-
7th Aralık 2008

Bahailik

posted in MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR |

BAHAÎLİK

İran’da Mirza Hüseyin Ali Nuri (ö. 1309/1892) tarafından kurulan ve görüşleri itibariyle İslâm kültürüne dayanmakla beraber İslâm dairesinden çıkmış bulunan bir mezhep.

Bahalliğin tarihi, İsnâaşeriyye fırkası içinde doğan ve Şeyhiyye diye adlandırı­lan tasavvufî hareketin mahsulü sayılan Babîlik ile başlar. Bâbîliğin kurucusu Mirza Ali Muhammed, 1 Muharrem 1235 (20 Ekim 1819) tarihinde Şiraz’da doğ­du. Küçük yaşta babasının ölümü üzeri­ne tüccar olan dayısı tarafından yetişti­rildi. Gençliğinde dayısının kendisini gön­derdiği Bûşehr’de ticaret yapacağı yer­de, küçük yaştan beri merak duyduğu Hurufîliğin tesiriyle kızgın güneş altında saatlerce güneşe bakarak oturmak ve bununla zikir gücüne kavuştuğunu ileri sürmek gibi gayri tabii davranışlara ve iddialara girişti. Bunun üzerine dayısı tarafından şifa bulması için gönderildi­ği Kerbelâ’da, on ikinci imamın kaybol­masından sonra başlayan gaybet*-i suğ-râyı (260-329/873-941) takip eden gay-bet-i kübrâ döneminde imamların nu­runu ve Hz. Muhammed’in hakikatini ak­settirecek bir “kâmil Şifnin var olması gerektiği ve kâmil Şiî olarak bu nurun en mükemmel şekilde kendilerinde te­celli ettiği inanışını savunan Şeyhîliğin kurucusu Şeyh Ahmed el-Ahsâî’nin ön­de gelen müridi Seyyid Kâzım Reştî (ö. 1259/1843] ile tanıştı ve onun tesirinde kaldı. Şeyyid Kâzım ayrıca beklenen meh-dfnin pek yakında, fakat kendisinin ölü­münden sonra zuhur edeceğini, dolayı­sıyla onu mutlaka arayıp bulmaları ge­rektiğini taraftarlarına tavsiye etti. Bu durumu değerlendiren Mirza Ali Mu­hammed 23 Mayıs 1844 tarihinde, ön­ce kendisinin beklenen mehdiye açılan bab*, hemen arkasından, aynı senenin sonbaharında hac için gittiği Mekke’de veya Maskat’ta sadece bab değil bizzat “beklenen mehdî” (el-mehdiyyü’l-munta-zar) olduğunu ilân etti. Onun bu iddiası ilk anda Şeyhîler’den on sekiz kişi tara­fından kabul edilmiş ve bunlara, ebced hesabından hareketle, “hurûfâtü’1-hay” (^-10 + 8) denilmiştir.

Bâb Mirza Ali Muhammed, 1845 ilk­baharından itibaren Şiraz, Tahran, İsfa­han ve Tebriz’de dâî*leri vasıtasıyla id­diasını yaymaya çalıştı. Bu arada, Babî­lik hareketinin iieride Bahaîlik adı altın­da gelişmesini sağlayacak olan Mirza Hüseyin Ali kardeşi Mirza Yahya en-Nû-rîve Zerrîntâc adıyla meşhur Ümmü Sel-mâ Fâtıma bint Moîla Muhammed Salih Bâbîliğin saflarında yer almıştı. Kurre-tü’l-Ayn, Cenâb-ı Tâhire ve Ferahu’l-Fu-âd lakablanyla da tanınan Zerrîntâc, İs­lâm şeriatının neshedilmiş olduğunu, yenisinin ise henüz zuhur etmediğini, dolayısıyla gayri meşru olarak telakki edilecek her türlü davranışın meşru sa­yılması gerektiğini fütursuzca ileri sü­recek derecede din ve ahlâk kuralların­dan uzaklaşmış bulunan bir kadındı. Bâ-bîler’in, giriştikleri propaganda ve ile­ri sürdükleri görüşler itibariyle İran’da tehlikeli bir hareket halini almaları so­nucu Mirza Ali Muhammed, müctehid-lerin fetvaları üzerine Nâsırüddin Şah’ın emriyle Tebriz’de kurşuna dizilerek öl­dürüldü (1266/1850).

Kendisine inanıp bağlananlar tarafın­dan Nokta-i Ola veya Hazret-i A’lâ un-vanlarıyla anılan Mirza Ali Muhammed’in önce bab, sonra da mehdî olduğu şek­lindeki iddiaları, bizzat kendisinin mu­kaddes kitabı olarak takdim ettiği el-Beyân adlı eserinde son derece ileriye götürülmüştür. Ona göre Hz. Muham­med’in nübüvvetinin hakikati, on ikinci imamın kaybolmasından (260/873) son­ra 1000 yıl devam ederek 1260’ta (1844) kendisinin zuhuru ile sona ermiştir. Esa­sen o, önce gaybet-i kübrâ dönemin­de kapatılmış olan mehdiye açılan kapı (bab) olduğu iddiasında bulunmuştu. Bab, gelmesi beklenen, gelişi yakın olan ve Allah’ın ortaya çıkaracağı (men yuzhi-ruhu’Mah) daha önemli birinin habercisi demekti. Aslında bu beklenen sadece mehdî değil aynı zamanda yeni bir pey­gamberdir. Mirza Ali Muhammed bu İd­diasının sonucu olarak Kur’ân-i Kerîm’-in neshedildiğini. dolayısıyla İslâm şe­riatının emir ve yasaklarının kaldırıldığı­nı ve el-Beyân ile yeni hükümlerin ge­tirildiğini ileri sürmüştür. Bu noktadan hareketle el-Beyân’m Kur’ân-ı Kerim’-den üstün olduğunu ve hatta insanoğ­lunun onun bir tek harfinin bile benze­rini getirmeye muktedir olamayacağını söyler. Bâb Mirza’ya göre her bir harfin ve sayının ayrı bir özelliği ve değeri var­dır. Nitekim 19 sayısı Babîlik ve Bahaî­lik’te mukaddes bir rakamdır ve her şey buna dayalıdır. Yıl 19 ay, aylar da 19 gündür. Her Bâbî, her 19 gün sonunda bir bardak su ile de olsa 19 Bâbfye ik­ramda bulunmak zorundadır. Cenaze namazı dışında cemaatle ibadet kaldırıl­mıştır. Zekât olarak malların beşte biri verilir. Bâb Mirza’nın doğum yeri olan Şîraz ile hapsedildiği yerler hac merkezi olarak kabul edilmiştir. Sigara içmek, al­kollü içki kullanmak, dilencilik yapmak ve dilenciye para vermek yasaklanmış­tır. Boşanma caiz, fakat hoş görülme­yen bir husustur. Dul erkekler boşandık­tan doksan gün. dul kadınlar da doksan beş gün sonra tekrar evlenmeye mec­burdurlar; aksi halde cezaya çarptırılır­lar. Her Bâbî en çok on dokuz adet ki­taba sahip olabilir. Katil, maktulün vâ­rislerine 11.000 miskal altın ödemek ve on dokuz yıl her türlü cinsî ilişkiden uzak durmak zorundadır.

Bu ve benzeri görüşlere inanan Bâbî-ler, İran’ın muhtelif yerlerinde giriştik­leri propaganda faaliyetleri neticesinde birkaç bin taraftar kazanmaya muvaf­fak olmuşlarsa da devrin idarecilerinin sürekli takiplerinden kurtulamamışlar­dır. Özellikle Bâb Mirza Ali Muhammed’in öldürülmesinden sonra iki Bâbî’nin 16 Ağustos 1852 tarihinde Nâsırüddin Şah’a karşı başarısız bir suikast teşebbüsün­de bulunması üzerine pek çoğu hapse­dildi veya öldürüldü. Bu hadise sonun­da hapsedilen Bâbîler’den, daha sonra Bahâullah adıyla anılacak olan Mirza Hü­seyin Ali en-Nûrî ile baba bir kardeşi Subh-i Ezel Mirza Yahya en-Nûrî, Rus ve İngiliz sefaretlerinin devrin hüküme­ti nezdinde teşebbüs ve baskılan üzeri­ne 15 Ekim 1852 veya 12 Ocak 1853 ta­rihinde Bağdat’a sürgün edildiler. Bu ta­rih aynı zamanda Bâbîliğin Bahaîlik adı altında devam etmesinin başlangıcı sa­yılabilir.

Bahalliğin kurucusu olan Mirza Hüse­yin Ali el-Mâzenderânî en-Nûrî, 2 Mu­harrem 1233 (12 Kasım 1817) tarihinde Tahran’da, İran şahının sarayında mali­ye işlerinden sorumlu önemli bir mevki-ye sahip bulunan Mirza Abbas Büzürg’ün oğlu olarak dünyaya geldi. Saraya men­sup olmanın sağladığı imkânla çocuklu­ğunda iyi bir tahsil gördüyse de Bahâî-ler’ce “ümmî” olduğunu ispat etmek için herhangi bir mektep ve medreseye git­mediği söylenir. Babasının ölümünden sonra yirmi yaşlarında iken saraydan ay­rılarak çeşitli yerleri dolaşmaya ve dinî meselelerle uğraşmaya başladı. 1844 yı­lında şahsen hiç görmediği Bâb Mirza1-nın görüşlerini benimsedi. Dokuz yıl son­ra da kardeşi Mirza Yahya en-Nûrî ve ailesiyle birlikte Bağdat’a sürgün edildi­ler. Mirza Hüseyin Ali, burada kardeşiy­le arasında Bâb Mirza’nın vekilliği ko­nusunda çıkan anlaşmazlık üzerine giz­lice Bağdat’tan kaçarak iki yıl boyun­ca Süleymaniye dağlarında münzevi bir hayat yaşadı. Onun bu tavrı Bâbîler ara­sında gittikçe büyüyen bir tesir uyan­dırdı ve Bağdat’a döndüğü zaman Bâ-bîler’in büyük çoğunluğu kendisinin et­rafında toplandı; hatta İran’dan da bir­çok ziyaretçi geldi. Bağdat’taki âlimle­rin şikâyeti ve İran hükümetinin ricası üzerine bu defa İstanbul’a sürgün edi­len Mirza Hüseyin Ali bu sürgünden ön­ce, Bahâîler’in daha sonra “Bâğ-ı Rıd­van” adını verecekleri Bağdat yakınla­rındaki Necib Paşa bahçesinde yakın ta­raftarlarına, kendisinin Bâb’ın önceden haber verdiği “Allah’ın ortaya çıkaraca­ğı zat” (men yuzhiruhu’llah) olduğunu ilân ederek Bâbîler’i kendisine uymaya ça­ğırdı (21 Nisan 1863). Bu iddia Bâbîler arasında büyük yankılar uyandırdı; çün­kü onların bir kısmına göre Bâb, “Al­lah’ın ortaya çıkaracağı zat”ın kendi­sinin ölümünden 2001 yıl sonra zuhur edeceğini, o zamana kadar başka bir zuhur olmayacağını söylemiş ve yerine Subh-i Ezel diye isimlendirdiği Mirza Yahya en-Nûrryi vasî ve halef tayin et­mişti. 3 Mayıs 1863’te Bağdat’tan ha­reket ederek önce İstanbul’a getirilen Mirza Hüseyin Ali, Mirza Yahya en-Nû­rî ve yakınları, burada dört ay tutulduk­tan sonra Ocak 1864’te topiuca Edir­ne’ye sürgün edildiler. Mirza Hüseyin Ali, burada açıkça ortaya attığı “men yuzhi-ruhu’liah” olma iddiasını, bütün Bâbîler’i kendi etrafında toplanmaya ve hatta İran Şahı Nâsırüddin, Osmanlı Padişahı Ab-dülaziz Han, Rus Çarı İl. Alexander, Fran­sız İmparatoru III. Napolyon, papa IX. Pius, İngiliz Kraliçesi Victoria ve daha birçoklarına mektup yazarak kendisine uymaya çağırmak şeklinde sürdürün­ce Sultan Abdülaziz, Subh-i Ezel Mirza Yahya ve ona bağlanan az sayıdaki Bâ-bfyi Kıbrıs’a, taraftarlarınca “Bahâul-lah” (Allah’ın ululuğu, güzelliği, nuru, rah­meti ve lutfu] adıyla anılan Mirza Hüse­yin Ali ve taraftarlarını da Akkâ’ya kim­seyle görüşmemeleri ve başka yerlere gitmemeleri şartıyla sürgün etti (1868).

Kıbrıs’ta Magosa’da ikamete mecbur edilen Mirza Yahya 1912 yılında öldüğü zaman artık Bâbîler arasında çok az ta­raftarı bulunan, fakat burada bugüne kadar Bahaîlik’ten küçümsenemeyecek izler bırakmış olan biri idi.

Akkâ’da önce Akkâ Kalesi’ne hapsedi­len, ancak daha sonra Akkâ surları dışı­na çıkmasına izin verilen Mirza Hüseyin Ali ise Bâbîler’i Bahâî adı altında kendi etrafında toplamayı başarmış ve gerek eserleri gerekse görüşleriyle onların var­lıklarını sürdürmelerini sağlamıştır. Mir­za Hüseyin Ali, 2 Zilkade 1309 (29 Ma­yıs 1892) tarihinde son olarak yerleştiği Akkâ ovasındaki el-Behce adlı konakta öldü.

Mirza Hüseyin Ali irili ufaklı birçok eser ve risale yazmıştır. Bunların ilki, Bağdat’ta İken yazdığı el-îkân, esas iti­bariyle bâtınî te’viller, İsrâiliyat ile süs­lenmiş birtakım hikâyelerle dolu, fakat kendi iddiasına göre ona iman etmeyi ve bağlanmayı gerektirecek her şeyi ih­tiva eden Farsça bir eserdir, el-îkân, başta Arapça olmak üzere pek çok dile tercüme edilmiştir. Yine “ilâhî irade” se­masından geldiğini iddia ettiği ve 1871-1874 yılları arasında kaleme aldığı Kitâ-bü’l-Akdes hareketin temel eseridir. Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbunu son derece kötü ve beceriksiz bir tarzda taklit etmek suretiyle yazdığı bu eserinde, daha önceki mukaddes kitapların insanlığın ihtiyacına cevap veremedikleri için bu kitapla neshediidiklerini ileri sürmüştür. Ayrıca kendisine Arapça ve Farsça ola­rak vahyedildiğini iddia ettiği on dokuz sûreden ibaret Kelimât-ı Meknûne, İb-nü’z-zi’b, Tarâzât, Kelimât-ı Firdev-siyye, İşrâkâtve Teceîliyât gibi eser ve risaleleri vardır. Bunlardan ilki Bahaul-lah’m Levhleri adıyla 1974’te, ikincisi ise Kurdunoğlu başlığıyla 1976’da Mec-di İnan tarafından Türkçe’ye çevrilmiş­tir;

Mirza Hüseyin Ali, ölümünden önce, 5 Cemâziyelevvel 1260’ta (23 Mayıs 1844) doğan büyük oğlu Abbas Efendi’yi Ab-dülbahâ unvanıyla halef tayin etmiştir. Abdülbahâ, 1908’de Meşrutiyefin ilânı üzerine tamamen serbest kalan Bahâî-liğin kısa sürede Mısır. Avrupa ve Ame­rika’ya nüfuz etmesine çalışmış ve bu iş için buralara seyahatler yapmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında Bahâîliğin ana merkezi olarak seçilen İsrail’deki Hayfa şehri ve civarında, İngilizler lehine gös­terdiği gayret ve faaliyetlerinden dolayı, Hayfa’da 27 Nisan 1920’de İngiliz hükü­meti tarafından “şövalyelik” rütbesiyle mükâfatlandırılmıştır. 28 Kasım 1921’de ölen Abdülbahâ, Hayfa’da Kermil dağı­na nakledilen Bâb Mirza’nın mezarının yanına gömüldü. Ölmeden önce de bü­yük kızından büyük torunu olan Şevki Efendi’yi “veliyy-i emrillâh” sıfatıyla Ba­hâîler’in ruhanî reisi ve emrin açıklayı­cısı olarak tayin etti. 1 Ekim 1873’te Ak­kâ’da doğan Şevki Efendi Oxford’da öğ­renim gördü. 1937’de Amerikalı Bahâî-ler’den, daha sonra Ruhiye Hanım adı­nı alan Mary Maxwell ile evlenen Şev­ki Efendi, 4 Kasım 19S7’de Londra’da ölümüne kadar Bahâîliği dünyaya yay­mak için büyük gayret sarfetti. Bu ara­da, çocuğu olmadığından Bahâîliğin ida­resini, ölmeden önce “baş koruyucular” diye nitelendirdiği ve Bahâîler’ce “em­rin elleri” kabul edilen yirmi yedi yar­dımcıya emanet etti. Bunlar onun ölü­mü üzerine, Bahâullah tarafından esas­ları belirlenen, Abbas Efendi tarafından da gerçekleştirilen idarî teşkilâtı uygu­lamaya koydular.

Buna göre Bahâîliğin idari nizamı Ma­hallî Ruhanî Mahfiller (Beytü’l-adl-i ma­hallî), Merkezî veya Millî Mahfiller (Bey­tü’l-adl-i miilî-merkezî) ve en üstte son söz sahibi durumundaki merci olan Umu­mi Adalet Evi’nden (Beytü’l-adl-i umömîl oluşmuştur. Bu üç heyet üyeleri şöyle belirlenir: İdare veya belediye taksima­tına göre bölge, şehir, kasaba ve köyler­de yirmi bir yaşından yukarı en az do­kuz Bahâî varsa, bunlar her yıi “rıdvan bayramfnın birinci gününde (21 Nisan) dokuz kişiyi gizli rey açık tasnifle, pro-pagandasız ve aday gösterilmeksizin Ma­hallî Ruhanî Mahfil üyeliğine seçerler. Z. Millî Ruhanî Mahfil, Bahâîliğin bulundu­ğu ülkedeki Bahâîler’in merkezidir. Do­kuz kişiden ibaret olan üyeleri, iki dere­celi bir seçim sistemiyle, o ülkede bulu­nan Mahallî Ruhanî Mahfilier’in belirli sayıda gönderecekleri ve on dokuz dele­geden oluşan bir meclis tarafından rıd­van bayramının on ikinci günü (2 Mayıs) yapılacak bir toplantıda (convention). o ülkedeki bütün Bahâîler arasından se­çilir. 3. Umumi Adalet Evi’nin seçimi üç derecelidir. Millî Ruhanî Mahfil üyeleri dünya Bahâîleri arasından Umumi Ada­let Evi’nin dokuz kişilik üyelerini seçerler. Bunlar Hayfa’da oturur. Bahâullah’ın Kitâbü’î-Akdes”möek\ hükümleri veya onun diğer emirlerini, yahut Abdülbahâ ve Şevki Efendı’nin te’vil ve tefsirlerini değiştiremezler. Ancak şartlar icap etti­riyorsa kendi kararlarını değiştirebilir­ler.

Bahâîler 1963 istatistiklerine göre, dünyada 6151 Mahallî Ruhanî Mahfil ve 56 Millî Ruhanî Mahfil’e sahip olduk­larını ve 253 devlet, bölge veya adada Bahâî bulunduğunu iddia etmektedirler. Böylesine şümullü ve kendine mahsus bir teşkilâta sahip bulunan Bahaîlik Bâb Mirza tarafından ortaya atılan görüşleri bütünüyle benimsemekle kalmamış, ay­nı zamanda ona yeni bazı ilâvelerde de bulunmuştur.

Bahâîliğin inanç ve ibadet esasları ile ahlâkî ve içtimaî görüşleri şöyle özetle­nebilir: Allah, Babîlik’te olduğu gibi Ba­haîlik’te de bütünüyle bilinemez ve in­san idrakinin üstündedir. Ayrıca bir, eş­siz, sonsuz olmakla ve hiçbir şey kendi­sine benzememekle beraber onun vücu­du emrinin “mezâhiri’ne (belirtiler) muh­taçtır. Onun zuhurları nebiler ve resul­lerdir. O onlarda zuhur eder ve güneşin temiz bir aynada yansıması gibi kulları için onlarda tecelli eder. Nitekim Bahâ-ullah’a göre peygamberlerin iki vasfı vardır. Birincisi beşerîdir; peygamber yer, içer, uyur, hastalanır ve ölür. Diğer sıfatı ise ilâhî vasfıdır; bu sıfatla o bir anlamda Tann’dır. Onunla konuşulduğu zaman Tanrı ile konuşulmuş, ona secde edildiği zaman da Tann’ya secde edil­miş olur. Bahâîler’e göre Hz. Âdem’den bu yana gelip geçmiş bütün nebiler ve resuller, sadece “Tanrı zuhuru” olan Ba­hâ’yı müjdelemek için gönderilmişler­dir, çünkü o bütün dinlerin sözünü etti­ği “mev’ûd”dur (geleceği müjdelenen). Ay­rıca bütün dinler sadece Bahâ’nın gö­rüşleri ve zuhuru için birer başlangıç ola­rak gönderilmişlerdir; hepsi de noksan­dır ve ancak Bahâ’nın gelişiyle tamam­lanmıştır. Ondan sonra da peygamber­ler gelecektir. Ancak Bahâ’dan sonra­ki Tanrı zuhuru 1000 yıldan önce olma­yacaktır. Hz. Muhammed’in “hâternü’n-nebiyyîn” (nebîlerin sonuncusu) olması, Al­lah’ın ondan sonra resuller gönderme­sini engellemez. Bu noktada Bahâîliğin son derece büyük bir tutarsızlık içinde bulunduğu aşikârdır-, çünkü ileri sürü­lenin aksine nebîlik resullükten daha umumidir; her resul nebîdir, resutlüğün içinde zaruri olarak nebîlik de mevcut­tur. Nübüvvet kapısı kapatılmışsa zo­runlu olarak resullük kapısının da kapa­tılmış olması gerekir. Bahâîler’e göre, Allah’ın “halik” sıfatının mevcut olmaya­cağı bir an düşünülemeyeceğinden dün­ya da halik sıfatı gibi ebedîdir. Bu ba­kımdan dünyanın son bulması, kıyame­tin kopması söz konusu değildir. Ölen herkesin kıyameti ölümüyle birlikte ko­par. Onlara göre cennet, cehennem sa­dece birer semboldür. Cennet Tann’ya yolculuğu, cehennem de yokluğa gitme­yi ifade eder.

Bahaîlik’te bazı amelî ve şer’î hüküm­ler de mevcuttur. Bunlar namaz, oruç, hac, zekât ve kutsal âyetlerin okunması gibi hususlardır. Bahâîler’e göre namaz, ferdî olarak sabah Öğle ve akşam sami­mi bir kalple Allah’ı anmaktır. Oruç, on dokuzuncu ay olan a’lâ ayında [2-21 Mart) on dokuz gün olarak tutulur. Hac yalnız erkeklere ve malî durumu müsait olan­lara farzdır ve hac ya Bâb Mirza’nın Şî-raz’daki evine yahut Bahâullah’ın Bağ­dat’ta ikamet ettiği eve yapılır. Belli za­manı ve merasimi yoktur. Zekât vergi olarak alınır. Bâb’a göre malların beşte birinden alınan zekât Bahaîlik’te de ay­nı olmakla beraber ayrıca gelirin % 19′-undan ibaret “hakku’llah” denilen bir vergi vardır. Her sabah ve akşam, yor­gunluk vermeyecek miktarda Bahâul-lah’a ait dua ve sözlerden okumak her Bahâî için vaciptir.

Bahâîliğe göre herkesin kendi geçimi­ni temin etmek maksadıyla ticaretle, sa­natla veya kazanç sağlayacak başka bir işle meşgul olması ibadet sayılır. Bu ara­da yıl içinde çalışılması haram olan do­kuz gün vardır. Bunlar Bahâîliğin mü­barek günleridir. Ayrıca miras, evlenme, boşanma, zina. hırsızlık, içki, kundakçı­lık vb. hakkında da Bâbîliğe göre kıs­men farklı görüşleri benimsemişlerdir. Bahâîler’de cihad yasaklanmış bir dinî hükümdür.

Bahâîliğin ahlâkî ve içtimaî esasları, Abdülbahâ (Abbas Efendi) tarafından şu on iki başlık altında toplanmıştır: ı. İn­sanlık âleminin birliği; Z. Gerçeğin araş­tırılması; 3. Bütün dinlerin birliği; 4. Bir­liği sağlamak için dinin lüzumu; 5. Din ve ilim arasındaki ahenk-, 6. Kadın-erkek eşitliği: 7. Her türlü “dinî, ırkî, millî, vata­nî, siyasî ve benzeri taassupların insan­lar arasında anlaşmazlıklara, düşman­lıklara ve hatta savaşlara sebep olduğu için terkedilmesi; 8. Dünya barışına bağ­lılık; 9. Genel ve mecburi öğretim; 10. Aşın zenginlik ve fakirliği kaldırarak iç­timaî meselelerin dinî esaslarla çözüm­lenmesi; 11, Yardımcı bir milletlerarası dilin kullanılması; iz. Milletlerarası bir mahkemenin kurulması.

Bahâîler bu inanış ve görüşlerini, ha­len dünyanın yedi yerinde bulunan Meş-rıku’l-ezkâr adlı dokuz cepheli mâbedle-rinin çevresinde kurdukları okullar, has-tahaneler, yetimler yurdu, çocuk yuva­ları, turizm dernekleri ve benzeri sosyal yardım kurumları aracılığı ile yaymaya çalışmaktadırlar.

Bahâîler’in zamanımızda en fazla bu­lundukları yer İran’dır. Buradaki sayıları hakkında ileri sürülen rakamlar 300.000 ile 1.000.000 arasında değişmektedir. İkinci büyük merkezleri olan Amerika Birleşik Devletleri’nde 10.000 kadar, Av­rupa’da birkaç yüz, Pakistan’da birkaç bin Bahâî vardır. Irak, Suriye, Lübnan ve İsrail’deki Bahâî sayısı önemsizdir. Baş­ta Uganda olmak üzere bazı Afrika ül­kelerinde de hissedilir bir ilerleme kay­detmişlerdir. 1986 yılında Hayfa’da Ba-hai World Center tarafından yayımlanan istatistiklerde dünyada mevcut Bahâîler’in sayısı 4.739.000 olarak gösteril­miştir. (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Bahailik maddesi)

This entry was posted on Pazar, Aralık 7th, 2008 at 13:02 and is filed under MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz