Bunu kendisine söylediğimde, şöyle dedi: Ya, sen bilmez misin ki bizim fiziki varlığımız, cennet ehlinin ruhları üzere karılmıştır. Ondan çıkan her şeyi, yeryüzü yutuverir.” (et-Tuleydi, Hasis’teki uydurma hadisler listesinde bu hadise de yer verir)

Süyuti bu rivayeti nakleden Beyhaki’nin, rivayete yönelik eleştirisini verir önce: “Beyhaki dedi ki: Bu hadis, İbn Ulvan’ın uydurmalarından biridir.” Bunun ardından, Beyhakie’yi bu yargısından dolayı şöyle eleştirir: “Kesinlikle hayır, onun dediği gibi değil, bu hadis başka bir silsileyle daha rivayet ediliyor.” Ardından İbn Sa’d’ın buna benzer rivayetini nakleder.(el-Hasais 1-70)

Hz. Peygamberi övmeyi ve tanıtmayı yukarıdaki ter hadisinden başladığınızda, geleceğiniz noktanın burası olması gayet doğaldır. Bu haberler ulemamız nezdinde sadece “senet zinciri açısından” tartışma konusu edilmişlerdir. Fakat Allah’ın tabii ve fıtri yasaları açısından tartışma konusu dahi edilmemişlerdir. Bu bir anlama problemidir ve bu probleme ilişkin yaşanmış olayları bir problem olarak değil de bir iftihar olarak sunduğunuz zaman, netice bu olur. Çünkü tasavvurun istikamet açısı yanlış tesbit edildiğinde, yol aldıkça hakikatle arası daha da açılacaktır. Bu anlayış, sadece Resulullah’ı anlama sorunu olarak kalmamış, ayna zamanda Resulullah’ın varisleri olduğu düşünülen insanlara kadar yaygınlaştırılmıştır ki, bu zaten beklenen bir neticedir. Anadolu’da bizzat birden fazla örneğini bildiğim şeyhinin atıklarını temiz ve tedavi edici olarak gören cahil insanların problemi de yine aynı problem değil midir?

Basit bir gerçek var; Resulullah’ın tuvaletten sonra abdest aldığı gerçeği. Necis olmayan bir şey abdest de bozmaz. Kaldı ki, bu onu diğer insanlardan ayıran bir özellik olsaydı, tıpkı uyuyup uyandıktan sonra abdest almasına gerek olmadan namaz kıldığı gibi ihtiyaç giderdikten sonra da abdestte gerek duymazdı.

 

IRKİ VE BEŞERİ NİTELİKLERİNİN AŞIRI YÜCELTMEYE KONU EDİLMESİ

PEYGAMBERİMİZİ IRKÇI GÖSTEREN HADİS

“PEYGAMBERLERİN SONUNCUSUDUR” AYETİNE AYKIRI HADİSLER

Kur’an, Hz. Peygamber’in kendi benliğinde sorduğu “Neden ben?” sorusuna ve bunun zımnında sorulacak tüm “Neden o seçildi?” sorularına adeta cevap olara der ki: “Çünkü sen, muhteşem bir ahlaka sahipsin”. Bu bir yaklaşımdır ve Resulullah’ın farklılığını, onun ahlak ve karakterine, tavır ve davranışına dayandıran ilahi bir yaklaşımdır. Peki, geleneksel peygamber tasavvurunda, Resulullah’ın özellik ve örnekliğinin ahlak ve karakterinde aranması gerektiğine işaret eden bu ilahi yaklaşımın yerini ne almıştır? Elbette onun kesinlikle üretilemeyecek olan, iradesinin dışında gerçekleşen fiziki ya da kabilevi nitelikleri!

“Beyhaki, Tabarani, Ebu Nuaym İbn Ömer’den: Resulullah buyurdu ki: Allah varlığı yarattığında yaratıklar arasında Ademoğlunu seçti, Ademoğulları içerisinde Arab’ı seçti, Arab’dan Mudar’ı seçti, Mudar’dan Kureyş’i seçti, Kureyş’ten Haşimoğullarını seçti, beni de Haşimoğulları arasından seçti; o halde ben hayırlı başlangıçtan çıkan hayırlı sonucum.” (Şifa, 1-83, Hasais, 1-38)

Hz. Peygamber’in bu konunun girişinde dile getirdiğimiz o engin tevazuuyla taban tabana zıt olan bu haber, onun ırkçılığı ve kabileciliği çağrıştıran her kokudan nefret eden anlayışına da aykırı değil mi? Arab’ın Acem’e üstün olmadığını, üstünlüğün yalnızca takvada olduğunu söylememiş miydi? Bu sonuncusu, Kur’an’ın bu konudaki yaklaşımının Peygamber diliyle ifadesinden başka bir şey değildir.

Bir de bu haberin Taberani’nin naklinde yer alan “Arab’ı seven beni sevmiş olur ve bana onların en sevimlisi de odur; Arab’a buğzeden bana buğzetmiş olur, onlar içerisinde buğza en layık odur” varyantı var ki, ancak o kadar olur.

Haberin senet ve metin kritiği bir yana, Resulullah’ın Kur’an tarafından örnek gösterilen nitelikleri arasına, yukarıdaki haberde sayılanların hiçbiri girebilirmi, gerçekte Resulullah’ı Cahiliyye’nin reddedilmiş “kabileci” mantığıyla tanıtmak, gerçekte onun “ ayaklarımın altında kalmıştır” dediği bir mantığın değirmenine su taşımak değimli dir.

Bu kavim-kabileye dayalı yüceltme bu noktada kalmaz. İşte Kureyş’e nur yağdıran haber: “İbn Ebi Ömer el-Adeni Müsned’inde İbn Abbas’tan nakletti: Adem yaratılmazdan iki bin yıl önce Kureyş Allah’ın iki eli arasındaki bir nurdu. Bu nur tesbih ediyordu ve melekler de bu nurun tesbihini tekrarlıyordu. En sonunda Allah Adem’i yarattı ve bu nuru Adem’in sulbüne yerleştirdi. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem dedi ki: Allah beni Adem’in sulbünde yeryüzüne indirdi ve oradan Nuh’un sulbüne, oradan İbrahim’in sulbüne taşıdı…” (Hasis,1-39. Et-Tuleydi, bu haberi Hasais’teki uydurma hadisler listesine almıştır.S.15)

“Arab’ın en şereflisi” ünvanıyla anmak Resulullah’ın takvasından aldığı insanlık ufku olma şerefine hiçbir şey katmazdı ama, eş-Şifa yazarı bu ‘payeyi’ Resulullah’ın özellikleri arasında zikretmekte bir beis görmemiş (Kadı Iyaz, 1-81)

Süyuti, yukarıdaki yaklaşımı isimlere kadar yayan rivayetleri almakta tereddüt etmez. Mesela, Raşit ve mürşit halifeler, üstelik göreve geliş sırasıyla geçmiş mukaddes kitaplarda yer almaktadır.(Hasais, 1-30,31) Rivayetin üretilme amacı anlaşılmaktadır: Tartışılan hilafet sırasının, önceden yazılmış ve değiştirilemeyecek bir ‘kader’ olduğunu söyleyerek tartışmayı bitirmek. Dahası da var. Kapsama adil olan Ömer b.Abdülaziz de girer; hem de tipik İsrailiyyat rivayetleri üslubuyla: “Abdullah b.Ahmed Zevaidi’z-Zühd’de Hişam b.Halid er-Rib’iden : “Ben Tevrat’ta, gök ve yerlerin Ömer b.Abdülaziz’in ölümüne kırk yıl ağladıklarını okudum.” (Hasais, 1/33)

Dahası ilgin olanı, Süyuti’nin İbn Mace’den aktardığı şu rivayettir. “ Resulullah s.a.v., oğlu İbrahim vefat edince, onun namazını kıldı ve buyurdu ki : Kuşkusuz o cennette emzirilecektir. Eğer yaşasaydı sıddik ve peygamber olacaktı. (Hasais,2-265 Aynı rivayet İbn Asakir ve İbn Sa’d tarafından da nakledilmiştir.)

Üs seçkin sahabeye atfen aktarılan bu rivayet, tek başına “rivayetin otoritesi” konusu için kitaplık çapta bir konu teşkil etmektedir. Bu rivayet karşısında hadis ulemasının, nasıl iki arada bir derede kaldıklarının resmini, Acluni’nin satırlarında açık ve net görebiliyoruz. Söz konusu satırlarda önce Nevevi’nin şaşkınlığı aktarılır: “Geçersizdir, gayp hakkında konuşmaya cür’ettir, ölçüsüzlüktür, büyük bir atılganlıktır!” Ardından, İbn Abdi’l-Berr, ihtiyatlı bir dille aynı habere şöyle itiraz eder: “ Bu nedir, ben de akıl erdiremedim? Nuh aleyhisselamın oğlu da peygamber değildi. Oysaki, eğer peygamberden her doğan peygamber olsaydı Nuh’un oğlu da peygamber olurdu!” İbn Hacer bu itiraza itiraz eder ve “ Bu tavır şaşkınlık vericidir, oysaki Hz.Peygamber’in oğlu İbrahim hakkındaki bu görüş, hepsi de sahabe olan üç kişiden gelmiştir” der. El-Mekki, Süyuti’nin “Sahihtir” dediğini naklediyor ve haberin Ali b. Ebi Talib’e nisbet edilen bir varyantını veriyor. Ebu Davud’un naklettiği konuyla ilgili bir haberde Resulullah’ın oğlu İbrahim’in cenaze namazını kılmadan gömdüğü rivayet ediliyor. Zerkaşi, bu rivayeti şöyle gerekçelendiriyor. “Nasıl ki şehitlerin şehitlik fazileti sebebiyle cenaze nazmı kılınmazsa, İbrahim’de, babasının faziletinden dolayı cenaze namazı kılınmaktan müstağnidir. Şu da olabilir: Bir paygamber, bir başka peygamber üzerine namaz kılmaz….(Keşfu’l-Hafa, 2/204-205)

Evet, Acluni’nin verdiği bilgiler böyle uzayıp gidiyor. Fakat, asıl şaşkınlık verici olan şey, bu tartışmaların ekseninde bu haberi kökten reddeden Ahzab 40. ayetin yer alması, hatta müellif dışında, diğerlerinin değinmemesidir. Üretenlerin niyetini bilemem, fakat bunu tahric edenler, nakledenler, Kur’an’ın Hz. Peygamber için “ peygamberin sonuncusu” dediğini elbette biliyorlar. Geriye, Kur’an’la açıkça çelişen bu sözün hala kitaplarda delil olarak yer almasının bir tek gerekçesi kalıyor; o da, bir rivayet olması. Bu, onun koruma zırhına bürünerek varlığını sürdürmesine yetiyor. Ve böylesi bir rivayet, Hz. Peygamber’in kendine has ayrıcalığı olarak takdim edilebiliyor. Bu tür bir rivayetin, günümüzün yalancı peygamberleri elinde sahte iddialarını meşrulaştırıcı bir delil olarak kullanılmaması için hiçbir neden yok.

Bir tasavvurun, Hz. Peygamberin “özellik” ve “yüceliğini”, onun getirdiği mesaj ve o mesajı hayata dönüştüren iman, ahlak, kavrayış, derin düşünme yeteneği ve onları pratize etmedeki muhteşem yaklaşımıyla açıklamak dururken, onun fiziğinde aramaya başlaması elbette bir anlama problemidir. Bu tasavvura sahip olanın, sahihinin sakimine, hakikatin efsaneye karıştığı birtakım rivayetlere bel bağlamaktan başka çaresi yoktur.

İşte birkaç örnek: Resulullah güreşte bir numaraydı.(Keşfu’l-Hafa 2/204-205) Koşuda bir numaraydı. (Şifa, 1/69) peygamberlik vasıflarından olan belağat dışında ki o müsellem bir hakikattir dil ve dilin diyalektlerini bilmede bir numaraydı.(Age 1/70.) Gözleri herkesten ayrı olarak gece de gündüz gibi görürdü.(Hasais 1/61) Bir yere oturduğu zaman omuzları herkesin omuzlarından yukarıda olurdu.( Age,1/68) Süyuti’nin bu örneği veriş tarzı daha farklıdır: Resululullah ne aşırı uzun boylu ne de kısa boyluydu. O orta boylu olmasına rağmen iki uzun boylunun arasında yürüdüğü zaman onlardan uzun görünürdü.(Hasais,1/68) Gölgesi yoktu yere düşmezdi.(Şifa,1/68) Buhari ve Müslim’in içtihatlarına göre sahih senetli bir haberde Resulullah kendisi için dört isim saydığı halde, Süyuti’nin nakline göre bin ismi vardı.(Age,1/77) Sinek konmazdı.(Age, 1/67) Süyuti, öylesine kendisini konuya adapte etmiş ki, kitabında Resulullahın elinin “soğuk” olduğunu söyleyen rivayeti de “sert” olduğunu söyleyen rivayeti de Allah Resululunun “eşsiz özellikleri” arasına almakta tereddüt etmemiş.(Hasais,1/74-76) Daha ilgincini Şifa sahibi yapmış; Resulullahın avurdunun/ağzının geniş olduğu rivayetini onun “eşsiz özellikleri” arasında kitabına almıştır. Bunu yaparken, Bedevi Arap aklının “avurdu geniş olmayı bir övgü vesilesi saydığını” de eklemeyi ihmal etmemiştir.(Şifa,1/163) İşte bizim de vurgulamaya çalıştığımız nokta burasıdır.

“Hz. Aişe’nin fotoğrafı” meselesi, çok daha ilginç. Süyuti aktarıyor: Ebu Ya’la ve Bezzar’ın İbn Ömer el-Adeni’den naklettiği, Hakim’in “Sahihtir” dediği habere göre Aişe dedi ki: “Resulullah benimle evlenmemişti. Ne zaman ki Cebrail benim suretimi ona getirdi, o da benimle evlendi.”(Hasais,1/181) Bu haberi nakledenler, Resulullah’in aile dostu olduğunu bilmiyorlar mı? Resulullahın Hz. Aişe’yi görmediği nasıl düşünülebilir?

Bu örneklerin ardından şu soru daha bir önem arz ediyor. Neden, Hz.Peygamber’in en beşeri yanlarını dahi olağanüstüleştirmek için olağanüstü bir çaba sarfediliyor? Bu sorunun cevabı, “Arap aklı”nda saklıdır. Bu akıl, olayları, çölün kumları gibi algılar; yan yana birbirinden kopuk, düzensiz. Bu akıl, kelama “cevher-i fert” (atomcu) ve “imkan” (zorunsuzluk ve nedensizlik) olarak yansıdı. Cevher-i fert nazariyesi, olaylar arasında zorunlu bir bağlantı olmadığı, sebep-sonuç ilişkisinin bulunmadığı neticesine götürüyordu. İmkan teorisi ise, evrende ve olaylarda yasaların, kurulların, ilkelerin ve illetlerin belirleyici olmadığı sonucuna götürüyordu. Bu bakış açısı nedeniyle Şifa sahibi “Dokunduğu eşyanın özünün onun için değiştirilmesi hakkındadır” gibi bir başlık koyabiliyordu.(Şifa,1/330)

Eş’ari kelamının dilinde cevher-i fert ve imkan teorileri, “Eşyanın tabiatı yoktur”a kadar gelip dayanmıştı. Mesela yakma, ateşin tabiatında var olan bir şey değildir, o anda yaratılan bir şeydir; soğukluk karın tabiatında olan bir şey değildir,siz elinizi kara değdirdiğiniz anda soğukluk yaratılır, diyorlardı. Eşyanın tabiatı yoksa, kanunun ve nizamın da yoktu. Bu akıl, işte yukarıdaki gibi “her şey mümkün” diyen ve hiçbir varlık yasası tanımayan bir noktada karar aldı. Hz. Peygamber’i de bu akılla tasvir ve tarif etmeye kalkınca, yukarıda tanımlandığı gibi hiçbir yaratılış kanunu, hiçbir sebep-sonuç ilişkisi tanımayan rivayetler sorgulanmadan aynen kabul edildi. Oysa Kur’an muhataplarını “karanlıktan aydınlığa çağırıyor”(14.5) ve “Allah’ın sünnetinde/yasasında bir değişme olmayacağını” (35.43) söylüyordu.

 

CİNSELLİĞİN AŞIRI YÜCELTMEYE KONU EDİLMESİ

Hz. Peygamber’in cinsel hayatının aşırı yüceltmeye konu edilmesi, gerçekten ilginç bir manzara ortaya çıkardı. Bu bahsin merkezinde, Şifa sahibinin İbn Abbas’a nisbetle aktardığı şu haber yer alıyordu: “Bu ümmetin en faziletlisi, hanımı en çok olandır.”( Şifa,1/87) Müellifimiz, Kur’an’ın Hz. Yahya hakkında kullandığı hasuran ve yine Hz. İsa hakkında kullandığı vecihen nitelemeleri “bekarlık” anlamında alarak, Yahya Peygamber örneğinin yukarıdaki anlayışı boşa çıkardığı sonucuna varmıştır.O zaman bu engel bir şekilde kaldırılmalıydı. Müellif polemiğe girerek bu kez Hz.Yahya’nın erkeklikten yoksun olup olmadığı rivayetlerine sözü getirir. Bunun bir eksiklik ve kusur olduğunu ifade eden müfessirlerin görüşünde karar kılar.(Şifa1/88)

Fakat, yine de cinsellikten Resulullah’a bir fazilet çıkarmaya kararlıdır. Resulullah’ın evlenmesini, evlenmeyen Hz. İsa ve Yahya peygamberler karşısında daha faziletli olduğunu delil getirdikten sonra, Hz. Enes’ten nakledilen, bir günde on bir zevcesini dolaştığı rivayetini aktarır. Gündeme bu kez, “Resulullahın nikahı altında aynı anda on bir hanım birden hiç bulundu mu?” sorusu gelir. Fakat sayıyı dokuza indiren aynı türden bir başka rivayet olan, Selma rivayeti imdada yetişir. Bu arada, Resulullahın erkeklik gücü hakkında sahabenin kendi arasında yaptığı tahminler aktarılır: “Nesai’den : Enes dedi ki: Biz kendi aramızda Resululahın otuz erkeğin cinsel gücüne sahip olduğundan söz ederdik.” Tavus’tan bir başka rivayet daha yüksek bir rakam telaffuz eder: “Aleyhissalatu vesselama kırk erkeğin cinsel gücü bahsedilmiştir.” Bu erkeklik gücünün kaynağı problemi de şöyle halledilmiştir. “Cebrail bana bir tencereyle geldi. Ondan yedim; bunun üzerine bana kırk erkek gücü verildi.”(Hasais) Söz buradan cennette erkeklerin gücüne getirilir. Ebu Nuaym’in Hilye’sinde her cennet erkeğinin kırk erkek gücüne sahip olacağı nakledilir. Tirmizi’deki rivayette telaffuz edilen rakam çok daha yüksektir. “Her cennet erkeğinin gücü yetmiş, hatta yüz erkek gücüne bedeldir.” (Şifa,1/90)

Modern hadis araştırmalarında “polemik türü rivayetler” kategorisinde değerlendirilen bütün bu spekülatif nakillerin ve onlara dayanılarak yapılan tartışmanın bir tek amacı vardır. Yukarıdaki “ Bu ümmetin en faziletlisi, hanımı en çok olandır!” rivayetinden Hz. Peygamber’e hisse çıkarmak.

Fakat olayın arka planında yatan asıl neden daha başkadır. O da Resulullahın cinsel güç açısından Hz. Süleyman’dan geri olmadığını ispatlamak. Doğrusu, tüm çabalara rağmen Hz. Süleyman’a atfedilen rakamların aşılmadığı bir gerçek. İbn Abbas’a nispet edilen ve İsrailiyyattan olduğu tartışılmaz olan şu haberi Şifa sahibi konuyu toparlarken nakleder: Süleyman’ın belinde, yüz erkeğin suyu vardı; onun üçyüz hanımı ve üçyüz de cariyesi vardı.” (Age,1/91)

Bütün sorun Hz. Peygamber’in bu konuda Hz. Süleyman’dan geride olmasıdır. Her alanda olduğu gibi Resululahın peygamberlerin en üstünü olduğu, bu alanda da ispatlanmalıdır. Efdaliyyet tezini zedeleyecek hiçbir şeye izin verilmemelidir. Ve sonunda bu problem de halledilmiştir. Çünkü, cennet erkeklerin cinsel gücü rivayetinin devamında Resulullah’a “dört bin erkek gücü verildiği” ifade edilmektedir. Bundan daha ilginç olan, bizim burada “olayın perde arkasında yatan temel neden” olarak işaret ettiğimiz gerçeğin ayan beyan rivayette görülmesidir:

Muaz’dan: Cennet ehli her erkek kırk erkeklik gücü isteyecek, cennet ehli her erkeğe yüz erkeklik gücü verilecek. Ve Sallallahu Aleyhi Vesellem’in gücü dört bin erkek gücünde olacak. Sonuçta Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Süleyman aleyhisselamdan efdal olacak. Çünkü, Süleyman aleyhisselama yüz ya da bin erkek gücü verilmişti. Peygamber az yemek yediği halde, fazla cinsel güç bahşedildi. İki fazilet de onda birleşti…”( Süyuti-Abdulgani-Fahru’l-Hasen ed-Dehlevi, Şerhu Süneni İbn Mace, s.44)

Her Peygamberin Mucizesine Bir Nazire Arayışı.

Hz. Peygamberle diğer peygamberler arasında yapılan bu zorlama yarış, Hz. Süleyman’la sınırlı değildir. Özellikle mucize bahsinde, her peygamberin mucizesine ille de Hz. Peygamber elinde zuhur eden bir nazire bulunmaya çalışılmıştır.

Süyuti aynen şöyle diyor: “Alimler dediler ki: Her peygambere verilen mucize ve üstün özellikler ya benzeri ya da daha üstünü kesinlikle bizim peygamberimize de verilmiştir.”(Hasais, 2/179) Bunu, Şifa sahibinin “Tüm peygamberler içerisinde sayıca en çok mucizesi olan bizim peygamberimizdi” görüşünü de eklemek gerek.(Şifa,1/369)

Böyle bir önyargıyla yola çıkınca, bu önyargıyı destekleyecek malzeme arayışı kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir. Bulunan az sayıdaki sahih senetli malzeme, söz konusu önyargıyı isbat etmek için yeterli görülmemiş olacaktır ki, bunun yanına şaibeli haberlerden, hatta sonraki nesillere isnat edilen eserlerden oldukça kabarık sayıda bir takviye yapılır. Bütün bunlar yapılırken Kur’an’ın bu konudaki mesajına hiç başvurulmaz. Bu yaklaşımı Kur’an’ın onaylayıp onaylamadığı sorgulanmaz. Zaten başvurulması durumunda, yukarıdaki önyargıyı kökten iptal edip yerine yepyeni bir bakış açısı yerleştireceği açıkça görülecektir. Kur’an’ın bu konudaki yaklaşımını konunun sonuna bırakalım. Şimdi, klasik peygamber tasavvurunu yansıtması açısından, her biri çok önemli bir gösterge olan bu rivayetlerden örnekler aktaralım.

İşte, Resulullah’ın büyüklüğünü ispat için hiç de lazım-şart olmayan nazireler:

Ebu Nuaym’den: Yusuf’a, tüm nebi ve rasullerin ve hatta tüm varlığın güzelliğinin toplamından daha fazla güzellik verilmiştir. Bizim peygamberimiz sallallahu aleyhi veselleme Yusuf da dahil hiçbir kimseye verilmeyen güzellik verildi. Yusuf’a yarısı verilen güzelliğin tamamı Peygamberimize verildi.” (Hasais, 2/182)

Hiçbir hadis derlemesinde yer almayan yukarıdaki habere Hz. İsmail’in ve Hz. Musa’nın mucizelerine nazire olan şu rivayeti ekleyebiliriz:

İbn Sa’d’dan: “Ebu Talib dedi ki: Yeğenimle birlikteydik. Susuz kaldım. Ona durumdan yakındım ve dedim ki: Yeğenim, ben susuzluktan yandım.Bunu ona dedim, çünkü onda sabırsız olmamaktan daha başka bir durum görüyordum. Oturağı üzerine eğildi ve indi. Dedi ki: Amca susadın mı? Evet, dedim. Bunun üzerine topuğuyla su çıkıncaya kadar yeri eşti ve dedi ki: Amcacığım iç. Ben de içtim.”(Age.1/124)

Resulullah’ın gençlik dönemine ait bu ve buna benzer birçok problemli rivayet mevcuttur. Bu tür rivayetleri her şeyden önce tarih reddetmektedir. Bilinen bir gerçektir ki, Hz. Peygamber ilahi mesajı tebliğe ilk başladığında Mekke müşrikleri Daru’n-Nedve’de toplanıp onu hangi söylemle mahkum edeceklerini tartıştılar. “Kahin” diyemediler, çünkü daha önce kehanete benzer hiçbir şeyi ne görülmüş, ne de duyulmuştu. Eğer kehanet benzeri bir örnek olsaydı, onu delil getirerek “kahin” diyeceklerdi. “Sihirbaz” dediler, fakat işin garibi bu iddialarına kendilerine sihir gibi gelen bir örnek gösteremediler. Gösterebildikleri tek örneğin de olağanüstü bir yanı yoktu: “Evladı ana-babasından ayırıyor” Eğer olağanüstü bir olay, bir duyum, bir söylenti gençliğinde mevcut olsaydı, diğer peygamberlerin mucizelerine sihir diyen eski inkarcı kavimler gibi onlar da bu örneği delil göstereceklerdi. Fakat, bulabildikleri tek örnek işte buydu. Yunus Suresinin 19. ayetinin müşriklerin bu argümanını boşa çıkarmak amacı taşıdığını söyleyebiliriz: Babayla evlat arasındaki görüş farkı Muhammed’in sihri değil, yaratılışın yasasıdır.

Hz. İsa’ya nazire: “İbn Seb’in, Hz. Peygamberin beşikteyken melekler tarafından sallandığını, ilk konuştuğu sözlerin de şunlar olduğunu rivayet eder: “Allahu ekber kebira, v’el-hamdu lillahi kesira: Allah büyükten de büyüktür ve sınırsızca övgüye layık olan Allah’tır.”(Age,1/53- el-Hasais’in Tehzib’ini hazırlayan et-Tuleydi, Resulullah’ın çocukluğuyla ilgili tüm haberleri uydurmalar arasında zikreder.)

Oysa biz, bu tesbihi Resulullah’ın ilk defa bir bedevinin ağzından duyduğu rivayetiyle karşılaştırıyoruz. Namazın efendimiz döneminde nasıl canlı ve ruhuna uygun kılındığının da bir göstergesi olan olay şöyle gerçekleşir: Resulullah cemaate namaz kıldırmaktadır. İlk kez cemaate katılan bir bedevi, Hz. Peygamber’in ağzından rükudan doğrulma komutu olan “Semiallahu limen hamideh” (Allah kendisine hamdeden herkesi işitir) sözünü duyunca, bu sözün gereğini yapar ve der ki: “Allah büyükten de büyüktür ve sınırsızca övgüye layık olan Allah’tır; öyleyse O’nu sabah akşam anın” (Namazdan) hemen sonra Resulullah dedi ki: “Namazda şöyle şöyle diyen kimdi?” Adam “ben söyledim” dedi. Resulullah “Şuna şaşırdım; bu söz üzerine göklerin kapıları açıldı” dedi. (Ebu Avane, Müsned,2/100) Bu haberde Hz. Peygamber, bu sözü sanki ilk kez duymuş gibidir. Kaldı ki, kimi tali kaynaklar, bu haberi Hz. Peygamber’e peygamberliğinden sonra, hatta ömrünün sonlarına denk geldiği anlaşılan zamanlara atfederler, fakat İbn Seb’in gibi bebekliğine atfedenine rastlanmamıştır.

Açıkça anlaşılmaktadır ki, araştırıldığında sahih bir aslı olduğu tahmin edilen bir olay, makul olandan mahsusa aktarılarak mitleştiriliyor ve aşırı yüceltmeci aklın elinde peygamber yarıştırma aracına dönüşüyordu.

Yine aynı kaynak, Hz. İsa’ya nazire olarak Resulullah’ın ölüyü dirilttiği konusunda rivayetler nakleder.(Hasis 2/67) Bu bağlamda Hz. Meryem’e gelen yiyeceğin bir benzerinin Hz. Peygambere geldiği rivayet nakledilir.(Age,2/56) Hz. İbrahim’in “soğuk ve serin” kılınan ateşine karşılık Resulullah için de bir rivayet yer alır. Aynı yerde Hz. Musa’nın “yed-i Beyza” mucizesine karşılık, Resulullah’ın zifiri bir geceyi eliyle aydınlattığı rivayet edilir.(Hasais, 2/80)

Bu rivayet de, yine Kur’an, sahih rivayet ve tarihi hakikatlere aykırı olan bir nazire örneği. Bu, Hz. İbrahim’in mucizesine bir bir nazire olarak nakledilen bir rivayet: İbn Sa’d Amr b.Meymun’dan :” Müşrikler Ammar b.Yasir’e ateşle işkence ediyorlardı. Resulullah oraya geldi, elini onun başı üzerine gezdirdi ve dedi ki: Ey ateş, tıpkı İbrahim’e olduğun gibi Ammar’a da serin ve selamet ol. Seni azgın bir topluluk öldürecek.”( Age,2/194)

Biz, Kur’an, sahih sünnet ve tarihi bir hakikat olarak biliyoruz ki Hz. Ammar, işkencenin şiddetinden onların istediği şeyi sadece dille de olsa söylemek zorunda kalmış, anne ve babası ise bu işkenceler sırasında vefat etmişti.

Süyuti’nin nakline göre, Gazali İhya’sında Kur’an’i ve tarihi gerçekle bağdaşmayan bir tesbitte bulunur. Burada, peygamberlik ile siyasal liderliğin (mülk), din ile dünya saadetinin yalnızca Hz. Peygamber’de bulunduğunu söyler ve bunu Resulullah’ın diğer peygamberlerin tümünden üstün oluşunun belgesi olarak gösterir.(Age, 2/194) Kur’an’ın da şahitliğiyle biliyoruz ki kendisine nübüvvet ve mülk verilen peygamber sadece Hz. Peygamber değildir. Hz. Davud, Hz. Süleyman gibi daha başka peygamberler de vardır.

Mucizeler, kelamın mucizesi olan ilahi mesajı en büyük mucize olan insana taşıyan peygamberleri desteklemek için, Allah’ın onlar elinde yarattığı sıra dışı hakikat atıflarıdır. Bunlara Kur’an ayet adını vermektedir. Mucize’nin amacı, ilahi mesajı desteklemektir. Şu halde, mucize adını verdiğimiz olağandışı ayetler, kendisinden daha büyük mucize olan ilahi mesajın ayetlerini destekleme amacına matufturlar. Bu durumda asıl ilahi mesaj ‘fer’ ise o mesajı destekleme amacıyla peygamber elinde yaratılan harikuladeliklerdir. Her ‘fer’ nasıl ki ‘asla’ tabi ise, mucize de mesaja tabidir.

 

MUCİZE OLARAK, BU KİTAP SANA İNDİRMEMİZ ONLARA YEDMEDİ Mİ?

PEYGAMBERİMİZİN KİTAP DIŞINDA MUCİZESİ YOKTUR

Kur’an’dan öğrendiğimiz kesin bir hakikat var: Allah, birçok peygambere ‘asıl’ olan ilahi mesajı ve misyonu desteklemek için onu tasdik etmek amacıyla ‘fer’ olan bir mucize vermişken, Hz. Peygamber’e gönderilen Kur’an mesajını tasdik edecek dış bir desteğe, yani mucizeye gerek olmadığını açıkça buyurmuştur.

Onlar, hala, ‘Neden ona Rabbinden hiç mucizevi işaretler indirilmiyor? Diye sorarlar. De ki: ‘Mucizeler yalnızca Allah’ın kudretindedir, ben ise sadece bir uyarıcıyım.” (Kur’an-29.50)

Burada, Mekke putperestlerinin mantığındaki çarpıklığa dikkat çekiliyor. Bu İbn Haldun’un daha önce aynen alıntıladığımız tesbitinde ne kadar haklı olduğunu göstermektedir. Cahili Arap aklının hakikaten çok olağanüstüyle ilgilenen yapısını ele vermektedir. İşte bu akıl yapısı nedeniyle Mekkeliler, Kur’an’ı göre göre, Hz. Peygamber’den mucize talep edebilmişlerdir. Kur’an, işte o gün bu gün ve tüm zamanlarda bir düşünsel sapma olan bu akla tokat gibi bir cevap veriyor.

Hayret! Bu kitabı, onlara iletmen için sana indirmemiz kendilerine yetmedi mi! Şüphesiz onda, merhametimizden bir tezahür ve iman edecek kimseler için bir uyarı vardır.( Kur’an’la yetinmeyip ille de mucize diye tutturanlara) de ki: Benimle sizin aranızda şahid olarak Allah yeter! O, göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Geçersiz ve uyduruk şeylere inananlara, bunun sonucunda da Allah’ı inkar edenlere gelince, işte asıl zararda olan onlardır. (Kur’an, 29.51-52)

Bilmiyorum dikkatinizi çekti mi; son ayette “geçersiz ve uyduruk şeylere inananlar” ibaresi, aslında mahsus olana ve mitosa bir atıftır. Helak olup gitmiş toplumlar, hep olağanüstü belgeler istemişler, gelince de “sihirdir” diyerek yine inanmamakta direnmişlerdir. Üstelik içine düştükleri bu yaman çelişkiyi görememişlerdir. Çünkü makul alanın dışına çıkmışlardır.

Kur’an, bu mahsus aklın iç çelişkisini başka ayetlerinde de dile getirir. İşte bu tür bir aklın Kur’ani eleştirisi:

“Şimdi kendilerine bir mucize gösterilmesi halinde, bu vahye iman edeceklerine dair son derece kararlı yeminler ediyorlar. De ki: ‘Tüm mucizeler Allah katındadır!’ Ve farkında değil misiniz ki, onlara bir mucize gelmiş olsaydı dahi, yine de inanmazlardı.”(Kur’an, 6.109)

Aslında, gözlerinin önündeki hakikati göremeyecek kadar kör olan bu cahiliye aklının anlamak istemediği, Hz. Peygamber’e indirilen vahyin fazladan bir mucizeye ihtiyaç bırakmayacak kadar ikna edici bir mucize oluşuydu. Ama onlar hala şu tür taleplerde bulunuyorlardı:

“Ey Muhammed, biz yerden pınarlar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız, diyorlardı; ya da hurma ağaçlarıyla, asmalarla dolu bir bahçen olmadıkça; ve onların arasında gürül gürül dereler çağlamadıkça; yahut tehdit edip durduğun gibi göğü parça parça üzerimize düşürmedikçe; veya Allah’ı ve melekleri bizimle yüzyüze getirmedikçe; ya da altından bir evin olmadıkça; ya da göğe yükselmedikçe- kaldı ki göğe yükselensen dahi, bize okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe- sana inanmayacağız!” (Kur’an, 17.90-93. Krş. 20.133)

Kur’an, gözünün önündeki hakikatle yetinmeyip “İlle de olağanüstü” diye tutturan aklı “Ve sen bir mucize getirmeyince, bazıları ‘Onu (bir şekilde) elde etmeye çalışsa ya’ derler” (Kur’an,7.203) şeklinde eleştiri. Bu cümleyle başlayan ayetin şöyle bitmesi, aslında mahsusun yerine Kur’an’ın makulü yerleştirmek isteyişinin en çarpıcı, en açık delilidir: “Bu vahiy, Allah’a güveni olan bir toplum için Rabbiniz katından bahşedilmiş kuşatıcı ve doğru bir anlama yöntemi (besair), bir yol gösterici ve bir rahmet pınarıdır.( Kur’an, 7.203)

İşte bütün bu ayetlerin maksadını hepimizden çok daha iyi anlayan Hz. Peygamber, Buhari, Müslim ve diğerlerinin naklettikleri bir hadisinde şöyle buyurur:

“Bana verilen şey, sadece Allahın bana indirdiği vahyidir.” (Buhari, Fedail’l-Kur’an, Müslim, İman 239, Ahmet 2,341,451)

Fakat ne gariptir ki, aşırı yüceltmeci gelenek, Kur’an vahyinin mucize oluşunun da o bildik yaklaşımıyla ela almıştır. Resulullahın okuma yazma bilmediğini onun peygamberliğinin delili olarak Kur’an’dan ayetlerle isbat eden Süyuti, kitabının bir başka yerinde, vahyin melek tarafından ipek üzerine yazılı olarak getirildiği rivayetini nakletmekte bir sakınca görmemiştir.(Hasais,1/97)

Şifa sahibi, Reasulullah’ın “mucizelerinden bir mucize” olduğunu vurgulamakta ısrar ettiği Kur’an’ın mucize oluşuna getirdiği rivayetler de, mahsus aklın klasik yaklaşımını ele vermektedir. “Ebu Ubeyd aktardı: Bir bedevi Arap, bir adamın okuduğu (Artık sen emrolunduğun şeyi ortaya koy) ayetini duyunca, hemen secdeye kapandı ve dedi ki: “Ben onun fesahati önünde yere kapandım!” (Şifa,1/262) Bu rivayet “secdeyi” şer’i değil de terim anlamıyla “önünde eğildi” şeklinde anlamak şartıyla doğru olabilir. Problem bu değildir. Fakat Kur’an’ın ruhu olan ilahi anlamı önünde eğilip Allah’a teslim olacağına, onun görmeyip de cesedi önünde eğilmek, ancak cahiliyyenin bedevi akıl yapısıyla açıklanabilir. Kur’an bu akla “karanlık” damgasını vuruyor. Burada Kur’an’ın mucize oluşuna misal verilecekse, sanırım öncelik sırası, cahiliyyenin bedevi toplumunu alıp, yeryüzünün en medeni toplumu haline getirmesi ve o toplum eliyle en büyük iman hamlesini gerçekleştirilmesine verilmeliydi.

Resulullah’ın yüceliğini, Kur’an dururken kimisi zayıf, kimisi mesnetsiz birtakım şaibeli haberlerle isbata kalkışmak, aslında Kur’an’ın eleştirdiği kadim Arap aklının geleneğine eklemlenmek anlamına geliyordu. Kaldı ki, bir kişiyle çıktığı yolda, 23 yılda Batı Avrupa büyüklüğünde bir coğrafyanın insanını vahye boyun eğdirmek, yukarıda aktarılan şaibeli rivayetlerin hepsinden daha büyük bir mucize değil midir? Yarım yüzyılda dünyanın iki dev imparatorluğundan birini yerle bir eden, diğerini yatağına mahkum eden bir zafer, tek başına Resulullah’ın “güreşte bir numara” gibi garip rivayetlerden çok daha üstün tarihi bir hakikat değil midir? Ya da, doğusunda ve batısında, Yunan’ında ve Mısır’ında, kadını “mülk” gözüyle görüp, alınır satılır bir nesne kullanan bir dünyada yaşayıp da ömründe kadına bir tek fiske dahi vurmamış olması, hacamat kanından daha küçük bir efdaliyyet midir? Şu soru çok daha önemli: Hacamat kanı örneği, Kur’an’daki “Sizin için Allah’ın Elçisi’nde güzel örneklik vardır” ilahi buyruğunda bize gösterilen örneklik paketi içerisine girer mi? Teri, cinselliği, idrarı, boyu, gücü hakkında nakledilen bu rivayetlerin, bu ayetin gösterdiği örneklikle ne ilgisi vardır?

 

PEYGAMBERİMİZİN GELECEĞİNİ PUTUN HABER VERDİĞİ İDDASI= CAHİLİ İNANÇTAN KURTULAMAYAN ZİHNİYET ÖRNEĞİ

Aşırı yüceltmeci tavır, mucize rivayetleri bahsinde, Resulullah’ın peygamberliğini müjdeleme işini bir puta havale etmekten çekinmemiştir. Mazin adında bir Taylı’nın naklettiği bu rivayete göre, Amman’da Naciz adı verilen bir put vardır. Mazin, kurban günü ona bir kurban adar ve puttan bir ses işitir. Put şöyle demektedir.

Ey Mazin!

Yaklaş bana, yaklaş hele bir,

Duy ki o, meçhul kalmayacak olandır.

Bu gönderilmiş bir peygamberdir.

İndirilmiş bir hakikatle gelmiştir.

Uzaklaşmak için ona iman et;

Alevli ateşin sıcaklığından,

Onun yakıtı kayalardan, taşlardan! (Hasais, 1/103)

İlginç olan, bu rivayetin, Hz. Peygamber’in yalnızca kendine özgü peygamberlik özelliklerini toplayan bir kitapta “peygamberliğin belgesi” olarak nakledilmesidir. Yine mucize bahsinde, hicret gecesi Sevr Mağarası’nda geçtiği rivayet edilen şu haberi zikredebiliriz.

Ebu Bekir, Resulullah’la birlikte mağaradayken susadı. Resulullah sallalahu aleyhi vesellem ona dedi ki: Mağaranın girişine doğru yürü ve oradan iç. Ebu Bekir mağaranın girişine kadar gitti, orada baldan daha tatlı, sütten daha beyaz, miskten daha güzel kokan bir sudan içti ve döndü. Resulullah dedi ki: Allah Firdevs Cenneti’nin ırmaklarıyla görevli meleğe senin için bir nehir kazmasını emretti. (Hasais, 1/187)

Bu rivayeti nakleden Süyuti’nin, kitabındaki “Onda muteber olmayan rivayetlere hiç yer vermedim” iddiasını hatırlatmanın tam sırası. Ve tabiki, Resulullah’ın Hicret yolculuğuna çıkmadan, azığı kimin getireceğinden izleri kimin kapatacağına varana dek en ince ayrıntısına kadar bir göç planı yaptığını hatırlamanın da…Problem,yukarıda naklettiğimiz Allah’ın eşya için koyduğu değişmez yasalar yerine, eşyanın yasasının ve tabiatının olmadığı sonucuna götüren “imkan” ve “cevher-i ferd” kurumuna dayalı anlayış.

 

 

PEYGAMBER: YAŞAMIŞ BİR KİŞİ Mİ, “OLUŞTURULMUŞ BİR İMAJ” MI?

Elbette Hz. Peygamber tarihsel varlığı sabit, birçoğumuzun hayatını öz atasının hayatından daha iyi bildiği gerçek bir şahsiyet. Bir anne-babadan doğmuş, sosyal bir çevrede yetişmiş, evlenmiş, çoluk-çocuk sahibi olmuş, yaşlanmış ve en sonunda “Yüce Dost’a” yürümüş bir insan. Fakat, muhteşem bir ahlaka, sağlam bir karaktere, üstün bir zekaya, güçlü bir iradeye, yılmaz bir azme, hayranlık verici bir hafızaya, insanlık içerisinde az rastlanır bir muhakemeye sahip, tüm erdemleri kişiliğinde toplamış bir şahsiyet. Bu vasıflarıyla Allah’ın Elçisi olma özelliği birleşince, insanlığın ufkuna oturmuş bir “örnek” olarak duruyor insanlığın önünde.

Fakat, rivayet geleneğimizin bize tanıttığı Peygamber, yukarıdakinden farklı olarak, “oluşturulmuş bir imaj”. Çok az gerçek, çok fazla kurgusal efsanevi bir varlık. Bu imajın oluşması için elden ne gelirse yapılmış. Bu imajı oluşturmak için kullanılan en büyük araç rivayet. Beyan bilgi sisteminin rivayetin otoritesine boyun eğen yapısı malum. Açık bulduğu bu kapıdan içeri süzülen aşırı yüceltmeci akıl, gergef gergef yeniden dokuduğu hayali, hakikatin yerine ustaca monte etmeyi başarmıştır. Artık Hz. Peygamber’in yerinde, o değil onun “üretilen imajı” vardır. Bu imaj oluşturulurken, en doğal insani vasıflar dahi, bu imaja uygun biçimde kullanılmaktan kendini kurtaramamıştır. İşte bir örnek:

Kadı Iyaz, Resulullah’ın sırf kendine özgü özelliklerinden biri olarak şunu zikreder: “Resulullah sallallahu aleyhi vesellem sürekli mahzun idi.” (Şifa,1/157) Hemen üç sayfa sonra yine ona özgü bir nübüvvet özelliği olarak bunun tam tersi bir rivayete yer verir: “Resulullah sallallahu aleyhi vesellem sürekli sevinçli idi.”

Bu örnek, rivayetin otoritesi altında aklın nasıl ezildiğinin tipik bir göstergesidir. Problem, bu gözlemleri yapan insanların sübjektif değerlendirmelerinin mutlaklaştırılmasından kaynaklanmaktadır. Biri kendi durduğu ve baktığı yerden öyle gözlemlemiş, diğeri ise farklı şekilde gözlemlemiştir. Hz. Peygamberin de her insan gibi sevinip hüzünlendiğini kabullenmek yerine ille de olağanüstü bir psikoloji vehmedince, elbet bu tür çelişkiler kaçınılmaz olacaktır.

 

 

KAVRAMLAŞAN TERİMLER VE “SALAT U SELAM” PROBLEMİ

BAĞLAMINDAN KOPARILAN –DEĞİŞİME UĞRAYAN KURAN SÖZCÜKLER VE ANLAM KAYMASI

PEYGAMBERE SALAT ETME AYETİNİN ANLAŞILMASI

İlmi araştırma yapanları en çok yanıltan nokta, terimlerin kavramlaştığı noktadır. Terimler, anlamın kaynağından yola çıkıp çağları ve nesilleri aşarak modern muhataplarına ulaşırken, kimi zaman yolda “kaza” geçirebilirler. Bu seyr ü sefer sırasında çoğu zaman asli anlamlarından bir şeyleri zayi eder, tali ve fer’i anlamlar yüklenirler. Bu durum bazen öyle bir hal alır ki, anlamın taşıyıcısı olan bir sözcüğün kaynağından çıkarken taşıdığı anlamla hedefine vardığında taşıdığı anlam arasında dağlar kadar fark olabilir.

Semantik ve hermenötik, bir göstergenin asli anlamını bulmamıza yardımcı olan dil bilimleridir. Sözün başına gelen yol kazalarının en masum gibi görüleni, terimlerin kavramlaşmasıdır. Bu belki de bir yerde kaçınılmaz bir akıbettir. Çünkü söz, kaynağından çıktığında saf ve kendisine kaynağın yüklediği -ideomatik- anlamı temsil eden bir göstergedir. O göstergeye, ileriki zamanlarda kimileri tarafından tıpkı bir reklam panosu gibi yeni anlamlar giydirilir. Onu ele geçirenler, ona ilave kimlikler yüklerler. Sözgelimi o, bir kelam ekolünün elinde hasımlara karşı kullanılan bir hüccet, bir sufinin elinde ‘ehl-i zahir’e karşı kullanılan bir işaret, bir fıkıhçının elinde karşıt yorumlara karşı kullanılan bir delil olabilir.

Aşırı yüceltmeci gelenek, bu anlamda birçok terimi kavramlaştırmıştır. Bunların başında, iki terimden oluşan “Makam-ı Mahmud” Kur’ani ibaresi gelir. Bu iki sözcüğün ilki bir cümlenin nitelenen tümleci, ikincisi de onun niteleyenidir. İkisi birlikte sıfat tamlamasıdır. İlk anlamı “övgüye layık bir konum” dur. Ayette şöyle yer alır.

“Ve gecenin bir vaktinde kalkıp kendi isteğinle yaptığın bir ilave olarak namaz kıl; ki böylece Rabbin seni belki (ötede) övgüye layık bir konuma yükseltir.” (17.79)

Fakat ibare, bağlamından kopartılarak zamanla kalıplaşmış, daha sonra da kavramlaşmıştır. “Makam-ı Mahmud..” Hatta, ikinci kelimenin Resulullah’a atfedilen bir isim olduğunu da dikkate alırsak, adeta isimleşmiş olan kalıp, biraz ironik de olsa, “Mahmud’un Makamı” anlamına taşınmıştır. Eğer Şifa’daki bir rivayeti dikkate alırsak, bu anlam aşınması ve taşınmasının çok da geç olmayan bir dönemde gerçekleştiğini söyleyebiliriz.(Şifa, 1/217) Aynı şey, Kur’an’daki Kur’an. Taharet, veli, evluyaullah, Kevser, ledün, zikr, nesh, tefakkuh, nefs, nefsu’l mutmaine, inne’n-nefse leemmaratun bi’s-su, vesiyabeke fe-tahhir, kabe kavseyni ev edna, hatta zurtumu’l-mekabir ve daha birçok terim ve ifade kalıpları için geçerlidir.

Kavramlaşarak anlam genişlemesine ya da daralmasına uğrayan göstergelerin başında Hz. Peygamber’e salat ve teslimiyeti emreden ayetteki “sallü aleyh” ve “sellimü teslima” ibareleri vardır.” Elbette Allah ve melekleri, Peygamber’e salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve onun (örnekliğine) tam bir teslimiyetle katılın.” (33.56)

Tefsire dair bize ulaşan ilk eserlerden olan Ebu Ubeyde Ma’mer b. el-Müsenna’nın (ö.210 h.) Mecazu’l-Kur’an’ı ve Ferra’nın (ö.207 h) Meani’l-Kur’an’ı bu ayeti tefsire muhtaç bulmamışlar. Bunun anlamı, en azından ilk iki yüzyılda bu ayetin anlaşılmasında bir ihtilaf bulunmadığıdır. Fakat şayan-ı hayrettir ki, öncekilerin, tefsirine bir kelimeyle dahi ihtiyaç duymadıkları bu ayet, sonrakilerin üzerinde en çok konuştuğu Kur’an ayetlerinden biri haline gelmiştir. İbn Kesir’in tefsirinde bu ayet, belki de hakkında en çok söz nakledilen ayetlerden biridir.

Bu tefsirde sayfalar boyunca bu ayete ilişkin birbirinden farklı rivayetler nakledilmiştir. Bu rivayetler arasında birbirini destekleyenler olduğu gibi desteklemeyenler, hatta yalanlayanlar bile vardır. İbn Kesir, bu ayet hakkındaki rivayetler arasında zayıf ve şaibeli rivayetleri de aktarır ve onları senet açısından eleştirir. Bu durumun iki anlamı vardır: 1 Bir konu hakkında şaibeli haberler üretilmesi, o konunun daha önce polemik ve tartışma konusu olduğunun göstergesidir. 2 İlk zamanlar tefsire dahi konu olmayan bir ayet sonraki zamanlarda abartılı bir rivayet halesiyle çevriliyorsa, bu ayeti anlamada, öncekilerle sonrakiler arasında ciddi bir anlama farkı olduğu anlamına gelir.

Bu durumda ayetteki “salat” ve “teslim”in ideomatik (o gün kastettikleri) anlamlarını bulmak için ayetin bağlamına bakmak durumundayız. Bu ayetin içerisinde yer aldığı yedi ayetten oluşan pasaj, içerik, üslup ve biçim olarak bir birinden ayrılamayacak bir bütün teşkil eder. (33.53-59) Pasajın konusu, Hz. Peygamber’i üzüp incitecek tavır ve davranışlardan uzak durmaktır. Bunu özetlersek, “peygamberlik hukukunu korumak” diyebiliriz. Bu pasajda, Peygamber’e ve onun eşlerine mümin çevre tarafından nasıl davranılması gerektiği, yine Hz. Peygamberi’in eşlerinin aynı çevreye nasıl davranması gerektiği hakkında birtakım uyarılar yer alır.

 

Konusu, çevresinin Hz. Peygamber’le ilişkisi olan böyle bir pasajda “Peygamber’e “salat ve teslim”in anlamı:

a) Çok alternatifli olamaz.

b) “Yusallune” fiilinden dolayı, yapılabilecek bir eylem, iş ve oluş ifade etmesi gerekir.

c) Tarafları Allah, melekler ve müminler olan üç ayrı öznenin şer’an ve aklen mümkün

olan “ortak bir eylem” olması gerekir ki, bunun en güzel şahidi de Allah ve meleklerin “teslim”e ortak olmayıp onun sadece müminlere bırakılmış olmasıdır.

d) Ayetteki “teslim”in de insanın yapabileceği bir eylem, iş ve oluş olması gerekir.

e) Son olarak “salat etmek” ile “teslim/salat” olmak/etmek arasında anlam açısından zorunlu bir bakışımlılık ve tamamlayıcılık olması gerekir.

Bütün bu zorunluluklar ve veriler ışığında “Peygamber’e salat etme”nin en muhtemel karşılığı, ya ereksel anlamından yola çıkarak “Allah ve melekler onun izzet, onur ve kutsiyetini koruyup kolluyorlar;siz de onun izzet, onur ve kutsiyetini koruyup ona esenlik ve mutluluklar dileyin” olur ya da “Allah ve melekleri onu destekliyorlar; siz de onu destekleyip onun (örnekliğine) tam bir bağlılıkla bağlanın/teslim olun” olur. Bu ikinci anlam ( destek: dua, yardım çağrısı) “salat” sözcüğünün etimolojik anlamlarının ortak noktasıdır ve bizce çok daha isabetlidir. Bu sadece mefhumun değil, mantukun da desteklediği bir anlamdır. Şöyle ki: Burada “salat”ın karşılığı olarak “dua” sözcüğünü yerleştirmekle, kavramlaşmış bir terim olan “salat”ı, yine kavramlaşmış başka bir terim olan “dua” ile açıklamak, bilinmeyeni bilinmeyenle açıklamak gibi olacağından, ilk elde “salat”ın karşılığı olan “dua”nın doğru anlamının “destek” olduğu vurgulanmalıdır. Çünkü “Allah’ın Peygamber’e duası” burada “terahhum” anlamı taşımaz. Peygamber’den kaynaklanan bir kusur ve günahın söz konusu olmadığı bu bağlamda, “bağış ve af” değil, ancak “destek” söz konusudur.Bu terim, Kur’an’da bu anlam alanına ilişkin olarak Tevbe 103’te kullanılır. (krş.2.157) Burada, Hz. Peygamberi’in salatının “sekinet: gönül ferahlığı/içhuzuru” şeklinde bir destek anlamına geldiği ifade buyrulur. İlginçtir, Enfal Suresi’nde,Hz. Peygamber’e “Allah’ın desteği/yardımından” söz eden 40. ayette, bu yardımın somut sonucu olarak yine “sekinet” gösterilmektedir.(krş.9.26; 48.26)

Sözün özü şudur: Hz. Peygamber’e yapılan dualar(salevat) da ona manevi bir destektir ve bu cümleden sayılır. Fakat destek emri sadece dil desteğine indirgenemez; bu ayette de emredildiği gibi “fiili” destek olmak durumundadır. Ona yapılacak fiili destek onunla aynı zamanda yaşayanlar için zaten bellidir. Bizim gibi onunla aynı zamanı paylaşmayanlar için ise, onun misyonunu desteklemek ve örnekliğini yaşatmak anlamına gelir. Onun getirdiği vahye ve o vahyi hayata koyuş tarzına verilecek her destek, ona yapılmış gerçek bir “salat” ve “selam” olacaktır. (Üç Muhammed, Mustafa İslamoğlu, Düşün Yayıncılık)

This entry was posted on Cumartesi, Ocak 17th, 2009 at 16:27 and is filed under *PEYGAMBER. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz