-
7th Aralık 2008

Ehl-i Bidat

posted in MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR |

EHL-İ BİD’AT

Asr-ı saâdet’ten sonra ortaya çıkmış, şer’î bîr delile dayanmayan bazı inanç ve davranışları benimseyen gruplar anlamında bir tabir.

Sözlükte “dinle ilgili olarak yeni görüş ve davranışları benimseyenler” anlamı­na gelen ehl-i bid’at (ehlü’l-bid’a, çoğu­lu ehlü’1-bida’), terim olarak farklı şekil­lerde yorumlanmakla birlikte Ahmed b. Hanbel, Ebü’l-Hasan el-Eş’arî, İbn Hazm, Şehristânî ve Süyûtf gibi âlimlerce yapı­lan tariflerde genellikle ortak nokta “sün­netin terkedilmesi”dir. Buradaki “sün­net”. Resûlullah ile ashap topluluğunun İslâm’ın inanç ilkeleri demek olan akaid alanında takip ettikleri yol anlamına ge­tir. Buna göre ehl-i bid’at, “aklı esas alıp nasları te’vil etmek suretiyle Hz. Pey-gamber’den sonra sünnete aykırı bazı inanç ve davranışları benimseyenler” şek­linde tarif edilebilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de ehl-i bid’at tabiri geçmemekle birlikte “b-d-‘a” kökünden türeyen bedî\ bid’ ve ibtidâ’ kelimeleri dört âyette yer almıştır. Bu âyetlerin bi­rinde, Allah tarafından farz kılınmadığı halde Hz. îsâ’dan sonra hıristiyanlarca ruhbanlığın icat edildiği belirtilerek bir anlamda bunu yapanlar bid’at ehli olarak kabul edilmiştir. Diğer İki âyette bedf kelimesi. Allah’ın gökleri ve yeri örneksiz bir güzellikte yarattığı­nı, bid1 ise Hz. Peygamber’in risâlet ve nübüv­veti ilk defa icat eden kişi olmadığını belirtmek için kullanılmış­tır. Bir rivayete göre İbn Abbas, kıya­met günü bazı kimselerin yüzlerinin ka­raracağını haber veren âyette kastedilenlerin ehl-i bid’at olduğunu söylemiştir. Şâtıbî, müteşâbih âyetleri te’vil edenlerin kalplerinde sa­pıklık bulunduğunu ifade eden âyetin, Şevkânî de Allah’ın âyet­lerini alay konusu yapan müşriklerden bahseden âyetin ehl-i bid’ata işaret ettiğini kaydetmişlerdir. Ancak bu âyetlerin müslümanlan değil kâfirleri konu aldığı düşünülürse yuka­rıdaki görüşlerin indî telakkiler niteli­ğinde olduğu ortaya çıkar.

Hadis literatüründe bid’at kavramı­nın geniş bir şekilde yer aldığı dikkati çekmektedir. Konuyla ilgili rivayetlerde sonradan ortaya çıkan her şeyin bid’at, her bid’atın ise sapıklık olduğu belirtil­miş, ayrıca çe­şitli gruplara ayrılmak suretiyle dinleri­ni parçalayanların bid’at sahibi oldukları ve böylelerinin töv­be ve ibadetlerinin kabul edilmeyeceği ifade edilmiştir. Ancak bu rivayetlerin bir kısmı is-nad, bir kısmı da metin bakımından za­yıf görülmüştür. Bu ko­nuya dair literatürden anlaşıldığına gö­re ehl-i bid’at tabiri lafız olarak hadis­lerde geçmemekte, fakat müteahhir ba­zı kaynaklarda Hz. Peygamber’e nisbet edilen rivayetlerde bu tabire rastlanmak­tadır. Hatta bunların bir kıs­mında ehl-i bid’ata ilişkin hadislerin mü-tevâtir olduğu iddialarına bile yer veril­miştir. Ayrıca kaynaklarda ashabın ileri gelen­lerinden Muâz b. Cebel, İbn Mes’Ûd, İbn Ömer ve İbn Abbas’a, her türlü bid’atla bunları benimseyenlerin tenkidine dair çeşitli rivayetler nisbet edilmiştir. Bu ri­vayetlere göre ashap yeni zuhur eden olaylar karşısında itikadı problemlere dalıp görüş beyan etmekten sakınmış ve müslümanları bu tür görüşlere itibar et­memeleri için uyarmıştır. Hadisleri derle­yen âlimler Kaderiyye, Cehmiyye, Mür-cie, Râfıza (Şîa) gibi fırkaların kınanma­sını konu alan ve Hz. Peygamber’e atfe­dilen rivayetlerle ehl-i bid’atın kastedil­diğini düşünerek bunlan “bid’attan sa­kınmanın lüzumu ve sünnete bağlan­manın gerekliliği” gibi bablarda topla­mışlardır. Kaynaklarda ehl-i bidat karşılığında bazan “ashâbü’l-bida’, ehl-i ehvâ, mübtedia, ehl-i dalâ­let ehl-i zeyğ” gibi tabirler de kullanılır.

Ehl-i bid’at teriminin ne zaman orta­ya çıktığı ve ilk defa kimin tarafından kullanıldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte rivayete göre Hasan-ı Basrî Ehl-i sünnetin yanı sıra ehl-i bid’at tabirini de kullanmıştır. Buna göre söz konusu tabir hicrî I. yüzyılın ikinci yansından sonra ortaya çıkmıştır. Sünnete bağlanıp bid’attan ka­çınmanın gereğine işaret eden rivayet­lerin hadis mecmualarında bir araya ge­tirilmesinden, ayrıca bazı âyet ve hadis­lerin bid’at ehline işaret ettiğine dair açıklamaların kaynaklarda nakledilme­sinden sonra ehl-i bid’at terimi III-IV. (1X-X.) yüzyıllara ait eserlerde fazlaca yer almaya başlamış ve bunların tesiriy­le Ehl-i sünnet âlimlerince Cehmiyye, Havâric, Mürcie, Şîa, Kaderiyye, Mu’te-zile gibi fırkalar ehl-i bid’at olarak ka­bul edilmiştir.

Kaynaklar ehl-i bid’atın ortaya çıkışı­nı genellikle, naslann zahiri mânalarının akla aykırı olduğunu zannedip bunları teVil etmek. Kur’an ve Sünnet hakkın­da yeterli bilgiye sahip bulunmamak, birtakım felsefî görüşleri mutlak doğ­rular olarak kabul edip nasları bunlarla uzlaştırmaya çalışmak, uydurma ve za­yıf hadislere dayanmak, başka dinlerin, siyaset ve kültürlerin tesirinde kalmak. Kur’an ve Sünneti dikkate almayıp şey­tanî telkinlere kapılmak. Kur’an ve Sün-net’i bazı siyasî ve ideolojik görüşler doğ­rultusunda yorumlamaya çalışmak gibi sebeplere bağlarlar.

Hz. Osman’ın şehid edilmesinden son­ra müslümanlar arasında baş gösteren siyasî görüş ayrılıkları yeni bazı itikadı görüş ve anlayışların doğmasına sebep olmuştur. Hz. Ali’nin Kur’an’ın hükmü­ne uymadığını iddia eden bir grup (Ha­ricîler) ortaya çıkarak onu tekfir etmiş, buna karşılık hilâfetin sadece Ali ile ev­lâdının hakkı olduğunu ileri süren Şîa zuhur edip muhaliflerini tekfir etmiş, daha sonra her iki grubun görüşlerini de aşırı bularak Hz. Osman ile Hz. Ali’yi tek­fir etmenin yanlış olduğunu kabul eden Mürcie teşekkül etmiştir. Diğer taraf­tan, I. yüzyılın sonlarına doğru henüz bir kısım sahabenin hayatta iken Ma’bed el-Cühenî iman esaslarından sayılan kaderi inkâr etmiştir. Onun Gaylân ed-Dı-maşkî ve Yûnus el-Esvâri tarafından be­nimsenen bu görüşü hakkında ashap­tan Abdullah b. Ömer’in düşüncesi soru­lunca Abdullah bu tür inançlardan ken­disinin uzak olduğunu söylemiştir. Böylece Kaderiyye’ye ait ayırıcı ilk görüşler belirmeye başlamıştır. Aynı dönemde Ca’d b. Dirhem Kur’an’ın mahlûk olduğunu ve ilâhî sıfatların bu­lunmadığını ileri sürmüş, insana ait her­hangi bir İradenin mevcut olmadığını id­dia eden Cehm b. Safvân onun bu gö­rüşlerini savunup yaymaya çalışmış ve Cehmiyye fırkası ortaya çıkmıştır. Bü­tün bu fikrî hareketler muhafazakâr ço­ğunluk tarafından Kur’an’a, sünnete ve ashabın icmâına aykırı telakki edilerek mensuplanna bid’at ehli nazarıyla ba­kılmıştır. II. {Vill.) yüzyılda Vâsıl b. Atâ ve Amr b. Ubeyd’in öncülüğünde Mu’te-zile hareketi başlamıştır. Bu hareket ilâ­hî sıfatlar, rü’yetullah. İrade hürriyeti, kader, büyük günah (kebîre) işleyenin durumu, âhiret halleri gibi belli başlı iti-kadî konularda yeni görüşler ileri sürüp bunları kelâm adı verilen bir disiplinin çerçevesinde kendine has metotlarıyla temeliendirmeye çalışmıştır. Siyasî gö­rüş ayrılıklarına bağlı olarak ortaya çı­kan Şîa’nın da zamanla temel konular­da Mu’tezile’nin görüşlerini benimseme-siyle ehl-i bid’at daha belirgin bir hale gelmiş oldu. Yine II. yüzyılda başta mü-fessir Mukatil b. Süleyman olmak üzere Hişâm b. Hakem, Hişâm b. Salim gibi âlimler antropomorfist bir ulühiyyet te­lakkisini ortaya koyup savunmuşlar ve Müşebbihe ile Mücessime’nin teşekkü­lüne zemin hazırlamışlardır. Daha sonra Kerrâmiyye’ye mensup bazı fırkalarla Ahmed b. Hanbel’e bağlı olduklarını id­dia eden bir kısım Hanbelîler bu grup içinde mütalaa edilmiştir. Buna göre muhafazakâr çoğunluk dışında oluşan fikrî ve siyasî hareketler Havâric, Şîa, Cehmiyye, Mürcie, Mu’tezile, Cebriyye, Müşebbihe ve Mücessime gibi isimlerle anılan fırkaların teşekkülüne sebep ol­muştur. İslâm dünyasında iç ve dış âmil­lerle meydana gelen ilmî-fikrî gelişme­ler sonunda III. (IX.) yüzyılın ortalarından itibaren yeni yöntemlerin belirlenmesi­ne ve yeni açıklamaların yapılmasına ih­tiyaç duyulmuştur. IV. (X.) yüzyılın baş­larında akaid alanıyla ilgili olarak orta­ya çıkan Eş’ariyye ve Mâtürîdiyye akım­ları bu arayışın bir sonucudur. Muha­fazakâr Selefiyye ile serbest düşünceyi temsil eden Mu’tezile arasında yer alan ve özellikle metot açısından birbirine çok yakın bulunan bu akımlar gittikçe ta­raftar toplayarak çoğunluğun temsilcisi olmuş ve Sünnî kelâm ekolleri olarak var­lıklarını sürdürmüşlerdir.

Hem ilk hem de müteahhir Selef âlim­leri Kur’ân-ı Kerim’de açıkça yer alma­yan, Resûlullah ve ashap topluluğu tara­fından dile getirilmeyen her düşünceyi geniş anlamıyla sünnet dışı saydıkların­dan Sünnî kelâmcılar dahil olmak üzere yukarıda adı geçen bütün grupları ehl-i bid’at olarak kabul etmişlerdir. Meselâ İbn Kuteybe, Ebû Saîd ed-Dârimî, Âcur-rî, İbn Teymiyye gibi Selef âlimleri Mâ­lik b. Enes, ŞâfiT. Ahmed b. Hanbel ve Evzâî gibi müctehid âlimlerden kelâm ilmi aleyhinde nakledilen birtakım rivayetlere dayanarak bütün kelâmcıların bid’at ehli olduğunu söylemişlerdir. Zi­ra bunlann kanaatine göre kelâmcılar naslar arasında çelişki bulunduğunu ve bu sebeple aklî te’villere başvurulması gerektiğini ileri sürerek Kur’an ve Sün­net’e aykırı inançlar benimsemişlerdir. Selefıyye’ye göre Sûfiyye veya Mutasavvife de ehl-i bid’ata dahil olan gruplardandır. Zira sûfîler dinin vâ-zıı tarafından emredilmeyen birtakım zikir ve ibadetleri nerede ise farz telak­ki etmişler, sadece tarikat mensupları­nı kardeş (ihvan) saymak suretiyle müs-lümanların çeşitli gruplara bölünmesi­ne sebep olmuşlardır. İslâm akaidiyle bağdaştırılması mümkün olmayan vah-det-i vücûd ilkesini icat edip savunmuş­lar, şeyhlerinin kabirlerini ziyaretgâh edi­nerek Ölülerden ve kabirlerden medet ummuşlardır. Bütün bunlar dine son­radan girmiş tehlikeli düşünce ve dav­ranışlardır, bunları savunanlar da ehl-İ bidattir.

Mu’tezile âlimleri de ehl-i bid’atın Kur’an’a, sünnete ve hak üzere icmâ edi­len hususlara aykırı görüşleri benimse­yenlerden oluştuğunu kabul etmekle bir­likte kendi kanaatlerinin Kur’an ve Sün-net’e uygun olduğunu, mezheplerine mu­halif düşüncelerin ise sonradan ortaya çıktığını ve dolayısıyla bid’at oluşturdu­ğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre “ce­bir”, “irca” ve “teşbih” gibi kavramlar Emevîler devrinde ortaya çıkmıştır. Ka­derci anlayış, başta Muâviye olmak üze­re siyasî İcraatlarını meşrûlaştırıp halka kabul ettirmek isteyen Emevî yöneticileri tarafından öne sürülmüş ve konuy­la ilgili nasların yanlış yorumlanmasının da etkisiyle zamanla çoğunluğun görü­şü haline gelmiştir. Zira Allah’a isyan edip de, “Bu Allah’ın takdiridir” diyen Kaderiyye ile imanı amelden ayırıp onu sadece kelime-i şehâdeti telaffuz etmek veya bilmekten ibaret sayan Mürcie Hz. Peygamber’e nisbet edilen hadislerde lanetlenmiştir. Bu sebeple Kaderiyye ile kastedilenler kaderi inkâr edenler değil kaderciliği benimseyenlerdir, Mürcie ile kastedilenler de ameli imandan ayıran­lardır ki bunlar Mu’tezile dışında kalan, kendilerine Ehl-i sünnet adını verenler de dahil olmak üzere diğer gruplardır. Ashap devrinden sonra ortaya çıkan Mü­şebbihe Allah’ı kalp, dil gibi organları bulunan ve kelâmını konuşmadan önce kalbinde saklayan bir insana benzettik­lerinden Kur’an’ın mahlûk değii kadîm olduğunu zannetmişler, yine Allah’ı ci­simlere benzettiklerinden dolayı görüle­bileceğini ileri sürmüşlerdir. Mürcie ve Havâric, kebîre sahibinin durumu hak­kında ashabın icmâına muhalif görüşler ortaya atmış. Şîa ise Hz. Ali’nin icraat­larıyla hiçbir şekilde bağdaşmayan yeni görüşler öne sürmüştür. Mu’tezile âlim­lerinin dinî konularda aklı kullanmaları­na ve re’y ile hüküm vermelerine gelin­ce bu daha Önce Ebû Bekir, Abdullah b. Mes’ûd, Muâz b. Cebel gibi sahâbîler ta­rafından benimsenip uygulanmış bir yön­temdir. Şu halde Mu’tezile âlimlerine gö­re kendileri dışında kalan Havâric, Şîa, Mürcie, Mücbire, Müşebbihe (Selefıyye) ve Nâbite. İbnü’l-Murtazâ da İslâmî grup­lar içinde Mu’tezile’nin doğru yolda bulunan en iyi fırka olduğuna dair bir ri­vayeti Hz. Peygamber’e nisbet ederek bu fırkanın ehl-i bid’attan sayılamayacağını demlendirmeye çalışmıştır. Havâric ise müslü-manlar arasında meydana gelen anlaş­mazlığın ilâhî hükümlere göre çözüm­lenmesi gerektiğini savunmuş ve buna karşı çıkanları bid’at ehli kabul etmiştir.

Şîa’yı temsil eden İlk fırkalardan Key-sâniyye’nin kurucusu Muhtar es-Sekafî. başlattığı hareketin “Allah’ın kitabı ile Hz. Peygamber’in sünnetine uyum sağ­lamak. Ehl-i beyt’in intikamını almak ve günahkârlara karşı cihad iiân etmek” amacı taşıdığını ileri sürüp dolaylı ola­rak muhaliflerini ehl-i bid’ata dahil et­miştir. İmâmiyye Şîası ise Ali’nin Hz. Peygamber tarafından ilk ha­life olarak tayin edilmesine rağmen sa-hâbîlerin sünnete muhalefet ederek onun yerine Ebû Bekir’i seçtiğini iddia etmiş­tir. Şîa’nın bu anlayışına göre ehl-i bidat ashap döneminde ortaya çıkmış olup on­ların yolunu takip eden her fırka bid’at çerçevesi içinde kalmıştır.

IV. (X.) yüzyıldan itibaren kurulup ge­lişen, % 9O’dan fazla müslüman çoğun­luğunun tasvibini alan ve bugün de ay­nı durumu koruyan Sünnî kelâm akım­larına göre teşbih veya tecsîm gibi aşırı görüşlere sapmayan bütün Selef âlim­leri, şeriata uygun davranan Sûfiyye ve tabii olarak kendi mezhepleri IMâtürî-diyye, Eş’ariyye) dışında kalan fırkalar ehl-i bid’attır. Ebü’i-Yüsr el-Pezdevî gibi ba­zı Mâtürîdîler’in yanı sıra İbn Hazm Eş’a-riyye’yi, Adudüddin el-îcîgibi bazı Eş’a-rî âlimleri de Eş’ariyye dışındaki mezhep­leri ehl-i bid’attan saymışlarsa da bu tür kanaatler her iki mezhep mensuplarının çoğunlu­ğu tarafından benimsenen genel telak­kiye aykırı düşmektedir.

Ehl-i bid’atın temel özelliklerini dört noktada özetlemek mümkündür,

a- Nas-ların ruhuna ve İslâm’ın temel yöneliş­lerine vâkıf olmamak veya yabana kül­türlerin etkisi altında kalıp nasları uzak yorumlarla te’vile tâbi tutmak. Bunun yanında Kur’an’ın kendine has üslûp ve mantığına, Arap dilinin ifade özellikleri­ne bakmaksızın bazı âyetlerin ve dolayı­sıyla hadislerin zahirine takılıp kalmak, nasların yorumlanmasında peşin ve in­dî görüşleri naslara hâkim kılmak da bu özellik içinde mütalaa edilir. “Nassa ve­ya akla körü körüne bağlılık” diye özet­lenebilecek olan bu iki aşın telakkiyi iti­dal çizgisine çekmeyi amaçlayan Gazzâ-lî el-İktişâd îi’l-ictikâd adlı kitabını te­lif etmiştir,

b- İslâm’ın hem iman hem de amel açısından İlk neslini oluşturan ve son ilâhî dini fikir ve aksiyon yönüyle sonraki nesillere aktaran ashaba karşı iyi niyetli olmamak, onların özellikle di­ni ilgilendiren rivayet, anlayış ve uygu­lamalarına değer vermemek,

c- Hz. Pey­gamber’in kavlî ve fiilî sünnetine karşı menfi bir tavır takınmak. Kuranın ge­nel karakteri ve İslâm’ın temel yöneliş-leriyle bağdaştığı halde kendi görüşle­riyle bağdaştıramadıklan bazı hadisleri mütevâtir olmadıkları gerekçesiyle red­dedenlerle, mezhebî telakkilerini des­teklemek amacıyla hadis uyduranlar ve­ya bu tür hadisleri rivayet edenler de bu grup içinde yer alır.

d- Ashaptan iti­baren oluşan çoğunluğun (cemaat, cum-hûr-İ müslimîn) din anlayışından kopup ayrılmak, azınlık psikolojisi içinde karşı grupları küfürle itham etmek ve dinin temel hükümlerini sürekli olarak tartış­maya açık tutmak.

Bid’at akımı, ortaya çıktığı I. (VH.) yüz­yılın sonlarından itibaren İslâm âlimleri tarafından dinin yozlaşün İması olarak görülmüş ve ehl-i bidat hakkında çe­şitli değerlendirmeler yapılmıştır. Ceh-miyye, Şîa ve Mürcie’nin ehl-i bid’at için­de en tehlikeli fırkaları teşkil ettiğini ge­nellikle kabul eden Sünnî âlimlerin bid’at ehli hakkında verdikleri hükümler farklılık arzeder. Selef âlimlerine göre bid’at ehlinin ibadetleri makbul değildir. On­lardan uzaklaşmak, hastalarını ziyaret etmemek, arkalarında namaz kılmamak, kız alıp vermemek, istişarede bulunma­mak, rivayetlerini ve şehâdetlerini ka­bul etmemek gerekir. Eş’arî âlimlerin­den Abdülkâhir el-Bağdâdî’ye göre ise Gâliyye dışında kalan bid’at mensupları müslümanlann kabristanına defnedile-bilir, savaşa katıldıkları takdirde gani­metten pay alabilirler; ancak kestikleri yenmez ve Sünnîler’in kendileriyle ev­lenmeleri caiz olmaz.

Ehl-i bid’atın tekfiri konusunda gö­rüş birliği bulunmamakla birlikte büyük çoğunluk zarûrât-ı dîniyyeden herhangi birini inkâr edenlerin, yani Gâliyye ve ona bağlı bütün fırkaların tekfir edilme­si gerektiği hususunda birleşmiştir. Za-rûrât-ı dîniyyeyi kabul etmekle birlikte bunların herhangi birini ortadan kaldır­ma sonucunu doğurmayan yorumları be­nimseyenleri ise tekfir etmemişler, on­ları sadece İslâm’ın dosdoğru yolundan sapmış gruplar (firak-ı dâlle) olarak gör­müşlerdir. Bununla beraber Ebû Saîd ed-Dârimî, Âcurrî, İbn Teymiyye gibi Se­lef âlimleriyle Abdülkâhir el-Bağdâdî gi­bi Eş’arî kelâmcılan Cehmiyye ve Mu’te-zile’yi, bazan da Şîa’yı tekfir etmişler­dir. Bid’ata karşı mücadele etmekle meşhur olan Şâtıbî ehl-i bidatin tek­firden önce aydınlatılması, vazgeçme­dikleri takdirde kendileriyle mücadele edilmesi gerektiğini kaydeder.

İslâm tarihinde çeşitli sebeplerle or­taya çıkan mezheplerden her biri kendi görüşlerinin Kur’an. sünnet ve ashabın anlayışıyla uygunluk gösterdiğini, muha­liflerinin ise sonradan zuhur eden bid’at grupları olduğunu savunmuştur. Öyle ki mezheplerini Hz. Peygamber’e nisbet eden Şîa bir yana Mutezile mensuplan bile kendilerini Resûlullah’a ve ashaba dayandırmak istemişlerdir. Gerçi Kur’ân-ı Ke-rîm’de dinin Allah tarafından İkmal edil­diği, gerçeklere vâkıf olduktan sonra tef­rikaya düşenlerin ilâhî azaba mâruz ka­lacakları belirtilmektedir. Ancak İslâmiyet kı­yamete kadar geçerli en son din oldu­ğundan her çağın ihtiyacı doğrultusun­da âlimlerce yorumlanması gerekir. Ni­tekim Kur’an’da, müslümanlar arasın­da herhangi bir hususta ihtilâf zuhur ettiği takdirde Kur’an ve Sünnet’e baş­vurularak bunun çözümlenmesi emre­dilmiştir. Kelâm. Asr-ı sa-âdet’ten sonra iç ve dış âmillerle İslâm dünyasında ortaya çıkan problemleri nas-lann ışığında çözmek amacıyla teşekkül etmiş bir ilimdir. Bundan dolayı kelâm-cılann bid’at ehli arasında gösterilmesi yanlış bir tutumdur. Mâlik b. Enes, Şa­fiî, Ahmed b. Hanbel, Evzâî gibi müçte-hid âlimlerle ilk dönem muhaddislerinin kelâm akımına karşı tavır almalarının bir sebebi İslâm birliğinin bozulması ve dinî hayatın yozlaşması endişesi ise bir başka sebebi de Cehmiyye ve Mu’tezile gruplarından bazılarının âdeta aklı nak­le hâkim kılma temayülleridir. Gerçekte İslâm âlimlerinin, inanç esaslarının sis-temleştirilmesi anlamındaki kelâm ilmi­ne karşı çıkmalarının mâkul bir izahı yok­tur. Nitekim Ahmed b. Hanbel başta ol­mak üzere Ebû Saîd ed-Dârimî, Ebû Ya’-lâ el-Ferrâ, İbn Teymiyye gibi Selef âlim­leri Kur’an ve Sünnet’e uygun düşecek görüşü belirlemek amacıyla aklî ve nak-lî istidlallere başvurmuşlardır. Meselâ Dârimî, Hz. Peygamber ile ashabın gö­rüş beyan etmedikleri konular üzerinde tartışma yapmanın yanlış olduğunu sa­vunanları reddederek Kur’an ve Sünnet’e uygun düşecek görüşü belirlemek ama­cıyla ashabın tartışmadığı konuları tar­tışmanın gerekli olduğunu söylemiş ve bunun bid” atçılık olarak değerlendiri­lemeyeceğini belirtmiştir. Ashabın itikadî konularda tartışmaya girişmemesinin se­bebi ise bu hususta herhangi bir prob­lemin bulunmayışıdır. Esasen Ehl-i sün­net ilm-i kelâmının ortaya çıkmasıyla bid’at fırkalarının zayıflaması, kelâm il­miyle uğraşmanın bid’atı destekleyen değil önleyen bir tedbir olduğunu gös­termiştir. Ebü’l-Kâsım el-Kuşeyrî, “Ke­lâm ilmine ve kelâmcılara ancak taklit­çiler ve fâsid bir mezhebi benimseyen­ler karşı çıkar” derken bu hususa işaret etmiş olmalıdır. Şunu da belirtmek gerekir ki bid’at, Kur’an ve Sünnet’le sabit olmuş temel mesele­ler hakkında tartışılan bir husustu. Nas-lann ihtiva ettiği konuların ispatlanma­sı ve yorumlanması amacıyla başvuru­lan bilgilerde ise (vesâil) bid’at söz ko­nusu değildir. İstidlale ve yoruma daya­nan bu yardımcı bilgiler ilimde kaydedi­len gelişmelerle ilgili bulunduğundan za­man içinde değişebilir. Bu sebeple ve­sâil mutlak doğrular olarak kabul edil­memelidir.

Ehl-i bid’atın tekfirine gelince, herhal­de azınlığa mensup bulunmanın psiko­lojik bir sonucu olarak hemen her bid’at fırkası kendi dışında kalanları küfürle itham etmiştir. Bunun neticesinde bid’at fırkaları, kendi mezhep mensupları ara­sında farklı temayüle sahip olanları da­hi suçlamaktan geri kalmamışlardır. Ay­rıca ilk dönem Selef âlimlerinin de tek­fir konusunda müsamahasız bir tavır sergilediği bilinmektedir. Ehl-i sünnet kelâmcılan ise bu hususta Ebû Hanîfe’-ye nisbet edilen “ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceği” şeklindeki hoşgörülü tavrı genellikle benimsemişlerdir. Ancak müslüman oldukla­rını iddia ettikleri halde İslâm dışı kabul edilen küçük bir grup bu geniş alanın ha­ricinde bırakılmıştır.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslâmiyet’in Arabistan yarımadasının dı­şına çıkıp kısa zamanda çok geniş bir alana yayıldığı bilinmektedir. Bu fütu­hat döneminde müslümanlar bazı iç ge­lişme ve değişmelere şahit olduktan baş­ka dışarıdan gelen birçok düşünce, inanç ve kültürlerle de karşılaşmışlardır. Bu tarihî ve sosyal gerçek karşısında dinin hem aslî hem de fer’î hükümleri alanın­da yeni yorum ve bakış açıları İle sistem­leştirme faaliyetlerine girişilmesi müs­lüman âlimleri için kaçınılmaz bir görev olmuş ve nihayet itikadî fırkalarla fıkıh mezhepleri ortaya çıkmıştır. Bu oluşum tamamlandıktan sonra Sünnî kelâm akımları müslümanların en az % 9O’ı ta­rafından kabul görmüştür. Fıkıh konu­larında genellikle Hanbelî olan Selef men­suplarının % 1-2 olarak tahmin edilen oranı ile yine bu kadar tahmin edilen Gâ­liyye göz önünde bulundurulduğu tak­dirde bid’at gruplarının sayısı toplam müslüman nüfusuna nisbetle % 6 dola­yında kalır. Şu hal­de kelâmcıların büyük ekseriyeti eht-i kıbleden olan müslümanlann küfre nis­bet edilmemesi kanaatini taşımaktadır.

İslâm tarihi boyunca oluşan ve çoğun­luk tarafından bid’ata nisbet edilen fır­kalar içinde bugün belirgin bir şekilde varlığını sürdüren Şîa gruplarıdır. Bun­ların dışında kalan ve Kuzey Afrika ile bazı körfez ülkelerinde az miktarda bulu­nan Haricî-İbâzîler’le Selefiyye görünüm­lü aşırı muhafazakâr zümreler önemse­necek bir nüfus yoğunluğuna sahip de­ğildir. Kendilerini Şiî göstermekle bir­likte hem mutedil Şiî çoğunluğunun hem de Sünnîler’in İslâm çerçevesinde mütalaa etmediği aşın gruplar (Bâtıniyye-Gâliyye) ve bunların etkilediği bazı tasav-vufî akımlar da (Alevî – Bektaşî – Kalen­deri vb.) aynı durumdadır. Toplam müs­lüman nüfusun âzami % 10’unu oluştu­ran sünnet dışı gruplar içinde bu istis­naî zümreler her halde % 4 nisbetini aş­maz. % 6 civarında bir müslüman nü­fusuna sahip bulunan mutedil Şia’dan Zeydîler Yemen’de. İsnâaşerî-Ca’feriler de yoğun olarak Irak, İran ve Azerbaycan’da yaşamaktadır.

Sünnete veya bid’ata mensup olmak İslâm dininin temel esaslarını İlgilendi­ren bir husus olmakla birlikte özellikle günümüzde konunun mahiyetini bilme­yenler ehl-i bid’at tabirini dinin fer’î hü­kümlerini ilgilendiren meselelerde de kullanmaktadır. İnsanlar tabii olarak do­ğup yetiştikleri çevrenin, aldıkları eğiti­min din telakkisini ve mezhep anlayışı­nı benimserler. Ancak İslâmiyet’te bazı meseleler üzerindeki ilmî araştırma so­nucu elde edilen kanaatler mezhep de­ğişikliği mânasına gelmez. Konuyla İlgi­lenen âlimlerin tesbitine göre sünnet çizgisini terkedip ehl-i bid’at statüsüne girmenin belli başlı alâmetleri şöyle sı­ralanabilir:

a- Ashap topluluğu ile onla­rı takip eden ve V. (XI.) yüzyıldan itiba­ren (Selefiyye ile birlikte) Sünnî kelâmcı-lar tarafından temsil edilen çoğunluk telakkisine muhalefet etmek,

b- İzah ve yorumu zor olan nasları (müteşâbih) ir­delemeyi âdet edinip dinin ilke ve hü­kümlerini kaygan bir zemine çekmeye çalışmak,

c- Temel dinî konularda nas-ların gereğine yani Allah’ın iradesine bağ­lı kalmak yerine beşerî görüş ve indî ar­zulara tâbi olmak. Bu tesbite göre, kalıcı ve değişmez ilkele­re sahip bulunması gereken dinin temel hüküm, kural ve uygulama şekillerini as­haptan itibaren oluşan büyük çoğunlu­ğun anlayışı istikametinde benimseyen düşünce farklılıkları kişiyi bid’at ehline katmaz.

İtikadî mezhepler tarihi âlimlerinin te­lakkisine göre İslâm tarihinde oluşan ilk fikir ağırlıklı fırka Mu’tezile, siyaset ağır­lıklı akım da Şîa’dır. Mu’tezile düşünce tarihinde geniş yankılar ve derin tesir­ler bırakarak ortadan kalkmıştır. Mute­dil İsnâaşerî Şîası itikadî konularda Mu’-tezile’ye yaklaşırken kendine has bir fı­kıh ekolü oluşturmuş, siyasî alanda da İslâm tarihi boyunca etkinliğini sürdür­müştür. Ancak siyasî telakkileri sebebiy­le, İslâm’ın evrensel boyutlarını hem İnanç ve fikir hem de aksiyon alanında dünyaya duyuran ashapla onların takipçilerine karşı takındıkları olumsuz tavır daima endişe ile karşılanmıştır.

III. (IX.) yüzyıldan itibaren ehl-i bid’atı tenkit için çeşitli eserler kaleme alın­mıştır. Şafiî’nin er-Red çalâ ehli’1-eh-vd, Ahmed b. Hanbel’in er-Red cale’z-zenâdıka ve’1-Cefımiy-ye, Ebû Âsim Huşeyş b. Esrem’in Kitâbü’l-İstikâme fi’r-red calâ ehli’l-bidcf, Eş’arî’nin el-Lüma, Malatî’nin et-Ten-bîh ve’r-red calâ ehli’î-bida”, İbn Hazm’in en-Neşâ’ihu’l-münciye mine’l-fedâ’ihi’l-muhziye, Ebü Muti en-NesefTnin er-Red calâ ehli’l-bida ve’I-ehvâ i’d-dâlleti’l-mudille, İbn Ha-cer el-Heytemfnin eş-Şavâciku’l-muh-rika ü’r~red calâ ehli’1-bida ve’z-zen-deka adlı eserleri bunlardan bazılarıdır. (Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Ehl-i Bidat maddesi)

This entry was posted on Pazar, Aralık 7th, 2008 at 12:17 and is filed under MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz