-
25th Haziran 2009

Arap Dilini Kutsallaştırma Çabaları-Cengiz Özakıncı

posted in DİL VE TARİH |

Arap Dilini Kutsallaştırma Çabaları-Cengiz Özakıncı, Dil ve Din

Ayı, yavrusunu severken, vura vura öldürürmüş. İşte kimi ulusçuların ulus sevgisi de böyle, ayının yavrusunu severken öldürmesine benzer.

Bağnaz ulusçuluk, ulusların kimi üyelerinde görülen bir tutarık, bir manyaklıktır. Bu kişliler kendi uluslarını öteki uluslardan yüce, kutsal sayarlar. Böyle kişiler için, kendi uluslarının dili de, öteki ulusların dilinden yücedir. Bunu kanıtlayabilmek için didinirler. Yapay gerekçeler uydururlar. Kendi dillerinin en eski, en yetkin, en engin dil olduğunu kanıtlama çabasına düşmüş Türkler olduğu gibi, Araplar da vardır.

Aşırı Arap ulusçuları, Arapçanın öteki dillerden yüc bir dil olduğunu kanıtlayabilmek için; ”Tanrı’nın kişioğullarına – özellikle!- Arap diliyle seslendiğini” öne sürerler. Bu onların en sağlam(?) gerekçeleridir. Öteki uluslardan çoğu müslümanları da, bunun doğruluğuna kandırmışlardır. Doğaldır ki ancak kandırabileceklerini kandırmışlardır;hepsini değil! Örneğin müslüman Türk bilgini Biruni, Arap dilinin, yazısının yüceliğini yadsımıştır.Ona göre Arap yazısı, bilim dili olarak kullanılamaz niteliktedir. Çünkü bir matematik kesinlikten yoksundur. Ben, Biruni’nin bu gerekçesini doğru bulmuyorum. Arap diliyle bilim yapılabileceği, Arap yazısıyla bilimsel yapıtlar verilebileceği, verildiği kanısındayım. Ancak, benim açımdan önemli olan, Biruni’nin sağlam bir müslüman olmasına, öyle sayılmasına karşın, Arap dilinin yazısının diğer yazılardan, dillerden daha kutsal, daha üstün, daha yüce olduğu savına inanmayışıdır ki, ben de bu kanıdayım.

Gerçek şu ki; ”Tanrı’nın kişioğullarına Arap diliyle seslendiği, bu nedenle de Arap dilinin kutsal bir dil olduğu” düşüncesine kapılmak için, Arap ulusçusu olmak dahi gerekmez. Bilinç düzeyi yetersiz bütün müslümanlar böyle bir düşünceye saplanabilirler. ”Bilinç düzeyi yetersiz müslüman” nitelemesini özellikle kullanıyorum. Çünkü eğer bilinç düzeyleri yeterli olsaydı, bağlandıkları kutsal bildirgede, Kuran’da böyle bir niteleme bulunmadığını bilirlerdi. Müslümanlığın kutsal bildirgesi Kuran’da, Tanrı’nın pek çok topluluğa, çok çeşitli dönemlerde, pek çok elçi gönderdiğini; Tanrının bu elçilere özel bir dille değil, kendi uluslarının o yıllarda kullanageldikleri dille bildirimde bulunduğunu bilirlerdi. Tanrının elçisi Musa, Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi İsa, Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi Yusuf, Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi Nuh Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi İbrahim Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi Muhammed Arapça konuşan ilk, tek elçi olduğuna göre, öteki elçilerin tümünün dilleri başka başkaydı. Tanrı, son elçisi Muhammed dışındaki bütün elçilere, içinde yaşadıkları toplumların konuştuğu Arapçadan başka dillerde bildirimde bulunduğuna göre, Tanrının Arap dilini diğer dillerden daha üstün, diğer dillerden daha kutsal saymadığı apaçıktır. Dinsel bilinç düzeyi yeterli bütün Müslümanlar, bu gerçeği bilmektedirler. Ancak yine de Arap yazısını, dilinin kutsal olduğu, kişioğlunun Tanrıya yalnızca Arapça seslenmesi gerektiği, eğer Tanrıya Arapçadan başka dille seslenirse, bağışlanması olanaksız bir suç işlemiş sayılacağı düşüncesi, bilgisi yetersiz müslümanlarda egemendir. İşte, Türk diline Arapça sözcüklerin girmesinin bir nedeni de bu yanlış inanış olmuştur…

Bir önceki yazımızda, Türklerin öz dillerini korumaya Müslüman olduktan sonra bile özel bir önem verdiklerini;Müslümanlığı benimsemelerinin üzerinden iki yüzyıl geçtikten sonra XI. Yüzyılda bile, dillerinin arılığını büyük ölçüde korumuş olduklarını; benimsedikleri dinin kutsal bildirgesi Kuran’ı bütünüyle Türkçeye çevirdiklerini belirtmiştim. Türklerin yabancı dilleri benimsemeye karşı yadırgayıcı tutum içinde olduklarını da sergilemiştim. ”Sonra ne oldu ki bugün Türklerin dilleri böylesine yoğun bir biçimde Arapça Farsça sözcüklerle doldu?” sorusunun yanıtlarından biri de, Türklere Arapçanın kutsal bir dil olduğu savının benimsetilmesidir. İlginçtir, bu benimsetme işinde Araplardan çok, Türk seçkinlerinin etkisi büyük olmuştur. Sözgeliimi ünlü Türk dilcisi Ali Şir Nevai, Türkleri Arap dilinin üstünlüğüne inandırmaya çalışmış kişilerden biridir.

Ali Şir Nevai’ye göre:

Arap dili, seçkinlik ve yükseklik bakımından dilleirn en ilerisidir. Bu nokta üzerinde hiç kimsenin aykırı düşündüğü ve aykırı bir dava güttüğü yoktur. Çünkü Tanrı, Kuran’ı bu dille indirmiştir; peygamberlerimizin hadisleri gene bu dil ile söylenmiştir; büyük velilerin, din ulularının ileri sürdükleri gerçek ve değimli düşünceler gene bu dil ile meydana gelmiştir.

Ali Şir Nevai, Farsçanın biricik yazı dili larak benimsendiği bir dönemde tüm gücüyle Farsçayı kötüleyip, Türkçeyi yüceltmeye çalışmış; ancak söz Arapçaya gelince Farsçaya karşı dikilen boynu, Arapça önünde eğilmiştir. Arapça deyince, akanlar sular durmuştur. Nevai, Arap dilinin üstünlüğünü benimsemesine bir gerekçe olarak, Kuran’ın bu dille yazılmış olduğunu söylemektedir. Ancak Arapların başlangıçta Kuran ayetleri kendilerine okunduğu zaman, bu ktsal buyruklara da, Tanrı’nın elçisi Muhammed’e de, yine o Arap diliyle sövdüklerini unutuvermiştir. ”Peygamberimiz hadisleri bu dille söylemiştir.” derken, dinden dönenlerin de yine o Arapçayı konuşan Araplar olduğunu unutuvermiştir. Nevai, bir yandan Farsçanın üstünlüğünü yadsıyıp, Türkçenin üstünlüğünü savunurken; öte yandan Arapçanın Türkçeden de, bütün öteki dillerden de üstün olduğunu söylemiştir. Biruni ise, tersini düşünmektedir. O, ”Arapçanın kötülenmesini, Farsçanın yüceltilmesine yeğ tutmaktadır.” Arapların öteki uluslara, Arapçanın öteki dillere üstünlüğünü ileri sürüp buna inanmayanları cahillikle (bilgisizlikle), kafirlikle (Tanrı’ya bağıtlanmamakla) suçlandıran İbn Kuteybe’ye karşı çıkan Biruni, gerçekte Arapların daha cahil (bilisiz) olup, İslam’a ayak diremede öteki uluslardan daha şiddetli olduklarını, Kuran’dan alıntılarla kanıtlamıştır. Biruni’ye göre, ulusların birbirlerine üstünlük taslamaları, boş bir davranıştır, kötüdür…

Gelgelelim, yanlış düşünceler, bilgisiz kişileri çabuk etkiliyor. Ne denli uygar, ne denli ileri olursa olsun, bütün toplumlarda aydınlar azınlıkta, bilgisizler çoğunlukta oluyor. Bütün öteki toplumlar gibi çoğunluğu bilgisizlerden oluşan Türkler de, Arap dilinin kutsal olduğu gibi yanlış bir düşünceyi, dinbilgiçlerinin dayatmasıyla, süreç içerisinde benimsemişlerdir. Sonuçta, Türkler, pek çok arapça sözcüğü dillerine dolamış, bu sözcükleri kullanırken kutsal bir iş yaptıklarını sanarak sevinmişlerdir. Kendi dillerinde var olan kimi yerli sözcükleri atıp, yerina Arapçasını getirmişlerdir.Anlamını bilerek, yüreklerin de duyumsayarak kullandıkları: ”Ol bağırsak Tanrı’nın adıyla!..” sözünün yerine; anlamını içlerinde o denli duyamadıkları, kendilerine bir tekerleme gibi gelen, salt kutsal bir anlamı olduğuna inandıkları için söylenmesinde yarar olduğunu düşündükleri ”Bismillahirrahmanirrahim” sözünü kullanmaya başlamışlardır. Türkler, kendi dillerince; ”Yaratgan, türütgen, bağırsak Tanrı” dediklerinde; evreni yaratan, nesneye yaşam veren; kişioğluna da, yaşayan bütün canlı varlıklara da özdevinim gücü veren; onların yaşaması için bütün gereksinimerini sağlayan; ana karnında bebeğin tüm yaşamsal gereksinimlerini karşılayan göbek bağı gibi, yarattıklarını besleyen, büyüten, türeten bir tanrıyı düşünüyorlardı. Bu Türkçe sözlerin yerine Arapça ”Rahman, Rahiym Allah” sözlerini geçirince, Türkün imgeleminde bir boşluk oluşuyor, kökü belleğinde bulunmadığı için düşünü de kuramadığı bu Arapça sözlerin, yalnızca kutsal olduğuna inanarak avunuyordu. Kutsal, ancak yabancı; imgelemde etkisi yok…Bir Arap, ”Rahiym Allah” dediğinde, bu sözcüklerin kökü onun belleğinde imgeler olarak var bulunduğu için anlamı anında gözünde düşleyebiliyor; gelgelelim, bu sözleri kökleri Türk’ün söz dağarcığında olmadığı için ”Rahiym Allah” sözleri Türk’ün imgelemini devindirtmiyor, ışıldatmıyor, sisle kaplıyor; Türk, Tanrı’nın Arapça seslenişlerden sevinç duyduğuna inandırılmış olduğu için, Arapça söylemekle Tanrı’ya kendini beğendirdiğini sanarak, göneniyor…

900 yıl önce Türkler, kendi öz dillrindeki ”idhi” sözcüğünü kullanırken; imgelemlerinde ”eğitici”, ”öğretici”, ”bildirici”, ”buyurucu”, ”doğru yolu gösterici”, ”ana-babaların kendi çocukları üzerine titrediği gibi kişioğlunu kötülüklerden uzaklaştırıp iyiliklere yönelten” soyut bir varlık ışıldıyorken; Türkler bunu yerine Arapça ”rab” demelerinin Tanrı’yı sevindireceğine kandırıldıktan sonra; ”idhimiz yarlığı” diyecekleri yerde; ”rabbimizin fermenı” demeye başlamış; ancak, Arapça ”rab” sözcüğünü kullandığında, Türk’ün düşünde, öz dilindeki ”idhi” sözcüğünün çağrıştırdığı anlam yüklü imge uyanmamıştır. ”Rab” sözcüğünü dutduğunda, Arap’ın imgeleminde oluşan kesin anlam; ”rab” sözcüğünü duyunca Türk’ün imgeleminde oluşamıyor. Çünkü Türk’ün dilinden kendi öz sözcüğü olan ”idhi” koparılıp atılmış; yerine Türk için anlamı bulanık Arapça bir sözcük konulmuştur. Sonuçta; Türklerin Tanrı’yla ilişkileri, kutsallık uğruna bulandırılmıştır.

Kişioğlunun kendisini Tanrı’nın önünde duruyor varsayarak, ona karşı saygısını davranışlarıyla, sözleriyle göstermesi olgusuna, Arapçada ”es-salat”, Farsçada ”namaz adı verilir. Bu edime girişen kişinin, elini yüzünü ayaklarını yıkaması, giyimini düzeltmesi, kendisine bir çeki düzen vermesi gerektiği denli; ağzından çıkanı kulağı duyacak, ne dediğini bilecek ölçüde ayık olması da gerekir. Öyle ki, Kuran’da, içkili (esrik) olanların, ne dediklerini bilecek denli ayılmadıkça, bu edime girişmemeleri, böyle bir davranışa kalkışmamaları buyurulmuştur. Öyleyse, Türklerin Tanrı’ya, anlamını bilmedikleri sözlerle, ne dediklerini bimeden yakarmaları, Tanrı’ya sevimli gelebilir mi? Düşünmek gerek…

Bizi bu yazı çerçevesinde ilgilendiren, dildir. Bu nedenle, Türklerin dillerinden, kendi anladıkları yerli sözcüklerin atılıp, yerine anlamını gözlerinde yetkince düşleyemedikleri yabancı Arapça sözcüklerin sokulması olgusunun nedenleri, nasılları, çünküleri üzerinde duruyoruz. Türklerin Mslüman olduktan sonra iki yüzyıl boyunca dillerine sokmadıkları Arapçayı, sonra nasıl, ne için dillerine soktuklarına yanıt arıyoruz. Bu sorunun yanıtlarından biri de ”Arapçanın kutsallığına inandırılmış” olmalarıdır.

Gerçekten de bu etken, Türk diline Arapça, Farsça sözcükler doluşmasında, öteki etkenlerden daha çok iş görmüştür. Yan etkileri de ötekilerden çok olmuştur. Yan etkileri derken; ”Türklerin düşünsel gelişiminin kösteklenmesi” gibi, oldukça ölümcül bir etkiden söz ediyorum.

Arap dilini, Arap yazısını kutsallaştırma edimi; ”Türkler anlamasalar bile, kutsal edimlerinde Arapça sözcükleri kullanmalıdırlar; çünkü tanrı kendisine Arapçadan başka bir dille seslenilmesini sevmiyor; Arapçadan başka bir dille istenirse, vermiyor,” kandırmacasıyla kişilere benimsetilmiştir. Öyle ki, Arapça sözcüklere kimi sayrılıkları iyileştirici bir etki dahi yakıştırılmıştır. Anlamı: ”Ey büyüğü küçülten, küçüğü büyülten Allah’ım! Bu bendekini küçült!” diye verilen Arapça bir yakarı, ‘’sivilce duası” adıyla belletilmekte; etkisinin ise bu sözlerin ancak Arapça söylenmesi durumunda gerçekleşeceği vurgulanmakta!… Kişioğlunun yıldığı sayrılıklarında, gücünün sınırsızlığına güvendiği Tanrı’ya yakarması, ondan yardım beklemesi çok doğaldır. Ancak, Tanrı’ya yalnızca Arapça sözcüklerle seslenirse ondan yardım geleceğine inanması, Türkçe yakarırsa, Tanrı’nın kendisine yardım etmeyeceğini sanması, doğal değildir. Kişioğlunu Tanrı’ya kendi öz diliyle yakarmaktan alıkoyan bu gibi çabalar, Türklerin dillerinde niçin bu denli çok Arapça, Farsça sözcük bulunduğunu bize açıklar. ”Borçtan kurtulma duası”, ”okuyan zengin olur duası”, ”diş ağrısı için dua”, ”karınca, bereket duası” adları verilerek, ancak Arapça söylenmesi koşuluyla işe yarayacağı belletilen bu yakarılar, dindarlara ”Eğer Türkçe söylenirse Tanrı bu yakarıları işleme koymaz; kesin sonuç almak istiyorsanız, bu duaları Arapça yazın, söyleyin,” denilerek öğretilmektedir. Oysa, bir Türk, bu yakarıları Arapçayı gereği gibi seslendirerek yapamaz. Arap dilinde öyle sesler vadır ki, -bunlara boğaz sesleri denir- ancak Arap olanlar söyleyebilirler. İçinde böylesi Türk gırtlağına yabancı sesler olan Arapça sözcükleri bir Türk söylemeye kalkıştığında, o sesi çıkartamayacağı için, onu andıran başka bir ses çıkarır. Bu durumda, Arapça sözcüğün anlamı da değişir. Tıpkı ‘’sevmek”, ‘’sövmek” sözcüklerinde olduğu gibi, Arapçada da küçük bir ses değişimianlamı tersine dönüştürebilmektedir; çünkü bütün dillerde olduğu gibi, Arapçada da böylesi yakın sesli, ters anlamlı sözcükler vardır. Bir Arap, Türkçe konuşurken nasıl ‘’sev” diyeceği terde ‘’söv” diyebilirse; bunun gibi, bir Türk de Tanrı’ya Arapça sesleneyim derken ”fağfir lena” (bizi yarlıga, koru) diyeceği yerde, ”fakfir lena” (Bizimle ilişkini kes, bizi boşver) diyebilir. Çünkü, Arapçada bulunan ”ğ” sesi, çok özel bir sestir. Türk dilinde bu ses yoktur. Bir Türk, özel eğitim almadıkça, bu iki sözcüğün söylenişini birbirina karıştıracaktır.

Görüleceği üzere, Türk’ün Tanrı’ya kendi diliyle değil de, seslendirmeyi beceremeyeği Arapça sözcüklerle yakarması, her açıdan yanlıştır. Ancak Arapçayı tüm vurgularıyla konuşabilenlerin becerebileceği bir edimi, Türklerin tümüne buyurmanın dayanağı yoktur.

Türkçe sözcüklerin Tanrı’yı ululamakta yetersiz olduğu savı da çürüktür. ”Allahu ekber” deyiminde geçen ”ekber” sözcüğü, Arapçada yalnızca kutsal bir büyüklüğü göstermekte kullanılan dine özgü bir deyim değildir. Araplar ”ekber” sözcüğünü gündelik toplama çıkartma işlemlerinde, söz gelimi 4 sayısının 3 sayısından büyük olduğunu belirtmek için de kullanmaktadırlar. Arapça ”Allahu ekber”in Türkçe karşılığı ”Ulu Tanrı”dır; burada Arapça ”ekber”in Türkçesi olarak kullanılan ”ulu” sözcüğü, Türkçede sayısal bir büyüklüğü nitelemek için kullanılmaz; Türkçede 4 sayısı 3 sayısında ”ulu”dur denmez; çünkü ”ulu” sözcüğü sayısal değil tinsel, kutsal bir büyüklüğü anlatır. Araplar için, br yandan 4 sayısı 3 sayısından ”ekber”dir; öte yandan ”Allah ekber”dir. Arapçadaki ”ekber” sözcüğünün, o dilde yalnızca Yaradan’ın büyüklüğünü dile getiren kutsal alana özgü bir sözcük olmadığı bilinip dururken; bu sözcük Türklere, sanki Arapçada yalnızca Yaradan’ın büyüklüğünü dile getirmekte kullanılırmış gibi yutturulmuştur. Arap dili üzerinde uzmanca bilgisi bulunmayan iyi niyetli Müslüman Türkler de, bu gibi yanıltmacalara kanmıştır. Duyuru (ezan) Türkçe kunduğu yıllarda; çoğu dinbilgiçleri bu girişime ”Allah ekberdir, siz nasıl Arapça ‘ekber’ yerine Türkçe ‘ulu’ diyebilirsiniz? ‘Ulu’ sözcüğü küçültücüdür,” diye karşı koymuşlardır. Oysa, Türkçe ”ulu” sözcüğü, Arapça ”ekber” sözcüğünden küçültücü değil; tersine, daha yücelticidir.

İşte böyle böyle, Türk diline Arapça sözcükler doldurulmuştur. Bu arapça sözcükler, Arap dilinde taşıdıkları anlamlar bozularak dilimize sokulmuştur. Türk diline sokulan o Arapça sözcüklere de, kullanımdan düşürülüp unutturulan o Türkçe sözcüklere de, yazık edilmiştir.

Türk analarının çocuklarıyla ilişkilerine dek sızan Arapça, Farsça sözcükler, durup dururken dilimize girmiş değildir. Bundan 900 yıl önce, kimi Arap, kimi Türk kandırıcı kişiler, Tanrı ile Türklerin arasına dilden bir engel koydular. Türklerin Tanrı’ya Türkçe seslenmesinin Tanrı’yı kızdıracağını söyleyerek, Türkleri bu yalana inandırdılar. Türkler, Tanrı’nın yalnızca Arapça seslenişlere ilgi göstediğine, kandırıldılar. Tanrı’nın yalnızca Arapça dilekleri, Arapça yakaroları işleme koyduğunu söyleyen bu tilkilere inanan Türkler, bin yılı aşkın bir süredir ağızlarını Arapça sözcüklerle açtıklarında kullanımdan düşürdükleri Türkçe sözcükleri peynir gibi yitiren kargalar konumuna düşmüş; dilleri bozulmuş, imgelenmeleri bulanmış, anlama anlatma yetileri devingenliğini, diriliğini, türetgenliğini tüketmiş durumdadırlar.

O tilkilerin torunları, şimdi de iş başında.

O kargaların torunları şimdi de kandırılmakta…

Dilimizdeki Arapça, Farsça sözcüklerin büyük bir çoğunluğu, işte bu delikten dilimize girmiş bulunuyor.

http://www.turkceibadet.net/?page_id=270

This entry was posted on Perşembe, Haziran 25th, 2009 at 13:16 and is filed under DİL VE TARİH. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz