-
7th Aralık 2008

Rasyonel Ebu Hanife ve Hanefilik

posted in MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR |

EBÛ HANÎFE

Ebû Hanîfe Nu’mân b. Sabit b. Zûtâ b. Mâh (ö. 150/767) Hanefî mezhebinin imamı, büyük müctehid.

İslâm’da hukukî düşüncenin ve ictihad anlayışının gelişmesinde önemli payı olup daha çok Ebû Hanîfe veya İmâm-ı Âzam diye şöhret bulmuştur. Ebû Hanîfe onun künyesi olarak zikrediliyorsa da Hanîfe adında bir kızının, hatta oğlu Hammâd’dan başka çocuğunun bulunmadığı bi­linmektedir. Bu şekilde anılması, İraklı­lar arasında hanîfe denilen bir tür divit veya yazı hokkasını devamlı yanında ta­şıması veya hanîf kelimesinin sözlük an­lamından hareketle haktan ve istikamet­ten ayrılmayan bir kimse olmasıyla izah edilmiştir. Buna göre “Ebû Hanîfe’yi gerçek anlam­da künye değil bir lakap ve sıfat olarak kabul etmek gerekir. Onun öncülüğün­de başlayan ve talebelerinin gayretiyle gelişip yaygınlaşan Irak fıkıh ekolü de imamın bu künyesine nisbetle “Hanefî mezhebi” adını almıştır. “Büyük imam” anlamına gelen İmâm-ı Âzam sıfatının verilmesi de çağdaşları arasında seçkin bir yere sahip bulunması, hukukî düşün­ce ve ictihad metodunda belli bir çığır açması, döneminden itibaren birçok fa-kihin onun görüşleri ve metodu etrafın­da kümelenmiş olması gibi sebeplerle açıklanabilir.

Hayatı ve Şahsiyeti. 80 (699) yılında Küfe’de doğdu. Daha önce doğduğu yönün­deki bazı iddialar hariç tutulursa Ebû Hanîfe’nin doğum tarihinde hemen he­men görüş birliği vardır. Torunları Ömer ve İsmail’in be­lirttiklerine göre nesebi Nu’mân b. Sabit b. Zûtâ b. Mâh’tır. Aslen Arap olmayan Ebû Hanîfe’nin dedelerinin Fars menşe­li olduğu rivayet edilir. Memleketleri fet-hedlldiği zaman kabilelerinin ileri gelen­leri arasında kendilerine de eman veril­miş, onlara esir muamelesi yapılmamış ve Arap olmadıkları için, Bekir b. Vâil oğullan kabilesinin aşireti olan Teymul-iah b. Sa’lebe oğullarının himayesine ve­rilmişlerdir. Diğer bir rivayete göre ise dedesi Zûtâ köle olarak İran’dan getiril­miş, sonra da efendisi tarafından azat edilmiştir. Bundan dolayı Ebû Hanîfe, Bekir b. Vâil oğullan veya Teymullah b. Sa’lebe oğullarının mevlâsı (azatlısı) diye bilinmiş ve zaman zaman Teymî nisbe-siyle de anılmıştır. Ebû Hanîfe’nin aslı­nın Nesâ’dan, Enbâr’dan, Tirmiz’den gel­diği veya babasının Fars, annesinin Hint menşeli olduğu yahut Türk asıllı kabul edil­diği rivayetleri de bulunmakla birlikte dedesi Zütâ’nın, aslen Kabil bölgesinde yaşayan Fârisoğullarfna mensup “mer-zübân” denilen bir uçbeyi olduğu rivaye­ti daha kuvvetli görünmektedir. Dedele­ri Sâsânî Devleti’nde görev almış, valilik yapmış kimselerdir. Hatta Sâsânî Meliki Hürmüz’ün Ebû Hanîfe’nin dedesi oldu­ğu da nakledilmiştir Birçok farklı bölge ve ırkla­ra mensubiyetinin rivayet edilmesi, ba­bası Sâbit’in bütün bu anılan yerlerde bir müddet oturduktan sonra Kûfe’ye gelip yerleşmiş olmasıyla izah edilebile­ceği gibi, diğer büyük ve önemli şahsi­yetlerde görüldüğü üzere, farklı ırk ve bölge mensuplarının Ebû Hanîfe’ye ay­rı ayrı sahipçıkmasıyla da açıklanabilir. Ebû Hanîfe’nin dedelerinin ana yurdu olan bölgede Türkler de dahil birçok müslüman kavmin yaşamakta oluşu, onun aslen Türk olabileceği ihtimalini de akla getirmektedir. Torunu İsmail’in bildirdiğine göre babası Sabit Hz. Ali’yi ziyaret etmiş, o da kendisine ve zürri-yetine duada bulunmuştur. Ebû Hanî­fe’nin doğduğunda babasının hıristiyan olduğu, babasının hatta Ebû Hanîfe’nin sonradan müslüman ismi aldığı gibi ba­zı rivayetler hariç tutulursa kaynaklar, babası Sâbit’in hür ve müslüman olarak doğup büyüdüğü hususunda görüş birliği içindedir.

Ebû Hanîfe hakkında döneminden iti­baren, değişik görüşteki birçok âlim ve müellif tarafından lehte ve aleyhte çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Hayatı ve görüşleriyle ilgili olarak teşekkül eden bu zengin menkıbe ve rivayet birikimi içerisinde mezhep taassubunun ve diğer birçok âmilin yol açtığı birtakım aşırılık­ların bulunması tabiidir. Nitekim özel­likle menâkıb kitaplarında Ebü Hanîfe veya Nu’mân adında bir şahsın gelece­ği, ümmetin ışığı olacağı, dini ve sünne­ti ihya edeceği mealinde bazı hadislere sened ve metinleriyle birlikte yer verilir. Ancak diğer mezhep imamları ve büyük âlimler hakkında rivayet edilen benzeri hadisler gibi bu tür haberlerin de uydurma olduğu açıktır.

Ebû Hanîfe ticaretle uğraşan varlıklı bir ailenin çocuğudur. Kendisi de ilim öğrenmeye başlamadan önce kumaş tüc­carlığı yapmıştır. Kûfe’de Amr b. Hureys bölgesinde bir dükkânının bulunduğun­dan söz edilir. İlim hayatına atılınca ticaret işini ortakları ara­cılığıyla sürdürdüğü, onun bu sıralarda öğrencilerine ve başkalarına yaptığı mad­dî yardımlardan anlaşılmaktadır. Hayatı maddî sıkıntıdan uzak olarak geçmiştir. Küçük yaşlarda Kur”an’ı ezberlediği sa­nılan Ebû Hanîfe, kıraat ilmini kırâat-ı seb’a âlimlerinden olan Âsim b. Behde-le’den öğrenmiştir. Aslında Ebû Hanî­fe’nin doğup büyüdüğü Küfe ile bölge­nin ikinci büyük şehri olan Basra, diğer milletler ve eski medeniyetlerle irtiba­tı bulunan, yeni müslüman olanlara İs­lâm’ın ve Arapça’nın öğretildiği, siyasî faaliyetlerin yoğun olduğu önemli yerle­şim birimleriydi. Aynı zamanda buralar birçok fakih, dilci, edip, şair ve filozo­fun da bulunduğu birer ilim merkeziy­di. Böyle bir ortamda ticaretle uğraşan, parlak bir zekâya sahip Ebü Hanîfe’ye çevresindeki âlimler yakın ilgi gösterdi­ler ve onu ilme yönelttiler. Ebû Hanîfe de bu konuyla İlgili olarak Ebû Amr eş-Şa’brnin kendisini çağırıp, “Seni zeki, ka­biliyetli ve hareketli bir genç olarak gö­rüyorum, fime ve âlimlerin meclislerine devam etmeyi ihmal etme” dediğini, bu konuşmanın kendisine tesir ettiğini, böy­lece ilim tahsiline yöneldiğini anlatır. Ön­ce akaid ve cedel ilmini öğrenmeye baş­layan, giderek bu ilimde belli bir mesa­fe alan Ebû Hanîfe dönemindeki İnkar­cı ve bid’atçılarla münakaşa etmiş, fark­lı itikadî düşünceye sahip kimselerin ve mezheplerin bulunduğu Basra’ya zaman zaman yaptığı seyahatlerinde de bu tav­rını sürdürmüştür. Ebû Hanîfe bu tür münakaşa ve münazaralarıyla, Hz. Pey-gamber’den sahabeye ve sonraki nesil­lere intikal eden ve o dönem müslüman-larının çoğunluğunca da benimsenen iti­kadî esasları savunmayı gaye edinmiş­tir. Onun bu alandaki görüşleri, zaman­la daha belirgin hale gelecek olan Ehl-i sünnet anlayışının şekillenmesine önem­li ölçüde yardımcı olmuştur. Ebû Hanîfe’yi akaid ve cedelden fıkıh saha­sına yönelmeye sevkeden âmiller hak­kında farklı rivayetler vardır. Bu rivayet­lerden birine göre, Ebû Hanîfe bir kadı­nın boşanma ile ilgili olarak kendisine sorduğu bir soruya cevap verememiş, kadını fıkıh okutan Hammâd b. Ebû Süleyman’a göndermiş ve ondan alacağı cevabı kendisine bildirmesini rica etmiştir. Kadın Hammâd’dan aldığı cevabı nakledince de fıkıh konusunda yetişme­si gerektiğini düşünerek yirmi iki yaşla­rında Hammâd b. Ebû Süleyman’ın ders­lerine devam etmeye başlamıştır. Ancak gerek bu rivayetin, gerekse Ebû Hanî-fe’nin Kur’an, hadis, kelâm, nahiv gibi ilim dallarından ayrılıp fıkıh ilmine yö­nelişini konu edinen diğer nakillerin, Zehebfnin de belirttiği gibi ihtiyatla karşılanma­sı gerekir. Çünkü o dönemde dinî ilim­ler ayrı disiplinler halinde ve belli başlık­lar altında henüz yeterince teşekkül et­memiş olduğu gibi bu tür rivayetler, sonraki devirlerde iyice yaygınlaşan dinî ilim­ler arası üstünlük tartışmalarında fıkıh ilminin üstünlüğü iddiaları için de uy­gun bir zemin teşkil etmiş olabilir. Bu sebeple Ebû Hanîfe’nin dinî ilimleri bir bütün olarak düşündüğü ve dindeki fık­hı (usûiü’d-dîn) ahkâmdaki fıkıhtan da­ha faziletli gördüğü göz önünde bulundurulunca, hayatı­nın belli devrelerinde belli ilim dallarıyla uğraştığını ileri sürmek pek isabetli gö­rünmemektedir. Ancak Ebû Hanîfe’nin Hammâd’ın öğrencisi olduktan sonra amelî fıkıh alanında iyice derinleştiği ve ağırlıklı olarak bu alanda otorite olduğu söylenebilir.

Devrinin seçkin âlimlerinin pek çoğu ile görüşme ve onlardan ilmî yönden fay­dalanma imkânı bulan Ebû Hanîfe’nin asıl hocası, döneminde Küfe re’y ekolü­nün üstadı kabul edilen Hammâd b. Ebû Süleyman’dır. Ebû Hanîfe. 102 (720) yı­lından itibaren hocasının vefatına kadar on sekiz yıl süreyle onun ders halkasına devam etmiş, en seçkin öğrencileri ara­sında yer almış, hocasının bulunmadığı zamanlarda ona vekâleten ders verecek seviyeye yükselmiştir. Hammâd’ın 120 (738) yılında ölümü üzerine, kırk yaşla­rında iken arkadaşları ve öğrencilerin ısrarları üzerine hocasının yerine geçe­rek ders okutmaya başlamış, bu hoca­lığı bazı aralıklarla ölümüne kadar sür­müştür. Son derece vakarlı, mütevazi ve üstün anlayış sahibi olan Ebû Hanîfe’­nin derslerine o günkü İslâm ülkesinin her tarafından öğrenciler katılmış ve et­rafında geniş bir ders halkası oluşmuş­tur. Yetiştirdiği öğrencilerin sayısının bir­kaç bini bulduğu, bunlardan kırkının ic-tihad edecek dereceye ulaştığı belirtilir. Ebû Hanîfe’nin ilmi. hocası Hammâd’ın aracılığıyla İbrahim en-Nehaî ve Ebû Amr eş-Şa’bî’den, dolayısıyla Mesrûk b. Ecda’, Kâdî Şüreyh, Esved b. Yezîd ve Alkame b. Kays’tan, bunların ilimleri de sahabenin en âlim­lerinden olan Hz. Ömer, Hz. Ali. Abdul­lah b. Mes’ûd ve Abdullah b. Abbas’tan gelmektedir. Esasen Ebû Hanîfe’nin ic-tihadlarında bu silsilenin büyük tesiri görülür. Onun Basra, Küfe ve İrak böl­gesinin İleri gelen üstatlarının hadis ve fıkıh meclislerine zaman zaman iştirak ettiği. 100’e yakın tabiîn âlimiyle görüş­tüğü ve birçok kimseden hadis dinle­diği rivayet edilir. Seyahatleri sırasında bizzat Atâ b. Ebû Rebâh, İkrime ve Nâ-fı’den hadis dinlemiş, onlar vasıtasıyla Mekke ve Medine ilmini, Özellikle Hz. Ömer, Abdullah b. Abbas gibi fakih sahâbîlerin görüş ve fetvalarını öğrenme imkânı bulmuştur. Çeşitli vesilelerle Mâ­lik b. Enes, Süfyân b. Uyeyne, İmam Zeyd b. Ali, Muhammed el-Bâkır. Abdullah b. Hasan b. Hasan, Ça’fer es-Sâdık da da­hil birçok âlimle görüşerek onlarla bilgi ve fikir alışverişinde bulunmuştur. Hat­ta Ebû Hanîfe. devrinin sapık fırka men­suplarının Câbir b. Yezîd el-Çu’fî gibi sa­hasında yetişkin olanlarıyla ve fikrî ön­derleriyle de görüşüp münazara etmiş­tir. Hac münasebetiyle gittiği Mekke’de döneminin seçkin ilim adamlarıyla kar­şılaşarak görüş ve fetvalarını onlarla tar­tışma imkânı bulmuştur. Bütün bu te­masların. Ebû Hanîfe’nin bilgi birikimine ve fıkhî meselelere bakış açısına önemli ölçüde katkısının bulunduğu açıktır.

Tabakat ve menâkıb müelliflerinin bü­yük çoğunluğu Ebû Hanîfe’yi tebeu’t-tâbiînden sayar. Fakat onun bazı şarabîlerle görüştüğünü ve onlardan hadis rivayet ettiğini, dolayısıyla tabiînden ol­ması gerektiğini ileri sürenler de vardır. Bu iddia sahipleri Ebû Hanîfe’nin görüş­tüğü on beş kadar sahâbînin adını ver­mekte ve bunların çoğundan nakilde bu­lunduğunu söylemektedirler. Onun za­manında sahâbîlerden Enes b. Mâlik, Abdullah b. Ebû Evfâ. Sehl b. Sa’d ve Ebü’t-Tufeyl Âmir b. Vâsile’nin hayatta olduğunda görüş birliği vardır Ancak Ebû Hanîfe’nin, fark­lı şehirlerde bulunan bu dört sahâbîden sadece Enes b. Mâlik’i Kûfe’ye geldiğin­de küçük yaşta görmüş olabileceğini ka­bul etmek daha isabetli görünmektedir. Ebû Hanîfe’nin ilim tahsiline geç başla­ması, bir hadisi ayrı ayrı sahâbîlerden dinlediğinin nakledilmesi, görüştüğü ileri sürülen sahâbîlerden pek çoğunun onun doğumundan önce vefat etmiş olması veya bulundukları beldeler açısından gö­rüşmelerinin mümkün görülmemesi, ta­lebelerinden Ebû Yûsuf, Muhammed b. Hasan, Züfer b. Hüzeyl ve Abdullah b. Mübârek’in hocalarından bu yolda bir nakilde bulunmaması, onun tabiînden olduğu şeklindeki iddiayı ciddi Ölçüde zayıflatmaktadır. Ancak bazı âlimler, ta­biînden olmak için ashaptan birini sa­dece görmeyi yeterli sayarlar. Bu görüş ölçü alındığında Ebû Hanîfe’nin Enes b. Mâlik’i gördüğü kabul edilerek tâbiîn-dan sayılması mümkündür. Onun tabiî­nin küçüklerinden, tebeu’t-tâbiînin bü­yüklerinden olduğunu söyleyenler de her halde bu noktadan hareket etmekte­dirler.

Ömrünün elli iki yılı Emevîler, on sekiz yılı Abbasîler döneminde geçen Ebû Ha­nîfe, Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mer-vân’dan (685-705) başlayarak son halife 11. Mervân zamanına (744-750) kadar ge­çen bütün olaylara, hilâfetin Emevîler’-elen Abbâsîler’e geçişine ve Abbasî hali­felerinden Ebü’l-Abbas es-Seffâh (750-754) ile Ebû Ca’fer el-Mansûr (754-775) zamanında gelişen olaylara şahit oldu. Ebû Hanîfe’nin Ehl-i beyte karşı kal-bî yakınlık ve bağlılık duyduğu ve Hz. Ali evlâdını sevdiği kesindir. Bu sebeple Emevîler’in Ehl-İ beyte karşı tutumu sertleşince Ebü Hanîfe onları açıkça ten­kit etmekten çekinmemiştir. Hatta onun, Zeyd b. Ali’nin 121 (739) yılında Emevî Halifesi Hişâm b. Abdülmelik’e karşı baş­lattığı ayaklanmayı hem maddî olarak hem de fetvalarıyla manen desteklediği nakledilmektedir. Bu ayaklanma 122’de (740) Zeyd1 in öldürülmesiyle sona er­miş, daha sonra oğlu Yahya 125’te (743) Horasan’da ayaklanmış ve o da öldürül­müştür. Üst üste gelen bu olaylar âlim­lerin Emevî hilâfetini açıktan tenkit et­melerine, dolayısıyla hilâfetin sarsılma­sına sebep olmuştur. Son halife II. Mervân, gönüllerini almak ve yönetime kar­şı muhalefetlerini yumuşatmak için Irak Valisi İbn Hübeyre aracılığıyla birçok âli­me memuriyetler teklif etmiştir. Bu ara­da Ebû Hanîfe’ye de Küfe kadılığı veya beytülmâl eminliği teklif edilmiş, her tür­lü baskıya rağmen kabul etmeyince de hapsedilmiş ve dövülmüştür. 130 (747-48) yılında cereyan eden bu olayda Ebû Hanîfe’nin durumunun ağırlaştığı, sağlı­ğının kötüye gittiği görülünce valiye ha­ber verilmiş, vali de arkadaşlarıyla isti­şare etmesi için Ebû Hanîfe’ye zaman tanıyarak onu hapisten çıkarmıştır. Bu­nun üzerine Ebû Hanîfe Mekke’ye git­miş ve hilâfet Abbâsîler’e intikal edince­ye kadar orada kalmıştır. Bu arada Zeyd b. Ali’nin Tâlibü’l-Hak diye tanınan to­runu Abdullah b. Yahya, atalarının hak­kını aramak amacıyla Yemen’de ayak­lanmış ve II. Mervân’ın buraya gönderdi­ği ordu tarafından şehid edilmiştir (130/ 748). Bütün bunlardan sonra Ebû Hanî­fe, Hz. Ali evlâdının haklarını koruyaca­ğını söyleyen Abbâsîler”in kuruluşundan memnun ve bu hanedandan ümitvar ol­duğu için Kûfe’ye dönerek arkadaşla­rıyla birlikte Ebü’l-Abbas es-Seffâh’a biat etmiş, fakat Irak’taki karışıklığın sürdüğünü görünce tekrar Mekke’ye git­miştir. Halife Mansûr zamanında orta­lık yatışınca Küfe’ye gelmiş ve eskisi gi­bi ders vermeye devam etmiştir.

Ebû Hanîfe’nin Abbâsîler’e karşı nispeten mutedil tutumu. Abdullah b. Ha­san b. Hasan’ın iki oğlundan Muham-med en-Nefsüzzekiyye’nin 145’te (762) Medine’de, İbrahim’in de Irak’ta Abbasî hilâfetine karşı ayaklanmaları üzeri­ne öldürülerek isyanların bastırılması ve 140 (758) yılından beri hapiste olan ba­balan Abdullah’ın da aynı yıl hapiste öl­mesine kadar sürmüş, fakat bu olaylar­dan sonra Abbasî hilâfetine karşı açık­ça tavır almaya başlamıştır. Bu zamana kadar sadece derslerinde Abbâsîler’in bazı tutumlarını tenkit etmekte iken bu olaylarda ihtilâlcileri desteklemek gerek­tiğini açıkça söylemiş, hatta Mansûr’un kumandanlarını ihtilâlcilere karşı savaş­maktan vazgeçirmeye çalışmıştır. Bu­nun üzerine Halife Mansûr. Ebû Hanî­fe’nin kendisine bağlılığını da denemek amacıyla yeni kurulan Bağdat şehrinin kadılığını ona teklif etmiştir. Bu teklifi kabul ettiğini ve görevinin çok kışa sür­düğünü söyleyenler varsa da daha sağ­lam rivayetlere göre kadılığı kabul et­memiş, bunun sonucu olarak Bağdat’ta hapse atılmış, işkence edilmiş ve dövül­müştür. Ebû Hanîfe 150 yılının Şaban ayında Bağdat’ta vefat etti. Zehirlenerek öldürüldüğü ve hapisten cenazesinin çıktığı da söylenir (İA, IV, 25). Ancak olayların gelişmesi, cenaze nama­zında halifenin bizzat bulunması göz önüne alınırsa, Ebû Hanîfe’nin hapisten çıktıktan bir süre sonra öldüğü şeklin­deki rivayeti tercih etmek gerekir. Böy­lece halife halk nazarında ağır bir töh­metten zahiren de olsa kendini kurtar­mıştır. Cenazesi vasiyeti üzerine Hayzü-rân Kabristanı’ nın doğu tarafına defne­dildi. Daha sonra Şerefülmülk Ebû Sa’d el-Müstevfî tarafından 4S9 (1067) yılın­da üzerine bir türbe yaptırılıp çevresine de medrese inşa ettirilmiştir. Kabri bugün Bağdat’ta kendisine nisbetle Âzamiye diye anılan mahaldedir.

Kaynaklar: Ebû Hanîfe’nin kanaatkar, cömert, güvenilir, âbid ve zâhid bir kişi olduğunda, bütün ticarî işlem ve beşerî ilişkilerinde bu özelliklerinin açıkça gö­rüldüğünde görüş birliği içindedir. Ka­zancına haram ve şüpheli gelir karıştır­mamaya özen gösterirdi. Bir defasında ortağı Hafs b. Abdurrahman’ın defolu bir kumaşı yanlışlıkla normal fiyata sat­ması üzerine o parti maldan alınan bü­tün parayı dağıttığı söylenir. Hatîb el-Bağdâdfnin anlattığına göre yıldan yıla kazancını hesap eder, onunla çevresin­deki ilim adamlarının ve öğrencilerin ih­tiyaçlarını karşılar ve onlara, “Bunu ihti­yacınız olan yere sarfedin ve sadece Al­lah’a hamdedin. Çünkü bu verdiğim mal gerçekte benim değildir; sizin nasibiniz olarak Allah fazl ve kereminden onu be­nim elimle size göndermiştir” derdi. Dış görünüşe önem verir, temiz giyinir ve çevresindekileri de temiz giyinmeye teşvik ederdi. Onun zühd ve takva sahibi olması ve tarikat silsilelerinde önemli bir yeri olan Ca’fer es-Sâdık’la ilmî görüşmelerde bulunma­sı, Ebû Hanîfe’nin hayatının son iki yı­lında tasavvufa yöneldiği ve bu dönemi kastederek. “İki yıl olmasaydı Nu’mân helak olmuştu” dediği şeklinde bazı id­diaların ileri sürülmesine zemin hazırla­mıştır. Ancak yaşadığı yılların zühd ve takva dönemi olduğu ve tasavvufun ay­rı bir disiplin halinde henüz ortaya çık­madığı düşünülünce bu iddianın doğru­luğunu kabul etmek mümkün görünme­mektedir. İslâm âleminde tarikatlar or­taya çıkıp kurucuları büyük saygı gör­meye başlayınca bazı mezhep imamları ve büyük âlimler tarikat kurucuları ve­ya büyükleri gibi telakki edilmeye baş­lanmıştır. Nitekim Sülemîve Ebû Nuaym gibi evliya tabakatına dair ilk eserleri yazan mutasavvıflar onları kitaplarına almadıkları halde daha sonraları Hücvî-rî, Attâr, Şa’rânî, Münâvî gibi mutasav­vıf yazarlar bu âlimleri velîler arasında zikrederler. Sûfî tabakatına dair ikinci dönem eserlerinde Ebü Hanîfe’nin de bu­lunması, ilmine, zühd ve takvasına dair pek çok menkıbenin yer alması ve ken­disine nisbetle Âzamiyye tarikatından söz edilmesi bu telakkinin sonucudur. Hal­buki böyle bir tarikat hiçbir zaman te­şekkül etmemiştir. Önce kelâmla. Öm­rünün son iki yılında ise fıkıhla ilgisi­ni keserek tasavvufa intisap ettiği yo­lundaki iddianın, sonraki asırlarda hal­kın tarikatlara güvenini arttırmak ama­cıyla ortaya atıldığını söylemek müm­kündür.

Ebû Hanîfe derin fıkıh bilgisinin yanı sıra, inandığını ve doğru bildiğini söyle­mekten ve onun mücadelesini vermek­ten çekinmeyen güçlü bir ideal ve cesa­rete de sahipti. Hayatı bu yönüyle de mücadele içinde geçmiş, bu uğurda bir­çok sıkıntı ve mahrumiyete katlanmış­tır. Gerek Emevîler gerekse Abbasîler devrinde halife ve valilerin yaptığı zu­lümlere açıkça karşı çıkmış, onlann yan­lış ve haksız tutumlarını tasvip etmiş ol­mamak ve halk nazarında onlara meş­ruiyet kazandırmamak için halifelerden gelen hediyelerin, yapılan görev teklifle­rinin hiçbirini kabul etmemiş, işkenceye ve hapse katlanmayı tercih etmiştir. Şüp­hesiz ki bu görev tekliflerinin reddi Ebû Hanîfe açısından böyle bir amaç taşır­ken İktidar açısından da Ebû Hanffe”yi cezalandırma yönünde bir gerekçe teş­kil ediyordu. Emevîler’in Irak valisi İbn Hübeyre’nin teklif ettiği beytülmâl emin-liği görevini reddetmesi üzerine işken­ceye mâruz kalınca. “Bana Vâsıt Mesci-di’nin kapılarını saymayı teklif etse onu da yapmam” cevabını vererek Emevî ik­tidarına karşı tavrını açıkça ortaya koy­muştur. Onun İktidarla en iyi ilişkisi Ab­basî Halifesi Mansûr dönemine rastlar. Bununla birlikte aynı tutumu Mansûr devrinde de sürdürmüş, onun haksız ve keyfî uygulamalarına alet olmaktan şid­detle kaçınmış ve halifeyi açıkça tenkit etmiştir. Bezzâzî’nin anlattığına göre Mansûr’un Musul halkı ile yaptığı anlaş­mada Musul halkı, halifeye isyan ettik­leri takdirde kanlan ve mallarının helâl sayılmasını kabul etmişlerdi. Daha son­ra Mansûr, isyan eden Musul halkını an­laşma gereği cezalandırmak istedi ve bu konuda çevresindeki âlimlerin görüşü­ne başvurdu. Bir kısmı halifeye, “Eğer onları affedersen af ehlinden olursun, eğer cezalandırırsan onlar bunu hak et­mişlerdir” cevabını verirken Ebû Hanî­fe kanaatini şöyle belirtmiştir: “Onlar mâlik olmadıkları bir şeyi sana şart koş­muşlar, sen de yetkin olmayan bir şeyi kabul etmişsin. Zira müslümanın kanı ancak üç şeyden biriyle helâl olur. Sen onlara karşı kılıç kullanırsan bu üç şe­yin dışında helâl olmayan bir şeyi yap­mış olursun. Şüphe yok ki riayet edil­mesi gereken şartlar Allah’ın koştuğu şartlardır”.

Ebû Hanîfe halifeyi tenkit ettiği gibi devrindeki âlim ve kadıların verdiği yan­lış hükümleri de tenkit etmiştir. Nite­kim Küfe Kadısı İbn Ebû Leylâ’nın ver­diği hükümleri Ebû Hanîfe’nin öğrenci­leriyle birlikte derste ve ilmî toplantılar­da tartıştığı ve yanlış gördüklerini açık­ça tenkit ettiği, bundan rahatsız olan İbn Ebû Leylâ’nın şikâyet ve talebi üze­rine fetva vermesinin halife tarafından bir süre yasaklandığı söylenir. Ebû Yû­suf’un, Ebû Hanîfe ile İbn Ebû Leylâ ara­sındaki görüş ayrılıklarını konu alan İh-tilâiü Ebî Hanîîe ve İbn Ebî Leylâ adıy­la bir kitap yazmış olması da bu ihtilâ­fın boyutlarını göstermesi bakımından kayda değer bir olaydır. Hakikati ara­mada ve takip etmede son derece sa­mimi olan Ebû Hanîfe başkalarının gö­rüşlerine karşı hoşgörülü olmuş, kendi içtihadının doğruluğunda ısrar eden ve onu tartışmaya imkân vermeyen bir taassup göstermemiştir. Derslerinde ve ilim meclislerinde herkese söz hakkı ve­rir, aykırı görüşleri dinler, öğrencilerini kendi kanaatlerini benimsemeye zorla­mazdı. Tartışma sonunda ulaştığı netice için de, “Bizim kanaatimiz ve ulaşabildi­ğimiz en güzel görüş budur. Bundan da­ha iyisini bulan olursa şüphe yok ki doğ­ru olan onun görüşüdür” diyerek hem diğer görüşlere müsamaha ile bakar, hem de ilmî araştırmayı sür­dürmeyi teşvik ederdi.

Fıkhî kanaatlerine katılsın katılmasın çağdaşı olan âlimler Ebû Hanîfe’nin ilim. takva, cömertlik, edep, tevazu, cesaret gibi vasıflar bakımından eşine ender rastlanan bir İslâm âlimi olduğunu be­lirtirler.

Eserleri. Ebû Hanîfe fıkhî meseleleri, geniş tabanlı ictihad şûrası sayılabile­cek ders halkasında istişareye açıp çe­şitli müzakerelerden sonra ortaya çıkan çözümleri talebelerine yazdırdığı için öğ­rencisi Muhammed b. Hasan’m kaleme aldığı zâhirü’r-rivâye metinleri, ona isnat edilen ve Haneffler’ce de kendisi­ne ait olduğunda ittifak bulunan görüş ve ictihadlan ihtiva eden sağlam kay­naklar olarak değerlendirilebilir. Bu usul sonucu ortaya çıkan fıkhî hükümlerden birbirine benzeyenler konu ve cinslerine göre “kitab”lara, bunlar da nevilerine göre “bab” ve “fasıllara ayrıldı. el-Aşl {el-Mebsût), ez-Ziyâdât, el-Câmicu’l-kebîr, el-Câmi’uş-şağir, es-Siyerü’I-kebîr, es-Siyerü’ş-şağîr adlarını taşıyan bu zâhirü’r-rivâye eserlerde Hanefî fık­hı taharetten başlamak üzere İbadet­ler, münâkehat, muamelât, hudûd, ukû-bat… miras şeklinde ayrı bölümler halin­de tedvîn edilmiş oldu. Bu sebeple Ha­nefî fıkhının tedvininin Ebû Hanîfe ile başladığını söylemek mümkündür {İA, IV, 22). Ebû Hanîfe’ye doğrudan nisbet edilen eserler şunlardır:

1- el-Müsned“. Talebeleri tarafından Ebû Hanîfe’den ri­vayet edilen hadisleri, diğer bir İfadeyle Ebü Hanîfe’nin ictihadlarında delil ola­rak kullandığı hadisleri ihtiva eden bir eserdir. Rivayetlerin toplanmasında ve­ya tasnifinde etkin rol oynayan şahısla­rın adlarıyla anılan ve önemli bir kısmı basılmış olan yirmiyi aşkın Ebû Hanîfe müsnedi mevcuttur.

2- el-Fikhü’l-ekber. Akaide dair olup Ehl-i sünnet’in görüşlerini özetlemiştir. Başta I. Goldzi-her olmak üzere bazı şarkiyatçılar bu eserin Ebû Hanîfe’ye nisbetini sahih görmezlerse de kitabın ona ait olduğunda İslâm âlimleri görüş birliği içindedir. Bir­çok şerhi bulunan eser, bazı Doğu ve Ba­tı dillerine de tercüme edilerek defalar­ca basılmıştır.

3- el-Fıkhü’l-ebsat. Akaidle ilgili olup oğlu Hammâd ile talebeleri Ebû Yûsuf ve Ebû Mutî’ el-Belhî tarafından rivayet edilmiş­tir.

4- el-Alim ve’l-müte’allim. Ehl-İ sünnet’in görüşlerini açıklayıp sa­vunma amacıyla ve soru-cevap tarzın­da kaleme alınmış akaide dair bir risa­ledir.

5- er-Risale. Ebû Hanîfe, Basra Kadısı Osman el-BettFye hitaben yazdığı bu eserinde akaid konularında kendisine yöneltilen bazı itham ve iddialara cevap vermek­tedir.

6- el-Vasiyye. Akaid konularını kı­saca ele alan bir risaledir. Son beş eserin ihtiva ettiği konular, Os­manlı âlimlerinden Beyâzîzâde Ahmed Efendi tarafından kelâm kitaplarının ter­tibine göre el-UşûIü’I-münîfe’ adıyla bir araya getirilmiş, yine aynı müellif tara­fından İşârâtü’l-meram’ adıyla şerhedil-miştir. Ebû Hanîfe’ye nisbet edilen, oğ­luna ve bazı talebelerine hitaben yazıl­mış dinî, ilmî ve ahlâkî öğütleri İçeren başka risaleler de vardır.

7- el-Kasîde-tü’n-Nucmâniyye. Hz. Peygamber için yazdığı na’t olup basılmıştır Kasidenin Halîl b. Yahya tarafın­dan Sürürü’1 -kulûbi’l-irfâniyye bi-ter-cemeti’1 -Kasîdeti’n • Nu’mâniyye adıyla yapılan Türkçe tercümesi, İbrahim b. Mehmed el-YalvacFnin satır arası tercümesi ve Muhammed A’zâm b. Mu-hammedyâr’ın Rahmetü’r-rahman adlı Hintçe şerhi bu arada zik­redilebilir.

Bunların dışında kaynaklarda Ebû Ha­nîfe’ye nisbet edilen Mücâdele li-eha-di’d-dehriyyîn, ed-Davâbitü’s-şelâse, Risale fi7-ierâ 3iz, Du’â’ü Ebî Hanîîe, Muhâtabetü Ebî Hanîfe ma’a Ca’fer b. Muhammed b. Ahmed er-Rızâ, Fe-tâvâ Ebî Hanîîe ve Muhammed b. Ha­san eş-Şeybânî, eî-Makşûd îi’ş-şarf, er-Red Cale’l-Kaderiyye, Ma’rifetü’l-mezâhib gibi çoğu akaid alanında bir­çok eserden söz edilmekte, Brockelmann ve Sezgin tarafından adı geçen eserlerin kütüphane kayıtları verilmekteyse de bu eserlerin Ebü Hanîfe’ye aidi­yetini ihtiyatla karşılamanın daha doğ­ru olacağı muhakkaktır. Nitekim söz ko­nusu kaynaklarda Ebû Hanîfe’ye nisbet edilen, Râmpür ve Bengal’de nüshala­rının bulunduğu bildirilen Ma’rifetü’I-mezâhib adlı eserin gerek üslûp ve ya­zım tekniği, bakımından, gerekse içeri­sinde daha sonraki dönemlerde teşek­kül etmiş itikadî fırkaların zikredilme­si sebebiyle Ebû Hanîfe’ye ait olmadığı hususu büyük kuvvet kazanmıştır.

Fıkıh İlmindeki Yeri. Ebü Hanîfe, ilmî müzakerelerin yanı sıra ticaretle de meş­gul olması sebebiyle daima hayatın ve fıkhı problemlerin içinde bulunmuş, kar­şılaştığı meseleler veya kendisine yönel­tilen sorularla ilgili olarak hayatı boyun­ca sayısız ictihad yapmıştır. Ancak bun­ları yazmadığı gibi ictihad metodunu açıklayan herhangi bir eser de bırakma­mıştır. Bundan dolayı aleyhine bazı şey­ler söylenmiş, çok kıyas yapmakla, kıya­sı nassa tercih etmekle suçlanmıştır. Ebû Hanîfe’nin, “Biz önce Allah’ın kitabında olanı alırız. Onda bulamazsak Hz. Pey-gamber’in sünnetine bakarız. Orada da bir şey bulamazsak ashabın ittifak etti­ğini benimseriz, ihtilâf etmişlerse dile­diğimizin görüşünü alırız. Başkalarının görüşlerini onlara tercih etmeyiz. Ancak Hasan-ı Basrî, İbrahim en-Nehaî, Saîd b. Müseyyeb gibi tabiîn âlimlerine gelin­ce onların ictihadlarına bağlı kalmayız. Onlar gibi biz de ictihadda bulunuruz. Aralarında müşterek illet bulununca bir hükmü diğerine kıyas ederiz” sözünden ictihad metodu anlaşılmaktadır. Ebû Ha­nîfe’nin ithamlara mâruz kalmasının, aleyhine birçok şey söylenmesinin esas sebebi, onun kendisini tabiînin fetvala­rına bağlı hissetmeyip onlar gibi ictihad yapabilecek seviyede olduğunu söyle­mesi, dönemindeki fakihlerin görüş ve fetvalarına gerektiğinde aykırı fetva ver­mesi ve çok ictihad etmiş olmasıdır.

Ebû Hanîfe kıyas metodunu sıkça kul­lanmıştır. Çünkü bulunduğu bölge kar­maşık birçok olayın meydana geldiği ve çözümünün arandığı bir yerdi. Fıkhı me­seleleri çeşitli yönleriyle ele alıp tartıştı­ğı için farklı ihtimal ve durumlara göre fikir ve çözümler üretmiş, bunun sonu­cu olarak ehl-i hadîsin aksine bir tutum­la, henüz vuku bulmamış farazî mese­lelerin hükümlerini de içtihadına konu etmiştir. Ebû Hanîfe’nin kıyasa sıkça başvurduğu doğru ise de bu sebeple tenkit edilmesi isabetli olmaz. Zira sa­habeden İtibaren İslâm âlimleri az veya çok bu metodu kullanmışlardır. Ebû Ha-nîfe’de göze çarpan farklılık kıyası belli bir sistem ve kurala bağlamak, onu sık­ça kullanmak ve henüz vuku bulmamış hadiselere de uygulamaktan ibarettir. Çünkü Irak bölgesinin özel şartları, mey­dana gelen veya vukuu muhtemel olay­lar karşısında susmayı ve çekimser dav­ranmayı değil olayları fıkhî hükme bağ­layarak müslümanlara yol göstermeyi, halkın aşın görüş ve çözümlere yönel­mesini önlemeyi gerekli kılmaktaydı. Ancak onun kıyası nassa tercih ettiğine ve haber-i vâhidleri almadığına dair ile­ri sürülen iddialar doğru değildir. Ebû Hanîfe bir meselenin hük­münü önce Kur’an’da aramış, nassın her türlü lafzı delâletini, umum-husus, ıt-lak-takyid. nâsih-mensuh gibi lafızlar arası metodolojik ilişkiyi göz önünde bu­lundurmuş, aksine bir delil ve gerekçe olmadığı sürece âyetlerin açık, genel ve doğrudan İfadelerini esas almıştır. Eğer Kur’an’da konuyla ilgili bir nas bulama-mtşsa Hz. Peygamber tarafından Yemen’e vali olarak gönderilen Muâz b. Çebel’in, Kur’an’da bulamadığı bir meselenin hük­münü sünnette arayacağını bildirmesiy-le ortaya çıkan ve Peygamber’in de tas­vibine mazhar olup bütün sahabenin uy­guladığı sıraya göre sünnete müracaat etmiştir. Esasen sünnetin delil olduğu ve delil olarak alınmasının önemi ve ge­rekliliği Ebû Hanîfe’nin ictihad ve fetva­larında da açıkça görülür.

Ebû Hanîfe’nin on küsur veya 150 ya­hut yansı hatalı 400 hadis bildiği gibi iddialar ileri sürülmüşse de çeşitli mezheplere mensup tarafsız âlimler onun, hadis ilminde meşhur ol­muş muhaddisler kadar mütehassıs de­ğilse de ictihad şûrası şeklinde oluştur­duğu İlim meclisinde birçok hadis hafı­zının bulunduğunu, dolayısıyla fıkhî icti-hadlannda hadisi ikinci aslî kaynak ve delil olarak gerektiği şekilde kullandı­ğını ifade ederler. Nitekim Ebü Hanîfe’­nin ictihadlarında başvurduğu hadisle­ri tesbit, derleme ve inceleme amacıyla birçok eser kaleme alınmıştır. Bunlar arasında Tahâvî’nin Mecöni’l-âşâr ve Müşkilü’î-âşâr’\, Muhammed Murtazâ ez-Zebîdfnin cUküdü’l-cevâhiri’l-mü-nîie îî ediUeti mezhebi’!-İmâm Ebî Ha-nîfe’si ve Zafer Ahmed et-Tehânevî’nin İ*lâ3ü’s-sünen adlı on sekiz ciltlik ese­ri sayılabilir. Öte yandan Ebû Hanîfe için söylenen, hatta İmam Şafiî için de ileri sürülen hadis azlığı iddiası, aslında delil olarak kullandığı hadisin azlığı değil ri­vayet ettiği hadisin azlığı şeklinde anla­şılmalıdır. Çünkü fakihlerin çabası, ha­disin hükme delâleti ve delil olarak kul­lanılabilme imkânı üzerinde yoğunlaş­maktadır. Bununla birlikte Ebû Hanîfe’­nin isnadlı olarak rivayet ettiği hadisle­rin sayısı az değildir. Başta yirmiyi aşkın Ebû Hanîfe müsnediyle Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in eserleri olmak üze­re musannefler ve diğer hadis mecmua­larında Ebü Hanîfe’nin birçok rivayeti mevcuttur. Muvaffak b. Ahmed el-Mekkî, Ebü Hanîfe’nin yarısı hocası Hammâd’-dan, yarısı da diğer şeyhlerden olmak üzere 4000 hadis rivayet ettiğini belirtir. Buna rağ­men Ebû Hanîfe’nin çoz az hadis bildiği veya hadisle amel etmediği gibi iddia­lar, çok defa mezhep taassubunun sev-kettiği aşırılıktan ve karşı tavırdan, ba-zan da o konuda daha uygun ve kuvvet­li başka bir delilin bulunması sebebiyle diğer mezheplerce benimsenen hadisle­ri delil almaması veya farklı yorumlama­sı ve zahiren o hadisle amel etmemiş gibi görünmesinden kaynaklanmaktadır. Yaptığı ictihadlar ve verdiği hükümler incelendiğinde bunların ahkâmla ilgili yüzlerce hadise uygun olduğu görülür. Ancak bazan bir konuda zahiren birbi­riyle çelişen iki ve daha fazla hadis mev­cut olup Ebû Hanîfe bu hadislerden bi­rini tercih ettiğinde verdiği hüküm bir hadise uygunluk gösterirken başka bir hadise aykırı görünebilmektedir. Onun ders aldığı ve hadis naklettiği hocaları yanında, kendisinden ders alıp hadis ri­vayetinde bulunan Ebû Yûsuf, Muham­med b. Hasan, Abdürrezzâk es-San’ânî, Abdullah b. Mübarek başta olmak üze­re pek çok talebesi vardır. Ayrıca İçle­rinde Yahya b. Zekeriyyâ, Hafs b. Gıyâs, Hibbân b. Ali gibi hadislere hakkıyla vâ­kıf olan daha genç yaşta âlimler de bu­lunmaktadır. Ebû Yûsuf’un naklettiğine göre Ebû Hanîfe kendisine bir mesele sorulduğunda önce talebelerinin bu ko­nuda bildikleri hadisleri ve sahâbî sözü­nü sorar, ardından kendi bildiği rivayet­leri nakleder, meseleyi değişik yönleriy­le ele alır, talebelerinin görüşlerini ay-n ayrı dinler, daha sonra da o meseleyi hükme bağlardı. Sorulan konuda bir ha­dis ve sahâbî görüşü bulunmadığı tak­dirde kıyas yapar, kıyasın da mümkün olmadığı yerde istihsana giderdi. Onun ders verme usulüne göre soruların önce öğrencilerle tartışılması, o mesele hakkında nas bulunup bulunmadığının araş­tırılması demektir. Verdiği bazı hüküm­lerin o konuda mevcut bîr hadise aykırı görünmesi ise bazan hadisin Ebû Hanî-fe’ye ulaşmamış olmasıyla, çok defa da hadis Ebû Hanîfe’nin aradığı sıhhat şart­larını taşımadığı İçin onunla amel etmeyi uygun görmemesiyle izah edilebilir. Bu durum yalnız Ebû Hanîfe’ye mahsus bir metot olmayıp kendisine göre aradığı sıhhat şartlarını taşımadığı için belli bir hadisi almayan pek çok müctehid var­dır. Ebû Hanîfe’nin yaşadığı dönemde ve özellikle bulunduğu bölgede hadis uy­durma işi yaygın hale gelince daha ihti­yatlı davranarak haber-i vâhidleri alma­da bazı şartlar ileri sürmüş olması onun ilmî ciddiyetinden kaynaklanmaktadır.

Ebû Hanîfe’nin ilminin bütün hadisle­ri ihata etmediği de bir gerçektir. An­cak onun hadislerin nâsih ve mensuhu-nu çok iyi bildiği, Hz. Peygamber’in ha­yatını ve hadisleri öncelik-sonralık açı­sından inceleyerek özellikle son dönem­de söylenen hadisleri esas aldığı belirti­lir. Bu anlayış, hayatın değişmesi ve fık-hî hükümlerin bu değişikliğe belli ölçü­de uyum sağlaması gerektiği fikrinin so­nucudur. Ebü Hanîfe’nin, birbiriyle çatı­şan hadisleri uzlaştırmaya çatışmaktan çok nesih fikrini tercih etmesi de bu an­layışın ürünüdür. Fetva verdiği bir konu­da görüşüne aykırı bir sahih hadis nak­ledildiğinde de tereddütsüz onu almış ve kendi içtihadından vazgeçmiştir. Ebû Hanîfe mürsel hadisleri de delil olarak kullanmıştır. Hatta sahabenin mürsetlerini baş­kalarının müsnedlerinden üstün tutmuş­tur. Ebû Hanîfe âhad hadisi Kur’an’ın genel ve zahirî hükümleriyle, İslâm fık­hında yerleşik genel ilkelerle, kavlî veya fiilî meşhur sünnetle, hatta bazan da sahabe ve tabiînden gelen ortak uygu­lama ile karşılaştırarak değerlendirir, arada çatışma olduğunda genelde daha kuvvetli gördüğü ikinci grup delillerle amel ederdi. Geniş bir topluluğun önün­de vuku bulması veya sık sık tekrarlan­ması sebebiyle çoğunluk tarafından bi­linmesi, uygulanması ve rivayet edilme­si gereken bir konuda (umûmü’l-belvâ) vârid olan âhad haberi şâz bir görüş say­ması da bu anlayışın sonucudur. Ancak bu metodolojisinin iyi kavranamadığı du­rumlarda hadisle amel etmediği veya kıyası hadisten öne aldığı gibi tenkitle­re de muhatap olmuştur. Ebû Hanîfe daha hayatta iken kıyası hadise takdim etmekle suçlanmış, fakat kendisi ya bizzat ithamda bulunanlara nasıl İctihad ettiğini anlatarak veya böyle söyleyen­lerin iftirada bulunduğunu ileri sürerek bu ithamları reddetmiş, nas bulunan yerde kıyasa ihtiyaç duyulmayacağını bil­dirmiştir. Ebû Hanîfe’nin bazı ictihadla-n, onun kıyası, râvisi fakih olmayan ha­ber-i vahide tercih ettiğini, Kur’an’ın açık ve özel hükümlerini {nas) ve genel ilke­lerini haber-i vâhidle nesh ve tahsis et­mediğini, rivayet ettiği hadise aykırı davranan râvinin hadisini delil almadığını göstermekteyse de bunu Ebû Hanîfe’nin genel bir metodu olarak belirtmek yan­lış otur. Çünkü aksini gösteren ictihad-larının sayısı da bir hayli fazladır. Onun kıyası hadise takdim etmediği, aksine hadisi kıyasa takdim ettiğine dair icti-hadlarında pek çok örnek bulmak müm­kündür. Ebü Hanîfe haber-i vâhidleri delil almış, zayıf da olsa hadisi tercih etmiş, ancak nas bulunmayan yerde kı­yasa gitmiştir. Ne var ki çok kıyas ya­pan bir âlim olarak tanınmıştır. Üzerin­de ashabın ittifak ettiği tek bir görüşün bulunmadığı yerlerde onların farklı gö­rüşlerinden kıyasa uygun olanını tercih etmesi, bunun yanında tabiîn dönemi de dahil sonraki âlimlerin görüşleriyle ken­dini bağlı hissetmeksizin ictihad etme­si, gerek sahabe gerekse tabiînin icmaı-nı, ayrıca sahâbî görüşünü delil olarak kullandığının göstergesidir. Bunların bu­lunmadığı yerde kıyasa giden Ebû Ha­nîfe, eğer kıyas sonucu vardığı hüküm genel olarak dinin ruhuna, genel pren­sip ve amaçlarına uygun düşmezse İlk bakışta görülmeyen, ancak biraz düşün­mekle bulunabilecek olan müessir illeti kavrayarak ve daha kuvvetli bir delile dayanarak istihsan metoduyla ictihad-da bulunmuştur. Bu açıdan istihsanla elde edilen hükmü almak, kıyasla varı­lan hükümden daha kuvvetlisine dön­mek demek olur. Zira kıyas ispat edici değil ancak hükümleri ortaya çıkarıcı­dır. Halbuki istihsan yapılarak ulaşılan hükmü diğer şer’î deliller takviye etmek­te ve bu hüküm kıyasa göre gerçeğe da­ha yakın görünmektedir.

Ebû Hanîfe’nin ictihad metodu, yetiş­tirdiği öğrencilerin bizzat yaptıkları icti-hadlardan da anlaşılır. Bunların içinde Ebû Yûsuf, Züfer b. Hüzeyl gibi kıyasta ileri bir dereceye ulaşanlar bulunmak­tadır. Talebelerinden Muhammed b. Ha-san’ın naklettiğine göre Ebû Hanîfe’nin öğrencileri yaptıkları kıyasları onunla tartışırlardı; fakat o, “Ben istihsan ya­pıyorum” deyince hiç kimse kendisine yetişemezdi. Çünkü Ebû Hanîfe meseleler arasındaki açık veya gizli illetleri bulur, onları kolayca kavrardı. Ayrıca halkın muamelâtını da göz önünde bulundu­rur, dinin temel ilke ve esaslarına aykırı olmadığı sürece bunları delil olarak alır­dı. Ebû Hanîfe asla zorluk taraftan de­ğildi.

Ebû Hanîfe’nin fıkhında şahsiyetinin, içinde bulunduğu dönem ve şartların, şahsî görüş ve temayüllerinin, re’y ve ictihad anlayışının, ilmî muhitinin, ders aldığı ve görüştüğü âlimlerin belli bir tesiri mevcuttur. Aynı tesir, onun görüş ve öğretisi etrafında sonradan oluşan Hanefî mezhebi için de söz konusudur. Ebû Hanîfe’nin fıkhında, dönemlerinde Irak’taki re’y ekolünün temsilcisi duru­munda olan İbrahim en-Nehaîve Ham-mâd b. Ebû Süleyman’ın derin izlerini bulmak mümkündür. Ancak bu durum, aralarında Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’-nin de bulunduğ bir kısım âlimi, onun fıkhının İbra­him en-Nehafnin fıkhından farklı olma­dığı kanaatine de sevketmiştir. İlk dö­nemlerinde hocası Hammâd’ın ve bu se­beple İbrahim en-Neharnin çizgisini bü­yük ölçüde korumuş olduğu doğrudur. Ancak hocasının ölümünden sonraki otuz yıl içinde hadis ve re’y ekollerinin birbi­rine kısmen yaklaşması sebebiyle hadis ekolüyle ve hadisçilerle de ilişki kurmuş, Mekke. Medine ve Ehl-i beyt fıkhından faydalanmış, devrindeki birçok yetişkin ilim adamıyla görüş alışverişinde bulun­muştur. Böylece İslâm ümmetinin mev­cut fıkhî mirasını değişik kanallardan özümseme, farklı temayül ve bakış açı­larını kendi şahsî birikim, metot ve ka­biliyetiyle mezcederek bunlardan bir sen­teze varma imkânı bulmuştur.

Ebû Hanîfe’nin ticaret hayatının için­de bulunması, İnsanların problem ve İh­tiyaçlarını yakından tanıması da ictihad-lannın kabul ve uygulama şansını art­tırmıştır. Öte yandan onun farklı kültür ve geleneklere sahip çeşitli grupların kar­ma bir halde yaşadığı Irak bölgesinde yetişmiş olması, Hicaz bölgesinde hâkim geleneksel sosyal yapı ve anlayıştan da­ha az etkilenmesine, birçok konuda ör­fü ve içtimaî vak’ayı esas alan farklı yo­rum ve ictihadlara sahip olmasına zemin hazırlamıştır. Hanefî mezhebinin Arap­lar dışındaki müslümanlar arasında yaygınlık kazanmasının bir sebebi de bu ol­malıdır. Denilebilir ki Ebû Hanîfe, hoca­ları ve önceki nesiller tarafından kendisine intikal ettirilen fıkhı kuralları, gö­rüşleri, âyet ve hadislerle ilgili yorumla­rı içinde bulunduğu ortam, insanların ihtiyacı ve dinin genel ilke ve amaçları acısından yeniden değerlendirme, sınırlı naslarla sınırsız olaylar, naklin hükmü İle aklın yorumu, hadisle re’y arasında mâ­kul bir ahenk kurma imkânını yakalamış­tır. Ebû Hanîfe’nin örf ve âdeti, Kur’an’ın genel ilkelerini, kamu yararını gözetme­si ve istihsanı sıkça kullanması bu gay­retin sonucudur. Ebû Hanîfe, ticarî mu­ameleleri açıklık ve belirlilik, faizden uzak olma, örf ve ihtiyaca uygunluk, dürüst­lük ve güven şeklinde dört temel üzeri­ne oturtmuş, ticarî hukukta olsun borç­lar, aile ve kamu hukukunda olsun şah­sî teşebbüs ve sorumluluğu, kişi hak ve hürriyetlerini ilke edinmiştir. Onun, bu­lûğa ermiş kızın velisiz evlenebileceği, sefihin ve borçlunun ehliyetinin kısıtla-namayacağı, vakfın bağlayıcı olmayaca­ğı gibi fıkhî görüşleri bu anlayışının so­nucudur.

Ebû Hanîfe, kendi dönemine kadar geçen sürede oluşan ve nasların yoru­mu mahiyetinde olan kuralları gerektiğinde yeniden ifade etmiş, bazan da ku­ralı değiştirmek yerine ferdî ihtiyaç ve­ya zarureti giderebilmek için birtakım fıkhî çözüm ve çareler önermiştir. Ancak bulduğu bu çareler çok sınırlı bir alan­da ve belli ölçüde uygulanmış olup hiç­bir zaman ana kuralı işlemez kılacak ve kanuna karşı hile teşkil edecek mahiyet­te değildir. Hanefî mezhebinin teşekkü­lü sürecinde geliştirilip üretilen ve lite­ratürde “hîle-i şer’iyye” olarak terimle-şen hukukî çözümlerin bütü­nüyle Ebû Hanîfe’ye isnat edilmesi doğ­ru olmadığı gibi onun bu konuda müs­takil bir kitap onun fakihler nezdindeki itibarını anlatmaya kâfidir.

Akaide Dair Görüşleri. Havâric, Cehmiyye, Mu’tezile, Müşebbihe, Kaderiy-ye, Cebriyye, Mürcie ve Sîa’nın birer iti­kadı mezhep olarak teşekkül etmeye başladığı bir dönemde yetişen Ebû Ha­nîfe, akaid ve kelâma dair görüşleriy­le Ehl-i sünnet akidesinin oluşmasına zemin hazırlayan âlimlerdendir. Özellik­le Basra’da ilâhî sıfatlar, kader, mürte-kib-i kebîre ve tekfir gibi ilk dönemin belli baştı akaid meseleleri üzerinde de­ğişik görüşlere mensup âlimlerle yaptı­ğı tartışmalarda İslâm ümmetinin ço­ğunluğu tarafından benimsenen itikadı ilkeleri ortaya koymuş ve bunlan güçlü delillerle savunmuştur. Çağdaşları ara­sında Ca’d b. Dirhem, Cehm b. Safvân, Vâsıl b. Atâ, Amr b. Ubeyd, Abdülkerîm b. Acred, Zürâre b. A’yen ve Şeytânüt-tâk gibi değişik görüşleri savunan ilk kelâmcılar yer alır. Bunlardan özellikle Cehm b. Safvân, Amr b. Ubeyd ve Şey-tânüttâk İle yaptığı tartışmalar tabakat kitaplarında kısmen de olsa nakledilmiş­tir. Hâricîler’den Yezîd b. Ebân er-Rekâ-şî, Şîa’dan Hişâm b. Hakem, Mu’tezile’-den Dırâr b. Amr ve Ebü’l-Hüzeyl el-Al-lâf da Ebû Hanîfe’nin yaşadığı dönemi kısmen idrak eden önemli âlimlerden bazılarıdır.

Ebû Hanîfe’nin kelâm metoduna kar­şı takındığı tavırla ilgili olarak kaynaklar­da yer alan farklı bilgileri üç grupta top­lamak mümkündür:

1- Ebû Hanîfe ke­lâm ilmiyle uğraşmayı farz-ı kifâye ka­bul etmiş, ilmî hayatına itikadî konular­la ilgilenerek başlamış, Küfe ve Basra gibi ilmî muhitlerde kendisini yetiştirip seçkin bir kelâm âlimi olmuş ve hayat boyunca bu konudaki çalışmalarını sür­dürmüştür. Nitekim İmam Şafiî. Ebü Ha-nîfe’yi kelâm ilminin kurucusu olarak kabul etmiş, Bağda­dî onun fakihler içinde Ehl-i sünnet ke-lâmcıiarının ilki olduğunu belirtmiştir. Daha sonra İbnü’s-Sübkî. Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî, Beyâzîzâde Ahmed Efendi gibi âlimler de bu görüşü benimsemiş, çağdaş ya­zarlardan M. Zâhid Kevserî, Ali Sâmî en-Neşşâr ve İnâyetullah İblâğ aynı kana­ati paylaşmışlardır.

2- Ebû Hanîfe ön­ce kelâm ilmiyle ilgilenmiş, ancak daha sonra ashabın itikadî meselelerle meş­gul olmadığını düşünerek amelî konu­larda halkın karşılaştığı problemlerin çö­zülmesini daha önemli görmüş ve bir daha uğraşmamak üzere kelâm ilmini terkedip fıkha yönelmiştir.

3- Ebû Hanîfe. kelâ­mı öğrenilmesi caiz olmayan İlimlerden kabul edip başta oğlu Hammâd olmak üzere öğrencilerine bu ilimle uğraşma­yı yasaklamış, insanlara kelâmın kapısı­nı aralayan Amr b. Ubeyd “in yanı sıra biri tenzihte, diğeri teşbihte olmak üze­re iki aşırı ucu temsil eden Cehm b. Saf­vân İle Mukâtil b. Süleyman’a lanet oku­muştur.

İlk iki görüş birbirine oldukça yakın­dır. Her ikisinde de Ebû Hanîfe’nin iti­kadî tartışmalara girdiği ve henüz oluşma döneminde bulunan kelâm ilminin ilk temsilcileri arasında yer aldığı belir­tilmektedir ki isabetli görünen de bu­dur. Ebû Hanîfe’ye itikadî konulara iliş­kin bazı risalelerin nisbet edilmesi ve fı­kıh sisteminde re’ye ve kıyasa başvu­rup bir anlamda akılcılığı benimsemesi onun kelâmî bir nosyona sahip olduğu­nun delilleridir. Hayatının belli bir dö­neminden sonra fıkhı konularla fazlaca meşgul olması, İtikadî meselelerle ilgi­lenmeyi caiz görmemesinden değil aka­ide dair temel esaslara ilişkin görüşleri­ni ortaya koyduktan sonra bu alandaki çalışmalara fazla İhtiyaç duymamasın­dan, ayrıca çözüm bekleyen fıkhî mese­lelerin çokluğundan kaynaklanmış olma­lıdır. Vefatından önce öğrencilerine yap­tığı tavsiyeleri ihtiva eden eJ-Vaşiyye İle er- Risale ‘sinin itikadî meselelere da­ir olması kelâmî konularla ilgisini kes­mediğini gösterir. Ebû Hanîfe’nin, ashabın itikadî ko­nularda tartışmaya girmemesinden dola­yı akaid meseleleriyle uğraşmayı terket-tiğine dair rivayete gelince bunun sahih olması uzak bir ihtimaldir. Zira el- cÂlim ve’l-müte’dllim’de tamamen aksi bir görüşü savunmuştur. Burada belirtildi­ğine göre Ebû Hanîfe ashap dönemin­deki şartların değiştiğini görmüş, İslâm dünyasında çeşitli siyasî ve fikrî geliş­melerin meydana gelmesi sebebiyle iman esaslarının belirlenmesi için akaid ko­nularının incelenmesini zaruri görmüş­tür. Ashap döneminde müstümanlar ara­sında akaide dair bir ihtilâf bulunmadı­ğı halde hicrî I. yüzyılın sonlarından iti­baren ortaya çıkan ihtilâflar neticesin­de değişik görüş sahiplerinin birbirini tekfir edip öldürmeyi caiz görmesi, Ebû Hanîfe’ye göre itikadî esasların Kur’ân-ı Kerîm’e ve sahih hadislere başvurula­rak kesin delillerle belirlenmesini zorun­lu hale getirmiştir. Bu da onun kelâm ilmiyle uğraşmayı doğru bulmadığına ilişkin ri­vayetlerin sahih olma ihtimalini zayıflat­maktadır. Bu rivayetlerin doğru olabile­ceğini kabul eden âlimlere göre ise Ebû Hanîfe’nin meşgul olmayı uygun bulma­dığı kelâm Kur’an ve Sünnet’e dayan­mayan, buna karşılık yabancı kültürler­den etkilenen veya hakKı değil bâtılı sa­vunmayı hedef alan ve ne olursa olsun muarızın görüşlerinin mutlaka yanlış ol­duğunu göstermeyi amaçlayan itikadî tartışmalardır. Sonuç olarak Ebû Hanîfe mutlak mânada kelâm ilmi aleyhinde bulunmamıştır.

Ebü Hanîfe’nin fıkhı, “kişinin dünya ve âhirette fayda veya zarar göreceği hususlara ilişkin hükümleri bilmesi” şek­linde tarif ederek bunlardan akaide dair hükümleri konu edinen ilme “el-fıkhü’l-ekber” adını vermesi onun, akaidi amelî hükümleri inceleyen fıkıhtan üstün tuttu­ğunu göstermektedir. Ebû Hanîfe, fark­lı itikadî telakkilerin çarpıştığı Küfe, Bas­ra, Bağdat ve Hicaz bölgelerini dolaşıp bu yörelerde savunulan görüşleri öğren­dikten sonra Kur’an’ı ve Hz. Peygam-ber’e atfedilen hadisleri incelemek su­retiyle İslâm akaidini asıl kaynakların­dan belirlemeye çalışmıştır. Kendisiyle tartıştığı muarızı nasları kabul eden bi­riyse kesin naklî delil, nasları delil say­mayan biriyse kesin aklî delil kullanmış­tır. Nitekim mül-hidlerle yaptığı tartışmalarda aklî delil­ler kullandığı gibi muhaliflerini ikna et­mek için “ma’külâtı mahsûs hale ge­tiren” kıyaslar yapmış, bazan da esas­larına Kur’an’da işaret edilen ihtimal­leri tartışma metoduna başvurmuştur. Akaidde daha çok Kur’an’ı esas alıp on­dan itikadı hükümler çıkarmış, hadisleri de bazan kullanmakla birlikte Kur’an’a aykırı hükümler İhtiva edenlerini uydur­ma kabul ederek dikkate almamıştır. Zira ona göre Kur’an’a aykırı hükümler taşıyan hiçbir söz Hz. Peygamber’e ait Olamaz.

Ebû Hanîfe’nin akaid alanında görüş­lerinden faydalandığı kişilerin başında Hz. Ali gelir. Zira Ebû Hanîfe, kendisiy­le savaşan muhaliflerine “isyankâr kar­deşler” adını vermek suretiyle adam öl­dürme gibi büyük bir günahı işleyenle­rin dahi mümin olduğuna hükmetme­sinden ötürü Hz. Ali’yi itikadî problem­lere çözüm getiren ilk âlim olarak gör­müş ve onun bu metodundan önemli öl­çüde faydalandığını açıklamıştır. Ehl-i beyt’e mensup âlimlerden Zeyd b. Ali. Muhammed el-Bâkır, Ca’fer es-Sâdık ve Abdullah b. Hasan b. Hasan ile görüşüp akaid konularında onlardan istifade etmiş, ashaptan Abdullah b. Mes’ûd, Muâz b. Cebel, tabiînden Ha-san-ı Basrî, Ata” b. Ebû Rebâh, Saîd b. Müseyyeb, Ömer b. Abdülazîz gibi âlim­lerin görüşleri de onun itikadî düşünce­lerine şekil vermiştir. Bunlardan başka Hüseyin b. Haris ve Ebü11-Kasım el-Ce-delî’den de faydalandığı nakledilir.

Ebû Hanîfe’nin itikadî görüşlerini, ta­lebeleri Ebû Yûsuf, Ebû Mutr el-Belhî ve Ebû Mukâtil es-Semerkandî tarafın­dan yazılıp nakledilen el-KÂlim ve’I-mü-te’aüim, el-Fıkhul-ekber, el-Pıkhü’l-ebsat, er-Risâle, el-Vaşıyye adlı akaid risalelerinin yanı sıra tabakat ve menâ-kıb kitaplarından tesbit etmek müm­kündür. Bununla birlikte onun itikadî görüşlerini hatasız olarak belirlemek ol­dukça güçtür. Ebü Hanîfe’nin itikadî cephesini inceleyen müellifler, söz ko­nusu kaynaklarda bazan aynı konuda kendisine farklı görüşler nisbet edilme­sini, akaid risalelerinin bizzat kendisi tarafından yazılmayıp talebelerince ka­leme alınması ve bu risalelerde araz, cevher, zât, sıfat, mucize, keramet gibi daha sonraki dönemlerde ortaya çıktığı kabul edilen terimlerin yer alması sebe­biyle ona aidiyetlerinin tartışmalı olma­sını, risalelerin bazı yazma nüshaların­da değişik bilgilerin yer almasını ve do­layısıyla eserlerine sonradan bazı ilâve­lerin yapılmış olma ihtimalini, onun İti­kadî görüşlerini belirlemeyi zorlaştıran âmiller arasında zikrederler. Her şey­den önce tabakat ve menâkıb kitapla­rında Ebû Hanîfe’yi övme ve yerme hu­susunda ifrat ve tefrite varan aşın de­ğerlendirmelerin yapıldığı, bu arada ta­raftarlarına göre onun Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olan bir kişi. muhalif­lerine göre ise tekfir edilmesi gereken zararlı bir bid’atçı olarak gösterildiği dikkati çekmektedir. Bu da söz konusu kaynaklardaki bilgilerin ihtiyatla karşı­lanmasını gerekli kılan bir husustur. Ni­tekim Ebü’l-Muzaffer el-İsferâyînî, Ka-deriyye ve Râfıza’ya mensup bazı kim­selerin kendi bâtıl inançlarını terviç et­mek amacıyla onları Ebû Hanîfe’ye nis­bet ettiklerini kaydetmiştir. Talebelerince ona atfedilen akaid risalelerine bazı ilâveler yapılmış olma­sına rağmen bunların ana hatlarıyla ona ait görüşleri ihtiva ettiği hususu ittifa­ka yakın bir kanaat halindedir. Ebû Ha­nîfe ile öğrencilerinin akaide dair görüş­lerini naklettiğini belirten Ebû Cafer et-Tahâvî’nin cAkîde”sindeki görüşlerle söz konusu risâlelerdeki görüşlerin büyük çapta benzerlik arzetmesi de bunu te­yit etmektedir. İlgili risalelerde yer alan araz, cevher, zât, sıfat, mucize ve ke­ramet terimleri bunlara sonradan ilâ­ve edilmiş olabileceği gibi Ebû Hanîfe’­nin bunlardan bahsetmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Zira onun dönemin­de yaşayan Ca’d b. Dirhem, Cehm b. Safvân, Şeytânüttâk, Hişâm b. Hakem gi­bi kelâmcıların aynı terimleri kullandık­ları ve Ebû Hanîfe’nin de Cehm b. Saf-vân ve Şeytânüttâk ile münazaralar yap­tığı bilinmektedir. Ebû Hanîfe’nin itika­dî görüşlerini şöylece özetlemek müm­kündür:

1- Ulûhiyyet. Bütün varlıklar Allah ta­rafından yoktan (lâ min şey’) yaratılmış­tır. Göklerin ve dünyanın şaşmaz bir dü­zene sahip olması, varlıkların bir halden başka bir hale dönüşmesi, çocuğun gü­zel bir endam ile ana karnından çıkma­sı, bilgili ve hikmet sahibi ulu bir yaratı­cının mevcudiyetini gösteren apaçık de­lillerdir. Akıl, azgın dalgalar arasında sey­reden bir geminin yetenekli bir kaptanı olmadan yoluna devam etmesini imkân­sız gördüğü gibi kâinatın da bilgili ve her şeye gücü yeten bir yaratıcısı olma­dan var olup düzenli şekilde devam et­mesini muhal görür Her insan bunları düşünerek Allah’ın var olduğunu idrak edebilir. Bundan do­layı dinî bir davetle karşılaşmasa bile yetişkin ve akıllı her insan Allah’a inan­makla yükümlüdür. Akıl yürütmek su­retiyle Allah’a isim ve sıfat nisbet edile­mez ; O sadece zâtına nisbet ettiği İsim ve sıfatlarla nitelendirilebilir. O’nun İlim, irade, hayat, kudret kelâm, sem’, basar gibi zatî; yaratma, nzık verme, diriltme. Öldürme gibi fiilî sıfatları vardır. Sıfatla­rı zâtından ayrılmaz. Bütün isim ve sı­fatları ezelî olup hiçbiri hadis değildir. İlâhî fiiller ezelî olmakla birlikte bu fiil­lerle meydana gelenler (meful) hadistir. Allah araz ve cisim değildir, dengi ve benzeri yoktur. Sayı itibariyle değil eşi ve benzeri bulunmaması itibariyle birdir. İlâhî za­tın yanı sıra sıfatların hiçbiri de yaratık­lara ve sıfatlarına benzemez. İhlâs sû­resi bunu ifade etmektedir. Naslarda Al­lah’a atfedilen yed. nefs, vech, nüzul gi­bi sıfatların keyfiyeti bilinemez. Bunlar ne yaratıklara ait organ ve fiillere ben­zetilebilir, ne de i’ttzâl ehlinin yaptığı gi­bi te’vil edilerek açıklanabilir. Zira “yed”i kudretle açıklamak örneğinde olduğu gi­bi bu sıfatları te’vil etmek onlan ilâhî sıfat olmaktan çıkarır. Allah İhtiyaç duy­maksızın göklerin üstünde bulunan ar­şa istiva etmiştir. Bir mekânda bulun­maya muhtaç olmayan Allah zâtıyla de­ğil ilmî ve ilâhî yardımıyla yaratıklarının yanındadır. Allah dilediği şekilde ve keyfiyeti bizce bilinmeyen bir tarzda müminler tarafından cennette görülecektir.

Bazı kaynaklarda Ebû Hanîfe’nin Al­lah’a mâhiyet atfettiğine dair rivayetler yer almışsa da bunların sahih olmadığı kabul edilmiştir.

2- Halku’l-Kur’ân. Bu konuda Ebû Ha­nîfe’ye nisbet edilen görüşler farklı olup üç noktada toplanabilir,

a- Kur’an’ın sa­dece Allah kelâmı olduğuna inanmak gerekir, mahlûk olup olmadığı hususu­nu tartışmak caiz değildir.

b- Kur’an mahlûktur, zira Al­lah’ın dışındaki her şey yaratılmıştır. Ni­tekim yaratılmış bir şeye yemin etmek caiz olmadığından Kur’an’a yapılan ye­min geçerli sayılmamıştır.

c- Kur’an Allah kelâmı olup mahlûk değil­dir, fakat Kur’an’ı telaffuz edişimiz ve onu yazışımız mahlûktur.

Kur’an’ın mahlûk olduğu görüşünü ilk defa Ebû Hanîfe’nin ortaya attığını ile­ri süren ikinci rivayet ya onu kötülemek isteyenlerce uydurulmuştur veya eksik­tir. Ebû Hanîfe belki de ilk defa Kur’an’ı telaffuz edişin mahlûk olduğunu söyle­miş, fakat muhalifleri bunu “Kur’an mah­lûktur” şeklinde eksik olarak nakletmiş-lerdir. Eğer Ebû Hanîfe Kur’anın mah­lûk olduğunu savunmuş olsaydı bazı gö­rüşlerini eleştiren Buhârfnin bu husus­ta da onu eleştirmesi gerekirdi. Halbuki Buhârî, halku’l-Kur’ân konusuna ayır­dığı Halku efcâli’l-cibâd adlı eserinde Ebû Hanîfe’ye böyle bir görüş nisbet et­memiş, Eş’arî de Makölât’müa Kur’an’m mahlûk olduğunu kabul edenler arasın­da Ebû Hanîfe’yi zikretmemiştir. Birinci rivayetin ise halku’l-Kur’ân tartışması­na girmeyi uygun görmediği dönemde­ki görüşünü yansıtmış olması muhte­meldir. Üçüncü rivayet Ebû Hanîfe’nin nihaî görüşü olmalıdır. Nitekim bazı kay­naklar, Ebû Yûsuf’un hocasıyla alt ay halku’l-Kur’ân konusunu tartıştığını ve sonunda onunla, “Kur’an Allah kelâmı­dır, mahlûk değildir, mahlûk olduğu­nu söyleyen kâfirdir” görüşünde karar kıldıklarını kaydetmektedir. Bu da Ebû Hanîfe’nin halku’l-Kur’ân konusundaki görüşünün bazı değişiklikler geçirdiğini gösterir.

3- Kader. Kâinatta meydana gelen her şey ilâhî takdir ve kazaya göre cereyan eder. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde her şeyin yaratılmadan önce yazıldığı ve meydana gelen şeyle­rin bu yazıya göre gerçekleştiği açıkça belirtilmiştir. Allah Teâlâ hayır ve şer dahil vuku bulacak her şeyi ezelî ilmiyle bilmiş ve ilmine göre vasfederek levh-i mahfuza yazmıştır. Bununla beraber müminleri ima­na, kâfirleri de küfre zorlamamış, herkese fiillerini iradeleriyle gerçekleştir­me imkânı tanımıştır. Zira Allah herke­sin kaderini, kendi İradeleriyle gerçek­leştirecekleri şekilde yazmıştır. Bundan dolayı kişi annesinden mümin veya kâ­fir (saîd veya şakî) olarak doğmaz; mü­min iken kâfir, kâfir iken mümin olabi­lir.

Kulların fiillerini yaratan Allah’tır, kul ise fiil yapmayı diler ve onu icra eder. Eğer kul fiillerinin yaratıcısı olsaydı on­ları dilediği şekilde yapabilmesi ve her dilediğini gerçekleştirebilmesi gerekir­di. Fiillerini yapma gücü (istitâat) fiilden önce değil fiil anında kullara verilmiştir. Kul fiili yapma anından önce bu güce sa­hip bulunsaydı Allah’a muhtaç olmazdı; halbuki Kur’an’da kulların her an Allah’a muhtaç oldukları bildirilmiştir. İstitâat. fiilini gerçekleştirmesinden sonra da kula ve­rilmiş olamaz; zira bu takdirde fiilin is-titâatsız meydana gelmesi gerekir ki bu muhaldir. Kulda istitâat yaratmakla Al­lah kulun fiilinin halikı, kul ise bu istitâ-atı hayır veya şer yönünde kullanmakla fiilin kâsibidir. Bütün bu açıklamalara rağmen Ebû Hanîfe kader problemini hürriyet-zaruret çelişkisinden kurtara­rak çözemediğinin farkına varmış olma­lıdır. Zira ona göre gözün güneşe bak­ması mümkün olmadığı gibi aklın da ka­der ve kulların fiilleri konusunu nihaî çö­züme kavuşturması mümkün değildir.

4- Nübüvvet. Nübüvvetin gerçekliği ilâ­hî bir ilhamla kavranabilir. Şöyle ki Al­lah, peygamberin ilâhî kaynağa dayan­dırarak verdiği bilgilerin doğruluğu hu­susunda insanların kalbinde bir kanaat ve bir itminan yaratır. Bununla birlikte peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de haktır. Hz. Peygamber’in inşikâku’l-kamer* mucizesi ve mi’racı bu tür olay­lardandır. Peygamberler şirkten, büyük ve küçük günahlardan korunmuştur. An­cak küçük hata (zelle) işlemeleri müm­kündür. Bütün peygamberlerin getirdiği dinlerin temel prensipleri tevhid esa­sına dayalı tek bir sistem oluşturmak­la birlikte fer’î hükümleri (şeriat) farklı olabilmiştir. Allah’a inandığı halde son peygam­berin nübüvvetini benimsemeyen kimse Allah’a da iman etmemiş sayılır. Çünkü ona iman etmek Allah’ın emirlerinden biridir. Dolayısıyla Allah’a İman eden herkesin Hz. Muhammed’in nübüvvetini de kabul etmesi gerekir.

5- Âhiret. Kabir azabı haktır; zira Kur’-ân-ı Kerîm’de buna işaret edilmiştir. Kabir aza­bına inanmayanlar Cehmiyye mensup­larıdır. İnsanlann ölümden sonra diril-tilmeleri ve amellerinin tartılması hak­tır. Kıyamet alâmetlerinden kabul edi­len deccâlin çıkışı ile Hz. îsâ’nın nüzulü. ayrıca cennetle cehennemin ebedîliği ko­nularında Ebû Hanîfe’ye farklı görüşler nisbet edilir. Deccâlin çıkışı ve Hz. îsâ’­nın nüzulü el-Fıkhü’l-ekber’e ait yaz­ma nüshaların bir kısmında yer alma­maktadır. Ebû Hanîfe’nin itikadî görüş­lerini yansıtan beş risalesini bir araya toplayıp yeniden düzenleyen Beyâzîzâ­de Ahmed Efendi’nin eserinde de söz konusu kıyamet alâmetlerine yer veril­memiştir. Bu da deccâlin çıkışı ve Hz. îsâ’nın nüzulü konusunun Ebû Hanîfe’­nin risalelerine sonradan ilâve edildiği ihtimalini güçlendirmektedir. Akaid ri­salelerinde belirtildiğine göre Ebû Hanî­fe cennet ve cehennemin ebedî olduğu­nu kabul eder. Diğer bazı kaynaklar­da ise cennet ile cehennemin ebedî ol­madığına ve yaratılan her şeyin mutla­ka yok olması gerektiğine inandığı riva­yet edilmektedir. Ancak Ebû Hanîfe, bu görüşü ortaya atan Cehm b. Safvân’ı tekfire kadar varan bir ten­kide tâbi tuttuğuna göre bunun kendi­sine nisbet edilmesinin yanlış olduğunu söylemek mümkündür. Şu var ki Ebû Hanîfe cennetin ebedîliğine delil getir­diği halde cehennemin ebedîliğini ispat­layan herhangi bir delil zikretmemiştir. İbn Kayyim’in Münzir b. Saîd’den yaptığı bir nakilde belirtildiğine göre Ebû Hanîfe ve men­supları, Âdem’in yaratıldığı cennetin dün­ya bahçelerinden biri olduğu kanaatini taşıyorlardı. Bu­na karşılık el-Fıkhü7-ebsat’ta cennet ile cehennemin elan yaratılmış bulunduğu belirtilmekte ve Allah’ın her şeyi yarattığını bildiren âyet buna delil gösterilmektedir.

6- İman-Günah Meselesi. Ebu Hanîfe’ye nisbet edilen görüşlere göre iman bil­gi, tasdik ve ikrar unsurlarından oluşur. Bir insanda İmanın gerçekleşmesi için onun şüpheden arınmış kesin bilgiye sa­hip olmasının yanı sıra bu bilginin doğ­ruluğunu kesin olarak tasdik etmesi ve bu kararını sözlü olarak açıklaması ge­rekir. İman için bunların hiçbiri tek başına ye­terli değildir. Aksi halde kalben tasdik etmedikleri halde inandıklarını söyleyen münafıkların ve Hz. Muhammed’in ger­çek peygamber olduğunu bilmelerine rağmen nübüvvetini tasdik etmeyen Ehl-i kitap’ın mümin sayılması gerekir. Hal­buki Kur’an’da gerçeği tasdik etmemek­te direnen münafıklarla Ehl-i kitap kâ­fir statüsünde tutulmuştur, Yine Kur’an’da, gerçeği dilleriyle ik­rar etmelerinin karşılığı olmak üzere Ehl-i kitap’tan bazılarının cennetle mü-kâfatlandırıldığının bildirilmesi, dille ikrarın imanın unsurların­dan biri olduğunu gösterir. Bununla birlikte Ebû Hanîfe’-nin, mümin vasfını kazanmak için mari­fet ve tasdiki yeterli görmesini dikkate alarak ma­rifet ve tasdiki aslî, ikrarı da tâli birer unsur olarak gördüğünü söylemek müm­kündür. Zira ona göre dil ile ikrar dün­yevî hükümlerin uygulanması için ge­reklidir. Baskı altında İnandığının aksini ifade eden kimsenin mümin kabul edil­mesi de bunu göstermektedir. Ebû Ha-nîfe’nin bazı ifadelerinden anlaşıldığına göre kalben tasdik imanın aslî unsurunu teşkil ettiğinden imanda artma ve eksilme olmaz; dola­yısıyla peygamberler ve melekler dahil bütün müminlerin imanı aynıdır veya bir­birinin benzeridir. Onun, imanın artıp ek-sileceği telakkisini benimsediği nakle-diliyorsa da bu rivayet iman hakkındaki umumi telakkisine aykırı düşmektedir. Çünkü imanda artma ve eksilme olabil­mesi için amelin onun unsurlarından bi­rini teşkil etmesi gerekir. Halbuki Ebû Hanîfe’ye göre amel imanın bir cüzü ol­mayıp dinî hayatta imandan sonra yer alan bir unsurdur. Kişi namaz kılıp oruç tuttuğundan dolayı Allah’a ve Peygam-ber’e inanmış değildir, aksine Allah’a ve Peygamber’e iman ettiği İçin namaz kılıp oruç tutar ve diğer ilâhî buyrukları yerine getirir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’-de kişiden önce iman etmesi, sonra da iyi işler yapması istenmek suretiyle iman amelden ayrı tutulmuştur. Hayız ve nifas ha­lindeki kadınlardan bazı farzların sakıt olması da bunun delillerinden birini teşkil eder.

Ebû Hanîfe’ye göre günah işlemek mümini imandan çıkarmaz. Çünkü Kur’­an’da, zina eden ve adam öldürenlerden iman vasfı nefyedilmemiş, zerre miktarı ha­yır işleyenlere bunun karşılığının verile­ceği bildirilmiştir. Hz. Ali de kendisiyle savaşanları mümin olarak adlandırmış­tır. Eğer günah işlemek mümini iman­dan çıkarmış olsaydı şirkten sonra gü­nahların en büyüğü sayılan adam öldür­me fiilini işleyenleri Hz. Ali’nin kâfir ka­bul etmesi gerekirdi. Bu aynı zamanda ashabın telakkisini de yansıtmaktadır. Müminlerin günah­ları sebebiyle âhirette tâbi tutulacakları muamele ise Allah’a bırakılmalıdır; di­lerse affeder, dilerse azaba uğratır. Buna göre sadece peygamberlerin ve nas-larda haklarında açıklama bulunan kim­selerin doğrudan cennete gireceklerine hükmedilebilir. Mümin bir kimsenin ka­rarlı bir ifade ile, “Ben gerçekten mü­minim” demesi gerekir; zira iman şüp­he kabul etmez. Hz. İbrahim’in İmanını bu şekilde ifade etmesi bunun bir delilidir.

7- Tekfir. Ebû Hanîfe’ye göre insanlar kendi beyanlarına, ibadet şekillerine ve dinî alâmet sayılan kıyafetlerine bakıla­rak tekfir edilebilirler. Mümin olduğunu söyle­mekle birlikte ilâhî sıfatları inkâr eden veya bunları yaratıkların sıfatlarına ben­zeten, kadere inanmayan, Kur’an’da açık­ça belirtilen hükümleri kabul etmeyen, günah işlemeyi helâl sayan ve Kur’an’ın bir harfini bile inkâr eden kimse tekfir edilir. Ancak Kur’anı tefsir veya te’vil ederek hükümler çıkaran, yahut Hz. Pey­gamber’e nisbet edilen hadislere daya­lı bazı itikadî hususları benimsemeyen kimse tekfir edilemez. Bazı kaynaklarda, Ebû Hanî-fe’nin Kur’an’ı farklı şekillerde te’vil eden muhaliflerini tekfir ettiği nakledilirse de bu onun tekfir konusundaki müsamahakâr tutumuna aykırıdır. Bu duruma göre tek­fir ettiği kimse hükmü apaçık olan bir esası inkâr etmiş olmalıdır. Ebû Hanî­fe’ye göre Hz. Peygamber’in ebeveyni kâ­fir olarak değil fıtrat üzere ölmüştür. Her ne kadar bazı kaynaklarda bunun aksini ifade eden bir görüş kendisine nisbet edilmişse de bunun bazı risâlele-rindeki istinsah hatasından kaynaklan­dığı tesbit edilmiştir.

8- İmamet. Devlet başkanının, mümin­lerin bir araya gelip istişarede bulun­maları yoluyla seçilmesi gerektiğini ka­bul eden Ebû Hanîfe’ye göre Hz. Ebû Bekir ve Ömer’den sonra Hz. Ali asha­bın en faziletlisidir; muhalifleriyle olan anlaşmazlıklarında da haklıdır. Hilâfete, idareyi zorla ellerine geçiren Emevî ve Abbâsîler’in değil üm­metin işlerini düzeltmek isteyen Ali ev­lâdı daha lâyıktır. Bu kanaatine bağlı ola­rak Ebû Hanîfe, İmam Zeyd’in ve Ehl-i beyt’e mensup kişilerin mevcut idareye karşı giriştiği mücadeleleri meşru ka­bul etmiş, hatta onlara destek vermiş­tir. Fakat buna dayanarak bazı Şiî yazar­ların iddia ettiği gibi Şîa’nın İmamet anlayışını be­nimsediğini söylemek mümkün değildir. Zira Ebû Hanîfe imameti nasla Ehl-i beyt’e verilmiş bir hak olarak görmemiş, sadece döneminde Ehl-i beyt’e mensup olanları imamete diğerlerinden daha lâ­yık kabul etmiştir. Buna karşılık onun, ashabın faziletini fiilî bir durum olan hilâfet sırasına göre değer­lendirmek gerektiği ve zorla da olsa ida­reyi eline geçiren halifeye itaatin lüzum­lu olduğu kanaatini taşıdığı da nakledil­mektedir. Ancak Ebû Hanîfe’nin Hz. Ali’­ye ve evlâdına karşı bir temayülü bulun­duğu sezilmekte ve idareyi zorla eline geçirenlere karşı direnen Ehl-İ beyt men­suplarına destek verdiği herkesçe ka­bul edilmektedir.

Kendi risâleleriyle hakkında bilgi ve­ren kaynakların incelenmesinden anla­şıldığına göre İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe İslâm dünyasında meydana gelen siya­sî, fikrî ve İtikadî zümreleşmeler sonun­da Kur’ân-ı Kerîm’e ve ona aykırı olma­yan sahih hadislere dayanıp İslâm akai­dini belirlemeye çalışan erken devir mü­tefekkirlerinin başında yer almıştır. Nak­lin yanında aklı ihmal etmemiş, itikadî meseleleri açıklamak için aklî kıyaslar yapmış, düşüncesini Kur’an, sahih hadişler ve ashabın ileri gelenlerinin anla­yışları şekillendirdiği için yabancı kül­türlerin tesirinden uzak kalmıştır. İslâm akaidinin ana meseleleri etrafındaki gö­rüşleri âlimler arasında büyük yankılar uyandırmış, bu görüşlerin büyük bir kıs­mı, başta Mâtürîdiyye olmak üzere Se-lefıyye ve Eşa’riyye âtimlerince benim­senerek geliştirilmiştir. Mülhidlere kar­şı Allah’ın varlığını ispatlamak için baş­vurulan ve esaslarına Kur’ân-ı Kerîm’de işaret edilen, daha sonra “ihtira'” ve “inayet” diye adlandırılan aklî delilleri bilindiği kadarıyla ilk defa o kullanmış, âlemin “lâ min şey'”den yaratıldığını söy­lemiş, ayrıca Allah’a “şey’iyyet” izafe ede­rek bir anlamda haricî mevcudiyeti bu­lunduğuna yine ilk defa o temas etmiş­tir. Ebû Hanîfe, zât-sıfat ayırımı yapa­rak ilâhî sıfatları muhtemelen ilk defa zatî ve fiilî kısımlarına ayırıp hepsinin kadîm olduğunu savunmuş, böylece Cehmiyye ve Mu’tezile’nin sıfat anlayışını reddetmiştir. Bir taraftan haberi sıfat­lara “bilâ keyf” iman edilmesi gerekti­ğini söylemek suretiyle Selefe öncülük etmiş, diğer taraftan bunların bir kıs­mını üstü kapalı, bir kısmını da açıkça te’vil ederek teşbih ve ta’tîl akîdesine alternatif bir görüş ortaya koymuştur. Ebû Hanîfe, halku’l-Kur’ân konusunda Cehmiyye ve Haşviyye arasında mutedil bir görüşü savunarak daha sonra Ehl-i sünnet kelâmcılarınca yapılan lafzî ve nefsî kelâm ayırımına zemin hazırlamış­tır. Kadere imanı gerekli görüp kulun iradesiyle fiil yapma gücüne sahip kılın­dığını kabul etmiş, İnsanın mümin iken kâfir, kâfir iken mümin olabileceğini söy­leyerek cebir anlayışından uzaklaşmış, İmanı tasdik, marifet ve ikrar unsurla­rına dayandırmakla iman için marifeti yeterli gören Cehmiyye’yi ve sadece ikra­rı kâfi gören anlayışları reddetmiş, ame­lin imandan ayrı olduğunu ve dolayısıy­la artıp eksilmeyeceğini ortaya koymak­la da Selefıyye, Mu’tezile ve Havâric’e muhalefet etmiştir. Böylece akaidin ana meselelerinde mutedil bir itikadî siste­min temellerini atarak çoğunluğun men­sup olduğu Ehl-i sünnet mezhebinin oluşmasına öncülük yapmıştır. Nitekim imanın artıp eksilmesi, iman-İslâm iliş­kisi, imanda istisna gibi önemsiz sayıla­bilecek bazı hususlar dışında Mâlik b. Enes, Şafiî, Ahmed b. Hanbel onun gö­rüşlerini paylaşmışlardır.

Ebû Hanîfe’nin akaide dair görüşleri­ni Ebû Ca’fer et-Tahâvî daha çok Selef anlayışı çerçevesinde, Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ise kelâm statüsü İçinde açık­layıp yaymışlardır. Daha sonra Mâtürî-dFyi takip eden âlimlerce geliştirilen bu muhteva günümüze kadar taşınmış ve Mâtürîdiyye adıyla meşhur olmuştur. Os­manlı kazaskerlerinden Beyâzîzâde Ah­med Efendi, Ebû Hanîfe’nin akaid risale­lerini Önce el-Uşûlü’1-münîfe H’I-İmâm Ebî Hanîfe adlı eserde kelâmî tertibe göre düzenleyip bir araya getirmiş, ar­dından da İşârâtü’l-meram min ibârâti’1-İmam adlı kitabıyla bunu şerhetmiştir. Ebü Hanîfe’nin iti­kadî cephesini İnâyetullah İblâğ el-İmâ-mü’1-a’zam Ebû Hanîfe el-mütekellim adlı eserinde, Muhammed Ebû Zehre Ebû Hanîfe adlı kitabının bir bölümün­de, Ebü’l-Hayr Muhammed Eyyûb Ali de cAkidetü’l-İslâm ve’I-İmâm el-Mâtü-ridî isimli çalışmasının yarısına yakın kıs­mında incelemiştir. İbnü’s-Sübkî, Ebû Hanîfe ile Ebü’l-Hasan el-Eş’arî arasın­daki İhtilâflar hakkında Manzûmetü’n-nûniyye fil-‘akü id {Kaside fi’I-ihtilâf beyne Ebî Hanîfe ve’I-Eşart) adıyla bîr risale yazmış Ali el-Kâ-rî Edilletü muctekadi Ebî Hanîfe fî hak­kı ebeveyi’r-Resul adlı risa­lesinde, Ebû Hanîfe’nin Hz. Peygamber’in ebeveyninin imanı konusundaki görüş­lerini delillendirmiş, Debbağzâde Meh-med Efendi Risale fî beyânı kavli Ebî Hanîfe, Saçaklızâde Mehmed Risale fî tavzihi kavli Ebî Hanîfe, Dârendeli Muhammed b. Ömer Risale fî îzâhı kavli Ebî Hanîfe adlı risalelerinde iman konusun­daki görüşlerine açıklık getirmeye çalış­mışlardır.

Ebû Hanîfe, imanın artıp eksilmeye­ceği ve bütün müminlerin imanının ben­zer olduğu, bu sebeple de kişinin, “Ben inşallah müminim” değil. “Ben hakkıyla müminim” demesinin gerektiği tarzın­daki görüşlerinden ötürü Selef akîdesi­ne mensup hadis âlimlerince şiddetle eleştirilmiştir. Ayrıca bunlar, yalancı ka­bul edilen bazı râvilerin nakillerine da­yanarak Ebû Hanîfe’nin İbn Ebû Leylâ, Süfyân es-Sevrî gibi âlimler tarafından iki defa küfürden tövbe etmeye davet edildiğine ve bid’atçı olduğu için görüş­lerine itibar edilmeyeceğine ilişkin riva­yetlere de eserlerinde yer vermişler, onu bazan Cehmiyye’ye, bazan da Mürcie’ye nisbet etmişlerdir.

Mevcut kaynaklara göre Ebû Hanîfe’-yi tenkit edenlerin başında Buhârî gel­mektedir. Buhârî el-Câmicu’ş-şahîh’i-nin bab başlıklarında isim zikretmeden, “Kale ba’zu’n-nâs” (insanlardan biri şöy­le dedi) ifadesini kullanarak Ebû Hanî-fe’yi tenkit etmiş, diğer eserlerinde de onun İslâm dinine zarar veren Mürcie’ye mensup olduğuna ilişkin rivayetleri zikretmiştir. Hadis-çilerden İbn Hibbân, Ebû Hanîfe’nin aley­hindeki zayıf rivayetleri naklettikten son­ra hakkında görülen rüyalara dayanıp onu akîdesi bozuk bir kişi olarak göster­meye çalışmıştı Muhaddislerin Ebü Hanîfe’yi eleş­tirmesinde, nakil yanında akla da baş­vurmasının etkili olduğu kabul edilmek­tedir. Esasen bunların, yalancılıkla itham edilen râvilerin nakillerine dayanarak Ebû Hanîfe’yi kötülemeleri kendi metot­larına aykırıdır, rüyalara başvurmalarının ise hiçbir ilmî değeri yoktur. Zâhid Kev-serî, bu rivayetlerin Ebû Hanîfe’ye mu­halif olan ehl-i bidat mensuplarının gay­retiyle uydurulup yayıldığını kabul eder. Mezhep tarihçile­rinden Ebü’t-Hasan el-Eş’arî, Ebû Ha­nîfe’yi Mürcie’nin dokuzuncu fırkasının kurucusu olarak göstermiş, Nevbahtîve Ebû Hatim er-Râ-zî de onu Mürcie’nin Amr b. Kays el-Mâ-sır’ın (el-Mâzır) öncülüğünü yaptığı Mâ-sıriyye (el-Mâzıriyye) fırkasına mensup biri olarak tanıtmışlardır. Âlimler ara­sında Ebû Hanîfe’nin Mürcie’ye nisbet edilişini, bu mezhebin mensuplarından Gassân el-Kûfî tarafından yapılan bir ri­vayete bağlayanlar bulunduğu gibi bu­nu Ebû Hanîfe’nin iman görüşüyle irti-batlandıranlar da vardır. İkinci gruba gö­re Ebû Hanîfe, günah işleyenlerin mü­min olduğunu savunup akıbetlerini âhi-rete bırakması veya Allah’ın iradesine havale etmesi (irca) sebebiyle ilk defa Hâricîler’den Nâfi’ b. Ezrak, daha sonra da Mu’tezile âlimleri tarafından mürciî olarak nitelendirilmiş, bu sebeple mez­hep tarihçileri de bunlara uyarak onu Mürcie’den göstermişlerdir. Gerçi Ebû Hanîfe’nin akaid risalelerinde “irca” te­rimi, günah işleyenlerin akıbetini ilâhî iradeye havale etme anlamında kulla­nılmıştır. Ancak bunun mezhepler tarihi kaynak­larında tarifi yapılan ve iman eden kişi­ye günah işlemenin hiçbir zarar vermediğini temel görüş olarak benimseyen Mürcie ile bir ilgisi yoktur, öyle olsaydı akidesini benimseyip nakleden Öğrenci­leri de aynı görüşü savunurlardı. Halbu­ki onlar Mürcie’yi eleştirmişlerdir. Ebû Hanîfe’nin, günah işleyenlerin mümin ol­duğuna dair görüşünün Selefıyye de da­hil olmak üzere bütün Ehl-i sünnet’çe benimsendiği dikkate alınırsa onun Mür-cie’ye nisbet edilişinin, mezheplerle ilgili kavramların o devirde henüz yerleşme­mesinden kaynaklandığı ortaya çıkar. Esasen Ebû Hanîfe döneminde yeni te­şekkül etmeye başlayan Ehl-i sünnet mezhebi için bu ad henüz kullanılmadı­ğından akaid meselelerinin her biriyle ilgili olarak Ehl-i sünnet âlimlerine fark­lı İsimlerin verildiği de bilinmektedir. Ni­tekim Mutezile âlimleri, İlâhî sıfatlara ilişkin görüşlerinden dolayı Ehl-i sünnet âlimlerine Müşebbihe, kulların fiilleri ve kadere dair görüşlerinden ötürü Mücbi­re veya Cebriyye adını vermişlerdir. Mâ-türîdî de insanların irade hürriyeti ve fi­il yapma gücü bulunmadığını savunan ve dolayısıyla kulların bütün fiillerini ilâ­hî irade ve kudrete havale edenlere Mür­cie demektedir. Ebû Ha­nîfe’nin iman hakkındaki tarifini eleşti­ren İbn Hazm, onu Mürcie içinde Ehl-i sünnet’e en yakın âlim olarak kabul eder. Şehristânî ise Ebû Hanîfe’nin, günah işlemenin mümi­ne zarar vermediğini ve imanın yeterli olduğunu iddia eden Mürcie’den sayıl­madığını belirtmiş, aksine günah işle­yen kişinin Allah’ın azabından korkması gerektiğini savunduğundan onu Ehl-i sünnet Mürciesi’nden kabul etmiştir. Ebû Hanîfe’nin Cehmiy-ye’den sayılması da isabetli değildir. Zira Müşebbihe ve Haşviyye’ye mensup âlim­lerin ilâhî sıfatlar konusunda tenzihi be­nimseyen herkesi Cehmiyye’ye nisbet ettiği bilinmektedir. Ayrıca Ebû Hanîfe’­nin Cehmiyye’yi şiddetle tenkit ettiği sa­hih rivayetlerle sabittir.

Zâhid Kevserî, Hatîb el-Bağdadî’nin Ebû Hanîfe hakkında naklettiği bilgile­re güvenilemeyeceğini ispat etmek için Te’nîbü’l-Hatîb calö mâ sâkahû fî ter-cemeti Ebî Hanîfe mine’l-ekâzîb adıy­la bir eser yazmış, Abdurrahman b. Yah­ya el-Yemânî el-Muallimî Ta’lîkötü’t-tenkîl bi~mö fî Te’nîbi’l-Kevserî mi-ne’î-ebâül adlı kitabında Kevserfye ce­vap vermiş. Kevseri de buna et- Terhîb bi-nakdi’t-Te’nîb adlı eseriyle karşılık vermiştir. Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf’ın Kitâb zalâ Dırâr ve Cehm ve Ebî Hanîfe ve Hafş fi’1-mahlûk’u ile Şeyh Müfîd’in Risale fi’t-teşnî calâ Ebî Hanîfe’si de Ebü Hanîfe’yi eleştiren eserler­dendir.

Bibliyografya:

Ebû Hanîfe. el-cAlim üe’l-müte’allim (nşr. M. Zâhid Kevserî, trc. Mustafa Öz, imam-ı Aza­mın Beş Eseri içinde), İstanbul 1981, s. 11-33; a.mlf., el-Fıkhü’l-ebsat{a.e. içinde), s. 37-54; a.mlf.. el-Fıkhul-ekber (a.e. içinde), s. 58-64; a.mlf., er-Risâte (a.e. içinde), s. 67-69; a.mlf.. et-Vaşıyye (a.e. içinde), s. 72-75; et-Mu-uatta*. “Kader”, 14; Buhârî. “îmân”, 36; a.mlf.. et-Târîhu’l-kebîr, Vlll, 81; a.mlf.. et-Târîhu’ş-şağir, 11, 43, Î00, 230; Tirmizî. “îmân”, 4; Dâri-mî. er-Red ‘ale’I-Merisi, s. 15; Nevbahtî. Fıra-ku’ş-Şfa, s. 7, 10, 14; Ebü Hatim er-Râzî, Ki-tâbü’z-ZIne Fuat Sezgin (GAS

2- İbn Ebû Şeybe, Rudûd calâ Ebî Hanîfe.

3- Hüse­yin b. Ali es-Saymerî, Ahbâru Ebî Ha­nîfe ve aşhâbih.

4- İbn Abdülber en-Nemerî, ei-İntikÖ fî feza3 Hi’ş – şelâseti’l – e imme-ti’1-fukahâ.

5- Muvaffak b. Ahmed el-Mekkî el-Hârizmî, Menâkı­bü Ebî Hanîfe.

6- îsâ b. Ebû Bekir b. Ey-yûb, es-Sehmü’1-muşîb fi’r-red cale’I-Hatîb.

7- Sıbt İbnü’l-Cevzî, el-İntişâr ve’t-tercih li – mezhebi ş – şahîh (Kahire, ts.).

8- Zehebî, Menâkıbü Ebî Hanîfe.

9- Bezzazı. Menâkıbü’1-İmâmi’l-Aczam Ebî Hanîfe.

10- Sü-yûtî, Tebyîzü’ş-şahîfe iî menâkıbi’l-İmâm Ebî Hanîîe.

11- Şâmî, ‘Uküdü’l’CÜmân fî me­nâkıbi Ebî Hanîfe en-Nucmân.

12- İbn Hacer el-Heytemî, el-Hayrâtü’l-hisân menâkıbi7-İmâmi7 -Aczam Ebî Hanîfe en-Nu’mân.

13- Ali el-Kârî, Menâ/abü7-/md-mi’1-A’zam.

14- Mu­hammed Murtazâ ez-Zebîdî, cöküdü’î-cevâhinl-münîfe fî edilleti mezhebi’1-İmâm Ebî Hanîfe.

15- Nûreddin Mustafa b. Muhammed Emîn el-Hüseynî, el-Metâ-libü’l-münîfe fi’z-zebbi cani’]-İmâm Ebî Hanîfe.

16- M. Zâhid Kevserî, en-Nüketü’t-tarîfe ii’t-tehaddüş can rudûdi İbn Ebî Şeybe alâ Ebî Hanîfe; Akvemü’i-mesâlik fî bahsi rivayeti Mâlik can Ebî Hanîfe; Te’nîbü’l-Hatîb calâ mâ sâkahû fî tercemeti Ebî Hanî­fe mine’l-ekâzîb.

17- Abdülevvel el-Kanpûrî, en-Ne-vâdirü 7 -münîfe bi – menâkıbi ‘1 – İmâm Ebî Hanîfe.

18- Muham­med Ali b. Gulâm Muhammed, el-Ce-vâhirü’l-erbaba.

19- Abdülkuddûs el-Kâdirî el-Bengalûrî, Tezkiretü’n-Nu’mân.

20- Ahmed Reşid Paşa, İmâm-ı A’zamın Siyâsî Terceme-i Hâli.

21- Şemseddin Sivâsî, Me-nâkıb-ı İmâm-ı Azam.

22- Zafer Ahmed et-Tehânevî, Ebû Hanîfe ve aşhâbühü’l – muhaddi-şûn.

B- Yazma Olanlar.

1- Abdullah b. Hüseyin en-Nâsihî, el-Muhtelef beyne Ebî Hanîfe ve’ş-Şâfi’î.

2- Ebû İs-hak eş-Şîrâzî. el-Muhtaşar fî ma’htele-ie fîhi Ebû Hanîfe ve’ş-Şâfi’î.

3- Ebü’l-Fazl Bekir b. Muhammed ez-Zerencerî, Menâkıbü Ebî Hanîfe.

4- Sadreddin Muvaffak b. Muhammed el-Hâssî. el-İbâne fi’r-red caîâ men şen-ne’a calâ Ebî Hanîfe.

5- Şem-süleimme el-Kerderî, er-Red calâ men yücânidü Ebû Hanîfe ve aşhâbeh Sü­leymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 779; eserin diğer adlan: el-Feuâ3 idil’i- mühim-me fi’z-zebbi can Ebî Hanîfe, er-Red ue’l-intişâr li-Ebî Hanîfe İmâmi fukahâ’i’l-em-şâr, Sezgin. Gazzâlî’nin el-Menhûl’öekı görüşlerine cevap ma­hiyetindedir.

6- Abdülazîz el-Buhârî, Ri­sale fî tahp’eti’l-İmâmi’l-Ğazzâlî Ebâ Hanîfe.

7- Bâbertî, en-Nüketü’z-za-rîfe fî tercihi mezhebi Ebî Hanîfe.

8- Ebü’l-Kâsım Abdülalîm b. Ebû Kasım, Kalâ’idü cuküdi’d-dürer ve’1-İkyân fî menâkıbi Ebî Hanîfe en-Nu’mân.

9- Ali el-Kârî, Risale fi’r-red calâ men zeyyefe mezhebe Ebî Hanîfe. İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynrnin Hanefî mezhebine karşı ten­kitlerine cevap olarak kaleme alınmış­tır.

10- Şehâbeddin Ahmed b. Muham­med el-Hamevî, Tezhîbü’ş-şahife bi-nuşreti’l – İmâm Ebî Hanîfe.

11- Ebü Ca’fer Ahmed b. Abdullah eş-Sirmâzî, Risale fi’1-cevab can i’tirâiâti’l-mu­halifin li-Ebî Hanîfe.

12- Mu­hammed b. Muhammed b. Bilâl, Risale fî tercihi mâ zehebe ileyhi Ebû Hanî­fe.

13- İbrahim b. Hüseyin b. Ahmed Pîrîzâde, Risale fî mezhebi’î-imâm.

14- Müstakim-zâde Süleyman Sa’deddin b. Muhammed, Menâkıb-ı îmâm-ı Azam.

15- Ebü’l-Abbas Ahmed b. Salt el-Hımmânî, Faşl fî me­nâkıbi Ebî Hanîfe. Ebû Hanîfe’nin me-nâkıbına dair yazılan ilk eser olarak bilinir.

16- Atfk b. Dâvüd el-Yemânî, Kitâ-bü’1-Beyân ve’1-burhân fî cümelin nün fezâ’ili’I-İmâmi’l-A’zam.

17- Ha-tîb el-Bağdâdî, Menâkıbü i-İmâmi1-Azam.

18- Ebü’l-Kâsım Abdullah b. Mu­hammed es-Sa’dî, Feza 3ilü Ebî Hanîîe.

19- Şemsüleimme el-Kerderî, el-Fevâ’i-dü’1-mühimme fi’z-zeb can Ebî Hanî­fe {er-Red oe’l-intisâr li-Ebî Hanîfe imâmi fukahâ^i’l-emşâr). Gazzâlî’nin el-Men-hûl’deki görüşlerine cevap mahiyetinde­dir.

20- Ebü’l-Hasan ed-Dîneverî. Menâ­kıbü Ebî Hanîfe ve aşhâbih.

21- Mu­hammed b. Muhammed b. Nakîb, Me-nâkıbü’1-İmâm Ebî Hanîfe.

22- Ebü’l-Leys Muharrem b. Muhammed ez-Zeylaî, Menâkıbü Ebî Hanîfe ve şâhıbeyh Ebî Yûsuf ve Muhammed b. Hasan.

23- Nûh b. Mustafa er-Rûmî, ed-Dünü’1-mu-nazzam fî menâkıbi1- İmâmi7-Aczam. 24. Abdülgafûr b. Hüseyin b. Ali el-Elmaî. Mendkibü Ebî Hanîfe.

C- Son Dönemde Yapılan Çalışmalar.

1- Seyyid AfTfî, Hayâtü’1-İmâm Ebî Hanî­fe.

2- Abdülhalîm el-Cündî. Ebû Hanîfe batalü’l-hürriyye ve’t-te-sâmüh fi’1-İslâm.

3- M. Ebû Zehre, Ebû Hanîfe hayâtühû ve casru-hû-ârâ’ühû ve fıkhuh. Eser Osman Keskioğlu tarafından Ebû Hanîfe adıyla Türkçe’ye tercüme edilmiştir.

4- M. Yûsuf Mû-sâ, Ebû Hanîfe ve’l-kıyemü’l-insâniy-ye.

5- Muhammed Şiblî Nu1-mânî, Sîret-i Nu’mân. Urduca olan eser, M. Hadi Hussain tarafından İmam Abu Hanifah Life and Work adıyla İngiliz­ce’ye tercüme edilmiştir.

6- Ömer b. İshak el-Hindî, el-Ğunetü’i-münîfe fî tahkiki’!-İmâm Ebî Hanî­fe.

7- M. Rızâ el-Hakîmî. Levle’s -senetân le -heleke’n – Nu cmân (İbaskı yeri yok|, 1985).

8- Habîb Ahmed Kîrânevî, Ebû Hanîfe ve aşhâbüh.

9- Vehbî Süleyman Gâvecî, Ebû Hanîfe en-Nucmân imâmü e’imme-ti’1-fukahâ.

10- İnâyetullah İblâğ. el-İmâmül-A^zam Ebû Hanîfe el-mütekeilim.

11- Mustafa eş-Şek’a, el-İmâmül-Aczam Ebû Hanîfe en-Nucmân.

12- Şâkir Zîb Feyyaz, Ebû Hanîfe beyne’1-cerh ve’t-ta’dîl (yüksek lisans tezi, 1976, Mekke Câmiatü Ümmilkurâ).

13- Hilmi Merttürkmen, Buhârî’nin Ebû Ha-nîfe’ye İtirazları (doktora tezi, 1976, Ata­türk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi).

14- Adil Bebek, İslâm Akaidinde Ebû Hanife ve el-Fıkhü’1-ebsat.

15- Mustafa Uzunpostalcı, Ebû Hanife’nin Hayatı ve İslâm Fıkhmdaki Yeri (doktora tezi, 1986, SÜ Sosyal Bilim­ler Enstitüsü).

16- Mahmood Hüseyin Ali, Ebû Hanife’nin İslâm Hukuka ile İl­gili Temel Görüşleri (doktora tezi, 1988, İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü).

17- İsmail Hakkı Ünal. İmam Ebû Hanîfe’nin Ha­dis Anlayışı ve Hanefî Mezhebinin Hadis Metodu (doktora tezi, 1989, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü).

Kaynaklarda Ebû Hanîfe ile ilgili ola­rak yazıldığı bildirilen, ancak nüshaları­na henüz rastlanmamış olan bazı eser­ler de şunlardır: Ebû Ca’fer et-Tahâvî, Menâkibü Ebî Hanîfe; Ebü’l-Kâsım Mu-hammed b. Hasan b. Ke’s, Tuhfetü” s-sul­tân fîmenâkıbi’n-Nu’mân; Ebü Yahya Zekeriyyâ b. Yahya en-Nîsâbûrî, Menâkı-bü Ebî Hanîfe; Abdullah b. Muhammed es-Sebezmûnî, Keşfü’l-âşâri’ş-şerife fî menâkıbi Ebî Hanîfe; Yûsuf b. Ahmed el-Mekkî es-Saydelânî, Menâkıbü Ebî Hanîfe; Zahîrüddin el-Merglnânî. Menrî-kıbü Ebî Hanife; Muhammed b. Ahmed eş-Şuaybî, Menâkıbü’n-Nu’mân; Cârul-lah ez-Zemahşerî, Şekâ^iku’n-nu’mân fî menûkıbi’n-Nu’mân-, Kureşî, ed-Dürerü’l-münîie îi’r-red calâ İbn Ebî Şeybe Cani’î-İmâm Ebî Hanîfe ve el~ Bustân fî menâkıbi’n-Nu’mân (müel­lif el-Ceuâhirü’l-mudıyyede |I, 49-63] ikin­ci eserin Özetini vermektedir); Ebü’l-Kâ­sım Abdülalîm b. Ebû Kasım, er-Ravza-tü’l’Câliyetü’l-münîfe fî menâkıbi’l-İmâm Ebî Hanîfe; Şeyh Ebû Saîd, Me-nâkıb-ı İmâm-ı A’zâm (Farsça); Osman-zade Tâib Ahmed, Menâkıb-ı İmâm-ı A’zam (Türkçe). (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Ebu Hanife maddesi)

This entry was posted on Pazar, Aralık 7th, 2008 at 13:47 and is filed under MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz