-
8th Ocak 2010

Muhammed’i Özlemek-Mehmed Durmuş

posted in *PEYGAMBER |

MUHAMMEDİ ÖZLEMEK

Nedendir, nasıldır bilinmez ama. Muhammed’i özlüyorum… Yaşlı değil, gülen gözlerle; ağlayarak değil, gülerek; kasvetli değil, mütebessim bir çehreyle… Muhammed’i yetiştiren şartları özlüyorum…

Muhammed’in babasını hiç tanımamasını; anne kucağının sıcaklığını tatmayışını; dünyanın o en güzel şeyi olan annesinin parmak uçlarını saçlarında gezdirmesini neredeyse hiç bilmeyişini özlüyorum…

Ebu Talib’in koyunları peşinde tabiatı, mavi gökyüzünü yaşayan; ıssız ve kızgın çölde susamayı öğrenen “yalnız” Muhammed’i özlüyorum. Diplomasız ama, bakmasını ve görmesini doğrudan kainat okulundan öğrenen/öğretilen Muhammed’i…

Yetimliğini, öksüzlüğünü özlüyorum onun… Şımarık, yılışık, bir dediği iki edilmeyen; bir elinde cips, bir elinde kola tutan bir çocuk olarak değil, “kuru ekmek yiyen bir kadının oğlu olarak büyümesini; hayatın bütün acılarını bizatihi yaşayan olgun bir delikanlı olmasını sağlayan şartları; sırça saraylardan değil kerpiç duvarlar arasından, toprak zemin üstündeki hasırdan, yemeğini yediği, suyunu içtiği toprak kaplardan; giydiği en sıradan giysilerden hayata bakmasını özlüyorum…

Tabiatla, develerle, koyunlarla, kurtlarla, akreplerle, kelebeklerle yakınlığını; suyun sesini, toprağın kokusunu, çiçeğin rengini, gölgenin halavetini, güneşin yakmasını, yağmurun ıslatmasını hakkal yakin tadan Muhammed’i…

Muhammed’i Muhammed yapan ortamı özlüyorum. Onu olgunlaştıran günleri; yeryüzünde takva temeli üzere kurulan ilk mabed olan, İbrahim’in, oğlu İsmail’le birlikte inşa ettikleri, USA güdümlü Suud betonlarının gölgesinde kalmamış, saflığından, sadeliğinden bir şey yitirmemiş o günün Kabe’sini özlüyorum.

Ve, Muhammed’in can dostu, hayat arkadaşı, sığınağı, dert ortağı, sırdaşı; çok sevdiği eşi, gerçek bir kadın Hatice’yi; Muhammed’in ruhunu yücelten, incelten, olgunlaştıran, tarihin o ünlü kadın simasını; eşine ilk gelen ilahi mesajdan sonra, bütün Mekke’nin şimşeklerini üzerine çekeceğini bile bile hiçbir telaşa kapılmayan, korkmayan, en az eşi kadar metanetini koruyan Ümmü’l-Mü’minin’i arıyorum…

Ve ve, Muhammed’in Hira’sını… Kur’an’ın yeryüzüne ilk ulaştığı o kuytu mekan. Loş bir mağara, yani taş ve topraktan örülü ilk nübüvvet mektebi… Şairin tasvirindeki gibi “küçük daracık; [ama] dünyaya kapalı Allah’a açık” o, hacmi dar ufku geniş pencere…

Nice milenyumlara ışık tutacak ilahi mesajın yeryüzünde şimşek gibi ilk çaktığı; kadir gecesi’nin “ihya olduğu” o ilk mütevazi umman…

Rabbi’nin “Oku! Yaratan Rabbi’nin adıyla oku!” hitabının Muhammed’in zihninde çınladığı o küçük mağara. Muhammed’in heyecanlandığı, titrediği, belki biraz da korktuğu, o ilk tefekkürhane! İşte orasını özlüyorum; hergün milyonlarcasında “iqra”’ emrinin milyonlarca kez okunduğu, ama hiçbir ruhu diriltmeyen “muhteşem” camileri değil…

Ama özlemlerin en muteberi, Muhammed’in ilk musaddıkı olmak değil midir?! Ona ilk iman eden Hatice olmak; Ebubekir, Ali, Zeyd olmak… Hatta hatta Ammar olmak… Yasir ve Sümeyye olmak… Asıl özlenmesi gereken bu değil midir?! Ümeyye b. Halefin kırbacının sürekli sırtında şakladığı Bilal olmak…

Yani Bilal gibi, Ammar gibi “deli” olmak! Evet onlar galiba birer deliydiler! Çünkü putperest bir aristokrasi içinde, (iman ettikleri Allah’ın dışında) kendilerini kırbaçtan, hançerden, kılıç darbesinden, aç ve susuz bırakılmaktan, kumların üstüne yatırılıp taşların altında işkence görmekten engelleyecek hiç kimseleri yoktu!

Neyine güveniyordu bu insanlar? Bunlar hiç mi politik hesap bilmezlerdi? Ortamın koşullarını nasıl da okuyamamışlardı? Her şeyin bir zamanı bulunduğunu; düşmanın silahıyla silahlanmak gerektiğini hiç mi duymamışlardı?! Bunları onlara Muhammed de mi öğretmemişti? Mekke’nin eşrafının, kabilesi büyük olanların, güçlü-kuvvetli olanların, zenginlerin v.s. iman etmesini; böylece Muhammed’in etrafının kalabalıklaşmasını, kolay yutulur bir lokma olmayacak bir mevkie gelmesini ne diye beklememişlerdi ki?! Öyle ise bu insanlar “deli” olmalıydılar; İslam davasının delisi!

İşte o ilk “delileri” özlüyorum… Modern cahiliyyenin ve modern cahiliyyenin eğittiği -sözde dindar- zihniyetin, “bir hiç uğruna” dediği bir iman yolunda annesini kaybeden Ammar’ın o anda hala imanla dopdolu olan kalbini…

Çölde dönemin “terörle mücadele ekipleri”nce kırbaçlanan Bilal’in hala “ahad” “ahad” deyişi çınlıyor kulaklarımda… İşte o sestir özlediğim…

Bilal’in bu “inad”ını, “kör radikalizm”ini nereden aldığını; hangi yayınları okuduğunu; kökünün nerede olduğunu; hangi gizli servis ajanlarınca hangi kamplarda eğitildiğini gerçekten çok merak ediyorum…

Evet, Bilal ve Ammar bu kadar kısa sürede böyle bir “radikalizmi” nasıl yakalamışlardı, bu işin sırrı neydi? İşte onların bu susamışlıklarıdır özlediğim…

Ve Habeşistan yollarını,.. Uçsuz bucaksız çöl yolculuğunu… Uçsuz bucaksız çölü sadece “la ilahe illallah” cümlesi için kateden yalın ayakları… Anadan, babadan, yardan, evladdan vazgeçen; tarihin, benzerini kaydetmediği o eşsiz imanı… “Bir hiç uğruna”(!) vatanlarını, her şeylerini terkeden o insanlardaki imanı, şevk ve heyecanı siz özlemiyor musunuz?! Mekke’nin müşrik elçisi Amr ibni As’ın bütün kışkırtıcı talepleri karşısında Necaşi’nin huzurunda, mü’min kardeşleri adına feveran eden Cafer yerinde olmak istemez miydiniz?!

Ve Hamza, Ömer. islam’ın en şanlı kahramanları… Her ikisi de Kureyş’in korkulu rüyası. Hind’in, ciğerlerini yemekle bile teskin olmadığı Hamza… Ve İslam’ın adalet anlayışının timsali Ömer… Hindler özlemez Ömer’i!…

Muhammed’i o kadar çok yerde özlüyorum ki; örneğin Taif’te düşlüyorum onu. İçimden bir ses, “neden senin de bir Taifin yok?” diyor! Taif’li gençlerin taşladığı bir Peygamber! Üstü yara, bere içinde kalmış bir Muhammed! Ayağından kanlar akan bir Peygamber! Çünkü o bir aykırı; o bir “bölücü”; terör suçu işlemiş Muhammed. Terörle mücadele suçundan, işte o günün koşullarına göre. Taifin DGM’si denebilecek bir erk tarafından yargılanıyor ve anında cezalandırılıyor…

Mekke’yi ve Mekke’de muhasara edilen; üç sene boyunca müşrikçe boykota tabi tutulan; aç susuz bırakılan kadınları, çocukları, ihtiyarları özlüyorum. Onlardaki imanı, sebatı, ölümü bir düğün gibi karşılayan sarsılmaz iradeyi; hiçbir şeyle değişilmeyen o imanı özlüyorum… Kafirlerden merhamet dilenmemeyi; hoşgörü talep etmemeyi; ince mesajlarla “biz onlardan farklıyız” şaklabanlıklarına düşmemeyi; var elbette birbirimizden epeyce farkımız diyebilmeyi; “birlikte yaşayabiliriz ama Allah’ın dediği gibi” diyebilmeyi; hakimiyet Arafat’ın tepesinde de Allah’a aittir; Mekke sokaklarında. Daru’n-Nedve’de de, toplum kurallarında da, siyasette de diyebilmeyi; “şu putlarımız içindir, şu da Allah içindir” diyenler gibi, “hayatın şuraya kadar olanı Allah’a aittir, şuradan itibaren de diğer ilahlarımızla beraber bize aittir” demeyen “siyasal” islamcıları özlüyorum…

İslam’ın tepeden tırnağa siyasi olduğunu, siyasetin La ilahe illallahla başladığını kadını-erkeğiyle bütün aleme gösteren Mekke mü’minlerini; imanın kuru bir sözden ibaret olmadığını gösteren o ilk mü’min topluluğu özlüyorum, imanın hayat olduğunu, imanın yaşanırsa iman olduğunu; yaşanmazsa yalan ve sahtelik olduğunu, nifak olduğunu, yük olduğunu somutlaştıran o ilk sadık cemaati…

Entelektüel gevezelik yerine, her alanında imanın damgası görülen bir hayatı yaşayan: her biri adeta yürüyen Kur’an olan mü’minleri… Şirkin, zulmün yıpratamadığı, eskitip pörsütemediği, aristokrasinin değiştiremediği; bükemedikleri bileği öpmeyen o iman abidelerini…

Ve hicret… Hicreti özlüyorum… Hicretle gelen kardeşliği; ensarla muhacirinin muahatını… Temelleri takva üzerine atılan ilk Mescid’i… Tamamen doğal bir yapı; tamamen dini-siyasi bir kullanım; namazla kılıcın bir arada bulunduğu; Bilal’in ilk müezzini olduğu mescid…

Canından çok sevdiği Peygamberi ölünce Medine’yi terkederek hüznünü unutmaya çalışan Bilal’in, sıradan değil, gerçek namaz çağrısı… Hergün tam belirlenmiş dakikasında maaşlı meslek erbabınca okunan, okuyanın da ne dediğini çok iyi bilmediği, laiklerin “ezan susmaz; bayrak inmez” yollu ulusçu söylemlerine malzeme teşkil eden “ezan” değil: yüzdeyüa doğallıkla yüzdeyüz imani bir hedefle namaz için yapılan bir çağrı… Böyle bir ezanı arzuluyorum.

Muhammed’in Mekke’si”ndeki gibi, Kur’an’ın muhteviyatının tamamına düşman bir sistemin; irtica adı altında müslümanları bir numaralı tehdit gören egemenlerin, ezan okutmamasını istiyorum…

Elgördülük, hiçbir siyasi mesaj içermeyen; ulus-devtetin bir sembolü olmuş bir ezanın okunmaması yeğdir diyorum. Hasılı ben Muhammed’in müezzini Bilal’in ezanını özlüyorum…

Ve Bedir’i, Uhud’u, Hamza’yı, Tebük’ü. Mute’yi, Hudeybiye’yi, Mekke’nin fethini özlüyorum… Mekke’ye dünyaya, hayata, mü’minlere veda ettiği Haccı’nı özlüyorum Muhammed’in…

Onun siyasi basiretini, askeri şecaatini, insan sevgisini, sabrını, azmini, üslubunu, en güzel şekilde mücadele etmesini, eşlerine hürmetini, çocuklarını sevmesini çok ama çok özlüyorum.

Ey Muhammed! Sana salat ve selam olsun. Rabbi’nin rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Bak senden şefaat dilemiyorum. Çünkü Rabbani terbiyede böyle bir akidenin olmadığını biliyorum. Ne Rabbin böyle bir umud vadetmişti; ne de sen böyle bir haber getirmiştin…

Her fani gibi sen de Allah’ın hükmüne tabi oldun. Senin gittiğin yolda bulunmak bizim için en büyük şeref olacaktır. Senin yaptığın gibi izzetin tamamını Rabbimizin katında aramak en önemli bahtiyarlık olacaktır…

Ve senin bıraktığın Kitap rehberimizdir ey Muhammed… (İktibas Dergisi, Mehmed Durmuş, Şubat 2000)

This entry was posted on Cuma, Ocak 8th, 2010 at 14:06 and is filed under *PEYGAMBER. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz