-
29th Temmuz 2008

İstanbul’a sitem mektubu

posted in ÖYKÜLER |

İSTANBUL‘A SİTEM MEKTUBU

İstanbul, koca şehir.

İçerisinde koca Osmanlı ve Bizanslıyı içerisinde barındıran koca şehir. Kaç bin delikanlıyı kendine susandırdın! Kaç bin tane işsiz, aşsız köylüyü çekip aldın kendine barındırma sözüyle! Taşı toprağı altın diye kaç umutsuz cana umut oldun yıllarca! Ey yedi tepeli şehir! Söyle kaç türlü millet barındırdın? Kaç tane yoksulun karnını doyurdun aşınla? Hangi zengin, köşkler yaptırmadı senin en güzel parçana, ormanlarına?

Ama artık senin de kabullenmek gerek, üzerine karabasan gibi çöken kara bulutların içinde bir çare aradığına ve kurtulmak için kendinden birçok şeyi feda ettiğine. Sen bin kere tövbe dilemene karşılık engin bir okyanusta gemisi bozulmuş bir balıkçısın.

Batmamak için, senin hayatta kalmanı sağlayan yiyeceklerini, suyunu attın ve şimdi biçare şekilde umut dileniyorsun uçan kuştan, yüzen balıktan ve hatta dalgalardan. Herhangi bir yerden gelebilecek yardım, umut beklerken, uykunda dileklerinde, hayallerinde, hep o eski senin özlemini çekiyorsun. Derin bir “ah!”ile Fatih, Belgrat ormanlarına, sonra Anadolu yakasına, Çamlıca, Ümraniye/Çavuşbaşı, Kavak ve Fener bölgelerine, eski şatavatlı günlerinin özlemleriyle bir İstanbul turu yaparsın. Azığın, umut, ümit, özlem.

Ben de senin kadar özlem duyuyorum o eski geçmişime. Ancak, o eski geçmiş, senin sayende yok oldu. O ana kadar, sen benim anam, babam, mutluluk meskenim olmuştun. Ama seni aldattılar ve bizi öksüz, yetim bıraktın, kabuğuna çekildin. Bizi bıraktın diyorum. Çünkü senin ihtişamını sağlamamıza rağmen, bizim yıkımlarımız gerçekleşiyorken sen sessiz kaldın, o kara güne “dur!” demedin. Ancak, senin de, sonradan anladığın gibi biz senin veli nimetindik ve bizler olmayınca çirkinleştin, ihtiyarladın. Ben de, senin gibi oldum en sonunda. Ama eğer sen, müdahale etseydin ben, bugün bu durumda olmazdım. Ah… o gün!

O gün bir ilkbahar günüydü ve ben birkaç kuşun çığlıklarıyla sabahın ilk ışıklarıyla uyandım. Beni uyandıranlar, üzerimde yuvalarını taşıdığım sadık dostlarımdı. Bana çığlıklarla, çırpınışlarla Fatih ormanında, geniş bir ormanlık arazinin, büyük apartmanların yapımı için yok edildiğini telaşla haber verdiler. Bu benim de, yakınımızda bulunan komşu ağaçlıklar gibi kısa sürede yuvamdan ayrılabileceğim anlamına geliyordu. Karşı ağaçlıklar kısa bir süre önce kesilmiş ve bizlere özenle bakan Ayşe ninenin kulübesi de yıkılmış onu evsiz, aşsız bırakılmıştı.

Neler olacağını, benim kara hüzüne bürünmemi sağlayan haberi getiren sadık arkadaşlarımla konuştuk ve ağlaştık. Çünkü benim olmamam, onların da yuvalarının olmaması demekti. Onlar, bana bu konuda istihbarat toplamak için gittiklerinde, dallarım solmuş, yapraklarım saramaya başlamış, meyvelerim, dallarımın zayıflığımdan dolayı, yerlere dökülmeye başlamıştı. Benim bu halim, etrafta oynamaya gelen ufak çocukların, komşu ağaçların da dikkatini çekmişti. Bana, telaş içinde neler olduğunu neden biranda sararıp solduğumu sordular. Ancak onların hiçbir sözünü duymuyor kendi kendime sessizce düşünüyordum.

Gözlerim herhangi değişikliği kaçırmıyor, kulaklarım tüm gücüyle yabancı bir çığğı, gürültüyü duymak için tetikteydiler. Bu yaşlı odun bu acıya dayanabilir miydi? Kasvetimi yıllara insanlara attım defalarca. Kin kustum beni koparacaklara. Kesilip kesilmeyeceğimi kesin olarak bilmesem de bu düşünce, içimdeki en büyük kurttu.

This entry was posted on Salı, Temmuz 29th, 2008 at 08:20 and is filed under ÖYKÜLER. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz