-
25th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Arap Dilini Kutsallaştırma Çabaları-Cengiz Özakıncı, Dil ve Din

Ayı, yavrusunu severken, vura vura öldürürmüş. İşte kimi ulusçuların ulus sevgisi de böyle, ayının yavrusunu severken öldürmesine benzer.

Bağnaz ulusçuluk, ulusların kimi üyelerinde görülen bir tutarık, bir manyaklıktır. Bu kişliler kendi uluslarını öteki uluslardan yüce, kutsal sayarlar. Böyle kişiler için, kendi uluslarının dili de, öteki ulusların dilinden yücedir. Bunu kanıtlayabilmek için didinirler. Yapay gerekçeler uydururlar. Kendi dillerinin en eski, en yetkin, en engin dil olduğunu kanıtlama çabasına düşmüş Türkler olduğu gibi, Araplar da vardır.

Aşırı Arap ulusçuları, Arapçanın öteki dillerden yüc bir dil olduğunu kanıtlayabilmek için; ”Tanrı’nın kişioğullarına – özellikle!- Arap diliyle seslendiğini” öne sürerler. Bu onların en sağlam(?) gerekçeleridir. Öteki uluslardan çoğu müslümanları da, bunun doğruluğuna kandırmışlardır. Doğaldır ki ancak kandırabileceklerini kandırmışlardır;hepsini değil! Örneğin müslüman Türk bilgini Biruni, Arap dilinin, yazısının yüceliğini yadsımıştır.Ona göre Arap yazısı, bilim dili olarak kullanılamaz niteliktedir. Çünkü bir matematik kesinlikten yoksundur. Ben, Biruni’nin bu gerekçesini doğru bulmuyorum. Arap diliyle bilim yapılabileceği, Arap yazısıyla bilimsel yapıtlar verilebileceği, verildiği kanısındayım. Ancak, benim açımdan önemli olan, Biruni’nin sağlam bir müslüman olmasına, öyle sayılmasına karşın, Arap dilinin yazısının diğer yazılardan, dillerden daha kutsal, daha üstün, daha yüce olduğu savına inanmayışıdır ki, ben de bu kanıdayım.

Gerçek şu ki; ”Tanrı’nın kişioğullarına Arap diliyle seslendiği, bu nedenle de Arap dilinin kutsal bir dil olduğu” düşüncesine kapılmak için, Arap ulusçusu olmak dahi gerekmez. Bilinç düzeyi yetersiz bütün müslümanlar böyle bir düşünceye saplanabilirler. ”Bilinç düzeyi yetersiz müslüman” nitelemesini özellikle kullanıyorum. Çünkü eğer bilinç düzeyleri yeterli olsaydı, bağlandıkları kutsal bildirgede, Kuran’da böyle bir niteleme bulunmadığını bilirlerdi. Müslümanlığın kutsal bildirgesi Kuran’da, Tanrı’nın pek çok topluluğa, çok çeşitli dönemlerde, pek çok elçi gönderdiğini; Tanrının bu elçilere özel bir dille değil, kendi uluslarının o yıllarda kullanageldikleri dille bildirimde bulunduğunu bilirlerdi. Tanrının elçisi Musa, Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi İsa, Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi Yusuf, Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi Nuh Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi İbrahim Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi Muhammed Arapça konuşan ilk, tek elçi olduğuna göre, öteki elçilerin tümünün dilleri başka başkaydı. Tanrı, son elçisi Muhammed dışındaki bütün elçilere, içinde yaşadıkları toplumların konuştuğu Arapçadan başka dillerde bildirimde bulunduğuna göre, Tanrının Arap dilini diğer dillerden daha üstün, diğer dillerden daha kutsal saymadığı apaçıktır. Dinsel bilinç düzeyi yeterli bütün Müslümanlar, bu gerçeği bilmektedirler. Ancak yine de Arap yazısını, dilinin kutsal olduğu, kişioğlunun Tanrıya yalnızca Arapça seslenmesi gerektiği, eğer Tanrıya Arapçadan başka dille seslenirse, bağışlanması olanaksız bir suç işlemiş sayılacağı düşüncesi, bilgisi yetersiz müslümanlarda egemendir. İşte, Türk diline Arapça sözcüklerin girmesinin bir nedeni de bu yanlış inanış olmuştur…

Bir önceki yazımızda, Türklerin öz dillerini korumaya Müslüman olduktan sonra bile özel bir önem verdiklerini;Müslümanlığı benimsemelerinin üzerinden iki yüzyıl geçtikten sonra XI. Yüzyılda bile, dillerinin arılığını büyük ölçüde korumuş olduklarını; benimsedikleri dinin kutsal bildirgesi Kuran’ı bütünüyle Türkçeye çevirdiklerini belirtmiştim. Türklerin yabancı dilleri benimsemeye karşı yadırgayıcı tutum içinde olduklarını da sergilemiştim. ”Sonra ne oldu ki bugün Türklerin dilleri böylesine yoğun bir biçimde Arapça Farsça sözcüklerle doldu?” sorusunun yanıtlarından biri de, Türklere Arapçanın kutsal bir dil olduğu savının benimsetilmesidir. İlginçtir, bu benimsetme işinde Araplardan çok, Türk seçkinlerinin etkisi büyük olmuştur. Sözgeliimi ünlü Türk dilcisi Ali Şir Nevai, Türkleri Arap dilinin üstünlüğüne inandırmaya çalışmış kişilerden biridir.

Ali Şir Nevai’ye göre:

Arap dili, seçkinlik ve yükseklik bakımından dilleirn en ilerisidir. Bu nokta üzerinde hiç kimsenin aykırı düşündüğü ve aykırı bir dava güttüğü yoktur. Çünkü Tanrı, Kuran’ı bu dille indirmiştir; peygamberlerimizin hadisleri gene bu dil ile söylenmiştir; büyük velilerin, din ulularının ileri sürdükleri gerçek ve değimli düşünceler gene bu dil ile meydana gelmiştir.

Ali Şir Nevai, Farsçanın biricik yazı dili larak benimsendiği bir dönemde tüm gücüyle Farsçayı kötüleyip, Türkçeyi yüceltmeye çalışmış; ancak söz Arapçaya gelince Farsçaya karşı dikilen boynu, Arapça önünde eğilmiştir. Arapça deyince, akanlar sular durmuştur. Nevai, Arap dilinin üstünlüğünü benimsemesine bir gerekçe olarak, Kuran’ın bu dille yazılmış olduğunu söylemektedir. Ancak Arapların başlangıçta Kuran ayetleri kendilerine okunduğu zaman, bu ktsal buyruklara da, Tanrı’nın elçisi Muhammed’e de, yine o Arap diliyle sövdüklerini unutuvermiştir. ”Peygamberimiz hadisleri bu dille söylemiştir.” derken, dinden dönenlerin de yine o Arapçayı konuşan Araplar olduğunu unutuvermiştir. Nevai, bir yandan Farsçanın üstünlüğünü yadsıyıp, Türkçenin üstünlüğünü savunurken; öte yandan Arapçanın Türkçeden de, bütün öteki dillerden de üstün olduğunu söylemiştir. Biruni ise, tersini düşünmektedir. O, ”Arapçanın kötülenmesini, Farsçanın yüceltilmesine yeğ tutmaktadır.” Arapların öteki uluslara, Arapçanın öteki dillere üstünlüğünü ileri sürüp buna inanmayanları cahillikle (bilgisizlikle), kafirlikle (Tanrı’ya bağıtlanmamakla) suçlandıran İbn Kuteybe’ye karşı çıkan Biruni, gerçekte Arapların daha cahil (bilisiz) olup, İslam’a ayak diremede öteki uluslardan daha şiddetli olduklarını, Kuran’dan alıntılarla kanıtlamıştır. Biruni’ye göre, ulusların birbirlerine üstünlük taslamaları, boş bir davranıştır, kötüdür…

Gelgelelim, yanlış düşünceler, bilgisiz kişileri çabuk etkiliyor. Ne denli uygar, ne denli ileri olursa olsun, bütün toplumlarda aydınlar azınlıkta, bilgisizler çoğunlukta oluyor. Bütün öteki toplumlar gibi çoğunluğu bilgisizlerden oluşan Türkler de, Arap dilinin kutsal olduğu gibi yanlış bir düşünceyi, dinbilgiçlerinin dayatmasıyla, süreç içerisinde benimsemişlerdir. Sonuçta, Türkler, pek çok arapça sözcüğü dillerine dolamış, bu sözcükleri kullanırken kutsal bir iş yaptıklarını sanarak sevinmişlerdir. Kendi dillerinde var olan kimi yerli sözcükleri atıp, yerina Arapçasını getirmişlerdir.Anlamını bilerek, yüreklerin de duyumsayarak kullandıkları: ”Ol bağırsak Tanrı’nın adıyla!..” sözünün yerine; anlamını içlerinde o denli duyamadıkları, kendilerine bir tekerleme gibi gelen, salt kutsal bir anlamı olduğuna inandıkları için söylenmesinde yarar olduğunu düşündükleri ”Bismillahirrahmanirrahim” sözünü kullanmaya başlamışlardır. Türkler, kendi dillerince; ”Yaratgan, türütgen, bağırsak Tanrı” dediklerinde; evreni yaratan, nesneye yaşam veren; kişioğluna da, yaşayan bütün canlı varlıklara da özdevinim gücü veren; onların yaşaması için bütün gereksinimerini sağlayan; ana karnında bebeğin tüm yaşamsal gereksinimlerini karşılayan göbek bağı gibi, yarattıklarını besleyen, büyüten, türeten bir tanrıyı düşünüyorlardı. Bu Türkçe sözlerin yerine Arapça ”Rahman, Rahiym Allah” sözlerini geçirince, Türkün imgeleminde bir boşluk oluşuyor, kökü belleğinde bulunmadığı için düşünü de kuramadığı bu Arapça sözlerin, yalnızca kutsal olduğuna inanarak avunuyordu. Kutsal, ancak yabancı; imgelemde etkisi yok…Bir Arap, ”Rahiym Allah” dediğinde, bu sözcüklerin kökü onun belleğinde imgeler olarak var bulunduğu için anlamı anında gözünde düşleyebiliyor; gelgelelim, bu sözleri kökleri Türk’ün söz dağarcığında olmadığı için ”Rahiym Allah” sözleri Türk’ün imgelemini devindirtmiyor, ışıldatmıyor, sisle kaplıyor; Türk, Tanrı’nın Arapça seslenişlerden sevinç duyduğuna inandırılmış olduğu için, Arapça söylemekle Tanrı’ya kendini beğendirdiğini sanarak, göneniyor…

900 yıl önce Türkler, kendi öz dillrindeki ”idhi” sözcüğünü kullanırken; imgelemlerinde ”eğitici”, ”öğretici”, ”bildirici”, ”buyurucu”, ”doğru yolu gösterici”, ”ana-babaların kendi çocukları üzerine titrediği gibi kişioğlunu kötülüklerden uzaklaştırıp iyiliklere yönelten” soyut bir varlık ışıldıyorken; Türkler bunu yerine Arapça ”rab” demelerinin Tanrı’yı sevindireceğine kandırıldıktan sonra; ”idhimiz yarlığı” diyecekleri yerde; ”rabbimizin fermenı” demeye başlamış; ancak, Arapça ”rab” sözcüğünü kullandığında, Türk’ün düşünde, öz dilindeki ”idhi” sözcüğünün çağrıştırdığı anlam yüklü imge uyanmamıştır. ”Rab” sözcüğünü dutduğunda, Arap’ın imgeleminde oluşan kesin anlam; ”rab” sözcüğünü duyunca Türk’ün imgeleminde oluşamıyor. Çünkü Türk’ün dilinden kendi öz sözcüğü olan ”idhi” koparılıp atılmış; yerine Türk için anlamı bulanık Arapça bir sözcük konulmuştur. Sonuçta; Türklerin Tanrı’yla ilişkileri, kutsallık uğruna bulandırılmıştır.

Kişioğlunun kendisini Tanrı’nın önünde duruyor varsayarak, ona karşı saygısını davranışlarıyla, sözleriyle göstermesi olgusuna, Arapçada ”es-salat”, Farsçada ”namaz adı verilir. Bu edime girişen kişinin, elini yüzünü ayaklarını yıkaması, giyimini düzeltmesi, kendisine bir çeki düzen vermesi gerektiği denli; ağzından çıkanı kulağı duyacak, ne dediğini bilecek ölçüde ayık olması da gerekir. Öyle ki, Kuran’da, içkili (esrik) olanların, ne dediklerini bilecek denli ayılmadıkça, bu edime girişmemeleri, böyle bir davranışa kalkışmamaları buyurulmuştur. Öyleyse, Türklerin Tanrı’ya, anlamını bilmedikleri sözlerle, ne dediklerini bimeden yakarmaları, Tanrı’ya sevimli gelebilir mi? Düşünmek gerek…

Bizi bu yazı çerçevesinde ilgilendiren, dildir. Bu nedenle, Türklerin dillerinden, kendi anladıkları yerli sözcüklerin atılıp, yerine anlamını gözlerinde yetkince düşleyemedikleri yabancı Arapça sözcüklerin sokulması olgusunun nedenleri, nasılları, çünküleri üzerinde duruyoruz. Türklerin Mslüman olduktan sonra iki yüzyıl boyunca dillerine sokmadıkları Arapçayı, sonra nasıl, ne için dillerine soktuklarına yanıt arıyoruz. Bu sorunun yanıtlarından biri de ”Arapçanın kutsallığına inandırılmış” olmalarıdır.

Gerçekten de bu etken, Türk diline Arapça, Farsça sözcükler doluşmasında, öteki etkenlerden daha çok iş görmüştür. Yan etkileri de ötekilerden çok olmuştur. Yan etkileri derken; ”Türklerin düşünsel gelişiminin kösteklenmesi” gibi, oldukça ölümcül bir etkiden söz ediyorum.

Arap dilini, Arap yazısını kutsallaştırma edimi; ”Türkler anlamasalar bile, kutsal edimlerinde Arapça sözcükleri kullanmalıdırlar; çünkü tanrı kendisine Arapçadan başka bir dille seslenilmesini sevmiyor; Arapçadan başka bir dille istenirse, vermiyor,” kandırmacasıyla kişilere benimsetilmiştir. Öyle ki, Arapça sözcüklere kimi sayrılıkları iyileştirici bir etki dahi yakıştırılmıştır. Anlamı: ”Ey büyüğü küçülten, küçüğü büyülten Allah’ım! Bu bendekini küçült!” diye verilen Arapça bir yakarı, ‘’sivilce duası” adıyla belletilmekte; etkisinin ise bu sözlerin ancak Arapça söylenmesi durumunda gerçekleşeceği vurgulanmakta!… Kişioğlunun yıldığı sayrılıklarında, gücünün sınırsızlığına güvendiği Tanrı’ya yakarması, ondan yardım beklemesi çok doğaldır. Ancak, Tanrı’ya yalnızca Arapça sözcüklerle seslenirse ondan yardım geleceğine inanması, Türkçe yakarırsa, Tanrı’nın kendisine yardım etmeyeceğini sanması, doğal değildir. Kişioğlunu Tanrı’ya kendi öz diliyle yakarmaktan alıkoyan bu gibi çabalar, Türklerin dillerinde niçin bu denli çok Arapça, Farsça sözcük bulunduğunu bize açıklar. ”Borçtan kurtulma duası”, ”okuyan zengin olur duası”, ”diş ağrısı için dua”, ”karınca, bereket duası” adları verilerek, ancak Arapça söylenmesi koşuluyla işe yarayacağı belletilen bu yakarılar, dindarlara ”Eğer Türkçe söylenirse Tanrı bu yakarıları işleme koymaz; kesin sonuç almak istiyorsanız, bu duaları Arapça yazın, söyleyin,” denilerek öğretilmektedir. Oysa, bir Türk, bu yakarıları Arapçayı gereği gibi seslendirerek yapamaz. Arap dilinde öyle sesler vadır ki, -bunlara boğaz sesleri denir- ancak Arap olanlar söyleyebilirler. İçinde böylesi Türk gırtlağına yabancı sesler olan Arapça sözcükleri bir Türk söylemeye kalkıştığında, o sesi çıkartamayacağı için, onu andıran başka bir ses çıkarır. Bu durumda, Arapça sözcüğün anlamı da değişir. Tıpkı ‘’sevmek”, ‘’sövmek” sözcüklerinde olduğu gibi, Arapçada da küçük bir ses değişimianlamı tersine dönüştürebilmektedir; çünkü bütün dillerde olduğu gibi, Arapçada da böylesi yakın sesli, ters anlamlı sözcükler vardır. Bir Arap, Türkçe konuşurken nasıl ‘’sev” diyeceği terde ‘’söv” diyebilirse; bunun gibi, bir Türk de Tanrı’ya Arapça sesleneyim derken ”fağfir lena” (bizi yarlıga, koru) diyeceği yerde, ”fakfir lena” (Bizimle ilişkini kes, bizi boşver) diyebilir. Çünkü, Arapçada bulunan ”ğ” sesi, çok özel bir sestir. Türk dilinde bu ses yoktur. Bir Türk, özel eğitim almadıkça, bu iki sözcüğün söylenişini birbirina karıştıracaktır.

Görüleceği üzere, Türk’ün Tanrı’ya kendi diliyle değil de, seslendirmeyi beceremeyeği Arapça sözcüklerle yakarması, her açıdan yanlıştır. Ancak Arapçayı tüm vurgularıyla konuşabilenlerin becerebileceği bir edimi, Türklerin tümüne buyurmanın dayanağı yoktur.

Türkçe sözcüklerin Tanrı’yı ululamakta yetersiz olduğu savı da çürüktür. ”Allahu ekber” deyiminde geçen ”ekber” sözcüğü, Arapçada yalnızca kutsal bir büyüklüğü göstermekte kullanılan dine özgü bir deyim değildir. Araplar ”ekber” sözcüğünü gündelik toplama çıkartma işlemlerinde, söz gelimi 4 sayısının 3 sayısından büyük olduğunu belirtmek için de kullanmaktadırlar. Arapça ”Allahu ekber”in Türkçe karşılığı ”Ulu Tanrı”dır; burada Arapça ”ekber”in Türkçesi olarak kullanılan ”ulu” sözcüğü, Türkçede sayısal bir büyüklüğü nitelemek için kullanılmaz; Türkçede 4 sayısı 3 sayısında ”ulu”dur denmez; çünkü ”ulu” sözcüğü sayısal değil tinsel, kutsal bir büyüklüğü anlatır. Araplar için, br yandan 4 sayısı 3 sayısından ”ekber”dir; öte yandan ”Allah ekber”dir. Arapçadaki ”ekber” sözcüğünün, o dilde yalnızca Yaradan’ın büyüklüğünü dile getiren kutsal alana özgü bir sözcük olmadığı bilinip dururken; bu sözcük Türklere, sanki Arapçada yalnızca Yaradan’ın büyüklüğünü dile getirmekte kullanılırmış gibi yutturulmuştur. Arap dili üzerinde uzmanca bilgisi bulunmayan iyi niyetli Müslüman Türkler de, bu gibi yanıltmacalara kanmıştır. Duyuru (ezan) Türkçe kunduğu yıllarda; çoğu dinbilgiçleri bu girişime ”Allah ekberdir, siz nasıl Arapça ‘ekber’ yerine Türkçe ‘ulu’ diyebilirsiniz? ‘Ulu’ sözcüğü küçültücüdür,” diye karşı koymuşlardır. Oysa, Türkçe ”ulu” sözcüğü, Arapça ”ekber” sözcüğünden küçültücü değil; tersine, daha yücelticidir.

İşte böyle böyle, Türk diline Arapça sözcükler doldurulmuştur. Bu arapça sözcükler, Arap dilinde taşıdıkları anlamlar bozularak dilimize sokulmuştur. Türk diline sokulan o Arapça sözcüklere de, kullanımdan düşürülüp unutturulan o Türkçe sözcüklere de, yazık edilmiştir.

Türk analarının çocuklarıyla ilişkilerine dek sızan Arapça, Farsça sözcükler, durup dururken dilimize girmiş değildir. Bundan 900 yıl önce, kimi Arap, kimi Türk kandırıcı kişiler, Tanrı ile Türklerin arasına dilden bir engel koydular. Türklerin Tanrı’ya Türkçe seslenmesinin Tanrı’yı kızdıracağını söyleyerek, Türkleri bu yalana inandırdılar. Türkler, Tanrı’nın yalnızca Arapça seslenişlere ilgi göstediğine, kandırıldılar. Tanrı’nın yalnızca Arapça dilekleri, Arapça yakaroları işleme koyduğunu söyleyen bu tilkilere inanan Türkler, bin yılı aşkın bir süredir ağızlarını Arapça sözcüklerle açtıklarında kullanımdan düşürdükleri Türkçe sözcükleri peynir gibi yitiren kargalar konumuna düşmüş; dilleri bozulmuş, imgelenmeleri bulanmış, anlama anlatma yetileri devingenliğini, diriliğini, türetgenliğini tüketmiş durumdadırlar.

O tilkilerin torunları, şimdi de iş başında.

O kargaların torunları şimdi de kandırılmakta…

Dilimizdeki Arapça, Farsça sözcüklerin büyük bir çoğunluğu, işte bu delikten dilimize girmiş bulunuyor.

http://www.turkceibadet.net/?page_id=270

posted in DİL VE TARİH | 0 Comments

2nd Şubat 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

TÜRK İMPARATORLUKLARI TARİHİ (M.Ö. 220 – M.S. 1922)

 

A. Devlet Adlarına Göre:

I. Büyük Hun İmparatorluğu (M. Ö. 220 M.S. 216)        

1)      Teoman dönemi                                 (M.Ö. 220-209)

2)      Mete (Oğuzhan) dönemi                      (M. Ö. 209-174)

3)      Lao Şang (Kiyo) dönemi                      (M. Ö. 174-160)

4)      Çünçen (Kün) dönemi                         (M. Ö. 160-126)

5)      İçihise (İtisie) dönemi                        (M. Ö. 126-114)

6)      Üvey (Wuwei) dönemi                         (M. Ö. 114-105)

7)      Uşilu (Osuli) dönemi                           (M. Ö. 105-102)

8)      Güylihu (Hulihu) dönemi                      (M. Ö. 102-101)

9)      Chiettehu (Hiytehu) dönemi                 (M. Ö. 101-96)

10) Hulugu (Hou-Loku) dönemi                  (M. Ö. 96-85)

11) Huyenti (Huandi) dönemi                    (M. Ö. 85-68)

12) Huyluy (Hsülukuan) dönemi                 (M. Ö. 68-60)

13) Wugen çute (Uyenguydi) dönemi          (M. Ö. 60-58)

14) Huhansie (Huhanyeh) ve Cici Han dönemi (58-31)

15) Fuçuleo Joti dönemi                            (M. Ö. 31-20)

16) Seuse Joti dönemi                              (M. Ö. 20-12)

17) Çeya Joti dönemi                               (M. Ö. 12-8)

18) Üçjolu Joti dönemi                             (M. Ö. 8 – M. S. 13)

19) Wuliu (Uluy) Joti dönemi                     (13-18)

20) Şikao (Yü) Joti dönemi                        (18-46)

21) VVutahito dönemi                              (46-46)

22) Punu (Pou-Nou) dönemi                      (46-83)

23) Punu’nun üç oğlu dönemi                     (83-93)

24) Güney Hunları                                    (48-93)

25) Karanlık dönem                                  (93-105)

26) Yeniden güçlenme dönemi                   (105-135)

27) Hunların dağılışı                                 (135-216)

28) Hun medeniyeti

 

II. Avrupa Hun İmparatorluğu (374-469)

1.    Yayılma dönemi (374-415)

2.    Muncuk ve kardeşleri dönemi …….      (415-434)

3.    Bleda ve Attila dönemi…………….     (434-445)

4.    Attila dönemi ……………………….      (445-453)

5.    Dağılma dönemi ……………………..    (453-469)

6.    Avrupa Hunları medeniyeti

 

III. Akhun İmparatorluğu (420-562)

1.          Ahşunvar dönemi …………………..      (420-470)

2.    Toraman dönemi ……………………      (470-502)

3.          Mihirakula dönemi ……………………    (502-530)

4.    Yıkılış dönemi ……………………….      (530-562)

5.    Akhun medeniyeti

 

IV. Göktürk İmparatorluğu (552-745)

1.          Bumin Kağan dönemi ……………….      (552-553)

2.          İstemi Kağan dönemi ……………….      (553-576)

3.          Tapar (Tapo) Kağan dönemi ……….      (576-581)

4.    İşbara Kağan dönemi ……………….      (581-587)

5.          Duraklama dönemi ……………………    (587-603)

6.    Çine bağlılık dönemi ………………….    (603-647)

7.    Doğu Kağanlığının olmadığı dönemi .    (647-682)

8.    İlteriş Kutluk Kağan dönemi ………..    (682-693)

9.          Kapağan Kağan dönemi ……………..    (693-716)

10.    Bilge Kağan dönemi …………….         (716-734)

11.    Yıkılış dönemi ……………………         (734-745)

12.    Göktürk Medeniyeti

 

V. Avrupa Avar İmparatorluğu (565-803)

1.          Kuruluş dönemi …………………….       (558-565)

2.          Bayan Kağan dönemi ………………       (565-602)

3.    Duraklama dönemi ……………………… (602-791)

4.    Dağılma dönemi …………………………. (791-803)

5.    Avar Medeniyeti……………………..      

 

VI. Hazar İmparatorluğu (468-965)

1.          Kuruluş dönemi ……………………..       (468-620)

2.          İmparatorluk dönemi ………………       (620-931)

3.          Dağılma dönemi …………………….       (931-965)

4.          Hazar Medeniyeti……………………      

 

VII. Uygur İmparatorluğu (745-940)

1.   Kutluğ Bilge Kül Kağan dönemi …………….         (745-746)

2.   İl Etmiş Bilge Bayan Çur Kağan dönemi               (746-759)

3.   Bögü Kağan ve sonrası dönemi ……….               (759-840)

4.   Zayıflama dönemi ……………………….               (840-940)

5. Krallık dönemi ……………………………               (940-1212)

6. Uygur Medeniyeti………………………………

 

VIII. Karahanhlar İmparatorluğu (840-1040)

1.    Kuruluş dönemi ………………………  _       (840-940)

2. İmparatorluk dönemi ……………………       (940-1040)

3. Doğu Karahanlılar devleti …………………… (1040-1210)

4. Batı Karahanlılar devleti ……………………. (1042-1212)

5. Karahanlılar Medeniyeti………………………

 

IX. Gazneliler İmparatorluğu (962-1187)

1.          Kuruluş dönemi …………………………. (962-998)

2.          Gazneli Mahmud dönemi ………………. (998-1030)

3.          Gazneli Mahmud sonrası dönem ……… (1030-1072)

4.    Selçuklu Egemenliği Dönemi …….. ….. (1072-1157)

5.          Yıkılma dönemi ………………………….. (1157-1187)

6.          Gazneliler Medeniyeti………………      

 

X. A. Büyük Selçuklu İmparatorluğu (1040-1157)

1. Oğuzlar ve Selçuklular

2. Dukak Bey dönemi …………………………… (920 ye kadar)

3. Selçuk Bey ve oğullan dönemi …………….. (920-1009)

4. Tuğrul ve Çağrı Beyler dönemi …………….. (1009-1040)

3. Tuğrul Bey’in İmparatorluğu dönemi ….      (1040-1063)

4. Alparslan dönemi ………………………..      (1063-1072)

5. I. Melikşah dönemi ………………………      (1072-1092)

6. Mahmud dönemi ……………………………… (1092-1094)

7. Rükneddin Berkiyaruk dönemi ………….      (1094-1104)

10.II. Melikşah dönemi …………………….      (1104-1105)

11.Mehmed Tapar dönemi …………………….. (1105-1117)

12.Sencer dönemi ve Selçukluların sonu      (1117-1157)

13.Büyük Selçuklular Medeniyeti……………….

 

B. Kirman Selçukluları (1041-1187)

1.   Kavurd dönemi …………………………..      (1041-1073)

2. Kavurd’un 3 oğlu dönemi ………………….. (1073-1097)

3. Parlak dönem ………………………………… (1097-1169)

4. Zayıflama dönemi ……………………….      (1169-1187)

 

C.                                                              Anadolu Selçukluları (1077-1308)

1.   Gazi Süleyman Şah dönemi ……………….. (1077-1086)

2. Fetret devri ……………………………….     (1086-1092)

3. I. İzzettin Kılıçaslan dönemi ……………… (1092-1107)

4. Kudbeddin Melikşah dönemi ……………     (1107-1116)

5. I. Rükneddin Mesud dönemi ………………. (1116-1156)

6. II. İzzettin Kılıçaslan dönemi …………….. (1156-1192)

7. I. Gıyaseddin Keyhüsrev dönemi               (1192-1196 ,1205-1211)

8. II. Rükneddin Süleyman dönemi …………. (1196-1204)

9. III. İzzettin Kılıçaslan dönemi ………..     (1204-1205)

10.I. İzzettin Keykâvus dönemi …………..     (1211-1220)

11.I. Alâaddin Keykübat dönemi …………….. (1220-1236)

12.II. Gıyaseddin Keyhüsrev dönemi …….     (1236-1246)

13.II. Alâaddin Keykübat dönemi …………     (1246-1246)

14.II. İzzettin Keykâvus dönemi ……………. (1246-1255 ,1257-1261)

15.IV. Rükneddin Kılıçaslan dönemi              (1256-1257 ,1261-1266)

16.III. Gıyaseddin Keyhüsrev dönemi ……     (1266-1283)

17.II. Gıyaseddin Mesud dönemi …………    (1283-1298 ,1302-1308)

18.III. Alâaddin Keykübat dönemi ……….    (1298-1302)      

19.Anadolu Selçukluları Medeniyeti………….

 

D. Suriye Selçukluları (1078-1117)

1.   Tutuş dönemi ………………………………….         (1078-1095)

2. Rıdvan – Dakak kardeşler dönemi ………….         (1095-1113)

3. Alparslan – Sultanşah kardeşler dönemi               (1113-1117)

 

E. Irak Selçukluları (1117-1194)

1.   Mahmud dönemi ……………………………… (1117-1131)

2. Davud ve amcaları dönemi ……………..       (1131-1151)

3.   Mahmud’un diğer oğullan dönemi …………. (1151-1159)

4. Atabeylerin egemenliği dönemi ……………. (1159-1194)

 

XI. Harezmşahlar İmparatorluğu (1157-1231)

1. Harezm genel valiliği dönemi ………………. (1097-1157)

2. İl Arslan dönemi ……………………………… (1157-1172)

3. Sultan Şah dönemi …………………………… (1172-1172)

4. Alâaddin Tekiş dönemi ……………………… (1172-1200)

5. Alâaddin Muhammed dönemi ………………. (1200-1220)

6. Celâleddin Harzemşah dönemi …………….. (1220-1231)

7. Harzemşahlar Medeniyeti

 

XII. Eyyûbîler İmparatorluğu (1174-1250)

1.             Selâhaddin Eyyûbî dönemi ………………. (1174-1193)

2.             Aziz ile oğlu Mansur dönemi ……………. (1193-1200)

3.             I. Adil dönemi …………………………….. (1200-1218)

4.             Kâmil dönemi ……………………………… (1218-1238)

5.             II. Adil ve Salih kardeşler dönemi ……… (1238-1249)

6.             Turanşah dönemi …………………………. (1249-1250)

7.             Eyyûbî Krallıkları ………………………….. (1173-1524)

8.             Eyyûbîler Medeniyeti………………………

 

XIII. Altınordu İmparatorluğu (1236-1502)

1. Batuhan ve çocukları dönemi ………………. (1236-1257)

2.                 Berke Han ve sonrası dönem …………. (1257-1312)

3.                 Özbek Han ve Cuci Soyunun sonu ……. (1312-1360)

4.                 Fetret devri ………………………………. (1360-1380)

5.                 Düzeltme teşebbüsü dönemi …………. (1380-1445)

6.                 Mücadele ve Yıkılış dönemi…………….. (1445-1502)

7.                 Altınordulular Medeniyeti……………….

 

XIV. Memlûklar İmparatorluğu (1250-1517)

A. Türk (Bahrî) Memlûkları (1250-1382)

1.   Aybeg ve oğlu dönemi ………………….       (1250-1259)

2.   Seyfüddin Kutuz dönemi ……………………. (1259-1260)

3. I. Baybars ve oğlu dönemi ……………..       (1260-1279)

4. Kalavun ve sonrası dönem ……………..       (1279-1341)

5. Yıkılış dönemi ………………………………… (1341-1382)

 

B. Çerkez (Burcî) Memlûkları (1382-1517)

1.   Berkuk ve sonrası dönem ………………      (1382-1422)

2.   Barsbay ve sonrası dönem …………………. (1422-1468)

3. Kayıtbay ve sonrası dönem …………….      (1468-1501)

4. II. Kansuk Gavrî dönemi ……………………. (1501-1516)

5. II. Tumanbay dönemi ……………………      (1516-1517)

6. Memlûklar Medeniyeti………………………..

 

XV. Timur İmparatorluğu (1368-1507)

1.   Timur dönemi …………………………….      (1368-1405)

2. Maveraünnehir (Semerkand) kolu ………… (1405-1501)

3. Horasan (Herat) kolu ……………………….. (1405-1507)

4. Timur İmparatorluğu Medeniyeti…………..

 

XVI. Bâbür İmparatorluğu (1526-1857)

1.   Bâbürşah dönemi ………………………….     (1526-1530)

2. Hümayun Şah dönemi ……………………….. (1530-1556)

3. I. Celâleddin Ekber Şah dönemi ……………. (1556-1605)

4. I. Cihangir Şah dönemi ……………………… (1605-1627)

5.   I. Şahcihan dönemi ……………………….     (1627-1658)

6. I. Alemgir Evrengzib dönemi …………….     (1658-1707)

7. I. Bahadır Şah dönemi ………………………. (1707-1712)

8.   Cihandar Şah dönemi ……………………..     (1712-1713)

9. Ferruh Siyer Şah ve yeğenleri dönemi …….. (1713-1719)

10.Muhammed Şah dönemi ………………….    (1719-1748)

11.  II. Cihangir Ahmed Şah dönemi …………… (1748-1754)

12.II. Alemgir Şah dönemi …………………..    (1754-1759)

13.  II. Şahâlem dönemi …………………………. (1759-1806)

14.  11. Ekberşah dönemi ……………………….. (1806-1837)

15.  II. Bahadır Şah donemi ………………..       (1837-1857)

16.  Babür İmparatorluğu Medeniyeti………     

 

XVII. Osmanlı İmparatorluğu (1299-1922)

1.   Osman Gazi dönemi …………………….      (1299-1324)

2.   Orhan Gazi dönemi ……………………..      (1324-1362)

3.   1. Murad Hüdavendigar dönemi …………… (1362-1389)

4. a. I. Bayezıd (Yıldırım) dönemi ………..      (1389-1402)

b. Fetret devri ……………………………      (1402-1413)

5. I. Mehmed Çelebi dönemi ………………      (1413-1421)

6. II. Murad dönemi ……………………………. (1421-1451)

7. II. Mehmed (Fatih) dönemi ………………… (1451-1481)

8.   II. Bayezıd (Velil) dönemi …………………. (1481-1512)

9.   1. Selim (Yavuz) dönemi ……………….      (1512-1520)

10.1. Süleyman (Kanunî) dönemi …………      (1520-1566)

11.II. Selim (Sarı) dönemi …………………      (1566-1574)

12.III. Murad dönemi ………………………….. (1574-1595)

13.  III. Mehmed dönemi ……………………….. (1595-1603)

14.  I. Ahmed dönemi ……………………………. (1603-1617)

15.I. Mustafa dönemi ……………………….      (1617-1618 , 1622-1623)

16.II. Osman (Genç) dönemi …………………. (1618-1622)

17.IV. Murad dönemi …………………………… (1623-1640)

18.İbrahim dönemi ……………………………… (1640-1648)

19.IV. Avcı Mehmed dönemi ………………….. (1648-1687)

20.II. Süleyman dönemi ……………………     (1687-1691)

21.II. Ahmed dönemi ……………………….     (1691-1695)

22.II. Mustafa dönemi …………………………. (1695-1703)

23.III. Ahmed dönemi …………………………. (1703-1730)

24.I. Mahmud dönemi ………………………      (1730-1754)

25.III. Osman dönemi ………………………      (1754-1757)

26.III. Mustafa (Cihangir) dönemi ………..      (1757-1774)

27.I. Abdülhamid dönemi ………………….      (1774-1789)

28.III. Selim dönemi ………………………..      (1789-1807)

29.IV. Mustafa dönemi ……………………..      (1807-1808)

30.II. Mahmud dönemi ……………………..      (1808-1839)

31.Abdülmecid dönemi ……………………..      (1839-1861)

32.Abdülaziz dönemi ……………………….      (1861-1876)

33.V. Murad dönemi …………………………      (1876-1876)

34.II. Abdülhamid dönemi …………………      (1876-1909)

35.V. Mehmed Reşad dönemi …………………. (1909-1918)

36.VI. Mehmed Vahdettin dönemi ………..      (1918-1922)

37.Osmanlı İmparatorluğu Medeniyeti

 

Hülefa-i Raşidin (632-661):

  1. Hz. Ebubekir                      632-634
  2. Hz. Ömer                          634-644
  3. Hz. Osman                        644-656
  4. Hz. Ali                              656-661

 

b.                Emevî Halifeleri (661-750):

5.         I. Muâviye                       661-680

6.         I. Yezid                          680-683

7.         II. Muâviye                      683-683

8.         I. Mervan                         683-685

9.         Abdülmelik                       685-705

10.    I.Velid                             705-715

11.    Süleyman                        715-717

12.    Ömer                              717-720

13.    II. Yezid                          720-724

14.    Hişam                             724-743

15.    II. Velid                          743-744

16.    III. Yezid                         744-744

17.    İbrahim                           744-744

18.    II. Mervan                        744-750

 

C. Irak Abbasî Halifeleri (750-1258):

19.    Seffah                             750-754

20.    Mansur    .                       754-775

21.    Mehdi                              775-785

22.    Hadi                               785-786

23.    Harun Reşid                     786-809

24.    Emin                               809-813

25.    Memun                            813-833

26.    Mutasım Billah                 833-842

27.    Vasık Billah                      842-847

28.    Mütevekkil Alâllah             847-861

29.    Muntasır Billah                 861-862

30.    Müstain Billah                  862-866

31.    Mutez Billah                     866-869

32.    Mühtedi Billah                  869-870

33.    Mutemid Alâllah                870-892

34.    Mutezid Billah                  892-902

35.    Müktefi Billah                   902 – 908

36.    Muktedir Billah                 908 – 932

37.    Kahir Billah                      932-934

38.    Râzi Billah                       934-940

39.    Müttekî Billah                   940-944

40.    Müstekfî Billah                 944 – 946

41.    Muti Lillah                        946-974

42.    Tâi Lillah                          974-991

43.    Kadir Billah                      991-1031

44.    Kaim Biemrillah                1031 – 1075

45.    Muktedî Biemrillah            1075 – 1094

46.    Mustazhir Billah                1094 -1118

47.    Müsterşid Billah               1118 – 1135

48.    Râşid Billah                     1135 -1136

49.    Muktefî Liemrillah            1136 – 1160

50.    Mustencid Billah              1160 -1170

51.    M. Mustazî Biemrillah        1170 – 1180

52.    Nasır Lidinillah                 1180 -1225

53.    Zahir Biemrillah                1225 -1226

54.    Mustansır Billah                1226 -1242

55.    Mustasım Billah                1242 -1258

 

Mısır Abbasî Halifeleri (1261-1517):

56.    II. Muntansır Billah           1261 – 1261

57.    I. Hâkim Biemrillah           1261 – 1302

58.    I. Müstekfî Billah             1302 -1340

59.    I. Vâsık Billah                  1340 -1340

60.    II. Hâkim Biemrillah          1340 -1352

61.    I. Mutazıd Billah               1352 -1362

62.    1. Mütevekkil Alâllah         1362 -1377 1377 -1383 1389 -1406

63.    Mutasım Billah                 1377 -1377 1386 – ‘1389

64.    II. Vâsık Billah                 1383 – 1386

65.    Müstain Billah                  1406 -1414

66.    II. Mutazıd Billah             1414 -1441

67.    II. Müstekfî Billah            1441-1451

68.    Kaaitn Biemrillah             1451 -1455

69.    Müstencid Billah               1455 -1479

70.    II. Mütevekkil Alâllah        1479-1497

71.    Müstemsık Billah              1497 -1509

72.    III. Mütevekkil Alâllah       1509 -1517

 

Osmanlı Halifeleri (1517-1924):

73.    I. Selim (Yavuz)               1517-1520

74.    I. Süleyman (Kanunî)         1520 -1566

75.    II. Selim (Sarı)                 1566-1574

76.    III. Murad                       1574-1595

77.    III. Mehmed                     15951-603

78.    Ahmed                            1603 -1617

79.    I. Mustafa (Deli)               1617-1618, 1622-1623

80.    II. Osman (Genç)              1618 – 1622

81.    IV. Murad                        1623   -1640

82.    İbrahim (Deli)                  1640   -1648

83.    IV. Mehmed (Avcı)            1648   -1687

84.    II. Süleyman                   1687 – 1691

85.    II. Ahmed                        1691 -1695

86.    II. Mustafa                      1695    -1703

87.    III. Ahmed                       1703 -1730

88.    I. Mahmud                       1730 -1754

89.    III. Osman                       1754 – 1757

90.    III. Mustafa (Cihangir)       1757 – 1774

91.    I. Abdülhamid                   1774 -1789

92.    III. Selim                         1789- 1807

93.    IV. Mustafa                      1807 – 1808

94.    II. Mahmud                      1808 -1839

95.    I.    Abdülmecid                1839 -1861

96.    Abdülaziz                        1861 -1876

97.    V. Murad (Deli)                 1876 -1876

98.    II.   Abdülhamid                1876 -1909

99.    V.   Mehmed Reşad           1909 -1918

100.   VI. Mehmed Vahdettin      1918 -1922

101.   II. Abdülmecid                1922 -1924

47. OSMANLI PADİŞAHLARI SALTANAT ÇİZELGESİ:

1.           Osman                               1299 -1324

2.           Orhan (Gazi)                       1324 -1362

3.           I. Murad (Hüdavendigâr)       1362 -1389

4.           I. Bayezıd (Yıldırım)            1389 – 1402

Fetret Devri                      1402 – 1413

5.           I. Mehmed (Çelebi)              1413 – 1421

6.           II. Murad     ….                    1421- 1444-1451

7.           Mehmed (Fatih)                   1444-1444, 1451-1481

8.           II. Bayezıd (Veli)                 1481-1512

9.           I. Selim (Yavuz)                   1512-1520

10.      I. Süleyman (Kanunî)            1520-1566

11.      II. Selim (Sarı)                    1566-1574

12.      Murad                                 1574-1595

13.      Mehmed                             1595-1603

14.      I. Ahmed                            1603-1617

15.      I. Mustafa (Deli)                  1617-1618, 1622-1623

16.      Osman (Genç)                     1618-1622

17.      Murad                                 1623-1640

18.      İbrahim (Deli)                      1640-1648

19.      IV. Mehmed (Avcı)                1648-1687

20.      II. Süleyman                       1687-1691

21.      II. Ahmed                           1691-1695

22.      II. Mustafa                          1695-1703

23.      III. Ahmed                          1703-1730

24.      I. Mahmud (Kambur)             1730-1754

25.      III. Osman                          1754-1757

26.      III. Mustafa (Cihangir)          1757-1774

27.      I. Abdülhamid                      1774-1789

28.      III. Selim                            1789-1807

29.      IV. Mustafa                         1807-1808

30.      II. Mahmud                         1808-1839

31.      Abdülmecid                         1839-1861

32.      Abdülaziz                            1861-1876

33.      V. Murad (Deli)                    1876-1876

34.      II. Abdülhamid                    1876-1909

35.      V. Mehmed (Reşat)              1909-1918

36.      VI. Mehmed (Vahdettin)        1918-1922

 

 

48. İSTANBUL KUŞATMALARI (M.Ö. 340 – M.S. 1453)

1.                        Makedonya Kralı Filip                           (M.Ö. 340).

2.                        Roma İmparatoru Septim Sever              (M.Ö. 194).

3.                        İran Hükümdarı II. Keyhüsrev                (616).

4.                        İran-A var birleşik kuvvetleri                  (626).

5.                        Emevi Halifesi Muaviye’nin kuvvetleri      (665).

6.                        Emevi Komutanı Ebu Eyyûb’il Ensarî        (667),

7.                        Emevi Komutanı Süfyan İbni Avd            (672).

8.                        Emevi halifesi I. Velid’in kuvvetleri         (712).

9.                        Emevi Halifesi II. Yezid’in kuvvetleri       (722).

 

10.          Abbasi Halifesi Mehdî’nin kuvvetleri         (782).

11.          Abbasi Halifesi Mütevekkil’in kuvvetleri    (884),

12.          Rus kuvvetleri                                      (864).

13.          Abbasi Halifesi Mühtedî’nin kuvvetleri      (869).

14.          Abbasi Halifesi Mutemid’in kuvvetleri       (870).

15.          Rus Çarı VI. Leon’un kuvvetleri               (904).

16.          Rus deniz kuvvetleri                              (936).

17.          Macar kuvvetleri                                   (959).

18.          Lâtinlerin Haçlı ordusu                           (1204).

19.          İznik İmparatoru VI. Mihael                    (1261).

20.          Venedik deniz kuvvetleri                        (1302).

21.          Galata’daki Ceneviz kuvvetleri                (1348).

22.    Osmanlı İmparatoru Yıldırım Bayezıd       (1391).

23.    Osmanlı İmparatoru Yıldırım Bayezıd       (1395).

24.    Osmanlı İmparatoru Yıldırım Bayezıd       (1397).

25.    Osmanlı İmparatoru Yıldırım Bayezıd       (1400).

26.    Osmanlı Şehzadesi Musa Çelebi              (1412).

27.    Osmanlı İmparatoru II. Murad                (1422).

28.    Galata’daki Ceneviz kuvvetleri                (1437).

29.          Osmanlı İmparatoru Fatih Mehmed         (1453).

 

Bu 29 İstanbul kuşatmasından sadece Roma (M.Ö. 194),Haçlı ordusu (1204), İznik imparatorluğu (1261) ve Osmanlılar (1453)ın kuşatmaları başarı ile sonuçlanmıştır. Romalılar ve Haçlılar İstanbul’u yakıp yıktılar. İznik imparatorluğu sadece İstanbul’u Haçlıların elinden almışlardır. Osmanlılar ise buldukları bakımsız İstanbul’u imar etmişlerdir.

 

49. OSMANLI ÜLKELERİ:

Ülke Adı                                  İşgal Yılları              Süre(Yıl)

1.      Arabistan                      1517 -1918                401

2.      Arnavutluk                    1479 -1912                433

3.      Azerbaycan                   1514 -1730                216

4.      Banat .                         1552-1718                 166

5.      Besarabya                     1504-1812                 308

6.      Bosna – Hersek              1463 -1878                415

7.      Bucak                           1477-1812                 335

8.      Boğdan (Moldavya)        1484 – 1829               345

9.      Bulgaristan                   1393 – 1878               485

10. Cezayir                         1534 – 1830               296

11. Çerkezistan                   1722 – 1829               107

12. Dağistan                      1578 – 1724               146

13. Dobruca                        1393 – 1878               485

14. Eflâk                            1462-1878                 416

15. Erdel (Transilvanya)       1541 – 1699               158

16. Fas                              1576-1600                 24

17. Girit                             1669 – 1898               229

18. Gürcistan                      1578 – 1724               146

19. Habeşistan                   1555 -1835                280

20. Hırvatistan                    1528 -1699                171

21. Irak                             1534 – 1920               386

22. Irak-ı Acem                   1631-1724                 93

23. Kabartay                      1541 – 1774               233

24. Karabağ                        1645 – 1724               79

25. Karadağ                        1497-1878                 381

26. Kıbrıs                           1571-1878                 307

27. Kırım                            1475 -1784                309

28. Limni                           1456-1913                 457

29. Lûristan                        1534 – 1730               196

30. Macaristan                    1541-1699                 158

31. Makedonya                   1394 – 1913               519

32. Mısır                            1517 -1882                365

33. Midilli                           1462 -1913                451

34. M. Mora                        1460 -1829                369

35. Nogay                          1541 -1774                233

36. Nubia                           1517 -1885                368

37. Podolya                        1672- 1699                27

38. Rodos                          1522 – 1912               390

39. Romanya                      1538 -1878                340

40. Sakız                           1415-1913                 498

41. Sırbistan                       1459 -1878                419

42. Suriye                          1516 -1920                404

43. Trablusgarp (Libya)        1551 -1912                361

44. Tunus                          1574-1881                 307

45. Ukrayna                                1669-1699         30

46. Yedisan (Özi)                        1499 -1792        293

47. Yemen                         1569 – 1918               349

48. Yunanistan                   1460 – 1913               453

Türk İmparatorlukları Tarihi, M. Orhan BAYRAK, Karınca Yayınları (Tarih yazarı, Harita Mühendisi, Emekli Kıdemli Albay)

 

 

 

 

 

 

posted in DİL VE TARİH | Türk İmparatorlukları ve Emevi-Abbasi Kronolojisi için yorumlar kapalı

2nd Şubat 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ARAPÇA’NIN ÖNEMİ VE TÜRKİYE’DE KARŞILAŞTIĞI SORUNLAR

Arapçanın Önemi

Arapçanın Türkiyede Bir İletişim Aracı Olarak Algılanamamış Olmasının Temel Nedenleri

Türkiyede Arapça Öğreten Kurum Ve Kuruluşlar Ve Bu Merkezlerin Mahiyeti

Arapça Öğretiminde Sistem Sorunları

Arapçanın Önündeki Engeller

1. Mahalli Dillerin Yapılarından Kaynaklanan Engeller.

2. Yaygın Mahalli Dili (yani Türkçeyi) Çok İyi Düzeylerde Bilmemekten Kaynaklanan Engeller.

3. Bilgisizlik Engeli.

4. Çarpık Zihniyetten Ve Bağnazlıktan Doğan Engeller.

5. Meâlcilik Engeli.

6. Irkçılık Engeli.

7. Statüko Engeli.

8. İllegal Baskı Engeli.

Arapçanın Türkiyede Çağrıştırdığı Çelişkiler

Sonuç

 

ARAPÇA’NIN ÖNEMİ VE TÜRKİYE’DE KARŞILAŞTIĞI SORUNLAR

Bu kitabı yazmadan önce aklıma çok ilginç sorular geldi. Bunlara yanıt bulmak zorundaydım. Örneğin:

1. Neden Türkiyede ısrarla Arap alfabesini kullananlar, Arapçaya en yabancı kesimlerdir? Meselâ üfürükçüler, büyücüler ve tarikatçılar hiç Arapça bilmezler. Buna rağmen tarikatçılarda, -Arap harfleriyle yazılmış çok sayıda- Osmanlıca ve Arap dil gramerini konu alan kitaplar bulunur. Tekkelerinde ve evlerinde yığınlarca bu kitaplardan vardır. Fakat çok ilginçtir ki tarikatçılar arasında -şeyhleri de dahil-, Arapça bilen hemen hiç kimse yoktur! Üstelik ırkçı Nakşibendi cemaatleri, Arapçaya karşı derin bir kin de beslemektedirler. Bu gerçeği, 1987 yılında verdiğim bir konferans sırasında çarpıcı bir şekilde tespit ettim.

Evet şu soru, gerçekten uzun zaman beni çok meşgul etmiştir: neden bütün üfürükçüler, muskacılar, büyücüler, medyumlar ve cinciler Arap alfabesini kullanmaktadırlar? Oysa bu adamların hiç biri Arapça bilmemektedir, evet neden?!

2. Türkiyede namaz kılan milyonlarca insan vardır. Bunlar ibadet sırasında, Kurândan parçaları ve birçok duayı Arapça okumaktadırlar. Peki neden bu büyük kitle içinde -hiç değilse- namazda okuduğunun anlamını merak edip öğrenebilmiş olanların oranı, belki % 2yi bile geçmemektedir?3. Avrupa ülkelerine ve Amerikaya giden Türklerin İngilizce, Almanca ve Fransızca gibi Batı dillerini çok kısa süre içinde öğrendikleri bilinmektedir. Bu gerçek, aynı zamanda yapılan araştırmalarla tespit edilmiştir. Buna karşın, örneğin; Libya ve Suudi Arabistanda on yıldan fazla kalmış ve hatta yerli halkla düşüp kalkmış binlerce Türkten şimdiye kadar bir tek kişi bile Arapça öğrenmemiş, ya da öğrenmek istememiştir?! Bu nokta çok ilginç değil mi?

Arap ülkelerinde uzun süre kalmış olup Arapça öğrendiklerini ileri sürenlerin hiç biri aslında bunu kanıtlayamamaktadır. Çünkü bu insanların konuştuğu Arapça, ancak sokakta sıradan insanlarla çok basit konularda haberleşebilmek için kullanılan sınırlı ve «ammîce» tabir edilen bir konuşma tarzıdır. Nitekim bu insanlar, TV. Ve radyolardan verilen haberleri bile anlayamazlar; Arapça bir gazetenin köşe yazıları şöyle dursun, en basit haberleri bile okuyamazlar. Başkası tarafından okunsa da ancak çok azını belki anlayabilirler.

4. Türkiyede gerek yasal, gerekse yasak yollarla yüz binlerce insan sırf Arapça gramer kurallarını ezberlemeye çalışmaktadır. Buna da «Arabiyât» adını takmışlar. Bu insanlara, neden böyle yaptıkları ve niçin gramer kuralları yerine Arapça öğrenmek istemedikleri sorulduğunda bunlardan (çok azı hariç), kimse bu soruya yanıt vermemekte, ya da vermek istememektedir; bazen de şiddetli tepki göstermektedirler! Bu insanlar acaba neyi amaçlamaktadırlar?

5. Her yıl Türkiyeden hacca giden yüz binden fazla insan arasında, Diyanet İşleri Başkanı, müftüler ve ilâhiyât profesörleri bile neden aydın bir Arapla hiç konuşmak istememektedirler, ya da konuşamamaktadırlar? Oysa küreselleşmeden emperyalizme, İslâm Dinarından ortak kalkınma projelerine, kurban etleri meselesinden İslâma mensup milletler arası yardımlaşmaya, temizlikten yozlaşmaya kadar konuşulacak ve dertleşilecek nice önemli konular vardır. Neden Türk din adamları bu konularda kendilerine yöneltilen soruları istisnasız tercüman aracılığıyla açıklamaya çalışmaktadırlar.?

6. Bazı vakıfların daveti üzerine hemen her yıl İmamlara Arapça öğretmek üzere «Suudi Arabistan»dan gelen bir bilim heyeti bu amacında neden hiç başarı gösterememektedir?

Bu soruları çoğaltmak mümkündür. İşte bu sorular beni çok düşündürdü. Çünkü ben de Arapça ders verdim ve Öğrencilerim bir buçuk yıl sonra bir ilke imza attılar. Türkiyede şimdiye kadar hiç kimsenin başaramadığı dört şeyi başardılar. Evet, İsteklerini Arapça yazılı ve sözlü anlatmayı, Arapça konuşulanı anlamayı, Arap medyasını ve yayınlarını anlayarak izlemeyi başardılar.

Bunun üzerine ben yukarıdaki sorulara yanıt bulabilmek için bir araştırma yaptım. Çabalarımın ürünü olarak işte şu elinizdeki kitapçık oluştu. Şimdi onu sizinle paylaşmak istiyorum. Bu çalışmanın satırları arasında, sanırım ilginç karşılayacağınız şeyler bulacak ve çok şaşıracak, hatta bazen üzüleceksiniz.

Bu kitapta, önce Arapçanın kısaca öneminden söz ettim. Sonra;

1. Arapçanın Türkiyede şimdiye dek bir İletişim aracı olarak algılanamamış olmasının temel nedenleri hakkında,

2. Arapça ile ilgilenen kurum ve kuruluşlar hakkında,

3. Arapça öğretiminde izlenen yollar hakkında ve

4. Arapçanın önündeki engeller hakkında bilgiler sundum. Özellikle bu son madde üzerinde biraz fazla durdum.

İnsanlar, bu gerçekleri, nasıl olsa şu veya bu şekilde bir gün öğreneceklerdir. Onun için bunların bir süre daha gizli kalmasına gönlüm yatmadı. Çünkü Arapça, vahyin dili olmanın yanında benim de aynı zamanda -Türkçe ile birlikte- hem eğitim, hem de aile dilimdir. Ayrıca bu dili öğrenmek isteyenlere yıllarca ders verdim. O sırada Türkiyede Arapçaya ilişkin birçok sorunları ve çelişkileri saptama olanağını da buldum. Bunların belki birçoğu bilgisizliğin ve bilinçsizliğin sonuçlarıdır. Onun için bunlardan dolayı kimseyi suçlamak gerekmez. Fakat bu sorunların temelinde devleti kötüye kullanan, yaptırım gücüne sahip bazı şahıs, örgüt ve kurumların sinsi ve ideolojik tutum ve icraatını saptadım. Özellikle faşist çevrelerin Arapçaya karşı sert tutumlarına hedef bile oldum. Nitekim yakın geçmişte Arapça konusunda seminerler verdiğim bir vakıfta sırf bu sebeple salona kamera yerleştirilmesi ve çok geçmeden seminerlerimize son verilmesi zihnimdeki kuşkuları artırdı. Özellikle de çalışmalarımın dinleyiciler üzerinde Arapçaya karşı eğilim yarattığı yolunda (üstelik bir İlâhiyât profesörü olan) vakıf yöneticisinin, açıkça sezdiğim olumsuz kanaati üzerine bu kitabı kaleme alma azmim daha da arttı. Türkiyede temel hak ve özgürlükleri baskı altına alan bu yaygın tutum üzerinde önemle durmam gerektiğine inandım. Bu tutumun aynı zamanda Anayasaya aykırı olduğunu da saptadım. İlerleyen sayfalarda bu noktaları çok çarpıcı biçimde açıklayarak deşifre ettim.

Arapçanın önüne -daha çok Kurânın dili olduğu ilgisiyle- çeşitli engeller koyan şahıs, kurum ve çevreler ağır bir insanlık suçu işledikleri için bu kitap, aynı zamanda TC. sınırları içinde bir «suç duyurusu» hükmünü taşımakta ve bütün savcılara bu suçu haber vermektedir!

Bilimsel sistemle Arapça öğrenmek isteyen vatandaşları doğrudan veya dolaylı şekilde engelleyen tüm yasa, yönetmelik, talimat ve benzeri bürokratik uygulamalar, aynı zamanda Anayasaya açıkça aykırı oldukları için -daha yayınlanmadan önce- bu kitaptan, başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere, İnsan Hakları Derneğine, Mazlum Dere, Dünya İnsan Hakları Mahkemesine, Avrupa Konseyi Başkanlığına, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine, İslâm Konferansı Genel Sekreterliğine ve Arap Birliği Teşkilâtı Genel Sekreterliğine birer nüsha gönderdim.

Bu çalışmayı esasen ilme hizmet amacıyla yaptım. Çünkü şunu söylemeliyim ki, yaşamım boyunca hep bilgisizlikle savaştım. Bu yüzden çok büyük sıkıntılar da yaşadım. Ama ben bilgisizliği hiç af edemedim. Onunla hiç barışmak istemedim ve barışmayacağım. Elimden geldiği kadar insanları kısa yoldan ve gerçekçi bir anlayışla aydınlatmaya çalışarak yoluma devam ettim, bundan sonra da devam edeceğim. Bu ilgiyle, çok iyi biliyorum ki bu kez, başta ırkçılar olmak üzere, (özellikle konu Arapça olduğu için!), bazı çevreler, tekerlerine çomak sokmakla beni yine hedef alacaklardır! Ama oyunun galibi yine ben olacağım. Buna kesinlikle inanıyorum. Çünkü ben -her defasında olduğu gibi- bu kez de yine insanlardan gizlenen gerçekleri ortaya çıkardım. Bunu başardım. Üstelik konuyu dünyanın gündemine taşıdım. Ve çünkü toplumu aydınlatıyorum….

Sevgili okurlarım,

Kitaplarımı, Türkiyede hiçbir yayınevi yayınlamak istemediği için bu çalışmamın kitaplaşması da tamamen kişisel çabalarımla gerçekleşmiştir. Onun için kitapta gözünüze çarpabilecek kusurları hoş görmenizi diliyorum.

Ayrıca Hz. Muhammedin bile adının «Mehmet» olarak çarpıtıldığı bir ülkede benim adım hemen hiç kimse tarafından doğru telâffuz edilemediği için zorunlu olarak hep «Ferit» adını kullandım. Kitabı okurken bu önemli noktanın da ayrıca sizi derinden düşündüreceğini sanıyorum.

Şimdi de sizi, yukarıdaki soruların yanıtlarıyla baş başa bırakıyor, saygılar sunuyorum.

Feriduddin AYDIN (Ferit AYDIN)

http://kitap.ihya.org/arapcaninonemi.php?t2=oku&t4=&an=4&sn=198#ihya-198

 

 

Arapçanın Önemi

Çok eski belgelerden biri olan ve insanlık tarihine ışık tutan Tevratda Araplardan birçok yerde söz edilmektedir. Örneğin, Arap Kralı Cevşemin adı, Yeremya Kitabında, 2. Bâbın 19. âyetinde ve 6. Bâbın birinci âyetinde geçmektedir. Yine Yeremya Kitabının 4. Bâbının 7. âyetinde Araplardan bahsedilmektedir. Keza, Yeremya Kitabının 25. Bâbının 20. ve 24. âyetlerinde; Hezekiel Kitabının da 27. Bâbının 21. ve 22 âyetlerinde «Arap» sözcüğü kullanılmaktadır.

Arapların çok eskiden beri, devlet ve millet olarak tarih sahnesinde varlık gösterdiklerini haber veren Tevrat gibi dört bin yıllık geçmişi olan güçlü bir belgeden yola çıkılacak olursa Arapçanın ne kadar eski bir dil olduğunu tahmin etmek mümkündür. Özellikle günümüzde Arapça konuşanların, Tevratın dili olan İbrancayı konuşanlardan, neredeyse yüz elli kat daha fazla olduklarına bakılırsa bu dilin ne kadar yaygınlaştığı ve ne kadar canlı kaldığı da rahatça anlaşılacaktır.

Kaynaklarda, başta Yemen olmak üzere, Arap Yarımadasının çeşitli bölgelerinde tarih boyunca irili ufaklı birçok devletler kuran Araplar, dillerini sürekli olarak geliştirmiş ve onu özellikle edebi anlatımda başarıyla kullanmışlardır.

Arapça, Sâmi dillerinden olan Nabatçanın devamı ve gelişmiş şeklidir. Nabatlılar, Milâttan önce, Arap Yarımadasının ortalarından Suriyenin güneyine kadar yayılarak bu geniş topraklara egemen olmuşlardı. Sebe Suleym, Himyer, Tayma, Semûd, Ad ve Lahyânîlerle ırk olarak akrabadırlar. Bütün bu topluluklar, bugünkü Arapların atalarıdır. Bunların, Ârâmcaya benzeyen ve farklı lehçeleri olan ortak bir dil konuştukları sanılmaktadır. İşte Arapça, zaman içinde bu lehçelerden, özellikle Kureyş dili olarak biçimlenmiştir ve ilâhî irade ile vahyin dili olarak seçilmiştir.

Hemen her münasebette tekrar ettiğimiz üzere, yine ifade etmek gerekir ki Arapça çok önemli bir dildir. Özellikle İslâma mensup milletler için çok önemlidir. Bunu kanıtlayan iki güçlü delil vardır; birincisi, büyük bir mucize olan Kurânın bu dille inmiş olmasıdır, ikincisi de bu dilin düşmanlarının çok olmasıdır! Daha sonra bilhassa bu nokta üzerinde bir nebze durulacaktır.

Arapçanın başlı başına bir mucize olduğunu söylemek mübalağa sayılmamalıdır. Kurân-ı Kerimin insan duyularına yansımasında görev yapan tek araç olarak Arapça gerçekten bir mucizedir. Bunu, Arap olmayan yabancılar arasında özellikle oryantalistler algılayabilmişlerdir. Batılı oryantalistler, Arapçaya karşı duydukları hayranlık ve merakı başka hiçbir dile ve kültüre karşı duymamışlardır. Hatta denebilir ki onlar, başlangıçta İslâmı çok merak etmiş olsalar bile, hedefleri doğrultusunda yola çıktıktan sonra İslâm ve Arapça arasında zaman zaman bir gelgit yaşamış, ama yolculuklarının ileri bir durağında İslâmdan çok Arapça üzerinde yoğunlaşmışlardır. Öyle ise tereddüt etmeden diyebiliriz ki oryantalizmin ana hedefini İslâm teşkil etmiş olsa bile Arapça, oryantalistlerin bilinci altına çok daha güçlü bir kavram olarak yerleşmiştir, onları İslâmdan daha çok meşgul etmiştir! Bunu kanıtlayan güçlü deliller vardır. Bunlardan iki tanesi önemlidir. Birincisi oryantalistlerin, kendi dillerinin yanı sıra Arapça olarak da bol miktarda eser bırakmış olmalarıdır; ikincisi ise «müslüman» topluluklar arasında en çok Araplarla diyalog kurmuş olmalarıdır.

Aslında Arapçanın çarpıcılığını ortaya koyan yönü, onun Kurân-ı Kerimi kucaklayabilmiş olmasıdır. Bu konudaki yeterlilik sadece ve sadece Arapçaya özgüdür. Onun içindir ki Kurân-ı Kerim, Fransızca hariç, hemen hemen hiçbir dile ileri derecede çevrilememektedir. Dolayısıyladır ki İslâma yeni girmiş aydın bir Fransız, -doğuştan müslüman ve aydın bir Türkten, bir İranlıdan, ya da bir Malezyalıdan- ayetleri çok daha geniş boyutlarda kavrayabilmektedir.

Bilindiği üzere, Arap dil grameri daha kitabî hale gelmeden, Kurân-ı Kerim, bu dilin yüzlerce kuralına uygun olarak inmiştir. Örneğin; Kurân-ı Kerimde geçen bütün fâiller, mübtedâlar ve haberler merfudur; bütün mefuller; (İnne, enne, keenne, lâkinne, leyte ve lealle) gibi nasb edatlarından sonra gelen bütün isimler; (en, len, key ve izen) gibi edatlardan sonra gelen bütün muzâri fiiller, hal ve temyiz gibi kayıtlar mansupturlar; bütün muzafun ileyh ve cer harflerinden sonra gelen isimler, mecrurdurlar…

İlginçtir ki günümüzde bu gerçeği, hiç Arapça bilmeyen Türkiyeli milyonlarca İmam-Hatip mezunu ve medreseliler de bilmektedirler! Ve yine ilginçtir ki bu milyonlarca insan arasında bugün bürokratlar, politikacılar, işadamları ve akademisyenler de bulunmaktadır. Arapçanın taşıdığı olağanüstü önemi ortaya koymak bakımından bu çelişkinin bile ne kadar büyük bir kanıt oluşturduğu, insanı derinden düşündürmektedir!

Hz. Peygamber (s), yazı yazmak şöyle dursun, ilâhî iradenin gereği olarak hayatı boyunca belki bir kez bile kaleme dokunmamıştır! «Kurânı O yazdı» diye uydurulacak bir iftiranın önüne bu suretle büyük bir set koyarak insanı düşündüren ilâhi irade, bu kitabın Arapça indirilmesinde de yine çarpıcı bir hikmet sergilemiştir: Hayatı boyunca kalem ve yazıdan uzak yaşamış olmasına rağmen, Hz. Peygamber, her bakımdan bir mucize ve aynı zamanda bir edebiyat harikası olan Kurân-ı Kerimi, yüzlerce Arapça gramer kurallarına uygun olarak nakletmiştir.

Dolayısıyla Kurân-ı taşıyan bir dil olarak Arapça, -tıpkı Kurân gibi- başka kitaplara adeta sığmamaktadır. Bu da bazı bağnaz çevreleri, (özellikle müslümansı ülkelerde!) ırkçı kesimleri huylandırmakta ve onları oldukça rahatsız etmektedir.

Mahalli dilleriyle yazdıkları binlerce kitap arasından ancak birkaçının yabancı dile çevrildiğini, buna rağmen başta Kurân-ı Kerim olmak üzere binlerce Arapça eserin birçok dile çevrildiğini pek iyi bilen bu bağnaz kesimler, tahminlerin üzerinde rahatsızdırlar. Türkiyedekiler şöyle dursun, Vatikan başta olmak üzere, Avrupa ve Amerikada önemli kütüphanelerin ve ilim merkezlerinin Arapça eserlerle dolup taştığını görerek, bundan huzursuz olan çok sayıda insan vardır. Bu Müslümansı ırkçılar, gördükleri bu gerçek karşısında adeta kriz geçirmektedirler! Bütün bunlar, yine Arapçanın taşıdığı önemi başka bir şekilde ortaya koymaktadır.

Kuşku yok ki bir dilin mükemmel biçimde yapılanabilmesi ve evrensel düşünceyi aktarabilecek bir ilim kaynağı ve uluslararası bir iletişim aracı niteliğini kazanabilmesi için onun, en az bin yıl önce olgunlaşma evresini tamamlamış bulunması gerekir. Günümüzde konuşulan, hatta epeyce yaygınlaşan birçok dil, bu niteliğe sahip değildir. Örneğin Türkçeyi bu noktada Arapça ile karşılaştırdığımızda, aralarında büyük bir fark görüyoruz. Türklerin «Müslümanlığa» girmesinden ancak çok sonra yazılan, «Türk edebiyatının bugün bilinen ilk eseri» Yusuf Has Hacibin kaleme aldığı Kutadgu Bilig adlı kitaptır. Bu kitap 1069-1070 yıllarında yazılmıştır. Fakat günümüzde birkaç uzman dışında hemen hiçbir Türk tarafından bu kitabın orijinal metni ne okunabilmekte, ne de anlaşılabilmektedir. Üstelik ne bu kitap, ne de ondan iki üç yıl sonra Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan Dîvânu Lûgatit-Türk, bugün hiçbir okumuş Türkün dikkatini bile çekmemekte, bazı edebî ve ilmî forumlarda ise içeriği hakkında pek az söz edilmektedir. Bu bir yana, hemen hiçbir Türk, bu kitabın adını da -aslına uygun olarak- telâffuz edememektedir. Bilindiği üzere kitabın adı, «Dîvânu Lûgatit-Türk»tür. Halbuki Türklerin tamamı, bu adı Dîvân-ı Lügâtit-Türk şeklinde telâffuz etmektedirler. Bu ise yanlıştır. Ayrıca, bu kitabın adı tamamen Arapçadır; içeriği de Arapça açıklamalarla doludur. Bu küçük karşılaştırma ile yine Arapçanın rekabet kabul etmez üstünlüğü bir kez daha göze çarpmaktadır.

Tarihi kimliklerini saptamada önemli bir belge olarak gördükleri ve sırf kendilerine ait malzemelerle hazırlandığını sandıkları bu kitap hakkında Türklerin bilgisi işte bu kadardır. Oysa Hz. Peygamberden önce yaşamış (ya da doğmuş) olan İmruul-Qays, Tarafa b. Abd, Zuheyr b. Ebiselma, Lebîd b. Rabîa, Amr b. Kulthûm, Antara b. Şeddad el-Absî, Harith b. Hilliyze, Nâbiğa ez-Zubyânî ve Aşâ b. Qays gibi İslâm öncesi Arap şairlerinin divanları ve askıları hakkında Türk ilim adamları bile övgü ile söz etmektedirler. Bunlardan biri de Ord. Prof. Şerafettin Yaltkayadır. Bu zat, yukarıda adları geçen şairlere ait «Yedi Askı»nın çevirisini yapmıştır. Üstelik bunu dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücelin önerisiyle (belki de talimatıyla) üstlenmiş ve gerçekleştirmiştir! Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 384 sayı altında, Bilim ve Kültür Eserleri Dizisinin 41 incisi olarak yayınlanan bu kitabın önsözünde çevirmen Şerafettin Yaltkaya, aynen şunları söylemektedir:

«Müslümanlıktan önceki Arap şiirleri, kır çiçekleri gibi sade ve güzeldirler. Bunlar, renklere boğulmuş ve katmer katmer olmuş eserler gibi fikri oyalayıcı ve avutucu olmayıp, açıklıklariyle ilk okunuşlarında insanı manâ ile karılaştıran ve ne demek istediğini hemen göz önüne getiren ve tabiiliğe hiçbir şey eklemeyen sade tablolardır.»

Şimdi eğer, Kutadgu Bilig ve Dîvânu Lûgatit-Türk gibi ancak 1070lerde ortaya çıkmış olan ilk Türk edebiyat örnekleri ile onlardan yaklaşık 500 yıl önce söylenmiş ve divan haline getirilmiş bulunan Arap şairlerinin eserleri karşılaştırılacak olursa mutlaka bu büyük zaman farkı yanında ayrıca edebî değer bakımından da aralarında çok önemli farklar saptanabilecektir. Üstelik Kutadgu Bilig ve Dîvânu Lûgatit-Türk, İslâm kültür kaynaklarından yararlanılarak ortaya kondukları için Arapçanın yoğun etkisini de taşımaktadırlar. Oysa yukarıda adları geçen şairler, İslâm öncesi dönemin insanlarıdırlar. İlhamlarını ne İslâmdan, ne de başka bir kültürden almışlardır. Buna rağmen söyledikleri şeyler birer şaheser olarak bugün bile ilim ve edebiyat erbabı tarafından takdir görmekte, yüksek zevke sahip insanları coşturmaktadır.

Türkçe şöyle dursun, beş bin yıllık bir tarih ve uygarlığa sahip olan İranlıların dili, Farsçayı da Arapça ile karşılaştırdığımız zaman yine aynı sonuçlarla ve aynı farklarla karşılaşıyoruz. Her şeyden önce bugünkü Farsçada bile Arapçanın yoğun etkisini görmek mümkündür. Kaldı ki İranlıların İslâma girmesinden sonra Farsça yazılan Bütün eserlerde, hem dil olarak Arapçanın, hem de sosyolojik bir gerçek olarak Arap kültürünün derin izleri bulunmaktadır. İranlı bütün şairler, Araplara ait olan aruzu kullanmışlardır. İranlı edebiyatçılar da Arap edebiyatının ölçülerine bağlı kalmış ve Arap kültürünün argümanlarını işlemişlerdir. Örneğin; Firdevsî (994-1020), Ömer Hayyam (1047-1124), Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (1207-1273), Sadî Şirazî (1213-1292) ve Hafız-ı Şirazî (1325-1390) gibi Farsça büyük eserler vermiş olan Ünlü şairlerin divanlarında Arapçanın ve Arap kültürünün silinmez izlerini görmek mümkündür.

Arapçadaki bu kudret, kuşkusuz bu dilin tarihsel değeri yanında onun, -insanlığa ilim, sanat ve edebiyatı taşırken- yaptığı önemli işlevi de ortaya koymaktadır.

Arapçayı, bu yüzden herhangi bir dille karşılaştırmak elbette ki doğru değildir. Esasen diller arasında ideolojik amaçlarla, ya da ırkçı eğilimlerle ayırımcılık yapmak bir ahlâk kusurudur. Çünkü dillerin tümü, eşit düzeyde insanlık ailesinin kültür mirasıdır. Dolayısıyla birini diğerine yeğlemek duygusallıktır. Ancak bilimsel kriterler yardımıyla diller arasındaki ilişkiler, benzeşme ve zıtlıklar elbette ki incelenebilir. İşte bu ilgi ile bir fikir vermesi bakımından burada bir nebze Türkçeyi de irdelemekte yarar vardır.

Türkçeyi tarihsel gelişim açısından incelediğimizde onun kısa süreçler boyu uğradığı deformasyonlar yüzünden bir dünya dili olarak yapılanamamış olduğunu görüyoruz. Bunun temelinde, Türkçe konuşan toplulukların en az bin yıl önceki yaşam tarzlarının, dünya görüşlerinin, eşya ve olaylara bakışlarının, kuşkusuz derin etkisi bulunmaktadır.

Örneğin Yunan Felsefesi, ta Abbasî halifelerinden, El-Memûn zamanında ve onun bizzat emri ile Arapçaya çevrilmiştir. Bu dönemde Türklerin büyük bir kısmı «Müslüman» olmuştu ve kendi dillerini kullanıyorlardı. Aynı zamanda devlet merkezi olan Bağdadda çok sayıda Türk vardı. Halifenin Hassa Ordusu bile Türklerden oluşuyordu. Siyasette de Türklerin büyük ağırlığı vardı. Ama Türkçeyi bir ilim ve uygarlık dili haline getirmeyi o gün için düşünmüyor, akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Burada, Abbasi Halifesi El-Memûnun 786-833 yılları arasında yaşadığına özellikle işaret etmek gerekir. Çünkü Yunan Felsefesinin Arapçaya çevrildiği bu dönemden yaklaşık 250 yıl sonra ilk kez Türkçe kitap yazmaya başlanmıştır. Üstelik bu dönemden çok önce, Arapça yazılmış binlerce eser, bugün dünya aydınları tarafından hâlâ ilgiyle okunmaktadır. Bununla birlikte Arapça, 1975 yılında, Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından aynen İngilizce ve Fransızca gibi ünlü dünya dilleri arasında uluslar arası bir dil olarak kabul etmiştir.

Okumuş, ancak evrenselliği tam anlamıyla hazmedememiş Türkiyeli birçok insan, bu gerçekler karşısında kimlik bunalımı geçirmektedir.

İşte buna benzer duygusal nedenlerle Arapça, son yüz yıldır Türkiyede buraya sığdırılamayacak kadar ihmal ve engellerle karşılaşmıştır. Bu engeller halen de mevcuttur. Türkiye, Avrupa Birliğine fiili ve gerçek anlamda girinceye kadar da bu engeller devam edecektir! Aslında bu dil, Osmanlı tarihi boyunca da bilimsel yöntemlerle öğretilmemiştir. Bilakis gelenekselliğin etkisi altında gerek Arapça, gerekse diğer bilimler son derece zor, verimsiz ve geri uygulamalarla öğretilmeye çalışılmıştır. Ancak bu uygulamalar kasıtlı olmamıştır. Bilakis o dönemin şartlarında, doğru diye kabul edildiği için Hz. Peygamberin ve ashabının (çağlar üstü) eğitim sistemine dönmek kimsenin pek aklına gelmemiştir. Tam tersine, asırlar önce özenti ve taklitle Hıristiyanlıktan sızan (kitaptan izleme ve tercüme) ile dersler verilmiştir. Bu zihniyet yüzünden, kilise ve ruhban etkisi halen de birçok medrese ve Kurân Kurslarında ne yazık ki sürüp gitmektedir. Dolayısıyla Arapça ile ilgili olarak Türkiyede çok büyük boşluklar ve çelişkiler mevcuttur. Toplumumuzun her bakımdan ihtiyaç duyduğu kadar Arapça bilen insan sayısı yüz binlerin üzerindedir. Oysa Türkiyede Arapçayı bir yaşam dili olarak bilenlerin sayısı (anketlere göre) yirmiyi bile geçmemektedir!

Bunun gerçek olup olmadığını tespit etmek hiç de zor değildir. Nitekim;

1. Arapçayı -aydın bir Arapla diyalog kurabilecek kadar- konuşabilen,

2. Hiçbir sözlük ve ansiklopediye başvurmadan, her türlü Arapça yayını okuyup anlayabilen,

3. Her istediğini yazılı ve sözlü olarak -akıcı şekilde ve edebî kalitede- ifade edebilen Türk unsurundan şimdiye kadar kaç kişi ile tanışabildiniz?

Bu sorunun cevabını eğer büyük bir duyarlılıkla aramaya çalışırsanız Türkiyede Arapçanın uğradığı sonu, ve içinde bulunduğu durumu çok iyi anlamış olursunuz!

İşte bütün bu boşluklara, olumsuzluklara, baskı ve sıkıntılara rağmen, ülkemizde Arapçaya olan şiddetli ihtiyacın topluma yansımaması için, sinsi ve politik birçok gayretler halen sürdürülmektedir. Toplum, daha birçok konuda olduğu gibi bu politik hilenin de henüz farkında değildir. Toplumumuzun Arapçaya düşman olduğunu ileri sürmek doğru olmasa gerektir. Gerçek bu iken Arapçanın karşısına örülmüş bulunan kalın duvarların kimler tarafından düşünülmüş ve tertiplenmiş bulunduğunu araştırmamak çok büyük bir eksikliktir. Ancak bu konuda dikkatsiz ve ihtiyatsız davranarak merakınızı eğer gidermeye çalışırsanız önemli tehlikelerle karışlaşabilirsiniz!!! Dolayısıyla şöyle bir uyarıda bulunmakta yarar vardır: Bu kitapçıkla konu, (her ne kadar bir nebze irdelermiş ise de) Arapçanın Türkiyede karşısına çıkan engeller üzerinde ciddiyetle durmak, daha çok hünerli araştırmacıların işi olduğu için, sıradan birinin bu noktayı fazla merak etmesi güvenliği açısından doğru değildir!!!!

Türkiyede Arapçanın önündeki engeller, onun İslâmla olan ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Bu ilişki çok yönlüdür ve epeyce karmaşık bir içeriğe ve niteliğe sahiptir. Dolayısıyla Arapçayı bu açıdan burada ele almak hem zaman alacaktır, hem de şimdilik deşifre edilmesinde yarar bulunmayan noktaların gündeme taşınmasına yol açacaktır! Ancak şu kadarını söylemek gerekir ki Türkiyede İslâmın karşıtları (iktidarlar üstü) bir güce sahip bulunduklarından, İslâmla ilişkilendirdikleri her şey için olduğu gibi Arapça için de zamanla belli bir ortam ve bir zihniyet oluşturmuş, kolay kolay aşılamaz sınırlar koymuşlardır.

Onun için hiç kuşku yok ki bu sınırları zamansız, tedbirsiz, gizli, örtülü ve akılcı olmayan yollarla zorlamak, çok büyük bir yanlış olacak, telâfisi mümkün olmayan kayıplara yol açacaktır!!!

Bu nedenle, ülkemizde Arapça öğrenmek isteyen gençler, daha çok kişisel gayretleriyle bu amaçlarını şimdilik gerçekleştirmeye çalışmalıdırlar. Ancak bunu yaparlarken hem çok dikkatli, hem de çok özverili olmalıdırlar. İzlenecek şeffaf ve meşru yollarla bu oyunu zaman içinde bozmak, belki mümkün olabilecektir.

Bu amaçla bilinçli ve mümin gençleri bilgilendirmek için dört nokta üzerinde durmak yararlı olacaktır.

Bunlar;

1. Arapçanın Türkiyede şimdiye dek bir İletişim aracı olarak algılanamamış olmasının temel nedenleri
2. Arapça ile ilgilenen kurum ve kuruluşlar,
3. Arapça öğretiminde izlenen yollar,
4. Arapçanın önündeki engellerdir.

Şimdi de bu önemli noktaları açıklığa kavuşturalım.

http://kitap.ihya.org/arapcaninonemi.php?t2=oku&t4=&an=4&sn=199#ihya-199

 

 

Arapçanın Türkiyede Bir İletişim Aracı Olarak Algılanamamış Olmasının Temel Nedenleri

Bunlar, başlıca iki neden olarak özetlenebilir:

Birincisi; Arapçanın dil ve edebiyat kuralları, ileri derecede ayrıntılıdır ve matematikseldir. Dolayısıyla öğrenciyi yıllarca uğraştırır. Eğer günlük konuşmada ihtiyaç duyulan anlatım pratikleriyle değil, tam tersine bu kurallardan başlayarak öğrenciye Arapça öğretmeye kalkışılırsa öğrenci hem bu dili öğrenemeyecektir; hem aynı zamanda bir çeşit hipnoza girerek refleksini yitirecek, Arapçanın sosyal yaşamla olan ilişkisini hiçbir zaman düşünemeyecektir. sonuç olarak Arapçanın bir dil ve bir iletişim aracı olduğunu unutacaktır. Bunun yerine Arapçayı -bazı kitapları okumaya yarayan- lüks ve kutsal bir araç olarak algılayacaktır. Böylece onun zihnine bu şekilde yerleşip kemikleşen «kutsal alet» imajını daha sonra değiştirmek belki artık hiçbir zaman mümkün olamayacaktır.

Arapçanın, Türkiyede bir iletişim aracı olarak algılanamamış olmasının ikinci temel nedeni ise, bu dilin Türkçeden çok farklı bir anlatım mantığına sahip bulunmasından kaynaklanmaktadır. Her şeyden önce Arapça, sübjektif ve sürrealist düşünceyi dile getirmede oldukça esnek bir karakter göstermektedir. Türkçede ise bu özelliği sürekli bulmak mümkün değildir. Dolayısıyla zihinsel faaliyetin ufuklar ötesine sıçrama yapmasına izin vermeyen bir dilin etkisinde yaşayan insan, Arapça karşısında adeta bocalayarak kendi ana dilinin dar alanına geri çekilmek zorunda kalacaktır. İşte bu gizli şok, Arapça öğrenen insanın dikkatini bu dilin sosyal yaşamla olan ilişkisinden hemen uzaklaştırır.

Arapça bir amaç mıdır, bir araç mıdır? Eğer bir araç ise (ki her dil gibi o da bir iletişim aracıdır, ama), bu dilin de aracı olan gramer kuralları neden Türkiyede -tarih boyunca- sürekli şekilde amaç olarak algılanmıştır? Bu sorular çok önemlidir. Bu sorulara, burada yanıt aramanın bugün için artık zorunlu ve haklı nedenleri vardır. Çünkü Arapçanın kendisi değil, fakat bu dilin grameri yüzyıllardır Türklerin önemli bir kesimini oldukça meşgul etmiştir. Arapçanın Türkiyede bir dil olarak, bir iletişim aracı olarak, şimdiye kadar anlaşılamamış olmasında ise yukarıda sıralanan iki nedenin etkisi büyüktür.

İlginçtir ki Türkler ve onların yönetiminde yaşamış kitleler tarafından gerek Kurânın, gerekse İslâmın, net ve gerçek ölçüleri içinde ve yeterince şimdilere dek anlaşılamamış olmasının temelinde de yine Arapçanın bu iki özelliğinden kaynaklanan çok yönlü nedenler vardır. Bu sorun, aynı zamanda Türkçenin, Arapça karşısında yetersiz kalmış olması şeklinde de bir nebze açıklanabilir.

Türkçe, -hem asırlar önce sırf göçebe ve asker olarak yaşamış toplulukların dili olması bakımından, hem de Türklerin «Müslümanlığa» girişinden sonra çeşitli nedenlerle hiç gelişmediği için-, son derece kısır kalmıştır. Bu iki sebepten dolayı, örneğin; Arapça ve Fransızca gibi dillerde çok rahat ifade edilebilecek bir yorumu Türkçe olarak yansıtmak genelde zordur, bazen de hemen hemen mümkün değildir.

Bu ilgiyle burada, -bilime karşı doğmuş bulunan sorumluluk gereği- açıklanması adeta zorunlu olan önemli bir nokta vardır, o da şudur:

Bir düşüncenin, tez, antitez ve sentez aşamalarında zihinsel ve mantıksal süreçleri izleyebilmek amacıyla o düşünceye ilişkin öznel, kurgusal ve kuramsal önermeleri, anlatım ve yorumları Türkçe olarak yansıtmak büyük ölçüde zordur ve çoğu kez de olanak dışıdır. Bu nedenle Türkçe, kendi öz kaynaklarına dayanarak tarihin hiçbir döneminde edebiyat, sanat, diyalektik, din ve felsefe dili olamamıştır; bundan sonra olabileceği de pek mümkün gözükmemektedir.

Yine bu etkiyledir ki Arapça ile meşgul olmuş bir Türkün, onu (yani Arapçayı), bir dil olarak algıladığına pek rastlanmamıştır. Tarih boyunca Arapçaya yönelmiş hemen her Türkün, bu dili bir konuşma ve anlatım aracı olarak algılayamamış olmasının temel nedeni Türkçenin, Arapçayı insan zihnine taşıyamamış olmasından kaynaklanmıştır. Dolayısıyladır ki Türkler, Arapça diye hep onun grameriyle meşgul olmuş, Arap dilinin yüzlerce gramer kuralını asırlar boyu ezberlemeye çalışmışlardır. Bu ilginç olaydan haberdar olan Aydın Araplar da daima hayretlerini ifade etmiş, fakat meselenin içyüzünü -Türkçe bilmedikleri için- anlayamamışlardır.

Arapçanın (ve dolayısıyla Kurânın ve İslâmın da) Türkiyede, şimdiye dek anlaşılamamış olmasında rol oynayan yukarıdaki üç neden üzerinde biraz durmakta yarar vardır.

Bunlardan birincisi, Arapça dil ve edebiyat kurallarına özgü disiplinlerdir. Arapçanın temel gramer kuralları, ilk kez Hz Ali (m. 599-662) ve Onun hizmetinde bulunan Ebul-Eswed Ed-Duelî (605-688) tarafından yaklaşık 1400 yıl önce belirlenmiştir. Onlardan hemen sonra Arap dilinin disiplinleriyle oldukça ilgilenen ünlü bir bilgin daha yaşamıştır ki bu zat, kısaca Sibeweyh olarak tanınan İran kökenli Ebu Bişr, Amr bin Osman bin Qamberdir. (? – 797), Sibeweyh, Arap dilinin hemen bütün kurallarını çok esaslı biçimde ve bütün ayrıntılarıyla «El-Kitâb» adlı, meşhur eserinde bir araya getirmiştir. Ondan sonra da tarih boyunca gerek Araplar, gerekse İslâma (ya da «müslümanlığa») mensup çeşitli milletlerden ilim adamları, bu dalda eserler vermişlerdir. Bunların başında özellikle ünlü şahsiyetlerden bir grup vardır ki, İslâm bilim hazinesine Arap dil kurallarını konu alan dev yapıtlar armağan etmişlerdir. İşte isimleri:

İbn Sikkît, Ebu Yusuf Yaqûb b. İshâq (öl. H. 244), Ebu Osman el-Mâiznî (öl. H. 247), Ebul-Abbâs, Muhammed b. Yezîd el-Mubarrad (öl. H. 285), Ebu İshâq İbrâhîm b. Seriyy b. Sehl ez-Zejjâj (öl. H. 311), Ebul-Qâsım Abdurrahmân b. İshâq Ez-Zejjâjî (öl. H. 337), İbn Qoutiyya Ebubekr Muhammed b. Omar b. Abdilaziz b. İbrâhîm (öl. H. 367), Ebubekr Muhammed b Hasan ez-Zubeydî (öl. H. 379), Ebul-Feth Osman b. Jinnî (öl. H. 392), Ebubekr Abdulqâdir b. Abdirrahmân b. Muhammed El-Jurjânî (öl. H. 471), Ebu Abdillâh Muhammed b. Ahmed b. Hişâm (öl. H. 571), Ebul-Qâsım Jarullâh Muhmûd b. Omar Ez-Zemakhsharî (öl. H. 538).

Gerek bu şahsiyetlerin, gerekse -müslim ve gayri müslim-, daha birçok ilim adamının tarih boyunca Arap dili üzerinde yaptıkları çalışmalar, tabiatıyla bu dilin önemini ortaya koyan güçlü kanıtların başında gelmektedir. Türk dil gramerinin, ancak 1900lerin başında kaleme alındığını düşündüğünüz zaman, hem Türkçe ile Arapçayı her bakımdan karşılaştırmanın olanaksızlığını biraz olsun kestirmiş bulunursunuz, hem de Türk insanının (Arapça öğrenmesi şöyle dursun), bu dilin bir iletişim aracı olduğunu anlamakta bile onun ne kadar zorlanabileceği hakkında bir tahmin yürütebilirsiniz.

Esasen İslâmdan önce de çok zengin iken Arapça, Kurânın inmesiyle birlikte engin bir denize dönüşmüş, çok yönlü, yoğun ve kuşatıcı karakterine paralel olarak bol malzemeli sağlam bir altyapıya kavuşmuştur. Arap dil grameri;

1. SARF (türetme ve fiil çekimleri),

2. NAHUW (kelimenin cümle içindeki son sesini belirleyici kurallar) olmak üzere iki kol olarak gelişmiş ve kurumlaşmıştır.

Bu iki kolda da bin yıldan daha uzun bir zamandır -biraz önce söylendiği gibi- yüzlerce eser yazılmıştır. Her iki kol, «Qawâidul-Luğah» diye ortak bir ad altında hem edebiyatı, hem de İslâmî ilimleri beslemiştir. Büyük ihtimalle -bu kurallar çok iyi bilinmediği taktirde Kurânın yanlış okunup, yanlış yorumlanabileceği kaygısıyla- sürekli şekilde yapılan korkutucu uyarılar neticesinde, özellikle Türkler Arapçadan çok, bu kurallara yönelmişlerdir. Ancak bu konuda zamanla tutucu bir yaklaşım izleyerek, -bir araçtan öte, herhangi bir anlam taşımayan- Arap dil grameri, Türklerin zihninde Hem Kurânın, hem de Arapçanın yerini işgal etmiştir. «Benim oğlum Bina okur, döner döner yine okur» özdeyişi bunu kanıtlamaktadır!

Burada, tekrar etmekte yarar vardır ki, Arapçanın Türkler tarafından bir iletişim aracı niteliğinde hiçbir zaman algılanamamış olmasının temel nedeni, bu dilin Türkçeden çok farklı bir anlatım mantığına sahip olmasından kaynaklanmıştır.

Örneğin bir Türk; «fırsatı kaçırdım» der. Arap ise bunu; «fâtetnil-fursah», yani: «fırsat beni geçti» şeklinde ifade eder.

Yine Türk; «çalışan kazanır» der. Arap ise bunu; «men˜ictehede fâz», yani: «kim ki çalışırsa o kazanır» biçiminde dile getirir. Hatta bunu geçmiş zaman kipiyle söyler; yani şöyle der: «kim ki çalıştı kazandı»:

Yine Türk; «öfke ile kalkan, zararla oturur» der. Arap ise bunu; «Mâ nehada ehadun gâdyben illâ jelese khâsira», yani: «öfke ile kalkan bir kimse yoktur ki zararla oturmuş olmasın». Tüme varımla yapılan bu tür anlatım tarzına, Arap dil edebiyatında «Nefiy ve İspat» sistemi denir.

Bunlara benzer yüzlerce örnek vermek mümkündür. İşte bu örtüşmesi mümkün olmayan anlatım tarzları, Türk insanını oldukça meşgul etmektedir. Dolayısıyladır ki dünya mütercimleri arasında özellikle Türkçeden Arapçaya tercüme yapanlar adeta işkence içinde yaşarlar. Nitekim Türkçeden Arapçaya (özellikle simültane -ânî ve sözlü- tercüme yapan) başarılı hiçbir mütercime rastlanmamıştır.

Bu ilgiyle çok önemli bir gerçeği burada açıklamak gerekir; 1975-1990 yılları arasında Türkiyeli müteahhitlik firmalarına, Arap ülkeleri kapılarını açtılar. Bu süre zarfında Türkiyelilerle Araplar arasında meydana gelen sorunların en büyük nedeni, daima yanlış ya da yetersiz tercüme oldu.

Yine tekrar edelim ki, Arapçanın, Türkler tarafından bir iletişim aracı olarak şimdiye kadar algılanamamış olmasının ikinci nedeni, sübjektif ve sürrealist düşünceleri dile getirmede bu dilin, sınırsız denebilecek olağanüstü bir kapasite ve karaktere sahip bulunuyor olmasıdır. Bu konuda esasen dünya dilleri arasında Arapça ile boy ölçüşebilecek hemen hiçbir dil yoktur. Bu nedenledir ki Arapça, oryantalistlerin ve birçok yabancı ilim adamlarının daima ilgi odağı haline gelmiştir.

Arap dilinin köklü karakterleri bu dili adeta ebedileştirmiştir. Örneğin;

1. Arapçadaki doğal türeme özelliği,
2. Eşanlamlıların bolluğu,
3. Aynı kelimenin farklı yerlerde farklı anlam vermesi,
4. Kelimeler ve kesitler arası ilişkilerle aynı anda birçok şeyin ifade edilebilmesi,
5. Yerine göre tüme varım ya da tümden gelim yöntemleriyle ifadelerin matematiksel netlikte somutlaştırılması gibi bu dile özgü karakterler, onun başka bir dile (özellikle Türkçeye) sığmasını zorlaştırmıştır.

Onun için hayal gücünün alabildiğine sınırlarını zorlayarak, gönül ikliminin her çeşit esintilerini, aşk, sevdâ, sevgi, nefret, cesaret ve korku gibi çeşitli duyguları, vicdanın sesini, imanın coşkularını çok rahat, çok akıcı ve çok çarpıcı anlatım tarzları içinde resim gibi tablolaştırarak Arapça dile getirmek için mutlaka edip olmak gerekmez. Bu dilden iyi nasip almış olanlar vasat bir konuşma ya da bir yazı parçasıyla da dinleyicilerini ve okuyucularını mest edebilirler. Elbette ki her dilin ustaları vardır ve Türkçeyi de çok güzel kullananlar bulunur. Fakat Arapçadaki çarpıcılığı Türkçede yansıtmak kolay değildir.

İşte Arapçanın, Türk insanı tarafından bir dil, bir iletişim aracı olarak şimdilere dek algılanamamış olmasının temelinde bu nedenler bulunmaktadır.

http://kitap.ihya.org/arapcaninonemi.php?t2=oku&t4=&an=4&sn=200#ihya-200

 

 

Türkiyede Arapça Öğreten Kurum Ve Kuruluşlar Ve Bu Merkezlerin Mahiyeti

Türkiyede sözde Arapça öğretim yaptıran birçok «legal» ve «İllegal» merkezler vardır. Bunlar, İmam-Hatip Okulları, İlâhiyat Fakülteleri, Arap Filolojisi, Tarikatçılara ait Kurân Kursları ve medreselerdir. Bu odakların hiç birinde Arapça öğrenmek mümkün değildir. Sebepleri gayet açıktır; özet olarak şöyle ifade edilebilir: Bu odaklardan devlete ait olanlar, görevleri icabı zaten öğrenciye Arapçayı bir yaşam dili olarak öğretmemek için ne gerekiyorsa onu yapmak zorundadırlar. Çünkü bu kurumlar, esasen Böyle bir rol için yapılandırılmışlardır.

Tarikatçılara ait Kurân Kurslarına ve medreselere gelince bunlar, amaçlarında samimi bile olsalar, Arapçayı öğrenciye öğretebilecek hiçbir elemana sahip değildirler. Nitekim bu kurs ve medreselerde Arapça konuşabilen, Arapça bir makale, bir mektup, hatta zorunlu ihtiyaçlarını belirten birkaç satır yazmayı başaracak bir tek hoca bile yoktur. Bu çarpıcı gerçek, ciddi araştırmalarla tespit edilmiştir. Nitekim, Ortadoğu ile ticari ilişkileri bulunan Türk firmaları, Çalıştırdıkları «Arapça bilen» elemanlarının hiç birini bu kaynaklardan seçmemektedirler. Çünkü yukarıda adları sayılan odaklarca sözde yetiştirilmiş olan kişiler, ne ticarî sektörlerde çalışabilecek niteliktedirler, ne de zaten muhataplarla iletişim kurabilecek bir Arapça bilgisine sahiptirler. Üstelik yıllarca ilâhiyât, medrese ve kurslarda sözde okumuş olanlar ancak «hoca» diye bilinen ve mistik işlerle uğraşan fanatik tiplerdir. Bunlar sanat, ticaret, ekonomi, üretim, seyahat, turizm ve kültürel faaliyetler gibi yaşımın aktif alanlarından uzaktırlar. Ömürlerinin hemen tamamı ibadethanelerde, tekke ve benzeri yerlerde, ev sohbetlerinde ve mezarlıklarda geçmektedir. Devlet bile, Arapça tercüme elemanlarını, Uzun yıllar Mısırda okumuş, ancak kendini iyi yetiştirebilmiş olanlar arasından seçer. Örneğin Devlet tercümanı olan Ahmet Kocaer bunlardan biridir.

Türkiyede Arapça öğrenmek isteyen gençler, yukarıda çok özet olarak çizilen manzaradan önemli mesajlar almalıdırlar, dersler çıkarmalıdırlar. Bu cümleden olarak şu kurallara uymaya çalışmalıdırlar.

Her şeyden önce Arapçayı, ana dil olarak konuşan ve bütün öğrenimini bu dille yapmış bulunan formasyon almış, -öğretme ve eğitme yeteneği yüksek- birinden ders almalıdırlar. «Falanca medrese hocası», «filanca ilâhiyat profesörü», «Arapça lügat yazarı», ya da başka bir unvan ve nitelikle reklâmı yapıla gelen ancak Arapçayı «yaşam dili» olarak konuşamayan birilerinden ders almak, yıllar sonra büyük bir hayal kırıklığına neden olacaktır!

Bu nokta ile ilgili olarak bilinmesi gereken birçok husus daha vardır ki bunlardan biri de şudur: Bir yabancı dili sadece okulda, fakültede, dershanede, medresede ya da kursta öğrenmek mümkün değildir. Üstelik o dili, eğer onu konuşamayan birinden öğrenmek istiyorsanız, bu hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Bir yabancı dili gerçek anlamda öğrenmek isteyenler (hele öğretmek amacıyla öğrenmek isteyenler), mutlak surette o dili ana dil olarak konuşanlarla düşüp kalkmalıdırlar. Bu iş için yabancı bir ülkeye gitmeye de gerek olmayabilir. Yeter ki o dili konuşan bir, ya da birkaç kişiyi bulup onlarla sık sık diyalog kurmak mümkün olabilsin. Ama bu fırsatı, daima öğrenci kollamalıdır ve elde ettiği zaman da onu çok iyi değerlendirmelidir; böyle bir fırsatın çok nadir bulunduğunun bilincinde olmalıdır. Dolayısıyla da hocasından çok kendisinin özverili olması gerektiğine baştan inanmalıdır. Eğer bu şekilde akılcı davranabilirse öğrenci, hocasından azami derecede yararlanabilir. Aksine eğer ayrıntılarla uğraşır, hele hocasını uğraştırırsa, ya da fedakârlığı daha çok hocasından beklerse, hocasının zamanını ve enerjisini zorlayacağından, onu yıpratacağından, amacına ulaşamayabilir! Öğrencinin hocasını sömürmesi kadar ortamı bozan bir sebep yoktur. Zeki öğrenci, hocasını yormadan, onu usandırmadan, verdiği bilgileri çarpıtmadan ve onu ticaret metaı haline getirmeden en küçük fırsatı bile değerlendiren başarılı ilim yolcusudur.

http://kitap.ihya.org/arapcaninonemi.php?t2=oku&t4=&an=4&sn=201#ihya-201

 

 

 

Arapça Öğretiminde Sistem Sorunları

Öğrencinin dikkat edeciği en önemli noktaların başında sistem gelmektedir. Öğrenci bilimsel sistemi arayıp bulmalıdır. Asırlarca işe yaramamış, insanların ömrünü tüketmiş, toplumun gerilemesine sebep olmuş, onları fanatizmin karanlığı içine itmiş -sözde- öğretim ve eğitim şekillerinden son derece uzak olmalıdır. Özellikle bugün lâikçilerle tarikatçılar arasında kıyasıya kavga konusu olan medrese ve kurs tedrisat şekilleriyle ilim tahsil etmek, aydınlanmak, Yüce Kurânı anlayabilmek mümkün değildir. Hele vahyin dilini öğrenmek asla mümkün değildir. Tarikatçıların propagandalarına kapılarak, onların oluşturduğu kuru kalabalıklara değer verme gafletinde bulunarak, onların tedrisat şekillerini kabullenmek yıllar sonra telâfisi mümkün olmayan bir ömür kaybına neden olur! Nitekim 650 yıl boyunca okutulan beş on tane Arap dil gramer kitabından başka hiçbir sermayeleri yoktur. (Bina, Maksut, Avamil, İzhar, Kafiye ve Mollacami) adı altında okuttukları birkaç kitabın adını Araplar bile bilmemektedir. Bu kitapların içerikleri ve teknik yönleri de bilimsel ölçülerden son derece uzaktır. Çoğunun yazarı da hem zaten Arap olmadıkları için, hem de bu kitaplar yüzyıllar önce yazılmış bulundukları için bugün hiçbir işe yaramadıkları gibi zararları bile vardır.

Nitekim bu yüzdendir ki Arapça «Nasara» fiili, yaklaşık 600 yıllık Osmanlı tarihi oyunca hep «yardım etti bir er kişi geçmiş zamanda» diye çok yanlış ve çok ilkel bir ifade ile sözde Türkçeye çevrilmiştir! Oysa bu fiilin anlamı asla «yardım etti» değil, bilakis «destekledi» demektir. İkisinin arasında çok büyük fark vardır. Çünkü hiçbir Arap örneğin; «bana yardım et, şu koliyi kaldıralım» demek için, kesinlikle «unsurnî, nerfau hazihil-Ulbe» demez. Ve çünkü bu cümle, gerçekte: «beni destekle, şu koliyi kaldıralım» demektir ki Türkçede de böyle bir cümle ile hitap etmek mantıklı değildir. Ne var ki tarih boyunca hiçbir Türk hocası, bunun ve benzeri yüzlerce hatanın farkında olamamıştır! Çünkü onlar da «Arapçayı», sözde Arapça öğreten, fakat hiç Arapça konuşamayanlardan ders almışlardır!

Bütün bu tuhaflıkların, bugün Arapça öğrenmek isteyen gençler tarafından bilinmiyor olması çok büyük bir talihsizliktir. Nitekim bu yüzdendir ki yıllarını büyük bir samimiyet ve aşkla bir medrese veya kursun köhne ve ilkel duvarları arasında geçiren binlerce öğrenci bu ülkede, sözde Kurânın dilini öğrenmek istemektedir, fakat asla onu öğrenememektedir. Bu durumun daha sonra farkında olanlar, ya çok büyük bir hayal kırıklığı yaşayarak içlerine kapanır, bunalım geçirirler; (Çünkü bunların hemen tamamı herhangi bir alanı doldurabilecek nitelikli birer eleman olarak yetişemedikleri için işsiz güçsüz kalırlar. Bunun sonucu olarak da ya gidip bir terör örgütüne yamanarak kendilerini tatmin etmeye çalışırlar), ya da bunun suçunu İslâmda gördükleri için azılı birer İslâm düşmanı haline dönüşürler. Bu ikinci kategoriye girenler sayı olarak her ne kadar çok az iseler de, ne yapıp yapar, bu kez (sözde çağdaş diye bildikleri) laikçi eğitim sistemiyle kendilerini yetiştirip tam anlamıyla İslâma, ilme ve evrensel düşünceye karşı birer militan olarak putçu kadrolarda yerlerini alırlar. Günümüz Türkiyesinde akademisyen, gazeteci, yazar, hukukçu, sosyolog ve ekonomist olarak İslâma karşı savaş veren epeyce medrese kökenli ya da İmam-Hatipli insan vardır. Bu ilginç durumun nedeni ise, hiç kuşkusuz Türkiyede, Arapça öğretiminde izlenen sistemsizliktir ve ilkel uygulamalardır.

Şu halde öğrenci eğer gerçekten Arapça öğrenmek istiyorsa ve amacında samimi ise özellikle iki noktaya çok dikkat etmelidir.

Birincisi; ders alacağı hocanın bilgi düzeyi, formasyonu ve Arapçayı ana dil olarak konuşup konuşamadığı hususudur. Ayrıca hocanın kültür düzeyi de çok önemlidir. Sırf kuralları ezberlemiş, canlı bir ansiklopedi haline gelmiş ama, edebiyattan, sanattan, aktüaliteden, spordan ve geniş bir genel kültürden yoksun olan hoca, öğrenciye elbette ki yararlı olamaz. Zengin bir terminoloji bilgisine, hayat, eşya ve olaylar hakkında çok yönlü bakış açılarına ve üstün bir anlatım yeteneğine sahip bulunmayan böyle standart bir hoca tipi bile, her ne kadar bir İlâhiyat profesöründen, bir Nurcu veya tarikatçı hocadan çok daha yararlı ise de, öğrenci, geniş bir bilgi ve kültür birikiminin yanı sıra, Arapçayı ana dil olarak kullanan hocayı mutlak surette tercih etmelidir.

Öğrencinin bu tercihi bilinçli olarak yapabilmesi bakımından onun şu gerçeği önceden bilmesinde yarar vardır: İlâhiyatçı ve İmam-Hatip kökenli hiçbir hoca, -gerek Türkiyede, gerekse Türkiyenin dışında zaman zaman düzenlenen milletlerarası İslâmî forumların hiç birinde- tebliğini Arapça sunabilecek bilgiye sahip değildir. Bunu şimdiye kadar eğer denemeyi göze alan biri çıkmış ise o, mutlak surette tebliğini erbap birine önceden tercüme ettirmiş, defalarca okuyarak prova yapmış ve kürsüde sadece elindeki yazıyı okumakla rolünü yerine getirmiştir!

İkinci nokta ise sistemdir. Yakın geçmişte seminerlerimize katılan değerli gençlere hediye ettiğimiz 4 kitapçığın önsözlerinde anlattıklarımızı burada biraz özetleyerek tekrarlamakta yarar görüyoruz.

Yabancı dil öğretim sistemi ile ilgili olarak çok şey söylenebilir. Nitekim bu konu üzerine kapsamlı çalışmalar yapılmış, kitaplar yazılmıştır. Bunlara ek olarak zaman zaman yeni düşünceler yeni teoriler ortaya atılmakta, ilim adamları tarafından seminerler ve konferanslar verilerek gençler bilinçlendirilmektedir. Ülkemizde Arapça öğrenen gençlerin de bu konuda bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesi gerekir. Ne yazık ki Batı dillerinin öğretimi konusunda gayretler çok yoğun olmasına rağmen, Arapçanın modern sistemlerle öğretilmesine ilişkin olarak Türkiyede hemen hiçbir çalışma yapılmamakta, hatta yapılamamaktadır. Çünkü İslâma karşı önyargılı olan şahıs ve çevreler, ilginçtir ki Arapçayı bu konuda önemli bir bahane olarak görüyor ve onu her fırsatta kullanıyorlar. Türkiyede Arapçanın önündeki engeller konusunda bu bahanenin nasıl ele alındığı ve nasıl işletildiği hakkında, yeri gelince aşağıda bir nebze bilgi verilecektir. Ancak burada özellikle Arapça öğretim sistemi üzerinde biraz durmak gerekir.

Doğrusu, Türkiyede herhangi bir yabancı dili öğrenmek kolay değildir. Özellikle sistem söz konusu olduğunda sıkıntı daha da artmaktadır. Çünkü genç öğrenci, haklı olarak sistemler arasındaki farkları esasen bilmemektedir. Doğal olarak onun, isabetli düşünen bir kılavuza ihtiyacı vardır. Ne yazık ki bu konuda kendisine öncülük edebilecek biri ile ancak tevafukla karşılaşabilmektedir.

Dolayısıyla değerli gençlere ilk önce şu uyarıda bulunmak yararlı olur: Arapçayı kolay öğrenebilmek için Türkiyeli öğrencinin bu konuda şimdiye kadar görüp duyduğu hemen her şeyi yeniden gözden geçirmesi ön koşuldur. Çünkü bu şeylerin hemen tamamı yanlıştır.

Örneğin önce gramerden başlamak yanlıştır. Yüzyıllardır Türkiyede bu yanlışlık üzerinde ısrar edilmiştir. Dolayısıyladır ki ne Osmanlı döneminde, ne de cumhuriyet döneminde Arapçayı bir konuşma ve yazı dili olarak öğrenebilmiş hemen hiç kimse yoktur. Son Şeyhülİslâm Mustafa Sabri Efendinin yardımcısı Zahid El-Kevserî, Arapçayı her ne kadar yazıda başarılı olarak kullanabilmiş ise de konuşma dili olarak onu kullanamamıştır. Bunun eleştirisini Ziriklinin El-Alâmında bulabilirsiniz.

Şu noktayı da bilhassa vurgulamak gerekir ki, Arapçayı bir yaşam dili olarak konuşmayan, -daha doğrusu konuşamayan-, bir hocadan bu dili öğrenmeye kalkışmak çok daha büyük bir yanlıştır. İlginçtir ki özellikle bu iki yanlışta hep ısrar edilmiştir, halen de ısrar edilmektedir. Günümüzde binlerce öğrenci Kurân Kurslarında, İmam-Hatip Liselerinde, İlâhiyat ve Filoloji fakültelerinde sözde Arapça öğrenmeye çalışmaktadırlar ve tabiatıyla onu bir türlü öğrenememektedirler. Çünkü bu sayılan yerlerin hiç birinde aslında Arapça öğretilmemektedir. Buralarda yalnızca Arap dil gramer kuralları ezberletilmektedir! Oysa, örneğin İstanbul, Marmara, Boğaziçi Ortadoğu, Hacettepe ve Bilkent Üniversitelerinde İngilizce ve öbür Avrupa dilleri, bilimsel sistemlerle öğretilmektedir. Meselenin vahim yanı ise devletin ve iktidarların bu durumu biliyor olmasıdır!

Aslında hem modern sistemle (Batı dillerini) öğreten üniversiteler, hem de öğrencilere (Arapçanın sırf gramerini okutan) bütün ilâhiyat fakülteleri devlete ait kurumlardır. Buna rağmen Türkiyenin hemen bütün üniversitelerinde modern sistemler uygulanarak Batı dilleri özenle öğretilirken, İlâhiyât fakültelerinde Arapçayı adeta öğretmemek için büyük engeller konmuştur. Bu tutum ise iktidarları yönlendiren «Balkanlılar polit Bürosu»nun niyetini açıkça ortaya koymaktadır!

Tuhaftır ki sözde Arapça öğretenler, bu çelişkileri bilmezlikten veya görmezden gelmekte ve yukarıda sözü edilen yanlışlar üzerinde her şeye rağmen ısrar etmektedirler. Bu yanlışların açtığı sorunlar ise sanıldığından çok daha büyüktür. Onun için Arapça öğrenmek durumunda olan her öğrenci, her şeyden önce bu büyük yanlışın farkına varabilmeli, emsallerini bu konuda uyarmalı ve bu yanlışların düzeltilmesinde akılcı stratejiler kullanarak bilimsel sistemlerin bir an önce hayata geçirilmesine yardımcı olmalıdır.

Bu stratejilerin en önemlisi, öğretmenlerin, derste yalnızca Arapça konuşmasını sağlamaktır. Eğer öğrenciler, Arapça dersi veren hocalarına örneğin, toplu şekilde ve ısrarla:

– Hocam, derste Türkçe konuşmanızı istemiyoruz. Bize, lütfen öğretmekte olduğunuz dille hitap ediniz. Çünkü bir yabancı dilin ancak bu şekilde öğrenilebileceğini, aksinin ise mümkün olmadığını kesin şekilde tespit ettik; nitekim İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi diller bu şekilde öğretiliyor ve öğreniliyor. diye hocalarına ve okul yönetimlerine uyarıda bulunur ve bunda ısrarlı olurlarsa, sorun kısa zamanda çözülebilir. Çünkü sözde Arapça öğreten hocalar, bu ısrarlı istekler karşısında mahcup olacak ve sonunda Arapça bilmediklerini itiraf etmek zorunda kalacaklardır. Evet bunu itiraf etmek zorundadırlar. Çünkü eğer gidip -sözde Arapça bildiğini ileri süren- bir ilâhiyat profesörüne örneğin;

– Hocam, «iki kere iki dört eder» cümlesini lütfen Arapçaya çevirir misiniz? diye bir soru yöneltecek olursanız onun, bu çok basit cümleyi bile çevirmekten nasıl aciz kaldığını bizzat gözlerinizle görecek ve hayretler içinde donacaksınız! Türkiyede, sözde topluma İslâmı öğretmek üzere eleman yetiştiren, bu şahısların Arapça bilgisi hakkındaki gerçekler işte bu kadar açıktır ve güçlü kanıtlara dayanmaktadır.

Nitekim bu nedenledir ki çok nadir olmakla birlikte, Türkiyede bir yayın organında Arapça bir makale yayınlanmak istense, böyle bir yazıyı Arapçaya tercüme edebilecek bir tek İlâhiyat profesörü bulunmamaktadır! Bunun canlı örneği olarak Kudüs Dergisini gösterebiliriz. Araplara hitap etmesine ve yazarları arasında, Üstelik Mardinli bir İlâhiyat profesörünün bulunmasına rağmen, bu dergide yayınlanan Arapça yazılar, gerçek anlamda Arapça bilen birine tercüme ettirilmektedir! Yani bu dergi ve benzerlerinde yazanların hiç biri, Arapçayı bir yazı ve konuşma dili olarak kullanamamaktadır!

Onun için şunu tekrar etmekte yarar vardır: Gerek İmam-Hatip Liselerinde, gerek İlâhiyat Fakültelerinde, gerek Kurân Kurslarında ve gerekse medreselerde, sözde Arapça öğrenen gençler eğer hocalarını Arapça konuşmaya zorlarlarsa onların bir gün pes ederek bu yanlıştan geri adım atmak mecburiyetinde kalacaklarına kesinlikle inanmalıdırlar. Bu ise öğrencilerin ilk zaferi olacaktır. Bu aşamadan sonra öğrenci, hiç değilse Bu dilin gerçek anlamda öğretildiği merkezlere yönelme zorunluluğunu hissedecektir.

Arapça öğrenmede atılacak ilk ciddi adım budur. Eğer bu öneri Türkiyede öğrenci çevrelerinde yankı bulacak olursa onun, eğitimde önemli bir devrimin gerçekleşmesini sağlayacağı günlerin hiç de uzak olmadığına inanmak gerekir! Şu halde Arapça da dahil, herhangi bir yabancı dili öğrenebilmek için mutlak surette o dili hatasız konuşan ve onu bir yaşam dili olarak kullanan, aynı zamanda gramer ve edebiyat kurallarını da çok iyi bilen aydın ve öğretmenlik formasyonuna sahip birinden eğitim almak gerekir. Bu hayırlı tavsiyeyi ciddiye alarak, aşağıda açıklanacak kurallara göre adımlarını atan öğrenciler elbette ki Arapçayı kolayca öğrenebileceklerdir.

Bir yabancı dili en kolay biçimde ve en kısa zamanda öğrenebilmenin yolu bilimsellikten geçer. Uzmanların bu konuda şimdiye kadar saptadığı gerçeklerin özü ise şudur:

a) Yabancı dili öğreten kişinin, o dili kesinlikle yazılı ve sözlü anlatımda hatasız, güncel ve akıcı şekilde kullanıyor olması gerekir.

b) Yabancı dil, -sıfır yaştaki bebeğin, yaklaşık yedi yaşına gelinceye kadar annesi, babası ve çevresi tarafından- ona öğretilen ana dilinin fıtrî yöntemiyle verilmelidir. Yani dersler, yaşamın her alanından konusunu –dengeli ve serpiştirilmiş olarak- alan bir çeşitlilik içinde verilmelidir.

c) Öğrencinin derse, sıcak ve seri diyaloglarla katılımı sağlanmalı; uygulama sırasında öğrenci sırf dinleyici, sırf okuyucu veya sırf yazıcı olarak kalmamalıdır.

d) Öğrenciye, ders konusunun kapsadığı olaylar, görsel ve duyumsal olarak elverdikçe yaşatılmalıdır. Bunun için çeşitli materyal ve bol resimli kitaplar kullanılmalı, laboratuarda uygulamalar yapılmalı, ayrıca kısa aralıklarla öğrenciler gerek şehir içinde, gerekse şehir dışında geziye çıkartılarak çevre ve olaylar üzerinde (sırf Arapça konuşmak suretiyle) onlara bilgi verilmeli ve diyalog kurulmalıdır. Bu şekilde öğrencinin kulak alışkanlığı sağlanmalıdır.

Ancak bu gibi uygulamalar için Türkiyede bugün ne yasalar, ne de zihniyet müsaittir. Grup halindeki öğrencileriyle örneğin bir parkta ya da bir müzede Arapça konuşmayı göze alabilen bir öğretmenin, nelerle karşılaşabileceğini tahmin etmek güç değildir. Dolayısıyla Türkiyede uygarlaşma ve İslâmlaşma ortamı doğmadan bir öğretmenin bu tür bir uygulamaya girişmesi elbette ki risklidir.

Oysa, yabancı dil öğretiminde bugün ilim otoriteleri tarafından öngörülen ve gittikçe yaygınlaşan üç önemli uygulama vardır. Bu üç noktadaki tavsiyeler şöyledir:

a) Gramer ve edebiyat bilgileri, günlük konuşmalara serpiştirilmiş olarak öğrenciye verilmelidir.

b) Öğretimde kolaydan zora, yakından uzağa, basitten bileşiğe doğru bir açılım yelpazesi izlenerek konular işlenmelidir.

c) Çağdaş normlara uygun olarak; -Tarih, coğrafya, biyoloji, sağlık, psikoloji, matematik, geometri, ekonomi, ticaret, din, felsefe, sosyoloji ve mantık gibi temel bilimler başta olmak üzere-, ahlâk, temizlik, çevre, seyahat, turizm, bilgisayar, küreselleşme, feminizm, afetler, savaşlar, teknoloji, uygarlık, uzay, zaman, enerji, büyü, spor, sanat ve müzik gibi genel kültür konularına kadar akla gelebilecek hayat gerçekleri bu derslerde işlenmelidir. Öğrenci, Ana dilde orta öğretim sıralarından geçmiş ve hatta yüksek öğrenim görmüş olsa bile bu derslerin konuları (Arapça öğretilirken) ilkokul düzeylerine indirgenerek verilmelidir. Bundan amaç, öğrenciye Arapça öğretirken konuları temelden ele almak ve onun, her meselede düşüncelerini bu dille biraz ifade edebilmesini sağlamaktır.

Ancak bu münasebetle bir uyarıda bulunmak yararlı olacaktır. Bilindiği üzere dil eğitimi konusunda tarikatçıların en çok karşı oldukları iki şey vardır:

Bunların birincisi; Tarih, Coğrafya, matematik, geometri, fizik, kimya, biyoloji ve Astronomi gibi bütün pozitif bilimlerdir. Tarikatçılar, Arap dil grameri ile (formalite gereği) akaid, fıkıh, hadis ve tefsir gibi İslâmiyâtın ve mistisizmin dışında herhangi bir bilim dalında (özellikle kültürel konularda), eğitim verenlere şiddetle karşıdırlar.

Onların karşı oldukları ikinci şey de öğrenciye Arapçayı konuşma ve yazı dili olarak öğretmektir. Dolayısıyla eğer hoca, (gramer kurallarını ezberletme dışında) öğrenciye, Arapçayı -pratiğe yönelik bir sistemle- öğretmeye kalkışacak olursa, -büyük ihtimalle, lâikçilerden kendisine yönelebilecek tehlikelerden önce- tarikatçıların birinci derecede hedefi haline gelebilir!

Yabancı dil eğitiminde titizlikle uyulması gereken önemli ilkelerden biri de öğretmenin, öğrencileriyle diyalogunu ana dilde sürdürmemesidir. Sadece (sık olmamak koşuluyla) Türkçe cümleleri onlara dikte ettirirken ancak Türkçeyi kullanmalıdır. Öğretmenin, her derse girerken önce beş dakika kadar, işleyeceği konu ile ilgili bir konuşma yapması çok yararlı olur. Ancak bu konuşma tamamen Arapça olmalıdır. Çeviri işlemi sırasında da öğretmen, öğrencileriyle diyalog halinde olmalı, zamanını çok ekonomik kullanmalıdır. Çeviri sırasında duruma göre alternatif cümlelerin yanı sıra, deyimsel kalıpları, eş anlamlıları ve zıtları da sunmalı, öğrencinin zengin bir anlatım gücü kazanabilmesi için çeşitli bilgileri ona Arapça olarak vermelidir.

Yabancı dil öğretiminde en önemli nokta yabancı dil ile ana dil arasındaki mantık farklarıdır. Unutulmamalıdır ki her dilin kendine göre lengüistik özellikleri, belli bir karakteri ve mantığı vardır. Özellikle çeviri sırasında çok daha belirgin bir şekilde ortaya çıkan bu mantık ve karakter farklarından dolayı çeviri yapan öğrenci büyük sıkıntılar çeker.

Edatların kullanımı da çok önemlidir. Arapçada genellikle fiillerin çoğundan sonra gelen edatlar, her fiile göre farklıdır. Bunlar ancak çok okuyarak ve çok yazarak belleğe yerleştirilebilirler. Dolayısıyla öğrenci, ders olarak incelediği metni defalarca okuyup birkaç kez de yazmalıdır. Yabancı dil öğreten hocanın işte bu konuda derin bilgi ve birikime sahip bulunması gerekir. Yoksa yabancı dilin deyim ve özel tabirlerini öğrencisine aktaramaz. Bu yüzden de öğrenci, ne kadar emek verirse versin o dili hakkıyla öğrenemez!

Arapça öğrenirken öğrencilerin, olağanüstü bir dikkatle önem vermeleri gereken bir nokta da aksandır. Yani Arapça kelimeleri, bir Arap gibi seslendirmektir. Harflerin gerek ağızdaki, gerekse hançeredeki belli mahreçlerden çıkarılması son derece önem taşır. Bu ilgiyle öğrencileri bir noktada uyarmak yararlı olacaktır. O da şudur: Arapçada (ü) sesi yoktur. Örneğin (kitaplar) demek olan (kutub) kelimesinin (Kütüb) ya da (kütüp) olarak seslendirilmesi çok yanlış ve büyük bir kusurdur. Bir Arapla konuşurken kelimeyi böyle seslendirmek yanlış anlamalara da yol açabilir; muhatap olan Arap, kelimeyi anlamayabilir. Eğer anlarsa, bu kez konuşan kişi gülünç duruma düşer.

İslâma mensup milletler arasında özellikle (Tecwîd) kurallarına çok önem vermekle ünlü olan Türklerin -hele Kurân okurken- bu sesi kullanmaları çok düşündürücüdür. Bunun, bir dereceye kadar -Kurân eğitimi görmemiş kimseler için- Türkçenin karakterinden kaynaklandığını kabul etmek mümkün ise de, özellikle (Tecwid) talimi görmüş kimselerin bu sesi çıkarmada ısrar etmesi bir talihsizliktir! Çünkü yapılmış bazı araştırmalar sonunda, -sözde arabizme karşı misilleme anlamında bu yanlışta bilinçli olarak ısrar edildiği- anlaşılmıştır! Kurân-ı Kerime, hiç değilse okurken bu kadarlık bir değişiklikle Türke özgü bir özellik kazandırma kompleksi olarak ortaya çıkan bu sorun, yanlış yoldaki insanları tatmin etse bile Kurânın özgün vasıflarına aykırıdır ve her zaman tepki görecektir! Üzüntü ile belirtmek gerekir ki Türkiyede kimlik bunalımının belirtileri bu tehlikeli boyutlara dayanmıştır!

Sistem hakkında fikir ortaya koyarken hiç unutmamalıyız ki bugün, dünyanın her yerinde bir sistemler savaşı yaşanmaktadır. Devletler, Partiler, gruplar, cemiyetler, örgütler ve şirketler hep kendi alanlarında yeni bir sistem bulup onunla daha çok açılmak, daha çok kazanmak, daha çok ilerlemek, tutunmak ve ünlenmek isterler. Durum içeride de böyledir. Ancak rekabetin meşruluğu elbette ki genele yararı ile ölçülebilir. Amaçlarının gereği olarak, kendi çıkarlarını genelinkine tercih edenler için sistem, her şeyden önce ticaridir. Ancak eğitim ve öğretim alanları için düşünülen sistemlerin her şeyden önce insanî olması lâzımdır. Ne var ki bu da yetmez. Sistemin aynı zamanda çağdaş ve verimli olması da gerekir.

Eğitim ve öğretim alanında gerek birçok araştırma merkezi, gerekse bağımsız araştırmacılar çok yönlü olarak çalışmaktadırlar. Bütün bu çalışmalardan amaç; genç insanın, bilgi kaynaklarına en hızlı biçimde ulaşabilmesini ve isteğini rahat ve akıcı biçimde dile getirebilecek yetenekler kazanmasını sağlamaktır; ona, bu imkânları kullanabilecek bol anahtarlar sunmaktır. Bu anahtarların en güçlülerinden biri de dildir. Bilgi edinmek, mevcut bilgileri gerektiğinde artırmak, gerektiğinde de yenilemek, onları başkalarına aktarmak, doğru bilgi ve kültürü yaygınlaştırmak, bu suretle bilgi toplumunun yapılanmasına katkıda bulunmak ve sonuç itibariyle de insanlık alemi için hayatı kolaylaştırmak dille mümkündür. Tabir yerinde ise dil, anahtarların en değerlisi ve bilgi hazinelerinin en değerli anahtarıdır. Bu anahtarın en kalitelisini edinmiş olan insanlar, hayatları boyunca gittikleri her yerde saygı ile karşılanmışlardır. Daha sonra üzerinde gerektiği kadar durulacağı üzere önce ana dili ondan sonra da geçerli ve yaygın dünya dillerinden birkaçını çok iyi bilmek, kendini keşfedebilmiş, insana ve insanlığa gerçekten yararlı hizmetler yapmak isteyen her ferdin ideali olmalıdır. Bu ise eğitim, öğretim ve öğrenim için en doğru sistemleri bulup uygulamakla olur.

Bu nedenle Arapça öğrencisi, en birikimli ve en başarılı hocayı, en uygun ders ortamını ve en ileri öğretim sistemini daima aramalıdır. Bunu, gerekirse yetkin ve malumat sahibi rehberler ve araştırmacılar yardımıyla yapmalıdır. Özellikle, İlginç bir sosyal dokuya sahip bulunan Türkiye gibi bir ülkede öğrenci, bu araştırmasını çok daha dikkatli yapmalıdır. Çünkü bu ülkede, Sünni-Alevi, sağcı-solcu, Zengin-yoksul, her kesim, kendi tercihine göre kapalı muhitinde yandaşlarıyla anlaşarak bir şekilde resmi eğitimin dışında başka bir sistemi daha uygulamaya çalışmaktadır! Bu da resmi eğitimin hiçbir kesimi tatmin etmediği sonucunu doğurduğuna göre, hele yabancı dil gibi duyarlı ve çok önemli bir konuda statükodan medet beklemek abesle iştigal olur.

Sadece yabancı dille sınırlı değil, istisnasız, eğitimin her alanında uygulanabilecek çağlarüstü evrensel tek sistem İslâmın getirdiği sistemdir. Bu sistem bizzat Hz. Peygamber (s) tarafından uygulanmış, bu sistemle dünyanın en bilgili, en kültürlü, en adil, en dürüst, en çalışkan, en temiz, en şefkatli, en cesur ve en coşkulu üç kuşağı olan «ashâb», «tabiîn» ve «tebe-i tabiin» işte bu sistemle yetiştirilmiştir.

Bu çağlarüstü evrensel sistemin üç dinamiği vardır:


a) ???????? : Teklîm : Diyalog sistemi,
b) ???????? : Tehâwur : Tiyatral sistem
c) ?????? : Khıtâb: Konferans sistemi.

Günümüzde uygar dünya işte bu üç sistemi benimsemiş bulunmaktadır. Bunlar, İslâm literatüründen batı terminolojisine: a) Dialogue System; b) Theatrical System; c) Conference System şeklinde geçmiştir.

Gerçekten de İslâm tarihi, özellikle siyer tarihi araştırıldığında Hz. Peygamber (s)in daima ashabına irticalî olarak hitap ettiği görülür. Ashabı da aynen bu şekilde davranmış, oldukça bilgili yetiştikleri için, herhangi bir kaynağa, bir yazıya bir taslağa hiçbir zaman ihtiyaç duymadan konuşmuş, bilgi alışverişinde bulunmuşlardır. Hz. Ebubekrin, Hz. Ömerin ve özellikle Nehcul-Belağa adlı kitapta derlenmiş bulunan Hz. Alinin irticali konuşmaları, yüksek edebi değere sahip çarpıcı belgeler olarak bu güne intikal etmişlerdir. Oysa günümüzde ve toplumumuzda, değil eğitimciler, sözde on yıllarca tahsil görmüş, geniş kültür almış, ihtisas sahibi olmuş (?) ve devletin en üst kademelerine kadar tırmanmış siyasetçiler ve politikacılar bile önceden bir şeyler çizikleyip ellerine almadan Türkçe gibi çok basit bir ana dilde bile isteklerini rahatça ifade edememektedirler. Çünkü yoz ve yavan laikçi eğitim çarkının, bugünün Türkiyeli insanına sunabileceği bir sistem yoktur.

http://kitap.ihya.org/arapcaninonemi.php?t2=oku&t4=&an=4&sn=202#ihya-202

 

 


Arapçanın Önündeki Engeller

Engel deyip hemen geçmemek lâzımdır. İnsanı, sevdiği şeylerden mahrum bırakan nice değerli ve yaşamsal amaçların gerçekleşmemesinde rolü ve etkileri bulunan, programları aksatan şeylerin hepsine engel diyoruz. Türkiyeli, yabancı dil öğrenicisinin Arapça öğrenmesine set çeken, bu uğurda onun, candan ve içten beslediği niyetleri –bütün imkânlarını seferber ederek- harcadığı çabaları boşa çıkaran birçok engel vardır.

Engel kavramına determinist bir bakışla yaklaşmak gerekir. Bir amacın gerçekleşmesini önleyen her şey engeldir. Onun için bunları, direkt ve dolaylı diye birbirinden kalın çizgilerle ayırmak, pragmatik açıdan doğru değildir. Dolayısıyla sizinle hedeflerinizin arasına giren her şey (bir ayrıntı bile olsa) eğer amacınızı gerçekleştirememiş olmanızda rol oynamışsa, elbette ki sonuç itibariyle o, önünüze çıkmış, hızınızı kesmiş ve maksadınıza ulaşmanızı imkânsızlaştırmış bulunan engellerden biridir.

Örneğin ilerleyen sayfalarda, üzerinde bir nebze duracağımız (bilgisizlik), işte böyle bir engeldir. Bilgisizlik, aynı zamanda (ırkçılık başta olmak üzere, lâikçilik, tarikatçılık ve kökten putçuluk gibi) birçok marjinal akımların, sapkın eğilim ve tutumların doğmasında da etkisi bulunan çok yönlü bir engeldir. Hayırlı birçok hedefin de aynı zamanda önüne çıkan bilgisizliğin, Türkiyede Arapçanın önüne nasıl bir engel olarak çıktığını aşağıda çarpıcı örnekler ışığında ibretle okuyacaksınız.

Aslında Arapçanın ülkemizde gerek öğretildiği ve öğrenildiği şartlar, gerekse konuya ilişkin öbür sıkıntılar, burada anlatılacaklarla sınırlı değildir. Bu ülkede siyah kedi ve köpekleri yaklaşık yüzyıldır «Arap, Arap!!» diye çağıran zihniyet, hiç kuşkusuz Arapçanın önüne büyük barikatlar koymuştur. Bu tertipler, yine şüphe yok ki vaktiyle çok bilinçli olarak düşünülmüş ve yaygınlaştırılmıştır. Arap milletinin antipatik, çirkin, hatta düşman olarak toplumumuza lanse edilmiş olmasının arkasında çok yönlü amaçlar vardır. Bunların en önemlilerinden biri de Arapçaya karşı savaştır. Batının müziğinden giyim tarzına; dillerinden, düşünce ve inanışlarına kadar her şeyi uygarlık sayan egemen azınlık, Arapçaya karşı yüz yıldır sürdürdüğü savaşa hiçbir zaman ara vermemiştir. Buna rağmen Türkiyede her yıl yüz binlerce insan –yanlış yöntemlerle de olsa- bu dili öğrenmek için çaba harcamaktadır, adetâ laikçi düzene direnmektedir. Bu gerçek ise toplumumuzda Arapçaya karşı, temelde iyi niyetli büyük bir kitlenin var olduğunu kanıtlamaktadır.

Şu var ki egemen azınlık tarafından çok yönlü olarak sömürülen bu geniş kitlenin hiç değilse Arapçaya ilişkin sorunlar hakkında aydınlatılması gerekir. Çünkü bu kitle şimdiye kadar hep tarikatçıların tuzaklarına düşerek Arapça ile tanışmış ve onların ilkel yöntemleri yüzünden de bu dili bir türlü öğrenememişlerdir.

Bu kitleyi bilimsel bir yaklaşımla ve «Direct Action» yani doğrudan sistemle Arapça öğrenmeye yönlendirmenin ön koşulu, önce soğukkanlılıkla ve uygar yollarla toplumu aydınlatmaktır. Şu anda doğrudan sistemle ve bilimsel yöntemlerle Arapça öğretimi ilâhiyat fakülteleri de dahil, Türkiyenin hiçbir yerinde yapılmamaktadır. Çünkü bu yolların önünde büyük engeller vardır.

Türkiyede Arapçanın ve Arapça öğrencisinin karşılaştığı sorunlar çoktur. Özellikle konuyu gündeme getirecek birinin bulunmaması bu sorunların en büyüğünü oluşturmaktadır. Bu nokta çok dikkat çekicidir.

Nitekim bugün Türkiyede Batı dillerinin en iyi şekilde öğrenilmesi ve öğretilmesi konusunda birçok aydınlatıcı yayın bulabilirsiniz. Gerek devletin, gerekse sivil toplum kuruluşlarının katkılarıyla bu konuda çeşitli araştırmalar yapılmakta, konferanslar ve sempozyumlar düzenlenmektedir. Konu ile ilgili sorunların çözüme kavuşturulması için hazırlanmış doyurucu çalışmalar azımsanamaz. Fakat Arapça için durum tamamen farklıdır. Arapçanın önünde ne gibi engeller vardır, kim, hangi amaçlarla bu engelleri koymuştur, bunlar nasıl aşılabilir, gibi sorulara cevap bulmak bugünün Türkiyesinde mümkün değildir.

Demek ki Arapçaya ilgi duyan insanlara Cumhuriyet tarihi boyunca öyle bir gözdağı verilmiştir ki bugün hiç kimse, Arapçanın ve Arapça öğrencisinin bu ülkede karşılaştığı sorunlar hakkında bir tek kelime bile konuşma cesaretini kendinde görememektedir! Üstelik bu amaçla yola çıkmış ve her türlü engele rağmen Arapça öğrenmek isteyen gençlerin sayısı Batı dillerinden birini öğrenmek isteyenlerin sayısından da az değildir. Türkiyede zaman zaman darbelerle sertleşerek özgürlükleri kısıtlayan rejim, Arapça öğrencilerini daima tarikatçı kesimler arasında görmek istemiştir. Bu nedenle de Arapça öğrenmek isteyen her kes potansiyel suçlu sayılmış ve bu ülkede hak etmediği iki ayrı cezaya çarptırılmıştır:


1. Arapça öğrenmekten engellenmiş olmak,
2. Fanatik tarikatçı kesimlerle birlikte gerici olarak damgalanmış olmaktır.

Arapçanın ve Arapça öğrencisinin üzerindeki bu şiddetli baskı sırf statükocuların tavır ve politikalarıyla da sınırlı değildir. Bu noktada, üzerinde durulması gereken bir gaflet ve bir zihniyet bozukluğu da söz konusudur. Toplum, kimlerin neye niçin yasak koyduğu hakkında yeterli bilgilere sahip değildir ve bunun arayışı içinde de değildir. Dolayısıyla eğer bu sorunu irdelerken, Arapçaya doğal olarak karşı durmaları gereken insanları ve kesimleri suçlayacak olursak paradoksal bir hata yapmış oluruz. Onun için Cumhuriyet tarihi boyunca hükümetleri yöneten ve yönlendiren Makedon Yahudilerini, bu politikayı ürettikleri için suçlamak mantıklı olmaz. Onlar elbette ki kendi inanç ve ideolojilerine uygun politikalar üretmek durumundadırlar. Dolayısıyla onların bu tavır ve politikalarını adeta desteklemiş olan başka bir engeli, daha doğrusu başka engelleri aramak gerekir. Bunları sekiz ana noktada toplayabiliriz.


1. Mahalli Dillerin Yapılarından Kaynaklanan Engeller
2. Yaygın mahalli dili (yani Türkçeyi) çok iyi düzeylerde bilmemekten kaynaklanan engeller,
3. Bilgisizlik Engeli
4. Çarpık Zihniyetten Ve Bağnazlıktan Doğan Engeller
5. Meâlcilik Engeli
6. Irkçılık Engeli
7. Statüko Engeli
8. İllegal Baskı Engeli

Aslında bu engellerin, zincirleme olarak birbirlerini doğurduklarını söyleyebiliriz. Şimdi de bunları teker teker açıklamaya çalışalım:

http://kitap.ihya.org/arapcaninonemi.php?t2=oku&t4=&an=4&sn=203#ihya-203

 

 

1. Mahalli Dillerin Yapılarından Kaynaklanan Engeller.

Bunların başında hiç kuşkusuz Türkçe gelmektedir. Çünkü Türkçe hem en yaygın, hem de resmi dildir.

Türkçe, Ural-Altay dilleri grubundan gösterilmektedir. Arapça ise Sami Dilleri grubundandır. Yani bu iki dil, temelde çok farklı kökenlerden gelmektedirler ve tabiatıyla birbirlerinden çok farklı yapı ve karakterlere sahiptirler. Bu tespit ilk bakışta, sözü edilen iki dilden birini ana dil olarak konuşan kimsenin öbür dili öğrenmekte oldukça zorluk çekeceği anlamına gelmektedir. Bu ise hatırdan asla çıkarılmaması gereken çok çarpıcı bir gerçektir. Nitekim bunun şöyle bir kanıtı da vardır: Belli bir yaştan sonra Türkçeyi merak etmiş hiçbir Arap, bu dili asla iyi düzeyde öğrenememiştir. Keza, belli bir yaştan sonra Arapça öğrenmek istemiş hemen hiçbir Türk, bu amaca, ideal düzeyde ulaşamamıştır. Bunu yalanlayabilecek hiçbir kanıt henüz yoktur! (Bu iki dilde «bilingual» olarak yetişenler elbette ki müstesnadırlar) İki taraf için de belki en büyük şanssızlık işte bu noktada odaklaşmaktadır. Yeri gelmişken söylemek gerekir ki bu gerçek İslâm karşıtlarını daima sevindirmiş ve onları bu fırsattan yararlanarak çeşitli komplo teorileri kurmaya sevk etmiştir.

Bu noktadaki engel, hiç kuşkusuz iki dilin yapı bakımından birbirlerine oldukça aykırı özellikler taşıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Bu aykırılık, sözü edilen iki dilin her birine özgü cümle kuruluşundaki sadece söz dizimine ilişkin disiplinlerin farklılıklarıyla da sınırlı değildir. Bunun yanı sıra her iki dilin anlatım mantığı arasında da oldukça önemli aykırılıklar vardır. Bu nedenledir ki tarih boyunca Türkler ve Araplar birbirlerini doyarak anlayamamışlardır. Özellikle çok iyi derecede Türkçe bilmeyen bir Arabın, bir Türk tarafından anlaşılabilmesi ihtimali oldukça zayıftır. Dolayısıyla -aralarındaki ortak güçlü bağlara rağmen- bu iki milleti birbirine karşı antipatik hale getiren önemli nedenlerden biri de işte budur. Arapçadaki çok yönlü nüansların Türkçeye çevrilemiyor olması bu sorunun önemli kaynağıdır. Nitekim bu nedenledir ki Arapçaya Türkiyede (egemen azınlık) tarafından duyulan derin nefrete rağmen, halâ karşılıkları üretilemediği için Türkçede binlerce Arapça kelime mevcuttur.

Türkçe ile Arapça arasındaki yapı, karakter ve mantık farkları o kadar büyüktür ki bunu bağımsız bir çalışmaya konu yaparak ancak anlatmak mümkündür. Ne yazık ki bu önemli konu hakkında bugün Türkiyede bir tek kitap bile bulmak mümkün değildir. Bunun sebebi ise gayet açıktır ve oda şudur. Eğer bir araştırmacı çıkar da, bu iki dil arasındaki yapı, karakter ve mantık farklarını açıklayacak olursa her şeyden önce Türkiyede pervasızca Arapça öğretmeye kalkışan binlerce bilgisiz insanın bu işin asla ehli olmadıklarını, hiç birinin Arapça konuşamadığını, bu konuda allâme geçinenlerin hiç biri, Arapça bir mektup bile yazamadığını ortaya koyacak ve bunu kanıtlayan çarpıcı deliller sıralayacaktır. Peki bunu kim yapabilecektir? İşte bu sorunun cevabı da çok önemlidir. Çünkü bu iş sanıldığı kadar kolay değildir ve çünkü bu konuda da iki önemli engel vardır. Bunlardan biri, bu görevi üstlenebilecek kişinin, her şeyden önce bizzat kendisi Türkçenin yanı sıra Arapçayı da süper düzeyde bir yaşam dili olarak kullanıyor olması gereklidir, hatta şarttır. Tabir caizse böyle bir kimse, Türkçeyi ve Arapçayı «bilingual» olarak kullanıyor olmalıdır. Peki bu nitelikte biri var mıdır? Türkiyede eğer böyle biri bulunmuş olsaydı, şimdiye kadar mutlak surette ortaya çıkacak ve hiç değilse şu satırlarda anlatılanlar meâlinde konuya dokunacaktı. Hatta, başka bir engel dolayısıyla bunu geniş boyutlarda işleyemeyeceğine ilişkin mazeretini ortaya koyup topluma zimmetini ibra ettirecekti. Çünkü bilgi, kutsal bir emanettir ve sahibine sorumluluk yükler. Şu var ki , bu konuyu enine boyuna işlemek elbette ki tehlikesiz değildir. İşte ikinci engel de budur.

Türkiyede Arapçanın öğrenim ve öğretiminde Türkçeden kaynaklanan engellerden biri de asırlar önce Türkçeye alınmış olan Arapça kelimelerin hemen tamamının yanlış kullanılıyor olmasıdır. Evet, ne yazık ki bu bir gerçektir. Yıllardır sözde «Türkçeyi yabancı unsurların etkisinden kurtarmak» amacıyla yüzlerce Arapça kelime Türkçeden çıkarılmış olmasına rağmen, halen kullanımda olan yine yüzlerce Arapça kelime, günümüzde Arapça öğrenmek isteyenlerin karşısına adeta birer baş belası olarak çıkmaktadır.

Geçmişte sadece devletin ve sosyete sınıfının dili olan Osmanlıca son zamanlarda tam anlamıyla bir veba halini almıştı. Osmanlıca, devletle halkın arasında oluşan uçurumun adıydı. Ömrünü tükettiği için değil, esasen hiçbir işe yaramadığı için, zamanı gelince adeta çöpe atıldı. Bugün o dille yazılmış ne bir kitabı, ne bir divanı hiç kimsenin elinde bulamazsınız. Oysa daha dün kökü kazındı bu karakoncolos dilin… Atılmasına atıldı, ama Türkçede öyle bir dikenli yol bıraktı ki bugün özellikle Arapça öğrenenler için bu yol tam anlamıyla bir tuzak niteliğini taşımaktadır!

Arapça öğrenmek isteyen gençlerin çoğu, genelde tarikatçılara, Nurculara ve Osmanlıcı-ırkçı fanatiklere ait odaklara ilk önce uğradıkları için buralarda zihinlerine Osmanlıca ister istemez bulaşır. Onun için bu gençler daha sonra aydınlık bir ilim yuvasıyla tanışsalar bile uzun zaman kendilerini Osmanlıcanın etkisinden kurtaramazlar. Bu da Arapça öğrenmelerine bir miktar engel oluşturur.

Türkçeye girmiş ve Arapların kullanmadığı anlamlarda kullanılmış, halen de kullanılmakta olan birçok kelime vardır ki Arapça öğrencisi bunları teker teker tanımalıdır. Bu sorunu çok iyi bilen birinin yardımıyla bu kelimelerin Arapçadaki doğru anlamlarını öğrenmelidir.

Doç. Dr. Emrullah İşler adında Bir araştırmacı, «Türkçede anlam kaymasına uğrayan Arapça kelime ve Kelime Grupları» başlığı altında bunlardan bir miktarını derleyip yayınlamış bulunmaktadır. Ancak sözü edilen araştırmacının, kibarca yukarıdaki başlığı kullanması, yüzyıllarca bu milleti uğraştırmış olan yanlışların sahiplerini hoş gördüğü izlenimini uyandırmaktadır. Bu da günümüzde ırkçılığın bir başka sembolü olan Osmanlı hayranlığının ilimle uğraşanları bile ne hale getirdiğini göstermek bakımından ibret vericidir!

http://kitap.ihya.org/arapcaninonemi.php?t2=oku&t4=&an=4&sn=204#ihya-204

 

 

2. Yaygın mahalli dili (yani Türkçeyi) çok iyi düzeylerde bilmemekten kaynaklanan engeller.

Türkçe, Türkiye halkının yaygın olarak konuştuğu dildir. Asırlardır geçirdiği evrelerden sonra bugün –ileri derecede olmasa bile- epeyce yapılanmış, Türkiye coğrafyasında iletişim, basın-yayın ve eğitim dili haline getirilmiştir. «İstanbul Türkçesi» olarak kabul görmüş olan şekli, öbür bütün şivelere göre estetik bir fonetiğe de sahiptir. Bugün düzenin meşruluğunu tartışan sivil entelektüel kesimler bile Türkçeyi, rejimin resmi dili olma niteliğinin üzerinde bir değer olarak düşünmekte ve onu korumaya çalışmaktadırlar. Çünkü bu dil rejimin ve onu dayatan «Balkanlılar Musevi kulübü»nün değil, bilakis halkın dilidir. Ona ait üstün bir değerdir. Kurân-ı Kerimin Rum suresi, yirmi ikinci âyet-i kerimesinde ifade edildiği üzere, İslâmın ölçüleri bakımından da bütün diller Allahın birer kudret mucizesi sayıldıklarından Türkiyeli «müslümanlar» Türkçeye önem vermek zorundadırlar. Özellikle genç müminlerin Türkçeyi her bakımdan çok iyi öğrenip, yazılı ve sözlü anlatımda onu başarıyla kullanmaları hem inançlarının gereğidir, hem de varlıklarını ve değerlerini korumak ve savunmak için muhtaç oldukları zaruri bir araç ve güçlü bir silahtır.

Ne var ki son yıllarda baş gösteren çeşitli sosyopolitik sorunlar, toplumda eğitim ve kültür düzeyinin düşmesine neden olmuş, bu sonuç ise Türkçeyi kurallarına ve aksanına uygun biçimde kullanmayan çok büyük kalabalıkları cesaretlendirmiştir. Özellikle ana dili Türkçe olmayan etnik kitleler, kısmen asimile olma korkusu ile, kısmen de ihmal sonucu olarak Türkçeye önem vermemişlerdir. Oysa Türkçeyi kurallarına ve aksanına uygun olarak kullanmanın, Türk kökenli olmayanların inançlarına ve değerlerine hiçbir zararı yoktur. Tam tersine faydası vardır. Nitekim statükocu egemen azınlığın dayatmalarına karşı gerekli savunmaları ancak Türkçe yapmak mümkündür. Dolayısıyla Türkiyede yaşayan, istisnasız her insan için bu dil son derece önemlidir.

Bu gerçek çok açık biçimde ortadayken, ne ilginçtir ki yabancı dil öğrenmek isteyen birçok genç, Türkçeyi kullanmakta beklenen başarıyı gösterememektedir. Hele Türk kökenli gençlerin kendi ana dillerini başarıyla kullanamamaları büyük bir kusurdur! Oysa yabancı dil öğrenmek isteyen her insan önce kendi ana dilini her bakımdan çok iyi bilmesi ve onu en girift ve en çetrefil kavramları açıklamada başarıyla kullanması gerekir. Çünkü yabancı dil hedeftir; mahalli dil ise o hedefe ulaşmak için çok yönlü bir araçtır. Yabancı dili, uzun bir mesafeyi kat ettikten sonra ancak ulaşılabilecek bir saraya eğer benzetirsek, mahalli dili de, o saraya bizi götüren güzergâha, araçlara, yol işaretlerine ve yolculuk boyunca ihtiyaç duyacağımız şeylerin tümüne benzetebiliriz. Hal böyle olunca yabancı dil öğrencisi, nasıl olur da kendi mahalli dilini ihmal edebilir!

Yabancı dillerden birini, özellikle Arapçayı öğrenmek isteyen gençler, Türkçeyi vasat ve sıradan bir düzeyde değil, onu grameriyle edebiyat kurallarıyla, deyimleriyle ve çok yönlü terminolojisiyle öğrenmek ve başarıyla kullanmak zorundadırlar. Özellikle Türk kökenli olmayan gençler bu konuda çok daha fazla gayret göstermelidirler. Çünkü onlar genellikle aile ve muhitlerinin etkisi altında Türkçeyi aksanına ve mantığına uygun olarak kullanamıyor olabilirler. İşte bu nedenle onların bu konuda biraz daha fazla gayret sarf etmeleri gerekir.

Bu tavsiyenin muhatapları, başta Kürt kökenli Türkiyeliler olmak üzere öbür etnik kitle mensuplarıdır. Arapça öğrenmek isteyen, özellikle Türkiyeli Kürtlerin ve Arapların Türkçeyi çok iyi düzeylerde ve aksanıyla öğrenmeleri şarttır. Çünkü -bir bilim dili niteliğini kazanamamış olsa bile- Türkçe, Kürtçeden çok ileri derecede yapılanmıştır. Kürtçe zaten hiçbir zaman bir bilim dili haline gelememiştir ve bundan sonra da gelme ihtimali hemen hemen yoktur. Dolayısıyla Türkiye şartlarında Kürt kökenli gençler herhangi bir yabancı dili ve tabiatıyla Arapçayı da ancak Türkçe aracılığıyla öğrenebilirler.

Günümüzde Siirtin Tillo (Aydınlar) ilçesinde halâ varlığını sürdüren ve Molla Burhan adında bir şahsın ders okuttuğu medreseye benzer yerlerde Kürtçe aracılığıyla sözde Arapça öğrenmeye çalışan Kürt kökenli softalar asla Arapça öğrenemezler. Asırlardan beridir bu medreselerde okumuş ve sözde «âlim» diye ünlenmiş hiçbir kimse esasen Arapça öğrenememiştir. Bu medreselerde sözde ders veren müderrisler de -yığınlarca kitap okumuş- birer cahilden başka bir şey değildirler. Müderrisler bu sözü kendilerine yapılmış bir hakaret saymamalıdırlar. Tam tersine kendilerini test etmelidirler. Örneğin, kendilerine şu soruları yöneltip cevaplarını bulmalıdırlar:

1. Eğer milletlerarası bir konferansa konuşmacı olarak davet edilecek olursam ve benden, (meselâ küreselleşme konusunda) İslâmın bakış açısı hakkında Arapça bir konuşma istense ben böyle bir konuşma yapabilir miyim?

2. Kendilerine Arapça öğrettiğim öğrencilerimden, günün birinde İlkokul düzeyinde bile olsa, matematik ve geometri dersi vermem için bana bir teklif gelse halim ne olur? Onların karşısında ne duruma düşerim?

3. Bir gün öğrencilerimden biri bana, «Hocam, insan İskeletini meydana getiren kemiklerin her birinin Arapça adını biliyor musunuz?» diye bir soru yöneltecek olsa, ben ona nasıl bir cevap veririm? Üstelik Arap ülkelerinde okutulan çok basit bir biyoloji kitabını eğer getirir ve bana: «Bakınız hocam! Adlarını bilmediğiniz kemiklerin, her birinin üzerinde adı yazılı bulunuyor ve bu kitap Arap ülkelerinde İlköğretim okullarında okutuluyor; siz bu dereceye düşmüş bilgisizliğinizi nasıl açıklayabilirsiniz?» derse, ben ona nasıl bir yanıt verebilirim, ben bunu nasıl açıklayabilirim?

Evet kimliklerini ve faaliyetlerini gizleyerek halâ ortaçağ kilise sistemiyle «sarf ve nahuw» dersleri vererek yüzlerce gencin hayatını karartan bu müderris efendilere eğer sadece yukarıdaki sorular yöneltilecek olsa bile bu şahısların kim oldukları ve topluma verdikleri zarar ve yıkımın yanında Arapçanın karşısında da ne büyük birer engel oluşturdukları ortaya çıkacaktır. Fakat Türkiyede hiçbir medya kuruluşunun bu şahıslara bir muhabirini gönderip onlarla küçük bir röportaj yapmayı bile (bilinçli olarak) düşünmediğine göre, bu adamların sırf Arapçaya zarar vermeleri için «Derin Devlet» tarafından nasıl korunduklarını kanıtlamaktadır. Çünkü bu medreselerin her biri bir tarikatçı cemaate aittir. Ve çünkü lâikçi rejimi ayakta tutan en güçlü destek bu odaklardan gelmektedir!

Bu medreselerde Arapçanın karşısında zincirleme birçok engel daha vardır. Bunlardan biri de ders anlatımında kullanılan Kürtçedir. Uygar dünyadan soyutlanmış bir bölge olduğu için, buralarda, hiç kimse bu sorunun üzerinde durmayı aklının ucundan bile geçirememiştir.

Tekrar etmekte yarar vardır ki Türkiyeli gençler -hangi kökenden olurlarsa olsunlar- her şeyden önce Türkçe hakkında en ileri düzeyde bilgi sahibi olmadıkları ve onu en başarılı biçimde kullanamadıkları sürece herhangi bir yabancı dili ve tabiatıyla Arapçayı da hakkıyla öğrenme şansını elde edemezler. http://kitap.ihya.org/arapcaninonemi.php?t2=oku&t4=&an=4&sn=205#ihya-205

 

 

3. Bilgisizlik Engeli.

Çok genel bir kavram olan bilgisizliğin, Arapçaya engel oluşturan nedenlerden biri olarak burada özelleştirilmesini yadırgayanlar olabilir. Çünkü bilgisizlik, tabiatıyla -Arapça da dahil olmak üzere- hemen her şeyle birlikte söz konusu olabilecek bir kavramdır. Bilgisizlik, birçok yanlışlığın ve başarısızlığın nedeni olarak sık sık işlenen genel bir sorundur. Bu nedenle Türkiyede Arapçanın karşısına çıkan çok özel, çok belirgin ve somut engeller arasında bilgisizlik gibi genel bir sorunun gösterilmesini tuhaf karşılayanlar olabilir. Ancak önemle vurgulamak gerekir ki bu görüşte olanlar, salt bilgisizliği, sık tekrarlarla birçok olumsuzluğun temel nedeni olarak göstermekten de kendilerini alamazlar. Onun için özellikle Arapçanın karşısına -çok yönlü ve çok sonuçlu olarak- çıkan bilgisizliği, bu önemli ilgiyle burada biraz irdelemekte yarar vardır. Kaldı ki burada Arapçaya ilişkin bilgisizlikten ilk amaç, bu dil hakkındaki genel bilgisizliktir. İkinci amaç da bu sorunun yine Türkiyede birkaç araştırmacıdan başka hiç kimse tarafından bilinmediğine dokunmaktır.

Bu tespitten de anlaşıldığı üzere, pek farkına varılamayan bu engelin sebep ve sonuçları son derece ilginçtir. Bilgi ve onun tersi olan bilgisizlik, binlerce yıldır filozofları ve düşünürleri meşgul etmektedir. Bilgisizliğin doğurduğu hemen hiçbir sonuç hayırlı ve yararlı değildir.

Önce vurgulamak gerekir ki bilgisizliğin nedenleri çoktur. Sonuçları da sayılamayacak kadar çoktur ve -tabir caizse- dallı budaklıdır. Çünkü bilgisizlik, zincirleme olarak birbirini doğuran birçok tehlikeye ve tahmin edilmedik yanlışlıklara, olumsuzluklara ve karmaşaya kaynaklık eder. Bu sonuçlardan biri de yararlıyı zararlıdan ayırt edememektir. İşte bu yönü ile bilgisizliğin sonuçlarından biri de konumuzu çok yakından ve ilginç bir açıdan ilgilendirmektedir.

Bilgisizliğin ya da bilgi eksikliğinin, son derece ilginç olarak nitelenebileceği belki tek yer, bilgiyi bilgisizlik aracılığıyla aramaktır. İşte bu, çok tehlikeli ve çok vahim bir eylem ve davranıştır. Günümüz Türkiyesinde pek yaygın biçimde yapılan yanlışlık budur. Arapça ile ilgili olarak da bu yanlışlık karşımıza sık sık çıkmaktadır.

Bilgisizliğin, önemli sonuçlarının başında Türkiyede eğitim sistemlerinin rasyonel, bilimsel ve çağdaş olmaması gelmektedir. Türkiyede gerek rejimin yönlendirdiği ideolojik eğitim, gerek tarikatların ve çeşitli sivil kuruluşların, gerekse ailelerin uyguladığı ırkçı-gerici eğitim şekilleri akılcılıktan, bilimsellikten ve çağdaşlıktan uzaktır. Bu uygulamaların hemen tamamı geleneklere dayanmaktadır ve tabiatıyla çarpıktır. Özellikle rejimin yönlendirdiği eğitim sistemi çok daha çarpıktır. Çünkü rejimin bütün uygulamaları ideolojiktir, lâikçidir, dayatmacıdır, şekilcidir ve inatçıdır. Rejimin bu konuda sergilediği dayatmacılık, inkârcılık ve inatçılık buraya sığdırılamayacak kadar büyük bir sorundur. Bunun, yakın gelecekte çözümlenmesi de hemen hemen mümkün değildir.

Türkiyede eğitim uygulamaları, akılcılıktan ve bilimsellikten uzak olduğu için bu uygulamaların etkisinde kalan toplumun genelinde kör taklit, insanbiçimcilik, putçuluk ve hurafecilik yaygınlaşmıştır. Bu olgu ise büyük ölçüde kültür fukaralığına zevksizliğe ve görgüsüzlüğe yol açmıştır. Nitekim halkının yüzde doksan dokuzunun «müslüman» olduğu ileri sürülen Türkiye toplumunda bugün, Kurândaki evrensel gerçeklerden ve bu gerçeklere insanı büyük ölçüde götüren edebiyattan, şiirden, sanattan, felsefeden hukuktan, adaletten ve mantıktan, pozitif bilimlerin hikmet ve sırlarından anlayan ve bunlardan zevk alanlar, ders ve ibret çıkaranlar, belki yüz bin kişiyi bile geçmemektedir! Toplumdaki bu yaygın gafletin bir gerçek olup olmadığını test etmek zor değildir. Dilerseniz, siz de her gün beş on kişi ile kuracağınız sıcak sohbetler sırasında örneğin; küreselleşme, çevre kirliliği, kitle imha silahları, uyuşturucu maddeler, salgın hastalıklar, terör, açlık, yoksulluk, sağlık, özgürlükler, insan hakları, medeniyetler savaşı, masonluk, Siyonizm, dünya barışı, moda, sinema, müzik ve spor gibi günümüzde tüm insanları meşgul eden konulara bir bahane ile giriniz. Ondan sonra etrafınıza bakınız, çevrenizdeki insanların sizi ne kadar tuhaf bakışlar arasında dinlediklerini ve genelde sizi anlamadıklarını gözlerinizle göreceksiniz. Demek ki örneğin, sırf cep telefonu kullanmak, televizyon seyretmek ya da kravat takmak, bilgili, bilinçli ve uygar olmak anlamına gelmemektedir.

Yabancı dilin, Özellikle Arapçanın (bir ilim ve uygarlık dili olarak) ne kadar önem taşıdığını kavrayabilmek , şüphesiz yeterli bir kültürel seviye ile ancak anlaşılabilir. Oysa bugün örneğin nefes borusu ile yemek borusunu birbirinden ayırt edemeyen, hücrenin, dokunun, alyuvarın, atomun, molekülün, adlarını bile hayatında bir kez olsun duymayan, karenin ve üçgenin bile alanını hesaplayamayan, baz ile asit arasındaki farktan haberi bulunmayan, zifiri karanlıkta bile karanfille gülün kokularını birbirinden nasıl fark edebildiğini anlatamayan, Türkiyeyi dünya haritası üzerinde gösteremeyen, hatta okuma yazma bilmeyen milyonlarca insan bu ülkede yaşamaktadır. Bunların dünyaya getirdiği ve sözde okullara gönderip yetiştirdiği milyonlarca insan daha vardır ki bu ailelerin ve çevrelerinin etkisinden hiçbir zaman kurtulamadıkları için –ne kadar öğrenim görürlerse görsünler-, bunların da uygarlıktan yeterli bir nasip alamadıkları ve alamayacakları açıktır. Nitekim bu ülkede doktor, Mühendis, avukat ve ekonomist gibi uzun yıllar eğitim görmüş, yüksek ihtisas yapmış nice insan vardır ki görgüden, saygı ve sevgiden yoksundurlar.

İşte uygarlığa ve onun yabancı diller gibi önemli araçlarına direnen Türkiyenin genel manzarası budur. Bilgisizliğin ve kültür fukaralığının doğurduğu zihniyet bozukluğundan sebeptir ki Avrupa olarak bildiğimiz uygar dünya, Türkiyeyi bünyesine almamak için direnmektedir. Bunun yanı sıra, dünyanın en perişan milleti olan Arap camiası bile Türkiyeyi bu yüzden hiçbir zaman İslâm aleminin organik bir parçası olarak görmek istememiştir. Bilgisizliğin ve kültür fukaralığının müteselsil biçimde doğurduğu birçok olumsuzluktan yararlanmak için Amerika ve İsrail gibi süper güçler de sadece sömürü amacıyla Türkiyeye yanaşmışlardır. Böylece yabancı milletlere ve dillerine karşı Türkiyenin duyduğu yersiz ve sebepsiz ürküntü, onu dünyada yapayalnız bırakmıştır. Bu gerçeği, bugün Türkiyede binlerce insan, «Türkün Türkten başka dostu yoktur» sözü ile dile getirmektedir.

Hiç kuşku yok ki yabancı düşmanlığı ve yabancı dillerden ürkmek uygarlaşmaya engeldir. Uygarlaşmanın bir yolu da yabancı milletlerle tanışmak onların bilime, sanata ve yaşama yaptıkları katkılardan ve hizmetlerden yararlanmaktır. Bu imkânı elde edebilmek için elbette yabancı dile önem vermek gerekir. Bu dillerin başında ise Arapça gelmektedir. Onun için günümüzde birer süper güç haline gelmiş olan Amerika ve İsrail, Arapçaya büyük önem vermektedirler. Oysa Türkiye, Arapçaya ve Ortadoğuya sırf kendi çıkarları için de olsa önem vermeye daha önceliklidir. Hem büyük yer altı zenginliklerine sahip bulunan bu ülkelere komşudur, hem de gerçekçi anlamda olmasa bile bu ülkelerle «tarihi ve kültürel bağlarla» irtibatlıdır. Ne var ki çeşitli faktörlerin de etkisi altında yaygınlaşmış bulunan bilgi eksikliği ve kültürsüzlük dolayısıyla bu ülke insanı manevi diğerlere karşı büyük ölçüde kayıtsızdır. Bu değerlerin başında ise Arapça gelmektedir.

Bilgisizlik, bilgi eksikliği, ya da yanlış bilgi, Türkiye toplumunda birbirini doğurmuş olan çeşitli ahlâk ve zihniyet bozukluklarının da aynı zamanda temel kaynağıdır. Bu sorunların başında ırkçılık, ayırımcılık ve yabancı düşmanlığı gelmektedir, örneğin son yıllara kadar Türkiyede yaygın bir Yunan düşmanlığı, Ermeni düşmanlığı, İran düşmanlığı ve Arap düşmanlığı vardı. Bu tutumun temelinde elbette ki başta bilgisizlik yatmaktadır. Bu eğilim, günümüzde -Avrupanın baskısı altında- hızını biraz kesmiş ise de egemen azınlık tarafından yeniden körüklenebilir!

Ayırımcılık, toplumun anlayışına da egemendir. Nitekim bu zihniyetten dolayı halk: Sünni-Alevi, lâikçi-dinci, muvahhit-putçu, hanîf-tarikatçı, ortodoks-heterodoks, sağcı-solcu, ilerici-gerici, dindar-dinsiz, mütesettire-dekolte ve hatta cahil-kültürlü diye çeşitli karşıt gruplara ve kamplara ayrılmıştır. Yasalar sözde ayırımcılığı yasaklamış olmasına rağmen Kürtlere, Araplara ve daha nice etnik gruplara, -yakın geçmişe kadar- kendi dilleriyle konuşmak bile yasaktı. Binlerce yıldır, kullandıkları orijinal dillerini bu kitlelere yasaklamanın acaba açıklaması nasıl yapılabilir? Her yasak, acaba zorla gerçekleştirilebilir mi? Eskiden şimdiye kadar -çok sıkı denetimler altında bile olsa- yasaklanmış her inanç, her düşünce ve her gelenek acaba tamamen ortadan kaldırılabilmiş midir, yoksa bunlar çok mu daha köklü biçimde yerleşmiş ve yayılmışlardır? Seksen yıldır Kürtçeyi ve Arapçayı yasaklamak Türkiyeye acaba ne gibi yararlar sağlamıştır? Bütün bu uygulamalar karşısında bugüne dek susmuş bulunan bir toplumun mantığından söz edilebilir mi? Bu sorular, ilim platformlarında uzmanlarca tarafsız olarak tartışılmaya gerçekten değer.

Bilindiği üzere Türkiye, uygar dünyanın baskısına daha fazla dayanamayarak nihayet Kürtçeyi ve Arapçayı şimdilik belli sınırlarda serbest bırakmıştır. Fakat Avrupanın baskısı altında alınmış olan bu kararda samimiyet ve dürüstlük var mıdır? Hem ayırımcılığı yasaklamak, hem de şu veya bu kitleye; sen -İngilizce, Fransızca ve Almanca konuşabilirsin- ama kendi ana dilini konuşamazsın, sen çocuğuna şu ismi veremezsin, sen şu kıyafeti giyemezsin diye engeller koymak acaba ne anlama gelir? Bu çelişkiler uygar dünyaya nasıl anlatılabilir? Üstelik zaman zaman bazı yetkililer tarafından «Bin yıldır birlikte yaşadığımız Kürtlere ve Araplara Türkçeyi öğretememiş olmak büyük ayıptır» şeklinde verilen acımasız, seviyesiz ve saygısız demeçler, bu ülkeye ne kazandırabilir?!!!

Elbette ki bütün bunlar -ahlâksızlıktan çok- temelde bilgisizliğin ve onun kronik aşaması olan idraksizliğin sonuçlarındandır. Çünkü bu sözleri sarf eden insan, bir an için kendini ve mensubu olduğu egemen azınlığı başka dille konuşan bir çoğunluğun içinde küçük bir kitle olarak tasavvur edecek olsa, herhalde biraz daha düşünerek, daha dikkatli konuşmak zorunda olduğunu öğrenebilecektir. Ancak terbiye sınırlarını aşmamak için önce ağır baskı görme gereğini duymak, hele bunu bir kural olarak benimsemek vahimdir.

İşte bu idraksizliğin bir sonucudur ki dünyanın en zengin, en köklü ve en ünlü dili olan Arapça, Türkiyede, içinden çıkılmaz bir dizi sorunun konusu haline getirilmiştir. Aşağıdaki tespitlere bakınız, Arapça Türkiyede hangi odaklarca, nerelerde ve nasıl içinden çıkılmaz bir sorunlar yumağına dönüştürülmüştür; şimdi de bu nokta üzerinde biraz duralım.

1. İmam-Hatip Liselerinde sözde Arapça öğretilmektedir. Oysa bu okullarda gerek ders verenlerin, gerekse mezun olanların hiç biri Arapçayı yazılı ve sözlü anlatımda kullanamamaktadır.

2. İlâhiyât Fakültelerinde de durum bundan farksızdır. Ne bir ilâhiyat profesörü, ne de onun mezun ettiği hiçbir öğrenci, Arapçayı sözlü ve yazılı anlatımda kullanamamaktadır. Prof. Dr. Cemal Muhtar ve Dr. Osman Zeki Soyyiğit gibi, bir iki nadir istisna, bu gerçeği yalanlamaya kalkışacaklara kanıt olarak elbette ki yetmeyecektir! Kaldı ki bu iki zat ve benzerleri, Arapçayı Türkiyede değil, öğrenim gördükleri Arap ülkelerinde öğrenmişlerdir.

3. Türkiyede çeşitli tarikat cemaatlerine ve şeyhlere ait Kurân kursları ve medreseler halen faaliyet göstermektedirler. Bu kurs ve medreselerin hepsinde de sözde Arapça tedrisat yapılmaktadır. Fakat buralarda da ne hiçbir hoca, ne de onun okuttuğu ve mezun ettiği hiçbir öğrenci Arapça bilmektedir. Bunlar sadece gramer kurallarını ezberlerler.

Bu medreselerde: Emsile, Bina, İzzi, Avamil, Zuruf, Terkib, İzhar, Kâfiye, Şarhul-Muğnî, Hallul-Maaqid, Sadullah Gewra, Netaic, Elfiye Şerhi ve Molla Cami gibi sırf gramer kitapları okutulmaktadır. Bunların çoğunu öğrenciler –aynen Kurân ezberler gibi- ezberlemektedirler. Esasen bu ilkel uygulamanın temelinde de yine bilgisizlik yatmaktadır. Çünkü bu medreselerde ders veren hocalar o kadar bilgiden yoksundurlar ki bunlardan bir tek kişi bile örneğin «iki kere iki dört» cümlesini Arapça söyleyecek kadar bir Arapça bilgisine sahip değildir! Bu gerçek konusunda kuşkusu bulunanlar, medrese hocalarına ve hatta ilâhiyat profesörlerine gidip, örneğin şu on basit cümleyi, Arapça söylemelerini isteyerek onların ne durumda olduklarını gözleriyle görebilirler. Evet bu adamlara örneğin şu cümleleri veriniz:


1. Adam çıt bile çıkarmadı.
2. Kaza, üç kişinin yaralanmasıyla sonuçlandı.
3. Umarım verdiğin sözde durursun.
4. Artık yürüyecek durumda değil
5. Neredeyse elimden düşecekti.
6. kendini savunmak için elinden geleni yaptı.
7. Delili ortaya koyunca, karşıtını susmak zorunda bıraktı.
8. Onun tekrar dönmesi, uzak bir ihtimal değildir.
9. Çabaları boşa çıktı.
10. İşkence en büyük suçtur.

Evet bu on cümleyi, Türkiyeli İlâhiyat profesörlerine, imamlara, müftülere, Kurân kursu ve medrese hocalarına ve hatta onların olağanüstü bir saygı ile yücelttiği tarikat şeyhlerine veriniz ve onlardan bu cümleleri Arapçaya çevirmelerini rica ediniz. Bunlar arasında edep ve görgüden biraz nasip almış olanlardan çok azının, nasıl susup belki de sizden özür dilediklerini, geriye kalanların ise nasıl öfkelendiğini ve sizden intikam almak için tahmin edilmedik yollara baş vuracaklarını bizzat görecek, hayretler içinde kalacaksınız!

Evet, Türkiyede din adamlarının ve medrese hocalarının hemen tamamı, Arapçayı, -orta düzeyde basit bir günlük hayat dili olarak bile- kullanamamaktadırlar. Örneğin kırk yılı aşkındır Siirtte Arapça ders okutulan ve çevreden çok büyük destek gören medreseler, yasalara rağmen halen faaliyetlerini sürdürmektedirler. Bu medreselerde ders veren sözde müderrisler bile gramatik Arapçayı kullanamamaktadırlar ve Arapça modern yayınları anlayamamaktadırlar. Bu hocaların hiç biri, hayatında bir kez bile herhangi bir konferansa, bir sempozyuma, bir panele katılmamış, bir forumda, toplumu, insanlığı ve dünyayı ilgilendiren herhangi bir konuda Arapça bilimsel bir konuşma yapmamıştır! Üstelik bu hocaların tümü de Siirtli ve Arap kökenlidirler! Bu sorunun nedenleri gayet açıktır ve şöyle özetlenebilir:

Türkiyede (Arap filolojisi hariç), Bu okul, medrese ve kursların hiç birinde, Arap ülkelerinde öğrenim görmüş, Arap kökenli bir öğretim üyesi çalıştırılmamaktadır. Arap Filolojisinde de sürekli değil, arada bir sözleşmeli personel olarak çalıştırılan sadece bir iki Arap kökenli öğretim üyelerine önem verilmediği için bu elemanlar Türkiyede uzun zaman kalamamaktadırlar. Oysa Batı dillerini öğreten üniversitelere dışarıdan getirilen sözleşmeli personel sayısı hem çoktur, hem de bunlara (aşağılık kompleksi biçiminde kendini gösteren aşırı hayranlıkla) oldukça önem verilmektedir.

Bu nedenlerin yanında ayrıca şu nokta çok önemlidir: Türkiyedeki din okullarının tamamında, keza medrese ve Kurân kurslarında sözde ders veren hocaların hepsi Türk ya da Kürt kökenlidir. Bu şahısların hiç biri, Arapçayı yazılı ve sözlü anlatımda kullanamamaktadır. Tabiatıyla başkalarına da bu dili öğretme imkânına sahip değildirler. Onun için bu hocaların tümü, sadece gramer kurallarını okutmaya çalışmaktadır. Sarf ve nahuw kuralları dışında Arapça olarak hiçbir şey bilmemektedirler. Bu insanlar Arapçaya o kadar yabancıdırlar ki okuttukları Nahuw ilminin adını bile yanlış telaffuz ederler. Nitekim bu hocalar da dahil Türkiyede Arapça ile ilgilenen yüz binlerce insan bu kelimeyi «nahiv» şeklinde yanlış telaffuz etmektedir!! Bu dereceye varmış olan bilgisizliğin karşısında ürpermemek mümkün değildir.

Bu nokta üzerinde eğer biraz derin düşünecek olursak özellikle Arapça ile ilgili olarak bilinçli bir bilgisizliğin ön plâna çıktığını görürüz. Bunu şöyle açıklamak mümkündür:

Yukarıda adları geçen okullar ve fakülteler tabiatıyla devlete aittirler. Öyle ise devlet, hem bir yandan Arapça bilmeyen «öğretim görevlilerini» sözde bu dili öğretmek için adeta bilinçli olarak kullanmakta, öbür yandan da yüz binlerce öğrenciyi yanıltmaktadır! Tekrar etmek gerekir ki devleti yönetenler, bu noktada bilinçlidirler. Örneğin gerek YÖK, gerekse Milli Eğitim Bakanlığı bu durumu çok net biçimde bilmektedir. Dolayısıyla bu kurumları yöneten insanların, bilgisizliği bilinçli olarak özendiriyor olmaları, açıklaması mümkün olmayan bir çelişkidir. Bu durumdan Elbette ki eninde sonunda Avrupa haberdar olacaktır. İşte o zaman Türkiye bu çelişkiyi büsbütün açıklayamayacaktır.

Bu dünyada beşerin yaptığı hiçbir şey gizli kalmaz. Hele somut ve çarpıcı gerçekleri sonsuza kadar gizlemek mümkün değildir. Aynı zamanda ne bir toplumu, ne de tüm dünya insanlarını uzun zaman yanıltmak mümkün olamamıştır. Bunu göze alabilen iktidarların, koydukları yasaların, kurdukları organizasyonların, hazırladıkları müfredatların, ve nihayet onları iktidar yapan zihniyetlerin bir gün en az bu satırlarda bütün dünyaya deşifre olduklarını bir an için düşününüz; aymazlığa, bağnazlığa, idraksizliğe ve nihayet inada ve acımasızlığa kadar varan bilgi yoksulluğunun sözde devlet adamı olmuş, öğretim üyesi olmuş, binlerce insanı aklın, bilimin ve mantığın karşısında hangi düzeylere düşürebileceğini ibretler içinde takdir edebilirsiniz. Gerek bu zihniyet, gerekse onun desteğindeki din okulları, Kurân kursları ve medreseler, hiç kuşkusuz idraksizliğe dönüşmüş bir bilgi yoksulluğunun ürünüdürler. Nitekim eğer bu toplum Kurân ile tanışmış olabilseydi İslâmın temel dili olan Kurânın diline önem verecek, hatta Türkçe, Kürtçe ve benzeri azınlık dilerini de Arapça sayesinde geliştirme imkânını elde edebilecekti.

Yetmiş milyon nüfuslu Türkiyede bugün çok iyi düzeyde Arapça bilen en az yüz kişiye ihtiyaç duyulmaktadır. İslâmı ve dini bir kenara koysak bile sosyal bilimler alanında verimli çalışmaların yapılabilmesi ve uzman insan yetiştirilmesi bakımından ileri derecede Arapça bilgisine sahip ilim adamlarına ve istihbaratçılara Türkiyede büyük gereksinim vardır. Fakat ne ilginçtir ki bugün ülkemizde bu dili en ince ayrıntılarıyla çok iyi düzeyde bilen ve onu her alanda kullanma yeteneğine sahip olan sadece birkaç kişi bulunmaktadır. Özellikle üç kişi, bu konunun üstatları sayılırlar. Bunlardan Prof Dr. Cemal Muhtar ile Dr. Osman Zeki Soyyiğit büyük bir ihmale uğramışlardır. Bir üçüncüsü daha vardır ki O da hem çok pasif bir mevkide çalıştırılmaktadır, hem de «intihal» gibi çok ağır bir ahlâkî kusur nedeniyle geniş bir çevre üzerinde olumsuz etkiler bırakmıştır!

Medrese ve Kurân kurslarına gelince bunlar, tarikatçılar ve Nurcular tarafından organize edilen odaklardır. Tabir caizse «kitaba uydurularak!» resmi statüye kavuşturulmuş çok az sayıdaki kursların dışında Türkiyede binlerce kurs ve medrese halen «illegal» olarak faaliyet göstermektedir. Bu çevrelerin tamamı «derin devletin» denetimi ve koruması altındadır. Türkiyedeki bütün medrese ve Kurân kurslarında da temelde bilgisizlikten kaynaklanan büyük yanlışlıklar sürüp gitmektedir. Bu yanlışların en büyüğü ise, Kurânın dilini bilmeden onu anlamanın mümkün olamayacağını önemsememektir. Asırlardır sürüp gelen ve zihinlerde kemikleşmiş bulunan yöntem bozuklukları, telaffuz bozuklukları, müfredatta disiplinsizlikler, kaynaklardan yararlanamama sorunları ve sapkın yorumlar üst üste yığılarak içinden çıkılmaz bir hal almıştır.

Yukarıda (son satırlarda) özetlenen sorunlar, Kurân kurslarını ve medreseleri Türkiyede (üfürükçülük, büyücülük, muskacılık, falcılık, mealcilik, cevşencilik, tefriciyecilik, hurafecilik, Ölücülük, medyumculuk, Nurculuk ve tarikatçılık) gibi çok yönlü tehlikelerin kaynağı haline getirmiştir. Bu tehlikelerin her biri, bu çalışmanın sınırlarını aşan ayrı ve son derece önemli birer konudur. Bunları inceleyip araştırmak ise sosyal bilimcilerin işidir.

Bilgisiz, kültürsüz hocaların ve din adamlarının elinde kalmış olan Arapça gibi bir uygarlık ve bilim dilinin Türkiyede ne büyük engellerle karşı karşıya bulunduğu, işte bu çarpıcı kanıtlar ışığında bir nebze ortaya konmuş oldu.

Bu günleri hazırlayan eski dönemlerde de durumun pek farklı olmadığı, mevcut birçok belge ve kanıtlardan açıkça anlaşılmaktadır. Bilhassa Osmanlı Devletinin yıkılmak üzere olduğu dönemde «İlmiye sınıfı» diye nitelenen «din adamları» her bakımdan çok cahil idiler. Nitekim bakınız Mehmet Akif Ersoy Safahâtında (Süleymaniye Kürsüsü bölümünde) onlar için ne diyor; Şairin mısraları aynen şöyle:

Hele ilmiyye bayağdan da aşâ bir turşu,
Bâb-ı fetvâ denilen daire ümmi koğuşu.

Evet, Mehmet Akif Ersoy, son Osmanlı döneminin istisnasız bütün din hocalarına «turşu» diyor ve önemli bir bakanlık statüsüne sahip Şeyhülİslâmlık kadrosunun tümünü «ümmi koğuşu», yani okuma yazma bilmeyenlerin kampı diye nitelemekten çekinmiyor.

Osmanlı Devleti yıkıldığı sıralarda «din adamları» böylesine belgesel biçimde teşhir edilecek kadar bilgiden yoksun bulunduklarına göre, onların hiç Arapça bilmedikleri de bu tespitten anlaşılmaktadır. Bu tespiti destekleyen bir belge de, -Pensylvania Dickinson Collage öğretim üyelerinden- ünlü Araştırmacı-Yazar, David Dean Commins tarafından yayınlanan, «İslâmic Reform; Politics and social change in Late Ottoman Syria» adındaki eserde yer almaktadır. Yazar aynen şöyle diyor:

«27 Ocak 1896da Kasımî ile beş arkadaşı, (sorgulama görevini, -herhalde kadı Arapça bilmediği için- Manininin yüklendiği) Özel Tahkikat Komisyonu önüne çıkar».

Bu belgeden açıkça anlaşılmaktadır ki, Osmanlı Devletinin, Arap eyaletlerinde görevlendirdiği hakimler bile kesinlikle Arapça bilmiyorlardı!

Türkiyeli «din adamları», aynen dünkü selefleri gibi, bugün de Kurânın dilini bir yaşam dili olarak bilmemekte ve onu yazılı ve sözlü anlatımda hiç kullanamamaktadırlar. Bu da şu anlama gelmektedir. Onlar her ne kadar Arap dil gramer kurallarını (en az on yıl kadar) sırf ezberlemeye çalışıyor iseler de, (Arapçanın terim ve deyim bilgisi, Türkçeye asla çevrilmesi mümkün olmayan yüzlerce yoğun sözcüklerin anlamları, Arap dil mantığı, klâsik metinler ve cahiliyye şiirleri ile Arap dili edebiyatının çeşitli üslup ve esprileri hakkında) hemen hiçbir şey bilmemektedirler. Örneğin Türkiyeli hiçbir «din adamı», ya da ilâhiyat profesörü, (fesâhat ve belâgat kurallarına uygun olarak; örneğin; gerektiği yerlerde, efâl-i mukarebeyi, efâl-i teaccübü, temenni ve teracci edatlarını; selb ve icâb, hasr, qasr ve îcâz, lef ve neşr) gibi daha birçok anlatım üsluplarını kullanarak beş on satırlık bir yazı bile yazamaz, beş dakika bile ahenkli ve uyumlu bir konuşma asla yapamaz.

İşte Arapça hakkındaki bilgisizlik sorununun özeti budur.

http://kitap.ihya.org/arapcaninonemi.php?t2=oku&t4=&an=4&sn=206

 

 

 

4. Çarpık Zihniyetten Ve Bağnazlıktan Doğan Engeller.

Hemen ifade etmek lâzımdır ki bu engel tarikatçılardır ve onların gerici zihniyetidir. Hiç bir zaman hiç bir noktada birleşememiş olan tarikat örgütleri Arapçanın önünü tıkamak için adeta omuz omuza vermişlerdir.

Tarikatçılar, Başta Ezher Üniversitesi olmak üzere, Arap ülkelerindeki eğitim ve öğretim kurumlarında Türk kökenli öğrencilerin okumasını hiç bir zaman istememişlerdir. Onlara ait tekke medreselerinde bir süre kalmış, ancak kaçamaklar sayesinde aydınlanabilmiş gençler arasında, Arapça öğrenmek üzere Yurt dışına giden öğrenciler, bu cemaatler tarafından «baş belâsı» olarak damgalanmış, adeta aforoz edilmişlerdir. Bu öğrenciler yurda dönüş yaptıktan sonra –resmi görev alamadıkları için- iş bulmak üzere başvurdukları tarikat şeyhleri ve örgütleri tarafından boş çevrilmişlerdir. Ezherlilere ve öbür Arap üniversitelerinden mezun olanlara karşı tarikatçıların koyduğu gizli ambargo son yıllarda işe yaramayınca bu kez bizzat kendileri, beyinlerini yıkadıkları öğrencilerini bu okullara göndermeye başlamışlardır. Bundan güdülen amaç son derece açıktır. Beyinleri yıkanan tekke öğrencileri sözde «Arapların ve özellikle Vahhabilerin sapıklıklarını aşılanmadan» (!) dillerini öğrenecek ve döndükten sonra yine tekkeye bağlılıklarını sürdüreceklerdir. Üstelik Arapçayı da mükemmel öğrenmiş elemanlar olarak bu kez öbür aydın öğrenci kesimine karşı bir cephe oluşturacaklardır. Nitekim öyle de olmuştur.

Özellikle Tarikatçıların Mekkedeki Ummuul Qura ve Medinedeki El-Camiatul-İslâmmiye Üniversitelerine gönderdikleri öğrencilerin çoğu, orada bulundukları sürece takiyye yapmış, Haremeyn imamlarının arkasında namaz kılmak zorunda kaldıklarında bile onlara iktida etmemiş, Türkiyeli hacılar arasında yıkıcı propagandalar yapmış ve döndükten sonra da yine tekkede Emsile, Bina, İzhar ve benzeri çağdışı kitaplarla sözde Arapça dersi vermeye devam etmişlerdir. Aynı zamanda, «28 Şubatçılar» tarafından kovulan tarikatçı İlahiyat profesörlerinin hiç biri işsiz kalmamış, onlara, bağlısı oldukları cemaatler tarafından iş bulunmuştur.

Gerek statükocuların bu konudaki politikaları, gerekse tarikatçıların bu politikalarla örtüşen tavırları tamamen ideolojiktir. Türkiyeli Arapça öğrencisinin bilmesi gereken en önemli noktalardan biri de işte budur. Oysa mantıklı bir ilim yolcusuna göre ideoloji, bilimin karşısında engel oluşturamaz. Onun için gerekçesi ne olursa olsun, Türkiyede Arapça öğrenmeyi yasaklayan bir zihniyet daima tepki görecektir. Ancak bu haklı tepkiyi gösterebilecek aydın insanlara ihtiyaç vardır. Daha doğrusu şimdiye kadar gizli bırakılmış olan bu sorun hakkında insanları aydınlatma zamanı artık gelip çatmıştır. Bu nedenle başta öğrenciler olmak üzere toplumun aydın kesimleri Arapçanın önüne dikilmiş olan bütün gizli engeller hakkında bundan böyle bilgi sahibi olabileceklerdir.

Bu esrarlı engellerin temelini oluşturan çok önemli bir noktaya burada kısaca temas etmekte yarar vardır. Tarih boyunca İslâmı paylaşmada ilginç hilelere başvuran, bu konuda kıyasıya rekabete girişen ve birbirini ölesiye kıskanan Araplar ve Türkler, İslâmın ve onun getirdiği bilim ve uygarlık kurumları üzerinde büyük yıkımlara neden olmuş, sonuç olarak kendileri de tarihin sahnesinde çökmüşlerdir.

Kurândaki arı İslâmı, tarih boyunca sırf bir Arap dini olarak damgalayan Türkler, Tarikatlarıyla, tekkeleriyle, mezarlık ve ölü kültleriyle, Arapçaya bakış açılarıyla kendilerine özgü bir din örmüşlerdir. Son bin yıl boyunca Türklerin egemenliği altında yaşamış olmayı zül sayan Araplar da yüzyıl kadar önce gösterdikleri şiddetli tepkilerden biri olarak İslâmı sırf kendilerine ait bir kültürel kurum gibi görmeye başlamışlardır. Bu iki farklı tepki birçok alanda yıkıcı sonuçlar verdiği gibi, «Ümmet dili» olarak algılanması gereken Arapçaya bakış açısını da değiştirmiştir.

İşte tarikatçıların Arapçaya bakış açısı bundan kaynaklanmaktadır. Nitekim Hint dinlerine dayanan ve Türkistanda kurulan Nakşibendi Tarikatının şeyhleri, medreselerinde, Arap olmayan Birgili Mehmed Efendi, Molla Cami ve Cürcüni gibi yazarların eserlerini okutmaya daha çok ağırlık vermişlerdir. Aynı zamanda eski Arap medreselerine özgü: sınav, ödev, kompozisyon, müzakere ve münazara gibi sistemleri; matematik, fizik, kimya, ve biyoloji gibi pozitif bilimlerin okutulmasını yasaklamışlardır. Bundan amaç; Arapçayı bir yaşam dili olarak değil, sadece onu kutsal metinlerin okunmasına yarayan bir ibadet dili olarak akıllara yerleştirmektir. Çünkü onlara göre «Arapça konuşan insan, Araplaşmış demektir. Bu ise bir Türk insanına asla yakışmaz!» Bu gerçeğin en çarpıcı kanıtını ise Mahmut Toptaş vermiştir. Aynı zamanda bir «din adamı» olan ve «Cantaş Serisi» gibi Arapça kitaplar pazarlayarak geçinen bu şahıs, yazdığı bir sözlüğün önsözünü aynen şu satırlarla bitirmiştir: «Bu lügat arab milletinin dilini öğretmek için değil, Rabbimizin kelâmını öğretmek için hazırlanmıştır.»

Günümüzde Türkiyeli Arapça öğrencisi bütün bu gerçekleri öğrenmeden ne önündeki engellerin farkına varabilir, ne de onları kaldırmaya çalışanlara yardımcı olabilir.

http://kitap.ihya.org/arapcaninonemi.php?t2=oku&t4=&an=4&sn=207#ihya-207

 

 

5. Meâlcilik Engeli.

«Meâl» kelimesi Arapçadır ve çeşitli anlamları vardır. Konumuzla ilgili manâsı ise, kısaca kavram, ya da anlam demektir.

Bu kelime genelde, «Kurân-ı Kerim âyetlerinin Türkçe çevirisi» anlamında kullanılmaktadır.

Kurân-ı Kerimin, XI. Yüzyıldan beri Türkçe meâllerinin yazılmaya başlandığı ileri sürülmekte ise de 1961 yılından önce hemen hiçbir meâlin topluma inmediğini söylemek mümkündür. Bu da Kurandaki İslâmın, Türkiyede toplumun tabanı için çok yeni bir şey olduğunu gösteren çarpıcı kanıtlardan biridir.

Diyanet İşleri Başkanlığının 1961 yılında üç cilt halinde bir meâl yayınlamasından sonra bazı kimseler heveslenerek meâl yazmaya başlamışlardır. Önceleri, kendini yavaş hissettiren bu faaliyet, son yıllarda oldukça hızlanmıştır. Ama bu gelişmenin hayra yorulması tartışılabilir. Çünkü bu çalışmaların yetkili ve yeterli bir otorite tarafından denetlendiğini söylemek mümkün değildir. Bu ise ehil ve yeterli olmayan birçok kimseyi cesaretlendirmiştir. Her dileyenin, Kurân-ı Kerim gibi önemli bir kitabı Türkçeye çevirmeye kalkışması Türkiyede İslâmî konularda öteden beri yaşanan kaosu körüklemiş, tehlikeli boyutlara doğru her gün biraz daha tırmanan din anarşisini azdırmıştır.

Şimdiye dek yayınlanmış bulunan onlarca Türkçe meâl, kalite bakımından, birbirlerinden epeyce farklıdırlar. Bu farklar, kuşku yok ki toplumu olumsuz etkilemektedir. Gerçek şu ki, Kurân-ı Kerimi Türkçeye güzel yansıtabilen meâllerin yanında bu işlevi yerine getiremeyen meâl örnekleri de vardır. Hatta bunlar sayıca daha çoktur ve daha yaygındır.

Bütün bu meâllerin, temelde iyi niyetle yazıldıklarını kabul etsek bile, yapılan araştırmalara göre, yazarlarının kişiliği, Kurânla meşgul olmaya onları iten sebep ve ilgiler, bağlısı bulundukları cemaat ve örgütler, öğrenim ve eğitim düzeyleri, esas meslekleri ve çalışma alanları, bu şahıslardan birçoğunun, gerçek anlamda birer meâl yazarı olmadığını göstermiştir. Bunlar bir yana, onların hiç biri Arapçayı bir yaşam dili olarak kullanamamaktadır. Meselenin en vahim yanı da işte budur. Evet hiçbir Türk meâl yazarı, Arapçayı konuşma ve yazı dili olarak kullanamamaktadır!… Bu gerçeği test edip belgesel olarak saptamak, hiç de zor değildir. Örneğin KPS için hazırlanmış olan Arapça bir metnin Türkçesini bu şahıslara dağıtıp onu yeniden Arapçaya çevirmeleri istense, bunu asla başaramayacaklardır! Türkiyede İslâma karşı her gün gittikçe artan tehlikelere bir de bunu eklediğiniz zaman bu ülkede yaşanan din anarşisinin meâlcilik yüzünden yakında hangi boyutlara tırmanabileceğini ve tabiatıyla Arapçanın önündeki engellerin büyümesine de ne kadar hız vereceğini tahmin etmek güç değildir.

Mealciliğin Türkiyede Arapça eğitimine vurduğu darbe, yukarıdaki veriler ışığında ele alındığı zaman çok daha iyi anlaşılacaktır. Örneğin;

Meâl yazarı, hemen hiç eğitim görmemiş, sıradan bir Arap ile anlaşabilecek kadar Arapça konuşma ve dert anlatma becerisine bile sahip değilken, Kurân gibi edebiyat mucizesi bir kitabı nasıl Türkçeye çevirebilecektir?

Bunun cevabı çok basittir. Türkçe meâllerin hemen tamamı, aslında birbirinin kopyasıdırlar. Fakat meselenin içinde önemli bir hile vardır: Meâl yazmayı göze alan şahıs, önce piyasada ne kadar meâl varsa bunlardan birer örnek sağlar. Ondan sonra bunları harmanlayarak kendince âyetlere birer karşılık bulur. Her âyetin meâlini tespit ederken de mecbur olmadıkça mevcut nüshalardaki hiçbir cümleyi aynen alıp kopyalamaz. Buna özellikle çok dikkat eder. Tabiatıyla işin sonunda -sözde- tamamen bağımsız ve özgün bir meâl ortaya çıkar (?!) Evet, mevcut meâllerin hemen tümünün bu şekilde «Kes-yapıştır» yöntemiyle yazıldığını söylemek mümkündür.

Peki bunun, Türkiyede Arapça eğitimine ne gibi zararı vardır? Bu soruya yanıt ararken, her şeyden önce Arapçayı öbür bütün yabancı dillerle karşılaştırmak gerekir. Çünkü Arapça ile ilgilenen insanın amacı ile örneğin İngilizce, Fransızca ve Almanca ile ilgilenen insanın amacı arasında çok büyük farklar vardır. Avrupa dilleri ile ilgilenen insan, daha çok, hayatını kazanmak, popüler olmak ve yurt dışına çıkarken yabancılarla rahat iletişim sağlamak için onları öğrenmek ister. Fakat Türkiyede Arapça ile ilgilenen insan, genelde Kurân-ı Kerimin içeriğini anlamak amacıyla bu dili öğrenmek ister. Bu çok yaygın bir anlayıştır. Onun için Arapça öğrencisi, bir meâl aracılığıyla bu amacını gerçekleştirdiği inancına eğer kapılırsa Arapçaya karşı tutumu büyük ölçüde değişebilir. Tabiatıyla böyle bir kimse için Arapça artık bir dil olmaktan çıkar. Dolayısıyla bir ilim yolcusuna, bu dile ne kadar muhtaç olduğunu anlatmak oldukça zorlaşır.

Popüler Müslümanlığı kışkırtan ve spekülatif bir meslek haline getirilmiş bulunan meâlciliğin, bu yıkıcı etkisinden başka Türkçeye de ayrıca büyük zararı dokunmuştur Çünkü meâlciler, çok sık ve yaygın bir şekilde Türkçeyi Türk dil mantığına aykırı formlarda kullanırlar. Sözde Kurân-ı Kerimin metnine sadık kalmak gibi bir bahane ile izledikleri bu tutum, ne yazık ki ilim çevreleri tarafından şimdiye kadar ele alınıp irdelenmemiştir. Devleti kötüye kullanan statükocular bu durumdan çok iyi haberdar olmalarına rağmen, sırf Arapça dil eğitimi üzerindeki yıkıcı etkisini sürdürmesi için meâlciliğe hep göz yummuşlardır.

Elinize herhangi bir meâli alıp, içinden herhangi bir ayetin çevirisine bakacak olursanız, okuduğunuz cümlenin, eğitim görmüş bir Türk tarafından kurulduğuna kolay kolay inanamazsınız. Bunun doğru olup olmadığına inanmanız için meâlleri dikkatle tarayabilirsiniz. Düzgün kurulmuş, akıcı ve güncel bir Türkçe cümleye bu meâllerde çok ender olarak rastlayacaksınız.

Dilerseniz çeşitli meâllerden rasgele aşağıya alınmış birkaç örneğe bakalım ve Türk dil normlarına göre ortaya koydukları kaliteyi inceleyelim.

Örnek-1: Diyânet İşleri Başkanlığının Dr. Hüseyin Atay ve Dr. Yaşar Kutluaya hazırlattığı Meâl.

Kehf Sûresi ayet: 23-24;

«Herhangi bir şey için, Allahın dilemesi dışında: “Ben yarın onu yapacağım” deme!»

Bu cümlede oldukça arı Türkçe kullanmaya özen gösterilmiş olmasına rağmen, siz bu söz diziminin Türk dil mantığına uygun, akıcı ve doyurucu olduğuna kendinizi inandırabilir misiniz?! Acaba bu meâlin anlamını, -global olarak verebilecek- daha uygun ve anlaşılır bir söz dizimi yok muydu?

Önce ciddiyetle şunu ifade etmek gerekir ki, salt kelimelere tutunarak, Arap dil mantığı çerçevesindeki anlamıyla Yukarıdaki ayetleri Türkçeye çevirmek hemen hemen mümkün değildir. Bunun ayrıntılı açıklamasına burada girmek de yine mümkün değildir. Çünkü (yukarıdaki meâl de dahil), onun yerine, -daha anlaşılır gibi gözüken-, örneğin aşağıdaki açıklamaların hemen hiç biri, yukarıdaki ayetlerin anlamlarını Türkçeye aktaramamaktadır:


a) «Eğer Allah dilememişse, şu işi yarın yapacağım deme!»;
b) «Falân işi, yarın yapacağım deme Allah dilemedikçe»
c) «Bir işi, yarın yapacağım deme, Ancak Allah dilerse hariç…»

Örnek-2: A. Fikri Yavuz Meâli.
Tevbe Sûresi ayet : 10

«Bir mümin hakkında ne bir yemin gözetirler, ne de bir zimmet (sözleşme). İşte bunlar mütecâvizlerdir»

Müşriklerin, müminlere karşı tutumunu özetleyen bir ayetin Türkçe karşılığı olarak yukarıdaki cümleye baktığımızda şöyle bir eleştirel açıklama yapmak gerekmektedir:

Her şeyden önce Türkiyede, –kimlik kartında İslâm sözcüğü yazılı olsa bile- İslâma yabancı ve Kurânla hiç tanışmamış milyonlarca insan yaşamaktadır. Meâlciler, bu gerçeği hiçbir zaman hesaba katmamışlardır. Türkiyede Hanefist dindar azınlığın okumuşları arasında yer alan meâlciler de aynen bu kesim gibi, her gün yüksek sesle okunan ezanlara aldanarak bütün Türkiye halklarının ortodoks Sünni ya da dindar olduklarını, dolayısıyla da hemen her kesin bu ülkede Kuranla çok yakından ilgilendiğini sanarak meâllerini hazırlamışlardır. Bu sanı, meâlcilerin, yaşadıkları ülkenin sosyolojisi hakkında ne kadar bilgisiz olduklarını öncelikle ortaya koymaktadır. Örneğin yukarıdaki ayetin meâli, onların bu konudaki bilgisizliğini güçlü bir şekilde kanıtlamaktadır.

Çünkü bugün Türkiyede, «Mümin» ile «Muslim» kavramlarını, bile birbirinden ayırt edebilecek insan sayısının, birkaç bini aşmayacağı kesindir. Özellikle «Muslim» ile «Müslüman» kavramlarını birbirinden ayırt edebilecek kadar din sosyolojisinde birikim sahibi olmuş bir kimseye rastlamak hemen hemen mümkün değildir. Onun için İslâmın, adetâ her kişiye göre başka bir anlam taşıdığı Türkiyede, Kurân gibi olağanüstü bir kitabı tercümeye kalkışmak çok iddialı bir iştir. Tabiatıyla Arapça bilmedikleri için, bu konudaki büyük sorumluluğun da farkına varamadıklarından, birkaç kelimeden oluşan bir ayeti, yine birkaç kelime Türkçe ile açıklamaya çalışan meâlciler hem çok bocalamış, hem de insanların kafasını karıştırmışlardır. Yukarıdaki meâl, bu gerçeği çok açık şekilde ortaya koymaktadır.

Çünkü dikkat ederseniz, pek de ağdalı olmamasına rağmen, yukarıdaki meâlde kullanılan; «Bir mümin hakkında ne bir yemin gözetirler, ne de bir zimmet» sözlerinden, hemen hemen bir şey anlaşılmamaktadır. Bugünün kültürsüz okumuşu, hele yarı okumuşu, bu meâli nasıl anlayacaktır?! Dilerseniz, İslâmla henüz tanışmamış Türkiyeli yüz binlerce üniversite mezununa bu meâli göstererek yorumlarını alabilirsiniz. Göreceksiniz ki bunların bir kısmı, bu sözlerden hiçbir şey anlamadıklarını söyleyecek, büyük çoğunluğu ise rasgele çeşitli yanlış yorumlarda bulunacaklardır. Peki öyle ise meâl yazmanın, hele Arapça bilmeden, Arap ve Türk dil mantığı arasındaki farklar üzerinde yıllar alabilecek bir özel eğitim ve formasyon almadan böyle bir işe kalkışmanın, bu suretle de Kuran gibi yüce ve saygın bir kitap etrafında, milyonlarca insanın zihin ve vicdanında kuşku uyandırmanın ne hikmeti olabilir?!!!

Acaba A. Fikri Yavuzun, yukarıdaki sözlerinin yerine şu örneği denesek, ayetin karşılığına daha anlaşılır bir biçim vermek mümkün olur mu?

Putlara tapanlar, (Kurâna) İnanan bir kimseye karşı, ne sözleşmelerine bağlı kalırlar, ne de verilen emanete…

Tabiatıyla bu sadece bir deneme… Önemli olan, Kuranın anlaşılmasını sağlamaktır. Ancak bunu da güzel ve akıcı bir Türkçe ile yapmak gerekir. İşte meâlciler bunu başaramamışlardır. Çünkü genelde, her Arapça kelimeye karşılık, belki de sözlük yardımıyla bir Türkçe kelime bulup meâl yapmaya çalışmışlardır. Bu suretle de her kelimenin mutlaka karşılığını kullanmaya kendilerini zorlayarak hem sözü çetrefil ve anlaşılmaz hale getirmişlerdir, hem üstelik Arapçanın da yolunu tıkamışlardır.

A. Fikri Yavuzun, özellikle Vakıa Suresi”nin 75inci ayetine yakıştırdığı anlam, onun, ne kadar Arapça bildiğini ortaya koymaktadır. Bu noktayı merak edenler, gidip uzman birine meseleyi sormadan bile sözü edilen meâli, çeşitli meâllerle karşılaştırarak gerçeği öğrenebilirler.

Örnek-3: Elmalılı M. Hamdi Yazır Meâli.

Beyyine Sûresi, ayet: 1.

«Kitab ehlinden ve müşriklerden kâfir olanlar, kendilerine apaçık delîl gelinceye kadar ona iman edeceklerine dair verdikleri sözden ayrılmadılar!»

Önce okuyucuya şunu sormak gerekir:

Sözde bir ayetin Türkçe açıklaması diye kurulmuş olan yukarıdaki cümleden siz bir şey anlıyor musunuz?

Arapça bilip, vaktiyle Kurânı Kerimi inceleme imkânına sahip bulunmuş olanlar hariç, Bu soruya evet diyebilecek birinin ortaya çıkması, mucize gibi bir şeydir. Neden mi?

Dikkat ederseniz çevirmen, «Kitab ehlinden ve müşriklerden kâfir olanlar» diye bir söz etmiş bulunmaktadır. Bu ne demektir? Hem «Kitap ehli», yani hem (Hıristiyanlar ve Yahudiler), hem de müşrikler zaten kâfir değil midirler? Bunlardan bazıları, -esasen kâfir iken- nasıl yeniden kâfir olabilirler? Oysa ayetin orijinalinden açıkça anlaşılmaktadır ki, «Kitab ehlinden ve müşriklerden kâfir bulunuyor olanlar» amaçlanmıştır. Dolayısıyla eğer çevirmen; «Kitab ehli ve müşrik kâfirler», ya da «Kâfirlerden, Kitab ehli ve müşrikler» demiş olsaydı, zihinler karışmayacaktı. Mesele bu kadar basit…. Peki şimdi bu, nasıl açıklanmalıdır? Acaba, M. Hamdi Yazır, Türkçeyi iyi kullanamıyordu demek mi lâzım; hayır Arapça bilmiyordu demek mi lâzım; yoksa, Kurânı Kerimi anlayamıyordu, demek mi lâzımdır? Bu sorulara kim, nasıl cevap verecektir?

Meâlin bundan sonraki devamı da bundan pek farklı değildir. Bakınız çevirmen ne diyor:

«(…) kendilerine apaçık delîl gelinceye kadar ona iman edeceklerine dair verdikleri sözden ayrılmadılar!»

Siz, bu sözlerden de bir şey anlayabiliyor musunuz? Buna ihtimal vermek güçtür. Çünkü gerçekten, bu sözlerden bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Ve çünkü ayetin gerçek anlamını öğrendiğiniz zaman bu tespitin ne kadar doğru olduğunu göreceksiniz.

Sözde Türkçe açıklaması bu şekilde verilmiş olan ayetin, aslında anlatmak istediği şey özetle şudur: Ne Yahudiler ve Hıristiyanlar, nede puta tapanlar Kurânı Kerimle tanışıncaya kadar inançlarından vazgeçmediler.

Anlamı bu kadar açık olan bir ayeti tutup, «Kitab ehlinden ve müşriklerden kâfir olanlar, kendilerine apaçık delîl gelinceye kadar ona iman edeceklerine dair verdikleri sözden ayrılmadılar!» şeklinde çevirmenin, dolambaçlı ve anlaşılmaz olduğu kadar tamamen alâkasız ve yanlış aktarmış olması acaba nasıl açıklanabilir?

Gördüğünüz gibi topluma «Allame» olarak tanıtılan insanlar, «meâl yazarım» derken, göz kırpmadan Allahın kitabı üzerinde nasıl tasarrufta bulunmuşlardır. Bu sorunun, belki konumuzla doğrudan ilişkisi yoktur; fakat bilgisizlik ve eğitimsizlik yüzünden toplumda meâlcilere karşı duyulan güven, Arapçanın Türkiyede yolunu tıkamıştır. İşte konumuz budur. Çünkü meâl izleyerek, Kurânı Kerimin içeriğinden haberdar olmak isteyenler, meâlcilerin gerçekten Arapça bilmediklerini hiçbir zaman ne öğrenebilmişlerdir, ne de bu önemli noktayı araştırmışlardır! Bu nedenle, Arapçanın Kurânı Kerimi keşfetmek için ne kadar önemli bir dil olduğunu Türkiyede meâlcilerin etkisini yaşayan kalabalık bir kesime anlatmak mümkün değildir.

Baştan beri söylenenlere bakıldığında görüldüğü üzere, aslında Türkçe, Arapçayı taşımaya yetmemektedir. Üstelik bu yetersizliği, Türkçe anlatmak da oldukça zordur. Bu da ayrı bir sorundur.

http://kitap.ihya.org/arapcaninonemi.php?t2=oku&t4=&an=4&sn=208#ihya-208

 

 

 

6. Irkçılık Engeli.

Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı üzerine Arapların bir kesiminde kendini gösteren bu eğilim, Türkiyede karşıt bir eğilimin azmasına yol açmıştır. Bu ise Türkiyede Arapçanın karşısına çıkan engelleri biraz daha sarp hale getirmiştir. Bilindiği üzere bilhassa çağımızda en ufak bir bahane bile ırkçılığın tahmin edilemeyecek sınırlarda kabarmasına neden olabilir. Onun için özellikle eğitimli kesimin, başka ırk, millet ve etnik kitle mensupları karşısında çok dikkatli olması gerekmektedir. Başka bir milletin, bir etnik kitlenin, ya da bir inanç grubunun saygı duyduğu bir anlayışı, bir değeri, bir kutsalı küçümsemek, bu anlamda basit bir ihtiyatsızlıkta bulunmak bile beklenmedik olumsuz gelişmelerin, fitne ve kavgaların yaşanmasına neden olabilir. Çünkü ırkçılıkla beyni yıkanmış bir insan, ne kadar eğitimli olursa olsun onun, en ufak bir gerçekle -ani biçimde- yaşayacağı temas şoku, muhatabını savunmasız halde yakalayabilir ve bu tür durumlardan beklenmedik sonuçlar patlak verebilir!

Türkiyede ırkçılığın yakın tarihteki süreci, -bilindiği üzere- İttihat ve Terakki Partisinin kuruluşu ile başlar. Osmanlı Devletinin çöküş trendine girdiği yıllarda iktidara gelen İttihat ve Terakki Partisinin gerek yöneticileri, gerekse üyelerinin çoğu Yahudi kökenli Sabetaistlerden ve Musevi Karay Türklerinden oluşmakta idi. Bu azınlık tarafından İslâma, Kurâna ve Kurânın dili olan Arapçaya karşı amansız bir savaş başlatıldı.

Araplara karşı özellikle 1910dan sonra girişilen Türkleştirme hareketi çok büyük tepkilere yol açmıştır. Türkleşmeye karşı direnen «Genç Araplar» örgütü, özellikle Arapçanın, Osmanlı Arap eyâletlerinde resmi dil olarak kullanılması için büyük mücadeleler vermiş, bunların çoğu, bu uğurda idam sehpalarına gitmişlerdir. Bu gençler arasında yer alan Awni Abdulhadi, Nadra Matran, Abdulgani El-Uraysi, Şukri Gânim, Cemil Malûf, Muhammed el-Muhammasânî, Charle Debbâs ve Cemil Merdum Arap bağımsızlık hareketinin «lâik öncüleri» olarak tarihe geçmişlerdir.

Bu cesur gençlerin girişimleri sayesinde 13-18 Haziran 1913 tarihleri arasında Pariste düzenlenen Birinci Arap Konferansında, özellikle Arapça konusu ele alınmış, -Arapların binlerce yıldır kullandıkları ana dillerini, aynı zamanda resmi dil olarak da kullanabilmeleri için- Osmanlı yönetiminden istekte bulunulmuştur. İlginçtir ki bu haklı istek, Osmanlı Devletini yöneten Yahudi ve Musevi İttihatçılar tarafından şiddetle reddedilmiştir. Yani bu adamlar, çok daha güçlü oldukları günümüzde, devleti kendi ideolojileri doğrultusunda kullandıkları gibi, henüz işin başında ve çok zayıf durumdayken, o gün bile aynı tutumda ısrar etmişlerdir.

Yine çok ilginçtir ki, İmparatorluğun yıkılışından sonra kurulan yeni Cumhuriyetin yönetim ve denetimi de bu iki kesim tarafından ele geçirilerek paylaşıldı. Çünkü Osmanlı Devleti, dış güçlerle işbirliği yapan bu iki ortak kampın, -içerdeki faaliyetlerinin sonucu olarak- ancak yıkılabildi. Ve yine ilginçtir ki köken bakımından Türk olmakla birlikte Yahudilerle aynı din ve inancı paylaştıkları için Selânikli Musevi Türkler, hiçbir zaman «müslüman» soydaşları olan Anadolu Türklerinin din ve inançlarına saygı göstermemişlerdir. Bu gerçeğin en güçlü belgesini görmek isteyenler Şemseddin Güler tarafından derlenen BEYAZ KİTAP adlı bir çalışmanın 63üncü sayfasına bakabilirler. Bu sayfada Hz. Muhammed hakkında sarf edilen şu cümle çok önemlidir:

«- Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kurân-ı Türkçeye çevirttireceğim»

Hz. Muhammedı sırf bir Arap olarak görmek ve Kurân-ı Kerim-i Onun yaveleri (yani Onun saçmalıkları) olarak nitelemek, Türkiyede belli bir zümrenin niyetini açıkça ortaya koymaktadır. Onun için bunlar, devletin çok önemli stratejik mevki ve köşelerini daha o günlerden beri ele geçirmiş bulunduklarından, Kurândaki İslâmdan epeyce uzak ve onun son derece yozlaştırılmış zayıf bir yansıması olan Türk Sünniliği üzerinde bile inanılmaz baskılar kurmuş, bu cümleden olarak Kurânın dili olan Arapçayı da 1924 de hemen yasaklamışlardır.

Bu gelişme gerek mantık açısından, gerekse konjonktür açısından esasen normaldir. Çünkü her şeyden önce Yahudi ve Musevi için, İslâm en önemli hedeftir. Bu konuda eğer bir kuşkunuz varsa Kurân-ı Kerimin, Mâide sûresinin 82inci âyetine bakabilirsiniz. Bu âyet, yaklaşık 1500 yıl önce indiğine göre Kurâna hiç inanmayan bir insan bile bu âyetin içeriğine bakarak en azından Araplarla Yahudiler arasındaki bin beş yüz yıllık uçurumu tahmin edebilir! İşte bu nedenledir ki günümüzde İsrail, sırf stratejik açıdan duyduğu ihtiyaç üzerine, Arapçaya ne kadar önem vermek istiyorsa, Osmanlı Devletini, son günlerinde yöneten Yahudiler ve Museviler de Arapların ve Arapçanın o gün için kökünü sırf stratejik sebeplerle kazımak istemişler ve bu konuda ellerinden geleni de geri bırakmamışlardır. Hatta bunu Cumhuriyet döneminde de acımasız bir şekilde sürdürmüşlerdir.

Örneğin, Suriyede dördüncü Ordu komutanlığına tayin edilen ve 05 Aralık 1914 günü Şama giren Türk kökenli (Musevi) bir paşa, bölgede, yüzyıllar sonra bile unutulamayacak bir terör estirmiştir. Bu şahıs, Tanınmış yerli Hıristiyan Araplardan, Nakhla Matran, Yusuf el-Hâni ve Petro Pavlinin, Fransızlarla sözde gizli işbirliğini bahane ederek Suriyede yaşayan ünlü Arap-İslâm aydınlarından birçok şahsiyeti göz kırpmadan idam etmiştir. Bunlar arasında özellikle, 21 Ağustos 1915 tarihinde idam edilen Abdulkerim el-Khalîl, Salih Haydar, Muslim Abidin, Muhammed el-Muhammasanî, Mahmud el-Muhammasanî, Selim Abdulhadî ile 06 Mayıs 1916 tarihinde idam edilen; Şeyh Abdulhamid ez-Zehrawî, Şukri el-Aselî, Ruşdi Şamâ, Refiq Rızq, Abdulgani el-Uraysî ve Şeyh Ahmed Tabbara gibi ünlü şahsiyetler, geniş bilgi ve kültürleriyle, cesaret ve yapıcı girişimleriyle yaşadıkları dönemde yerleri doldurulamayacak önder insanlardı. Bu Musevi paşanın, Suriye ve Filistinde öldürttüğü Arapların sayısının yirmi bin kişiden az olmadığı söylenmektedir.

Türkiye toplumu tarafından, içyüzü henüz ayrıntılarıyla bilinmeyen işte bu ve benzeri olaylar, Arap toplumu arasında önemli bir kesimi tahrik etmiş, Türkiye aleyhinde milyonlarca Arabın bilinç altına nefret yerleştirmiştir. Oysa bu cinayetleri Türkler adına işleyen kişi, esasen Türk kökenli olsa bile, temelde Yahudi ırkçılığı duygusuyla hareket etmiştir. Dolayısıyla, bu paşanın Musevi olduğu ve dindaşları olan Yahudilerin inançlarını paylaştığı için Araplardan nefret ettiği ve Türk milliyetçiliğini sömürerek bu cinayetleri işlemek suretiyle Müslümanları birbirine düşürmek istediği hakkında, esasen Araplar Türkleri bilgilendirmeliydiler. Oysa Araplar büyük bir yanlışlık yaparak bu cinayetlerden daima bütün Türkeyeyi sorumlu tutmak gibi anlaşılmaz bir yaklaşım sergilemişlerdir. Bu konudaki duygular, yüz yıla yakındır zaman zaman herhangi bir ilgiyle dile getirildikçe, Türkiyede de ağır misillemelerle karşılık bulmuştur. Tuhaftır ki bu misillemenin en büyük hedefi Araplardan çok, Arapça olmuştur. Nitekim, Arapçanın, çok geri, kirli ve «Türk düşmanı» bir milletin dili olduğu yolunda onlarca yıldır sürekli biçimde yıkıcı propagandalar yapılmıştır. Oysa Arapça, -en az Türkçe ve Kürtçe kadar- mevcut dünya dillerinden biri olarak masum ve dokunulmaz bir değerdir.

Türk şovenizminin tarihsel sürecine baktığımızda bu eğilimi, en erken dönemlerinde kışkırtan ilk sebebin de yine Arap ırkçılığı olduğunu görürüz. Dolayısıyla bugün, Kurânın önüne, en tehlikeli engellerden biri olarak çıkmış bulunan Türk ırkçılığının, temelde Arap ırkçılığının ürünü olduğunu söylemek mümkündür. Ünlü Şair, Mehmet Akif Ersoy bunu çok iyi kavramış ve bundan son derece acı duymuş olduğu için, iki tarafa da şu çarpıcı öğütlerde bulunmaktadır:

Türk Arapsız yaşamaz, kim yaşar der delidir,
Arabın Türk ise hem sağ gözü hem sağ elidir.

Veriniz başbaşa zira sonu hüsran-ı mübin,
Ne hükûmet kalıyor ortada billahi ne din.

Medeniyyet size çoktan beridir diş biliyor,
Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor.

Arnavutlar size ibret olacakken halâ,
Ne bu şûrîde siyaset, ne bu fasit davâ.

Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz,
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz.

Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum
Başka bir şey diyemem işte perişan yurdum.


Türk ve Arap şovenizminin etkileşim sürecini eğer başından beri ele alır ve kronolojik bir sıra ile incelersek Türklerin tarih boyunca (Arapçaya değil), Araplara tepki gösterdiklerini açık biçimde görürüz. Bu tepkinin sebepleri elbette ki önemlidir. Ancak konuyu bu yönüyle tarihçilere bırakmak gerekir.

Fakat bir soru vardır ki buna cevap arayanlar kolayca ve isabetli bir açıklama bulmayabilirler. O da şudur:

– Türkler bin yıl kadar uzun bir süre Arap alfabesini kullandıklarına göre onların Arapçadan nefret ettiklerini nasıl açıklayabiliriz?

Önce şunu vurgulamak gerekir ki Türkler Arapçadan hiçbir zaman nefret etmemişlerdir ve şimdi de nefret etmemektedirler. Son yıllarda (esasen Türk olmadıkları açıkça bilinen) egemen azınlığın, Arapçaya karşı olumsuz tutumu bütün Türk halkına elbette ki mal edilemez. Nitekim saygın bir Türk ilim adamı olan Osman Öztürk, Seha Neşriyat tarafından yayınlanan «Arapça ve Diğer Lisanlar» adlı eserinin önsözünde Arapça hakkında aynen şunları söylemektedir:

«Yüce Allah insanı şerefli bir varlık olarak yarattı. Ona konuşma kabiliyeti verdi. İnsanı diğer yaratıklara karşı faziletli kıldı. Arap lisanını da diğer bütün dillere karşı üstün eyledi; buna şeref olarak Kurân-ı Kerimi Arap lisanı üzerine göndermesi yeterlidir».

Evet tekrar etmekte fayda vardır ki Arapçaya Türkler değil, tam tersine «TC» karşı Çıkmıştır! Yoksa Türkiye halkları, tarih boyunca ve günümüzde de sürekli olarak Arapça ile ilgilenmiş, hatta ona, «Kurânın Dili» diyerek saygı göstermişlerdir.

Arapça konusunda, Türk ilim adamlarıyla yapılan ve Maverâ Dergisinin, 1983 Haziran sayısında yayınlanan röportajlardan bazı kesitleri bu ilgiyle nakletmekte yarar vardır:

Kahire Üniversitesi eski öğretim üyelerinden Ali Yakup Cenkçiler, Arapça hakkındaki düşüncelerini şu şekilde açıklamaktadır:

«Hakiki manada bir Arapça öğrenimi, önce Arapçanın lüzum ve ehemmiyetini kavramakla olur. Bunca asır, İslâm aleminin müşterek ilmî lisanı olan bir dilden nasıl uzak kalabiliriz! Asıl bu konuya devletin önem vermesi gerekmektedir. Bugün ticari Ve siyasi münasebetler sebebiyle daha çok ihtiyaç duyulan bir dil halindedir. Arapça, dün beynelmilel bir lisandı. Bugün de buna cevap verecek durumdadır. Hem bir milletin bütün geçmişe ait bir kültürü, kütüphanelerimizdeki kültür mirasına dayanmaktadır. Yabancılar bunu bizden daha iyi kavramışlar. Onlar araştırma yapıyorlar, biz duruyoruz. Maarif, nasıl diğer yabancı diller üzerinde duruyorsa, buna da ehemmiyet vermeli…»

«Dinî ilimler tahsili yapılan okullara gelince, görüyoruz okutulan Arapçayı ve programı. O kitapla, o programla ancak tezgâhtarlık öğrenilir. O da öğrenilmiyor. (…)»

«Sadece Türkler değil, bütün yeryüzündeki Müslüman milletler Arapça eserler yazmışlardır, kendi dilleri dururken. Bu beynelmilel bir dildir. Bir dinin dilidir. Arapça eğer fasih bir dil ise, Kurân ve Hadis sayesindedir. Bundan 1400 sene önceki Türkçe nasıldı acaba? Bir Kutadgu Biliği kaç kişi okuyup kavrar! Fakat kısa zamanda cahiliye şiirine vakıf olunuyor. Kuran, Hadis ve Arapça olmasaydı Arap dili de bugünkü Türkçe gibi bozulurdu. Elbette, en üstün bir ilâhî kitabın dili de en üstündür.»

Gazeteci Fehmi Koru da şunları kaydetmektedir:

«Son yıllarda, toplumumuzda Arapçaya karşı duyulan yakın ilgi gerçekten şaşılacak boyutlara ulaşmıştır. Bunun dinî olmayan sebepleri olsa da, sonunda Arapça bilen insanların sayısının artmasına, Müslümanlar arasında daha yakın ilişkilerin doğmasına yol açacağı için bu gelişmeyi hayırlı bir gelişme olarak kabul etmek gerekir.»

Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu ise Arapçaya ilişkin görüşlerini şu sözlerle dile getirmektedir:

«Arapça, bir Müslüman için, benimsediği dinin Kutlu kitabının ve son elçisinin sözlerinin (Kurân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin) dilidir ve anadilinden sonra öğrenmesi gereken ilk dildir, bir de Batı dili öğrenirse, dünyada neler olup bittiğini, kültür sanat ve fikir hareketlerini yakından takip etmek imkânına kavuşur. Arapçanın dinî ehemmiyetinin yanında, günümüz dünyasında, petrole dayalı Arap zenginliği de Arapçanın öğrenilmesini, Japonyadan İtalyaya Güney Amerikadan, Demirperde gerisi ülkelerine kadar bütün milletlere gerekli kılmıştır ve bu dil, dünyanın her tarafında öğrenilmektedir. İşin, bizim için, bir de yerleşmiş, teşekkül etmiş değerler ve kültürümüz açısından başka hiçbir milletle kıyas kabul etmez bir ehemmiyeti vardır. kökü Arapça olup da bin yıldır kullandığımız kelimelerin günümüzde okumuşlarımız arasında bile yanlış telâffuzu, korkunç bir kültür çöküşünün ve süratle düşen zevk seviyesinin göstergesidir. Dilimizdeki birçok kelime, çok eskiden, Arapçadan girmiştir. Ama, artık bizimdir. Bizim zevkimize göre telâffuz ve kullanım kazanmıştır. Sırtımızdaki elbisenin kumaşı İngiltere ve Fransa!dan geldi diye elbisemizi çıkarıp atmıyoruz. Kültür çıplaklığı daha da çarpıcıdır. Özetlersek, Arapça, biz Türkler için; İslâmî, kültürel ve ticari olmak üzere, üç boyutlu bir ehemmiyet arzetmektedir.»

Yazar, Ali Narın sözleri de şöyle:

«Arapça, İslâm medeniyetinin müşterek bir dili ise, okullarda mecburi ders olarak okutulması şart olur. Yaygınlık ancak böyle sağlanır. Ülkemiz eğitimindeki programlar hiç de yeterli değildir. Bizim kültürümüz dine, dolayısıyla Arapçaya dayanır. Din eğitimi yapılan okullarda üzerinde hassasiyetle durulması gereken meselelerimizden biridir.»

Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bekir Topaloğlunun ise Arapçaya ilişkin sözleri oldukça çarpıcıdır. Topaloğlunun sözleri şöyledir:

«Arapça, din, felsefe, ilim, sanat, edebiyat, tarih… sahalarında kaynak dil vasfını taşıyan sayılı dillerden biridir. İnsanlığa sunuluşundan bu yana, onbeş asırdır değişikliğe uğramamış, yegâne dinî metinlerin dili olmaktan başka bu dine yani İslâmiyete bağlı bir milyar civarındaki insanın müşterek dilini de teşkil etmektedir. Bugün dünyada Kurân-ı Kerîmden başka, asliyetini muhafaza edebilmiş ilâhî bir kitap bulunmadığı gibi büyük Müslüman nüfusunun dışında aynı dini lisana bağlı kalan kalabalık kitleler bulmak da mümkün değildir. Mukaddes Kuran metninin bütün kelime ve harflerine kadar aynıyla kalması, hayatiyetini sürdürmesi, ezanın orijinal kelimeleriyle bütün İslâm beldelerinde, yerleşim merkezlerinde günde beş defa tekrar edilmesi, ibadetlerin çoğu, dua ve dinî merasimlerin din lisaniyle yapılması, Arapçayı, bir milyarın müşterek dili haline getirmiş, ve ona fevkalade bir güç ve hayatiyet kazandırmıştır. Ayrıca ticaret, turizm ve milletlerarası münasebetler açısından da, Arapça, ehemmiyetini gittikçe artırmaktadır.»

«Bütün bu gerçekler karşısında halkın yüzde doksandokuzu Müslüman olan, İslâm tarihinin askerlik, siyaset, ilim ve sanat sahalarında büyük başarılar elde etmiş bulunan milletimiz arasında ve ülkemiz içinde Arapça öğretimine gereken önem verilmemektedir.»

Türk bilim adamlarının Arapçaya ilişkin bu görüşlerinden sonra, Türkiye halklarının Arapçadan nefret ettiklerini ileri sürmek mümkün müdür? Elbette ki hayır! Fakat bu soruya gerçekçi ve doyurucu bir yanıt bulabilmek için Türklerin «Müslümanlaşma» sürecini, bilimsel ve belgesel verilere dayanarak çok iyi izlemek lâzımdır. Türklerin «Müslümanlığa» girdiği tarihten başlamak üzere onların İslâma ve Arapçaya karşı izledikleri tutuma bile baktığımızda çok ilginç bulgularla karşılaşırız. Ancak rastladığımız bu bulguların çoğu onları, insaf, adalet ve mantık ölçüleri karşısında haklı çıkarmaktadır. Çünkü Türklerin ne «Müslümanlığa» girdiği günlerde, ne de o tarihten şimdiye kadar Kurândaki İslâmı hiçbir zaman anlayamamış olmalarının temel nedeni Arap ırkçılığıdır.

İslâmın mesajını kimden aldıkları, İslâmı ilk başlarda kimlerden öğrendikleri, İslâmla nasıl tanıştıkları bile belli olmayan Türklere eğer daha o günlerde Kurân ve Onun dili esaslı biçimde öğretilse idi bu sorun, hiç değilse bugünkü şiddetiyle karşımıza çıkmayacaktı. Fakat görüyoruz ki Türkler, daha bin yıl önce Kurânın ilk mesajını «İslâm» değil, «Müslümanlık» olarak ancak algılayabilmişlerdir. Bu ilk sapma çok önemlidir. Çünkü bu olay, onları Kurâna ait evrensel gerçeklerden, daha ilk adımda uzaklaştırmıştır. Onun içindir ki tarih boyunca Türkler İslâm adına, «Müslüman» ve «Tarikatçı» olarak tarih sahnesine çıkmışlardır ve son bin yıllık tarihlerini Kurâna, oldukça yabancı olan bu iki akım doğrultusunda örmüşlerdir. Bu ilgi ile hemen vurgulamak gerekir ki «Müslüman» ve «Tarikatçı» insan tipi, İslâmı algılayıp anlayabilecek bir yetenek ve kavrayış gücünü kolay kolay elde edemez. Dolayısıyla Kurânın dili olan Arapçayı da kavrayamaz. Tabiatıyla bir şeyi kavrayamamak ile onu sevmemek arasında çok yakın bir ilgi yoktur. Genelde kavranamayan, anlaşılamayan şey sevilmez, diye tahmin ederiz. Ancak bu tahminden yola çıkarak tarih boyunca Arapçayı öğrenememiş olan Türklerin bu dilden nefret ettikleri sonucunu çıkarmak mümkün değildir.

Temelde «İslâm»dan çok farklı bir anlam taşıyan «Müslümanlığa» gelince, bu iki kavram arasındaki uçurum hakkında eğer biraz bilgilenmek isterseniz, ünlü Araştırmacı, Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocaka ait aşağıdaki satırlardan yararlanabilirsiniz. Yazar; «Türkiyede Tarihin Saptırılması Sürecinde Türk Sufîliğine Bakışlar» adıyla kaleme aldığı eserinin önsözünde aynen şunları kaydetmektedir:

«İşte iyi bilmediğimiz bu Türkler ve İslâm konusunun, bilgisizlik ve ciddi bir tarih perspektifi yoksunluğu veya maksatlı hareket yüzünden Türkiyede yarattığı, belki bazı ideolojik kesimler tarafından da özellikle manipüle edilen, henüz iyi algılanamamış birtakım meseleleri vardır. Bunların bir kısmı terminolojik alana da yansımakta, iyi anlaşılmadığı için, değişik kesimler tarafından çok farklı biçimlerde yorumlanması sebebiyle kargaşalara sebep olmaktadır.»

«Bunlardan –bu kitapta da sık kullanılan- bir grup, İslâm, İslâmiyet, Müslümanlık terimleridir. Türkiyede yayımlanan pek çok araştırmada bunlar çoğu zaman birbiri yerine kullanılmakta, bu yüzden önemli bir fikrî karmaşa yaratılmaktadır. Oysa Türkçede kullandığımız bu terimlerin arasında çok belirgin ve önemli nüanslar vardır. Batı dillerinde bu üç kelime bir tek İslâm kelimesiyle karşılanır. Bir de “Müslüman” anlamında kullanılan Muslim veya Musulman kelimesi vardır. Fakat Türkçede özellikle bilimsel araştırmalar söz konusu olduğunda İslâm, İslâmiyet, Müslümanlık kelimeleri farklı şeyleri ifade ederler.»

«İslâm, doğrudan doğruya esasları Kurân-ı Kerime dayalı olup Hz. Muhammed tarafından insanlığa bildirildiğine inanılan ilâhî mesajı belirleyen bir terimdir, ki bu bizzat Kurânda da bu çerçevede kullanılmıştır. İslâm ilâhiyatı, bu teorik çerçeve üzerinde uğraşır. İslâmiyet ise, bu ilâhî mesajın Müslümanlar tarafından pratiğe geçirilmesi sonucu yaşanılan, kültürleşen biçimidir. Bu biçim, zamana, mekâna uyularak bu zaman ve mekân içindeki daha eski kültürel altyapıların etkisiyle değişik yorumlar, uygulamalar ve zihniyetler yaratır ki işte buna da Müslümanlık denir.»

Günümüz Türkiyesinde, kendi alanında önemli bir otorite kabul edilen bir ilim adamının yukarıdaki tespitlerine bakılacak olursa; İslâmı: Kurânda tanımlanmış şekliyle EVRENSEL BİR YÖNETİM, İNANIŞ VE YAŞAM BİÇİMİ olarak anlamak zorunlu iken, «Müslümanlığa», tek ve net bir tanım bulmak mümkün değildir. Onun içindir ki inanış biçimi «İSLÂM» olan kişi, Kurânı bir bütün olarak kabul edebilmektedir. Oysa (ister Sünnî, ister Şii, ya da başka bir mezhep ve tarikat bağlısı olsun), hemen hiçbir «Müslüman», Kurânın bütünlüğüne inanmamaktadır. Bu durum ise, İslâm akâid ilkelerine göre çok önemli sorumluluklar getirmekte, çok yönlü sosyolojik bir sorunun ortaya çıkmasını sonuçlandırmakta ve Hanîf müminlerin çok büyük sıkıntı çekmelerine, hatta hayati tehlikelerle karşı karşıya gelmelerine neden olabilmektedir!

Bu ilgiyle hemen vurgulamak gerekir ki burada değinilen sorun, temelde yine Arapçaya önem vermemenin doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Buna rağmen, ne çoğunluktaki «Müslüman» Sünniler, ne de başta Şiiler olmak üzere Sünnilerin; «Fırak-ı Dalle», ya da «Sapkın inanç grupları» diye niteledikleri, suçlayıp aşağıladıkları hiçbir kampın bağlısı Arapçaya, Kurânın bölünmez bir parçası olarak bakmamıştır ve bakmamaktadır! Oysa bütün İslâm din bilginlerinin üzerinde görüş birliğine vardıkları ilkelerden biri de şudur: «Kuran hem söz, hem de anlam olarak vahiydir». Bugünün Türkiyesinde çoğunluğu oluşturan «Müslümanların» azınlıktaki Müminlerden farklı olarak bu ilkeye inanmıyor olması çok önemli bir sorun oluşturmaktadır. Türkiyeyi belki de İslâm dünyasından koparan en büyük sorun işte budur.

Türklere özgü bir din formülünde peydahlanmış olan «Müslümanlık», tarihin akışı içinde Arap ırkçılığına karşı bir tepkinin ürünü olarak her muhit ve her döneme göre türlü şekiller ve içerikler kazanarak günümüze kadar gelmiştir. Dıştan ılımlı gözüken Sünniliği bile aşarak Hanefizme dönüşen, hatta onu da dejenere ederek onlarca tarikat şeklinde ortaya çıkan «Müslümanlık», Türkleri Kurana ve İslâma ait bütün temel değerlere karşı yabancılaştırmıştır. Bu şekillerin geçerli olduğu hiçbir dönemde ve hiçbir muhitte Arapça, ne bir yaşam dili, ne de bir bilim dili olarak ön plana çıkmıştır. Arap alfabesinin Türkler tarafından bin yıl kadar kullanılmış olması, onların, -Arapçaya sempati duymuş olsalar bile- onu tam anlamıyla bir ilim ve uygarlık dili olarak (özellikle İslâmın dili olarak) benimsemiş bulundukları anlamına gelmez. Bu alfabenin vaktiyle Türkler tarafından bilinçli olarak seçilip seçilmediği de pek iyi bilinmemektedir. Nitekim Türkler, Arapçayı her ne kadar «Kurândaki İslâmın» dili olarak algılamamış olsalar bile, onu (kendi düşüncelerine uyarlayarak kurguladıkları «Müslümanlığın» dili) biçiminde değerlendirdikleri muhtemeldir. Ancak şu kadarını söylemek mümkündür: O gün için, zaman ve mekânın belirlediği şartlarda Arap alfabesini kullanmaktan başka çareleri de yoktu. Onun için böyle bir tercihte bulunmuşlardır. Çünkü Türklere özgü bir alfabe ve yazı şekli yoktur. Eğer olsaydı, mutlaka kendi yazılarını kullanarak Araplara karşı duydukları tepkiyi ortaya koyacaklardı. Bu, çok güçlü bir kanıttır. Çünkü Türkiye, Arap Alfabesinden vazgeçtiği zaman bu kez Lâtin Alfabesini almıştır. Bu da öteden beri ileri sürüldüğünün tam tersine, Türklere ait bir alfabenin ve yazı şeklinin mevcut olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Olabilir ki Türkiyede bugün bir azınlık arasında Arapçaya karşı tedirginlik yaratan ve ırkçılığı azdıran nedenlerden biri de budur. Çünkü son zamanlarda okumuş, kültür almış ve kendini yetiştirmiş olan bazı kimseler; «Arap alfabesi yüzünden Türklerin kendilerine özgü bir yazı şekli geliştiremedikleri, bu nedenle erken dönemde eser veremedikleri ve sonuç olarak Türkçeyi bir bilim dili haline getiremedikleri için» Arapçayı sorumlu tutmaktadırlar. Bu duyguyu hissedilir bir kompleks biçiminde dışa vurmamak ve küçülmemek için sözü edilen kimseler, bu konu üzerinde hiç durmak istemezler. Ancak ortaya atıldığı zaman çok rahatsız oldukları hemen anlaşılır. Çünkü bu konu Türkiyede ırkçılığı kışkırtan kimlik bunalımının önemli nedenleri arasında yer almaktadır.

Nitekim Türkiyedeki egemen «Gizli Musevi Polit Bürosu», Mosonik odaklar ve onların emrindeki «derin devlet» zaman zaman Yüksek tirajlı Yahudi gazetelerinde kalem oynatan köşe yazarları aracılığıyla bu konuları deşerler. Türkiye toplumu arasında Arap düşmanlığını körüklemek için yapay gündemler oluştururlar. İşte özellikle duyarlı hale getirilmiş böyle havalarda İslâm karşıtı birkaç figüran çıkıp örneğin, «ezanın ve ibadetlerdeki duaların Türkçe okunması gerektiği» hakkında ulu orta konuşarak zihinleri bulandırmaya çalışırlar. Birkaç gün bu dedikodular devam eder ama Arapça üzerinde hiç kimsenin yoğunlaştığı görülmez. Bu durum çok ilginçtir. Çünkü Arapça üzerinde durmak, kimlik bunalımı yarasını kaşımak demektir. Kurândaki İslâmdan uzak bir Türkün bu sızıya dayanması ise kolay değildir. Çünkü bu sancı ile birlikte onun aklına, -yanıtları oldukça sıkıntı veren- birçok soru gelir! Şimdilik bu soruların üzerinde durmak doğru olmayabilir!!!

Türkiyede Arapçanın önüne engel çıkaranlar, ona hangi suçları yüklüyorlarsa aslında bu konuda mertçe açıklama yapmalıdırlar. Çünkü bu tutum eğer sırf ırkçılıktan kaynaklanıyorsa ikna edici değildir. Hatta bugün İslâmı düpedüz bir «Arap dini» olarak algılamaya, ya da onu böyle nitelemeye kendini zorlayan binlerce insan bile bu suskunluk karşısında bir zaman gelir, sıkılabilirler. Çünkü bu bir çözümsüzlüktür. Ve çünkü Arapça eğer suçlu ise onun suçları açıkça dile getirilmeli ve «insanlar bu dili, şu veya bu zararından dolayı öğrenmemelidirler» denmeli; yok eğer böyle bir durum söz konusu değilse bu ülkede gizli ve yanlış yollarla Arapça öğrenmeğe devam eden öğrenciler artık bu dili ehlinden, serbest ve doğru yollarla öğrenme imkanına kavuşmalıdırlar; artık rahat bir nefes almalıdırlar. Dolayısıyla Milli Eğitim Bakanlığı da 20 Mart 1992 günü çıkarılan yasa doğrultusunda, Arapça okutmak isteyen dershanelere artık ruhsat vermelidir.

Kuşkusuz, Arapçayı suçlamanın hiçbir mantığı yoktur. Arapçaya yüklenen sorumluluğu Araplara yüklemek daha doğru olur. Çünkü Türkleri tarih boyunca sırf bir askeri güç olarak görmüş olan Araplar, bu halkın bilim merkezlerine ve bilimsel çalışmalara yönelmesini bilerek veya bilmeyerek engellemişlerdir. Oysa İslâm bir bilim nizamıdır. Türkler, tarih boyunca daima bilim alanları dışında kaldıkları için İslâm yerine «Müslümanlık» adı altında kendi zevk ve anlayışlarına uygun bir din şekli geliştirmiş, hatta bu dinle yetinmemiş, birer bağımsız din haline gelen onlarca tarikat kurarak gittikçe Kurândan ve onun organik bir parçası olan Arapçadan uzaklaşmışlardır.

Arap ırkçılığı, günümüzde de sürmektedir. Arap dünyasının, Türkiyeyi yöneten Sabetaistlere ve Selânik Yahudilerine duyduğu tiksintiyi, -bu iki kesimle hemen hiçbir bağı bulunmayan- Türkiye halklarının tümüne yöneltmesi insaf, adalet ve mantıkla bağdaşmaz. Türkiye halkları, tarikatçılarla laikçiler arasında; Yahudilerle Araplar arasında sıkışmamalıdırlar. Ne yazık ki Türkiye halkları, Filistinlilerin yaşadığı dramın bir başka türlüsünü iki katıyla yaşamaktadırlar! Şunu çok iyi bilmek gerekir ki Araplara ve Türklere yönelik Yahudi zulmü, bu iki millete bir tek farkla yansımaktadır; o da şudur: Yahudiler Filistinlileri imha etmeye çalışıyor, fakat onların yüzüne karşı mertçe «Biz Yahudiyiz!» diyorlar; Türkiye halklarının karşısındaki Selânik Yahudileri ise Türklere ait değerleri imha ediyor, ancak onlara «Biz Müslümanız ve Türküz!» diyorlar. Araplar bu nazik durumu hiçbir zaman anlamak istememişler, çok yanlış bir genelleme yapmışlardır. Üstelik günümüz Türkiyesinde Kurânın bütünlüğüne inanan yaklaşık elli bin kadar insan da yaşamaktadır. Bu hayırlı topluluğu hiç hesaba katmamak büyük bir gaflettir.

Ayrıca 1975-1985 yılları arasında Arap ülkelerinde çalışan ve sayıları yüzbinleri geçen Türklere Arapçayı öğretmek konusunda da Arapların hiçbir ciddi çalışması olmamıştır. Bu kayıtsızlık da onların büyük bir kusuru olarak tarihe geçmiştir.

Araplar, Osmanlı döneminden kalma sorunları unutarak sahip bulundukları imkânlardan eğer son yıllarda Türkiye halklarını da yararlandırma yoluna gitselerdi bugün birçok sorunun yanında Kurâna ve Onun diline karşı güdülen yanlış tutumlar da belki zaman içinde düzelebilirdi.

http://kitap.ihya.org/arapcaninonemi.php?t2=oku&t4=&an=4&sn=209#ihya-209

 

 

7. Statüko Engeli.

Arapça deyince ülkemizde bu kelimenin çağrıştırdığı o kadar önemli sorunlar vardır ki bazılarını gündeme getirmek bile cesaret işidir! Örneğin Arapça dediğiniz zaman bu sözcüğün, bir bakıma İslâmı çağrıştırıyor olması belli bir kesimi huylandırmaktadır. Oysa Arapça Kurânın orijinal dili bile olsa -seküler açıdan- İslâmla özdeşleştirilemez. Ne var ki onu İslâmla özdeş gibi görmeye alışmış bir zihniyet, -sekülarist devlet politikasına rağmen- İslâmı Türkiyede mahkum etmeye kalkışırken Arapçayı da onunla birlikte cezalandırmaya çalışmıştır. Bu ise çok önemli bir mantık bozukluğunu ortaya koymaktadır. Türkiyenin, Arapça konusunda Cumhuriyetin başından beri ısrarla sergilediği ilginç çelişkilerden biri de işte budur. Bu çelişkinin en büyük kanıtı ise Arapçanın 1924 yılından 20 Mart 1992 tarihine kadar yasaklanmış olmasıdır.

Ancak sözü edilen tarihte yasağın kaldırılması Arapçanın tamamen legale çıkmasını sağlayamamıştır. Nitekim özel dershanelerde okutulması için yapılan ısrarlı başvurulara rağmen, merciler şimdiye kadar gerekli izni bir türlü vermemişlerdir. Bu da Arapçanın statükocu zihniyet tarafından hâlâ İslâmın organik bir parçası sayıldığını ortaya koymaktadır.

Arapça, bazı ilgilerle İslâmı hatırlatıyor olsa bile onu aslında seküler bakımdan salt bir dil olarak ele almak gerekir. Çünkü gerçekte İslâm başka, Arapça da başka şeydir. Dolayısıyla İslâmdan ötürü Arapçayı cezalandırmanın mantıksal hiçbir açıklaması yoktur. Unutmamak gerekir ki Dünyada İslâmı hedef almış birçok odaklar, kendi ideolojilerini ve felsefelerini, aynı zamanda Arapçayı da kullanarak yaymaktadırlar. Örneğin vaktiyle Sovyet Rusya, Arap dünyasında komünizmi yaymak için, buradaki halklara hitaben Arapça yayın yaptırıyordu. Arap ülkelerindeki İslam karşıtı Baas Partisi ve benzeri örgütler, propagandalarını, kendi ana dilleri olan arapça olarak yapmışlardır. Bütün bunlar bir yana, bugün Arapça, bir dil olarak porno filmlerinde bile kullanılmaktadır. Bu ise İslâm düşmanlığının, mutlak surette Arapça düşmanlığını gerektirmediğini kesin biçimde kanıtlamaktadır.

Bu bilgilerin bize verdiği mesaj doğrultusunda Türkiyede Arapçaya ilişkin olarak yapılacak kapsamlı bir araştırma sayesinde son derece ilginç gerçeklerin saptanabileceğini söylemek mümkündür. Bu gerçeklere ulaşabilmek için kendimize örneğin şu soruları yöneltebiliriz:

1. Arapçayı yasaklamak, Türkiyeye ne kazandırabilir?

2. Arapçayı yasaklamak, Tarikatçıların onu yanlış ve gizli yollarla milyonlarca gence sözde öğretmeye çalışmalarını acaba önleyebilecek midir?

3. Arapçayı yasaklamak, Türkçeyi koruma kaygısından kaynaklanıyorsa; başta Batı dilleri olmak üzere Farsçadan Kürtçeye kadar birçok dilin Türkçe üzerindeki baskın etkileri nasıl önlenebilecektir? Nitekim günümüzde Batı dillerinin etkisi birçok mağaza, dükkan, şirket ve ajansın levhalarına ve antetli kağıtlarına kadar taşmış bulunmaktadır. Bunu önlemek ise, -hele Avrupa birliğine girdikten sonra- hem mümkün olamayacaktır; hem de Türkçe gibi yabancı kelimelerle dolu bulunan bir dili kısa zamanda yozlaştıracaktır.

Bu sorular çoğaltılabilir; ancak bunların yanıtları üzerinde durmaya değmez. Çünkü bu yazı boyunca sergilenen bilgiler, İslâm düşmanlığından yola çıkarak Arapçayı yasaklayan zihniyetle cebelleşmeyi amaçlamamaktadır. Bu çalışmanın tek hedefi, Türkiyede Arapçanın önüne çıkan engelleri deşifre etmektir. Ne var ki bu işlevi yerine getirirken bazı ilgilerle zihinlerde beliren birtakım soru işaretlerini ortadan kaldırma lüzumu da doğmaktadır. Çünkü Arapçayı bir yaşam dili olarak öğrenmek isteyenlerin önüne o kadar büyük engeller çıkmaktadır ki bu insanlar, ister istemez karşılaştıkları bu sorunları irdeleme ve tabiatıyla yasakçılığı sorgulama gereğini duymaktadırlar. Onları elbette ki bu noktada da aydınlatmak gerekir.

Türkiyede gerek tarikatçılar ve Nurcular tarafından sürdürülen gerici yer altı eğitim şekilleri, gerekse statükocuların stratejik merkezler olarak kullandığı İmam-Hatip okulları ve İlahiyat fakülteleri gibi engeller, öğrencilerin Arapçaya giden bütün yollarını tıkamıştır. Onun için bu dili akılcı yollarla öğrenmek isteyenler, sözü edilen engelleri elbette ki kolaylıkla aşamazlar. Fakat Arapçayı bilimsel yollarla öğrenmeye azmetmiş olan gençler, en azından İngilizceyi Bilkent ve Boğaziçi Üniversitelerinde öğrenenler kadar bilinçlenmek zorundadırlar. İşte bu yazı size böyle bir bilinci aşılamaktadır. Dolayısıyla eğer Arapçayı «Direct Action» sistemiyle öğreniyorsanız, doğru yoldasınız. Nerede olursanız olunuz, eğer bu yola girmişseniz, çizginizden asla sapmayınız ve yolunuza devam ediniz.

Bu münasebetle çok önemli bir noktaya burada işaret etmekte yarar vardır: Türkiyede öğrenim gören bazı Arap öğrencilerden aydın Türk gençleri zaman zaman Arapça ders almak isterler. İşte bu çok tehlikeli bir yoldur. Çünkü derin devlet bunları tespit etmekte ve bu Arap gençleri, özellikle «Hizbuttahrir» olarak bilinen örgüte bağlı oldukları suçlamasıyla hemen göz altına almaktadır. Tabiatıyla bunlar, çok ağır cezalara çarptırılırlar. Şimdiye kadar bu tür şanssızlıklarla karşılaşmış olan Arap öğrencilerin hiç birinin herhangi bir örgüte bağlı oldukları, kesin kanıtlarla saptanamamıştır. Çünkü bu öğrenciler aynı zamanda kendi ülkelerinin istihbarat örgütleri tarafından da çok sıkı biçimde izlendikleri için sürekli bir korku ve panik içinde yaşarlar. Kaldıkları pansiyonlarla okulun dışında bir yere gitme şansları yoktur! Dolayısıyla bunlardan ders almak hem onlar için hem de Türk öğrenciler için son derece tehlikelidir!

http://kitap.ihya.org/arapcaninonemi.php?t2=oku&t4=&an=4&sn=210#ihya-210

 

 

8. İllegal Baskı Engeli.

Bundan amaçlanan, «Derin Devlet»in Arapçaya karşı giriştiği faaliyetlerdir.

«Derin Devlet» kavramı, son yıllarda Türkiye medyası tarafından üretildi. İçyüzü hakkında açıkça görüş beyan edilemeyen, -deyim yerinde ise- mafyalaşmış resmi bir örgüte isim olmak üzere bu tabir kullanıldı. Bu esrarengiz yapının ne olduğu hakkında merak edenler, birikimli ve tarafsız bir gazeteci yazarla özel bir sohbet imkânını bulurlarsa çok önemli şeyler öğrenebilirler!!!

Bilindiği üzere Arapça yasağı, 20 Mart 1992 günü sözde kaldırıldı. Fakat eğer bugün siz bir dershane açar ve burada Arapça tarih, coğrafya, matematik, fizik, kimya ve biyoloji gibi pozitif bilim konularında öğretim yaptırmak isterseniz ilgili bakanlıktan asla izin alamazsınız. Yok eğer yapmak istediğiniz şeyin, hiç kimseye zarar vermediğine, üstelik gençlere hem bir yabancı dil, hem geniş bir kültür kazandırdığına bakarak girişiminizde ısrar ederseniz, başınıza neler gelebileceğini, daha önce böyle bir olayı yaşamış birinin yakınlarından öğrenebilirsiniz! Ama eğer 300, 500 yıl önce çoğu acemler tarafından yazılmış; Emsile, Bina, Avamil, Zuruf, İzhar ve Molla Cami adındaki sarı yapraklı kalabalık kitapları gidip -bir bedevi ile iki lakırdı etmesini bile beceremeyen- tarikatçı mollalardan okumak ve hatta on yıl sırf Arapça gramer kurallarını ezberlemek isterseniz, ne size, ne de hocalarınıza kimse dokunmayacaktır!

Bunun nedenlerini şöyle açıklamak mümkündür:

Siz eğer tarikatçılar gibi Arapça gramer kurallarını ezberlemezseniz; tam tersine bütün duygularınızı ve isteklerinizi bir Arap aydını düzeyinde başarıyla ifade edebilecek şekilde bu dili eğer kullanır duruma gelirseniz; Kurân-ı Kerimin tamamını aracısız olarak anlayacak ve onu insanlara aktaracak güce erişmiş olacaksınız. Fakat bu niteliği ve olgunluğu elde etmekle Türkiyede başınıza dertler açabilirsiniz. Çünkü şirkin her çeşidine, hurafeye, batıl inanışlara, tarikatçılığa, kerametçiliğe, efsaneye, fala, büyüye, üfürükçülüğe, Cevşenciliğe, cenaze alkışlamaya, mumyacılığa, evliyacılığa, türbeciliğe, mumlara, heykeller, çaputlara, ölülere tapmaya, onları tanrılaştırmaya, onların karşısında lâikçi ayinlerine katılmaya, onlara dilekçe yazmaya, özetle dinciliğe ve din ticaretinin her türlüsüne karşı mutlaka konuşmak zorunda kalacaksınız! Çünkü evrensel düşünceniz, doğru ve geniş bilgileriniz, size bu sorumluluğu yükleyecektir. İşte o zaman da bu işlere bulaşmış olan bütün çevreleri ve onların oylarıyla iktidara gelen sağcıları, solcuları, putçuları ve lâikçileri de aleyhinizde kışkırtmış olacaksınız. Ondan sonra da nelerle karşılaşabileceğinizi tahmin etmelisiniz!

Evet acı gerçeği ifade etmek gerekirse; Arapçanın karşısındaki en tehlikeli engel, -Balkan Yahudilerinin egemenliğini korumak için- Türkiyede din mafyasını kullanan «Derin Devlet»tir!

«Derin Devlet», üfürükçülere, büyücülere, cincilere, falcılara, medyumlara, cevşencilere, tarikatçılara, Nurculara ve bütün gerici topluluklara ait hurafe dolu sarı yapraklı kitaplara vize verir. Bu kitapların okutulduğu medrese ve kurslar, –ruhsatlı ya da ruhsatsız- hiçbir engelle karşılaşmadan harıl harıl işlemekte, dolup taşmaktadırlar. Buralara hiçbir jandarma ve polis girmez, buraları hiçbir güvenlik gücü aramaz. Hatta tam tersine bu odakların bazılarına (örneğin Güneydoğuda önemli bir tarikat odağına) mürit ve softa sağlamak için emekli astsubaylardan bir ekip bile oluşturulmuştur! Keza İstanbulda Irkçı Nakşibendi Cemaatlerinden birinin liderliğini yapan ve yakın geçmişte ölen bir Albay emeklisi, «Arvasiler» adıyla bilinen doğulu bir şeyh ailesinin ününü sömürerek gerici tekke eğitimine büyük destek vermiş ve Arapçanın Türkiyede bilimsel yollarının tıkanmasında büyük rol oynamıştır. «Derin Devlet» bunlara hiç karışmaz. Tam tersine bu çevrelere el altından yardım bile eder.

Dolayısıyla bu kitaplar, Türkiyenin her yerinde serbestçe satılmaktadır. Bu konuda hiçbir denetim, hiçbir sorgulama ve soruşturma yürütülmez.

İşte bundan cesaret aldıkları içindir ki binlerce üfürükçü, muskacı, cinci, büyücü, falcı, cevşenci, Nurcu ve tarikatçı serbestçe faaliyet göstermektedir.

Fakat bütün Türkiyeyi geziniz, Arapça resimli bir tarih, coğrafya, matematik, fizik, kimya, biyoloji ve benzeri bilim kitaplarından bir tek nüsha bile bulmanız mucizedir. Bu da lâikçi egemen Yahudilerin, -İsraildeki dindaşlarının tersine- Türkiyede Arapçadan ne kadar çekindiklerini göstermektedir. Çünkü Türk insanı eğer Arapça öğrenecek olursa Arapla doğrudan anlaşabilecektir. Bu ise Yahudilerin Türkiye üzerindeki egemenliğini tehdit edecektir.

Arapçanın yasalarla değil, «Derin Devlet» aracılığıyla böylesine baskı altına alınmış olması elbette ki insan haklarına ve özgürlüklere aykırıdır. «Derin Devlet» gibi illegal aracıları devreye sokmak hem şeffaflığa ve dürüstlüğe aykırıdır, hem de tam anlamıyla bir aczin belirtisidir. Zira Arapça, derin devletin takibine havale edilecek bir şey değildir. Arapça öğrenen insan, bu dili aynen İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi masum bir iletişim aracı olarak kullanacaktır. Arapçaya bir uyuşturucu gibi bakmak, bir ülkenin uygar dünya karşısında onurunu zedeler. Çünkü böyle bir yasağın açıklaması yoktur. Üstelik bugün Türkiyede artık (mollaca değil), gerçek Arapça öğrenmek isteyen binlerce idealist genç, bu taleplerinin masum, hatta kutsal olduğuna inanmaktadırlar. Bu ise yasakçılığı, onların nazarında insani ve kutsal değerlere karşı saygısızlıkla eşdeğer hale getirmektedir.

Hiç kuşku yok ki onlar kutlu hedeflerine ulaşmak için ellerinden geleni yapacaklardır. Üstelik bu gençlerin sayısı, gün geçtikçe çığ gibi büyümektedir. Umutla ve kıvançla belirtmek gerekir ki onlar, türban mağdurlarının tersine tarikatçıların ve lâikçilerin tuzaklarına düşmeyeceklerdir. Ancak «Derin Devlet», Türkiyede Kurânın dili karşısında yine de en tehlikeli engeldir. Onun için Arapça öğrenmek isteyen gençler bütün imkânlarını harcayarak yurt dışında ve saygın ilim merkezlerinde bu dili öğrenmeye gayret edeceklerdir. «Derin Devlet»in yurt dışı faaliyetlerine karşı da bu gençler oldukça duyarlı ve tedbirlidirler.

http://kitap.ihya.org/arapcaninonemi.php?t2=oku&t4=&an=4&sn=211#ihya-211

 

 

Arapçanın Türkiyede Çağrıştırdığı Çelişkiler

Bu konuda zor sayılabilecek kadar çelişkiler mevcuttur. Bunlardan aşağıda sadece sekiz örnekle yetinilmiştir:

1. Türkiyede kültürsüzlük çok yaygın olduğu için halk birçok şeyi birbirine karıştırmaktadır. Örneğin günümüzde Türkiyeli birçok üniversite mezunu bile halâ İranı bir Arap ülkesi olarak bilmekte, İranın resmi dili olan Farsçayı Arapça ile karıştırmaktadır.

2. Yine bu kültürsüzlüğün bir sonucu olarak Türkiyede halkın büyük çoğunluğu, Arapçaya «Eski Türkçe» demektedir. Oysa bu adın yakıştırılabileceği sözde bir dil vardı. Bu dil birkaç yüz yıl zorla yaşatılmıştı. Çünkü kısa dönemlerle birçok değişikliğe uğramıştı. Ve çünkü doğal bir dil değildi. Nihayet «Harf Devrimi»nin «kanla irfanla» gerçekleştirildiği 03 Kasım 1928 günü hemen ortadan kayboldu. Sanki bu dille hiç konuşulmamış, bu dille hiç bir kitap yazılmamıştı! Bu dilin adı «Osmanlıca» idi. Osmanlıca ise, çok az Türkçe ve binlerce Arapça ve Farsça kelimeden oluşan son derece karmaşık bir dildi. Cumhuriyet dönemi boyunca Arapça hep bu dille karıştırıldı. Nerede Arap harfleriyle bir yazı, bir kitap görüldü ise ona hep «Eski Türkçe» adı verildi.

Bu dil, sadece saray, devlet ve bürokrasi dili olarak kullanılıyordu. Halk bu dili hemen hiç anlamıyordu. onun için devletle vatandaş arasında bu dil bir uçurum oluşturmuştu. Çünkü bu dil, Arap alfabesiyle Türkçe yazmak ve Arap sözlüğünden alınıp, başka anlamlar yüklenmiş binlerce kelime ile sözde Türkçe konuşmak gibi tarifi güç bir iletişim aracı idi. Bu kelimelerin birçoğu, günümüzde de –Arapçadaki anlamlarından farklı olarak- kullanılmaktadır. Örneğin sıkça kullandığımız «ithalât» ve «ihracat» kelimeleri bunlardandır. Bu iki sözcük Arapçada, «sokmalar» ve «çıkarmalar» demektir. Araplar, «dışalım» anlamında «İstîyrâd», «dışsatım» anlamında da «tasdîr» terimlerini kullanırlar. Bu anlamda, «İthalât ve İhracat» diye bir tabir, Arap ülkelerinde kullanılmamaktadır.

Uygar dünyanın Osmanlı Devleti üzerinde yarattığı baskının kaçınılmaz bir sonucu olarak bu tuhaf dil tarihe karıştı. Böylece Türkler kendi öz dillerine biraz yakın olan Anadolu Türkçesi ile konuşma imkânına kavuştular.

Ne var ki Osmanlıcayı Arapça ile karıştırma yanlışlığı halâ devam etmektedir. Çünkü Türkiyeliler Arapçayı, Farsçadan ve Osmanlıcadan ayırt edebilecek kültüre sahip değildirler.

3. Bütün büyücüler, üfürükçüler ve şarlatanlar yaptıkları türlü türlü büyü, ve muskalarda, hemen her zaman Arap alfabesini ve Arapça metinleri kullanmaktadırlar. Bu insanların hepsi de eğitimsiz oldukları için kopya yolu ile muska ve büyülerini hazırlamaktadırlar. Onun için hemen hiç bir büyücünün muskası okunamaz. Bu ilginç çelişkinin Arapça ile ne ilgisi olabilir? Çünkü Arapça bir dildir. Kurânın dili olması, Onun, bu illegal ve zararlı amaçlar uğruna kullanılması için bir gerekçe oluşturamaz. Üstelik bu husus, Arapçayı yukarıdaki amaçlarla kullanmayı imkânsızlaştırır. Çünkü Kurâna göre büyücülük, falcılık, medyumluk, şarlatanlık ve her türlü sahtekârlık ağır suçlardan sayılmıştır.

4. Türkiyenin içinde, tren, vapur ve otobüs gibi toplu ulaşım araçlarından biri ile yolculuk yaparken veya büyük kentlerimizden birinde örneğin bir parkta, bir çay bahçesinde çantanızdan, önce İngilizce, Fransızca veya Almanca bir gazete veya dergi gibi bir yayını çıkarıp içinizden okurken, arada bir, göz altından etrafınıza bakınız; kimsenin fazla dikkatini çekmediğinizi göreceksiniz. Buna karşın eğer elinizdeki gazete Arapça ise, durum hemen değişir, yüzlerdeki ifadelerin hemen değişiverdiğini fark edersiniz. Etrafınızdaki insanların adeta rahatsız olduklarını görürsünüz. Aslında onları rahatsız eden siz değilsiniz. Tam tersine onlar bilerek veya bilmeyerek sizi rahatsız etmektedirler. Nitekim o gazeteyi çantanıza koyuncaya kadar (belki daha sonra da), uzun süre göz hapsinde sessiz bir işkence yaşarsınız.

5. İlk kez (örneğin Hac münasebetiyle), Türkiyeli Tarikatçı medrese hocalarından birini, Arap ülkelerinden birine ayak basarken görürseniz, unutamayacağınız sahneler yaşayabilirsiniz.

«Hoca Efendi»nin, meselâ bir Arapla konuşmak için -adetâ cama tırmanırcasına- nasıl zorlandığını, kelimeleri nasıl gevelediğini, kullandığı yanlış sözcükler ve bozuk aksanı yüzünden Arap muhatabını nasıl tuhaf bir manzara karşısında bıraktığını gözlerinizle görür ve Arapça bilmediğiniz halde hoca ile birlikte nasıl bir işkence yaşadığınızı çok iyi anlarsınız.

Bu durum, Arapça bildiğini ileri süren bir Türk gazeteci için de aynen söz konusudur. Fakat gazeteci, medrese hocası gibi gözü kapalı ve yabani olmadığı için, Arapça bilmediğini size sezdirmeyecek nice hilelere başvurarak sizi yanıltabilir; ta ki onun oyunlarını bozabilecek biri çıkıp kendisini mahcup edinceye kadar. Tabi eğer onun kızaran bir yüzü varsa!

6. Türkiyenin İstanbul, Ankara İzmir ve Konya gibi büyük kentlerinde Bayram, Cuma ya da kandil günlerinde büyük bir camiye girerseniz kürsüde, -binlerce insana karşı- vaz eden koca kavuklu, cüppeli, havalı bir adam görürsünüz. Bu şahıslar; ayet, hadis, kitap, sünnet, din, iman ahlâk diye birçok şeyi saatler boyu anlatır dururlar. İşin iç yüzünü bilmeyenler bu kişilerin, Kurânın dilini çok iyi bildiklerini; onu, bir sözlü ve yazılı anlatım dili olarak da başarıyla kullandıklarını sanırlar. Oysa mümkün olsa de bunların karşısına örneğin Mısırlı bir çöpçü bile çıksa o sırada ne ilginç manzaralar yaşanacağını tahmin etmelisiniz!

7. Halkı Arap olmayan Endonezya, Malezya, Pakistan, Bangladeş ve Nijerya gibi ülkelerde bile yüz milyonlarca «müslüman» ve mümin, «Esselâmu aleykum» diye selamlaşırlar. Fakat Türkiyede, bu her iki kelime de hem sentaktik, hem de fonetik olarak çarpıtılmıştır. Nitekim bu selâm şeklini tercih edenler, bu iki kelimeyi «Selâmün aleyküm» şeklinde telâffuz ederler. Oysa Arapçada «Ü» sesi hiç yoktur. Ne dersiniz, acaba «Kem küm etmek» tabiri, bu yanlışa ilk karşı çıkarların hatırası olarak mı kaldı?!

8. «İlâhiyât Fakültesi» yerine, neden örneğin, «Din bilimleri Fakültesi» gibi çok daha uygun ve anlaşılır Türkçe bir isim kullanılmadığını biliyor musunuz? Eğer bilmiyorsanız, Türkiyenin dışında, tarafsız ve birikimli ilim adamlarına bu soruyu yöneltiniz, ülkemizde yaşanan din anarşisini deşifre edecek çok ilginç cevaplar alabilirsiniz!!

Bu birkaç çelişki bile, «Türkiye» ile «Arapça» kelimelerini yan yana getirdiğiniz zaman akla ne şaşırtıcı şeyler getirebileceği hakkında yeterli ipuçları vermektedir.

http://kitap.ihya.org/arapcaninonemi.php?t2=oku&t4=&an=4&sn=212#ihya-212

 

 

Sonuç

Bu çalışmada, Arapçanın Türkiyede karşılaştığı sorunları özetlenmiş olarak okudunuz. Bu konuda yeterli olmasa bile bir fikir edinmiş olmalısınız. Okuduğunuz satırlarda sizi derinden düşündüren birçok çarpıcı gerçek hakkında bilgi sahibi oldunuz. Ülkemizde yaşanan bu acı gerçeklerin ve ilginç çelişkilerin belki daha önce hiç farkında değildiniz. Demek ki insanların çok özgür yaşadığını sandığınız ülkemizde işlenen nice insanlık suçları vardır ki milyonlarca vatandaş bunlar hakkında henüz hiçbir bilgiye sahip değildir. Bu da kuşkusuz halkımızın henüz toplum bilinci kazanmadığını ve bir bilgi toplumuna dönüşemediğini göstermektedir. Bu trajikomik manzara ile ilgili olarak göz ardı edilmemesi gereken bir nokta vardır, o da şudur: Eğer bir toplum özgür değil, ancak bu durumun farkında ise bu toplumun, varlığını sürdürmesi, her şeye rağmen olasıdır. Çünkü yaşadığı ortama az çok alışıktır. Dolayısıyla bu ortamdan kurtulabilmek için soğukkanlı davranacaktır. Fakat eğer bir toplum özgür değil, ancak bunun da henüz farkında değilse işte o toplumun yaşadığı ülkede –hemen her şeyi değiştirebilecek- beklenmedik olaylar bir anda gelişebilir. Çünkü böyle bir ülkede bir gün insanlar ne durumda yaşadıklarını çok ani bir şekilde öğreneceklerdir. Ve işte o zaman –tabir caizse- «dananın kuyruğu kopacaktır!»

Fakat Türkiyede son günlerde, şansın özgürlüklere göz kırptığını da unutmamak gerekir. Çünkü Amerika eğer Ortadoğuya tam anlamıyla yerleşecek olursa Türkiye, özgürlük talepleri karşısında geri adım atmak zorunda kalacaktır. Hele Türkiyenin, Avrupa Birliğine eğer girmesine izin verilirse, özellikle Arapça öğrenmek, geniş bilgi ve kültür almak, araştırma yaparak önemli eserler vermek ve kendilerini geliştirip yetiştirmek isteyenler büyük ölçüde hedeflerini artık gerçekleştirebileceklerdir. Çünkü Türkiyedeki (Türk kökenli) Balkan Musevileri diktatoryası artık hükmünü, büyük ihtimalle eskisi gibi sürdürme imkânını bulamayacaktır. Keza bu klik tarafından kullanılan fanatik Laikçi-putçu azınlık ile tarikatçılar da artık istedikleri gibi topluma baskı yapamayacaklardır.

İşte o güne kadar başta «Hanif müminler» olmak üzere, Arapça öğrenmek isteyen bütün gençler biraz dikkatli, biraz da sabırlı olmalıdırlar. Bakalım göreceğiz, gün doğmadan neler doğar…

SON
——————————————————–
NOT: Türkiye’de, din sosyolojisi bağlamında toplumu aydınlatıcı makalelerimiz, (isterseniz) size devamlı gönderilecektir. Kaynak göstermek ve ticari amaçlarla kullanmamak koşuluyla, kitap ve makalelerimizi sahip bulunduğunuz medya araçları ile yayınlayabilirsiniz.
Saygılar Ferit AYDIN. Araştırmacı-Yazar

http://kitap.ihya.org/arapcaninonemi.php?t2=oku&t4=&an=4&sn=213#ihya-213

posted in DİL VE TARİH | 0 Comments

2nd Şubat 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MEDRESELERDE OKUTULAN DERSLER VE DERS KİTAPLARI

1. Medreselerin ders programını belirleyen etmenler

İslâm dünyasında çocuklara ve gençlere neler öğretilmesi gerektiği, medreseler kurulmadan ve islâmî bilimler tam olarak ortaya çıkmadan önce de tartışılmıştır. Halife Ömer ( -644)* çocuklara yüzme, ata binme, ok atma ve güzel şiir söylemenin öğretilmesini istiyordu. el-Haccac ( -714) da yazıdan önce yüzme öğretilmesini istiyordu. Emevi halifesi Hişam ( -743) ve Abbasi halifesi Harun Reşit de Kur’ân, şiir, ünlü savaşların hikayeleri ve konuşma sanatının öğretilmesini istiyorlardı.

İbni Sahnûn, el-Kâbisî, İbni Miskeveyh, el-Abderî, Farabî ve İbni Sina gibi düşünürler öğretilmesi gereken bilimleri sayıp bazılarını önem sırasına koyarken İbni Haldun ve Gazâlî gibi düşünürlerde artık bilimler sınıflandırması ortaya çıkıyordu.

 

1.1. İslâmî bilimler sınıflandırması

İslâm dünyasında yaygın bir bilimler sınıflandırması anlayışı vardı. Buna göre, bilimler “ulûm-u aliye (alet ilimler) (veya “ulûm-u cüz’iyye”) ile “ulûm-u âliye” (yüksek bilimler) diye ikiye ayrılıyordu. Bu durumda sarf, nahiv, lûgat, hesap, hendese, mantık, belâgat, tarih, coğrafya, felsefe v.s. birinci gruba; Kur’ân, hadis, fıkıh ve bunlarla ilgili diğer bilimler de ikinci gruba giriyordu.

Bu yaygın anlayışın dışında, bazı bilginlerin biraz farklı bilim sınıflandırmaları da vardı.

Farabî kendi çağındaki bilimleri sayan bir eser yazmıştır (“İhsâu’l-ulûm”). Burada bilimleri önce teorik ve pratik olarak ikiye ayırmakta; daha sonra da bunları beş kategori içinde incelemektedir: dil bilimleri, mantık bilimi, matematik (burada geometri, optik, astronomi, müzik, mekanik ve makine bilimleri sayılmaktadır), Fizik-metafizik bilimi ile idare, siyaset, fıkıh ve kelam bilimleri. Farabi hangi bilimlerin özellikle öğretilmesi üzerinde çok ısrarcı değildir. İbni Sina ise sadece aklî bilimleri tasnif etmiştir.

Ebu Abdullah Muhammed bin Yusuf Harezmî de “Mefâ-tihu’l-Ulûm” (Bilimlerin Anahtarları) adlı eserinde bilimleri iki grupta ele almıştır: 1) İslâm ve Arapça bilimleri: Burada Fıkıh, Kelâm, Nahiv, İdare, Şiir ve Aruz bilimleriyle Tarih bilimi vardır. 2) Yabancıların (Arap olmayanların) bilimi. Burada da Felsefe, Mantık, Tıp, Aritmetik, Geometri, Astronomi, Müzik, Mekanik ve Kimya bilimleri bulunmaktadır.

İbni Haldun bilimleri; yardımcı bilimler (Arapça, mantık, aritmetik gibi) ve aslî bilimler (tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi) olarak ikiye ayırıyordu. Gazâlî, din yönünden hangi bilimlerin öğrenilme-sinin daha gerekli ve farz olduğunu anlatabilmek için bilimleri sınıflandırıyordu. Gazâlî’de bilimler önce şer’î ve şer’î olmayan diye ikiye ayrılıyor; şer’î bilimler de kendi içinde dörde bölünüyordu: a) Asıl bilimler (Kur’ân, Sünnet, İcma), b) Furû bilimler (Fıkıh ve Ahlâk), c) Yardımcı (mukaddime) bilimler (Sarf, Nahiv, Yazı) ve d) Tamamlayıcı bilimler (Tefsir, Tecvid, Hadis). Şer’î olmayan bilimler ise üçe ayrılıyordu: a) Övülen bilimler (Tıp, Hesap, Ziraat, Terzilik, Siyaset), b) Yerilen bilimler (Kimya, Astroloji, Tılsım, Büyü gibi); 3) Mubah (uğraşılmasına izin verilebilir) bilimler (Şiir, Tarih gibi).

Osmanlılarda en meşhur olan bilimler sınıflandırması da Taşköprülüzâde’nin “Miftahu’s-Saade” adlı eserinde görülmektedir. Burada bilimler yedi ana bölüme ayrılmıştır: Yazı ile ilgili, Sözle ilgili (sarf, lugat, nahiv, belagat, tarih v.s.), Mantıkla ilgili bilimler, Felsefe (metafizik, ilâhiyat, fizik, tabiat bilimleri, astroloji, kimya v.s.), Pratik felsefe (ahlâk, ev idaresi, siyaset), Dinî bilimler (Kur’ân, Hadis, Tefsir, Fıkıh).

Bu sınıflandırmalar içinde özellikle dinî bilimler merkezde olmak üzere, ona hazırlayıcı ve yardımcı bilimlerin öğretilmesi tavsiye ediliyordu.

 

1.2. Vakfiyeler ve Kanunnâmeler

Bazı medrese vakfiyelerinde, belirtilen pekçok husus arasında orada okutulacak dersler hakkında şartlar konduğuna da rastlıyoruz.

Niğde’deki Karamanoğlu Ali Bey Medresesinin vakfiyesinde; burada şer’î ve edebî bilimlerin okutulacağı, fıkıh ve usul-ü fıkıhın yanısıra onbeş şer’î bilimin okutulacağı belirtiliyordu. Konya Kara-tay Medresesi vakfiyesinde, orada ders verecek müderrisin özellikleri sayılırken şeriat, hadis, tefsir, usul, furû’ ve hilaf bilimlerinde uzman olması isteniyordu ki, bu, orada okutulacak dersler hakkında bir fikir veriyordu. Sultan İİ.Murad’ın Edirne’de yaptırdığı Dârü’l-Hadîs’in Vakfiyesinde de “şu da şartımdır ki, müderris medresede katiyen felsefî ilimlerle iştigal etmeyecektir. Orada müderris ders günlerinde hadis ilmi ve onunla ilgili diğer dersleri öğretecek ve onun öğret-tiklerinden iadesi gerekenleri muîd tekrar edecektir”, deniyordu.

Ayrıca vakfiyelerde müderrislerin mezhebinin belirlenmesi de verilecek dersleri gösteriyordu.

Fatih Külliyesinin vakfiyesinde dersler açıkça yazılmamakla beraber, müderrislerin vasıfları yazılırken “başlangıç ve giriş bilim-lerinde, aklî ve naklî bilimlerde benzeri az bulunan, tedris makamının ehliyetine sahip, ömrünü faydalı bilimleri tahsil etmeye vermiş” gibi ifadeler kullanılmaktadır. Ayrıca o devirde hazırlanan Kanûn-nâmelerde de hangi derecedeki medresede hangi derslerin okutulacağı yazılmaktadır. Cahit Baltacı’nın bu Kanûnnâmelerle bazı müderris-lerin özgeçmişlerinden yararlanarak hazırladığı 15-16.yüzyıllarda Osmanlı medreselerinde okutulan dersler ve ders kitapları şöyledir: “Yirmili” ve daha yukarı medreselerde okuyabilmek için, öğrencinin, daha önceden temel gramer ve mantık derslerini almış olmaları gerekir. Bu derslerde; gramerin “Sarf” kısmında Emsile, Binâ, Maksud, ‘İzzî ve Merah; “Nahiv” kısmında ‘Avamil, İzhâr ve Kâfiye; Mantık kısmında Şerh-i Şemsiyye, Şerh-i Tevâli, Şerh-i Metali, Şerh-i İsagoci; Usul-ü Fıkıh kısmında da Telvih kitaplarını okuması gerekiyordu. Bu temeller üzerinde okutulan dersler arkadaki tabloda görülmektedir.

Süleymaniye Külliyesinin vakfiyesinde de Tefsir ve Dârül-hadis müderrislerinin vasıfları sayılırken okutması gereken kitaplar-dan bahsedilmektedir.

 

 

1.3. Akademik gelenek ve icazetnameler

Hadis nakilleri sırasında, bir kişiden duyulan veya yazılan hadislerin başkalarına nakil izni olarak ortaya çıkan icazetname, daha sonra medreselerde ve tekke-dergahlarda birer diploma yerine kullanılmaya başlanmıştır. Bazı icazetnamelerde, müderrisler kendi hocalar silsilesini uzun uzun saymışlardır.

İcazetler bazen belli dersler ve kitaplar hakkında oluyordu. Bazen müderrislerin kitaplarının bir köşesine, bazen de ayrı bir kitapçık veya belge şeklinde icazet düzenleniyordu.

Müderris, icazetini aldığı dersleri ve kitapları okuttuğu için, medreselerin ders programlarının belirlenmesinde akademik gelenek (ulemâ silsilesi) ve icazetler yol gösterici oluyordu.

Hüseyin Atay, “Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi” adlı eserinde, içinden medreselerde okutulan derslerin ve ders kitaplarının çıkartılabileceği bazı icazet örnekleri vermektedir.

Yukarıda sayılanlara ek olarak müderrislerin gerek başka âlimlerin yanında gerekse kendi kendilerini yetiştirirken inceledikleri, ezberledikleri kitaplar da eğitim-öğretim hizmetinde kullanılan eserler de eğitim kitapları sayılabilir. Mustafa Bilge, vakıf yönetimi tara-fından müderrislere verilen kitaplar listesinin de medresede okunacak veya değerlendirilecek kitaplar hakkında fikir verdiğini belirtmek-tedir.

Değişik medrese kademelerinde okutulan dersler ve ders kitapları

 

Medrese derecesi

Ders adı

Okutulan Kitaplar

Yirmili

Belâgat

Kelâm

Fıkıh

Mutavvel

Hâşiye-i Tecrîd

Şerh-i Feraiz

Otuzlu

Belâgat

Kelâm

Fıkıh

Hadis

Şerh-i Miftah

Hâşiye-i Tecrîd

Tenkih, Tavzih

Mesâbih

Kırklı

Belâgat

Fıkıh

Usul-ü Fıkıh

Hadis

Miftahu’l-Ulûm

Sadru’ş-Şerîa, Meşârik

Tavzih (Teftezânî)

Mesâbih (Bagavî)

Ellili Hâriç

Fıkıh

Kelâm

Hadis

Hidâye

Şerh-i Mevakıf

Mesâbih

Ellili Dâhil

Fıkıh

Usul-ü Fıkıh

Hadis

Tefsir

Hidâye

Telvîh

Buharî

Keşşaf, Beyzâvî

Sahn-ı Seman

Fıkıh

Usul-ü Fıkıh

Hadis

Tefsir

Hidâye

Telvîh, Şerh-i Adûd

Buharî

Keşşaf, Beyzâvî

Altmışlı

Fıkıh

Usul-ü Fıkıh

Kelâm

Hadis

Tefsir

Hidaye, Şerh-i Feraiz

Telvîh

Şerh-i Mevâkıf

Buharî

Keşşaf

 

 

2. Medreselerde okutulan dersler

Çok değişik şekilde sınıflandırmalar olmasına rağmen, biz medreselerde okutulan dersleri hazırlık dersleri, İslâmî bilimler, İslâmî bilimlere yardımcı dersler ve İslâmî sanatlar olarak sınıflandırdık. Elbette burada sayılan dersler ve ders kitapları her medresede okunmadığı gibi, bazı medreselerde burada sayılmayan ders konuları ve kitapları da okutulmuş olabilir. Bizim vermek istediğimiz, medreselerdeki programın ana hattıdır.

Ders kitabı olarak ilk başlarda bazı müderris ve âlimlerin orijinal kitapları okutulurken, daha sonra bu kitaplar üzerinde yapılan şerh, hâşiye, ta’likat, ihtisar, telhîs vs. şeklindeki çalışmalar okutulmaya başlanmıştır. Bu kavramlardan

“şerh”, bir eserin ana metnini esas alarak bunun üzerinde açıklama ve genişletmeler yapma;

“hâşiye”, bir eserin anlaşılamayan kavram ve konularını berraklaştırmak için kenarına veya altına açıklamalar ekleme;

“ihtisâr”, bir kitaptaki bazı gereksiz ayrıntıların çıkartılarak sadeleştirilmesi (“muhtasar”);

“ta’likât”, bir kitabın açıklanması gereken yerler için kenarına notlar koymak veya ayrı bir kitap yazmak;

“telhîs” oldukça geniş olarak hazırlanan eserleri halkın veya öğrencinin daha iyi anlaması için özetlemek demekti. Bu çalışmalar kitap sayfaları üzerinde yapılabildiği gibi ayrı eserler halinde de hazırlanabiliyordu.

Aşağıda bazı ayrıntıları verilecek olan medrese ders programları ve kitapları belli bir sıra dahilinde tek tek okutulmuyordu. Ama önce sarf, burada yeterli bilgiye sahip olunca nahiv, burada temel kitapları bitirenler mantık ve burada yeterli eğitim alanlar da akaid konularına geçiyorlardı. Bunun üstünde tefsir, hadis ve diğer yüksek islâmî bilim konuları işleniyordu. 1869’da faal İstanbul medreseleri hakkında bir belgeyi değerlendiren Mübahat Kütükoğlu, o zaman İstanbul medreselerinde okuyan öğrencilerden 578’inin Sarf, 3027’sinin Nahiv, 1101’inin Mantık (374 Fenârî, 610 Tasavvurat, 117 Tasdîkât), 287’sinin Akaid Şerhi, 108’inin Kadımir, 182’sinin ise Celâl okuduğunu bildiriyordu. Demek ki, medrese öğrencileri eğitimin başlangıç kısımlarında boğuşup duruyordu (veya müderrisler bu konuları anlatmayı tercih ediyorlardı).

 

 

2.1. İslâmî bilimlere hazırlayıcı dersler

İslâmî bilimlerin temel derslerine hazırlayıcı veya yardımcı olan Sarf, Nahiv, Belâgat, Hesap, Hendese gibi derslere “Muhtasarat” deniyordu. Ancak bunlarda temel eğitim alındıktan sonra diğer derslerin eğitimine başlanabiliyordu.

 

 

2.1.1. Sarf

Kelime türemeleri ve fiil çekimleri konularını işleyen temel Arapça gramer biliminin adı. Sarf dersi içinde okutulan kitaplardan en meşhur olanları “Emsile”, “Binâ”, “Maksûd”, “İzzî”, “Merah” ve “Kâfiye”dir.

Emsile”: Yazarı bilinmeyen, ama medreselerde yüzlerce yıldır ezberletilen, üzerinde yüzlerce şerh yapılmış temel gramer kitabı. Fiil ve isimlerin çekimlerini örneklerle açıklamaya çalışan küçük bir risale idi.

Binâ”: Gene yazarı bilinmeyen ve kelimeden kelime türetmeye (“tasrîf”) yarayan 35 kuralı anlatan bir kitaptır. Kitap medreselerin başlangıç kitaplarındandı ve öğretim metodolojisi açısından oldukça zayıf bir kitap olduğu için, medrese öğrencileri yıllarca bu kuralları ezberlemeye çalışırdı. Halk arasında söylenegelen “Benim oğlum Binâ okur, Döner döner gene okur” deyişi de bu kitaba işaret etmektedir.

Maksûd”: Gene yazarı bilinmeyen ve Arapça fiil çekim kurallarını anlatan bir ders kitabı idi. Yüzlerce şerhi arasında İmam Birgivî’nin şerhi meşhurdu.

İzzî”: İzzeddin Abdülvahhab bin İbrahim ez-Zincânî’nin ( -1257) sarf, nahiv ve lügat konularını işleyen meşhur eseri. Birçok şerhi yapılmıştır. “İzzî Şerhi Sadettin Hâşiyesi”, Dede Cengî Efendi (-1567) tarafından hazırlanmış ve medrese talebeleri arasında çok tutulan bir eser idi..

Merâh”: Ahmet b.Ali b.Mesut’un sarf ve nahiv konularından bahseden eseri. Buna Kemalpaşazâde’nin yaptığı şerh “Felâh” adını taşıyordu. Bursalı Ahmet Efendi’nin Merah Şerhi talebeler arasında meşhur idi.

Yahya Necmü’l-Eimme’nin “Takrîb“, İbni-i Hâcib’in “Şâfiye” (Seyyid Abdullah Çarperdî şerhi) adlı kitapları da sarf alanında bazı yerlerde okutulan kitaplardandı.

 

 

2.1.2. Nahiv

Arapça dilbilgisinin ikinci kademesi olan “cümle yapısı ve kuruluşu” ile ilgili konuların anlatıldığı bir derstir.

Nahiv dersinde en yaygın olarak okutulan kitaplar;

Birgivî Muhammed Efendi’nin “Avâmil”, “İzhar” adlı kitapları,

İbni Hâcib’in “Kâfiye” adlı kitabı,

İbni Hişâm’ın “Mugni’l-Lebib” ve “Kavaidü’l-İ’rab” adlı eserleri,

İbni Mu’tî’nin “ed-Dürretü’l-Elfiyye” adlı eseri,

“Molla Câmi” diye bilinen “Kâfiye” şerhi,

ve bunların dışında “İsam”, “Abdülgafur”, “İmtihani’l-Ezkiya”, Cürcânî’nin “Avâmil”i, Zemahşerî’nin “Mufassal”ı, “Şerh-i Keşfü’l-Esrar”, “Dibâce” ve “Şerh-i Misbah” (“Dâvü’l-Misbah”ın şerhi) gibi kitaplardır. Nahiv kurallarının kolayca ezberlenmesi için, bu alandaki bazı kitaplar manzum hale getirilmiş veya manzum eserler yazılmıştır.

Avâmil: Aslen Balıkesirli olan, ama Birgi’de kendisi için yaptırılan büyük medresede uzun yıllar ders verdiği için “Birgivî” diye bilinen Muhammed Efendi’nin ( -1573) hazırladığı bir eserdir. “Avâmil”, âmiller demektir. Âmil, Arapça gramerde kelimelerin sonuna tesir eden edat gibi kelimeler, ismin halleri denen “cerr” harfleri; “için”, “gibi”, “-den beri”, “eğer”, “niçin” gibi kelimelerin kullanışları, temenni, ümit, mutlaklık, istisna, nedensellik v.s. gibi durumları bildiren harflerin kullanışları üzerinde durur. 25 sayfalık bu küçücük kitapçık genelde Arapça cümlelerde çok önemli olan kelime sonlarındaki değişmeler (i’rab) üzerinde durur. Baştan sona kural ve örneklerle dolu olan bu kitabın, öğrenciler tarafından daha iyi anlaşılması için birçok şerhleri yapılmıştır.

İzhâr: Asıl adı “”İzhâru’l-Esrâr fi’n-Nahv” (Nahivdeki Sırla-rın Açıklanması) olan bu kitap da Birgivî Muhammet Efendi’nindir. Genelde Avâmil kitabındaki konuların daha derinlemesine işlendiği bu kitap da kelime sonlarındaki değişiklikleri âmil, ma’mûl ve amel (i’rab) düzeni ile inceler.

Arapça gramer kurallarını anlatmak için yazılmış bu eserler de Arapça yazıldığı için, çeşitli isimlerle şerhedilmiş, “Mevhum-u İzhâr” adıyla Osmanlılar zamanında Türkçeye çevrilmiştir. Özellikle “Adalı” diye bilinen şerh, öğrenciler arasında yaygın olarak kullanı-lıyordu. Kitapların Arapça orijinalleri ve Türkçeleri günümüzde de yayınlanmıştır.

Kâfiye: Sarf ve nahiv ilimlerinde üstad olan ve “İbni Hâcib” unvanıyla tanınan Osman b. Ömer ( -1174) tarafından yazılmıştı (aynı yazarın “Fer’i” ve “Müdevvene” adlı nahiv kitapları da vardır). Nahiv alanında ileri düzeyde okutulan, sadece örneklerle öğretmeyi amaçla-mayıp konuların felsefesine de giren bir kitap idi. Muhammed Bahşî (veya Halebî) (1628-1687) tarafından “eş-Şâfiye fî Nazmi’l-Kâfiye” adıyla nazım haline getirilmişti. Aslında Kâfiye şerhi olan ve asıl adı “el-Fevâidü’z-Ziyâiyye fî Şerhi’l-Kâfiye” olduğu halde Molla Câmî (1414-1492) tarafından hazırlandığı için “Molla Câmî” adıyla bilinen nahiv kitabını da Kurt Muhammed Efendi (-1587) Türkçeye çevirmiştir. Vassaf Abdullah Efendi de “İrşâd-ı Ezkiyâ” adıyla man-zum olarak tercüme ve şerh etmiştir. “Şerhu Kâfiye” adıyla Alâaddin Ali Fenarî’nin (-1497) de bir eseri vardır.

Mugni’l-Lebîb”: “İbni Hişam” diye bilinen ve Arapçanın incelikleri hakkında mükemmel bir bilgiye sahip olan Abdullah b. Yusuf’un (1309-1360) Arapçadaki edatlar ve harflerle ilgili kitabı idi. İznikli Vahyizâde Muhammed Efendi tarafından yapılan şerh çok meşhur idi (Arap âlimleri de buradan alıntı yapıyordu). İbni Hişam’ın nahve dair bir başka kitabı olan “Kavaidü’l-İ’rab” da Osmanlı medreselerinde okutulan bir eser idi ve birçok hâşiyeleri vardı. Gene İbni Hişâm’ın bu alanda, İrâkî’nin “Tenkih”i üzerinde yaptığı şerh olan “Tavhîd” kitabı da bazı yerlerde okutuluyordu.

Elfiye”: “İbni Mâlik” (“İbni Melek” dendiği de oluyordu) diye bilinen Muhammed b. Abdullah’ın (1203-1273) nahive dair bin beyitlik meşhur eseri. İbni Malik burada nahiv kurallarını açıklarken örneklerini Kur’ân, hadisler ve meşhur Arap şiirlerinden seçmiştir (Gene İbni Malik’in nahve dair üçbin beyitlik “el-Kâfiyetü’ş-Şâfiye” adlı bir eseri yanında “Teshil” gibi kitapları da vardır). Murâdî, İbni Nâzım gibi yüzlerce âlimin Elfiye Şerhleri vardır. İbni Mu’tî’nin ( -1265) nahve dair esas adı “ed-Dürretü’l-Elfiyye” olan bir eseri vardır.

Şerh-i Mısbah”: Nasır b.Abdüsseyyid Matrızî (-1212) tarafından yazılan nahve dair “Mısbah” kitabının şerhidir.

İmtihânü’l-Ezkiyâ”: Kadı Beydâvî’nın Kâfiye özeti olan “Lübâbü’l-Elbâb fî İlmi’l-İ’râb” adlı eserinin Birgivî Muhammet Efendi tarafından “İmtihâni’l-Ezkiya Şerhu’l-Lübbî mine’l-Nahv” adıyla şerhedilmiş halidir. Ayrıca bunun da birçok şerh ve hâşiyeleri vardır.

 

 

2.1.3. Belagat

Bilim olarak düzgün ve yerinde konuşma sanatının kurallarını inceler. Kendi içinde Meânî, Beyân ve Bediî olarak üçe ayrılır. Esas amacı Kur’ân’ın ifade mucizesini ortaya koymak, İslâm dininin anlatımında konuşmacıları iyi yetiştirmek olan bu bilim, sık sık Arap edebiyatı ile de karışmıştır.

Belâgatın

“me’ânî” kısmında haber ve dilek kipleri, emir, yasaklama, soru, temenni, ünlem şeklindeki ifadeler, cümle içinde kelimelerin yeri, cümleleri birbirine bağlama veya uzun cümleleri ayırma, sözü uzatma ve kısaltma gibi konular;

“beyân” kısmında teşbih (benzetme), kelimeleri mecazî anlamda kullanma teknikleri, kinaye gibi konular;

“bediî’” kısmında da kelimelerle ve anlamlarla ilgili süsleme sanatları, güzel söz söyleme sanatları anlatılmaktadır.

Belâgat alanında en yaygın olarak okutulan kitaplar “Muhtasar Meani”, “Mutavvel”, “İzâh”, “Miftah”, Telhis”, “İsâm” ve Seyyid Şerif’in “Miftah Şerhi”dir.

Belâgat bilimlerinde okunan kitapların temelini Siraceddin Sekkâkî’nin ( -1228) “Miftâhu’l-Ulûm” adlı eser teşkil eder. Bu eserin birinci bölümü sarf, ikinci bölümü nahiv ve son bölümü de meânî ve beyân bilimlerine ayrılmıştı. Bu esere Hatib el-Kazvinî ( -1338) tarafından yazılan “Telhisü’l-Miftâh fî’l-Me’ânî ve’l-Beyân” adlı şerh (veya İbni Hâcib’in aynı esere yazdığı muhtasar) bazen “Telhîs” bazen “Miftâh” olarak söylenegelmiştir. Bu eser, gerek şerh gerekse hâşiye olarak daha sonraki belâgat kitaplarının esasını teşkil etmiştir (gene belâgat kitapları arasında yer alan “İzâh” da Kaz-vinî’nindir). Sadettin Teftazanî’nin hem “Miftahu’l-Ulûm” şerhi hem de “Telhîs” şerhi vardır. Bu şerh » “Mutavvel” adını taşıyordu. Daha sonra bu şerhi kısaltarak » “Muhtasar” adını vermiştir.

Medreselerde “Şerh-i Miftâh” olarak okutulan şerhler Seyyid Şerif’in, Sadettin Teftazânî’nin veya Şeyhülislâm İbni Kemâl’inkidir. Bu, müderrisin seçimine bağlı idi.

Fâtih zamanında 30-35 akçe yevmiyeli medreselere, bu kademede okutulan kitabın adına izafeten “Miftah medreseleri” deniliyordu.

Mısbah”: Sekkâkî’nin “Miftâhu’l-Ulûm” adlı eserine Seyyid Şerif Cürcânî tarafından yapılan şerh. Bu şerhe Osmanlı müderrisleri tarafından birçok şerh ve hâşiyeler hazırlanmış; eser, üzerinde yapılan çalışmalarla beraber Osmanlı medreselerinde en çok okunan kitaplar-dan biri olmuştur.

Mutavvel”: Eserleri yüzyıllarca Anadolu medreselerinde ders kitabı olarak okutulan Sa’deddin Mes’ûd b. Ömer Teftazânî’nin (1312-1390), Hatib Dımışkî’nin “Telhîsü’l-Miftâh” kitabına yazdığı şerh olan “el-Mutavvel ale’t-Telhîs” adlı eseri (Teftazânî’nin “el-Mutavvel ale’l-Miftâh” adlı eseri de var). Kur’ân’ın ifadelerinin güzelliğini en iyi açıklayan eser olarak bilinir. Bunun Seyyid Şerif Cürcânî ( -1413), Ebu’l-Kâsım el-Leysî es-Semerkandî (1483) ve Siyâlkûtî (-1656) tarafından yapılan hâşiyeleri ve Hasan Çelebi ( -1481) tarafından yapılan şerhi de meşhurdur. Abdünnafi İzzet Efendi (-1890) tarafından tercüme edildi.

Muhtasar”: Sa’deddin Mes’ûd b. Ömer Teftazânî’nin belâ-gat bilimine dair eseri. Bu da medreselerde yaygın olarak okutulu-yordu.

Telhîs”: “Telhîs fi’l-Belaga”. Sa’dettin Teftazanî’nin Arap Edebiyatı konusundaki eseri. Kadı Celaleddin Kazvinî’nin de gene meani ve beyan üzerine “Telhîs”i vardır.

 

 

2.1.4. Mantık

Mantık alanında medreselerde okutulan ders kitapları şun-lardı: “İsagoci”, “Kavli Ahmet”, “Fenarî”, “Kara Davut”, İsfehanî’nin “Şerh-i Tevâli”si, “Seyyid İmad”, “Tehzib”, Mirzacan Hâşiyeleri, “Kutbuddin”, “Şemsiye”. “Hüsam”, Şerhi’l-Usâm

İsagûcî”: Porphyrios’un “Eisagoge” adlı eserinin İslâm dünyasında tanınmış şekli. Mîr İsagûcî Esîrüddin el-Ebherî’nin ( -1266) mantık üzerine yazdığı “er-Risâletü’l-Esiriyye fi’l-Mantık” adlı ve mantığın tüm konularını kapsayan, medreselerde okutulan 8-10 sayfalık kitabı. Birçok şerh ve hâşiyeleri vardır. Molla Fenarî’nin “Şerh-i İsagoci”si “Fenarî” diye şöhret bulmuştur.

Fenarî”: “Molla Fenarî” diye bilinen Mevlâna Şemsettin Fenarî’nin (1315-1431) İsagûcî üzerine bir günde yazdığı şerhtir. Genellikle kıyas konusunu işler. Bunun birçok şerhi ve hâşiyesi yapıldığı gibi, Osmanlı medreselerinde uzun süre ders kitabı olarak da okutulmuştur.

Şerhu Metalî”: Selçuklu müderrisi Kadı Siraceddin Mahmut Urmevî’nin (1198-1283) “Metâliü’l-Envâr” adlı eserin şerhi. Bu esere Şemsettin İsfehanî ( -1289), Kadı Beydâvî, Seyyid Şerif Cürcânî, Şemsettin Sivasî (-1597), Kutbuddin Muhammed Râzî ( -1364), Hacı Paşa ve Yanyalı Esat Efendi’nin şerhleri ile Kara Dâvûd b.Kemal’in (-1541) hâşiyeleri meşhurdur. Bunun da hâşiyeleri vardır: “Hâşiye alâ Kara Davud min el-Mantık”. Osmanlı medreselerinde okutulan Seyyid Şerif’in şerhi ve Kara Davûd’un hâşiyesi idi.

Şerhu’ş-Şemsiyye”: Nasrettin Tûsî devrinde yaşayan ve “Kâtibî” diye bilinen Necmeddin Ömer Kazvinî’nin ( -1293) mantığa dair yazdığı ve Hoca Şemsettin Muhammed için yazıldığından dolayı onun adı verilen, çok sistematik “Şemsiyye” adlı kitabın Mevlana Kutbüddin Şirâzî ( -1364) tarafından yapılan şerhi (bu kitap aynı zamanda “Kutbuddin” veya “Şerh-i Kutub” diye de biliniyordu). Bu konuda Seyyid Şerif Cürcânî ve Teftazânî şerhleri de meşhurdu. Mantığın “tasavvurat” ve “tasdikat” konularına ait olan esere Bursalı Ahmet Sıtkı Efendi’nin (-1894) Şerhi basılmıştır.

Kavl-i Ahmet”: Fenârî’nin mantık kitabı. Ayrıca büyük Osmanlı âlimlerinden Taşköprüzâde Ahmet Efendi’nin ( -1528) mantığa dair “el-Câmi fî’l-Mantık” adlı eseri de olabilir.

Hüseyniye”: Amasyalı Hüseyin Şah Çelebi ( -1512) tarafın-dan hazırlanan ve münazara adabından bahseden bir eser idi. Bunun hâşiyeleri de yaygındı.

Gene mantığa bağlı bir dal olarak gelişen âdâb (tartışma usulü) konusunda da Kara Hâşiye-i Mesud, Mîr Ebu’l-Feth gibi kitap-lar okutuluyordu.

Mantık alanında okutulan diğer kitaplara da “Seyyid İmad”, “Şerh-i Yusufiyye” (Kıyas konusunu işleyen manzum mantık), mantı-ğın ayrı ayrı konularında yazılmış “Tasavvurat”, “Tasdikat” ve “Tehzib” örnek verilebilir.

 

 

2.2. İslâmî bilimler

2.2.1. Kur’ân-ı Kerim

2.2.1.1. Kıraat ve Tecvid

Arapçada kelime üzerinde med, kasr, hareke, sukûn, nokta ve irab bakımından olan değişikliğe “kıraât” denmektedir. Kur’ân’ın okunmasında yukarıdaki özellikler farklı farklı yorumlandığı için, Kur’ân’ın farklı kıraâtları ortaya çıkmıştır. İslâm dünyasında meşhur olan yedi kıraâtın (kıraât-ı seba) “imam”ları şunlardır:

1. Ebû Abdurrahman Nâfi’ b.Ebû Nuaym (-785)

1. Abdullah b.Kesir el-Mekkî (-738)

1. Ebû Amr b. el-Alâ el-Basrî ( -771)

1. Abdullah b. Âmir ed-Dımaşkî ( -736)

1. Ebûbekr Âsım b.Ebi’n-Necûd el-Kûfî (-745)

1. Ebû Ammâre Hamza b.Habib ez-Zeyyât el-Kûfî ( -773)

1. Ali b.Hamza Ebû’l-Hasen el-Kısâî ( -805)

Bunlara daha sonra üç okunuş daha eklenerek meşhur okunuş biçimi 10’a çıkmıştır. Sonradan eklenen bu üç okunuşun imamları da şunlardı:

1. Halef b.Hişam el-Bezzâr (-844)

2. Ebû Ca’fer Yezid b.el-Ka’ka el-Mahzûmî el-Medenî (-748)

3. Ebû Muhammed Ya’kub b.İshak el-Hadremî el-Basrî

Yukarıdaki on çeşit kıraâtın bugün 3 tanesi kullanılmakta; diğerleri bir bilim konusu olarak incelenmektedir. Yaygın kullanılan üç kıraâttan da Ebû Amr kıraatı Sudan’ın bir kısmında, Nâfî kıraâtı Mısır hariç Kuzey Afrika’da Âsım kıraâtı (Hafs rivayeti) ise İslâm dünyasının diğer kısımlarında kullanılmaktadır. Dolayısıyla bizim kültür çevremizde kıraât öğretiminde Âsım kıraatının Hafs rivayeti öğretilmekteydi.

Aşağıda anlatılanların dışında kıraat ve tecvîd alanında “Cezûlî”, “Ecrûmiyye”, “İbni Fâsih”, “Ca’berî”, “Rahbiye”, “Meyda-niye”, “Sünûsiyye” (Kuzey Afrika’da), Kilisli Abdullah Efendi’nin kıraat-ı seba ve aşere kitabı olan “Zübde” gibi kitaplar okutulu-yordu.

Cezeriyye”: Şamlı Şâfiî âlimi ve İslâm tarihinin en büyük kıraat ustası İbni Cezerî’nin (1350-1429) eseri. İbni Cezerî “kırâat-ı aşere”, “isnâ-i aşere” ve “selâs-ı aşere” konularında iyi bir eğitim almış, Şam ve Kahire’deki medreselerde kıraat müderrisliğinde bulunmuş ve kıraat üzerinde çoğu manzum birçok eser yazmıştır. En meşhur eseri “Kitabü’n-Neşr fî’l-Kırâati’l-Aşr” ve “Tayyibe” idi. Onun kitapları yüzyıllarca ezberlendi ve şerhedildi. Kurt Muhammed Efendi (-1587) tarafından Türkçeye çevrildi.

Şâtıbiyye”: Endülüslü ama âlim ve bütün kıraat âlimlerinin hocası Kasım b. Fîrruh Şâtıbî’nin (1143-1194) eseri. Kıraat ustası İmam Cezerî’nin de hocası olan Şâtıbî’nin Kahire’de müderrislik yaparken yazdığı “Kaside-i Lâmiyye” ve “Hırzü’l-Emânî ve Vechü’l-Tehânî” adlı nazımlar, yedi kıraat üzerine yazılmış en meşhur eser idi. İslâmî bilimlere başlamak isteyenler, hemen hemen İslâm dünyasının her tarafında bu şiirleri ezberleyerek hocalarına arzediyorlardı. “Şâtıbiye” veya “Şâtbî” kıraat ilminin âdeta ana kitabı idi (Şâtıbî’nin “Kaside-i Râiyye”si de hem kıraat hem de belâgat alanında ezberlenen bir kitap idi). “Kaside-i Şâtıbiyye”, Manisalı Ahmet (-1591) tarafın-dan Türkçeye çevrilmişti.

Karabaş Tecvidi”: Kastamonulu Şeyh Şaban-ı Veli silsilesinden Halveti Şeyhi Ali Efendi’nin eseri. Karabaş Risalesi’nin, Şeyh Abdurrahim Karabaşî’nin (-1498) olduğu da rivayet edilir. Risalenin çıkışı 1835’de Hamza Miskin adlı kişinin Türkçe “Tecvid-i Edaiye”si ile beraberdir.

Dürr-i Yetim”: Birgivî Muhammed Efendi tarafından yazılan “Dürrü’l-Yetim fî İlmi’t-Tecvîd” adlı eser. Eskicizâde Ali Mehdî Efendi ( -1827) tarafından Türkçeye tercüme ve şerhedilmiştir.

 

 

2.2.1.2. Tefsir ve Usul-ü Tefsir

Tefsir, Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerini yorumlamak, özüne uy-gun olarak genişletmek ve müşkül yerlerini ve çok anlamlı kelime-lerini dine uygun olarak açıklamak demektir. Tefsir kendi içinde rivayet tefsirleri ve dirayet (akla ve görüşe dayalı) tefsirleri diye ikiye ayrılır. Ayrıca çeşitli mezheplere göre de farklı tefsirler vardır. Tefsir alanının tartışılmaz iki kitabı “Kadı Beydavi” ve “Keşşaf” idi. Bunun yanında Celâleyn ve Begavî tefsirlerini okutanlar da vardı.

Kadı Beydâvî”: Şâfiî âlimi Nasrettin Abdullah b. Ömer Beydâvî ( -1286)’nin “Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil” adlı tefsiri, sünniler arasındaki en meşhur tefsirlerden biri idi ve “Kadı Beydâvî” veya “Kadı Tefsiri” adıyla biliniyordu. Râzî Tefsiri, Ragıb’ın “Müfredât” ve Zemahşerî’nin “Keşşaf” adlı tefsirlerinden yararlana-rak hazırlanmış, kısa ve öz ama akıcı bir üslupla yazıldığı için medreselerde yaygın olarak okutulmuştur. Bunun üzerine yapılan hâşiye ve talikler 250’den fazladır.

Keşşâf”: Türk tefsirci Cârullah Ebu’l-Kâsım Muhammet b.Ömer ez-Zemahşerî’nin (1074-1143) “el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl” adlı eserinin kısa adıdır. Zemahşerî, kendisinden önceki rivayet tefsirleri yerine dirayet tefsiri türünde bu eserini yazmıştır. “Arapçayı Araplardan daha iyi bilen ve kullanan” bu âlim, gereksiz söz ve uzatmalardan uzak, hikâye ve İsrailiyata yer vermeyen, edebî sanatları incelikle kullanarak ve soru-cevap tarzında açıklamalar yaparak bu tefsirini hazırlamıştır. Kitabın yüzlerce şerh ve hâşiyesi yazılmıştır. Bunlar arasında Seyyit Şerif’in Hâşiyesi meşhur idi. Bu arada Hatipzâde, Hasan Çelebi, Alâeddin Ali Tûsî, Ali Kuşçu, Ebussuud İmâdî gibi bilginlerin yazdığı hâşiyeler de yaygın olarak kullanılmaktaydı.

Celâleyn Tefsiri”: Celâleddin Mahallî tarafından başlatılan ve Celâleddin es-Suyûtî tarafından tamamlanan, iki “Celâl” tarafından bitirildiği için “Tefsir-i Celâleyn” denilen eser. Öğrenciler ve bilim adamları tarafından okunan, okutulan, sık sık müracaat edilen bir tefsir idi.

Usul-ü Tefsir, tefsir metodolojisidir. Kur’ân’ın doğru şekilde tefsir edilebilmesi için uyulması gerekli kuralları inceler. Medreselerde usûl dersleri çok önemli idi. “Usûlsüz vüsûl (kavuşma) olmaz” diye inanılıyordu. Usul-ü Tefsir alanında “Burhan Zerkeşî”, “İtkan” ve “Suyutî” adlarıyla tanınan kitaplar okutuluyordu.

Burhan Zerkeşî”: Bedrettin Muhammet ez-Zerkeşî (1344-1392) tarafından yazılan “el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân” adlı eseri işaret etmektedir. 47 bölüm halinde Kur’ân bilimlerinin incelendiği eserdeki konulardan bazıları şunlardır: Ayetlerin iniş sebepleri, sûre başları ve sonları, mekkî ve medenî sûreler, Kur’ân’ın dili, toplanması ve saklanması, garip kelimeler, müteşabihler, okunuşları v.s.

İtkan” veya “Suyûtî”: Celâlettin Suyûtî’nin ( -1505), “el-Burhan” kitabını esas alarak hazırladığı “el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân” adlı tefsir metodu kitabı. Bu kitap, “Burhan” kitabından çok daha fazla yayılmış ve medreselerde uzun yıllar okutulmuştur. 80 bölümlük bu büyük kitap, kendi alanında hem konu hem de kaynak olarak hiçbir eksiği bulunmayan bir kitaptır.

 

 

2.2.1.3. Kelam ve Akâid

Kelâm, dinî inançları aklî deliller getirerek ispat etmeye, dinî konularda insan aklının ve ruhunun içine düşebileceği şüphelerden onları kurtarmaya çalışan bir bilim idi. Genelde Allah’ın zatı ile ilgili konularla ilgilendiği için, küfre düşmeden konuları tartıştırmak, şüphedekileri tam anlamıyla ikna etmek çok zor oluyordu. O nedenle her müderris bu dersi vermeye veya bu konuları işlemeye cesaret edemiyordu.

Kelâm dersinde Allah’ın varlığını ispat, peygamberlik, imamet, mead (öldükten sonra tekrar dirilme), bilgi, araz, cisimlerin oluşumu, vücud, vücub, imkân, vahdet, çokluk, teklik, metafizik gibi konular işleniyor ve doğal olarak bu konularda birçok tartışmalar oluyordu. Osmanlı Devletinin yükselişi döneminde kelâm konularına büyük önem veriliyor, Gazâlî ile İbni Rüşd arasında bazı kelam konularında yapılan tartışmalar Ali Tûsî, Hocazâde ve Muslihiddin Mustafa gibi bilginler arasında tekrar tartışmaya açılıyor; “Hâşiye-i Tecrîd” kitabı medreselerin temel ders kitabı olarak kabul ediliyordu.

Kelâm derslerinde genellikle akâid kitapları okutuluyordu. “Akâid” (“akide”nin çoğulu), bir müslümanın inanç temellerini anlatmaktadır. İslâmiyetin varlık ve bilgi anlayışı; Allah’a, meleklere, Allah’ın kitaplarına, peygamberlerine ve kadere iman konuları; velâ-yet, keramet, mi’rac, hilafet, imamet, içtihat gibi konular işleniyordu.

Kelâm konusunda “Celâl”, “Halhalî”, “Hayalî”, “Seyâlkûtî” ve “Abdurrahman” (Müeyyedzâde Abdürrahman Efendi’nin (1456-1516) kelam risalesi) adlı kitaplar okutuluyordu.

Ayrıca Hızır Bey Çelebi’nin (-1458) “Kaside-i Nûniye”si de manzum olduğu için birçoklarınca ezberleniyordu. Bunun birçok hâşiye ve şerhi arasında Hızır Bey’in öğrencisi “Hayalî” tarafından yapılan şerhi meşhur idi. Sirâceddin Ali Ûşî’nin (-1180) gene “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” akidesine göre yazdığı “Bedü’l-Emâlî” adlı Emâlî Kasidesi de en çok şerhedilen ve ezberlenen eserlerden biriydi.

Tecrîd-i Kelâm”: Şia’nın İmamiye koluna mensup Nasred-din Tûsî ( -1273) tarafından yazılmıştı. Bu esere Şemsettin Mahmut b.Abdullah İsfehânî’nin ( -1345) yaptığı şerh (“Şerhü’t-Tecrîd”), ve özellikle bu şerhe Seyyid Şerif Cürcânî’nin yaptığı “Hâşiye-i Tecrîd”denilen eser o kadar çok meşhur idi ki, Osmanlı medresele-rinden bu eserin okutulduğu kademeye “Hâşiye-i Tecrîd” medreseleri deniyordu. Kelâm konusunda okutulan temel ders kitabı bu idi. Bu hâşiyeye de gene birçok Osmanlı bilginleri açıklamalar getirmişlerdir.

Şerh-i Mevakıf”: Kadı Adûdiddin İcî (1300-1355) tarafın-dan yazılan ve hemen her fenden bahseden “el-Mevâkıf fî İlmi’l-Kelâm” (“Akâid-i Adûdiye”) adlı bu kitabın Seyyid Şerif Cürcânî (1339-1413) tarafından yapılan Şerhi, “Şerhu’l-Adûdiye” adıyla medreselerin üst seviyelerinde yaygın olarak okutulmuştur. Altı bölümlü, aşağı yukarı 1000 sayfalık büyük bir eser idi. Bu esere, Celâleddin-i Devânî tarafından yapılan “Şerh-i Akâid-i Adûdiye” de meşhur idi. Bunun hâşiyeleri “Celâlî Hâşiyesi”, “Akâid-i Molla Celâl” veya sadece “Celâl” diye biliniyordu.

Akâid-i Nesefî”: İmam Maturûdî’nin öğrencisi Ömer b.Muhammed Nesefî ( -1142) tarafından yazılan Hanefî akaid kitabı. Metnin aslı ve özellikle Sa’dettin Teftâzânî tarafından yapı-lan şerhi, Osmanlı medreselerinde yaygın olarak okutuluyordu.

Hayâlî” veya “Şerh-i Hayalî”: “Akaid-i Nesefiye” Şerhine, Fâtih devri âlimlerinden “Hayâlî” diye bilinen Şemsettin Ahmet b. Mûsâ İznikî’nin (-1481) yaptığı hâşiye, yüzyıllarca yüksek âlimler ve medrese öğrencilerinin elinde ders kitabı olarak dolaşmıştı. Ayrıca bunun da Kilisli Abdullah, Dede Cengî Efendi gibi, ana kitapları medrese öğrencilerinin ezberleyeceği şekilde düzenleyen eğitimciler-ce hâşiyeleri hazırlanmıştı.

Tevâli’-i Envâr”: Kadı Beydâvî ( -1286) tarafından yazılan bu esere de -Nesefî’nin kitabında olduğu gibi- Şemsettin Mahmut İsfehânî’nin şerhi, bu şerhe Cürcânî’nin hâşiyesi çok meşhur idi ve medreselerde bu hâşiye okutuluyordu.

İrşâd”: İbni Mukrî’nin (1353-1434) Şâfiî fıkhı üzerine yazdığı ve yüzyıllarca elden ele dolaşan, üzerinde birçok çalışmalar yapılan kitabı.

Kelam konusunda yukarıda sayılanlara ek olarak İmam Fahreddin Râzî’nin “Metâlih-i Aliyye”si, Sa’dettin Teftazânî’nin “Mekâsıdü’t-Tâlibîn” adlı eseri, “Tehzip” gibi kitaplar da okutulmakta idi.

 

 

2.2.2. Hadis ve Usul-ü Hadis

Hadis, bir İslâmî bilim olarak Peygamberimiz Hz. Muhammed’in söz, hareket, onaylama, hoş görme ve görmeme durumları ile onun özelliklerini inceleyen eserleri işaret eder. “Hadîs” kelimesi genellikle, Peygamberimizin tavrını ve izlediği yolu gösteren “sünnet” kelimesi ile beraber kullanılmaktadır.

Peygamberimiz zamanında onun sözleri ve davranışları yazıya geçirilmemiş; hadislerin resmen yazılması Paygamberimizn vefatın-dan yüz yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra başlamıştır. Ancak İslâmın kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in gerçek hayatta birinci elden uygulanması olan Peygamberimizin söz ve davranışlarına, onun vefatından hemen sonra ihtiyaç duyulmuş ve yöneticiler birçok konularda hadis aramak durumunda kalmışlardır.

Hadis ve sünnet, âdeta Kur’ân’ın Peygamberimiz tarafından tefsiridir. Peygamberimizin söz ve uygulamaları müslümanlar için bir “örnek hayat” olduğundan, İslâm dünyasının her yanında hadis çalışmaları her zaman yüksek bir değerde tutulmuştur.

Hadis, kendi içinde birçok alt bilim dalını da içermektedir. Hadis tarihçileri yirmiye yakın hadis biliminden bahsetmektedirler. Bunlar, hadisleri bir zincir şeklinde nakleden kişilerin (hadis ricâli) doğru kişiler olup olmadıklarının araştırılması, uydurma hadislerle gerçek hadislerin ayrıştırılması, hadislerin gizli kusurlardan (illet) arındırılması, hadis öğrenme ve öğretme âdabı gibi konuları içermektedir.

Medreselerde hadis alanında “Usul-ü Hadis” diye de bir ders vardır. Burada hadis rivayetinin şartları, çeşitleri, hükümleri gibi konular üzerinde durulmaktadır.

Gene hadislerle ilgili bir başka medrese dersi de “Şemâil-i Şerîf”tir. Burada Peygamberimizin beden yapısı, günlük yaşayışı ince-lenmekte ve bu alanda yazılan eserlere de “Hilye” denilmektedir.

Emeviler dönemine kadar hadisler, birinci el (sahabe, peygamberimiz zamanında yaşayan arkadaşları) ve ikinci el (tâbiîn, sahabelerden dinleyenler) kaynaklarda genellikle ezber ve kısmen de yazılı olarak dağınık bir şekilde duruyordu. Hadislerin belli kitaplarda toplanması (cem, tedvin) daha sonra başladı. Toplama bittiktten sonra bunların belli ölçütlere göre sınıflandırılması yapılmaya başlandı. Bu çalışmalar sonunda, sünnî çevrelerde yaygın kabul gören altı temel hadis kitabı (kütüb-i sitte) ortaya çıktı. Bunlar:

Ebu Abdullah Muhammed Buharî (810-870): “el-Câmiu’s-Sahîh”

Ebu’l-Hüseyn Müslim Kuseyrî (817-874) : “Sahih-i Müslim”

İbni Mâce Kazvinî (834-889) : “es-Sünen”-i İbni Mâce

Ebu Dâvut Sicistânî (817-889) : “es-Sünen”-i Ebu Dâvud

Ebu İsa Muhammed Tirmizî : “el-Câmiu’s-Sahih”

Ebu Abdurrahman Ahmet Nesâî : “el-Mectebâ” (Sünen-i Suğrâ)

Hadis alanında okutulan kitaplar “Buharî”, “İbni Melek” ve “Mesabih” adlı kitaplar idi. Bunların yanında İmam Malik’in “Muvatta”sı, İmam-ı Suyûtî’nin “Câmiu’s-Sağir” ve “Câmiu’l-Kebîr” adlı kitapları, Nevevî’nin “Riyâzü’s-Salihîn” gibi kitapları da bazı kimseler tarafından çeşitli zamanlarda okutulmuştur.

Mesâbîh”: İmam Hüseyin b. Mesut Begavî’nin ( -1126) “Mesabihu’s-Sünne” veya “Mişkat” da denen “Mişkati’l-Mesâbih” adlı eseridir. Hadis alanındaki temel öğretim kitabı idi. Buhârî ve Müslim’den alınmış 4719 hadisi anlatıyordu. Bunun Yakup Avfî ( -1736) tarafından “Mefâtih” adıyla şerhi, Yakup b. Seyyid Ali ( -1524) tarafından da hâşiyesi yapılmıştır.

Meşarık”: İmam Radıyüddin Hasan b. Muhammed Sâgânî’nin (1181-1253) “Meşârıku’l-Envâru’n-Nebeviyye min Sıhâh-u’l-Ahbâri’l-Mustafaviyye” adlı kitabıdır. Medreselerde orta seviyede okutulan hadis kitabı idi. Buhârî ve Müslim başta olmak üzere kütüb-ü sitteden seçilen 2246 hadisi ihtiva ediyordu. Bu eserin Türk-İslâm dünyasında birçok şerhleri vardı; ama en meşhur şerh “İbni Melek” diye meşhur olmuş Tireli İzzettin Abdüllatif er-Rûmî’nin ( -1398) “Mübâriku’l-Ezhâr fî Şerhi Meşâriku’l-Envâr” adlı eseri idi ve medreselerde “İbni Melek” diye okutuluyordu.

Medreselerde Kadı İyâz(d) b. Mûsâ Yahsûbî’nin (1083-1150) “Kitabu’ş-Şifa”sı da yaygın olarak okutuluyordu. “Kadı İyâd” veya “Şifâ-ı Şerîf” adlarıyla meşhur olan bu eser dört bölümden oluşu-yordu: Peygamberimizin övülmesi, mucizeleri; Peygamberin sünne-tine uymanın faziletleri; Peygamberimiz hakkında câiz olan ve olmayan şeyler; Peygamberimize dil uzatan kimseler hakkında uygulanacak cezalar. Gene Kadı İyâd’ın “Meşârıku’l-Envâr alâ Sıhâhı’l-Asâr” adlı eseri ile Tebrizî’nin “Mişkâtu’l-Mesabih” adlı eserleri de medreselerde okutuluyordu.

Buhârî”: Medreselerde üst düzeyde okutulan hadis kitabı, tartışmasız “Sahih-i Buhârî” idi. Hadis araştırmalarında bir efsane olan ve yüzbinlerce hadisi ezberleyen Ebu Abdullah Muhammet Buhârî’nin (810-870) “el-Câmiu’s-Sahih” adlı eseri yüzlerce yıldan beri en çok okutulan ve üzerinde en çok çalışılan kitaplardan ve Kur’ân’dan sonra İslâm dininin en önemli dayanaklarından biri olmuştur. Medreselerimizde okutulan Buhârî şerhlerinin en meşhuru da Şahabettin el-Kastalânî’nin (1448-1517) “İrşâdu’s-Sârî li Şerh Sahihil-Buhârî” adlı çalışması idi.

Medreselerde hadisle ilgili diğer önemli bir ders olan “Usul-ü Hadis” dersinde hadis öğretiminin önemi ve şartları, hadis rivayet edenlerin özgeçmiş araştırmaları, muhaddisin özellikleri, hadis analizi, uydurma hadisler ve hadislerdeki teknik hataları tanıma, hadis çeşitleri (11 çeşit) gibi konular üzerinde durulmaktadır.

Bu alanda İbni Salah Şehrîzûrî’nin (-1245) “Ulûm-u Hadis” adlı kitabı (“İbni Salah Elfiyesi” diye bilinirdi), İbni Hâcer Askalânî’nin “Nuhbe” diye tanınan “Nuhbetü’l-Fiker” adlı eseri, “İbni Ferah Manzumesi” ve şerhleri, İbniu’l-Esîr’in (-1209) “Câmiu’l-Usûl” adlı eseri ve Buharî’nin hocalarından sayılan Abdullah “İbni Mübarek”in (-797) eseri de okutulan ana kaynaklardandı.

Hadis alanında medreselerde okutulan bir başka eser Şâfiî âlimi İmam Muhyiddin Nevevî’nin (1233-1277) “Kitâbu’l-Erbeîn” adlı “Kırk Hadis” kitabıdır.

Gene medreselerde hadisin yan alanlarından “sîret” üzerinde Şeyh Halebî’nin “Sîret’n-Nebeviyye”si ve “şemâîl” alanında da İmam Muhammet Tirmizî’nin “Şemâil-i Şerif” adlı eserleri okutuluyordu. Şâfiî âlimi Şeyh Ali b. İbrahim Halebî’nin (1567-1634) “İnsânü’l-Uyûn fî Sîreti’l-Emîni’l-Me’mûn” adlı eseri “Siyer-i Halebî” veya sadece “Halebî” adıyla meşhur olmuştu. Üç ciltlik bu eser birçok kez şerhedildi ve defalarca Türkçeye çevrildi. Ebubekir Beyhekî’nin “Delâiü’n-Nübüvve” adlı eseri de bu alanda okutulan eserlerdendi.

İslâm eğitiminde üzerinde en çok çalışılan ve ezberlenen eserlerden biri olan İmam Busayrî’nin (-1295) “Kaside-i Bürde” (Hırka Kasidesi) adlı eserini de, genelde Peygamberimize övgülerle dolu olduğu için burada zikretmelidir.

 

 

2.2.3. Fıkıh ve Usul-ü Fıkıh

a) Fıkıh: Genel olarak İslâm hukukuna “fıkıh” denilmektedir. Hem dinî ibadetler hem de sosyal hayatın aile, miras, ticaret v.s. gibi alanlarında (muamelât) verilecek hükümleri dinin ana kaynakları olan Kur’ân ve hadisin yanısıra kıyas ve icma yoluyla incelemeye çalışır. Bu kaynaklarda hukukî konuları inceleyen bilim “furu”diye de adlandırılıyordu. Bu kaynaklardan hüküm çıkarma tekniklerini de “usul-ü fıkıh” denilen bilim inceler.

Medreselerin büyük çoğunluğunda fıkıh dersi vardı. Fıkıh en şerefli ve en üstün bilim olarak görülüyordu; çünkü helâl ve haramın hükümlerinin verildiği bilimdi.

Fıkıh bilginleri yedi tabaka veya derece olarak sıralanıyordu:

1) Mutlak Müctehit (Dört sünnî mezhep imamı),

2) Mezhepte Müçtehit (Ebû Yusuf, İmam Muhammed Şey-bânî)

3) Meselelerde Müçtehit (Hassaf, Tahâvî, Kerhî, Halvânî, Sarahsî, Pezdevî, Kadî Hân)

4) Eshâb-ı Tahrîc (Ebû Bekr Ahmet Râzî)

5) Eshâb-ı Tercîh (Kudûrî, Burhanettin Mergınânî)

6) Eshâb-ı Temyîz (“Kenz”, “Muhtâr”, “İhtiyâr” ve “Vikâye” kitaplarının yazarları)

7) Mukallid (“Tahtavî”, “Dürrü’l-Muhtâr”, “İbni Âbidin” ki-taplarının yazarları)

Fıkıh alanında Osmanlı medreselerinde okutulan ana kitaplar şunlardı:

Hidâye”: Burhanettin Merginânî’nin (1117-1197) Hanefi fıkhı üzerine yazdığı “Bidâyetü’l-Mübtedî” adlı eserine kendi yazdığı hâşiyeye “Hidâye” adını vermişti. Fıkıh âlimlerinin altıncı tabaka-sından bu büyük insan eş-Şeybânî’nin “el-Câmiu’s-Sagîr” ve Kudûrî’-nin “Muhtasar” adlı eserlerini bir araya getirerek “Bidâyetü’l-Mübtedî”yi meydana getirmişti. Hidaye kitabının 13 yılda ve hep oruç tutularak yazıldığı söylenir. İçinde kullanılan hadislerin sağlamlığı ile dikkati çeken kitap ve şerhleri yüzyıllarca Osmanlı medreselerinde ileri düzeyde temel ders kitabı olarak okutuldu ve İngilizceye, Rusçaya çevrildi. Bayburtlu (el-Babertî) Muhammed Ekmeleddin’in ( -1348) Hidaye şerhi olan “el-İnâye”si de medreselerde “Ekmel” adıyla okutuluyordu (Bayburtlu Ekmeleddin, Tûsî’nin “Tecrîdü’l-İtikâd”ını da şerhetmişti).

Sadrüşşerîa”: İslâmî bilim çevrelerinde “Sadrüşşerîa” unva-nıyla bilinen iki âlim vardır. Birinci “Sadrüşşerîa” (Sadrüşşerîatü’l-evvel) Ubeydullah b. İbrahim el-Mahbubî’dir. Bunun oğlu, “Vikâye” kitabının yazarı, “Burhânüşşerîa” adıyla da meşhur olan Mahmut b. Ahmet b. Sadrüşşerîatü’l-evvel Ubeydullah b. İbrahim el-Mahbubî el-Hanefi’dir ( -1274). Bu âlim, kızının oğlu olan ikinci Sadrüşşerîa Ubeydullah b.Mesut için, “Hidaye” kitabından önemli gördüğü yerleri alarak “Vikâye” (“Vikâye er-Rivâye fî Mesâili’l-Hidâye”) adlı kitabı hazırlamış; “Sadrüşşerîatü’s-sânî” denilen torun da bu kitabı “Muhtasar-ı Vikâye” veya “Nikâye” adıyla şerhetti. Bu şerh, “Sadrüşşerîa Şerhi” adıyla meşhur oldu ve yüzyıllarca medreselerde “Sadrüşşerîa” adıyla orta seviyede bir fıkıh kitabı olarak okutuldu. Bunun meşhur hâşiyeleri arasında Ahi Çelebi, Hasan Çelebi, Bayram-zâde Zekeriya Efendi ve İmam Birgivî hâşiyeleri bulunmaktadır. Ama özellikle Molla Sinaneddin Yusuf’un yazdığı hâşiye talebeler arasında çok tutulmakta idi.

Dürrü’l-Muhtar “: Hanefi fıkıh kitabı olan »Tenvîru’-Ebsar kitabının şerhi. Alâüddin-i Haskefî ( -1676) tarafından “ed-Dürrü’l-Muhtâr fî Şerhi Tenvîrü’l-Ebsâr” adıyla şerhedilmiş. Bu şerhe İbni Abidin tarafından “Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürrü’l-Muhtâr” adıyla bir hâşiye yazılmıştı, ki bu hâşiye “İbni Abidin” adıyla medreselerde uzun süre okutulmuştu. Seyyid Ahmet Tahtavî tarafından “Hâşiye ale’d-Dürrü’l-Muhtar Şerhu Tenvîru’-Ebsar” adıyla 4 cilt olarak genişletilmiş. Bu hâşiye Ayntablı Abdürrahim Efendi tarafından Türkçeye çevrilmiş. Dürrü’l-Muhtar’ın bir hâşiyesi de İbrahim Halebî tarafından “Tuhfetu’l-Ahyâr ale’d-Dürrü’l-Muhtar” adıyla yapılmış. Molla Miskin Şerhi de vardır.

Tenvîrü’l-Ebsâr”: Şeyhülislâm Muhammed b. Abdullah Timurtâşî ( -1595) tarafından Hanefi fıkhı üzerine yazılmıştı. “Dürrü’l-Muhtar”, “Reddü’l-Muhtâr” ve İbni Âbidin”in ana metnini oluşturuyordu. En meşhur şerhi » Dürr-ü Muhtar idi.

İbni Abidin” : Asıl adı ”Reddü’l-Muhtar”dır. Hanefi fıkıh kitabıdır. “İbni Abidin” adıyla şöhret bulmuş Seyyid Muhammed Emin b. Ömer (1784-1836) tarafından “Dürrü’l-Muhtâr” kitabına yapılan beş ciltlik bir şerh idi. Hanefi fıkhı alanında o zamana kadar yazılmış fıkıh kitaplarının değerlendirdiği bir eser idi. Eser bugün bile Hanefi fıkhının temel kitabıdır.

Dürer”: Osmanlı âlimlerinden Molla Hüsrev’in ( -1480) Hanefi fıkhına dair yazdığı “Dûreru’l-Hukkâm fî Şerh-i Ğureri’l-Ahkâm” adlı eseri. Kendisinin “Ğurer” adlı kitabına gene kendisinin yaptığı şerhtir. Bu hem Osmanlı hukukunun ana kaynaklarından biri olmuş hem de uzun yüzyıllar, şerhleriyle beraber Osmanlı medrese-lerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.

Mültekâ” veya “Halebî”: Arap memleketlerinde yetişen ama İstanbul’da ders veren İbrahim b.Muhammet Halebî (1459-1549) tarafından “Mültekâ’l-Ebhûr” (Denizlerin Kavşağı) adıyla Hanefi fıkhı üzerine yazılan kitaptır. Osmanlı medreselerinde bu kitap ve özellikle Muhammet Mevkufâtî (-1654) tarafından yapılan şerhi (“Mevkûfât” diye biliniyordu) uzun süre temel fıkıh kitabı olarak okutuldu. Kitabın ana konuları tahâret, gusl ve teyemmüm, ezan, namaz, zekat, oruç, hacc, nikâh, boşama, zina, yemin, alış-veriş, riba, hırsızlık, yeme-içme, diyet, kısas, feraiz v.s. idi.

Kudûrî”: İmam Ebu’l-Hüseyn Ahmet b.Muhammet el-Kudûrî el-Bağdadî’nin (-1036) Hanefi fıkhına dair yazdığı “Muhta-saru’l-Kudûrî” adıyla tanınan kitabı. Bunun birçok şerhleri yapılmış ve eser Osmanlı medreselerinde -özellikle 14. yüzyılda- “Kudûrî” adıyla okutulmuştur. Medreselerde “Muhtasar” adıyla Kudûrî’nin eserinin yanı sıra İbni Hâcib’in “Muhtasar”ı ve buna Halil b. İshak Cündî (-1374) tarafından yapılan şerh olan “Muhtasar-ı Halil” adlı fıkıh kitapları da okutulmaktaydı.

Umde”: Şâfiî fakihi İbni Dakîkü’l-İyd (1228-1302) tarafın-dan yazılan “İhkâmü’l-Ahkâm” adlı eserin gene kendisi tarafından yapılan “Umdetü’l-Ahkâm” adlı şerhinin adı idi. İslâm dünyasında meşhur “Hâvî” kitabının muhtasarı olan “Umde” adlı bir kitap da vardır.

Minhâc”: Özellikle 14-15. yüzyılın bütün âlimlerce ezber-lenen ve üzerinde şerh ve hâşiye yazılan bir eserdir. Büyük Şâfiî âlimi Râfiî (-1226) tarafından yazılan “Muharrer” adlı eserin Şâfiî fıkıh bilgini Nevevî tarafından kısaltılmışı (muhtasarı) olan, Şâfiî fıkhının en büyük kitabı idi. Bu kitaba Celâleddin Mahallî (1389-1459) tarafından yapılan şerh de “Mahallî” adıyla medreselerde okutulu-yordu. İmam Beydâvî’nin de çokça okunan bir “Minhâc”ı vardı.

Tenbîh”: Ebû İshak Şirâzî’nin (1003-1083) Şâfiî fıkhı üzerine hazırladığı, Şeyh Mervezî’nin taliki ile beraber şâfiîler arasında en çok okunan ders kitaplarından biri olmuştur. Fıkıh Usulü derslerinde de kullanıyordu.

Eşbâh ve’n-Nezâir”: İbni Nüceym Mısrî’nin (1519-1562) Hanefi fıkhı kitabı. Osmanlı medreselerinde okutulan yedi bölümlük bu kitap, daha sonra Osmanlı şer’î hukukunun temel kitabı olan Mecelle’nin de esası olmuştur.

Zeylâî’nin ( -1342) “Kenzü’d-Dekâîk Şerhi”, “Merakü’l-Felâh”, İbni Kudâme Muvaffaküddin Makdisî’nin (-1233) Hanbelî fıkhı üzerine yazdığı “Muknî” adlı eseri, Nesefî’nin “Kâfî” ve “Vâfî” kitapları, Şafiî fıkhı üzerine “Nihayetü’l-muhtâc” kitapları da fıkıh alanında okutulmuş olan kitaplardandı.

b) Usûl-ü Fıkıh: İslâm Hukuk Felsefesi, İslâm Hukuk Meto-dolojisi diyebileceğimiz bu bilim dalı, İslâmî bilgi kaynaklarından şer’î hükümlerin nasıl çıkartılacağının genel kurallarını incele-mektedir. Fıkıh usulü alanının üç temel direği Ebû Zeyd ed-Debûsî ( -1038)(“Takvîmu’l-Edille” adlı eseriyle), “Fahru’l-İslâm” el-Pezdevî ( -1089)(bunun metni Abdülaziz Buharî tarafından “Keşfü’l-Esrâr” adıyla şerhedilmiş ve o meşhur olmuştur. Medreselerde “Usûl-ü Pezdevî” adıyla okutulmuştur) ve Şemsü’l-Eimme es-Serahsî (-1090) idiler.

Tavzih” ve “Tenkih” Sadrüşşeria’nın usul-ü fıkıh kitaplarıdır ki, Tavzih, Tenkih’in şerhidir. Tavzih, medreselerdeki temel fıkıh usulü kitabı idi.

Menâr” ve “İbni Melek”: Ebu’l-Berekât Hafizüddin en-Nesefî’nin ( -1310) Hanefi fıkıh usulü üzerine yazdığı “Menârü’l-Envâr” adlı kitabı. İbni Melek’in ( -1480) bu esere yaptığı şerh (“Şerhu Menâri’l-Envâr”) Osmanlı medreselerinde yüzlerce yıl ders kitabı olarak okutulmuş ve “İbni Melek” adıyla tanınmıştır. Birçok şârihi arasında Abdülhalim Efendi (-1678) de “Şârihu’l-Menâr” unvanıyla tanınıyordu.

Mir’ât”: Molla Hüsrev’in ( -1480) Hanefî ve Şafiî fıkıh usullerini birleştirerek hazırladığı ve Osmanlı medreselerinde uzun yıllar ders kitabı olarak kabul edilen, üzerinde şerh ve hâşiyeler yapılan eseridir. “Mir’ât Hâşiyesi” tanınmış bir ders kitabı idi ve hâşiyeler arasında özellikle İzmirli Muhammed İbni Veli Efendi’ninki (-1751) matbu olduğu için yaygındı. .

Telvîh”: İleri düzeyde Usul-ü Fıkıh kitabı. İmam Teftazânî’nin ( -1389), Sadrüşşerîa’nın “Tenkîhu’l-Usûl” adlı kitabına gene kendisi tarafından yapılan “Tavhîd” adlı şerhe yaptığı şerhtir. Eserde sık sık Sadrüşşerîa’nın eseri tenkid de edilmektedir. (Bazı

kaynaklar, bu eserin Şerafeddin Ahmet (-1369) tarafından yazılan “Tenkîh el-Ahdâs fî Ref’ el-Teyemmüm el-Ahdâs” adlı kitaba Teftâzânî’nin yaptığı “el-Telvîh fî Keşf Hakâik el-Tenkîh” adlı şerh olduğunu belirtiyorlar.) Bu şerh sonradan o kadar tutuldu ki, herkes bu şerh üzerine şerh ve hâşiyeler yazmaya başladılar.

Cem’u’l-Cevâmî”: Takiyüddin Subkî’nin (-1355) Şâfiî fıkıh usulüne dair, 14-15. yüzyıllarda çok okutulan ve ezberlenen bir kitabı. Çok ezberlenen bir kitap olduğu için İbni Recep et-Tûhî (-1488) tarafından şiirleştirilmiş.

Ayrıca Celâleddin Ömer el-Habbâzî’nin (-1272) “el-Mugni” adlı eseri, “Halebî”, “Hüsamî” gibi eserler de usul-ü fıkıh alanında okutulmaktaydı.

c) Ferâiz: Genelde miras meselesini işleyen bu bilimin içine giren konulardan bazıları şunlardı: ölenin borçlarının ödenmesi, vasiyyet, terekenin kimlere düşüp kimlere düşmediği, kimlere ne kadar miras düşeceği v.s. Genelde fıkıhın ana konularından biri olan Ferâiz, zaman içinde ayrı bir bilim dalı haline gelmiştir.

Bu alanda medreselerde Hanefî fıkıh âlimi Sirâceddin Muhammed b.Mahmut el-Secâvendî (-1200) tarafından yazılan “Ferâizü’s-Secâvendî” (veya “Ferâiz-i Sirâciye”, “es-Sirâciye fî’l-Ferâiz”) adlı eser ve şerhleri meşhur idi. “Şerh-i Feraiz” diye bilinen Seyyid Şerif Cürcanî’nin şerhi “Şerhu’s-Sirâciyye” adını taşıyordu ve yaygın olarak okutuluyordu. “Rubhiye” adlı feraiz manzumesi de meşhur idi ve birçok şerhleri yapılmıştı. Bu alanda okutulduğu belirlenen bir diğer kitap da “Nefhâtü’l-Kudsiye” idi.

 

 

2.3. İslâmî bilimlere yardımcı bilimler

Şurası muhakkak ki, medrese programlarında her zaman astronomi, matematik, fizik, tıp gibi dersler yer almıyordu. Ama özellikle ilk zamanlarda müderrislerden bu alanlarda bilgi sahibi olan ve dolayısıyla bu alanda yazılmış kitapları okutanlar da vardı.

 

 

2.3.1. Hey’et (Astronomi)

Astronomi bilimleri içinde yıldız hareketlerinin izlendiği zîcler ve vakit hesaplaması (mıkat) ana konuları oluşturuyordu.

Burada ders kitabı olarak Uluğ Bey, Mirim Çelebi, Usturlab ve Rubaiye gibi kitaplar okutuluyordu.

Çağminî”: Câmii’l-Mahmûd b.Muhammed el-Harezmî el-Çağminî’nin ( -1221) “el-Mülehhas fî’l-Hey’e” adlı eseri. Ulvî ve süflî varlıklardan bahseder. Kadızâde-i Rûmî’nin buna yaptığı şerh “Şerh-i Çağminî” adıyla okutulmaktaydı. Bu kitaba yapılan birçok şerh arasında “Molla Kara Sinan” denen Sinaneddin Yusuf’un şerhi, Fethullah Şirvânî (-1453) ile Yenişehirli Cârullah Veliyüddin Efendi’nin (-1738) hâşiyeleri de meşhurdu.

Mirim Çelebi”: Tanınmış Osmanlı bilginlerinden Ali Kuşçu’nun yeğeni ve Kadızâde-i Rûmî’nin torunu olan ve “Mirim Çelebi” diye tanınan Mahmut b. Muhammed’in ( -1525) Uluğ Bey ve Ali Kuşçu bilgileri üzerine kurduğu eseri.

 

 

2.3.2. Hikmet (Fizik)

Hikmet alanında “Kadımir”, “Seyyid Mirzacan”, “Hikmetu’l-ayn” ve “Şerh-i Çağminî” kitapları okutuluyordu.

Kadımir”: el-Ebherî’nin “Hidâyetü’l-Hikme” adlı eserinin Kadı Mîr Hüseyin b.Mu’inüddin el-Meybûdî el-Hüseynî (-1265) tara-fından yapılan şerhi. Bu “Hidaye” üzerine Hocazâde Muslihiddin’in şerhi de meşhur idi. Mantık, tabiiyat ve ilâhiyat konularını işliyordu. Kitap farklı konulardan bahsettiği için bazen akaid kitapları arasında da sayılabiliyordu.

2.3.3. Hesap ve hendese

Hesap alanıdaki kitaplar “Lemâî”, “Behaddin” (“Risale-i Bahâiye”), “Ramazan b. Celî”, “Abdürrahim” ve “Necmeddin” adlarıyla tanınan kitaplardı.

Behaddin”: Bağdadlı İmadeddin b.Abdullah’ın “el-Fevâ-idü’l-Behaiyye” adlı eseri. 1486’da bunu Kemaleddin Hasan el-Farsî şerhetmiş ve “Esâsü’l-Kavâid fî Şerh-i Usûli’l-Fevâid” adını vermiştir.

Bu arada Kadızâde-i Rûmî’nin Fâtih Sultan Mehmet’e takdim ettiği “Muhammediye”, hendeseden allâme Şemsettin Semerkandî’nin ( -1209) “Eşkâlü’t-Te’sis” adlı eseri ve Kadızâde’nin buna yaptığı şerh de okutuluyordu.

 

 

2.3.4. Tıp

el-Mu’cez fi’t-Tıb: İbni Nefis’in ( -1288) kısaca “Mucez” diye bilinen bu kitabı, tıp alanında en çok okutulan ve üzerinde çalışma yapılan eserlerden biri idi. Bu eser Osmanlı âlimlerinden Ahi Çelebi ( -1524) veya babası tarafından Türkçeye tercüme edilmişti.

 

 

2.4. İslâmî sanatlar

2.4.1. Hat sanatı

Arap harflerinin yazım tekniklerinin öğretildiği dersler idi. “Aklâm-ı Sitte” denilen altı meşhur yazı kalıbı en çok kullanılanı idi: sülüs, nesih, muhakkak, reyhanî, tevkî, rik’a. Medreselerde hat dersi için ayrı bir müderrisin yaygın olarak görev yapmadığı açıktır. Bu ders daha ziyade tatil günlerinde özel hocalardan alınıyordu. Ama hat sanatına yetenekli ve meraklı olanlar hattatlardan özel dersler alarak bu yeteneklerini geliştiriyorlardı. 1915’de açılan “Medresetü’l-Hattatîn” de ise yazı çeşitleri bir sanat olarak talim ettirildiği gibi cilt ve minyatür gibi diğer sanatlar da öğretiliyordu.

 

 

2.5. Tasavvuf

Tasavvufî konular genelde medreselerde değil tekke, zâviye, hankâh ve dergâhlarda veriliyordu. Ama gene de medreselerle tekkeler birbirinden çok kopuk değildi; dergâhlarda ilmin temeli olan temel medrese dersleri verilirken medreselerde müderris isterse aşağıda sayılacak tasavvufî eserlerden ders anlatılabiliyordu.

Medreselerde ve dergâhlarda ders konusu olan tasavvufî eserlerden en yaygın olarak kullanılanlar şunlardı: Muhyiddin-i Arabî’nin eserleri olan “Fütuhat-ı Mekkiye” ve “Füsusu’l-Hikem”, Nakşibendî-Halidî dergahlarında “Hatm-i Hacegan-ı Kebir”, “Mektubat-ı İmam Rabbanî”, “Ahmed-i Cüzeyrî Divanı”, “Reşehât”, “Muhammet Masum Efendi Mektubatı”, “Risale-i Nakşibendiyye”; Mevlevî dergâhlarında Mevlâna’nın “Mesnevi”si ve ayrıca “Avârifü’l-Meârif” ile “Kuşeyri Risalesi”…

 

 

2.6. Ders kitaplarının manzum olarak düzenlenmesi

Medreselerde okunan kitaplardan birçoğu ezberleniyordu. İslâmî bilimler genellikle naklî bilimler olduğu için, bilginin olduğu gibi korunması ve daha sonraki kuşaklara bozulmadan aktarılması önemli idi. Bunun en sağlam yolu da kitapların eski âlimlerin yazdığı şekliyle aynen ezberlenmesi idi. Bir kitabı ezberlemenin en kolay yolu da, oradaki bilgileri nazım haline getirmekti.

Bu şekilde, İslâm dünyasında okutulan ders kitaplarının bir çoğu çeşitli dönemlerde çeşitli kişiler tarafından nazım haline getiril-mişti.

Manzum eserlerden bazılarına örnekler:

İbni Arabşah, meani ve beyan bilimlerine dair 2000 beyitlik bir eser olan “Mir’âtü’l-Âdâb”ı yazdı. Şemsettin Ukaylî (-1259), “Câmiu’s-Sagîr”i o kadar okuttu ki, sonunda nazım haline getirdi. Balıkesirli Devletoğlu Yusuf ( -1250), “Vikaye”yi manzum olarak Türkçeye tercüme etti. Divrikli Fahreddin Muhammed Efendi’nin ( -1323) bir nahiv manzumesi vardı. İbrahim İbni Süleyman Radıyüddin (-1380), fıkıh üzerine bir manzuma yazdı. Karahisarlı Hattab Haydar İbni Ebilkasım (-1414) fıkıhtan “Şerh-i Manzume-i Nesefî”yi yazdı. Birçok medrese kitabına yazdığı şerh ve hâşiyeleri medrese öğrencileri arasında çok tutulan Amasyalı Dede Cengî Efendi ( -1567), fıkıhtan “Vehbaniye” adlı bir manzume yazdı. Sirozlu Hüseyin (-1591), manzum Cezerî Şerhi olan “Dürr-i Meknûn”u yazdı.

Özellikle nahiv alanında “Kâfiye” ve “Elfiye” kitaplarının manzum olarak birçok şerh ve hâşiyesi görülmektedir.

Germiyanlı Hüsamzâde İbrahim Efendi ( -1607) “Fıkh-ı Ekber” ve “Şâfiye”yi, Abdülkadir Feyyumî (-1613) beyan üzerine “Ferâidü’l-Belâga”yı, Tokatlı İshak İbni Hasan ( -1688) “Akaid”i, Hıbrî Ali Efendi ( -1669), Türkçe bir akaid olarak “Zuhru’l-Masîr”i, “İshak Hocası” Ahmet Efendi ( -1708) “Akaid”i, Ayn-ı Ekber Muhammed Efendi ( -1722) Türkçe “Şemail-i Şerif”i, Abdürrahim Efendi akaid, feraiz, tecvid ve nahiv konularını, Abdürrahim Efendi ( -1885) “Kaside-i Nûniye”, “Kaside-i Tâiye” ve “Şerh-i Şâfiye”yi, Elbistanlı Hayatî Ahmet Efendi de “Kaside-i Nûniye”yi manzum hale getirdiler.

Bu konularda daha birçok örnek vermek mümkündür. Üstelik sadece belli konular üzerindeki ders kitapları değil Arapça ve Farsça lûgatlar bile manzum olarak yazılmaya başlandı. Bunlara örnek olarak şu şahıslar verilebilir: Fatih devri âlimlerinden Muhammed İbni Veli (Kâtibiyye), Kanûnî devri âlimlerinden Abdülcelil İbni Yusuf (Sekr-i Sâfî ve Seb’atü Ebhur), Muhammet Ali Dede (Gevher-i Manzum), Abdürrahim Efendi ( -1865) (Lûgat-ı Arabiyye) v.s. Sümbülzâde Vehbi’nin ( -1809) Farsça öğretmek için yazdığı manzum “Tuhfe-i Vehbi” adlı sözlük ile Arapça öğretmek için yazdığı manzum “Nuhbe-i Vehbi” adlı eserlerin de eğitim tarihimizdeki yeri büyüktür.

 

 

3. Medreselerin ıslahı döneminde ders programları

Osmanlı medreselerindeki eğitim hem disiplin hem de prog-ram bakımından zaman içinde bozuldu. İlk zamanlarda ilmiye mesle-ğindeki sıraya riayet, müderrislerin yükselmeleri ve her kademede okutacakları dersler bakımından bazı düzenlemeler yapıldı. Ancak bu tür çalışmaların etkin bir sonucu alınamadı.

Osmanlıların Batı tipinde ilk kurdukları okullarda uyguladık-ları programlarda klasik medrese programlarının etkisi vardı. Ancak zaman geçtikçe Batı örneğinde kurulan okullar program bakımından medrese örneğinden uzaklaşarak Avrupa okul programlarını uygula-maya başladılar. Medrese cephesinde ise, 1867 ıslahat programında klasik bir medrese ders programı biraz daha sistemli halde verilmektedir. Şeyh Ali Efendizâde Muhyiddin Efendi’nin 1897’de sunduğu programda da medrese dersleri ağırlıkta olmakla beraber Coğrafya, Hendese, Kimya gibi yeni derslerin teklif edildiği görül-mektedir. İİ.Meşrûtiyet döneminde Hoca Muhyiddin, Eşrefefen-dizâde Şevketî gibi düşünürlerin önerdikleri programlarda klasik medrese derslerinden çok yeni dersler yer almaktaydı.

Medreselerin büyük ıslahat programı olan Dârü’l-Hilâfeti’l-Âliye Medreselerinin ders programları ise alabildiğine lise ders programlarına benzetilmişti. Burada Almanca, Fransızca, İngilizce, Rusça gibi yabancı diller, Kimya, Biyoloji, Fizik, Tarih, Coğrafya, Felsefe v.s. ile âdeta bir İmam-Hatip Lisesi programı yapılmış oluyordu. Dolayısıyla, -klasik değilse bile- ıslahat dönemi Osmanlı medreseleri, İmam-Hatip liseleri ile hâlâ yaşıyor denilebilir. (Mustafa Ergün, A.K.Ü. (Afyon Kocatepe Üniv.) Anadolu Dil-Tarih ve Kültür Araştırmaları Dergisi, Afyon 1996)http://egitim.aku.edu.tr/moders.htm

posted in DİL VE TARİH | 0 Comments

2nd Şubat 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İSHÂK NÛRÎ RİZEVÎ VE ZÜBDETÜ’L-İZHÂR ADLI ESERİ

Bu çalışmada, Osmanlı devletinin son dönemlerinde yaşamış olan ilim adamı Rizeli İshâk Nûrî Efendinin hayatı ve Zübdetü’l-İzhâr adlı eseri konu edilecektir.

Ancak konuya geçmeden önce, bu vesileyle bir hususu da burada vurgulamak yerinde olacaktır. Süleymaniye Kütüphanesi başta olmak üzere, ülkemizin kütüphanelerinde ve şahsî koleksiyonlarda çok sayıda yazma eser, araştırmacıların ilgisini beklemektedir. Bu kütüphanelerde edebiyat, tarih, felsefe, matematik, astronomi ve bu şerhte olduğu gibi Arap dili alanında çok sayıda yazma eser olduğu malumdur. Bunlardan bazıları da Arapça ve Farsça yazılmıştır. Osmanlıca eserlerle uğraşanlar yetersiz olmakla birlikte, Arapça ve Farsça eserlerle uğraşanlara göre daha fazladır. Ancak ülkemiz kütüphanelerinde bulunan Arapça ve Farsça eserlere gereken ilgi gösterilmemektedir. Bunların en önemli sebeplerinden birisi, klâsik Arapça ve Farsçayı bilenlerin az olmasıdır. İkincisi de bu eserler üzerinde çalışmaya teşvik edici bir motivasyonun olmamasıdır. Böyle olunca da milletimizin hafızası denilebilecek bu eserler, kütüphanelerimizin tozlu raflarında kaybolmaya yüz tutmaktadır.

Kültür mirasımız olan bu değerli eserlerin disiplinler arası çalışmalarla süratli bir şekilde bugünkü dilimize aktarılması ve matbu hâle getirilmesi gerekmektedir. Bu açıdan Arapça ve Farsça bilen değerli ilim adamlarımızın kendi alanlarında yapacakları çalışmalar yanında, farklı alanlarda uzmanlaşmış ilim adamlarıyla ortak çalışmalar yapmaları yararlı olacaktır. Zira tarihin bütün yükselişlerinin temelinde, önce kendini tanıma ve dolayısıyla hatalı yanların tespiti, sonra revaçta olan medeniyetin tahlil edilmesinin yattığı ortadadır. Geçmişi bir kenara bırakarak hiçbir ilerlemeyi meydana getiremeyiz. Bu nedenle yükselişin ilk basamağını, kendini ve tarihini tanıma oluşturur. Kendini ön yargılardan kurtararak değerlendirmeyen milletlerin hatalardan kurtulamaması kaçınılmazdır.

Osmanlı kültüründe kişinin devletine ve milletine iki borcu vardır. Bunlardan birincisi Arapça öğrenmek, ikincisi de Farsça öğrenmektir. “Kim ki bilir Fârisî, gider deynin yarısı” sözü yaygındır. Bu söze göre, Farsça öğrenen kişi borcunun yarısını ödemiş olur. Kişi borcunun geri kalan yarısını ise, Arapça öğrenerek öder. Bu düşünceden hareket eden Osmanlı âlimleri, bu iki dili, aldıkları sağlam bir medrese eğitimiyle iyi bir şekilde öğrenmişlerdir. Aynı ilmî düşünceden hareket ettiğini düşündüğümüz İshâk Nûrî Efendi’nin bu dillerden Arapçaya olan hakimiyeti, Arapça olarak kaleme alınan İzhâr adlı esere yazdığı Osmanlıca şerhte açıkça görülmektedir.

İshâk Nûrî Efendi, 1855 (r. 1269/h.1271) yılında Rize’nin Akatoz[1] Köyünde doğmuştur. Mânioğlu Hâcı Kâsım Efendi’nin oğludur. 1869 (h. 1285) yılında İstanbul’a gelerek Süleymaniye medreselerinde ilim tahsil etmiş, 11 Temmuz 1880 (r. 28 Haziran 1296) tarihinde ulûm-ı Arabiyyeden icazetnamesini ve Dâru’l-Mu‘allimîn’in rüşdiye kısmından vasat dereceyle diplomasını almıştır. 30 Ocak 1881 (r. 17 Kanûn-ı Sânî 1297) tarihinde Beylerbeyi ve Şehzade Galata Rüşdiyeleri muallim-i sânîliğinde bulunmuştur. 6 Şubat 1889 (h. 5 Cemaziyelahir 1306)’da İbtidâ-i Hâric İstanbul Müderrisliğine tayin edilmiştir. 15 Mayıs 1897 (r. 2 Mayıs 1313) tarihinde devamsızlığı sebebiyle görevinden azledilmiştir. 2 Aralık 1897 (r. 19 Teşrîn-i Sânî 1313)’de Unkapanı Rüşdiyyesinde muallim olmuştur. 8 Mart 1905 (r. 23 Şubat 1321) tarihinde Mekâtib-i Rüşdiyye müfettişliğine terfi etmiştir. Nisan 1907 (Rebiulevvel 1325)’de İbtidâî Altmışlı’ya terfî etmiştir. 1908 (h. 1326) yıllarında Fatih’te Hasanzâde ile Pir Mehmed Paşa medreseleri müderrislikleri de uhdesinde olmuştur. Süleymaniye Câmii Dersiâmlığı da yapan İshâk Nûrî Rizevî, Temmuz 1910 (r. 1326)’da kadro harici ve Haziran 1911 (r. 1327)’de ma‘zûl addedilmiştir. Toplam 28 sene muallimlik ve müfettişlik hizmetlerinde bulunan İshâk Nûrî Efendi, 5 Haziran 1913 (r. 23 Mayıs 1329) tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir[2].

Yapılan geniş çaplı araştırmada, İshâk Nûrî Rizevî’nin hayatı ve eserleri konusunda, İstanbul Müftülüğü, Meşihat Arşivinde bulunan 197 nolu dosya içerisindeki 6941-6950 arası 10 adet belgede yer alan bilgiler dışında bir bilgiye rastlanamamıştır.

İshâk Nûrî Rizevî’nin 1883 (h.1301) yılında basılan Zübdetü’l-İzhâr adlı eseri[3], İmam Birgivî’nin İzhâru’l-Esrâr adlı kitabının şerhidir.

İmam Birgivî’nin asıl adı, Mehmed b. Pir Ali Efendi’dir. 27 Mart 1523 (h. 10 Cemaziyelevvel 929) tarihinde Balıkesir’de doğdu. Birgivî, ilk tahsilini kendisi gibi müderris ve fâzıl bir zât olan Ali Efendi’nin yanında tamamladı. Daha sonra İstanbul’a giderek sırasıyla Küçük Şemseddîn, Ahîzâde Mehmed ve Rumeli Kazaskeri Abdurrahman Efendilerden dersler aldı ve icazet alarak müderrislik payesini elde etti.

İstanbul’da çeşitli görevlerde bulunduktan sonra, sultan II. Selim’in hocası Atâullah Efendinin, günümüzde İzmir’e bağlı Ödemiş kazasının bir nahiyesi olan Birgi’de yaptırdığı medreseye müderris tayin edildi ve ömrünü burada tedris, irşat ve telif faaliyetleriyle geçirdi.

İmam Birgivî, bir İstanbul seyahati sırasında veba hastalığına yakalanarak, 21 Eylül 1573 Pazartesi (h. 24 Cemaziyelevvel 981) günü 52 yaşında vefat etti ve Birgi’ye götürülüp defnedildi[4].

Kendisinden geriye Arap dili grameri, ahlâk-tasavvuf, fıkıh, akait, tefsir-kıraat, hadis gibi sahalarda, çoğu Arapça, birkaçı da Türkçe olmak üzere tespit edilebilmiş altmışa yakın eser kalmıştır[5].

Birgivî’nin İzhâru’l-Esrâr adlı eseri, Arap nahvi (sentaksı) konusunda kaleme alınmış bir eserdir[6]. Müellifin Avâmil adlı eserinin ayrıntılı bir şerhi niteliğindedir. Uzun zaman Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulmuş[7] ve Arapça öğrenmek isteyen herkesin bildiği bir eser olmuştur. Bu şöhretinden ötürü eserin yalnızca Osmanlı döneminde kırktan fazla baskısı yapılmıştır[8].

Eserde müellif meselelerin ayrıntılarına girmez; nahivciler arasında ihtilaf konusu olan hususlardan söz etmez. Zira onun gayesi, dilin detaylarını değil de, esaslarını öğrenmek olan başlangıç düzeyindeki öğrencilere yol gösterecek bir kitap telif etmektir. Kendi ifadesiyle bu kitap: “Her mu‘ribin (nahiv kâidelerine uygun olarak düzgün ve güzel konuşan ve nahiv kaidelerini uygulayan kimse) en muhtaç olduğu husûslar hakkında bir risâledir.[9]

Arap nahvi (sentaksı), üç ana başlıkta sistematik bir şekilde işlenmektedir. Bunlar; âmil, yani etkileyenler. Ma‘mûl, yani etkilenenler ve i‘râb, yani etkidir. Arap nahvine dair konuları, bu üç ana başlık altında alt başlıklara da ayırarak özlü bir şekilde işleyen İzhâru’l-Esrâr adlı bu eser üzerinde bir çok ilim erbabı Arapça ve Türkçe olmak üzere çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmaların amacı, bu değerli eserden Arapça öğrenmek isteyenlerin en iyi şekilde yararlanmalarını sağlamaktır. Kendisi şerhinin başında belirtmemesine rağmen, İshâk Nûrî Efendinin de bu düşünceden hareketle bu eseri şerh ettiği düşünülmektedir. Ancak İshâk Nûrî Efendinin şerhine geçmeden önce, bu eser üzerine yazılan şerhlere bir göz atmamız yararlı olacaktır[10]:

1. Birgivî’nin talebelerinden Avlamışlı Muslihuddîn Efendi tarafından Keşfu’l-Esrâr adıyla şerh edilmiştir[11].

2. Kuşadalı Mustafâ b. Hamza’nın 1085/1674-75’te yazmış olduğu Netâicü’l-Efkâr adlı şerhi İzhâr şerhlerinin en meşhurudur. Geniş bir inceleme ürünü olan bu şerh matbudur[12].

3. Abdullah b. Muhammed b. Velî’nin Zübdetü’l-İzhâr’ı 1122/1710-11 tarihinde yazılmıştır (Müellif nüshası, Süleymaniye, Denizli, nu: 292).

4. Subicalı Muhammed b. Muhammed b. Ahmed (ö.1141/1728)’in Fethu’l-Esrâr adlı şerhi[13], 1271/1854-55’de Matbaa-i Âmire’de Adalı’nın şerhinin kenarına basılmıştır.

5. Dâvûd b. Muhammed el-Karsî (ö.1160/1747)’nin de bir şerhi vardır (Süleymaniye Ktb, Fatih, nu: 4933, 1b-96b)[14].

6. Reîsü’l-Küttâb Süleyman Feyzî Efendi (ö.1206/1791-92)’nin Feydu’l-Bihâr alâ Riyâdi’l-İzhâr adlı şerhi (Çorum İl Halk Kütüphanesi, nr.2660, 283 vr.)[15].

7. Kasapzâde İbrahim Efendinin şerhi[16].

8. Reîsü’l-Kurrâ Eyyûbî Abdullah b. Muhammed b. Sâlih b. İsmâilî (ö.1252/1836-37)’nin Fevâyihu’l-Ezkâr fî Halli Netâici’l-Efkâr adlı şerhi, 1310 yılında İstanbul’da basılmıştır.

9. Osmanpazarî Niyazî Şeyh İsmail Efendi’nin Ref‘u’l-Estâr fî Halli Muğlakâti’l-İzhâr isimli şerhi de, Eyyûbî’nin şerhinin kenarına basılmıştır.

10. Karslı Hâmid Efendi’nin İzhâr şerhi[17].

11. Mustafa Tevfîk Efendi’nin İmtihân adlı şerhi[18].

12. Hâfız Mustafâ b. el-Hâc Mustafâ el-Mihaliçî’nin Şerhu Şevâhidi Netâici’l-Efkâr ma‘a İzhâri’l-Esrâr adlı şerhi, 1286/1869-70 yılında İstanbul’da basılmıştır.

13. Harputlu Ömer Naimî Efendi’nin (ö.1299/1881-82) şerhi[19].

14. Edirne Müftüsü diye meşhur olan Mehmed Fevzî Efendi (ö.1318/1898-99)’nin Miftâhu’l-Merâm adlı şerhi, 1305 yılında Matbaa-i Âmire’de basılmıştır.

15. el-Hâc Şamlı Mustafâ Efendi’nin Bedâi‘u’l-İzhâr adlı şerhi, 1309/1891-92 yılında İsmail Efendi Matbaasında basılmıştır.

16. Mehmed Hâlis Efendinin Telhîsu’n-Nahv adlı tercüme ve şerhi, 1328/1910-11 yılında İstanbul’da basılmıştır[20].

Birgivî’nin İzhâr’ının şerhlerine bir göz attıktan sonra, onun bu eserinin Osmanlı medreselerinde okutulan Arapça kitaplar arasındaki yerine bakmamız uygun olacaktır. Osmanlı medreselerinde okutulan dersler iki ana bölümde incelenir. Bunlardan birincisi; ulûm-i âliyye denilen, âlet ilimleridir. Ulûm-i cüziye ya da muhtasarât da denilen âlet ilimleri, kelâm, mantık, belâgat, nahiv, hendese, hesap, heyet, felsefe, tarih ve coğrafyadır. İkincisi; ulûm-i ‘âliye denilen yüksek ilimlerdir ki, bunlar âlet ilimlerinin öğrenilmesine yardımcı olan Kur’ân, Hadis ve Fıkıh ilimleridir[21].

Dolayısıyla Arap grameri de, öğrencileri ulûm-i ‘âliye denilen yüksek ilimlere hazırlayan âlet ilimleri arasında sayılmaktadır. Medreselerde Arapça derslerine önce Sarf denilen morfoloji ilmiyle başlanıyordu. Sarf ilminden şu kitaplar okutulmaktaydı:

1. el-Emsile: Yazarı bilinmeyen bu kitapta, Arapça sülasî mücerred fiil örneği üzerinde durulur ve onun yirmi dört sîga çekimi yapılır.

2. Binâu’l-Ef‘âl: Yine yazarı bilinmeyen bu kitapta da, Arapça fiillerin bütün şekilleri ele alınır. Sarfın babları otuz beş olarak gösterilir. Kitabın sonunda; sahîh, ecvef, mudâaf, misâl, mehmûz, nâkıs ve lefîf kavramları birer misalle îzâh edilir.

3. el-Maksûd: Müellifinin kim olduğu ihtilaflıdır. İmam Birgivî Maksûd’u İmam-ı Azam (ö.150/767)’a izafe eder[22]. Binâ’daki gibi önce sahih fiiller tekrarlanır. Sonra sahih olmayan fiillerden bahsedilir ve burada i‘lâl kâideleri ile illetli harfler izah edilir. Ardından ism-i fâil, ism-i mefûl, mimli masdar vb. açıklanır.

4. el-‘İzzî: İzzeddîn ez-Zencânî (ö.655/1257)’nin yazdığı bir sarf kitabıdır ve müellifin isminden dolayı ‘İzzî diye tanınır. Tasrîfu Zencânî, Tasrîfu ‘İzzî veya el-Muhtasar adlarıyla da anılır. ‘İzzî’de, fiillerin harf sayılarına ve türlerine göre tasnifi yapılır. Emsile-i muhtelife sırası takip edilerek, fiiller tasnife tabi tutulup, bir veya birkaç örnek verilir. İ‘lâl kâidelerinin açıklaması yapılarak, illetli fiillerin istisnaî hâlleri zikredilir. Kitabın sonlarında ise, ism-i zaman ve ism-i mekân konu edilir.

5. Merâhu’l-Ervâh: Hayatı hakkında bilgi bulunmayan Ahmed b. Alî b. Mes‘ûd’undur. Müellif bu eserinde fiillerin yapısını tahlil eder ve fiilleri yedi kısma ayırır. İ‘lâl kâideleri üzerinde ısrarla durur.

Nahiv ilminde okutulan kitaplar şunlardı:

1. Avâmil: İmam Birgivî’in eseridir. Âmil, Arapça gramerde kelimelerin sonuna tesir eden edat gibi kelimeler, ismin hâlleri denen “cerr” harfleri; “için”, “gibi”, “-den beri”, “eğer”, “niçin” gibi kelimelerin kullanışları, temenni, ümit, mutlaklık, istisna, nedensellik vb. gibi durumları bildiren harflerin kullanışları üzerinde durur. 25 sayfalık bu küçük eser, genelde Arapça cümlelerde çok önemli olan kelime sonlarındaki değişmeler (i‘râb) üzerinde durur.

2. İzhâr: Çalışma konumuz olan İshâk Nûrî Efendi’nin de şerh yazdığı bu kitap, Nahiv ilminde ikinci kitap olarak medreselerde okutulmaktaydı.

3. Kâfiye: Sarf ve nahiv ilimlerinde üstat olan İbn Hâcib’in nahiv alanında ileri düzeyde okutulan eseridir. Sadece örneklerle öğretmeyi amaçlamayıp, konuların felsefesine de giren bir kitap idi.

4. Molla Câmi: Kâfiye şerhidir. Asıl adı el-Fevâidü’z-Ziyâiyye fî Şerhi’l-Kâfiye olduğu hâlde, Molla Câmî (1414-1492) tarafından hazırlandığı için Molla Câmî adıyla bilinmektedir.

Görüldüğü gibi, İmam Birgivî’nin İzhâr adlı bu eseri, Osmanlı medreselerinde âlet ilmi olarak okutulan, Arapçanın nahiv bölümünde, ikinci kitap olarak uzun yıllar derslerde okutulmuştur.

İshâk Nûrî Efendi, Zübdetü’l-İzhâr adlı eserinde, İmam Birgivî’nin İzhâr’ını şerh ederken takip ettiği metot şu şekildedir:

Eserin Birgivî’ye ait olan Arapça metnini, cümle cümle Osmanlıca olarak şerh etmiştir. Önce çiçekli parantez içinde Arapça bir cümle vermiş, bu parantezden sonra Osmanlıca olarak o cümlenin açıklamasını yapmıştır. Buna örnek olarak, kitabın ilk başlarındaki “Öncelikle bil ki kelime müfret bir anlam için konulmuş lafızdır.” anlamındaki “i‘lem evvelen enne’l-kelimete ve huve’l-lafzu’l-mevdû‘u li-ma‘nen mufredin.” cümlesini verebiliriz.

İshâk Nûrî Efendi bu cümleyi şu şekilde şerh etmiştir:

“İmdi maksûda şurû‘dan evvel ma‘lûm ola ki, kelime ma‘nâ-yı müfrede vad‘ olunan bir lafızdır. Bu lafızdan murâd insânın ağzından çıkıp mehâric ve hurûfâtı belli olan sadâdır. Zîrâ mehâric ve hurûfâtı belli olmayan veyahut sâir hayvânât ve cemâdâttan sâdır olan sadâlar bir ma‘nâyı ifâde etmedikleri gibi, onlara lafız dahi ıtlâk olunmaz.”

Bu örnekte görüldüğü gibi, yapılan şerh çok açık, seçik ve herkesin anlayabileceği bir tarzdadır. Böylece 125 sayfada şerhini tamamlayan İshâk Nûrî Efendi, 126. sayfa da “ta‘birât” başlığı altında, i‘râb, binâ gibi tabirlerin açıklamalarını yapar. Aynı sayfada “ba‘zı ta‘rîfât” başlığı altında âmil, ma‘mûl, i‘râb, merfû‘, mansûb, mecrûr’un tariflerini yapar. 127. sayfada “ba‘zı fevâid” başlığı altında, “fiil fâilsiz olmaz, mübteda habersiz olmaz, âmil ma‘mûlsüz olmaz.” gibi bazı yararlı ifadeler verilmiştir. Aynı sayfada mef‘ûl leh, masdar, mef‘ûl bih sarîh ve gayr-ı sarîhle ilgili özet bilgiler verilmiştir. 128. sayfada isim ile fiilin ve kelam ile cümlenin farkı üzerinde durulur. 128. sayfada başlayıp, 129. sayfada devam eden “ilâve” başlığı altında nahiv ilmi, lâm-ı ta‘rîfin anlamları konu edilerek “ba‘zı esmâ-yı Arabiyye” başlığı altında birkaç Arapça kelime verilerek karşılarına anlamları yazılmıştır. Örnek olarak: Eb-Baba, bint-kız evlat, uht-kızkardaş gibi. 130. sayfada “esmâ-yı hayvânât” başlığı altında Arapça bazı hayvan isimleri ve Türkçe karşılıkları verilmiştir. Bakar-sığır, bağl-katır, ibil-deve gibi. Aynı sayfada “esmâ-yı cemâdât” başlığı altında başlayıp, 131. sayfada devam eden Arapça bazı cansız varlık isimleri ve Türkçe karşılıkları sıralanmıştır. Semâ-gök, arz-yeryüzü, hacer-taş gibi. Zübdetü’l-İzhâr’ın son sayfasında yer alan “ifâde-i mahsûsa” başlığını taşıyan şu cümleleri de burada zikretmek yararlı olacaktır:

Bi-tevfîkihi Te‘âlâ İmâm Birgivî –‘aleyhi rahmetu’l-Bârî- Hazretlerinin beyne’n-nâs müte‘âref ve mütedâvil olan (İzhâr) nâm kitâb-ı fazîlet-nisâbının çiçekli kavslar dâhili metin ve hârici ona şerh olmak tarzıyla hülâsaten teşrîh ve tercümesine sâye-i terakkiyyâtvâye-i cenâb-ı hilâfet penâhîde hizâne-i vüs‘atinde meknûz nukûd-ı iktidârın bezl ü nisâra ictisâr etmiş olan muharriru’l-hurûf Rizevî İshâk Nûrî -‘afâ ‘anhu ve ‘an vâlideyhi el-Bârî- kem bizâ‘anın hilâle sutûrda nevk-i kalem-i sehv-i rakamdan mütekattire olan galatâtın udebâ-yı uli’n-nühâdan lütf ü ‘atâ ile hakk ve imhâ buyurulması mercû ve mütemennâdır. Ve huve hasbunâ ve ni‘me’l-Mevlâ ve’s-selâmu ‘alâ meni’stekâme ‘alâ nehci’l-hudâ. Ve’l-hamdu ‘alâ âlâi Rabbinâ’l-A‘lâ fe kad veka‘a’l-ferâğu min nukûşi tercemeti hâze’l-kitâbi’l-müstetâbi bi-‘inâyeti’l-Meliki’l-‘Azîzi’l-Vehhâb fî evâhiri Rebî‘i’l-Âhar li-seneti ihdâ ve selâsi mie ba‘de’l-elfi min hicreti men lehu kemâlu’l-‘izzi ve nihâyetu’ş-şeref sallâ’llahu Te‘âlâ ‘aleyhi ve ‘alâ âlihi ve selleme teslîmen kesîra.” (s.132)

Bu cümlelerden anlaşıldığına göre, İmam Birgivî’nin İzhâr adlı eseri Sultana sunulmak üzere İshâk Nûrî Efendi tarafından şerh ve tercüme edilmiştir. Kitabın basım tarihi olan, Hicrî 1301 yılına tekâbül eden 1883 yılı dikkate alındığında, o zaman tahtta bulunan Osmanlı sultanı II. Abdülhamit Han (1842-1918)’a sunulduğu anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak; İmam Birgivî’nin Arap gramerine dair olan eserlerinden, özellikle Avâmil ve onun mufassal bir şerhi sayılabilecek İzhâr’ı, yaklaşık dört asır süreyle Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Arapçanın nahvini keskin ve berrak bir mantık sırası içinde özetleyen bu eserler, örneğine az rastlanır bir kabiliyetin mahsulüdür. Asırlardır Türk ve Müslüman öğrenciler bu eserleri okumuş ve zihinlerine bu eserler sayesinde Arap dilini ve Kur’ân-ı Kerim’i kavrayacak bir kabiliyet ve parlaklık vermiştir. Bu vesileyle kendisini vefatından yaklaşık doksan üç sene sonra rahmet ve minnetle doğup büyüdüğü bu topraklarda andığımız İshâk Nûrî Rizevî, İmam Birgivî’nin asırlardır Osmanlı medreselerinde okutulan İzhâr adlı değerli eserini pedagojik bir üslupla Osmanlı Türkçesiyle şerh ederek, öğrenciler tarafından kolay anlaşılabilir hâle getirmiştir. Onun bu şerhi yazmaktaki amacının, Türk çocuklarının dinlerinin dili olan Arapçayı kolayca öğrenebilmeleri olduğu, açıkça görülmektedir. Bu ufku geniş insanların torunları olan bizlere düşen görev, onların eserleri üzerine bilimsel çalışmalar yaparak, Arapçanın modern metotlarla öğretimine katkıda bulunmaktır. Öte yandan bu tür sempozyumlar vesilesiyle illerin kültür tarihlerinde yer etmiş olan abide şahsiyetler de, onlara bir vefa borcu olarak, gün yüzüne çıkarılmış olacaktır. (Musa YILDIZ Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi ([email protected]).

[1] İstanbul Müftülüğü bünyesindeki Meşihat Arşivinde bulunan 197 nolu dosya içerisindeki 6944 nolu belgede bu köyün adı, Akanoz şeklinde geçmektedir. Rize iline bağlı böyle bir köy bulunmamaktadır. Muhtemelen, Osmanlıca olarak “te” harfi, “nun” şeklinde yazılmıştır. Köyün doğru adı, Akatoz’dur. Bu köy bugün Rize ili, Derepazarı ilçesine bağlı Bürücek köyüdür. Derepazarı ilçesiyle Rize il merkezi arasında yol üzerindedir. Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Uleması adlı eserinde köyün adını belgede geçtiği şekilde okumuştur. Bkz. Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Uleması, İstanbul 1981, II, 237.

[2] Tarihlerin bazen Hicrî, bazen de Rûmî olarak verilmesi, elimizde bulunan arşiv belgelerinden kaynaklanmaktadır. Belgelerde genellikle tarihler Rûmî olarak verilirken; bazen de hicrî olarak geçmektedir.

[3] 6943, 6944, 6945 ve 6949 nolu belgeler; Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Uleması, II, 237. Yapılan geniş çaplı araştırmada, İshâk Nûrî Rizevî’nin hayatı ve eserleri konusunda, Meşihat Arşivinde bulunan 197 nolu dosya içerisindeki 6941-6950 arası 10 adet belgede yer alan bilgiler dışında bir bilgiye rastlanamamıştır.

[4] Hayatı ve eserleri konusunda geniş bilgi için bkz. Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333-42, I, 253-256; Esat İleri, İmam-ı Birgivî, İzmir 1954; Kazım Kufralı, İA, II, 634-635; H. Nihal Atsız,
İstanbul Kütüphanelerine Göre Birgili Mehmed Efendi Bibliyografyası, İstanbul 1966; Ömer Rızâ Kehhâle, Mu’cemu’l-Muellifîn, Beyrut ts., IX, 123-127; Ahmet Turan Arslan, İmam Birgivî, Hayatı, Eserleri ve Arapça Tedrisatındaki Yeri, İstanbul 1992, Emrullah Yüksel, “Birgivî”, DİA, VI, 191-194; Şükran Fazlıoğlu, İzhâru’l-Esrâr li-Birgivî: Dirâse ve Tahkîk, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ürdün Ü., Edebiyat Fak., Amman 1995; M. Hulusi Lekesiz, 16. Yüzyıl Osmanlı Düzenindeki Değişimin Tasfiyeci (Prütanist) Bir Eleştirisi, Birgivi Mehmet Efendi ve Fikirleri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Hacettepe Ü., Sos. Bil. Enst., Ankara 1997; İmam Birgivi, İzhâr ve Tercümesi, Haz. Nevzat H. Yanık-M. Sadi Çöğenli, Erzurum 1998; Hüsamettin Erdoğan, İmam Birgivi’nin el-Emsiletü’l-Fadliyye Şerhi (İnceleme ve Edisyon Kritik), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Ü., Sos. Bil. Enst., İstanbul 2002,

[5] Emrullah Yüksel, a.g.md., VI, 193.

[6] Eser hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Hüseyin Elmalı, “İzhâru’l-Esrâr”, DİA, XXIII, 506-507.

[7] Klâsik Arapça eserler konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Nasuhi Ünal Karaarslan, Enseignement en Langue Arabe Chez Les Turcs Ottomans Jusqu’aux Tanzimat, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Paris Üniversitesi, 1976; Ramazan Şeşen, “Osmanlılar Döneminde Arap Dili ve Edebiyatı Öğretimi”, Studies on Turkish-Arab Relation Annual 1986, Foundation for Studies on Turkish-Arab Relations (TAİV-İstanbul), s.267-268; Mustafa Ergün, “Medreselerde Okutulan Dersler ve Ders Kitapları”, A.K.Ü. Anadolu Dil-Tarih ve Kültür Araştırmaları Dergisi, Afyon 1996, s.65-78; Emrullah İşler, “Klâsik Arapça Gramer Kitaplarının Modern Öğretimdeki Yeri”, Ankara Ü., TÖMER Dil Dergisi, Sayı: 45-Temmuz 1996, s.15-26; Mehmet Yavuz, Arap Gramerine Dair Eser Yazan Osmanlı-Türk Âlimleri (XVI. Asra Kadar), İstanbul 2001; Dursun Hazer, “Osmanlı Medreselerinde Arapça Öğretimi ve Okutulan Ders Kitapları”, Gazi Ü., Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt I, sayı 1, 2002/1, s.272-284; Kerim Açık, Tanzimattan Günümüze Arapça Öğretimi (Kaynaklar ve Yöntemler), Yayınlanmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, Sos. Bil. Enst., İstanbul 2002; Şükran Fazlıoğlu, “Manzûme fî Tertîb el-Kutub fî el-‘Ulûm ve Osmanlı Medreselerindeki Ders Kitapları”, Değerler Eğitimi Dergisi, C.1, S.1, Ocak 2003, s. 97-110; a.mlf., “Ta‘lîm ile İrşâd Arasında: Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Medrese Ders Programı”, Dîvan İlmî Araştırmalar Dergisi, Yıl:10, S.18, 2005/1, s.118-173.

[8] Ahmet Turan Arslan, a.g.e., s.165.

[9] İmam Birgivî, İzhâr, haz. Nevzat H. Yanık-M. Sadi Çöğenli, Erzurum 1998, s.1.

[10] Bu şerhler konusunda bkz. Brockelmann, GAL Supll.,II, 656-657; Ahmet Turan Arslan, a.g.e., s.165-168.

[11] Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zunûn, I, 117, Bursalı Mehmet Tahir, a.g.e., I, 255.

[12] Amil kısmı İbrâhîm Ömer Süleyman Zübeyde tarafından tahkîk edilerek 1992 yılında Libya’ya yayınlanmıştır.

[13] Bağdatlı İsmail Paşa, Îzâhu’l-Meknûn, İstanbul 1945-47, II, 158; Bursalı Mehmet Tahir, a.g.e., I, 255.

[14] Bu şerh üzerine yapılan bir çalışma için bkz. Gökhan Sebati Işkın, Dâvûd el-Karsî ve Şerhu İzhâri`l-Esrâr`ı, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Marmara Ü. Sos. Bil. Enst., İstanbul 2000.

[15] Bursalı Mehmet Tahir, a.g.e., I, 255; III, 117.

[16] Kâtip Çelebi, a.g.e., I, 117.

[17] Bursalı Mehmet Tahir, a.g.e., I, 285.

[18] a.e., II, 39.

[19] a.e., I, 303.

[20] Bu eser, Kenan Demirayak ve M. Sadi Çöğenli tarafından 1998 yılında Erzurum’da Atatürk Ü., Fen-Ed. Fak. yayınları arasında basılmıştır.

[21] İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, İstanbul 1988, s.20; Cahit Baltacı, XV ve XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, s.35-43.

[22] İmam Birgivî, İm‘ânu’l-Enzâr, İstanbul 1312, s.151.

http://www.karalahana.com/makaleler/folklor/ishak%20nuri%20rizevi.htm

posted in DİL VE TARİH | 0 Comments