-
7th Aralık 2008

Alevilik

posted in MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR |

ALEVÎ-İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

Hz. Ali’ye bağlılık noktasında birleşen çeşitli dinî ve siyasî gruplar için kullanılan bir terim.

Sözlükte “Ali’ye mensup” anlamına gelen kelimenin çoğul şekli Aleviyye ve Aleviyyûn’dur. Alevî terimi İslâm kültür ta­rihinde Hz. Ali soyundan gelenler mânasında, ayrıca siyasî, tasavvufî ve itikadi anlamda kullanılagelmiştir. Hz. Ali soyundan, oğulları Hasan. Hüseyin, Muhammed b. Hanefiyye, Ömer ve Abbas vasıtasıyla gelenlere Alevî denilmiştir Emevler’in son dönemle­rinden itibaren Hz. Ali’nin soyundan ge­lenler. Özellikle Hasan ve Hüseyin’in nes­linden olanlar için şerif, seyyid, emîr gi­bi lakaplar yanında Alevî nisbesi de kul­lanılmaya başlamış ve bu husus daha sonraki devirlerde devam etmiştir. Gü­nümüzde de aynı nesle bağlı olanlar bu nisbeyi kullanmaktadır. Emevî ve Abbasî de­virlerinde iktidara karşı Hz. Ali soyuna mensup çevrelerde beliren hareketler­de Alevî nisbesi kendini göstermiş, fa­kat bazan da Hz. Ali soyu ile hiçbir bağı bulunmayan çevreler, sadece hareket­lerine nüfuz ve yaygınlık kazandırmak amacıyla kendilerini Alevîliğe nisbet et­mişlerdir. 255 (869) yılında Basra’da or­taya çıkan Zenc İhtilâli buna bir örnek teşkil eder.

İslâm siyasî tarihinde ise bu terim ilk defa hilâfetle İlgili anlaşmazlıklar sıra­sında kullanılmaya başlamıştır. Hz. Peygamber’in vefatını müteakip ortaya çı­kan ve üçüncü halifenin öldürülmesin­den sonra da şiddetlenen hilâfet müna­kaşalarında Ali tarafını tutanlara el-Aleviyye veya şîatü, bunların karşısındaki grup­lara da el-Ömeriyye, el-Osmâniyye denilmiştir. Bu anlamıyla Alevî terimi Hz. Ali taraftarlarından oluşan siyasî toplu­luğu ifade eder. Bununla birlikte, Abbâsîler’in iktidarı boyunca merkezî idare­nin zayıflaması sonucu İslâm dünyasının muhtelif yerlerinde ortaya çıkan ve ma­hallî idareyi ellerine geçiren veya müsta­kil devletler kurabilen sülâleler de ken­dilerinin Hz. Ali soyuna mensup olduk­larını göstermek üzere Alevî nisbesini kullanmışlardır. Fas’ta İdrîsîler ve bizzat Alevî nisbesini taşıyan sülâle, Mısır’da Fâtımîler, Yemen’de Süleymânîler ve Ressîler. Kuzey İran’da Zeydîler. Amül’de Hasenîler ve İspanya’da Hammâdîler Alevî devletler olarak görülürse de bunların çoğunun gerçekte Hz. Ali’nin soyu ile bağları bu­lunmadığı bugün bilinmektedir.

Alevî terimi tasavvufta bazı tarikat­ların ortak adı olarak da kullanılmıştır.

Tasavvufun XI. yüzyıldan itibaren tarikat­lar şeklinde teşkilâtlanmasından son­ra bunlardan bazıları silsilelerini çeşitli maksatlarla Hz. Ali’ye dayandırdıkları için “Alevî tarikatlar” diye tanınmışlar­dır. Kâdiriyye ve Rifâiyye bunlardandır. Bazıları da Nakşibendiyye gibi silsile­sini Hz. Ebû Bekir’e dayandırdıklarından “Bekrî” diye anılmışlardır.

Bununla birlikte alevî teriminin asıl anlamını kazandığı ve yaygın olarak kul­lanıldığı saha, Hz. Ali hakkında besle­nen inançlara dairdir. Genellikle Şiîler ve Şîa içinde yer aldıkları kabul edilen bazı mezhepler Alevî nisbesini alırlar. Nite­kim Zeydiyye, İsnâaşeriyye gibi mutedil Şiîler’in yanında Beyâniyye, İsmâiliyye ve Bâtıniyye mensupları Alevî diye bilinir­ler. Fakat çağımızda asıl Alevîler olarak tanınan iki itikadî mezhep vardır. Bun­lardan biri, bugün genellikle Lübnan, Su­riye, Hatay yörelerinde varlığını sürdü­ren Nusayrîlik, diğeri ise XIII. yüzyılda Anadolu’daki etnik ve sosyal dinî kaynaş­maların bir sonucu olarak ortaya çıkan ve XVI. yüzyılda Safevîler’in propagan­dası ile gelişen Kızılbaşlıktır. Bu mez­hebe bağlı olanlar Osmanlı arşiv belge­leri ve vekâyi’nâmelerinde kızılbaş ve­ya Râfizîler diye geçmesine rağmen bunlar kendilerine Alevî nisbesini vermişlerdir. (Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Alevi maddesi)

 

ALEVİLİK-PROF. MEHMET AYDIN

(1) İslam tarihinde Hz. Ali so­yuna aşırı sevgi ve tarafgirlik gösteren siyasi ve itikadi grupların ortak adı. Bakınız: şiilik.

(2) Anadolu’da yaygın olan ve Hak, Muhammed ve Ali üçlemesine yer veren bir mezhep. Alevilik, şiilik çerçevesinde kabul edilen İslami öğe­lerle Eski Türk dini ve Maniheizmin çeşitli unsurlarının meczedilmesinden oluşan senkretist bir mezhep hareketi görümündedir. Alevilikte ahlaki yaşan­tının düsturu olarak kabul edilen “eline, beline, diline sağlam (ya da sa­hip) olmak” ilkesi, Maniheizmin “üç mührü”dür. Alevi inanç esaslarının temelinde Tanrıya, Muhammed’e ve Ali’ye inanma bulunur. Sır saklamak, yalan söylememek, müritlerle birlikte olmak, Mürebbiye itaat etmek, Musa­hibi gözetmek ve Halifeden taç ve kis­pet giymek, ocağa bağlı her Alevinin uyması gereken 7 farzdır. Ayrıca her Alevinin kibirlenmemek, kin ve düşmanlıktan kaçınmak ve Hak sözcüğünü dilinden düşürmemek gibi hususlara da riayet etmesi beklenir. Alevilikte ocak, önemli bir kavramdır. Her Alevi kendi yöresindeki bir ocağa bağlıdır. Bir çeşit dergah ya da Bektaşi tekkesi olan oca­ğın başında Dede (şeyh ya da baba) bulunur. Alevi dergahlarındaki hiyerarşik sıralama Halife, Dede, Mürebbi ve Rehber şeklindedir. Dedenin yoklu­ğunda ona vekalet eden kişiye Mürebbi, dergaha bağlanacak kişileri Dedeye götüren kişilere de Rehber denir. Bu arada henüz dergaha girmemiş olan, ancak törenle dergaha kabul edilecek kişilere Talib, bunların yanında bulu­nanlara ise Musahib denilir. Alevi top­lumunda Dedeler, hasat sonrası yöreyi dolaşarak Cemi ayini ve Sorgu Ayini törenlerini yönetirler. Günümüzde bü­yük yerleşim merkezlerinde bu törenle­rin yapıldığı Cem Evleri vardır. Alevi­lik, babadan oğula geçen bir mezhep görünümündedir. Alevi isminin dı­şında, alevi olmayanlarca onlara Kızıl­baş, Rafazı ve tahtacı gibi isimler de verilmektedir. Bakınız: Dede, Cem Ayini, Sorgu Ayini.

Alevi kelimesi, sözlük anlamı itibariyle “Ali’ye mensup” demektir. Yani Hz. Ali’ye ve ona siyaseten bağlı oldukla­rını söyleyenlerin teşkil ettiği cemaatin her bir üyesine Alevî, bu cemaatin bütü­nüne de Aleviler denmiştir. Bu siyasî ve içtimai anlamı dışında Hz. Alinin soyundan gelenlere de Alevî denmiştir. Böylece, nesebi olarak Hz. Ali’ye bağlı olanlarla, siyaseten bağlı olanlara bu kelimenin kul­lanılmış olması da bazı karışıklıklara ne­den olmuştur. Bunun içinde nesebi bağlı­lık ile siyasî bağlılık tarihi süreçte birbiri­ne karışmıştır. Meselâ Hz. Ali’nin oğullan, Hasan, Hüseyin, Muhammed bin Hanefîyye, Ömer ve Abbas gibi Hz. Ali’­nin nesebinden gelenler, İslâm tarihinde bu siyasî ekolun belli başlı temsilcileri olmuşlardır. Hz. Ali nesebine bağlı olma­dıkları halde, bu siyasî liderlerin arkasın­dan gidenlere de Alevî denmiştir. Tarihi süreç içinde bu kolime bazen yerini Şia kelimesine bırakmış ve siyasi anlamda daha radikal gruplar ve hatta devletler kurulmuştur: İdrisiler, Fatımiler, Süleymanîler, Zeydiler, Hamâdileri bunların arasında sayılmaktadır. Bu devletlerin soy itibariyle Hz. Ali ile alakaları bulunma­makla beraber, Alevî devletler olarak ta­nındığı tarihi bir gerçektir. Tasavvufta ise Alevî kelimesi daha farklı bir anlama bürünmüştür. Bu anlamda Alevîlik, bir tarikatı temsil etmektedir. Böylece, silsile olarak Hz. Peygambere, Hz. Ali aracılığı ile ulaşan tarikatların bü­tünü, Alevîlik adı altında toplanmıştır. Ancak XIX. yüzyılda Alevilik kelimesi, daha yaygın olarak belli bir inanç ve mezhebi ifade etmek üzere kullanılmaya başlamıştır. Bu alanda bazen kızılbaş ke­limesi de kullanılmıştır. Bu kelime ile ilgi­li farklı yaklaşımlar olmakla beraber bu kelimede Aleviliği ifade etmek üzere kul­lanılmıştır. Ancak kızılbaş kelimesi, Alevi kesimi aşağılamak için değil, tarihi bir gerçeğin ifadesi olarak kullanılmıştır. Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar talebelerine on iki imamı temsil eden on iki dilimli kırmızı bir börg giydirmiş olmasından do­layı, onun müritlerine kızılbaş denmiştir. Sünni kesimde kızılbaş kelimesi ahlâki ve dini yönden aşağılayıcı bir anlamda zaman zaman kullanılmış da olsa, bunun bi­limsel bir tarafı yoktur. Özbeöz Türk olan Şah İsmail’in, Anadolu’daki faaliyetlerine katılan müritlerine sadece bu kırmızı baş­lığı giydikleri için kızılbaş denmesinin dı­şında başka bir anlam aramanın yersiz olduğu kanaatindeyim. Nitekim zamanla bu kelimenin yerine Alevilik kelimesi ge­çerek daha yaygın hale gelmiştir. Alevilik ile yakın ilişki içinde kullanılan bir diğer kelimede Bektaşiliktir. Hacı Bektaşi Velinin çizgisinde ve onun dam­gasını taşıyan bu hareketin kökü XIII. yüzyıla kadar inmektedir. XV. yüzyılda mektepleşen Bektaşilik, bu tarikatın men­suplarına verilen isimdir. Bektaşılerle kızılbaş/Alevilerin inançlarında ve er­kanda bazı benzerlikler olsa da, farklı sosyal kategorilere aittirler. Kızıl baş­lar/Aleviler, genelde Türk aşiretleri içinde kırsal kesimde yaşa­yan Türk boylarıdır. Bektaşilerin yaşadığı sosyal çevre daha ziyade şehir çevresidir. Birİnciler, daha çok eğitimsiz Türkmenleri ihtiva ederken, ikİnciler, okumuş ve bilgili insanları ihtiva etmektedir. Dini yönden Alevilerle Bektaşilerin ayrıldıkları en te­mel konu, her iki gurupta Haa Bektaş-ı Veliyi sevmelerine ve saymalarına rağ­men, Aleviler, Hacı Bektaş dergahına de­ğil, Alevi dedelerine bağlı olmalarıdır. Halbuki Bektaşiler, ise Hacı Bektaş’ın so­yundan gelen Çelebilere inanmaktadırlar. Diğer önemli bir fark da, Aleviliğin soy zincirine, Bektaşiliğin ise seçmeli ve irade­li bir eğilime bağlı olmasıdır. Yani Alevî olmak için. Alevî anne ve babadan doğmak şart iken, Bektaşi olmak için böyle bir şart yoktur. İsteyen herkes, Bektaşi olabi­lir.

Kızılbaşlık, Alevilik ve Bektaşilik arasında yapısal ve doktrinel açıdan bazı farklılık­lar olsa da, her üç gruba bağlı olanlar ara­sında bir yakınlaşma vardır. Her üç gurupta Hz. Ali, on iki İmam ve Ehl-i Beyte sevgi ve saygı duymaktadırlar. Ülkemiz­de birçok alanda kavram kargaşası oldu­ğu gibi, Alevilik, kızılbaşlık ve bektaşilik kelimelerinin ihtiva ettiği anlamlarda da bir kargaşa yaşanmaktadır. Bunun için, bazan Alevi kelimesiyle, hem aleviler, hem kızılbaşlar hem de Bektaşiler kaste­dilmektedir.

Anadolu Aleviliğinin takriben on asırlık bir tarihi geçmişte şekillendiğini belirtebi­liriz. Anadolu Aleviliği olarak kompoze olan inanç sisteminin mensupları içinde, İslâm öncesi farklı inançların sentezleştiği birtakım Sûfî akımların varlığı da şüphe­ye yer bırakmayan bir gerçek olarak gö­rülmektedir. Kalenderilik ve Haydarilik gibi sufî akımlar, bunların başında gel­mektedir. Eski inanç izlerinin taşındığı diğer bir sufî alamda Yeseviliktir. Bu tari­katlar, Anadolu’ya göç eden Türkmenler tarafından olağanüstü bir şekilde benim­senmiştir. Meselâ Ahmet Yesevi’nin hali­felerinden olduğu söylenen lokmân-ı parende’nin emriyle Anadoluya gelen Hacı Bektaş, Baba İlyas’a intisap ederek suluca karahüyük’e yerleşmiştir. Ancak Hacı Bektaşi Veli, İslâmı yaymak için büyük gayret göstermesine rağmen, kedisininin ismini taşıyan bir ta­rikat kurmamıştır. Fakat kendisine bağlı olarak çalışan birtakım talebeler elde et­miştir. Hem Hacı Bektaş, hemde talebele­ri, İslamlaştırma faaliyetlerine muhtelif bölgelerde devam etmişlerdir. Bektaşilik ismi altında olmasada, Hacı Bektaşi Velî kültü etrafında XIV. yüzyıl­dan itibaren Rum Abdalları ismiyle orta­ya çıkan hareket, Türkmenler arasında yaygınlık kazanmıştır. Rum Abdalları, özellikle orta ve batı Anadolu’da ve Ru­meli’de çok rağbet görmüştür. Bu hareke­tin belli başlı simaları arasında Abdal Kumral’ı, Abdal Mehmed’i ve Abdal Mu­sa’yı sayabiliriz. Bunların dışında Hacı Bektaş-ı Veli’yi hareketlerinin merkezinde tutan Kalenderî, Vefâî ve Haydarî tarikatlerini de bu çizgide sayabiliriz. An­cak bu dönemde meşhur olan Hacı Bektaş değil; Baba İlyas’dı. Hacı Bektaş da dahil, bütün bu tarikatler, Baba İlyas ile bağlan­tılı olarak anılıyordu. Yukarıda zikretti­ğimiz isimler arasında bulunan Abdal Musa, Hacı Bektaş’ın yakını olan Hatun Ana’nın müridiydi, Abdal Musa, Os­manlı Beyliğinde Hacı Bektaş’ın mitolojik bir şahsiyet olarak anılmasına sebep ola­cak bir propaganda yaptığını, kaynaklar kabul etmektedirler. Bu dönem XV. yüz­yıla kadar böylece devam etmiştir. Bektaşiliğin organizasyon olarak teşekkül tarihi XV, yüzyıldır. Bektaşiliği bir tarikat olarak teşkilatlandıran şahsiyetin Balım Sultan plduğu konusunda, kaynaklarda bir nevi görüş birliği vardır. Ancak Balım Sultanı’nda kimliği konusunda açık ve net bir bilgi yoktur. 1501’de II. Bayezid tara­fından Balım Sultan, Hacı Bektaş zaviye­sinin basma getirildikten sonra Balım Sultan, Bektaşiliğin Hacı Bektaş’tan sonra ikinci şahsiyeti olmuştur. Bu konuda araş­tırma yapan bazı bilim adamları Balım Sultan’ın, Bektaşiliği, Kalenderilikten ayı­rarak teşkilatlandırdığı kanaatini taşırken; diğer bazıları da Bektaşiliğe, on iki imam töresini, mücerretliği, Şa­rabın serbestliğini, ibadetlere riayetsizliği, kulağa küpe takmayı, teslis ve hulul gibi şeyleri, sokarak dejenere ettiği kanaatini taşımaktadırlar.

Balım Sultan’ın organize ettiği Bektaşilik, XV. yüzyılın ortalarına doğru Hurûfî te­sirlerle birleşmeye başlamış ve Fazlullah-ı Hurûfî’nin fikirleri benimsen­meye başlamıştır. Yine XV. yüzyılın orta­larından itibaren Anadolu’ya Şiî düşünce­ler yayılmaya başlamıştır. Bununda arka­sında Safevi propagandası çok etkili ol­muştur. Temelde Şeyh Safiyuddin tara­fından İran’da sünni bir tarikat olarak ortaya çıkan Safevilik, Erdebil’de merkezileşmiştir. Safiyüddin’in 1334’de ölü­münden sonra yerine geçen halifeleri, ta­rikatın Irak, Suriye, Anadolu’da yayılma­sını sağlamışlardır. XV. yüzyılın başında bu tarikat Şeyh İbrahim’in önderliğinde büyük bir şöhrete ulaşmıştır. Ancak tari­kat Hoca Ali döneminde Şiiliğe meyil gös­termiştir. Erdebil Tekkesi, bu doğrultuda bir merkez görevi görmüş, Anadolu’daki rnuritlerce ciddi şekilde desteklenmiştir. Şeyh Cüneyd ]yılından itibaren siyasete bulaşmıştır. Şeyh Cüneyd, Amca­sından genel şeyhliği alamayınca, Anado­lu’ya geçmiş ve Anadolu’daki Türkleri ta­rikata bağlamaya başlamıştır. Oğlu Hay­dar, uzun Hasan’ın kızıyla evlenerek ba­basına bıraktığı çizgiyi güçlendirmiştir. Haydar, müritlerine on iki dilimli “kızıl taç” giymelerini emretmiş ve böylece onun yolundan gidenlere “kızılbaşlar” denmiştir. Şeyh Haydar, 1488’de Şirvan Hükümdarı ile girdiği savaşta ölmüştür. Yerine oğlu İsmail geçmiştir. İsmail’de si­yâsi yelpazeyi aynen babası ve dedesi gi­bi devam ettirmiştir. Şah İsmail (1501-1524) Erdebil Tekkesinin başına geçerek Sâfevî Devletinin kurulması yolunda ilk adımı atmıştır.

Şah İsmail, Şii doktrine fanatik bir bağlılık göstermiştir. Hatta Tebriz’in fethinde, sünni çizgideki Müslümanları öldürmüş, Cuma hutbelerinde on iki imamın isimle­rinin sayılmasını mecbur tutmuştur. Cu­ma hutbelerinde Hz. Ebu Bekr’e, Hz. Ömer’e ve Hz. Osman’a lanetler yağdır­mış ve hatta bu hutbeyi okumayanları öldürtmüştür… Ezana “Eşhedu enne Aliyyen Veliyullah” ibaresini ekletmiştir. Şah İsmail’in bu tutumu, kendisine Ana­dolu’da bağlı olanları da tahrik ederek, Anadolu’da sünnilerle Şah İsmail’in adamları arasında ciddi bir gerginliğe de sebep olmuştur. İşte bunun üzerine Os­manlı padişahı Yavuz Sultan Selim, hare­kete geçmiş, Anadolu’daki Şah İsmail’in yayılma alanını ve onun gücünü yok et­mek üzere 1514 yılında Çaldıran’ da Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim karşı karşı­ya gelmişlerdir. Bu savaşta Şah İsmail mağlup olmuştur. Ancak, Şah İsmail’e Anadolu’da bağlı olan Kızılbaş-Alevi çev­relerini Hatayı mahlasıyla yazdığı Türkçe şiirlerle, Şah İsmail, etkilemeye devam etmiştir…

Anadolu’daki Şah İsmail’e gönülden bağlı olan kızılbaş toplulukları, Osmanlı yöne­timiyle çok iyi ilişkiler içinde olmasalar da hayatlarını devam ettirmişlerdir. An­cak Anadolu kızılbaşlarının Erdebil tekkesiyle ilişkileri kopmuştur. Burada belirtmekte yarar vardır ki XV. Asrın çeyreğinden sonra Anadolu Alevi­leri, on iki imam Şiiliğini aslî hüviyetiyle almamışlar. Ehl-i Beyt ve Hz. Ali sevgisi; on iki imam anlayışı, tevellâ-teberrâ ve kerbelâ matemi gibi konuları İran Şiileri gibi canlı olarak değil, daha yüzeysel ola­rak belli bir kültürel sentez içinde kabul etmişlerdir. Bunun için, Anadolu Aleviliğiyle İran Şiiliği arasında oldukça farklı bir gelişme görülmektedir… Anadolu’da Şah İsmail’e bağlı olan Türk­men boylarıyla Osmanlı yönetimi arasın­da zaman zaman sürtüşmeler de yaşan­mıştır. II. Bayezid döneminde vuku bulan isyanda Şah Kulu, 1511 yılında öldürülmüştür. Daha sonra aynı çizgide ikinci bir isyan da Nur Ali tarafından çıkarılmıştır. Nur Ali, bir müddet başarılı olmuşsa da, daha sonra Osmanlı yönetimi tarafından dağıtılmıştır… Daha sonraki yıllarda aynı paralelde Bozoklu Celâl, Süklûn Koca ve Baba Zunnûn isyanları kendim göstermiş­tir. Bu çizgideki isyanların en büyüğü kalendroğlu isyanı olmuştur. Ancak ka­lender çelebi bu isyanda 1527 yılında öl­dürülmüş ve isyan bastırılmıştır. Böylece Osmanlı yönetimiyle kızılbaş/Alevi Türkmenler arasındaki bu sürtüşmeler gitgide Alevî Türkmenlerin devletten soğumalarıyla sonuçlanan bir politika izle­meye kadar gelmiştir. Bu dönemde kurt aşiretlerinden bazıları Aleviliği kabul ederek, Osmanlı devletinin Doğu ve Gü­ney Anadolu bölgelerinde yeni birtakım oluşumlar meydana getirmişlerdir. Alevi/Kızılbaş Türkmenlerin bir kısmı, is­yan sırasında Anadolu’daki Bektaşilerin Çelebiler kolu ile birlikte hareket etmiş­lerdir. Fakat yinede kendi inanç ve anla­yışları doğrultusunda ocaklara bağlı kala­rak, merkezden uzak bölgelerde yaşama­ya devam etmişlerdir. Bektaşiler ise, ka­lender Çelebi ayaklanmasından sonra Ha­cı Bektaş Dergâhına 1551 de Ali Paşa’nın getirilmesiyle çelebiler ve Babalar olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. Osmanlı yönetimiyle iyi ilişkiler içine giremeyen Bektaşiler ve kızılbaş Türkmenler, dağlık bölge­lere yerleşerek birtakım ocaklarda faaliyet göstermişlerdir. Bektaşi dergahı ile alakalı olan “yeniçeri ocağı” zaman içinde bozulmuş ve II. Mahmut 1826 yılında yeni­çeri ocağını kapatmıştır. Bundan sonra Bektaşilik, Balkanlarda yayılmaya başla­mış özellikle Arnavutluk bu alanda önem­li bir bölge haline gelmiştir. Türkiye’de Alevi-Bektaşi cemaatleri milli mücadelede Atatürk’ün yanında yer al­mışlar ve milli mücadeleye destek vermiş­lerdir. Özbe öz Türk olan Alevi/Kızılbaş Türkmenler, bu ülkenin, evladı olarak yüzyıllardır sünni Türklerle birlikte kader birliği yapmışlardır. Zaman zaman hem ülkemizde hem de dış devletlerde Türki­ye’nin milli ve dini bütünlüğünü bozma­ya çalışanlar, Alevi-Sünnî çatışmasını körükleseler de, Türk halkının sağ duyusu bu çatışmaya fırsat vermemiştir. Anado­lu’nun Alevi-Sünnî halkı, Allah’a Kur’an’a ve Peygamber’e inanmaktadırlar. Aynı vatanın ve ırkın evladıdırlar. Türk insanı­nı birleştiren bu unsurların etrafında ke­netlenen Sünnî-Alevî halkı, İslâm’ın kar­deşlik ve hoşgörü ortamında aynı dinin ve aynı milletin evladı olmanın mutluluğunu yaşamaya devam edeceklerdir. Bu açıdan, bizi birbirimizden ayırmaya yöne­lecek her hareketin ve düşüncenin karşı­sında, Sünnî-Alevi Türk halkı yek vücut olarak daima varlığını hissettirecektir. (Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Prof. Mehmet Aydın, Alevilik maddedi)

 

 

ALEVÎ-ALEVÎLİK

Dördüncü halife Hz. Ali’nin soyundan gelen, onu diğer sahâbeden ve diğer üç halîfeden üstün tutan mezhebe mensup kimse. Alevîlik düşüncesi, ister açıkça, ister gizlice, Ali’ye uyup onun Kur’an’daki nâs ve Resulullah (s.a.s.)’ın vasiyetiyle imamlığa tayin edildiğini ileri süren; imametin* onun soyundan dışarı çıkmayacağına inanan ve onu diğer sahâbeden üstün gören zümrelerin başlattığı fikir ve siyasî kavgalarla ortaya çıkan” hareketin genel adıdır. Bu fikir ve harekete katılanlar, Ali’ye (r.a.) uydukları ve onu, öteki sahâbîlerin önüne geçirdikleri için Alevî; buna taraftar olanlara da ‘tarafını tutan’ anlamında “Şia”* denilmiştir. Şia, Alevîliğin ifade ettiği katılıktan daha mûtedîl bir kelimedir ve İslâm âlimleri Alevîlik için Şia’dan farklı olarak ‘Râfıza’ ‘Ravâfız’ tabirlerini kullanırlar. İslâm tarihinde Hz. Peygamber’den sonra halîfe olarak Hz. Ali’yi tanıyanlara, Ali’ye mensup, inancı bakımından, Ali taraflısı anlamında “Alevî” tabiri kullanıldı. Alevîlik, halifelikte Hz. Ali’nin hakkının yendiğini, sahâbenin Hz. Peygamber’den sonra Ebû Bekr*’e bey’at etmekle, İslâm’a aykırı hareket ettiği iddiasını yansıtır. Alevîler Hz. Ali’nin hilâfette hak sahibi olduğunu şu sebeplere dayandırırlar: Ali*, Hz. Peygamber’in tabii olarak varisiydi. O, İslam’ı ilk kabul eden kimsedir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in amcasının oğlu ve damadıdır. İslâm savaşlarının kahramanıydı. Yaşadığı sürece Hz. Muhammed’in en yakın yardımcısıydı. Onun bütün işlerine bakardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) Ali’ye olan sevgisini ve güvenini bildirerek, onun kendisinden sonra halîfe olacağına işaret etmiştir. Bu yüzden onlar, Ebû Bekir, Ömer* ve Osman*’ın işbaşına getirilişini batıl saydılar. Yani bunu şerîat kurallarına ve Hz. Peygamber’in sünnetine aykırı görerek bununla savaşmayı dinî bir görev kabul ettiler. Ancak, Hz. Peygamber’in, Hz. Ali hakkında söyledikleri ve Ali’nin üstünlükleri doğru olmakla birlikte, Allah Resulü benzer sözleri Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi diğer büyük Sahâbîler hakkında da söylemiştir. Üstelik, hastalandığında imamlığa Hz. Ebû Bekr’i geçirmiştir. Diğer yandan Hz. Peygamber, kendisinden sonra müslümanların başına kimin geçeceğini isim vererek belirtmeden bu dünyadan ayrılmıştır. Böyle bir hadîs olsaydı, Hz. Ebû Bekr’in halife seçildiği sırada yapılan konuşma ve müzâkerelerde bu hadîsin sözkonusu edilmesi gerekirdi. Çünkü ashâb-ı kîrâm, kendi aleyhine bile olsa, Hz. Peygamber’den işittiğini nakletmekten çekinmeyecek derecede üstün mezîyetlere sahiptir. Ancak, Allah Resulü’nün cenaze işleriyle uğraşması yüzünden, halîfe seçimi sırasında hazır bulunamayan Hz. Ali ile bu kadar önemli bir konunun istişare edilmemiş olması bir eksiklik sayılabilir. Fakat, Ensâr’ın hilâfet konusunu müzâkere etmekte olduğu topluluğa Hz. Ömer’le Hz. Ebû Bekr bile sonradan katılmıştı. Bu çok önemli meselede yanlış bir adımın atılması endişesi ve işin kısa sürede çözülmesi zarûreti, seçimin Hz. Ebû Bekir lehine yapılmasını gerekli kılmıştır. Nitekim daha sonra Hz. Ali de Ebû Bekr’e bey’at* etmiştir.

Müslümanlar, Ehl-i Beyt denen ‘Ali ve ailesini’ öteki Ashâb-ı Kîram’dan ve Allah Resulü’nün öteki halîfelerinden ayırmadan severler. Onun ailesine yapılan haksızlığa ve zulme karşıdırlar ve tarih içinde de karşı olmuşlardır. Meselâ, Ahmed b. Hanbel* (rh.a), “Ehlü’s-Sünne ve’-l Hadîs” taraftarlarının Hz. Muhammed (s.a.s.)’ in ailesine hak ettikleri muhabbeti gösterdikleri ve Ali İbn Ebî Tâlib’in (r.a.) haklarını tanıdıkları için “Ali’nin ‘şiası, taraftarı” olduğunu ifade etmektedir. Aynı tavrı İmam-ı Â’zam da takınarak Abbasîlere karşı İmam Zeyd’i desteklemiştir. Bu anlamda Şia, îtikâdî ve siyasî bir mezhep olarak kabul edilirken, Alevîlik, Hz. Ebû Bekr es-Sıddık’a (r.a.), Ömer el-Faruk’a (r.a.) ve Osman Zünnureyn (r.a.)’e ve daha pek çok ashâb-ı kirâm’a buğz ve düşmanlık taşıyan fikirlerle dolu bir tarîkat görünümündedir. Bu ifrata sebep olan Emevilerdi. Emeviler devrinde, Ömer İbn-i Abdulaziz’in hilâfetine kadar cuma hutbelerinde Ali İbn Ebî Tâlib’e (r.a.) ve ehl-i beytine hakaret edilir ve lânetler okunurdu. Onların bu yanlış hareketleri öteki müslümanları bağlamazdı. Çünkü onlar, bütün müslümanları temsil edemezlerdi. Hele hilâfet konusundaki olayları göze alarak öteki, müslümanları zalim görmek ve göstermek haksızlıktır ve hakdan sapmadır. Ne Resulullah’ın üç halifesi ne de Ashâb-ı Kirâm, Ali İbn Ebi Talib hakkında düşmanlık eseri bırakmamışlardır. Alevîlik, zaman içinde parçalanmış ve sayısı yüze varan tarîkatlara ve yollara ayrılmıştır. Ancak bunları İmam Ebu Câ’fer es-Sâdık’ın içtihatlarıyla amel eden ve müslümanlarla aralarında bir fark görmediklerini söyleyen, yeryüzünde Allah’ın hâkimiyetini istediklerini haykıran Ca’feriyye ve Zeydiye kollarına bağlı müslümanlarla karıştırmamak gerekir. Câferî müslümanları Şia içerisinde incelerken, dünü, bugünü ve îman-amel ilişkisiyle gözönüne almak ve ona göre değerlendirme yapmak faydalı olacaktır. Câferîlerle, Zeydîleri Alevîliğin diğer kolları olan Batînîler, * Karmatîler, * hatta kuzey Afrika ve Mısır’da uzun yıllar hüküm süren Fâtımîlerden, bugün Anadolu’da yaşayan Alevîler’den, Lübnan ve Suriye’deki Dürzî ve Nusayrîlerden ayırt etmek gerekir.

Alevîlerden Gulât olanlar yani aşırı gidenler Hz. Ali’de, diğer halifelerde bulunmayan ilâhî nitelikler ve özellikler olduğuna inanıyorlar. İslâm tarihinde bu görüşü ve inancı daha da ileri götürerek, Allah’ın Ali’nin varlığında, insan suretinde görünüş alanına çıktığını, onun bir ilâh-insan olduğunu söyleyenler bile çıktı. Ali’nin mehdi olduğunu, ölmediğini ve kıyamet gününden önce çıkarak dünyada adaleti sağlayacağını öne sürdüler. Bunlar “sebeîler”dir. İslâm’da ilk dînî ayrılık hareketini teşkil eden ilk Alevîlik, Hz. Ali daha hayatta iken San’alı bir Yahudi olan İbn Sebe’nin telkini ile başlamıştır. Bundan sonra Ali’nin ve soyunun, hatta İbn Sem’an, Ebû Mansur el-İclî, Ebu’l-Hattâb, Horasanlı Ebû Müslim gibi Ali ile aile bağı bulunmayan ve sadece taraftarlık yapan birtakım yabancıların öncülük ettiği tenâsüha, ibâhaya, farzları terketmenin caiz olduğuna ve imanın, imamı bilmekten ibaret bulunduğuna inanan birçok Alevî kolları meydana çıkmıştır.

Dağınık Alevî kollarını birleştiren Câ’fer es-Sâdık’*a bir aralık gidip gelen ve inanışlarında İslâm’a aykırı şeyler bulunduğu için kovulan, İmam Câfer’in lânetlemesine uğrayan Ebî Mansur el-İclî ile Ebû’l-Hattâb’ın ekolü, “İsmâiliye*” veya “Yedi İmam” mezhebini oluşturmuştur. Batınîlik adı verilen bu mezhep Yemen’de kökleşmiş, Irak, İran, Horasan ve Türkistan’a kol atmış ve batıda Endülüs’e kadar yayılmıştır. Bu mezhepten olanlar Bahreyn’de ve Ahsâ’da Karmatiyye mezhep ve hükümetini, Kûfe’de ve Basra’da birçok ihtilâlleri, Mağrip’te önce “Alevî Hükûmeti”ni, sonra Mısır’da Fâtımî halifeliğini vücûda getirmişlerdir. Cebel-i Dürûz’da Lübnan’da yaşamakta olan “Dürzîlik”le daha birçok fırka ve mezhepler Batınîlikten doğmuştur. Muhammed b. Nusayr de bu arada bugün Suriye, Lübnan ve Adana yöresinde sâlikleri bulunan “Nusayrîlik”i kurmuştur.

Hz. Ali’nin ölümünden sonraki gelişmeler, özellikle Kerbelâ olayı Hz. Hüseyin’in şehid edilmesi, Alevî topluluğun siyasî bir görüş çevresinde toplanmasına yol açtı. Sonraları Şia (Şiîlik) adını alan ve daha çok İran’da gelişen Alevî mezhebinin özünü besleyen bu olaylar zinciri oldu. İslâm ordusunun doğuya doğru ilerlediğini gören İran, bağımsızlığını kaybedeceğini anlayınca, İslâm’ın içinde doğan ve gelişen Hz. Ali taraftarlığını eski dîn ve siyasetleriyle kaynaştırarak benimsedi. Bundan Alevîliğin, bir başka kolu doğdu. Alevî inancı bu yeni ad altında hızla gelişti. Bu inanca, ruhun bedenden bedene geçişini (tenâsüh) kabul eden Hind inançları da yine İran etkisiyle karıştı.

Anadolu Alevîliği ise, sadece Batınîlik’in devamı değildir. Yesevî, Kalenderî, Hayderî gibi Türk tarikatlarının, Hurûfiliğin, Vücûdiyye ve Dehriyye inançlarının karıştığı, bazı Türk gelenek ve göreneklerinin ve halk şiirinin yaşadığı bir dünyadır. Onda “tenâsüh”, “hulûl”, “ibâha” ve bir çeşit “iştirak” ilkeleriyle birlikte, Türk şölenlerini andıran âyinler de görülür. XIII. yüzyılda Anadolu’nun fikir hayatında Orta Asya’dan ve Horasan’dan göçen bilgin ve mutasavvıfların derin etkileri olmuştur. Bu arada Harezm’li göçmenler, köylere varıncaya kadar Anadolu’nun dînî havasının değişmesine yol açmışlardır. Bu tarihi kökenlere dayanan Alevîlik günümüzde varlığını sürdürmektedir. Şiîlik, Bektâşîlik ve Kızılbaşlık gibi Alevî kollarının özel törenleri, toplantıları bulunmaktadır. Bu kolların hepsinde Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid edildiği 10. Muharrem günü kutsal olup, matem günü kabul edilir. Şiîler o gün, özel anma törenleri düzenler, dövünür, ağlar, yakınırlar. Kızılbaş ve Bektâşîler bu günün acısını çeker, fakat dövünmezler. Alevî törenlerinin en büyüğü kadınların da katıldığı “cem âyini”dir. Bu tören cuma günleri düzenlenir. Cem âyininin küçüğüne “dernek” denir. Bu toplantılar sazlısözlü, içkili olur. Özel zikirler yapılır. Töreni yöneten dede tarafından bir sure veya ayet okunur. Ayrıca cem’âyininden başka “görgü âyini”, canlardan birinin diğerini şikâyeti hâlinde “sorgu âyini” düzenlenir. Nevrûz, hem bahar bayramı, hem de Hz. Ali’nin doğum günü sayıldığı için, genellikle kutsal kabul edilir ve törenler düzenlenir .

Alevîlik İran’da olduğu gibi Anadolu’da da daha çok şiir ve edebiyatla yayılmıştır. Alevîlerin büyük tanıdığı yedi şair; Nesimî, Fuzûlî, Hatâî, Pîr Sultan Abdal, Kul Himmet, Yeminî ve Virânî’dir. Bunlardan Nesimî ve Fuzûlî dışındakiler tam batinîdirler.

Yollarını müstakil bir dîn ekolü ve İslâmiyetin esası kabul eden Alevîler, Hz. Peygamber, Hz. Ali, Oniki İmam ve Hacı Bektaş Velî’yi kendi yorumcu ve düşünürleri sayarlar. (Hamdi Döndüren-Şamil İslam Ansiklopedisi)

This entry was posted on Pazar, Aralık 7th, 2008 at 12:02 and is filed under MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz