-
28th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Doğumdan sonra yaşam var, ya sonrası?

Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri herşeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları,iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada, etraflarında olup biteni farketmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış. Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış:

“Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi?
Hayat ne güzel şey be kardeşim!”

Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya, hayatın kaynağı neymiş? İşte bunu araştırırken, karşılarına anneleriyle onları birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sayesinde, hiçbir zahmet çekmeden, güven içinde beslenip büyütüldüklerini tesbit etmişler.

“Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan herşeyi gönderiyor.”

Artık aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle “yolun sonu”na yaklaşıyormuş. Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terkedeceklerinin işaretlerini almaya başlamışlar.

Dokuzuncu aya yaklaştıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş: “Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir?” Öteki daha sakin ve aklı başındaymış. Üstelik, bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; duyguları daha geniş bir alemi arzuluyormuş. O cevap vermiş:

“Bütün bunlar, bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor”.

Ve eklemiş: “Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz.”

“Ama ben gitmek istemiyorum” diye haykırmış kardeşi. “Hep burada kalmak istiyorum.”

“Elimizden gelen birşey yok. Hem, belki doğumdan sonra hayat vardır.”

“Bize hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki?” diye cevaplamış öteki.

“Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem, bak bizden once başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbirisi geri gelmemis ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Hayır, bu herşeyin sonu olacak.”

Bütün bunları söyledikten sonra eklemiş: “Hem, belki de anne diye birşey de yok!”

“Olmak zorunda” diye itiraz etmiş kardeşi. “Buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?”

“Sen hiç anneni gördün mü?” diye üstelemiş öteki. “O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk.”

Böylece, anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş. Sonunda doğum anı gelmiş çatmış.

İkizler dünyalarını terkettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar. Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş…

(Anthony de Mello’dan) http://www.gebelik.org/dosyalar/hikaye.html

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments

5th Ocak 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kur’an’la konuşan kadın

Abdullah İbni Mübarek anlatıyor;

‘’Bir gün hacca gidiyordum, Irak-Suriye topraklarından geçerken yalnız bir kadına rastladım. Selam verdim;

Selamımı “Söz olarak Rahim bir Rab’den selam sözüdür onların duyacağı’’(36Yasin/5 ayetiyle aldı.

’’Buralarda ne yapıyorsun?’ diye sordum.

“ALLAH kimi yoldan çıkarmışsa, ona yol bulduracak yoktur”(7A’raf /186) ayetini okudu. . .

Anladım ki, yolunu kaybetmiş. Nereye gittiği soruma ;

“Bir gece kulunu Mescid-i Haram’dan alıp Mescid-i Aksaya götüren Allah’ı tesbih ederim”(17İsra/1) ayetiyle karşılık verdi.

Anladım ki, geçtiğimiz hac mevsiminde haccını tamamlamış, Kudüs’e gidiyor.

“Ne zamandan beri böyle yolunu kaybettin?” dedim.

”Tam üç gece (yani üç gündür)”(19Meryem/10”) dedi.

Yiyecek verme teklifinde bulundum.

“Sonra orucunuzu gün batıncaya kadar tamamlayın”(2Bakara/187) ayetini okudu.

”İyide Ramazan da değiliz” dedim.

“Kim ALLAH için nafile bir hayır yaparsa, ALLAH her hayrın karşılığını verendir, her şeyi hakkıyla bilendir”(2Bakara/15) ayetiyle cevap verdi.

”Yolculukta oruç açılabilir” dedim.

“Ama orucu tutarsanız, bu hakkınızda daha hayırlıdır”(2Bakara/184) ayetini okudu.

Niye benim gibi konuşmadığını sordum.

“Ağzından tek bir söz bile çıkmasın ki, yanında onu gözleyen ve o sözü kaydetmeye hazır bir gözcü bulunmamış olsun”(50Kaf/1) dedi.

”Kimlerdensin?”diye sordum

. ”Bu konuda kesin bilgin yok (ailemi söylesem de tanımazsın). Sonra göz de kalp de (görmeden, kesin bilgiye dayalı olmadan verdiğin her hükümden) sorumludur. ”(17İsra/36) ayetiyle cevap verdi.

“Hata ettim, hakkını helal et” dedim

”Bugün size kınama yok. ALLAH sizi bağışlasın”(12Yusuf /92) dedi.

Deveme bindirip kafilesine ulaştırma teklifinde bulundum.

”Hayır adına ne işlerseniz ALLAH onu bilir”(2Bakara/215) ayetiyle karşılık verdi.

Devemi yanına getirdim, binecekken.

”Mü’min erkeklere söyle, bakışlarını sakınsınlar”(24Nur/30) ayetini okudu.

Gözlerimi çevirdim; binecekken deve ürküp kaçtı, bu arada elbisesi az yırtıldı.

“Başınıza musibet olarak ne gelirse, bu bizzat işleyip, onu hak etmeniz sebebiyledir”(42Şura/30) ayetini mırıldandı.

“Sabret, deveyi bağlayayım!”dedim.

Bu hususta Süleyman’ı anlayışlı ve daha isabetli davranır kıldık”(21Enbiya /79) ayetini okuyarak, devemi yönlendirme konusunda benim daha başarılı olduğumu kastetti.

Deveye bindi ve “Bunu bize baş eğdiren Allah’ı tesbih ederim; yoksa bunu biz başaramazdık. Ve sonunda şüphesiz Rabbimize döneceğiz!”(43Zuhruf/13-14) ayetlerini okudu.

”Haydi!” diye deveyi hızlandırdım.

“Yürüyüşünde (ve davranışlarında) vakur ol ve sesini yükseltme. seslerin en çirkini eşeğin sesidir!”(31Lokman/19) mukabelesinde bulundu.

Yürürken şiir okumaya başladım. ”Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun!”(73Müzzemmil/20) dedi.

“Şiir okumak haram değil ki !”dedim.

“Bu hususu ancak idrak ve basiret sahipleri düşünür anlar!” (2Bakara/269) cevabını verdi.

Bir süre gittik; sonra evli olup olmadığını sordum.

“Ey iman edenler! Cevabı verildiğinde sizi üzecek meselelerden sormayın!”(5Maide/101)ayetini okudu.

Derken kafilesine ulaştık ve “kafile içerisinde kimsen var mı?” dedim

“Mal ve evlat dünya hayatının süsüdür!”(Kehf/46) dedi.

Anladım ki, evladı var. İsimlerini sordum.

. ”ALLAH İbrahim’i dost edindi; ALLAH Musa ile konuştu; Ey Yahya, Kitab’a kuvvetle tutun!”(4Nisa/125, 164; 19Meryem/12) ayetlerini okudu.

”Ey İbrahim, ey Musa, ey İsa! “diye kafileye seslendim. Nur yüzlü üç genç ”Buyur!” diye çıkageldi.

Onlara para verip, ”Bununla içinizden birini şehre yollayın! Yemeklerin helal ve temiz olanına baksın ve size bir yiyecek getirsin. Dikkatli davransın!”(18Kehf/19) dedi.

Yiyecek gelince bana “Geçmiş günlerinizde yaptıklarınızın karşılığında şimdi afiyetle yiyip için!”(69Hakka/24) dedi.

Çocuklara, ”Annenizin bu durumunu bana söylemezseniz bu yemekten yemem!”dedim. ”Annemiz” dediler. “Ağzından Allah’ın gazabını çekecek yanlış bir söz çıkar korkusuyla 40 yıldır böyle sadece Kur’an’la konuşur.

İbn Mübarek, bu hadiseyi Kur’an’da her şeyin bulunduğuna delil olarak anlatırdı.

posted in ÖYKÜLER | 2 Comments

23rd Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Birinci Öğüt

Güzel bir tarlada yabani bir ot bitmiş. Tarlanın sahipleri, yabani otu yok etmek için durmadan biçer dururlarmış, ot bu yüzden çoğaldıkça çoğalmış. Günün birinde, iyi kalpli, bilge bir çiftlik sahibi bu tarlanın sahiplerini ziyarete gelmiş. Onla­ra birçok öğütler vermiş, bu arada da, yabani otu biçmemele­rini, otun bu yüzden çoğaldığını, onu kökünden çıkarmak ge­rektiğini söylemiş.

Ama tarla sahipleri iyi kalpli bilgenin yabani otu biçmeyip sökmek gerektiği hakkındaki sözlerine -sözlerine önem ver­memelerinden mi, söylediklerini anlamadıklarından mı, yok­sa bu öğüdü yerine getirmek işlerine gelmediğinden mi, her nedense- hiç kulak asmamışlar. Bu konuda kendilerine sanki hiçbir şey söylenmemiş gibi yabani otları biçmeye devam et­mişler. Böylelikle otlar çoğalıp durmuş. Gerçi sonraki yıllarda iyi kalpli bilge çiftlik sahibinin öğüdünü hatırlatanlar olmuş, ama kulak asmamışlar, gene eskisi gibi hareket etmeye devam etmişler. Zamanla yabani ot topraktan çıkar çıkmaz biçmek artık sadece bir adet değil, kutsal bir gelenek gibi olmuş. Tar­ladaki yabani otlar da günden güne çoğalmış. O hale gelmiş ki, artık tarlada yabani ottan başka bir şey yetişmez olmuş. İn­sanlar bundan şikayet eder, işi düzeltmek için birçok çarelere başvururlarmış. Ama çarelerden yalnız bir tanesini, iyi kalpli bilge kişinin onlara çoktan önermiş olduğu çareyi uygulamaz -larmış. En sonunda, tarlanın acınacak hale geldiğini gören ve iyi kalpli bilgenin unutulmuş öğütleri arasında, yabani otu biçmeyip köküyle beraber sökmek gerektiği hakkındaki söz­lerini hatırlayan bir adam çıkmış, tarlanın sahiplerine yanlış hareket ettiklerini, iyi kalpli bilge kişinin yapılması gereken doğru işi çoktan göstermiş olduğunu söylemiş.

Sonra ne olmuş biliyor musunuz? Tarlanın sahipleri, bu adamın hatırlattığı şeyin doğru olup olmadığını araştıracak, doğruysa yabani otlan biçmekten vazgeçecek, doğru değilse ona yanıldığını söyleyecek veya bu öğütlerin yersiz olduğunu, onları yerine getirmenin gerekli olmadığını ispat edecek yer­de, bu üç ihtimalden ne birincisini, ne ikincisini, ne de üçün­cüsünü yapmışlar. Tam tersine hatırlattığı şeyler için o adama gücenmişler, kızmışlar. Bazıları onun için; “Bilgenin sözlerini yalnız kendisinin doğru yorumladığını sanan akılsızın, kendi­ni beğenmişin biri.”, başkaları; “Yanlış yorumlar yapan, iftira­cı, zararlı bir adam.” demiş. Daha başkaları da o adamın yap­tığının, bunları kendi kafasından uydurmak değil, sadece her­kesin saygı duyduğu bilgenin sözlerini hatırlatmak olduğunu hiç düşünmeyerek; “Yabani otu çoğaltmak, insanları tarlala­rından etmek isteyen kötü bir adam.” diyorlarmış. “Yabani otu biçmememizi söylüyor, halbuki otu yok etmezsek büsbütün çoğalacak, tarlamızı mahvedecek. Yabani ot yetiştirecek olduk­tan sonra tarlaya ne lüzum var?” der, o adamın otu biçmeyip kökleriyle beraber sökmeyi tavsiye ettiğini hiç akıllarına getir-mezlermiş. Böylece o adamın akılsız, yalancı, insanların zara­rını isteyen biri olduğu görüşü o kadar kökleşmiş ki, herkes onu azarlar, onunla alay eder olmuş. Adamcağız sürekli yaba­ni otu çoğaltmak istemediğini, hatta çiftçinin en önemli işle­rinden birisinin de zararlı otları yok etmek olduğuna inandı­ğını, iyi kalpli bilgenin sözlerini hatırlatmaktan başka bir şey yapmadığını tekrar eder durur, ama kimseye dinletemezmiş. Çünkü artık o adamın, iyi kalpli bilgenin sözlerini yanlış yo­rumlayan, yabani otların çoğalmasını sağlayarak insanlara za­rar vermek isteyen, kötü ve kendim beğenmiş biri olduğuna adamakıllı inanıyorlarmış.

Benim başıma da Allah’ın kötülüğe karşı zor kullanmamak hakkındaki öğüdünü hatırlattığım zaman aynı şey geldi. İn­sanlar, bu kuralın üzerinde fazla durmadıklarından mı, yoksa uygulanması güç bir kural olduğunu düşündüklerinden midir bilinmez, zaman geçtikçe onu terk ettiler. Yaşayış tarzları bu öğütten çok uzaklaştı. En sonunda o hale geldi ki, bu öğüt in­sanlara yepyeni, işitilmemiş, acayip, hatta saçma bir şey ola­rak görünmeye başladı, iyi kalpli bilgenin zararlı otu biçme­yip sökmek gerektiği- hakkındaki öğüdünü hatırlatan adamın başına gelen şey, aynı şekilde benim de başıma geldi.

Tarlanın sahipleri bu öğüdün, zararlı otu yok etmemeli şek­linde olmayıp akıllıca ortadan kaldırmaktan bahsettiğini nasıl özellikle gizlemiş ve “O adamı dinlemeyelim, delinin biri, za­rarlı otları çoğaltmamızı istiyor” demişlerse, kötülüğe karşı zor kullanmayıp onu sevgi ile kökünden yok etmek gerektiğini söylediğim, zaman, benim bu sözlerime karşı da; “Onu dinle­meyelim, delinin biri. Kötülüğe karşı koymamamızı öğütlüyor. Böylece kötülüğün bizi mahvetmesini istiyor.” dediler.

Ben, kötülüğün kötülükle ortadan kaldırılamayacağını, kö­tülüğe karşı şiddete başvurmanın kötülüğü artırmaktan başka bir şeye yaramadığını, kötülüğün, ancak iyilikle yok edilebile­ceğini söyledim.

Benim de sözlerim yanlış anlaşıldı. Sözde ben, Kutsal kita­bın kötülüğe karşı mücadele etmemeyi öğütlediğini söylüyor-muşum. Böylece bütün hayatmca zor kullanmış olan, zor kul­lanmayı seven herkes, sözlerimin yanlış yorumunu hemen be­nimsedi. Böylece kötülüğe karşı zor kullanmamak yolundaki bu öğüt, yanlış, mantıksız, dine aykırı, zararlı bir şey olarak tanındı. Bu yüzden insanlar da kötülüğü yok etmek bahane­siyle rahat rahat kötülük etmeye devam ediyorlar.

İkinci Öğüt

Vaktiyle birtakım insanlar un, yağ, süt ve daha birçok yiye­cekler satarak para kazamrlarmış. Ama daha fazla kazanmak, daha çabuk zengin olmak için, bu insanlar gün geçtikçe sat­tıkları mallara zararlı, daha ucuz şeyler karıştırmaya başlamış­lar. Una kepek ve kireç, tereyağma nebati yağ, süte su ve tebe­şir tozu katmışlar. Bu yiyecekler, onları satın alıp kullananla­rın eline gelinceye kadar her şey yolunda gidiyormuş; büyük toptancılar malları küçük toptancılara, onlar da perakendeci­lere satıyorlarmış. Birçok ambarlar, dükkanlar varmış, ticaret de görünüşte iyi gidiyormuş. Bu durumdan tüccarlar çok memnunmuş.

Yiyeceklerini kendileri yapamayan, bu malları satın almak zorunda olan şehirlilere gelince, bunlar hiç memnun değil­miş. Yiyecekler tatsız, sağlıkları için zararlıymış. Un da, yağ da, süt de kötüymüş. Ama şehrin piyasasında bu karışık mallar­dan başka mal olmadığı için, şehirliler bunlan satın almaya devam ediyorlarmış. Yemeklerin tatsız olmasında, sağlıklarının bozulmasında hep kendilerini suçlu buluyor, bunu yemekle­rin kötü hazırlanmış olmasına yoruyorlarmış. Tüccarlara ge­lince, yiyeceklere ucuz, yabancı maddeler katmaya devam ediyorlarmış.

Bu iş uzun zaman, böylece sürüp gitmiş. Bütün şehirliler bu­nun acısını çekiyorlarmış, ama kimse hoşnutsuzluğunu açıkça ifade edemiyormuş.

Günün birinde evdekileri, çiftliğinde hazırladığı yiyecek­lerle besleyen bir ev kadını şehre çıkagelmiş. Bu ev kadını, bütün gününü mutfakta geçirirmiş; tanınmış bir aşçı değilmiş ama güzel yemekler hazırlamayı, ekmek pişirmeyi biliyor­muş.

Kadın şehirde birtakım yiyecekler almış, yemek pişirmeye başlamış. Ekmekler pişmeden dağılmış, nebati yağla kızartı­lan börekler hiç lezzetli olmamış, sütü kaynatmış, kaymak tutmamış. O zaman kadın yiyeceklerin iyi olmadığım düşü­nüp hepsini birer birer gözden geçirmeye kalkışmış. Sonuçta tahmininin doğru olduğunu anlamış. Unda kireç, tereyağında nebati yağ, sütte de tebeşir tozu olduğunu görmüş. Kadın yi-yeceklerdeki bu hileleri görünce pazara gitmiş. Tüccarların suçlarım yüksek sesle yüzlerine vurarak iyi cins, besleyici, hi­lesiz mallar satmalarını yahut da dükkanlarını kapatmalarını söylemiş. Ama tüccarlar kadına aldırış etmemişler, mallarının en iyi cinsten olduğunu, bütün şehirlilerin yıllardan beri bun­ları kullandığını, bu malların ödül kazandığını anlatmışlar; ona ödüllerini göstermişler. Ama kadın yine de susmamış;

— Bana ödül değil, çocuklarımın yediklerinde karınlarının ağrımayacağı, temiz yiyecekler lazım, demiş.

Tüccarlar cilalı çekmecelere doldurulmuş, görünüşte bem­beyaz, temiz unu, güzel çanakların içinde bulunan, ancak uzaktan yağı andıran maddeyi, şeffaf parlak kaplardaki beyaz sıvıyı göstererek;

Sen iyi un, iyi yağ görmemişsin teyze, demişler.

Kadın;

Görmez olur muyum? Bütün hayatım yemek hazırlamak­la geçti. Pişirdiğim yemekleri çocuklarımla oturup iştahla yer­dik. Mallarınız bozuk. İspatı meydanda! diyerek dağılmış ek­meği, nebati yağda kızartılmış börekleri, sütün dibine çökmüş olan maddeyi göstermiş. “Mallarınızı dereye atmalı veya yak­mak, onların yerine de iyilerini almalı…” demiş.

Kadın dükkanların önünden ayrılmamış, gelen müşterilere hep aynı şeyleri bağıra bağıra tekrar edip durmuş. O kadar ki alıcıların içine şüphe düşmüş.

O zaman patavatsız ev kadınının satışlarına zarar verebile­ceğini anlayan tüccarlar, müşterilere;

Şu deli kadına bakın efendim! demişler, İnsanların açlık­tan ölmesini istiyor. Bütün yiyecekleri dereye atmamızı ya da yakmamızı söylüyor. Bunun sözünü dinler de size yiyecek sat­mazsak ne yer, ne içersiniz? Dinlemeyin onu. Köyden gelmiş, cahilin biri. Yiyeceğin iyisini, kötüsünü nereden bilsin? Hase­dinden böyle yapıyor. Fakir olduğu için, herkesin de kendisi gibi fakir düşmesini istiyor.

Tüccarlar toplanmış olan kalabalığa böyle demişler. Kadı­nın yiyecekleri yok etmek değil, kötülerinin yerine iyilerini al­mak istediğinden ise özellikle bahsetmemişler.

Bunun üzerine kalabalık kadının üzerine yürüyüp azarla­maya başlamış. Kadıncağız yiyecekleri yok etmek istemediği­ni, aksine bütün hayatmca çocuklarına, kendisine yemek ha­zırlamakla uğraştığını bu yüzden iyi yiyecekten anladığını, dolayısıyla insanlara yiyecek satmaya kalkan kişilerin yiyecek adı altında, yiyeceklere zararlı maddeler katıldığını anlayabi­leceğini, bunun yapılmamasını istediğim söylemiş durmuş. Ama ne söylediyse dinleyen olmamış. Çünkü kadının, insan­ları ihtiyaçlan olan yiyeceklerden mahrum etmeye çalıştığına inanılmış bir kere.

Benim de başıma ilimden, sanattan söz ettiğim zaman aynı şey geldi. Benim bütün hayatımca biricik besinim bu olmuş­tur. Başarılı olup olmadığımı bilmiyorum, ama başkalarının da bu besinden faydalanması için elimden geleni yaptım. Bu, benim için lüks bir şey değil de, temel besin olduğu için, bu­nun ne zaman gerçek besin, ne zaman sadece besini andıran, sahte bir şey olduğunu bilirim. İşte, zamanımızda fikir piyasa­sına sürülen besinlerin tadına baktığım, o besinle sevdiğim in­sanları beslemeyi denediğim zaman bu besinlerin büyük kıs­mının gerçek olmadığını anladım. Ama, fikir piyasasına sürü­len bilimin, sanatın baştan başa sahte olmasa bile, yer yer, önemli sayıda gerçek sanata yabancı şeylerle karışık olduğunu gördüm. Fikir piyasasından aldığım şeylerin ne benim için, ne de yakınlarım için hazmedilebilecek cinsten olmadığını, hatta yalnız bu kadarla kalmayıp zararlı da olduklarım söylediğim zaman, beni azarlamaya, bana bağırıp çağırmaya başladılar. Bu gibi yüksek değerlerden anlamayan, cahil bir adam oldu­ğum için bu sözleri söylediğime herkesi inandırmaya çalıştı­lar. Kendileri de fikir alışverişi yapan bu adamların, birbirleri­ni de, durmadan sahtekarlıkla suçladıklarını söylediğim, her devirde bilgi, sanat adı altında insanlara birçok zararlı, kötü şeyler sunulduğunu, zamanımızda da aynı tehlikenin sürdü­ğünü, işin hafife alınamayacak bir hale ulaştığını, insanın ru­hunu zehirleyen şeylerin, vücudu zehirleyen şeylerden çok daha büyük bir tehlike taşıdığını bu yüzden bir manev. beti!) olarak sunulan fikrî eserleri dikkatle incelemek, aralarında sahte zararlı olanları bir yana bırakmak gerektiğini hatırlat­tığımda hiç kimse, ne bir yazıda, ne de bir kitapta benim bu sözlerime cevap verdi. Tersine, her dükkandan, tıpkı o kadı­na yaptıkları gibi; “Delinin biri! Bize buyurun, bize! İlim ve sanatı yok etmek, ekmeğimizi elimizden almaya çalışıyor. Ondan korkun. Bizde en yeni Avrupa malları var.” diye bağır­dılar.

Üçüncü Öğüt

Birkaç kişi yolda gidiyormuş. Bir ara yollarım şaşırmışlar. Öyle ki, düz yerden değil, bataklıkların, çalılıkların, dikenle­rin arasından, yol vermez ormanlar arasından geçmek zorun­da kalmışlar.

O zaman yolcular iki gruba ayrılmış; gruplardan biri dur­mayıp şimdiye dek gittikleri yönde ilerlemeye karar vermiş. Kendilerini de, başkalarım da, doğru yoldan ayrılmadıklarına, eninde sonunda hedeflerine varacaklarına inandırmaya çalışı­yorlarmış. Öteki gruptakiler, tutulan yolun yanlış olduğunu, doğru olsaydı, o zamana kadar hedefe çoktan varmış olmala­rı gerektiğini söyleyerek doğru yolu aramak, bunun için de çeşitli yönlerde, elden geldiğince çabuk yürümek gerektiğini ileri sürmüşler. Böylece yolcular ikiye ayrılmış; bazıları aynı yönde ilerlemeye, bazıları bütün yönlerde yürümeye karar vermişler. Ama aralarından bir kişi ne birinci, ne de ikinci fik­ri kabul etmiş, ilerlemeye devam etmeden ya da başka yönle­ri denemeden önce, durup içinde bulundukları durumu iyice düşünmek, ondan sonra bir karar vermek gerektiğini söyle­miş. Ama heyecana kapılmış, bulundukları durumdan kork­muş olan yolcular, yollarını kaybetmediklerine, doğru yoldan ancak kısa bir zaman için ayrıldıklarına, onu kısa sürede bu­lacaklarına inanıyor, böylece kendilerini avutmak istiyor, en çok da korkularını unutmak için bir an önce harekete geçmek istiyorlarmış. Bu istek o kadar kuvvetliymiş ki, o adamın ileri sürdüğü fikri her iki taraf da öfkeyle, azarlamayla, alayla kar­şılamış. Bazıları; “Bu ancak korkakların, güçsüzlerin, tembel­lerin dinleyebileceği bir öneridir.” diye çıkışmışlar. Bir kısmı, “İnsan hedefine, bulunduğu yerden ayrılmadan, hiçbir şey yapmadan nasıl ulaşabilir? Güzel bir öğüt doğrusu.” diye alay etmiş. Bir başka grup da, “Gücümüzü, gayret etmeye, engel­lerle çarpışmaya, engelleri yenmeye harcamaz da korkaklar gi­bi onlara boyun eğersek insanlığımız nerede kalır?” demişler. Çoğunluktan ayrılan adam, yanlış yolda ilerlemeye devam ederlerse, hedeflerin ulaşmak yerine ondan büsbütün uzakla­şacaklarını, oradan oraya atılıp bütün yönleri denemekle de aynı şeyi yapmış olacaklarını; doğru yolu bulmak için tek ça­renin, güneşe, yıldızlara bakarak hedefe götürecek yönü sap­tamaktan ibaret olduğunu, ama bunun için de her şeyden ön­ce durmak gerektiğini, bu duraklamanın aynı yerde saymak demek olmadığını, bunu yaparak doğru yolu bulacaklarını, sonra da ondan bir daha ayrılmadan ilerleyeceklerini, fakat bunu yapmak için her şeyden önce durup durumu incelemek gerektiğini söylemişse de hiç dinleyen olmamış.

Böylece ilk grup, o zamana kadar yürüdükleri yolda ilerle­meye devam etmiş. İkinci grup, bir o yöne bir bu yöne gide­rek bütün yönleri denemiş. Ama ne birinci ne de ikinci grup dikenlerin, çalıların arasından çıkabilmiş. Bugün hala yolları­nı anyor, bir türlü yollarım bulamıyorlarmış.

Bizi işsizlik meselesi denilen karanlık ormana, insanlığı di­bine doğru çeken bir bataklık olan silahlanma yarışma giden yolun, belki de asıl tutulacak yol olmadığını, yolumuzu şaşır­mış olabileceğimizi söylediğim; “Yanlış olma ihtimali olan bu akımı bir zaman için durdurup gerçeğin bildiğimiz genel, ölümsüz ilkelerine dayanarak, amacımıza ulaşmak için daha önce saptadığımız yolun bu yol olup olmadığını anlasak daha iyi olmaz mı?” diye sorduğum zaman, benim de başıma aynı hal geldi. Bu soruma kimse cevap vermedi. Bir tek kişi çıkıp da; “Biz yolumuzu şaşırmadık, buna şu, şu sebeplerden dola­yı eminiz” demedi. Bir tek kişi bile, belki de yanıldığımızı, yi­ne de elimizde uygulanabilecek, doğru bir usul bulunduğunu söylemedi. Ama herkes kızdı, gücendi, benim, sesimi bastır­mak için hep bir ağızdan; “Biz zaten tembel, geri kalmış insan­larız, üstelik bir de tembelliği, işsiz dolaşmayı, elimizi kolu­muzu bağlamayı öğütleyenleri dinlersek halimiz ne olur?” de­nildi. Hatta ‘aylaklık’ sözünü kullananlar bile oldu. Kurtulu­şun, ne olursa olsun çıkılan yolda ilerlemek olduğuna inanan­lar da, türlü yönleri denemekte olduğunu sananlar da, “Onu dinlemeyin! Bizimle beraber gelin. Durmaya, düşünmeye ne lüzum var? Çabuk yürümeliyiz! Her şey nasıl olsa kendiliğin­den düzelir!” diye bağırdılar.

Evet, insanlar yollarını şaşırdılar. Bu yüzden de acı çekiyor­lar. Öyle sanıyorum ki asıl yapılması gereken şey, bizi içinde bulunduğumuz yanlış yola sürükleyen akımı kuvvetlendirme­ye değil, durdurmaya çalışmaktı. Bence, ancak bu yolda de­vam etmeyip durduğumuz zaman içinde bulunduğumuz du­rumu nispeten doğru olarak kavrayabilir ve bizi tek bir insa­nın, tek bir zümrenin değil, bütün insanların, her birimizin aradığı büyük saadete, insanlığın saadetine doğru götürecek olan yolu bulabiliriz. Oysa yapılan nedir? İnsanlar bir sürü şeyler uyduruyor, ama onlan asıl kurtaracak olan çareye baş­vurmuyorlar. Bir an olsun durmaya cesaret edemediklerinden yanlış hareket etmeye, böylece felaketlerini çoğaltmaya devam ediyorlar. İçinde bulunulan korkunç durumu kavrıyor, bun­dan kurtulmak için ellerinden geleni yapıyor, pek çok şey de­niyorlar. .. Ama durumlarını gerçekten düzeltecek olan tek şe­yi yapmak istemiyor, bu şey kendilerine tavsiye edildiği za­man öfkeleniyorlar.

Yolumuzu kaybedip etmediğimize ya da nasıl kaybettiği­mize ve ne kadar derin bir ümitsizlik içinde olduğumuza da­ir içimizde en ufak şüphe olsaydı; halimizi düşünmemiz için verilen öğüde karşı takınılan bu tavırdan daha kuvvetli bir de­lil bulunmazdı. (Tolstoy, EFENDİ İLE UŞAK,s.115-127, Timaş Yay.)

Lev Nikolayeviç Tolstoy

Lev Tolstoy (1828-1910)

Toprak sahibi soylu bir ailenin oğlu olarak 28 Ağustos 1828’de doğdu. Babası Kont Nikolay İlyiç Tolstoy, 1812 yılı Napolyon savaş­larına katılmış emekli bir yarbaydı. On altı yaşında Kazan Üniversitesi’ne başladı. Resmi eğitime duyduğu tepki nedeniyle okulu bıra­kıp Yasnaya Polyana’daki çiftliğine döndü.

Yirmi dört yaşında orduya katılarak Kırım ve Kafkasya’da dört yıla yakın subaylık yaptı. Savaş ve şiddete duyduğu nefret yüzün­den ordudan ayrıldı.

Yirmi dokuz yaşında Avrupa seyahatine çıktı. Proudhon’la tanı­şarak başta eğitim olmak üzere pek çok konuda yakın ilişkiye gir­di. Rusya’ya döndüğünde çiftliğindeki köylü çocukları için açtığı okulda alternatif bir eğitim deneyini başarıyla uyguladı. Yasyana Polyana dergisinin yanı sıra Rusya’nın birçok bölgesindeki okullar­da da kabul gören ders kitapları yayımladı. 1869’da yayımladığı “Savaş ve Barışın ardından ruhsal bir bunalım yaşadı. Varlığın ma­nasını anlama çabasıyla bir süre Optima Manastırı‘na çekildi. İlahi­yatçılarla sürdürdüğü tartışmaları sonucunda resmi Hıristiyanlık inancına duyduğu güvensizliğin yersiz olmadığını gördü. Yeni Ahit’in özüne bağlı kalarak kendini arayış serüvenini sürdürdü.

Çok istediği halde, ailesi karşı çıktığı için topraklarını köylülere bırakamadı. Fakat, kişisel harcamalarını büyük ölçüde azalttı; aris­tokrat yaşam tarzını bırakıp bedensel işlerde düzenli olarak çalış­maya başladı. Huzur içinde ölümü karşılayacağı bir yer arayışı için 1910 yılının 28 Ekim gecesi malikanesini terk etti. On gün sonra bir tren istasyonunda öldü.

Tolstoy’un ölümü bütün dünyada büyük yankı uyandırdı. Bir­çok ülke yasını tuttu.

Doğumunun yüzüncü yılında başlatılan bir çalışmayla eserleri 90 ciltte toplandı. Tolstoy, Shakespeare’den sonra dünya dillerine en çok tercümesi yapılan yazardır.

posted in ÖYKÜLER | Öğütler-Tolstoy için yorumlar kapalı

23rd Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Bize ‘din’den bahset

Gündelik hayatta çok sık rastladığımız “Din ayrı dünya ayrı”, “Dini bu işlere bulaştırma”, “Yine mi dini konular?”, “Hoca camide” veya “Dünyaya çok daldık, biraz da dinden bahset” gibi serzenişlerle kendini ele veren bilinçaltımızdaki “din anlayışının”, bizim coğrafyalarda, iki bin senedir değişmeyen bir algılamaya dayandığını düşünmekteyim.

Dinden bahsetmeyi, yaşayan hayattan ayrı bir buud (boyut) olarak algılayan, ruhlardan, ölülerden, atalardan, türbelerden, ayinlerden, ritüellerden bahsetmeyi dinden bahsetmek olarak anlayan Uzak Asya’nın Şaman dinleri

İş tâ buralara kadar gidiyor.

Bakın nasıl…

***

Eskiden Gök Tengri vardı şimdi yukarıda Allah…

Eskiden şaman vardı şimdi şehy, hoca, dede, baba, pir…

Eskiden ulular vardı şimdi kutuplar…

Eskiden hacetleriyle gömülü kabirler vardı şimdi hacet kapısı türbeler…

Eskiden kurban ayini vardı şimdi kurban bayramı…

Eskiden uğursuz domuz yılı vardı şimdi domuz yemek haram…

Eskiden ruh çağırma vardı şimdi ruhuna fatiha…

Eskiden kutsal geceler vardı şimdi kandil geceleri…

***

Kanaatimce Türklerin Kuzey Avrasya dinleri (Şamanizm) formunda algıladıkları “din anlayışı” iki bin yıldır hiç değişmedi. Bu nedenle Türkiye’de “Şaman-İslam sentezi” var. Dini hayat Şaman-İslam sentezinin birbirine karışmış görüntü ve ritüellerinden oluşuyor. Yani Türkler iki bin sene önce Şamanizm’i nasıl anlıyorsa bugün İslam’ı da öyle anlıyor. Orhun ırmağı kenarlarında din nasıl algılanıyorsa Dicle, Fırat, Gediz, Tuna boylarında da öyle. Ortaasyada bakış neyse Anadolu’da da öyle…

Dinin dipten akan esas formunda bir değişiklik yok. Sadece üstteki isim, etiket, figürler, şekiller ve semboller değişmiş.

***

Bu forma göre din dediğiniz bir takım ayin ve ritüellerden ibarettir; dün kurban ayini bugün namaz…

Din dediğiniz bir meslektir ve mensuplarınca icra edilir; dün şaman bugün şeyh, baba, dede, hoca…

Din dediğiniz esasında öbür dünya ile ilgilidir; dün ölmüşler çağırılırdı bugün ölmüşlere okunur, din bu bağı kurar…

Din dediğiniz esasında moralle ilgilidir; askeri ölüme hazırlamaya ve cepheye sürmeye yarar. Dün Altay dağlarına bugün Cudi’ye…

Din dediğinizin yeri esasında tapınaktır; dün şaman çadırında bugün camide…

***

Bu nedenle “Türkiye’de çoğunluğun dini sorunları var” dendiğinde şu denmek istenir; namaz kılamıyor, başını örtemiyor, Kur’an okuyamıyor, dini tahsil yapamıyor

Buna aynı din formatında şöyle cevap verilir: “Camiler açık, beş vakit ezan okunuyor, hacca gidiliyor, binlerce türbe ziyaret ediliyor, kandil gecelerinde mevlitler okunuyor, daha ne?

Yani bu ülkede “dini sorun” namazla, camiyle, başörtüsüyle, Kur’an kurslarıyla, imam hatiplerle, mevlitlerle, türbelerle, musalla taşlarıyla ilgili bir sorundur.

Öyle ya din daha başka nedir ki?

Dinden bahsetmek bunlardan bahsetmektir.

Şaman-İslam sentezine göre din bunlardan ibaret.

İşin ilginç olanı Türkiye ikliminin neredeyse tamamı dini böyle anlıyor.

***

Peki, bir ülkede dinimsi bir şeyin değil de; gerçekten “İslam’ın” var olduğunu nereden anlayacağız?

Ne olursa oraya “İslam’ın ruhu” damardan girmiş demektir?

Hangi göstergelere bakacağız?

Var olan anlayışa göre namaz kılanların sayısı artıyorsa….

Örtülü kadınlar çoğalıyorsa…

Camilerin sayısı artıyorsa…

Şehirlerden gürül gürül ezan sesleri geliyorsa…

Her yandan Kur’an sesleri yükseliyorsa…

Orada “din” var demektir, daha ne?

Veya…

Hırsızlık yapanların eli kesiliyorsa…

Zina edenler taşlanıyorsa…

Kadınlar kara çarşaflara bürünüyorsa…

Mirasta kadına bir erkeğe iki pay veriliyorsa…

Şahitlikte iki kadın bir erkeğe denk görülüyorsa…

Dört eşliler her geçen gün artıyorsa…

Oraya “şeriat” gelmiş demektir, daha ne?

***

Birisi “nusuku” diğeri haddleri” dinin göstergesi olarak görüyor.

Nusuk yani namaz, ezan, oruc, hac, kurban, cenaze…

Hadd yani el kesme, sopa vurma, ikiye bir pay…

Halbuki bunların her biri birer araçtır. Amaç can, mal, ırz ve namus güvenliğinin sağlanmasıdır. Nusuklar manevi, haddler de maddi araç…

Amaç ne? Tevhid ve adalet!

Şeâir-i İslam bu, din bu!

***

Demek ki bir ülkede İslam’ın var olup olmadığını anlamak için, Allah’tan başkasına tanrılar gibi davranılıp davranılmadığına ve “suç oranlarına” bakacağız. Bu ikisine tevhid ve adaletin gerçekleşmesi diyoruz. Eğer bir toplumda bu ikisi cidden ete kemiğe bürünmüşse İslam oraya damardan girmiş demektir.

Bugün Türkiye cezaevlerinde (İran, Suud-i Arabistan ve Amerika da oranlar pek farklı değil) 95 bin tutuklu ve hükümlü var. Bunların büyük çoğunluğu üç temel suçtan yatıyor; can, mal, ırz ve namus güvenliğini ihlal…

Bunlar Kur’an’da “hukuku’l-ibad” (insan hakları) kapsamında değerlendirilen ve haklarında ceza (hadd) öngörülen yegane üç temel suç…

Bunlar almış başını gidiyor fakat günde beş vakit ezan okunuyor, camiler dolup taşıyor, kandil gecelere akın var ve türbelerde mahşeri kalabalıklar toplanıyor! (Türkiye örneği).

Ne işe yarar?

Veya bunlar almış başını gidiyor siz hala el kesiyor, sopa vuruyor, mirası ikiye bir pay ediyor, iki kadını bir erkeğe denk görüyorsunuz! (İran, Suud-i Arabistan örneği).

Ne işe yarar?

İslam insanlara sırf ayin yaptırmak veya ceza çektirmek için değil; insanoğlunun asil arayışlarına yoldaş olmak ve toplumun sahici yaralarını sarmak için geldi!

Bu nedenle “dini sorun” hayatla ilgili her sorundur. Hayat, acısıyla tatlısıyla yaşanıyorken dinde yaşanıyor demektir. Çünkü din hayatın ta kendisidir.

Dini böyle almazsanız örneğin “adalet” meselesini dini bir sorun olarak göremezsiniz.

“Gelir dağılımındaki eşitsizliğin” dinle alakasını kuramazsınız.

“Tuzla’da ölen işçilerle” dini gurupların hiç birisi ilgilenmez.

Çünkü “dinden bahsetmek” bunları içermez. O ayrı bir şeydir.

Oysa bu din “diri diri gömülen kız çocuklarının” feryad-u figanı olarak doğmamış mıydı?

Gömülen çocuklar dinin en baş meselesi olamamış mıydı?

Dini sorun demek esasında bu ve benzeri “hayata dair” sorunlar demek değil miydi?

***

Görülüyor ki Türkiye’de “din” denince akla gelenin kökten bir dönüşüme ihtiyacı var. Bir zihniyet devrimine ihtiyaç olduğu apaçık ortada.

Çünkü “Koşup gelerek Uzak Asya’dan/ Bir kısrak başı gibi Akdeniz’e uzanan” bu iklimin dipten akan din algısı iki bin senedir hiç değişmedi. Uzak Asya’da nasılsa Akdeniz’e uzandığında da aynı…

Hun İmparatorluğu’nda Şamanizm neye tekabül ediyorsa, Türkiye Cumhuriyeti’nde de Müslümanlık ona tekabül ediyor.

Bugün Türkiye’de dine “nusuk” (ezan, namaz, hac, oruç, kurban, bayram, kandil, cenaze) çerçevesinin dışına çıkmayacak şekilde bir rol biçilmiş durumda. Bütün din bundan ibaret sayılıyor. Bu rol, Orta Asya yıllarında Şamanizm’e biçilen rolün figür ve ritüel değişikliğine uğramış haliyle hemen aynısı.

Öte yandan dini, haddlerin (el kesme, recm, sopa, kısas, miras ve şahitlikte ikiye bir, çok eşlilik vs.) uygulanmasından ibaret “Arap karakterinde” görenler var. Onlara göre de bunlar İslam’ın “ahkamı” olup bunlarsız İslam asla olamaz.

Halbuki İslam’ın olmazsa olmazları mihverinde “Cenâb-ı Hakk” adının olmasından da anlaşılacağı gibi gerçek, hak, adalet, doğruluk, dürüstlük, ahlak, iyilik, güzellik, söz, vefa, sadakat vb. hikmetli hükümler (evrensel değerler) dir. Bunlar dinin direkleri olup esasında “ahkâm” bunlardır. “Allah’ın hükümleriyle hükmetmek”, bu ahkamı yani insanı kötülüklere karşı “gem’in azı dişlerine geçerek atı tutması” gibi tutan ve böylece onu yönlendiren, yücelten ‘hikmet/hukm’leri hayata geçirmekten başka bir şey değildir.

‘Nusuk’lar, hikmetli hükümleri (evrensel değerleri) boyuna yeniden üretmenin manevi araçları, ‘hadd’ler de onları koruyup kollamanın maddi araçlarıdır. Manevi araçlar dinin direği olmamakla birlikte değişmezler. Oysa hadler hem dinin direği değildirler hem de zamana ve mekâna göre uygulamada yenilenebilirler. Böylece gerçek hayat dininin kalbi, yaşamın temposu ile birlikte atar. Onu tapınak dinlerinden ayıran en önemli fark buradadır…

***

Bu nedenle Halil Cibran’ın “Ermiş” kitabındaki şu muhteşem aneknotu “Bize dinden bahset” diyen çocuklarınıza anlatın;

Bilge kişi ölmeden hemen önce halkını geniş bir meydanda toplar. Gerçekleri son bir kez hepsinin huzurunda dile getirir. Halkla arasında nefis bir diyalog kurulur.

Halktan biri öne çıkarak “bize” der “sevgiden söz et”

Bilge anlatır, anlatır, anlatır…

Bir diğeri “bize aşktan, evlilikten söz et” der, anlatır…

Bunu “alışveriş hakkında ne dersin?” diyen biri izler, anlatır…

“Çocuklardan bahset” derler, anlatır…

“Eğitimden bahset” derler, anlatır…

“Çiftçilikten bahset” derler, anlatır…

“Alınterinden, emekten ve adaletten” bahset derler, anlatır…

Ve daha günlük hayatın türlü sorunlarından söz etmesi istenir. Bilge hepsi hakkında hikmetli sözler söyler, anlatır, anlatır, anlatır…

Konuşmasının sonuna doğru birisi “Bize ‘din’den bahset” deyince Bilge şöyle cevap verir;

“Bahsettim ya, dinlemedin mi?”

Ve devam eder: “Siz zamanınızı, bunlar Allah’ın saatleridir, bunlar bizim saatlerimizdir diye ayırabilir misiniz? Öyleyse din, yaşadığımız hayat ve tüm davranışlarımızdır. Her an Allah huzurunda olduğunun bilincinde, öylesine titiz, doğruyu gözeterek temiz bir hayat yaşamaktan daha güzel bir din olur mu?” (İhsan Eliaçık) http://www.haber10.com/makale/11563/

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments

4th Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

 

Bekliyorum gelme istersen

Zor işler yapıyoruz zor zor zor! Yürek dizgin tutmuyor. Durup dururken sevdalanıyoruz. Kendimizi kurtarıp sahtekar suratlarımızdan, bütün kalbimizle seviyoruz. Acı çekmek yerine yalan söylemek kolay. Bir hayırsızın peşini gözlemek yerine uçurtma ipi gevşetmek zevkli. Her akşam uyumamak her sabah sersem gibi dolaşmak yerine akşamdan hikayeler uydurup, yalancıktan kahkahalar tükürmek rahatlatıcı. Zor işler yapıyoruz zor zor zor! Yüzümüzün rengi kaçık sürekli, ellerimiz kederden titriyor. Ağzımızda bir sakız gibi onun ismini çiğneyip duruyoruz . Zor işleri seviyoruz, insanız ya insan gibi sevdalanmayı biliyoruz. Karşıdan gelecek cevabı beklemeden son kararı bir çırpıda veriyoruz. Verdiğimiz her kararın üzerine bir tütsü gibi acının belendiğine aldırmadan, yüreğimizin her yanını yangın yerine çeviriyoruz.

Tütsü tütüyor, sen kokusuyla mest olurken biz korun acısıyla tükeniyoruz. Vazgeçmiyoruz, zor işlerin arkasında adam gibi durmaktan, başka şey bilmiyoruz.

Biz çift başlı yılanı ninemizin anlattığı masallardan tanıyoruz. Aşkı erdem, ayrılığı sabır, beklemeyi sadakat sınavı olarak biliyoruz. Değil bir sevdayı terk etmek, yolda yarenlik ettiğimiz arkadaşımızı bir lahza yalnız komayı ayıp belliyoruz. Hiçbir ayıp bizim koynumuzda büyüyemez. Biz yalanla aynı yatakta, hainle aynı hendekte, zalimle aynı safta olmanın nasıl becerildiğini bilmiyoruz.

Bir bir hesabını tutarak sevda davet olunmaz yüreğe. Üstelik görmez aşık; yanağın gamzesini, dudağın büzgüsünü. Olmasa da olur sevimli bir çehre, olmasa da olur şekilli parmaklar, olmasa da olur deniz kokulu bakışlar. Aşık aşıksa eğer, sevdanın tahayyülü, onu gerçeğinden daha fazla mest eder.

Bıraktık peşinden koşturmayı sevdanın. Vefa durağında bekliyoruz. Vazgeçtik yokluğunun yarasına şiir bastırmaktan. Kanasın, sızısından zevk almayı anlıyoruz. Unuttuk gizli kovuklarda name peşine koşturmayı. İçimizin dehlizlerinde kaybolmaktan zevk alıyoruz. Şarkılar acıyı meşk ederken, sevdanın adını da ansın beis yok. Biz, her zaman olduğumuz yerde bekliyoruz.

Şimdi sormak gerek gönül eyleyene, kimsin sen? Ve içimize dönüp anlamak gerek kahredici yoksulluğa neden sabredildiğini. Uzun yolun uzun sabırlarla tükenen sonu var, anlatanlardan biliyoruz. Çok kahır var biliyoruz. Gözyaşının yoldaşı olmaya ‘eyvallah’ diyoruz. Uzun yollar bekleyip, her gelmeyişi bir sonrasına erteleyeceğimizi en başından kabul ediyoruz. Aklımızın en ücra köşesinden geçmeyecek seni yargılamak, söz veriyoruz. Ancak bunca acının, türkü gibi üzerine yakıldığı canan, kimsin sen?

Zor işler yapıyoruz zor zor zor. Gitmek değil beklemek bize düşen. Gelince sevinmek kolay, biz senin gelmemene sevdalanıyoruz. Yüreğimiz var, bekleyecek zamanımız olsun diye yakarıyoruz. Yanalım, zaman kül eylesin serseriliğimizi.

Ey sevgili, sen olsan bekler misin bilmiyoruz. Biz bekleriz! Gelmeyeceğin üzerine söz çıkmaz ağzımızdan. Gelinceye kadar sabrederiz. Gelmezsen, gelmezsin! Kaybeden biz olmayız. Sana tadılmamış bir aşk, bize aşkla beklemenin tadı kalır. İnsan, insanlığından asıl sevdası olmadığında ayrı kalır. (İrfan Gürkan Çelebi) http://www.takvim.com.tr/2007/06/09/yaz1693-31400-150.html

 

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments

29th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KATI SIVI GAZ

Madde katı, sıvı ve gaz olmak üzere üç farklı halde bulunur. Katı maddelerin atomları çok yakın biçimde yan yana dizilmişlerdir. Yani atomlar arasında boşluk yoktur. Bu nedenle belli bir hacim ve şekilleri vardır. (moleküller bir araya gelerek atomları oluştururlar)

Sıvı maddelerde, sıvı molekülleri birbirine çok yakındır. Bu nedenle moleküller arası çekim kuvveti de fazladır. Bu çekim kuvveti nedeniyle sıvı maddelerin belirli bir hacimleri vardır. Hacminin olması demek belirli bir yer kaplaması demektir. Sıvıların hacimleri olmalarına karşın, belirli bir şekilleri yoktur. Kondukları kabın şeklini alırlar. Moleküller arasındaki mesafe kısa olduğundan, sıvı maddeler de katı maddeler gibi sıkıştırılamazlar.

Gazlarda ise moleküller arasındaki mesafe uzak olduğu için sıkıştırılabilme özelliği gösterirler.

Bu konuyu doğal yaşamda fikirler ve bilgiler yönünden ele alırsak; kişi doğru bir bilgi ediniyor ve bunu bize de aktarıyor. Artık o bilgi onun bilgisi değil hepimizin bilgisi olmuştur. Biz bu bilgiyi Ahmet’in ya da Mehmet’in bilgisi olarak görürsek o bilgiler bizlerin hayatına asla yön veremez. Aynı zamanda doğruyu bulan kişi onu(doğruyu) bizim hayatımıza yön verecek şekilde, anlayacağımız dilden bize aktarmalı, hayatımıza indirgemelidir. Doğruyu bize ‘katı bir madde ‘ biçiminde enjekte edemez.

şünün bir kere, ameliyat oldunuz ve doktor bir hafta yemek yemenizi yasakladı. Yemek ihtiyacınızı da serum sayesinde gideriyorsunuz. Oysa siz doktoru dinlemeyip katı maddeler halinde almakta diretseniz, bünyeniz kabul etmeyeceğinden ciddi rahatsızlıklar geçirirsiniz. Yani bir serumu kanınıza enjekte edebiliriz. Fakat katı bir maddeyi vücuda enjekte etmeye kalkarsak metabolik yapıyı yani canlı yapıyı bozar ve ölüme yol açarız. Burada serum bizim hücre yapımıza göre şekil alır. Fakat katı bir madde yapımıza uymaz. Çünkü katı maddelerin kana geçmeden önce sindirilmeleri gerekmektedir.

Bulduğumuz doğruya kabımıza göre şekil vermeliyiz. Fakat bu şekli verirken eklemeler ve çıkarmalar yapmamalıyız.

Örneğin bana şekerli su çözeltisi veriliyor. (Şeker katı bir maddedir ve su içinde çözünmüştür. Şeker çözünen ve su ise çözücüdür, şekerli su maddesine de çözelti adı verilir.) Ben bunu kendi kabıma göre şekillendiriyorum. İçine biraz da tuz atayım, bakalım ne olacak? diyorum. Fakat görüyorum ki o çözelti artık şekerli su olma özelliğini yitirmiştir. Yani bana bir doğru geliyor ve ben bu doğruya kendimden, bilmeden, araştırıp doğru olup olmadığını görmeden bir şeyler katıyorum. Ve sonuç fiyasko!

Bana düşen o çözeltinin, maddenin en küçük yapı taşı olan moleküllerini incelemek, ayrıntılarını bulmak, insanlara göstermek, örneklerle genişletmek ve insanların hayatına indirgemek olmalıdır.

Gazlar uçuculuk özelliği gösterirler. Bir gazı enjektöre doldurup vücuda enjekte etmeye kalksak, vücut bunu dışarı atmak isteyecektir. Doğal yollarla da vücutta biriken gazlar vardır. Örneğin yapısında azot(N) bulunduran besinler, gazlı besinlerdir. Bu besinler vücutta, mide ve bağırsakta gaz yaparlar. Vücudumuz çeşitli yollarla bu gazları dışarı atar. Çünkü gazlar hiç bir faaliyette yer almayan gereksiz maddelerdir.

İnsanları fikir bakımından katı, sıvı ve gaz olarak tanımaya çalışalım. (Katı olanlar; tutucu ve din adına her şeye ‘evet’ diyen, sıvılar doğrulara yatkın olanlar, gazlar ise; din adına her şeye ‘hayır’ diyen kişiler olarak düşünelim.)

Katı konumda olan kişiler, kendilerine kendilerince bir yol çizmişler ve kesinlikle bu yolun dışına çıkmazlar. Yani belli bir şekilleri vardır. Olaylara at gözlüğüyle ve dar kalıplar içinde bakarlar. Onlara getirdiğinizin doğru olup olmadığına bakmazlar. Dışardan gelen etkilere karşı kör, sağır ve dilsizler gibi cılız tepkiler gösterirler. Sonunda büyük bir etkiyle sahip oldukları şekil yok olursa, hiç bir işe yaramazlar.

Örneğin bir cam vazoyu aldınız. İçine çiçek koyacağınız sırada elinizden kaydı ve yere düşüp tuzla buz haline geldi. Alıp yapıştırmaya kalktınız. Fakat artık o kırık parçalar vazo özelliğini kaybetmiş olmalarından dolayı işlev görmezler.

Fikirleri sıvı, yani kaba göre şekil alan bir kişi düşünelim. Bu kişi doğruları gördüğünde doğrulara göre şekil alabilir. Fakat yanlışlara göre de şekil alabilir. Burada önemli olan aklı kullanmak ve alınan şeklin doğru olup olmadığını sorgulamaktır.

Normal insanların yapması gereken şey kaba göre şekil almaktır. Sorgulamak, beyni kullanmak ve dağarcığı genişletmek çok önemlidir.

Örneğin; doymuş çözelti hazırlarken, (bir çözücü çözebileceği en fazla maddeyi çözmüş ise buna doymuş çözelti denir. Eğer içine daha fazla madde koyarsak dibe çöker ve çözeltiye karışmaz.) 100cm3 suda 10kg şekeri çözmek istiyoruz. Fakat şekerin 7kg’lık kısmı çözünüyor. Geriye kalan 3kg ise, dibe çöküyor. Burada yapılması gereken suyun miktarını arttırmaktır. Ben suyun miktarını arttırınca dibe çöken 3kg’lık maddeyi de çözebilme imkânını bulmuş olacağım.

Bizler beynimizi ne kadar çok kullanırsak, o kadar çok hücre işlev göstermeye başlar. Yani kullanılan organlar gelişir, kullanılmayanlar körelir.

Bizim bu bilgileri kalıcı hale getirmemizin yani yukarıdaki örnekte doymuş çözeltiden arta kalan 3kg’lık şekeri çözeltiye katabilmek için nasıl su eklemek gerekiyorsa, burada da dağarcığımızı geliştirmek için hücre sayısını arttırmamız yani beynimizi çokça kullanmamız gerekir.

Sıvılarda durum böyleyken, gelelim gazlara. Hatırlayacağımız gibi gazların sıkıştırılma özellikleri vardır. Örneğin kolonya şişesindeki gazlar, koladaki karbondioksit(CO2)gazı, kabın içinde o kabın şeklini alıyor gibi gözüküyorlarsa da şişenin kapağını açtığımızda uçup gider.

Yani ne kendiliğinden bir şekilleri vardır ne de sonradan bir şekil alırlar. Onlar her zaman kısıtlanmadan kaçarlar. Özgürlüğü sınırsız yaşamak isterler. Ama hiç bir özgürlük sınırsız değildir. (15.06.98)

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments

29th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KÖKÜ KURTLANAN AĞ

Bir grup ağaç vardır. Kökleri bir fakat dallanmış. Dallarında ise farklılıklar var. Kimisinin dalları uzun, kimisinin dalları kısa, kimisi uzun zaman içerisinde meyveler verip olgunlaşşlar. Yenecek hale gelmiş(doğru insan). Diğer bir kısım ağaçlar filiz vermiş fakat yaprak açmamış, meyve vermemiş. Meyve vermek için de çaba yok, öylesine kalmış. Bunların dışında başka ağaçlar da var. Bunlar çiçek açmış meyve vermiyor. Neden mi? Kökünde kurtlanma var. İlaçlanması gerekiyor. İlaçlamak için bahçıvan bulup ilaç alacaksın, ağaçları ilaçlattıracaksın. Artı diplerini gübrelemek, çapalamak, sulamak gerekiyor. Fakat bunların hiç biri yapılmıyor. Bu ağaçların kökünde kurt olduğu için meyve veremiyor.

Bu konudaki gerçeği görmek için kişi öncelikle ağaçların %100 kurtlu olduğuna inanması gerekir. Kökündeki kurtların çapını ölçüp boyutlarını bilmesi. Bunu yapmak için çok çok çalışması ve ağacın kökünde ki kurtları görmesi. Bu konuda ki yaptığı hatalara dönmemesi gerekir. Eğer bunları yapmıyor. Gayrette etmiyorsa ağacın kökünde ki kurtlanma çoğalacaktır. Sonunda kökler çürüyüp ağacın devrilmesine neden olacaktır.

Çürüyüp devrilen ağaçlar bir gün yanıp kül olacaktır. Örneğin kökü sağlam olan ağacı sallarsan meyvesi düşer. Kökü sağlam olmayan ağacı sallarsan meyvesi düşene kadar kendisi düşer.

Bir kısım ağaç daha var. Bu ağaçlara su dokuyorsun, diplerini çapalıyorsun, gübreliyorsun her türlü bakımı yapmak istiyorsun. Fakat bu kadar emek vermene rağmen ağaçlar da hiç bir gelişme göremiyorsun. Ne yapacağını şaşırıp kaldığın için fen ve ziraatla uğraşan birisinin yanına gidip, bu ağaçların çok zayıf olduğunu söylüyorsun. Bana bu ağaçlara ne yapmamla ilgili gübre çeşitlerini ve ağaç geliştirme haplarını önermesini istiyorsun. Fen ve ziraatla uğraşanlar çeşitli önerilerde bulunuyorlar. Bu önerilere harfiyen uyarak ağaçlara uygulamaya çalışıyorsun. Gel gör ki ağaçlar zayıf, cılız, cansız… Şiddetli bir rüzgâr estiği zaman devrileceğinden korkuyorsun. Oysaki biz bu ağaçların çok sağlam olması için gayret ediyoruz ki gelen her türlü rüzgâra karşı dayanıklı olsun. Allah ‘ın izniyle öyle bir dayanma gücü ki. Şiddetli rüzgâr, lodos, saman yeli ağacın tepesini yere indirse bile güçlülüğünü göstersin ve dayanıklı olsun.

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments

29th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ENERJİ VE IŞIK

Kocaman bir şehir düşünün. Ortasında büyük bir trafo var. Şehrin bütün köylerine ve kasabalarına enerji ve ışık vermek için kurulmuştur. Kasabalılar enerji ve ışık almak istiyorlar fakat onların atalarından kalma el fenerinin, gaz lambasının (geleneksel inanç ve uygulamalarının) ortadan kalkmasını istemiyorlar. Kasabalılar diyorlar ki: “Sizin vereceğiniz enerji ve ışık gibi bizim lüksümüz(rivayetler) var. Enerjinin verdiği ışığı verir. Lüks olmadan enerjinin verdiği ışıktan bir şey anlamayız çünkü biz lüksün verdiği ışığa alıştık. Onun ışığıyla aydınlanıyoruz. Enerji ve ışıkla beraber lüksün olması gerekir. Enerjiden biz anlamayız ancak onu derinlemesine bilen insanlar anlar” Ataları bunlara iki şey emanet etmiş birincisi enerji ve ışık ikincisi lüksleri, eğer bu iki şeye sadakat gösterirlerse doğruyu bulurlar. Diyorlar ki: “Eğer biz enerji ve ışıkla uğraşırsak güçlü gelen ışık ve enerji bizi çarpar. Ya da yanlış anlarsak enerji ve ışığın verdiği sigortalar atar. Enerjinin yüzünden karanlıklarda kalırız. En iyisi ondan biz anlamayız onu ancak bilenler anlar. Biz ise ancak bizi çarpmayacak, bize ışık verecek lüksümüzle uğraşalım. Onunla uğraşarak ve kurcalayarak enerjinin ve ışığın nasıl ve neden sorularına cevabı ancak onda buluruz. Çünkü atalarımız lüks konusunda çok uğraşşlar” nasıl mı? Tıpkı At, ot meselesinde olduğu gibi. Atı yakalamak için yalancıktan ot ile yakalamayı ölçü alanlar gibi. Kasabalılardan biri lüks almak için gidiyor. Sağlam bir yerden alıyım diyerek yola çıkıyor. Birde ne görsün lüks alacağı adam bir tutam otla atını aldatıyor. Alacaklı adam diyor ki: “Bu adam sağlam birisi gözükmüyor bu adamdan lüks alınmaz. Çünkü atını aldatandan lüksü nasıl alalım diyor. Bununla övünüyor yani demek istiyor ki biz lüksü alırsak çok sağlam bir yerlerden alırız. Yüzde yüz enerji ve ışığı lüksün verdiği ışıkla anlarız. Enerji ve ışıkla her şey elde edemeyiz. Bunun yanında lüksün olması gerekiyor. Lüksün içinde gaz ve tüp var(din bilginleri) Gaz ve tüp olmazsa ışıklanamayız diyorlar” Daha doğrusu onlara : “Enerjinin ışığına uyun denildiği zaman. “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” derler. Ya onlar aklı bir şeye ermemiş ya da doğruyu bulamamışsa!” 2/170

Diğer bir kasabanın halkı ise enerji ve ışık alıyor(Allah ve Ku’ran). Bütün tesisatlar inanarak döşenip, enerji ve ışık onlara veriliyor. Deniyor ki: “Bu ışıkla özgürsünüz istediğiniz şekilde israf etmeden, yerli yerinde, gerektiği şekilde kullanmaları söyleniyor.” Fakat bunlar enerji ve ışıklarını düzenli, israf etmeden, yerli yerinde, gerektiği şekilde kullanmadıkları için iki de bir trafodaki ana kofra arızalanıyor. Arızalanan(hata) ışığın yapılmasını onlara öğretmek istiyorsun ama bunlar biz ışıktan anlarız fakat arızalanan yerleri nasıl tamir ederiz? Onlara soruluyor siz bu enerji ve ışıkla yaşamak istiyor musunuz bunlar evet diyorlar. Bunlara söyleniyor ki bu arızayı düzeltmek istiyorsunuz fakat öğrenip, çalışmadan nasıl halledeceksiniz. Bunlar bu arızayı yüzde yüz bilmedikleri bunun arıza olduğuna inanmadıkları için bozulan arızayı bir türlü yapamıyorlar. Neden mi? Enerjinin ve ışığın doğru olduğunu biliyorlar. Fakat ona sahiplenmeyip, onun kendilerinin işlerini kolaylaştıracağına yeteri kadar inanmıyorlar. Buna yüzde yüz inansalar arızalanan bölgeyi tamir etmek için gayret içinde olacaklar. Ya da bilen birisine gidip bu arızayı anlatması bunu ben halledemedim demesi veya ben bu arızayla uğraştım fakat bunu ben kendi işim gibi görmediğim için ben bu arızayı(hata) yapamıyorum bana yardımcı olur musunuz dedikten sonra. Karşında ki ustayı çok iyi dinlemelisin. Verdiği talimatlara harfiyen uyup arızalanan bölgeyi hemen tamir etmeye girişeceksin. Eğer bu kadar öğretilenlerden sonra bu işi başaramıyorsan bu işin sonu helaktir. Bu gidişle başkaları geliyor onlara enerji ve ışık bağlıyor. Biraz faydalanıyorlar yine dikkatsizlik ve düzenli şekilde kullanmama sonucu ışıklar gidiyor. Tekrar enerji ve ışıklar usta tarafından bağlanıyor. Enerji ve ışıklar geliyor. Bunlar bu ışıkta yine devam ettirmeye çalışıyorlar fakat çok fazla bilmedikleri için karanlıklarda kalıyorlar. En son bir şans daha veriliyor. Bunlara ışıktan olan bütün doğrular anlatılıyor. Onlara bunu şöyle yapın şunu böyle yapın deniyor. fakat bunlar aynı şeyleri tekrarladıkları için ışıkta yürümesini iyi bir şekilde değerlendiremiyorlar. Yine bekliyorlar ki bize enerji ve ışık veren birisi gelsin. Fakat her zaman doğruyu getiren şahıs gelmiyor. Çünkü uğraşa uğraşa bıkmış artık canına tak demiş ne halın varsa gör.

Diğer bir kasabanın köylüleri enerji ve ışığı duyuyorlar. Enerji ve ışık için çok seviniyorlar. Bu ışık bizim işimize çok yarayacak diye, bütün köylüler kalkıp kasabaya gidiyorlar. Enerji ve ışığın köye nasıl gideceğini ve bu işi nasıl öğreneceklerini, köylerinin nasıl aydınlanacağını bilmeleri için bilen birisine başvuruyorlar. Bilen birisi bunlara enerji ve ışığın faydalarını ve zararlarını anlatıyor. Köylülere kendi konuştuklarını iyi dinlemelerini ve bu işin temel kurallarını öğrenmelerini istiyor. Usta diyor ki:” Sizin için önemli olanları söylemek istıyorum.

Trafodan alınan enerji ve ışığın temel kuralları çok önemli. Bu temel kuralların önemli olduğuna yüzde yüz inanmanız ve bunların tesisatını çok iyi bilip bütün köylere bağlamasını bilmelisiniz ki. O köylerin insanları da enerji ve ışıktan faydalanıp işlerini kolaylaştırsınlar” Köylüler ustanın anlattıklarını çok iyi dinledi. Tesisat yapmasını inanarak ve mükemmel bir şekilde kendilerini eğiterek ders aldılar. Köylüler ders aldıklarıyla pirim almak için enerji ve ışığı alıp köylerine döndüler. Bu köylüler, öğrendikleri temel kuralları köyde kalan köylülere anlattılar. Köylülerden bazısı bu konuşmaların çok doğru olduğunu bazısı ise bu konuşmaların saçma olduğunu düşünüyorlar. Fakat doğru düşünen insanlar enerji ve ışığın bir an evvel köylerine gelmesini istiyorlar. Bu işin gerçekleşmesi için enerji ve ışığı doğru bulan köylülerin bir birlerini desteklemesi veya bir birlerine yardım etmeleri gerekiyor. Köylüler enerji ve ışığın yüzde yüz doğru olduğunu bilip, inandıkları için bir araya geldiler. Ders alan köylüler bir birlerine ben şu eve enerji ve ışık bağlıyacağım. Öteki ben de bu eve enerji ve ışık bağlayacağım diye işbirliği yaptılar. Köylüler öyle bir çalışmayla çalıştılar ki bir an evvel o köye enerji ve ışık bağladılar. Bu köylülerin enerji ve ışığı doğru bulanlar enerji ve ışıktan faydalanmak için evlerine çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, buzdolabı, firin ve benzeri aletler alarak işlerini kolaylaştırmaya başladılar. Fakat şunu unutmamak gerekir. Ders alanlar pirim almak için kendi köylerine ve evlerine enerji ve ışığı bağladıkları gibi başka köylere de bağlamaya başladılar. Öyle bir çalışmayla çalışıyorlar ki diğer köylülerde bu çalışmaya şaşıp kalıyorlar. Yine de bu çabaya karşın hiç durmadan çalışıyorlar. Yorulmak nedir bilmiyorlar. Bunun tam tersi yaptıkları işten çok memnunlar. Yani sevinçten yaptıkları işi içtenlikle yapıyorlar. Köydeki işleri bitirdikten sonra. Kafalarını kullanarak sanayileşmeyi düşünmeye başladılar.(Erdemli davranışlar) Bunlardan kimisi demir çelik, kimisi bakır, kimisi un, kimisi deterjan, kimisi cam, kimisi kereste ve buna benzer çeşitli fabrikalar kurmaya başladılar. Fabrikalar durmaksızın, işçiler de yorulmadan mışıl mışıl çalışıyorlar.

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments

29th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

BİR PARAZİT KONAKTAN NE KADAR FAYDALANIR?

Asfaltlanmamış bir yol düşünün; çukurlar, engebelerle dolu. Bir taraftan kaçsan öbür taraftan başka bir çukura düşersin, bu çukura birinci düşğünde bacağını incitirsin, sonra kolunu kırarsın ve belki bir gün öğle bir çukura düşersin ki bir daha iyileşemez ve felç olursun. Kısacası o çukurlarda seni neyin beklediği bilinmemektedir. Bu hayat senin olduğuna göre, bu çukurları kendin doldurmalısın. Başkalarının doldurduğu çukurlar seni ya bir gün ya da iki gün idare eder. Taşıma suyla değirmenin dönmeyeceği gibi senin çukurlarını başkaları kapatırsa, sen yeni bir çukura daha düşmeye hazırlanıyorsun demektir.

Aslında kişi doğruyu bulduğuna, gerçekten bulduğunun doğru olduğuna inansa, hayatını o doğruya göre düzenler. Örneğin, ben üşütüyorum ve grip oluyorum. Doktora gidiyorum, bana antibiyotik ve vitamin veriyor. Ben acaba bu antibiyotik ve vitaminleri alsam mı, almasam mı diye düşünmem. Çünkü doktor bu işi biliyordur. Ben bu konuda onun doğrusuna uyarım. Fakat doktor yerine bir üfürükçüye gitsem, onun verdiği ilaçları alırken tedirgin olurum. Çünkü bana iyileşeceğime dair bir güven veremez. Aslında doktor da kesin bir güven veremez fakat dediklerine uyarsam iyileşeceğimi umabilirim. Doğruyu görüp de uygulamayanlar, buldukları şeyin gerçekten doğru olup olmadığı konusunda kuşku içindedirler. İnsanı batıran en büyük unsurlardan biri de zannetmektir.( Zan içinde olan kişiler iki arada bir derede kalırlar. Ne kesin bir doğru gelince kabul eder, ne de bir yanlışı görünce ona bu yanlıştır diye bilirler, çünkü kesin bilgileri yoktur. Bu yüzden çukurlarını kapatamaz ve kendi çukurlarını başkalarının kapatmasını beklerler.)

Hayat çukurlar topluluğudur. Bunlara tav olmak ya da onları tamamen kapatmak senin elindedir. Değerler konusunda dünyada onlarca değil tek bir doğru vardır. Bu doğruyu bulanlar ve uygulayanlar çukurlarını kendileri kapatıyor demektir. Bu doğruyu bulup ta uygulamayanlar ya da başkalarının dürtmesiyle yürüyenler taşıma suyla dönen değirmene benzerler.

Biyolojide beslenme gruplarına göre canlılar ikiye ayrılırlar, ototrof(kendi besinini kendisi yapar) ve heterotrof( besinini dışarıdan temin eder) olmak üzere iki tane canlı ele alalım. Birinci canlı ototrof yaşıyor, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmiş, başka faktörlere ihtiyacı var, fakat kendi kendine bakabilmeyi biliyor. Öbür tarafta heterotrof bir canlı sürekli başkalarına bağımlı olarak yaşıyor. Besinini dışardan aldığı için dışarıyla ilgisi kesildiğinde ölüyor.

Bu iki canlıyı insan olarak ele alalım. Besin kaynakları da bilgi olsun. Ototrof biçimde bilgi edinen kendi ayakları üzerinde durmayı bilecektir. Peki ya heterotrof olan? Onun bilgi kaynağı tükendiğinde kendisi de tükenecektir. Heterotrof canlılar kendi aralarında holozeik ve simbioz olarak ikiye ayrılırlar, Holozeiklerin sindirim sistemleri çok güçlü olduğundan besinleri katı parçalar halinde alıp sindirirler. Simbiozlar ise ortakyaşarlar. Benim ele alacağım tür simbioz türü. Bu türde kendi arasında üç bölüme ayrılıyor:

1)-Mutualizm- Ortakların karşılıklı yarar sağlaması

2)-Commensalizm- İki ortaktan birinin diğerine zarar vermeden ondan yaralanması.

3)-Parazitizm- Birlikte yaşayan ortaklardan biri yarar görürken diğerinin zarar görmesi durumudur.

Mutualizm konusunu şöyle ele alalım; Ben, dünyanın neresine giderseniz gidin her yerde tek olan doğruyu bulmuşum ve benimsemişim. Karşımdaki kişiler de aynen benim gibiyse işte bizlerin yaşam tarzı mutualizm türü yaşamdır. Bu tarz yaşam verimli, doyurucu ve esas mutluluğun bulunabileceği bir yaşam biçimidir. Çünkü bizim hayatımızı kesin doğrular oluşturur.

Commensalizm türü yaşamda iki kişi düşünelim, onların ikisi de orta derecede idare etme durumu gösteriyorlar. Biri öbüründen daha iyi durumda. Daha kötü durumda olan iyi olandan yararlanıyor, fakat ona zarar vermiyor. Ancak böyle bir yaşam tarzında yani idare edip gitmek duygusu içinde kişiler hiç bir zaman kesin doğruya ulaşamazlar. Bu üç yaşam tarzının içinde en çok azot kokusu çıkaran yani insanı rahatsız eden durum parazitizmdir.

Bir parazit kendine konak bulur ve onu öldürmeksizin, bitirip tüketme yoluna gider, yani ondan besin alır, yararlanır fakat aldığı besinleri değerlendirmesi istenince, hiçbir olumlu eğilim göstermez. Konak burada zarar görmüştür. Bu durum bakteri ya da virüslerde böyle gelişirken, insan hayatına uyarladığımızda konağın aslında parazitten daha az zarara uğradığını görürüz. Çünkü akıllı bir konak kendine hiç bir yarar sağlamayan üstelik zarar vermeye çalışan paraziti şu ya da bu şekilde kendinden uzaklaştırmayı bilmelidir. Bu yönde parazit iki türlü de zarara uğrayan taraf olacaktır. Şöyle açıklamak gerekirse, parazit konaktan besin (bilgi) elde ediyordu; konağın paraziti kendinden uzaklaştırması sonucu parazit besin (bilgi) kaynağını yitirmiş oldu. İkinci durum ise konağın parazite verdiği besinler(bilgiler) onun hayatını tümüyle etkiliyorsa bu besinlerin kesilmesiyle parazitin hayatı tümüyle alt üst olacaktır. Kısacası parazitin karşısında aklını kullanan bir konak bulunuyorsa parazitin ondan çok fazla yaralanma imkânı yoktur. (1998)

posted in ÖYKÜLER | 2 Comments

29th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

                                         BİÇARE HAYKIRIŞLAR
Öğrenemediğimiz, hakkıyla uygulayamadığımız o kadar çok şey var ki……
Ama ne yazıktır ki ders almadığımız, akledemediğimiz şeyler, gelecekteki en büyük düşman olarak çıkmışlar karşımıza.
Anlayamadık değerini, sayfalarca yazılan kitapların ve işitemedik durmadan yardım çığlıkları atan doğanın sesini. Gerçekten de işitemedik seslerini, göremedik onların ışıklarını. Belki de duysaydık, bulabilirdik kaybettiklerimizi ve yakalayabilirdik arta kalan umutlarımızı.
Biz, hep kulaklarımızı tıkayıp, kendimizi, boyalarının kuruntularımız olduğu o pembe çerçevedeki resme bıraktık. Gelecek, asıl mükâfatlar, insanca yaşanacak bir yurt, bir yuva, asıl mutluluk ve umutlar geride kaldı. Bir çiçek, bir dal daha ölmesin, doğa canlansın, dünya çöl olmasın, diye nefesimizin tükeneceği, milyarlarca lira dökeceğimiz gün gelmeden, insanlık durmayacak, durdurmayacak bu gidişi!
Hiç bir doğruyu, realiteyi göz önüne almadan çevreye atılan gülücükler, kahkahalarla alkışlar, aslında bir çığlığın habercisi. Ki o yürekleri hoplatırcasına yavaşça ama derinden girecek içimize ve sonunda Uyandığımızda kendimizi, ellerimizin kazandıkları ve sonuçlarıyla baş başa bulacağız.
Kahkahalarla kırlara, denizlere koştuktan sonra aslında heyecanla güzel şeyleri hayal ederek, kendilerine ulaşmasını umduklarımızın bir çöl ve bir bataklık olduğunu anladığımızda, ne bir çığlık ulaşacak ve ne de tek bir parmak çıkabilecek bataklıktan.
Oysa biz, nasıl da şendik, renk renk çiçeklerin arasında, ailelerimizle eğlenirken. Birbirimizi kahkahalara boğup, çiçekten taçlar takarken kafalarımıza ve sevgililerimize güzel sözler fısıldarken.
Oysa ne mutluyduk, masmavi canım sularda yüzerken; sevgililerimizle kayık sefaları yaparken ve eğlencemizin sonunda utanç manzaraları bırakıp neşeyle bir başka mekana geçerken kol kola !
Neşeyle, el ele yürürken, artık ağzımıza bir peçe almak zorunda kalacağız. O eskiden gözlerimizin üzerinde bir sis perdesi oluşturan, doğanın ölümünü görmemizi engelleyen bez parçasını. Gözlerimiz şaşkın, ağzımız hayatın son nefeslerini tutmak için sonuna kadar açık. Onlar, hep pembelikleri görmeye alışık olduklarından, simsiyah gökyüzünü görünce yine kapanmak isteyecekler. Ama onlar da,  farkında olacak artık bir çare kalmadığının. ‘’Bir çare !’’ diye haykıracak biçare insanlar. Pembeliklerin simsiyah bir çamurla sıvandığını görünce, gözlerimiz, vanası bozuk çeşmelere dönecekler.
Gerideki pembelikleri elde etmek için çırpınacağız. Uzaklara, yani güzel geçmişimize baka baka belki de kendimize bin kere lanet edeceğiz.
Bulutların, bembeyaz gelinliklerini giydiklerini göremeyeceğiz artık. Kuşlar kardeşçe uçamayacak, o masmavi gökyüzünde. Dünya artık yaşlı gözlere kara kalem tabloları gibi siyah ve grinin tonlarını sergileyecek. Kalkmayacak, kalkamayacak umutların, sevinçlerin kanatları. Çünkü onlar da bataklıklara ve sislere gömülmüşler. Gidecekleri kalbi bulamamanın verdiği üzüntüyle, sonunda onlar da harap ve bitap düşmüş olarak kendilerine çamurdan bir mezar bulup gözleri yaşlı, uzaklara, pembeliklere bakarcasına yatacaklar.
Kulaklarımız bu haykırışları, çığlıkları ve yardım feryatlarını işitince birden şaşıracağız. Genelde güzel günlerde, sevgililerin seslerini, mutlu çocuk çığlıklarını, bütün insanlığın sevgiyle dolmasının her yılbaşında dilenmesini duyarken bu sesler ürkütecek bizi. Önce bu seslerin filmlerdeki korku sahnelerinde adamın, kızı öldürürken çıkardığı sese benzeteceğiz. Sonra birkaç derneğin propaganda sesleridir, diye düşüneceğiz. Ancak gözler, kulakları uyarınca sonunda inanmak zorunda kalacağız; bu çığlıkların, sonsuza uzanan biçare insanların sesi olduğuna.

Belki de bunlar gelecek için imkânsız bir düş olarak görünüyor. Ama eğer kulaklarımız duymaya, gözlerimiz görmeye, ağzımız doğruyu söylemeye ve beynimiz düşünmeye bir an önce karar vermezse, bunların hiçbiri imkânsız olmayacaktır. Ne dünya pembe,  ne de bunlar çok uzak…
Belki de ilk adım kabullenmek olacak. İlk kabullenecek şey de, şükretmediğimiz ve daldığımızdır.
Biz şimdiye kadar günübirlik yaşadık. Durdurmadık yuvamızı kirletenleri ve yaşama hakkımızı elimizden alanları. Doğrusu bu ya, biz de durmadık. Ama artık, durmanın ve durdurmanın zamanı. Çünkü buna mecburuz. Eğer biz durdurmazsak, bizim nefes almamız, çiçekler arasında gezintiler yapmamız, şen şakrak denizlerde yüzmemizi, -askeri darbe- gibi çevre darbesi engelleyecek.
İnsanlık, şu anda bulunduğu konumdan hiçbir kara parçasını göremeyeceği bir yerde, büyük bir okyanusun ortasında elinde kalmış ufak tefek imkânlarla bir teknenin içerisinde yaşamaya çalışıyor. Ancak şu yıllarda, bu yalnız tekne karşıdan çeşitli sinyaller almaya başladı. Gönderilen sinyaller insanın içerisinde bulunduğu durumdan kurtulması için yardım elini uzatan bir cankurtaran teknesi. Bu cankurtaranın görevi, insanın kendi elleriyle hazırladıkları sonuçtan onları uzaklaştırmak, karanlık, mutsuz ve umutsuz bir gelecekten onları kurtarmak. Bu konuda o kadar azimliler ki insanların reddecekleri herhangi bir pürüz son noktasına kadar hesaplanmış, hedefleri belli ve ne yapacaklarını biliyorlar.
İnsanlık, yüzyıllardan beri yaptığı gibi kulağına yabancı gelen her konuda tedirgin ve ürkek davrandı, bu konuda da olduğu gibi. Ancak bu şüpheler, uygulamadaki gösterimlerle engellendi. Bahanelerimiz kalmadı.
Seçenek bizim. Kim ister karanlıklarda yaşamayı ve biçare çığlıkları atmayı? (2003)
                                     

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments

29th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

BAHAR AŞKI

Bu gün toprağa ilk cemre düştü ve gökyüzüyle toprağın aşkı yine başlamış oldu. Toprak gökyüzüne yemyeşil bir selam verdi ipek örtüsüyle; gökyüzü de yağmurla selamladı biricik aşkı toprağı. Toprak bu bahar çok sevinçliydi. Öyle ki yüzünde güller açıyordu. Fakat geçen bahardan kırgındı sevdiğine. Çünkü gökyüzü çok ağlamış ve toprağın sürüklenmesine neden olmuştu. Fakat çok haklı bir nedeni vardı o eşsiz mavi hüznün; başka ülkelerde yaşayan bulut arkadaşları ziyaretine gelmişti. Daha sonra gelenlerden biri hastalanıp öldü ve diğerleri bu üzücü olaya çok ağladılar. İşte gökyüzünden toprağa inen inci tanelerinin nedeni buydu. Yoksa o şirin mavi incitir miydi sevgilisini? Gökyüzü anlatınca olup biteni yine barıştı iki sevgili. Anlaşılan mutlu bir bahar onları bekliyordu. Bu sürüklenme toprağı her ne kadar yorgun da düşürse, onun kalbi çiçekler açıyordu. Aşkını böyle anlatıyordu gökyüzüne.

Bu yıl en güzel müjdeyi bülbül getirdi onlara; gülle evleniyorlardı nihayet. Yüzyılların bitmeyen aşkı sonsuz bir sevgiye dönüşmüş ve mutlu bir yuva kurmaya adım atmışlardı. Toprak ve gökyüzü çok sevindiler bu duruma. Keşke biz de mutlu bir yuva kurabilsek diye içinden geçirmeden yapamadı toprak. Bülbül de davetiyelerini verip gökyüzünün o berrak maviliğinde süzülüp gitti. Düğüne çok az zaman kalmıştı. Toprakla gökyüzü gülün düğün hazırlıklarına yardım ediyorlardı. Toprak, içindeki coşkun sevgiyle gülü besliyor, ona harika bir gelinlik hazırlıyordu. Gülle bülbülün nikâh şahitleriyse bülbülün en yakın dostu kanarya ve gülün arkadaşı gelincikti. Nedimeleriyse kır çiçekleri…

Ve o beklene gün geldi çattı. Gökyüzü masmavi bir smokin, topraksa sarıçiçekli harika bir tuvaletle geldi düğüne. Gülün güzelliği dillere destan olmuştu. Öyle güzeldi ki onu gören hayranlığını gizleyemiyordu. Bu durumdan çok utanan gül, kıpkırmızı kesilmişti. Bülbülse bu mutlu günlerinde şarkı söylemeden edemiyordu. Oradaki herkes öyle mutluydu ki hiçbir şey dağıtamadı pembe bulutları üzerlerinden. Orkestra müziğe başladı; ilk dansı gülle bülbül yaptılar. Ardından toprak ve gökyüzü çıkmıştı ki piste birden ”papatya gibisin” şarkısı çalmaya başladı. Toprak ve gökyüzü bayılırdı bu şarkıya. Hatta gökyüzü sarıpapatyam diye severdi toprağı işte böyle; gülle bülbül evrenin en güzel düğünüyle dünya evine girdiler. Kim bilir belki başka bir bahar da gökyüzü ve toprağın düğününe misafir oluruz.

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments

29th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İSTANBUL‘A SİTEM MEKTUBU

İstanbul, koca şehir.

İçerisinde koca Osmanlı ve Bizanslıyı içerisinde barındıran koca şehir. Kaç bin delikanlıyı kendine susandırdın! Kaç bin tane işsiz, aşsız köylüyü çekip aldın kendine barındırma sözüyle! Taşı toprağı altın diye kaç umutsuz cana umut oldun yıllarca! Ey yedi tepeli şehir! Söyle kaç türlü millet barındırdın? Kaç tane yoksulun karnını doyurdun aşınla? Hangi zengin, köşkler yaptırmadı senin en güzel parçana, ormanlarına?

Ama artık senin de kabullenmek gerek, üzerine karabasan gibi çöken kara bulutların içinde bir çare aradığına ve kurtulmak için kendinden birçok şeyi feda ettiğine. Sen bin kere tövbe dilemene karşılık engin bir okyanusta gemisi bozulmuş bir balıkçısın.

Batmamak için, senin hayatta kalmanı sağlayan yiyeceklerini, suyunu attın ve şimdi biçare şekilde umut dileniyorsun uçan kuştan, yüzen balıktan ve hatta dalgalardan. Herhangi bir yerden gelebilecek yardım, umut beklerken, uykunda dileklerinde, hayallerinde, hep o eski senin özlemini çekiyorsun. Derin bir “ah!”ile Fatih, Belgrat ormanlarına, sonra Anadolu yakasına, Çamlıca, Ümraniye/Çavuşbaşı, Kavak ve Fener bölgelerine, eski şatavatlı günlerinin özlemleriyle bir İstanbul turu yaparsın. Azığın, umut, ümit, özlem.

Ben de senin kadar özlem duyuyorum o eski geçmişime. Ancak, o eski geçmiş, senin sayende yok oldu. O ana kadar, sen benim anam, babam, mutluluk meskenim olmuştun. Ama seni aldattılar ve bizi öksüz, yetim bıraktın, kabuğuna çekildin. Bizi bıraktın diyorum. Çünkü senin ihtişamını sağlamamıza rağmen, bizim yıkımlarımız gerçekleşiyorken sen sessiz kaldın, o kara güne “dur!” demedin. Ancak, senin de, sonradan anladığın gibi biz senin veli nimetindik ve bizler olmayınca çirkinleştin, ihtiyarladın. Ben de, senin gibi oldum en sonunda. Ama eğer sen, müdahale etseydin ben, bugün bu durumda olmazdım. Ah… o gün!

O gün bir ilkbahar günüydü ve ben birkaç kuşun çığlıklarıyla sabahın ilk ışıklarıyla uyandım. Beni uyandıranlar, üzerimde yuvalarını taşıdığım sadık dostlarımdı. Bana çığlıklarla, çırpınışlarla Fatih ormanında, geniş bir ormanlık arazinin, büyük apartmanların yapımı için yok edildiğini telaşla haber verdiler. Bu benim de, yakınımızda bulunan komşu ağaçlıklar gibi kısa sürede yuvamdan ayrılabileceğim anlamına geliyordu. Karşı ağaçlıklar kısa bir süre önce kesilmiş ve bizlere özenle bakan Ayşe ninenin kulübesi de yıkılmış onu evsiz, aşsız bırakılmıştı.

Neler olacağını, benim kara hüzüne bürünmemi sağlayan haberi getiren sadık arkadaşlarımla konuştuk ve ağlaştık. Çünkü benim olmamam, onların da yuvalarının olmaması demekti. Onlar, bana bu konuda istihbarat toplamak için gittiklerinde, dallarım solmuş, yapraklarım saramaya başlamış, meyvelerim, dallarımın zayıflığımdan dolayı, yerlere dökülmeye başlamıştı. Benim bu halim, etrafta oynamaya gelen ufak çocukların, komşu ağaçların da dikkatini çekmişti. Bana, telaş içinde neler olduğunu neden biranda sararıp solduğumu sordular. Ancak onların hiçbir sözünü duymuyor kendi kendime sessizce düşünüyordum.

Gözlerim herhangi değişikliği kaçırmıyor, kulaklarım tüm gücüyle yabancı bir çığğı, gürültüyü duymak için tetikteydiler. Bu yaşlı odun bu acıya dayanabilir miydi? Kasvetimi yıllara insanlara attım defalarca. Kin kustum beni koparacaklara. Kesilip kesilmeyeceğimi kesin olarak bilmesem de bu düşünce, içimdeki en büyük kurttu.

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments