-
7th Ekim 2008

Yeryüzü Tanrıları ve Şirk Psikolojisi-Hamdi Kalyoncu

YERYÜZÜ TANRILARI ŞİRK PSİKOLOJİSİ

Önsöz

İslam inancı, İlahı ‘bir’lemeyi şart koşuyor.

Esasen; yaratılışın sırrı, hayatın anlamı ve amacı, tek İlah olarak Allah’ı tanımak ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmamaktır.

Bu amacın gerçekleşmesi için, Allah’a ortak koşmanın, yani ‘şirk’in ne anlama geldiği bütün yönleriyle iyi bilinmeli. Ancak o zaman; “la ilahe illallah”, yani “Allah’tan başka ilah yoktur”, “İlah olduğu iddia edilen, yetkileri ve konumu iti­bariyle İlahlığa kalkışan herhangi bir kişi, nesne, makam ve mevki kabul etmiyorum” demenin şuuruna varılabilir.

Sosyal ve psikolojik bunalımların girdabında boğulmakta olan şirk toplumlarına sunulacak en büyük hizmet, onların yolunu aydınlatacak, onlara sağlıklı bilgiler sunacak ve sahte ilahların tasallutuna son vermeye yarayacak çalışmalar olma­lıdır. Çünkü, fert ve toplumun huzura kavuşmasında ön şart şirkten temizlenmektir.

Alışılagelen şekliyle, daha çok ilahiyat zemininde işlen­meye alışılmış konunun, psikolojik bir yaklaşımla, akıl sahiplerinin ilgi alanına arz edilmesi gerektiği inancı bizi böyle bir çalışma yapmaya yöneltti.

İnsanlık tarihi kadar eski ve klasik, kıyamete kadar da taze ve aktüel olacak böyle bir konuda, bilgi ve fikir birikimi olan herkesin çaba sarf etmesinin ilahi bir borç, misyon ve de lezzet mevzuu olarak algılanması gerektiği konusundaki kanaat ve temennimizi belirtmeden geçmemeliyiz.

Elinizdeki bu mütevazı çalışmayı, konu üzerinde yap­makta olduğumuz, “Yönetim ve Şirk Psikolojisi”, “Akıl Bilgi ve Şirk Psikolojisi” isimli iki kitapla daha destekleme gayretimiz sürmektedir

Beklenen yararı sağlaması ve Allah (cc) indinde makbul sayılması umuduyla..![1]

 

 

İlah Edinme

İnsan Psikolojisinde Tapınmanın Yeri

İnançların insan hayatı üzerindeki belirleyici etkisi, başka hiçbir şeyle kıyas kabul etmeyecek derecede önemlidir. Kendi elinde olmayan bir şekilde ve yine kendi iradesi dışında belir­lenen bir zaman ve mekanda hayata gözlerini açan insanoğlu hep bir inançla yaşamıştır. En inkarcı bir halde bulunduğu za­manda bile inkarını iman haline getirmiş ve varlığını varlıkla­rına bağladığı birilerini ya da bir şeyleri elinde, dilinde, zih­ninde; yanında, yöresinde, meydanında, mabedinde, çarşısın­da, pazarında; sözünde, kitabesinde; taşında; dileğinde, duasında; yaşında, başında, yönetiminde hep yaşatır olmuştur. Zaman, zaman birlediği, bazen de ihtiyacına göre çeşitlendirdi­ği ve çoğalttığı tanrıları ile birlikte olmaktan haz duymuş ve ha­yatı kendince böyle anlamlandırmıştır.

Tanrı ya da tanrılara o kadar ihtiyaç duymuştur ki, Batılı bir düşünürün; “Eğer tanrı yoksa onu biz yaratmalıyız” sözü bunun ne derece kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğunun ifadesi ol­ması bakımından oldukça anlamlıdır. Öyle ki, insanoğlu için bir Tanrıya inanmak ve bağlanmak hayatın gayesidir’ demek hiç de yadırganacak bir hüküm olmaz.

Esasen, İslam bunu açık ve kesin bir biçimde ortaya koymuş­tur.

Ayette:

“Ben cinleri de, insanı da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım,” buyuruluyor. [2]

“İbadet kavramı ise, Allah’ın arzu ettiği, gizli ve açık söz ve davranışların bütününü içine alır.

Bu geniş anlamı ile ibadetin yerine getirilmesi, insanın kendi hayatını, çeşitli davranış ve sözlerini, tasarruflarını, diğer insanlarla olan ilişkilerini İslam’ın gösterdiği şekilde ayarlamasını gerekli kılar.[3]

Bu ise insan psikolojisini temelden etkileyen, yeniden Kur’an ve hayatı baştan sona yönlendiren esaslı bir olgudur. Burada konunun nirengi noktasını teşkil edecek temel soru şu­dur: “İnsanın duygu, düşünce ve davranışları üzerinde bu de­rece önemli rol oynayan, hayatı belli bir düzene sokan inanç­ların esası nedir?” Yine bundan hareketle; “İman ve ilah edin­mek kavramları ile insan ihtiyaçları arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır?

İnsanın varlığını sürdürmesi bakımından; ‘Hüküm ve hik­met sahibi’, her şeyi bilen bir ilah olan Allah’a iman, esasen neyin kabul ve tasdik edilmesidir? Bu inançtan sapmanın anlamı, insan psikolojisi açısından neleri ifade eder? Bunun anlaşılması için öncelikle ‘iman’ kavramı yerli yerince ve yeterince doğru olarak kavranmak.

İslam alimi Ömer Nesefı, imanı ‘mutlak tasdik’ olarak tarif ediyor, “Habercinin haberine veya hüküm verenin hük­müne, yani herhangi bir şeye hiç tereddüt etmeden inanmak, onun doğru olduğunu kabul etmektir” diyor.[4]

İslam’da istenen İman; Allah Resulü’nün getirdiği haberi tereddütsüz kabul ve tasdik etme anlamında olup, kabul ve tasdik edilmesi istenen haberin esası ise ilah’ın “tek” oluşu üzerine kuruludur.

Doğruluğu peşinen kabul edilmiş inançların test edilme­sinin kolay olmayacağı açıktır.

İnsanın hayata gelişinin, hayatla ve yaratılışla ilgili temel sorularının izahı ve tüm davranışlarının şekillenmesi bu noktadaki kabuller, yani inançlar üzerinde gelişir. Dolayısı ile insan davranışlarını anlamak bakımından bu inançların teşekkülü irdelenmeli ve bu noktadaki sağlam kaynaklara dayalı ilahiyat bilgileri ve konu ile ilgili sosyal bilimlerin ışığında çarpık­lıklar ortaya konmalıdır. Bu hususta bize öncelikle yardımcı olacak bilim dalları şüphesiz ki Psikoloji, Psikiyatri ve Sosyolojidir. Biz burada daha çok Psikiyatri ve Psikolojiden istifade yoluna gideceğiz. [5]

 

 

İlah Edinme İhtiyacı

‘İlah edinme’, kaçınılması mümkün olmayan bir psikolo­jik ihtiyaç olarak görülüyor.

“İnsanların ilk tarihi günlerden itibaren inandıkları çeşitli putlar bir köklü ihtiyacın ifadesidir. İnsanlar karşılaştıkları bü­yük tehlikeler ve yoksunluklar karşısında; ihtiyaçlarının doyu­rulması, tehlikelerin azaltılması veya yok edilmesi için; ken­disini yaşatacak, ona zor anlarında yardım edecek, onu mutlu kılacak bir güce ihtiyaç duymuş ve inanmıştır. İnsanın ‘put’da toplanan, kutsal ve insanüstü güçten beklediği, bir üstün ger­çeklik ve enerjidir. Zamanda ve zamanı yaşayan insan, asırlar boyunca dağınık hayatını toplamak ve bir şeye dayanmak zo­runda kalmıştır. İşte, bu toplama gücünün kurtarıcı enerjisi (şirk içindeki toplumlar tarafından) putlarda bulunmuştur.” [6] Bu zan sonucu oluşan etkileşimle kutsallaştırma sürecine giril­miştir.

Bir şeyleri kutsallaştırma, ilahlaştırma ve onlara tapma eğilimi, hemen her devirde var olagelmiştir.

Konu ihtiyaç açısından ele alındığında putlaştırılan nesne ve objeler üç grupta toplanabilmektedir:

1. Günlük zevk, heyecan ve ihtiyaçları doyuran, komp­leksli ruhlara hitabeden geçici putlar (putlaştırmalar):

Birçok sanatçılar, sporcular, şu veya bu devrin halkta coşku uyandıran hatipleri, büyüleyici mistikler, büyük şarla­tanlar bu grupta toplanabilir. Bunun ekstrem örneklerini pek çok milletin hayatında görmek mümkün.

Hayatı ve birkaç yıl Rus devletinin yönetiminde oynadığı menfî rolü ile Rasputin gibilerden, gençlik yıllarında ‘Sarışın Bomba’ ismini alan artistin, filmlerinin gösterildiği sinema kapılarının önünde halkın kuyruklar halinde toplanmasına bir yerde göründüğü zaman; binlerce insanın üstüne üşüştüğünü, fotoğrafçıların birbirleriyle yarışırcasına resimlerini çektiği sa­natçılar, gençlerin büyük bir coşkuyla resimlerini yanlarında taşıdıkları, önlerinde kendilerini jiletleyerek kendilerinden geçtikleri örnekler bugün bile sayılamayacak kadar çoktur.

2. İnsanın estetik zevkine, sanat merakına, bilim ve moral ihtiyacına cevap veren ve insanlığı bugünkü medeni basama­ğına çıkardığı düşünülen putlar galerisinde objektif eserleri ile ve her zaman ünleriyle anılan bilim, düşünce ve edebiyat yıl­dızları veya putları. Rafael’den Van Gogh’a, Hipokrat’tan Freud’e, Aristo’dan Newton’a, Einstein’e, Dante’ye, Goethe’ye.. kadar olmak üzere birçok uluslara mensup (erişilmez görülen) kişiler.

3. Şu veya bu memleketi büyük bir felaketten kurtarmak, esirlikten özgürlüğe ulaştırmak, bir savaşta zaferler kazanmak, bir ideolojiyi kitleler için gerçekleştirmek., gibi milyonlarca insan tarafından takdir edilmiş ve benimsenmiş tarihi kişiler galerisinde, herkesin görüşüne göre birçok simalar yer alır. Ancak farklı uluslara mensup insanların ortak takdirine ula­şanlar, objektif başarıları ile olduğu kadar, kitlelerin psikoloji­sine de ustalıkla girebilen ve halkı eserleri ile büyüleyici telkinlerine katabilen ve zamanında tanrılaştırılmış olan faniler.. Şüphesiz ki bunların başında Buda’dan İsa’ya ve bazı bü­yük azizlere, imamlara kadar din adamları da var. Bunların dı­şında Sezar, Cromvel, Napolyon, Washington, Marks, Lenin, Gandi ve Atatürk gibi güçlü kumandanlar, devrimciler ve devlet adamları tipindeki seçkin kişiler de yer alır. Bunlara daha birçok isimler de eklenebilir.

Herhalde 20. asır toplumlarında üstünkörü bir bakışla tapmanın ilkel şekillerinin (devam etmekte) gelişmekte olduğu görülür. İkinci Dünya Savaşı’nın meydana getirdiği şiddetli sarsıntılar, Atom bombasının büyük ölçüde maddi ve manevi yıkıntıları, ‘Kumsalda Bir Gün’ filminde olduğu gibi nükleer silahların gelecekteki trajik ve kollektif ölümlerin tasarlama­ları yanında, bugün bile dünyanın belirli yerlerinde bir üçüncü dünya savaşı körüklemek tehlikesini gösteren kanlı savaşlar ve çatışmalar, iki üç düşman cephesine ayrılan gençlik grup­ları yeni bir insan şuuru ve ruhu oluşturmakta ve bunlar büyük bir hızla gelişmektedir. Kaldırımlardan, LSD’li ve esrarlı seks alemlerine kadar, düşürülen moral inanışlar yeniden birçok ihtiyaçlar ve tepkiler yaratmakta, birçok bireysel ve kollektif manevi sapıklıklar görülmekte ve bu ideolojilere ve mentalitelere uygun olmak üzere yeni yeryüzü putları doğmaktadır.”[7]

Birbirinden farklı veya benzer şartlar altında “İnsan, ken­di gücünün çok üstünde olup da ümitlerini gerçekleştirmede bel bağladığı yahut şu veya bu şekilde yararlandığı değişik tabiat güçlerini; lider, kahraman, sporcu, şarkıcı, artist, seks yönünden çekici pek çok kuvvet ve objeyi kutsallaştırır, hatta tanrılaştırır.. Bu, insanın kendini adamaya karar verdiği, mut­lak gönül bağlılığı içinde olduğu gücü “tanrısal kudret’i temsil eder.. İnsanın günlük denemelerini ilgilendiren her şey kutsallaştırılmıştır. Kozmik fenomenler ve tabii güçler (Güneş, ay, yıldızlar, pınarlar, ırmaklar, dağlar), hayati ve psikobiyolojik güçler, hayvanlar, ağaçlar, cinsel enerji, (özellikle erkek cinsel organı ve döllenmenin bütün güçleri).. Irk, vatan, sınıf, parti, savaşlar, altın, para., boş inançların birçok şekilleri… Umdurucu ve korumak gücünde görülen her şey, insanın merakını ve mistik yönünü kamçılar” ve bir şekilde putlaştırılır.[8]

Rahatlıkla denilebilir ki; “İnsanın zihninde, onu ilah edin­meye iten etkenin asıl kaynağı muhtaç ve varlıksız oluşudur. İnsanın, kendisinin ihtiyaçlarını gidermeye gücü yeten, sıkıntı­lara karşı yardım eden, gerektiği her an onu koruyan, ıstırap ve korku halinde korkusundan onu emniyete çıkaran bir var­lığa ihtiyacı vardır.

Yine kişinin ihtiyaçlarını gideren, dualarına icabet eden, isteklere cevap veren bir varlığın, mevki bakımından da şüp­hesiz kendinden daha yüce ve derece bakımından da daha üstün olması gerekir.

Nihayet kaçınılması imkansız tabii hallerden biri de, insanın aşkla ve şevkle yöneleceği kudretin (ilahın), insanın, anında ihtiyacını gidermeye, sıkıntıya düştüğü zaman sıkıntı­sından kurtarmaya, ıstıraplı anlarında sükunet bahşetmeye gü­cü yetmelidir. (Ya da öyle inanılmalıdır.)

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, “ilah” kelimesinin mabud hakkında kullanılmasına sebep olan faktörler: İhtiyaçları gi­dermesi, amelin karşılığını verme, sükunet bahşetme, yüceliği ve hükmü altına alıp koruma, musibet anında onu korumaya gücünün yeter olması..” gibi düşünce ve kanaatlerdir. [9] Kişi­nin bütün bu sayılanları kendisine verebilecek bir büyük Kud­reti kabul etmesi, bu özelliklerin onda var olduğuna ve bu­nunla birlikte kendisine yardım edecek olduğuna inanması.. İşte ilah edinme ihtiyacının esası! [10]

 

 

İlah İle Sözleşme

İslam’a göre tek ilah olarak kabul edilen Allah, ‘her şeye gücü yeten’dir.

O; kuvvetli, kudretli, izzetli ve Kahhar olan bir ilahtır. Müslüman O’na yöneldiğinde, şu varlıklar aleminde Hakk’ın kendisi olan biricik kuvvete yönelmiş olur. Her türlü sahte kuvvetlerden kurtulup sükunete ulaşır, gönül huzuruna kavuşur ve rahat eder. Artık mü’min hiç kimseden, hiç bir şeyden korkmaz.. O, şunun bunun vergi ve mahrumiyetine de tamah etmez.” [11] Çünkü o, ruhlar aleminde Rabb’ine söz vermiş, Rab ve ilah olarak O’nu kabul etmiş; O’nunla ahitleşmiştir.

Müslüman, “Allah’ın ahdini te’kid ettikten sonra bozan­lar..” [12] dan olmak istemez.

Müslüman’ın hayatı bu ahitleşme üzerine şekillenir. Bu­nun için o, Allah’tan başkasını ilah ve Rab olarak kabul ede­mez. Esasen ezelde yapılan bu ahitleşmenin Allah’la tüm insanlar arasında olduğuna inanılır.

“Allah’u Teala ile beşer arasındaki ahdin bir çok çeşitleri var. Bunlardan biri insanoğlunun Halik’ını (yaratıcısını) bil­mesi ve O’na yönelip ibadet etmesi için yaratılışında sahip olduğu fıtri ahittir. Allah’ın mevcudiyetine inanmak ihtiyacı, insan fıtratında daimidir. Şu kadar var ki bu fıtrat, bazen şaşırıp yolunu sapıtır ve Allah’a ortak aramaya koyulur.”[13]

Bir olan ilah ile yapılan bu sözleşmeye riayet ise ‘takva’ ile ifade edilir.

“Muttakiler için… Bu kitaptan (Kur’an’dan) kalbe fayda­lanma ehliyeti veren, takvadır. Kalbin kilitlerini açan takva, o nurun kalbe girerek vazifelerini yapmasını sağlar.

Faydası olan her şeyi tutup kaldırabilmeğe, karşılayıp hüsnü kabul göstermeye ve hayra çağrıldığında icabet etmeye kalbi hazırlayan takvadır.

Kur’an’da hidayeti bulmak isteyen kimsenin, ona selim kalple ve hulüs-u niyyetle teveccüh etmesi zaruridir. Daha sonra buna (Kur’an’a) korkan, korunan, delalete düşmekten yahut herhangi bir sapıklık tarafından avlanmaktan çekinen bir kalple yanaşması lazım gelir. İşte o vakit Kur’an esrar ve envarını açar.”[14]

Böylece kul ile ilah arasında uyum yolu da açılmış olur. [15]

 

 

İlah Kavramı İle “Allah” Kelimesinin İlintisi

İlah kelimesinin İslam literatüründe özel bir yeri var.

Allah kelimesinin etimolojisi hakkında ileri sürülen ve sayısının otuza yaklaştığı kaydedilen, birbirinden farklı bütün görüş ve iddialar değerlendirildiği takdirde, bu kelimenin Arapça asıllı ve zengin manalı “ilah” lafzından türediği görüşü ağırlık kazanmaktadır.

Bir görüşe göre bu kelime, “gizlenmek, perdelenmek ve duyu idrakinin ötesinde olmak” anlamındaki “lah” kelime­sinden türemiştir. “Duyuların idrakinin fevkinde olan” mana­sında “lah” kelimesinden lam harfleri birleştirilerek “Allah” lafzı elde edilmiştir.

Daha çok üzerinde durulan bir görüşe göre de; Allah lafzı, “kulluk etmek” veya “hayret ve şaşkınlık içinde kalmak, gönülden bağlanıp sığınmak” anlamında bir mastar olan “ilah” kelimesinden türemiş ve bazı dil işlemlerinden geçmiş. “Tapı­nılan, yüceliğinin karşısında hayrete düşülen, gönülden bağla­nılan ve sığınılan” anlamına gelen bu kelimenin başına önce bir harf-i ta’rif getirilerek “el-ilah” şekline dönüşmesi sağlan­mış, daha sonra dilde kullanım kolaylığı sağlamak amacıyla, “lam” harfleri birleştirilmiş ve kelime azamet ifade eden tok bir sesle “Allah” şeklinde okunmuştur”. [16] Bu bilgiler, Al­lah’ın 99 ismi üzerinde çalışma yapan Prof. Metin Yurdagür’ün ‘Esma ül Hüsna’ isimli kitabından. [17]

 

 

Şirkin Psikolojik Mahiyeti Ve Önemi

Hangi psikolojik mekanizmalar sonucu İnsanlar, ‘Bir’ olan Allah’ı bırakır da, birden çok ilah edinme ihtiyacı duyarlar ve de Allah’a has olan ilahlık kudretini başka şeylere yakıştırırlar? Bu soruya sağlıklı bir cevap bulabilmek için şir­kin psikolojik mahiyetini iyi irdelemek gerekir.

“La ilahe illallah” demeden; yani “tanrı olduğu zanne­dilenler ya da tutum, davranış, söz, yönetim ve yöntemleri ile kendilerini ilahlık mevkiinde görenler ilah değildir” demeden ve öylece inanmadan kimsenin imanı sahih olmayacağına göre konu hadsiz derecede önemli. Kul ile tanrısı arasında ruhi bir bağ olan İman, bu ilah kavramı üzerine kurulu.

Allah Resülü’nün; “Sizin için endişem, tekrar küfre döne­ceğiniz ihtimalinden değil, size karanlıkta karıncanın ayak sesleri gibi gizli ve sinsi gelecek olan şirktendir” anlamındaki sözleri, şirki, mahiyeti ile tanımanın ne denli önemli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. İşte ancak o zaman, karıncanın ayak sesleri kadar sinsi gelen düşmana karşı korunmak müm­kün olabilir.

Şirk olayını hayatın her alanında görmek mümkün: Günlük işleri düzgün gitsin diye yanında taşıdığı uğur simgesi (soteria) bir boncuk, bir tutam saç, içinde ne yazdığı pek de önemli olmayan ve merak da edilmeyen bir muskadan uğurlu kelime ve sayılara; hayatı üzerlerinde yetki sahibi olarak kabul ettiği dini ve idari otoriteleri olağan üstü görerek putlaştırma­ya kadar her alanda!

“İnsanlar kendilerine egemenlik eden, onları büyüleyen liderleri veya şefleri ölür ölmez kısa bir süre içinde yenilerine dönerler. Bu süreli olarak iktidarı doldurmak ve boş bırak­mamak, esasen daima ona bağlı olduğumuz ve kendisini say­dığımız kutsal bir varlığı tutmanın ihtiyacıdır. Kişiler gider; lakin insan gönüllerinde kutsal olan ve putlaştıran güçler ve değerler kalır.

Bu putlaştırılan güçler zamana, tarihî dönem ve gereğe göre bir kurt-tanrı, bir çakal-tanrı, bir öküz-tanrı, savaşan ba­kire, her şeyi yutan bir ejder, bir doğurucu karınlı ana, yıldı­rımlar saçan Zevfe, Sezar gibi bir imparator, Hitler gibi bir lider, bir Prima Donna yani çok yönlü bir tiyatro veya sinema artisti, çılgınca dans eden ve striptiz yapan bir dansöz, bir seks vampiri, sesiyle gençleri çıldırtan ve yerlerde tepindiren Elvis Presley gibi bir şarkıcı, bir karlı tepeden öbür karlı tepeye uçan bir kayakçı veya Arjantin’de yapılmış olan futbol şampi­yonasında takımını golleri ile şampiyon yapan bir Kempes gibi sporcu da olabilir.

Kutsallaştırılan (obje ve) hayallerin çeşidinin çok oluşu, değişik insan gruplarından ve kültürlerinden kaynak aldıkla­rını gösterir. (En ilkel kabilelerden, en yeni örgütlü topluluk­lara kadar).Bunlardan bazılarının süreklilikleri ya da evrensel tarihin değişkenlikleri arasında yeniden canlanmaları, daima ve her yerde, insanların durmadan yeni putlar ve yeryüzü tanrıları yarattıklarını gösterir.

Lakin bütün bunlar putlara tapmaya olan insancıl ihtiyacı derinliğine anlamamız için yeterli aydınlatmalar sayılmaz. Putlara tapmanın ve her alanda suni putlar yaratmanın dünya üstünde evrensel olması, bu durumun tarih boyunca sürmesi ve özellikle müspet bilimlerin her çeşit teknik başarıları ile egemen oldukları toplumlarda bile itibar görmesinin mantık­sızlığı (ve anlaşılmazlığı) bunun insan ruhunda çok derin kökleri olduğunu gösterir. Bundan ötürü bunun aydınlanma­sını en iyi şekilde bize psikanalitik metotlar sağlar.

Bütün insancıl eğilimler, zorlayıcı hevesler, zevke dönük dürtüler, saplantılar, alışkanlıklar ve daha genel bir terimle bi­linç dışı komplekslerin aydınlanması için kullandığımız yolu, “Putlara tapma ihtiyacı”nı da anlamak için kullanmak gerektir. Herhalde bunun için de, insan yaratığının çocukluğundan iti­baren erginliğe doğru giden gelişme yoluna girmelidir. Yeni doğan her insan yavrusu, temel psikolojik ihtiyaçlarını doyur­mak için tamamıyla çevresine ve özellikle 5 yaşına kadar an­nesine veya onun yerine geçenlere bağımlıdır. Bu, annede, he­nüz duygusal yetersizliği ve kendi vücudunun hayalinin bü­tünlüğünü kavrayamaması dolayısıyla, çocuk ancak hayal meyal olarak bazı yerler görür: Bir meme veya emzik tutan bir el ve bunlara katılmış olarak bir koku, dokunma duyguları, az çok hoş olan durum değişmeleri gibi… Bu dağınık duygular, sinirsel olgunlaşma yokluğu dolayısıyla, bir bütünlük halinde reaksiyonlarda bulunur. Anne, bebek bağırmalarına karşı bir şey vermesi ya da ihtiyaç olduğu anda kaybolmasına göre; ve henüz mevcut olmayan bir zaman karışmasıyla da bu birbiri­nin tersi olan hayaller aynı anda karışık bir şekilde bulunur.

Bunlar erginlik çağına kadar bilinç dışı derinliklerde yer alır ve ancak psikanalitik bir inceleme ile meydana çıkarıla­bilir. Bunlar bazı lojik (bilim) dışı inançlarda ve kollektif topluluklarda önemli bir rol oynar. Bu bağımlılık, az çok ge­nel bir güvensizlik de yaratır..

Şüphesiz ki her şey bunlarla bitmez. Lakin daha sonraki denemeler ve gerçekliklerle karşılaşmalar şu veya bu şekilde hazırlanmış olan bir zeminde vaki olmaktadır.”[18]

Geliştiği zeminin özelliklerine göre, kişilikler başkalarına sığınmaya, kolayca inanmaya, bağlanmaya ve itaate; gereksiz korkulara, sapmış sevgilere, umut ve beklentilere eğilim oluş­turur. Bütün bu çalışma süresince göreceğimiz psikolojik özel­likler, defektler (eksiklikler) ve bunların analizleriyle ilah edinmenin hazırlayıcı, kolaylaştırıcı zeminini irdelemeye, anla­maya çalışacağız.

İnsanlar çoğunlukla kendi durumlarının farkında değiller­dir. Kendilerini şirk içine sokan sebepleri ve hatta şirk içinde olduklarını bile bilmekte ve anlamakta zorluk çekerler.

Bunun için İslam alimlerinin insanları sürekli olarak uyardıklarını görürüz.

Abdulkadir el-Geylani; “Allah’tan başka her kime itaat ediyorsan, o senin ilahın olur. Kimden korkuyor ve kurtuluşu kimden bekliyorsan onu ilah seçmişsin demektir. Zarar ve menfaati kimden biliyor ve Allah’ın o işi onun eliyle yaptığını görmüyorsan o senin için ilahtır. Ey kalbi ölü olanlar! Ey güç ve kuvvetlerinin putlarına tapanlar; geçim kaynaklarını, mal­larını ve memleketlerinin sultanlarını putlaştıranlar! Kim zarar ve menfaati Allah’tan değil de başkasından görüyorsa o, Al­lah’ın kulu değil, onun kuludur..” [19] diyor ve devam ediyor;

“Yalnız dille şahadet getirmek sana fayda vermez.

Çünkü kalbinde birçok ilah vardır. İdarecilerden olan korkun kalbine ilahtır. Çalışmasına, kuvvetine ve yaptığın ticaretine güvenmen sana birer ilahtır. Onları kalbinden çıkar­madıkça, ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ demen faydasızdır.. Neye, kime itimad ediyorsan sana ilah o’dur.”[20]

Ebul Hasan el Nedvi de;

“Allah’tan başka kime itaat ediyorsan o senin ilahın olur; Kimden korkuyor ve ondan kurtuluşu diliyorsan, onu ilah seç­mişsin demektir. Zarar ve menfaati kimden biliyor ve Allah’ın o işi, onun eliyle yaptığını görmüyorsan, o senin için ilah­tır.” [21] diyerek uyarıyor.

Mevdudi de konuya şöyle açıklık getiriyor;

“Durmadan, ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ kelime-i şaha­detini tekrarladığı halde (insanlar) Allah’tan başka birçok ilahlar edinirler.. Şüphesiz ki bu şahıslar Allah’tan başkasına dua etmez, O’ndan başkasını ilah ve Rab olarak adlandırmaz. Lakin bu dil iledir. Bunun yanında, bu iki kelimenin kullanıl­dığı manalarda birçok ilahlar edinir de, zavallıların bundan haberleri bile olmaz.”

Bir kimse; “Ne olursa olsun herhangi bir şeyi kendisi için veli, yardımcı, kötülükleri uzaklaştıran, ihtiyaçlarını gideren duasını kabul eden, zarar ve fayda vermeye gücü yeten bir varlık olarak görüyor ve bütün bunları tabiat kanunları çerçe­vesi dışında manalarla anlayıp, onlar hakkında kabul ediyorsa; bu, inandığı şeyin, bu alemin nizamı üstünde bir otoriteye sa­hip olduğunu kabul etmesinden ileri gelmektedir.

“İster ondan korkmak ve ona ümit bağlamak olsun, ister­se onu Allah huzurunda bir şefaatçi kabul etmek veya ona mutlak itaat ve emrine düşüncesizce uymak kabilinden olsun (bu ilah edinmektir). Allah’tan başkasına bağlanan maddi ve manevi bağların Allah’u Teala’ya tahsis edilmesi gerekir. Zira O, yalnız başına bütün otoriteye maliktir.”[22]

Seyyid Kutup da, ayetler ışığında şu izahları yapıyor; “Tevhid akidesinin, berraklığını ve sadeliğini korumak için Kur’an-ı Kerim’in şiddetle yasakladığı (Allah’a eş koşma) keyfiyeti, her zaman müşriklerin yapa geldiği gibi, bir takım şeyleri ilah ittihaz edip, Allah’la birlikte onlara da ibadet etmek şeklinde olmaz. Bunun, muhtelif şekilleriyle bir de gizli olanı vardır ki: Mesela, ümitlerinin herhangi bir şekilde Al­lah’tan başkasından geldiğine inanmak şirkin bir çeşidi­dir. Yani gizlice Allah’a şirk koşmak demektir. İbn-i Abbas (r.a) bir rivayetinde şöyle demektedir: “Ayette geçen öyle bir şirk çeşididir ki, bu gizlilik, gecenin karanlığında kaypak-siyah taş üzerinde yürüyen karıncanın ayak seslerinden daha hafidir (gizlidir).

Hal böyleyken, söz ile, ‘biz hiç kimseyi Allah’a ortak koşmuyoruz’ demenin bir yararı yok!

Unutma o günü ki, onları hep birden toplayacağız; sonra da, Allah’a ortak koşanlara; ‘Nerede boş yere davasını güttü­ğünüz ortaklarınız?’ diyeceğiz.” [23]

“Sonra onların mazeretleri, ‘Rabb’imiz Allah hakkı için biz ortak koşanlar olmadık!’ demekten başka şey olmadı.” [24]

“Gör ki kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediler ve (tanrı diye) uydurdukları şeyler kendilerinden nasıl kaybolup gitti!” [25]

Bir kimsenin; “Ey falan, Allah hakkı için, hayatımı sana borçluyum”, gibi tabirler kullanması, eğer “şu köpek olma­saydı, hırsızlar gelirdi” şeklinde konuşması.. Arkadaşına; “Al­lah ve sen isterseniz bu iş olur”, “Allah’la falan adam olmasaydı işimiz olmayacaktı”, gibi sözler söylemesi hep bu gizli şirkin bir nevidir.”

Bir hadis-i şerifte, bir adamın Peygamberimiz efendimi­ze; “Allah ve sen isterseniz” dediği ve bu söze karşılık Resul-i Ekrem’in; “Beni Allah’a eş mi koşuyorsunuz?” buyurduğu rivayet edilir.”[26]

Şirk bu bilgiler ve izahlar ışığında ortaya konduğunda konunun önemi daha iyi anlaşılıyor olsa gerek. Yoksa;

“İslam’ı sadece tahtadan ve taştan imal edilmiş putları yok edip, onların yerine, o putlar gibi hiç bir fonksiyonu olma­yan, kişi ve toplum hayatına müdahale etmeyen, hükmetmek gibi bir sıfatı bulunmayan, soyut bir tanrı inancı getiren din olarak algılayanlar, nice sahte ilahların hükümlerine uyarak gönül hoşluğuyla yaşarlarken, ‘la ilahe İllallah’ı arada bir mı­rıldanarak cenneti garantilemiş olmanın hayalleriyle avunur dururlar.”[27]

 

 

Sağlıklı Aklın Yolu Tek İlah’a

Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın birliğini doğrudan ifade et­mek üzere ‘vahid’, ‘ahad’ ve ‘vahde’ gibi kelimeler kullanılır­ken, İslami literatürde tevhide (tek ilah inancına) aykırı olan inanışların ise geniş kapsamlı bir kavram olan şirk kelimesi ile ifade edildiği bilinmektedir.

Yine Kıır’an’da, Allah’ın “bir”liğini belirten ayetlerin, Al­lah’ın varlığını bildiren ayetlerden fazla olması da konunun ciddiyetini gösteren önemli kriterlerden biri olarak görülür.

Ansiklopedilerde; ‘Tanrıya ortak koşma; ‘birden fazla tanrı edinme; ‘çoktanrıcılık (politeizm)’, ‘putataparlık (paganizm)’ anlamlarında kullanıldığı belirtilen şirk kavramı Allah’ın asla bağışlamadığı bir cürüm ve günah olarak bildirilmiştir.

Şirk olayı, esasen Allah’a has olan “ilahlık” kavramının ifade ettiği anlamların, Allah dışındaki varlıklara atfedilmesi, Allah’ın sıfatları ile bildirilen kudretinin inkar edilmesi, çoğu zaman sözle açıkça ifade edilmese de, hatta bazen tersi iddia edilse bile, daha çok düşünce, duygu ve davranışlarla kendini gösteren bir inkar (negasyon) ve isyan halidir.

Bu durum, insanın yaratılış amacı ile çeliştiği gibi fıtrata yani yaratılıştan getirilen ruhi ve yapısal özelliklere de ters düşer.

“Kur’an-ı Kerim, Allah’ın varlığının benimsenmesini ve O’nun ‘bir’liğine inanmayı, insanın selim yaratılışının bir gereği olarak kabul etmiştir.”[28]

Bundan rahatlıkla şu hüküm çıkarılabilir; aklı başında olan ve düşünebilen her insan Allah’a yönelir, O’nu tanır, O’nu bilir. Bu, yaratılışın tabii sonucudur.

Aksini düşünmenin ise ne derece yanlış ve ters bir tavır olacağını ayetlerin etkili üslubundan takip edelim. [29]

 

 

“Allah İle Beraber Bir İlah Ha!”

Neml: 27/60-64.ayetlerinde Allah’tan başka inanı­lan, umut bağlanan, yardım istenen, sığınılan, korkulan ve itaat edilen nesnelerin asla buna layık olmadıkları, ilahlık fonksiyonuna erişemeyecekleri vurgulanıyor. Tek olan ilah ta­rafından yaratılmış ve her an kendisi ilaha muhtaç olanlar, na­sıl olur da, ilah gibi görülürler.! Bu bir çelişkidir.

Ayetler, insanları bunun üzerinde düşünmeye çağırıyor. Rabb’in fazlı kereminden verdiği nimetlerden örnekler sayı­larak, uyarı ve ikaz üslubuyla soruluyor; “Allah ile beraber bir ilah ha!”

“(O nesneler mî) yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten sizin için bir su indiren? Öyle bir su ki, biz onunla sizin bir ağacını bile bitiremeyeceğiniz nice güzel bahçelerin bitkilerini bitirmişizdir. Allah ile beraber bir ilah ha! Hayır, onlar sapık­lıkta devam eden bir güruhtur.”

“O nesneler mi yoksa yeri bir karargah yapan, aralarından ırmaklar akıtan, ona has ve.sabit dağlar kuran, iki denizin arasına bir perde koyan.. Allah ile beraber bir ilah ha!”

“Hayır, onların çoğu (tevhidi) bilmiyorlar. Yoksa, kendi­sine dua ettiği zaman bunalmışa icabet eden, fenalığı gideren, sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile beraber bir ilah ha!”

“Siz ne kıt düşünüyorsunuz. Yahut, o kara ve denizlerin karanlıkları içinde sizin yolunuzu doğrultmakta, rahmetinin önünde rüzgarları müjdeleyici olarak göndermekte olan mı? Allah ile beraber bir ilah ha!”

“Allah onların tuttukları ortaklardan çok yüce ve münez­zehtir.”

“Yahut yaratmayı önce başlatan, sonra onu iade edecek olan ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber bir ilah ha!”

“De ki, eğer (şirk koşmanızın) doğruluğuna inanıyorsanız getirin delilinizi.”[30]

Allah’ın verdiği akıl nimetini kullananlar için O’na ortak koşmak elbette akıl karı olamaz! Üstelik sadece baştan bir kere yaratılmış olmakla hayata devam etme imkanının olma­dığı ve her an yaratılıp duran bir varlık olduğumuz bilinirken! [31]

 

 

Her An “Yaratılıp Durmak”

Her şeyin her an yaratılıp durması ve Yüce Yaratıcı’nın yaratma fiilinin bir kereye mahsus olmadığının bilinmesi duygu ve düşüncelerin hizaya sokulması bakımından oldukça önemli bir husustur.

“O (Allah) ki göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Hiç bir evlat edinmemiştir O. Mülkünde O’nun bir ortağı da yoktur. O her şeyi yaratıp, bir düzen ve bir ölçü tayin etmiştir. Böyle iken kafirler O’nu bırakıp da birtakım ilahlar edindiler; ki, bunlar hiçbir şey yaratamazlar. Bilakis kendileri yaratılıp durmaktadırlar. Onların nefisleri için ne bir zararı gidermeye, ne de bir fayda sağlamaya güçleri yetmez. Öldürmeye, dirilt­meye, ölenleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya ise hiç güçleri yoktur.”[32]

Yukarıda bahsi geçen Neml süresindeki ayetlerde; “Sizi gökten ve yerden rızıklandıran” ifadesi ile bu süresindeki “yaratılıp durmak” tabirleri, üzerinde düşünülmesi gereken çok önemli ve sadece inanca değil bilime de doğrultu verecek boyutta ip uçları içeren ikazlar. Bunların anlaşılması halinde başka ilahları reddedip, Allah’ı tek ilah olarak kavramanın inkar edilmesi mümkün olmayan bilimsel ve akli delillere ulaşılır.

Her şeyi yoktan var eden ve gökten ve yerden rızıklandıran..ilah O.

Yerden gıdalar; proteinler, karbonhidratlar, yağlar, vita­min ve mineraller.. Sonra su ve hava.. Bütün bunlar canlılığın devamı için gerekli.

İnsana yerden rızk verilmezse açlığa ve susuzluğa ne kadar dayanabilir!.. Belki birkaç hafta.. Sonra? Sonra, canlılık sona erer.

Yine hayat için çok önemli bir rızk olan oksijen olmaz ise hayat kısa sürede sonlanır. Dokular içinde oksijensizliğe en fazla dayanıklı olan kaslardır ki onlar da en çok beş dakikada canlılığını yitirir. Beyin hücreleri ise iki dakika oksijensiz kalamıyor. Daha fazlasına dayanamıyor ve ölüyor. Tekrar ok­sijene kavuşulsa bile artık beyin fonksiyon yapamadığı için, ‘bitkisel hayat’ denilen olay gerçekleşir ki, solunum ve dolaşı­mın suni olarak devam ettirilse de kişi çevresi ile bir ilişki kuramaz, konuşamaz, işitemez; iradi hareketlerden yoksundur, şuuru yerinde değildir.

Eğer ‘tek ilah’ olan ve “rızıklandırma” kudreti bulunan ‘Yaratıcı’ ilah’ın bu gıdalar, su ve hava (oksijen) ile nimetlendirmesi olmasaydı, bunu kim sağlayabilirdi ki!

Kim gıda verir, kim hidrojen ve oksijeni yoktan var edip, sonra 2 Hidrojen’i 1 Oksijen’le birleştirerek yağmuru yağdırabilir ve yerden suları fışkırtır?

Allah’a rağmen kendilerine itaat edilen; sığınılan, umut bağlanan, korkulan ya da Allah gibi sevilerek ilah edinilen­lerin hangisi!

Bir de “gökten rızıklandırma” var ki, müthiş bir olay! Gökten verilen rızkın kesilmesinin sonuçları yerden verilen­lerin kesilmesiyle meydana gelen ölüm gibi olmaz. Sonuç kor­kunçtur, ortada ne beden kalır, ne ceset; tam bir yok oluştur gerçekleşen.

Görünür alemde, insan ve canlılar dahil bütün maddi varlıkların en küçük yapı taşları; elektron, proton ve nötron­lardır. Bunları meydana getiren alt parçacıklar ise ‘quark’lar diye isimlendirilen enerji paketçikleri. Soyut alemden somut aleme geçişin tespit edilebilen ilk elemanları, cisim olarak var oluşun temel taşları.. Tüm madde, nihai tahlilinde bu enerji paketçikleriyle oluşuyor.

İşin en ilginç yanı, görünen bütün bu maddi alemi temel­de meydana getiren enerji paketçiklerinin kendi kendilerine varlıklarını sürdürmelerinin imkansız oluşudur. Bunlar kesin­tisiz bir şekilde madde ötesi (fizik ötesi) alemden gelen ener­jiyle her an yeniden oluşur, yani yaratılır ve var oluşunu böy­lece sürdürür. Eğer görünmeyen madde ötesi sonsuz bir enerji kaynağından gelen bu kesintisiz enerji (gökten verilen rızk) bir an kesilse, bu paketçikler (quarklar) varlığını sürdüremez. Dolayısı ile atomun elemanları olan elektron, proton ve nöt­ronlar teşekkül edemez yani atom, dolayısı ile madde var ola­maz. Cisim, yani varlık bir anda tükenir; hiç var olmamış gibi olur. görünürken görünmez olur. Ortada ceset diye bir şey de kalmaz. Çünkü cesedi meydana getiren yani madde olmayı sağlayan elemanların artık hiçbiri ortada yoktur; bu ise tam bir yok oluştur.

Cisim, madde ya da vücut, mevcut durumunu muhafaza edebilmek için bu enerji paketçiklerinin, fizik ötesi bir alem­den, sonsuz bir enerji kaynağından, büyük bir kudretten sürekli beslenmeye ihtiyacı olduğu gibi, herhangi bir fiilini, yapmak istediği herhangi bir şey için de aynı şekilde fizik ötesinin, gayb aleminin enerjisi şarttır. Bu olmadan hiçbir fiil hayat bulamaz, oluşamaz.

İşte bir anlamda kişinin kendi fiillerinin yaratıcısı ol­madığı, esas yaratıcının yine Yaradan ilah olduğu, kişinin ise sadece istek ve tercihini ortaya koymakla kaldığının bir izahı da budur. Kişi ister, yani yönelir, Allah (cc) yaratır. Her şey O’nun kudret elindedir. Dilerse olur, dilemez ise olmaz. İnsan iyi ya da kötüyü tercih edişinin mükafat ve sorumluluğunu yüklenmiş olur böylece.

Demek ki, yalnızca Allah yaratıcıdır ve kendi varlığı ile kaimdir. Varlığında ve yaptıklarında kimseye muhtaç değildir. O’nun dışındakiler yani yaratılmış olanların tümü, ilk yaratıl­dıkları zamanda Allah’ın yaratmasına muhtaç oldukları gibi, ölüme kadar olan (hayat) süreleri içinde de muhtaç oluşları sürer. Ceset olarak var olmak da yine yaratıcı kudret tarafın­dan her an yaratılmasını gerektirir. Hiçbir şey ‘Vacibu’l vücut’ yani kendi nefisleriyle ayakta duracak kudrette değildir. Kendi varlığı ile kaim olan, kendi kendine var olabilen (Kıyam bi nefsihi) yalnızca tek ilah olan Allah’tır. İnsan dahil tüm varlık­ların, bir kere yaratılmakla işleri bitmemiştir; her an vücutları ve fiilleri ile birlikte “yaratılıp durmakta” dırlar. Hiç bir an kendi kendilerini ve fiillerini var ediyor değildirler.

Ve eninde sonunda rızk kesilecek, her nefis ölümü tada­caktır. Bundan kaçış yok!. İlk insandan itibaren yeryüzüne doğan, takribi 125 milyar kişiden kimsenin kaçamadığı gibi.!

Furkan: 25/2. ve 3. ayetlerini sürekli hatırlamalı;

“Böyle iken, kafirler O’nu bırakıp da bir takım ilahlar edindiler ki bunlar hiçbir şey yaratamazlar. Bilakis kendileri yaratılıp durmaktadırlar..”

“Ve o ilahi ikaz: “Allah ile beraber ile bir ilah ha!.”

Akıl gibi bir büyük nimetle şereflendirildiler, nasıl olur da; ‘yaratan, rızk veren, yardım eden, her söylediği tartışmasız ve mutlak hakikat olan, kayıtsız şartsız itaat edilmeye layık’ bir ilaha yönelmekten başka bir yol ararlar!. İşte bunu anla­mak için şirkin, hangi duygularla insan psikolojisinde yer etti­ğine bakmalı ve bu duyguların gelişimini analiz etmelidir. [33]

 

 

‘Nefs’, Kişilik Ve Şirk

Şu Ruh Haline Bakınız!

Ebu Leheb, Resulüllah’a soruyor;

“Ben iman edersem, bana ne var?” diye. Cevap;

“Herkese ne varsa, sana da o var!” Bu cevap karşısında Ebu Leheb, nefsini başkalarından üstün tutmanın mahvedici ve kahrolası kıskacında kendini ebedi azaba mahkûm edecek sözü söylüyor; “Beni herkesle bir tutan din olmaz olsun!”

Şirk, insanın istekleri, arzuları, umutları, korkuları, endi­şeleri, sevgi, zevk ve heyecanı, alışkanlıkları gibi bütün kişilik özellikleri ile sıkı bir bağlantı içinde.

Kişilik ise özet olarak, zaman içinde kazanılmış ve kalıp­laşmış davranışların tümü diye ifade edilebilir. Kişiliğin oluş­ması ve davranışlarda nefsin önemi büyüktür; ama nefs tek etkili unsur değildir.

İnsan davranışları ‘ruh’un, kalb’in, ‘akl’ın ve ‘nefs’in bir­likte etkileri altında oluşur.

Ruhi kuvvetler, kalbi tesirler, akli dinamikler ve nefsi istekler daimi bir etkileşim içindedir. Denebilir ki, insanın ‘behavior’u (davranışı); yani, yaptığı, yapmadığı, söylediği, söyleyemediği, duruşu, düşünüşü, bakışı, konuşması, tüm duygulanımı, içe ve dışa yönelik bütün bir psikolojik aktivitesi bu dört kuvvetin (ruh, kalp, akıl ve nefsin) o anki bileşkesidir.

Bunlardan her biri, hem etkileyen hem etkilenen konu­munda olup, yerine göre bazen biri, bazen de diğeri baskın olur.

Bu, iç güçlerin şekillenmesi ve yönlendirilmesinde etki sahibi olan dış dinamikler de (din içi, din dışı) inançlar, sosyal ve fîzik çevre ile kültürel yapılar olmaktadır. Aile ise bu dış etkilerin ferde yansıtıldığı ve benimsetildiği laboratuar ortamı.

Düşünceyi yönlendirecek olan kavram ve semboller bu faktörlerin etkisi ile zihinlere yerleştirilir. Davranış biçimleri ve değer yargıları böylece şekillenir.

İlah ve ona bağlı kavramlar da, başta inançlar olmak üze­re, dış faktörler tarafından insana, öncelikle çocukluk dönem­lerinde telkin edilir ve doğru olarak inandırılır, kabul ettirilir.

“Şirk” olayının insan psikolojisinde kendine yakın buldu­ğu taraf ise “nefs”tir. Konunun kavranmasında, nefsle ilgili olarak, önce ilahiyat bilgilerine sonra da psikoloji ve psikiyat­rinin yaklaşımlarına müracaat edelim.

“Nefs kelimesi Kur’an’da 304 defa zikredilmekte. Bunla­rın bir kısmı “kendi” ve “kendileri” anlamında geçmektedir.”[34]

Gazali de nefse iki anlam vermiş;

Biri; İnsandaki gazap ve şehvet gücü.

İkincisi; İnsanın bizzat kendisi, özü, hakikati.”[35]

“İbn Sina’nın, ‘yetkinlik’ diye ifade ettiği ‘nefs’, Kur’ani anlayış içinde üç kademede ele alınmış:

1- Nefs-i emmare; kötülüğü (kendine) emreden nefis. “Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefis, Rabb’imin merhameti olmadıkça kötülüğü emreder. Doğrusu Rabb’im bağışlayandır, merhamet edendir” ayeti buna işaret. eder.[36]

2- Nefs-i Levvame; ayıplayan, (kendini) eleştiren nefis.

“Bütün genişliğine rağmen yer onlara dar gelerek, nefis­leri kendilerini sıkıştırıp, Allah’dan başka sığınacak kimse olmadığını anlayan, savaştan geri kalmış üç kişinin tövbesini de kabul etmiştir..”[37] ayeti bu eleştiren nefsi göste­riyor.

3- Nefs’i mutmeinne; sekinete, itminane ulaşan nefis.

“Ey huzur içinde olan can, O senden, sen de O’ndan hoşnut olarak Rabb’ine dön!”[38] ayetinde olgun ve üst seviyede bir nefs kademesi söz konusu.[39]

Görüşleri çok fazla yankılar meydana getirmiş olan ünlü ruhbilimci Freud da insan benliğini açıklarken bu tasniften esinlenmişçesine tespitler ortaya koyuyor. Ona göre de insan benliği; “id”, “Ego”, “Süper ego” olmak üzere üç bölümden oluşmakta.

‘İd’ kelimesi, ‘idios’ kelimesinden türetilmiş, ‘kendisi’ an­lamına gelir. Psikiyatride ise, ‘ölçü ve sınır tanımayan, arzu­layan, elde etmek isteyen, arzu ettiğine sınırsız ulaşmak iste­yen’, ‘ilkel benlik’ anlamında kullanılır.

‘Ego’; bilinçli benlik. Bilen; neleri elde edeceğini ya da neleri elde edemeyeceğini, neyi elde etmesinin doğru olduğu­nu veya olmadığını idrak eden; cemiyet, örf, din, yasa, terbiye, tecrübe gibi dış faktörlerle frenlenmiş, değer yargıları ile makul hale getirilmiş benlik.

‘Süper ego’; ahlaki (olan) ve başkaları için hakkından feragat ettiren, inançları için kendini feda ettiren benlik.”[40]

İslam kaynaklarındaki nefs-i emmareyi andırır şekilde ve ‘id’ diye ifade edilen ilkel benliği ise Freud iki kısımda inceler;

“Biri zevk hissini ve seksüel güdüleri, öteki; yıkıcı, tahrip edici, yok edici tecavüzkar hisleri içerir. Bu hislerin, şuurlu ya da şuursuz, klinik yansıması hostilite (düşmanlık) ve ağresivite (saldırganlık) şeklinde olan ilkel benliği (‘id’i) ifade eden duygu ve davranışlar olmaktadır.”[41]

Freud’un seks üzerinde fazla ısrar etmesi sebebi ile ondan ayrılan bir diğer psikolog Carl Gustav Jung ise; din, felsefe, mitoloji ve sembolizmden aldığı materyal üzerine kurduğu ekolle kişiliği izah gayretine girişmiş, Freud’un daha çok seks­le izah ettiği “libido’yu, o; non-sexual bir hayat kuvveti olarak görmüştür.”[42]

Bu haliyle “nefs-i emmare” ya da “id”; frenlenmeye, ter­biye edilmeye muhtaç. Azıp sapmaya, saptırmaya götürecek özellikleriyle de id (veya nefs-i emmare), şirkin yerleşmesine müsait bir zemin ve bu zeminde gelişen, kendini yüceltme yani büyüklenme olayı karşımıza çıkar. [43]

 

 

“Büyüklenme”

“Nefs” ya da “İd” ağırlıklı hareket eden kişinin davra­nışları kendi nefsini yüceltme ve tatmine yöneliktir. Bu ise, şirkin hem temellerini oluşturan hem de onu kolayca fark edilemeyecek hale getiren önemli bir tespit. Burada cereyan eden psikolojik mekanizmalar ise oldukça ilginç.

Alfred Adler’in ‘Individual Psychology’ teorisine göre; insanda aşağılık hissinin ortaya çıkmasına sebep olan fiziki kusur ve yetersizlik hisleri, şahısta bu hisleri bastırmak için geliştirilen övünme ve güven hislerini tahrik eder; ki, bu da ‘büyüklenme’nin en olmaz gibi görünen dinamiklerinden biri.

Ona göre; “Her şahıs, kendisini, muvaffak olma ve etra­fına karşı hakimiyet kurma hırsına doğru götüren inferiotorite (aşağılık-aşağılama) hissine sahip olur ki, bu hemen hemen daima çirkinlik, sakatlık, organ yetersizliği gibi bir kusurdan neşet eder. Dolayisı ile, her insan, daha ilk çocukluk yaşlarından beri, bu kusurunu kompanse (telafi) etmek gayesiyle, bütün hayatınca tatbik ve takip edecek bir hayat stratejisine sahiptir.

Adler; karakteri, çocukluk yaşlarından beri şahsın vücut konstitusyonu (durumu), sosyoekonomik durum, seks hayatı, aile şartları ve tahsil gibi birçok hayat cepheleri ile münase­betinde kurmuş olduğu ve takip ettiği, muvaffakiyet ve tahak­küm etmede, kendisince en uygun olarak kabul edilen bir ta­kım davranışlar zinciri diye tarif eder.

Adler nazariyesine göre, şahsın, superiorite (üstünlük) te­mini hususunda kendi kusurları ile yapmış olduğu bu mücade­le; bazen ya fazla bir kompansasyon (telâfi) veyahut da (bir kuvvet ve mazeret elde etmek gayesiyle) hastalığa sığınmak şıklarından biri ile neticelenmektedir.”[44]

İster yukarıda bahsedildiği gibi bedensel kusurlar ve ye­tersizlikler sonucu, isterse tatminkar bir inanç ve kişilik eğiti­mi yoksunluğundan dolayı olsun, insanoğlu kendindeki eksik­lik ve acziyet duygusuyla sığınacağı; kendisine yardımcı ve koruyucu bir sığınak olacak, güç ve kuvvet verecek; güven kaynağı olan ve rahatlatan bir yer arar ki, işte bu, kavramsal bazda bir ‘ilah’ arayışıdır.

Esasen ruhun, yönelmek ve sığınmak istediği ilah; gücü her şeye yeten, her şeyi işiten, bilen, gören, hiçbir kimsenin ve hiçbir nesnenin kendisine denk olamayacağı, varlığı hiçbir varlığa muhtaç bulunmayan ve bütün varlıkların kendisine ihtiyaç duyduğu, her şeyi yaratan bir ilah olması gerekir ki, insanın ilah ihtiyacına karşılık verebilsin. Ve insanın ona tam teslimiyetle huzura kavuşması mümkün olsun. Nefsini yada başka nesneleri yüceltme olayı, psikopato­lojik bir olaydır. Kendinde gördüğü eksikliklerin verdiği hu­zursuzluğu ve sıkıntıyı, başkalarını aşağılama (inferiorite) ve kendi nefsini yüceltme (superiorite) ile telafiye çalışmak patolojik (hastalıklı) bir davranış biçimidir. “Bir” ilahta toplanması gereken sığınma, güvenme, teslim olma yerine, kendi nefsini yücelterek, büyüklenmeyle nefsine (heva ve hevesine) gü­venme ve dayanma, kendini putlaştırmaktan başka bir şey değildir. Ve de yalnızca bir felakettir, aldanmadır, hem de kendi kendini (nefsini) aldatma.

“Kendisine üstün varlık gözüyle bakan böyle insanlar, adeta kendi kendilerini esir alıyorlar. Bu üstünlük psikozu onların etrafını şişleyerek gerçekleri görmelerini engelliyor. Said Ramazan el-Buti bu insanlara işaretle diyor ki; “Dikkat ediniz, insanlar sahte ilahlık tahtları kurmuşlarsa, bu sadece kendi varlıkları hakkında sadakatle düşünmeye vakit ayıramamaları ve etrafındakileri(n niteliğini) görmemelerinden kaynaklanmaktadır.”[45]

Başkalarına karşı bu büyüklenme sonuçta Tanrıya karşı da bir büyüklenme ve kibir haline varır ki, bu, insanın Tanrı karşısında kendi nefsi ile şirke düşenlerden olması ile sonuç­lanır.

Kur’an bu yapıdaki insanlar için şunları söylüyor:

“Yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslayanları, ayetle­rimizi (anlamaktan) uzaklaştıracağım. Onlar ki, her ayeti gör­seler de ona iman etmezler. Doğru yolu görseler de o yolu tut­mazlar. Eğer sapıklık yoluna görürlerse o yolu tutarlar. Öyle yaparlar. Çünkü onlar ayetlerimizi yalanmayı adet edinmiş­lerdir. Ve onlardan gafil olagelmişlerdir.” [46]

Kur’an mesajı incelendiği zaman görülür ki, kendi gerçe­ğini tanıma konusunda insanlar genel olarak üç kısma ayrıl­maktadırlar;

Birincisi; Kendilerini olduklarından yukarda görenler:

Kur’an’da, bunlar mağrur ve mütekebbir insanlar olarak tanıtılır. (Nefsini yücelten, tanrılaştıran kimseler)

İkincisi; Kendilerini olduklarından daha aşağı görenler:

Kur’an’a göre bunlar zelil insanlardır. (Yukarıdakinin ak­sine kendilerini aşağılayıp başkalarını yücelten, onlara sığı­nan, güvenen ve isteklerine teslim olan, mutlak itaatle zulüm­lerine rıza gösterenler ve bundan dolayı suçlu olanlar).

Üçüncüsü; Kendi gerçeklerini olduğu gibi görenler:

Bunların Kur’an’da birçok isimleri vardır. Genel ve yay­gın isimleri mü’min ve müslimdir.[47]

Makul davranışın ölçüleri, bir taraftan büyüklenmeyi red­dederken diğer taraftan da Yaratıcının bahşettiği onuru koru­mayı ve zelil duruma düşmemeyi öngörür.

Birinci konumda olanların yaptığı ile Şeytanın isyanı arasında mahiyet itibariyle bir fark yoktur. İblis’in yaptığı da Allah’ın eşref olarak yarattığı insanı hor görüp, onun karşı­sında kendini yüceltme, büyüklenme idi.

Başkalarını aşağılayan, nefsinden başkasına değer verme­yen böylece onları horlayan bu gibi kimseler Hz.Adem karşı­sında kendini yüksekte gören ‘İblis’ten farklı mütalaa edilmez.

Büyüklenerek nefsini yüceltenlerdeki psikolojik meka­nizmalar hep aynı yönde işler. Sırf bu haleti ruhiye sebebi ile; “Çeşitli zamanlarda, inananlar tarafından samimi, nezih, açık ve dürüst bir karaktere sahip olmaları için imana davet edilen münafıklar, bunu fakirlere, düşkünlere mahsus olarak kabul ediyor; ve şan, şöhret ve makam sahibi kimselerin iman etme­lerini düşüklük addediyorlardı. İşte bunun içindir ki ayette;

“O beyinsizlerin inandığı gibi biz de mi inanacağız?” diyorlar. Ve bu tutumlarına mukabil Allahü Teala onları, acı ve sert bir ifadeyle karşılıyor:

“Dikkat et! Asıl beyinsizler kendileridir. Fakat bunu bil­mezler ki!..”[48]

Ad Kavmi’nden verilen örnekler de aynı yönde;

“Ad Kavmi, yeryüzünde haksız yere kibirlenmek iste­diler. ‘Bizden daha kuvvetli kim var?’ dediler. Kendilerini yaratmış olan Allah’ın onlardan daha kuvvetli olduğunu gör­mediler mi?..”[49]

Bunlar sadece kendileri için değil, toplum için de prob­lem teşkil ederler.

Bu kimselerin bu ruh halleri ile toplumların üzerinde bulunmaları sosyal bir felakettirler. Çünkü, ellerine geçirdik­leri politik ve ekonomik imkanlarla daha da azar ve horladık­ları halkı ezdikçe ezerler.

“Zaman ve mekan hudutlarını aştığımızda aynı manzara insanlık tarihinin her neslinde karşımıza çıkar. Yüksek taba­kayı temsil eden böyle zümreler, halk içinde kendi kendilerini yüksek mevkilere layık görür ve kendilerini halkın münevveri (aydınları) sayarlar.

Ayet-i kerimeler, bir taraftan tarihi bir vakayı canlandı­rırken, diğer taraftan, her nesilden sarsılmaz adımlarla hak yolda yürüyen samimi mü’minlerin karşısında böyle zümre­lerin de bulunacağına işaret eder.[50]

Böyle kimselerinin toplumun önünde olması, o toplum için felaket olan bir kısır döngünün kurulması demektir. Bunlar toplum tarafından kabul gördüğü ölçüde kitleler köleleşir ve sürü haline gelir, değersizleşirler. Bu köleleşme ve sürü haline gelme ise baştakilere hastalıklı bağımlılığı daha da artırır ve onları daha da azdırır. İşte o zaman karşı karşıya ka­lınan vakıa sosyo-patolojik bir kısır döngü halini almıştır.

“Kendisini beğenerek böbürlenen, kendinde doğa üstü güçler vehmeden insan ne kadar tehlikeliyse, kendisini küçük ve değersiz gören; zelil, inançsız, ilkesiz insanlar da o kadar tehlikelidir. Şahsiyet zaafı ile ma’lül olarak büyüklenenler, bir kere toplumun yönetimini ele geçirdilerse artık onlardan kur­tulmak kolay olmaz. Çünkü düzenlerini öyle kurarlar ki, o düzenin hiçbir ünitesinde şahsiyetli adamın yeri yoktur. Bu düzen bütün üniteleri ile kişiliksiz adam kusar. Herkes birbi­rini alkışlar, herkes birbirini yer. Bu toplumlar, başka toplum­ların paryası olmaya da namzettir.

Kur’an’ın, insana bizzat insanı tanıtması aynı zamanda, onun bu bataklıklara düşmesini önlemeye de yöneliktir.

İnsanın kibirlenmesi de, kendisini küçük görerek zillete düşmesi de onun çıkmazıdır. [51] Ve her iki davranış türü de Tanrı önünde cürüm sayılmıştır. Ayrıca, büyüklenerek kendi­lerini toplumun üzerinde görenler, gerçek ilah’a çağırıldıkla­rında ellerindeki imkanları kaybedecekleri endişesine kapı­larak projeksiyon (yansıtma) mekanizmasını kullanırlar.

Ancak bunu itiraf edemeyip, içlerindeki yanlış ve marazi duyguları, hak yola çağıranlara yansıtıp, onları hep bîr haki­miyet ve dünyalık peşinde olmakla suçlarlar.

Allah’a çağıran Resulünü de, kendilerine kıyas ederek O’nun dünyevi bir üstünlük aradığını vehmeder ve hakimiyet­lerini yitirmemek için tevhide gelmekten kaçınırlar. Pek çok­ları gibi, Hz.Nuh (a.s) da, kavminin hakim sınıfı tarafından aynı suçlamaya maruz kalmıştı.[52]

Esasen dünyevi üstünlük ve hakimiyet peşinde olanlar, ellerindekilerle büyüklenen, ‘kendilerini kendilerine yeter’ gö­ren ve böylece benliklerini ilahlaştıranlardır.

“Onlar kuvvetin kendilerinde olmasıyla, hakkın da kendi­lerinde olması gerektiğine hükmetmişlerdir.”[53]

Hz.Şuayb (a.s)’a, müşrik olan kavmi; ‘Ey Şuayb! Söyle­diklerinin çoğunu anlamıyoruz. Hem seni aramızda güçsüz görüyoruz’, [54] demiş ve müşrik akrabalarının hatırı olmasaydı, kendisini taşlayarak öldüreceklerini söylemişlerdi. Keza Firavun hükümetinin ileri gelenleri, Hz.Musa (a.s)’nın davetinde icabet etmeyişlerini sırf kendilerinin maddi üstün­lüklerine, onun ve beraberindekilerin ise zayıflıklarına göre hesap etmişlerdi.

Demişlerdi ki:

“Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz.”[55]

“Hep düşük kimseler sana bağlanmışken, biz mi sana inanacağız” derler. [56]

İnanmak, o sade insanlarla beraber olmak, kendilerinin prestijlerini alt üst etmez mi? Şayet peygamber fakir mümin­leri yanından kovarsa, ekabir takımı onunla ilgilenebilecek­lerini söylerler. İnsanların hidayetine sebep olma arzusunun, Peygamber tarafından bu teklifin kabulüne yol açabileceği ihtimaline karşı, Allah onların bu sözlerine kulak vermesini şiddetle yasaklar. [57]

Kendilerini sözü dinlenecek, sığınılacak ve tek hak sahibi olarak görenler bu tavırları bırakmadan, hakka kapalı olacak­ları ve yeni bir inancı kabul etmekten çok uzakta bulunacak­ları açıktır.

Müşrik ‘Nefs’lerin esareti altında bulunanlarla hak üzere uzlaşabilmenin her hangi bir zemini bulmak zordur. Onların bu hastalıklı psikolojilerinin iyilikler, güzellikler, hak ve ada­let üzere bir uzlaşmaya izin vereceğini zannetmek aldanmak­tır.

Hüküm Kur’an’ındır, ona kulak verelim;

“Baksana şu hevasını ilah edinenlere!” [58]

Onlara: ‘İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin’ dendiği vakit; ‘Biz hiç sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!’ derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler veya bilmezlikten gelirler”. [59]

 

 

Yüceltme Olgusu

Şirk olayının diğer bir önemli boyutu da, “yüceltme”; yani, herhangi bir nesneye yaratılıştan verilen özelliklerin üs­tünde bir “olağanüstülük” atfetme olgusudur. Bu da olağan dışı beklentiler ve ilişkiler yumağını oluşturur. Böyle bir etki­leşim ise şirk vakıasının oluşma mekanizmalarından biridir. [60]

 

 

Kabe’den Başlayan Tapınma

İbn-i İshak, eserinin, İsmail oğullarının İbrahim Peygamber’in dinini bırakarak putlara tapmaya başlayışlarını anlatan kısmında şöyle diyor;

“Mekke, İsmail oğullarına dar gelip, diğer bölgelerde bir yurt aramak için Mekke’den ayrılırken, kutlu tapınağa (Kabe) saygı sebebiyle oradaki taşlardan bir tanesini yanında alıp gö­türürdüler. Mekke’den ayrılanlar gittikleri yerde bu taşı bir yere koyar ve Kabe’nin etrafında dolaştıkları gibi bu taşın etrafında dolaşırlardı; bu suretle yavaş yavaş hoşlarına giden veya beğendikleri başka taşlara tapma adeti ortaya çıktı. Bundan sonra nesiller birbirini takip etti, eski hak dinlerini unuttular. Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in dinini başka bir dinle değiştirmiş oldular, putlara taptılar ve daha önceki milletlerin düştükleri sapıklıklara düştüler.”

Kur’an-ı Kerim, bu ve benzeri zihni sapıklıkları ve çe­lişkileri sürekli vurgular:

Mü’minun: 23/85. ayette: “Onlara de ki, yer yüzü ve onun üstündeki yaratıklar kimindir? Eğer bilirseniz söyleyiniz. Hemen derler ki: ‘Yüce Tanrınındır.’ Sen de ki; ‘O halde siz fikr edip düşünmez misiniz?’ Onlara de ki; ‘Yedi göğün ve koca arşın sahibi kimdir?’ Onlar hemen cevap verirler; ‘Yüce Tanrıdır.’ Sen de de ki; ‘Öyle ise o tanrıdan korkmuyor mu­sunuz?’ Onlara de ki; ‘Bütün eşyanın padişahlığı kimin elin­dedir, ki istediğini himaye eder ve hiç kimse onun azabını men edemez. Eğer bilirseniz söyleyiniz.’ Onlar derhal cevap verirler: ‘Yüce Tanrının elindedir.’ De ki, ‘öyle ise niçin iğfalata kapılıyorsunuz?” buyuruluyor.

Keza Ankebut 29/63. ayetinde de; “Eğer onlara, ‘gökten yağmur yağdırıp onunla yeri ölü durumdan dirilten (canlandıran) kimdir?’ diye sorsan, ‘Tanrıdır’ diye cevap ve­rirler.” deniliyor.

Gene Zümer: 39/8. ayetinde: “İnsana bir zarar eriş­tiği vakit Ulu Tanrıya rücu ile ona dua eder, sonra yüce Tanrı ona o zarara karşılık nimet verdiğinde, duayı unutup halkı İslam’dan men için Tanrıya ortak koşar” buyuruluyor.”[61]

İnsanların Yaratıcı Tanrı’yı tanıyor olmaları halinde bile başka şeyleri yüceltip tanrılaştırmaları nasıl bir psikolojik et­kileşim sonucu ortaya çıkar? sorusu üzerinde dikkatle durul­ması gereken bir önemi haizdir. İşte bu soruya cevap teşkil edecek önemli olgulardan biri “yüceltme” diye ifade edebile­ceğimiz olgudur. Çünkü bununla kurulan etkileşim insanları bir kısır döngü ile şirk çemberi içine sokar. [62]

 

 

Tapınmada Etkileşim

Herhangi bir nesneye, Yaratıcı’nın fıtrat ile (doğuştan) verdiği özelliklerin üstünde işlevler yakıştırmak bu hastalıklı etkileşimin ilk basamağı. Sonra atfedilen olağanüstülük ora­nında beklentiler içine girmek ise ikinci basamak. Sonuçta yü­celtilen nesneye bağlı ve bağımlı hale gelmek de kaçınılmaz olur.

Yüceltilen nesne ne olursa olsun, ona olağan üstü güç ve özellikler atfetme ve buna paralel olarak da ondan, o ölçüde beklentilere kapılma tam bir kısır döngüdür. Yüceltilen, her ne ya da kim ise, onun her şeyinde bir hikmet arama ve yorumlama dönemi başlayınca bunun sonu gelmez. Cansız ise, şeklinde şemailinde, insan ise oturmasından kalkmasına, giyi­nişinden soyunuşuna; yemesinde içmesinde, gidişinde duru­şunda, söylediğinde söylemediğinde, hatta idrarını büyük abdestini yapmasında bile hikmet aranır. Hz. Peygamber’in, altın­da abdest bozduğu ağaca karşı insanların farklı baktığını gören Hz. Ömer’in bu endişelerinden dolayı o ağacı kestirmesi bu açıdan düşündürücüdür.

Yaratılmışların özelliklerini yüceltmede sınır tanınmadığı gibi bizatihi cisimlerini yüceltmede de sınır tanınmamıştır. Hıristiyanların Hz. İsa’yı tanrılaştırmaktan tutunda cinleri, me­lekleri putlaştıran, güneşe tapmaktan önderlerini ilahlaştırmaya, hatta bazı Uzakdoğu ülkelerinde, fareleri tanrı sayan­lardan erkek cinsel organına tapanlara kadar hayal edilmesi bile zor olan ilginçlikler putlar galerisinde saygın(!) yerlerini almışlardır.

Yüceltilen şeyin bir taş, bir heykel, uğurlu sayılan bir nesne ya da bir insan (idareci, başkan, şeyh, lider v.s.) olması bu yüceltme mekanizmanın işleyişini değiştirmiyor.

Yaratıcının bahşettiği ve takdir ettiği çerçevenin üzerinde birtakım nesnelerin mahiyetlerini ya da kendilerini ‘büyük görme’, yaratıcıya ait olan kudret ve sıfatlarla vasıflandırma aynen sürüp gider.

Şimdi yüceltme mekanizması ile pratikte şirk olayının nasıl cereyan ettiğine dair, geçmişte bazı örneklere göz atalım.

“Mekkeliler, önemli bir işe başlamadan önce ve yolcu­luktan dönünce veya Mekke şehir devletine ait tören ve me­rasimlerden önce Kabe’nin içindeki Hubel putunun heykelini ziyaret eder, ona bağlılıklarının ifadesi olarak saygı gösterir­lerdi.”[63]

Böylece işlerinin düzgün gideceğine inanırlardı.

Mekkeliler (de, bu psikoloji ile) Kabe etrafında dolaşarak O’na ibadet ettiklerini sanıyor ve fakat put heykellerine de aynı şekilde saygı gösteriyorlardı.

Herhangi bir Mekkeli, seyahate çıkınca veya seyahatten dönünce, yahut önemli bir işe başlayınca, Kabe’yi tavaf edi­yor; bayramlar devletin ileri gelenlerinin putlara saygı göster­mesiyle başlıyor, devletin en önemli işleri görüşülmeden önce heykellere saygı duruyorlardı.

Ticari ya da siyasi bütün kuruluşlar, önemli toplantıla­rından önce de bu heykellere karşı saygıya durur, ondan sonra işlerine bakarlardı.”[64]

Onlar hem Allah’ı tanıyorlar, hem de putlara tapıyorlardı. Esasen şirkten kasıt da buydu, birtakım nesneleri Allah’ın sıfat ve kudretine ortak koşmak ve Allah’ın yanında başka güçler tanımak, Allah’a inanmak ve fakat O’nu inkar edenlerin hü­kümlerini inanarak kabul etmek ve onlara bile bile uymak. “Allah’a inandık” deyip, putların önünde saygıya durmak; sec­de etmek, eğilmek, onlar etrafında dönmek; o heykellerden medet ummak, onları ilham kaynağı saymak; güç ve ilhamla­rını Allah’tan değil, o put heykellerinden veya Firavun gibi, Nemrut gibi (yaşayan ya da ölü birtakım) putlaştırılmış şahıslardan beklemek.!

“Kur’an dilinde şirkin çeşitlerine göre ayrı ayrı isimlen­dirildiği görülüyor; “vesen” küçük putlara verilen isimken şe­kilsiz putlara “sanem” deniyor. Yönetici putlar ise “tağut” ola­rak isimlendiriliyor, “Erbab” ise; üstün meziyetler ve ilahi va­sıflar yakıştırılarak ilahlaştırılan varlıklara verilen isim. Bu ke­lime, ilah seviyesine getirilen puta duyulan sevgiyi de ifade eder. Peygamberlerin ve salih insanların ilahlaştırılması da genellikle bu kelime ile anlatılır.”[65]

“İnsanı bayağı putlaştırma ve ona mistik bir bağlantı ile tapma, psikolojik olarak yalnız tarihin başarılı hakanlarına, büyük devrimci liderlere, savaş meydanlarında önemli zaferler kazanan güçlü komutanlara ya da insanlığa çeşitli bilimsel eserleriyle hizmet etmiş bulunan bilginlere ve büyük sanatkar­lara ya da insan ruhunu bütün ıstırapları ve çıplaklığı ile yan­sıtmakta olan güçlü ediplere ve ozanlara dönük değil; özel­likle asrımızda insan, çeşitli eğlencelere ve zevklere dürtüsel bir eğilimle bağlandığı ve her şeyi tatmak ve denemek istediği cihetle çeşitli yeryüzü putları yaratmakta ve özellikle genç kuşaklar bunları benimsemek suretiyle yatak odalarına resim­lerini asmaktalar. “[66]

İnsanlar ya birtakım yeteneklerden dolayı, bu yetenek ve imkanları abartarak, bazı kişi ve nesnelere tanrısal özellikler yakıştırır, onları olağan üstü görürler ya da tamamen kendi hayallerinin ürünü olarak, yarı insan yarı tanrı varlıklar tahay­yül eder ve onlara taparlar.

Bu şekilde hayal ederek yüceltmenin en çarpıcı örnekleri eski Yunan’dadır.

“Orada insanların bir inanç ihtiyacı ile, hayali olarak yaratmış oldukları ve çok kez fizyonomisi ve kıyafeti ile tasarladıkları on iki büyük tanrının oturduğu ve fani insanların varamadıkları yer Olympos dağı idi. Bir bakıma bu tanrılar göklerde değil, yine yeryüzündeydi. O zaman Olympos deniz­den çok ihtişamlı bir yükseklikler zinciri halinde görülen dağların en yükseği idi. Kışları kaim bir kar tabakası tepesini örtüyor; yazları da çok derin uçurumlarını ve sırtlarını büyük yeşil ağaçlar gölgeliyordu. Ediplerin tasvirlerine göre doğan güneşin ilk ışıkları bu kutsal dağın tepesini aydınlattığı gibi, akşam çekilişinde de bir tatlı kızıllık üstündeki bulutlara aksediyordu. Zaman zaman bunun tepesinde kasırgalar kopu­yor, üstünde gökler gürlüyor, kalın siyah bulutlardan şimşekler kopuyor, seller halinde yağmurlar yağıyordu. İşte bütün bu tabii görüntüler eski Greklerin kuvvetli hayallerini bu dev dağa götürüyor; onu kutsallaştırıyor ve tabii fenomenlerin ve güçlerin kaynakları ve hakimleri, tasarladıkları tanrıları buradaki güzel saraylarda oturtuyordu.

Burası büyük dinlerin kıyametten sonraki ebedi hayatta vaad ettikleri cennet gibi bir yer olarak her çeşit nimetler, manevi huzur ile doluydu. Işık saçan bu Olimpos cennetinde her tanrının kişisel yeri yani sarayı vardı. Bunlardan en büyü­ğü, en göz kamaştırıcı olanı ölümsüz tanrıların en güçlüleri ve başları olan Zevs’e aitti. Her sabah, güneşin ilk ışıkları ortalığı aydınlatmaya başladığı zaman bütün bu tanrılar şeflerinin sa­rayında toplanırlardı. Zevs altından yapılma bir tahta oturmuş olarak sarayının en geniş salonunda bunları kabul ediyordu. Bir babanın önündeki bir aile gibi erkek ve dişi tanrılar da en büyüklerinin etrafında toplanmış olarak sonsuz bir mutluluk duyuyorlardı. Kumral saçlı ve ışık saçan Apollon çok güzel saz havaları ile onları keyiflendirirdi. Başları çiçekli taşların süslediği güzel bakireler dans ediyorlar; ara sıra musiki peri­leri en ahenkli nameleriyle tanrılarda neşe yaratıyorlardı. Gençlik tanrıçası Hebe adlı son derece güzel bir bakire bun­lara lezzetli yemekler ve bal özü ikram ediyordu. Bu neşeli ve mutlu Olympos korosu onlara ebedi bir gençlik bütün dünyaları ve insanları idare etme gücünü veriyordu.. Tanrılar ihti­şamlı evlerinde yalnız değillerdi. Kralların kalabalık mahiyeti gibi, on iki tanrının hizmetinde tanrısal vasıfları olan ve çeşitli hizmetler yapan yardımcıları vardı..

Bu tanrılar arasında Zevs, Olimpos’un en yüce hakimi insanların ve tanrıların ortak babası idi. Gök ve arz onun ebedi sultanlığına bağlı idi. Canlı cansız bütün şeyler onun bir baş işaretine bakarlardı. Her nimet, yerine göre ceza, her tabii afet onun hakim olduğu göklerden geliyordu.. Zevs ebedi varlık, bütün varlıkların ilki, bütün şeylerin başlangıcı ve sonu idi. Şairler bu yüce tanrının ihtişamını ifade edemediği için onu, görünürde çok güçlü ve çok güzel bir insan olarak tasarlıyor ve tasvir ediyor; onun için birçok hamasi efsaneler düzüyor­lardı..

Diğer Olimpos tanrılarının da belirli bir tabiat kuvvetine egemenlikleri vardı. Bunlardan Athena bir savaş tanrısı idi ve eski Yunanlılar için görünmeyen en kuvvetli savaşçı idi. Ko­ruduğu ordu mutlaka galip gelirdi. Cesareti başka kimsede yoktu. Apollon gün ışığının parlak tanrısı Güneşi temsil edi­yordu. Ve Zevs’in oğlu idi. Hermes kanatlı sandalları ile Zevs’in oğlu ve elçisi idi. Ayrıca rüzgarların da tanrısı idi..[67]

İnsanoğlunun gördüğünü yüceltmesi, bu da yetmezse ha­yal edip, uydurup yüceltmeye meyilli olduğunu göstermesi bakımından bu anlatılanlar oldukça ilginç.

İnsanoğlu öyle bir psikolojik yapıya sahip ki, bir kere sapmaya görsün artık ilahlaştırmada sınır tanımaz. Akla ha­yale gelen her şey yüceltilebilir. Fareden liderlere ve ruhlara, yıldızlardan makinelere kadar.!

Bazı Uzak Doğu ülkelerinde birtakım toplulukların fare­leri kutsal saydığı ve onlara taptığı bilinir. Kim bilir belki fa­relerin çoğaldığı bir zamanda, pislik içinde farelerle yan yana yaşarlarken veba hastalığından binlerce insan kırılmış ve onlar bunu fareden bulaşan bir hastalık olarak değil de, farelerin kutsal gücü olarak zannetmişlerdir.

Yıldızlara ve gezegenlere kutsallık atfetmenin vatanı ise Mezepotamya olarak bilinir. Burada doğan astral mitoloji, sonradan Yunanlılar ve Romalılar tarafından da benimsen­mişti. Bir insanın doğumu anındaki gezegenlerin yerleri ve burçların durumunun o insanın yeryüzündeki kaderini yansıt­makta olduğuna inanılmıştı. Mezepotamya ve Roma’nın tan­rılar dünyası çoktan tarihe karıştığı halde bugün dahi münec­cimlerin kehaneti eski mitolojik tasavvurlar üzerine bina edil­mektedir.[68]

T.W. Arnold’un İntişar-ı İslam Tarihi isimli kitabında anlattığı örnek ise oldukça düşündürücüdür.

Güney Nijerya’nın bir yöresinde, Müslüman mübeşşirlerden biri halka İslam’ı telkin etmeye çalışır, ancak yöre halkı­nın dilini iyi bilmediğinden pek de başarılı olamaz. Buna rağ­men insanlar onda birtakım iyi haller görür ve onu severler. Bu zat ölünce, zaman zaman elinde gördükleri Kur’an’ı Kerim’i, onun odasında bulur ve onda daha önce gördükleri ve kendilerine olağan üstü gelen hallerin bu kitaptan dolayı olduğunu düşünerek Kur’an’ı tapılacak bir şey olarak kabul ederler.[69]

“Ne şekilde düşünülürse düşünülsün makine de insanın yarattığı putlardan biri olmuş sayılabilir. Otomobilleri olan bazı insanlar, güzel atlarına tapan insanlar gibi, otomobillerin­den bir sevgili duygusuyla söz ederler. Rüya yorumlaması di­linde, otomobil cinsel enerjinin ve hatta ruhsal enerjinin sem­bolü olmuştur. İnsan otomobilini, hayatı idare edercesine sü­rer. Otomobil birçok insanların en yakın yardımcısı olarak ona taparlar ve çocuk gibi bakarlar ve diğer güzel yabancı otomo­billere kıyasla kıskanırlar. Bu çok özel ilişki modern insanı arabasına bağlamış; ve yeni bir insan tipi yaratmıştır, (Automobiliste).”[70]

Yüceltmenin o kadar sınırı yoktur ki, “Türkistan’da, Başgırt halkından bir kısmının ve bazı kabilelerin erkeklik uzvuna taptıkları da görülmüştür.. Bunlardan bazıları muhte­melen Hinduizm’i kabul etmiş Türklerdi.”[71]

 

 

“İnsan Peygamber” Hazımsızlığı

Yüceltme olgusu ile ilgili olarak peygamberler konu­sunda birbirinden farklı iki sonuçla karşılaşırız. Bunlardan ilkinde peygamberler insanüstü birer varlık olarak görülür, yüceltilir ve böylece tanrılaştırılır. İkincisinde ise, kendilerine peygamberlik gelmeden önceki sosyal konumlarına bakılarak, birer insan, hatta toplumun önünde bulunanlardan çok geride halktan biri olmalarından dolayı da kendilerine Tanrı elçiliği yakıştırılamaz ve bunun için inkar edilirler; taşlanır, kovulur­lar; hatta öldürülenler olurdu.

Koca bir Hıristiyan alemini perişan eden ve Allah indinde sıkıntıya sokan husus bu mekanizmanın birinci şekilde işleyişi sonucudur. Onlar Hz. İsa’yı insan üstü bir varlık zannederek, tanrısal fonksiyonlarında tek olan ilaha ortak koşmuşlardı. Ona Allah’ın oğlu demeleri de bundandı.

Halbuki, “Peygamberler, kendilerine Allah tarafından ve­rilmiş bazı özellikler taşırlar; yüce bir ahlak ve akla sahip­tirler. Gerektiğinde bazı mucizeler gösterme imkanı kendileri­ne verilmiştir. Ancak bütün bunlar peygamberleri insan üstü bir konuma sokmaz. Çünkü, bu özellikler kendilerine ait de­ğildir. Onlara Allah tarafından verilmiştir ve bu sebeple de asıl Allah’ın övülmesi gerekir. Oysa kavrama düzeyi düşük insan­lar, peygamberlerin olağanüstü özelliklerini, onların insanüstü bir varlık, bir tür ‘ilah’ olmaları ile açıklamaya çalışırlar.

Peygamberlerin aracılıktan (elçilikten) başka olağanüstü bir özelliğinin olmadığını Kur’an’ın sıkça vurguladığı görülü­yor:

“Biz onları yemek yemez kılmadık ve onlar ölümsüz (de) değillerdi” [72] gibi ayetlerde onların birer insan oldu­ğu hatırlatılır..

Peygamberlerde insanüstü özellikler vehmedenler ise kendilerine gönderilen (insan) peygamberi tanımak istememişlerdi.

“Dediler ki; ‘Bu elçiye ne oluyor ki, yemek yemekte ve pazarlarda dolaşmaktadır? Ona kendisi ile birlikte uyarıcı olacak bir melek indirilmesi gerekmez miydi?”[73]

Anlaşılan, bu yüceltme olgusu öyle bir psikoloji ki, kimin beyninde yer etmişse o, peygamberleri bile bir insan olarak görmeye tahammül edemiyor!.

“Peygamberlik müessesesinin bir insan tarafından temsil edilmesini hazmedemeyip itiraz edenleri Kur’an bir başka ayette şöyle anlatır;

“Kendilerine doğru yolu gösteren hidayetçi geldiği zaman insanların iman etmelerine, ‘Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?’ demeleri mani oldu.” [74]

Halbuki peygamberler ve dolayısı ile onların yolunda olan büyük insanlar, değil yüceltilmelerini, tam aksine kendi­lerinin de birer insan olduklarını her vesile ile hatırlatmış­lardır. Kur’an ise bunu açık bir biçimde vurgulanmıştır.

“Ey Muhammed, senden önce gönderdiğimiz bütün pey­gamberler de, şüphesiz yemek yerler, sokaklarda gezerlerdi.” [75]

Nefislerinde zaaf bulunanlar ise; “Bu Kur’an, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?’ dediler. Ey Muhammed, Rabb’inin rahmetini onlar mı taksim edip paylaş­tırıyorlar?” [76]

“And olsun ki biz, senden evvel de peygamberler gön­derdik. Onlara da eşler ve çocuklar verdik”. [77]

Nefislerini büyük görenler, apaçık ayetlere rağmen, ka­bullenecekleri ve itaat edecekleri peygamberleri kendileri gibi bir insan olarak düşünemiyorlardı.

“Peygamberi reddeden kimselerin reddediş sebeplerinin (aynı zamanda) kendi nefislerini yüceltmek olduğu açıktır. Onlar, sıradan, hele zengin ve varlıklı olmayan birinin, peygamberlik gibi bir makamla, kendilerine üstün gelmesine ta­hammül edemiyorlardı.

Ayetler bu duygulara şöyle değiniyor;

“Doğrusu uyarıcı göndermiş olduğumuz her kasabanın varlıklı kimseleri, onlara; ‘Biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz’, diye gelmişlerdir. ‘Malları ve çocukları en çok olan bizleriz. Azaba uğratılacak da değiliz’ derlerdi.

Allah böyle düşünen insanlara şöyle bir ikazda bulunu­yor;

‘Ey insanlar, sizi bana yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de çocuklarınızdır; yalnız inanıp yararlı iş işleyen kimsele­rin, işte onların, yaptıklarına karşılık mükafatları kat kattır. İşte onlar, yüksek derecelerde, güven içindedirler.”[78]

Esasen peygamberlerin birer insan olarak gönderilmeleri çok anlamlıydı. Onların insan olması, insanların, kendilerine yapılan teklife itiraz etmelerini engeller, mazeretlerini bertaraf eder. “Biz yaratılmış insanlarız. Bu teklifler ağır tekliflerdir. Binaenaleyh, yerine getirilmeleri imkansızdır.” şeklindeki mu­kadder bir itiraza karşı Allah (cc), peygamberine şunu söylet­tiriyor:

“De ki; ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım..” [79]

İnsanlar; “Evet, Hz.Muhammed insandır ama, olağanüstü bir insandır” diyebilirlerdi. Allah, “sizin gibi” sözünü kullan­mak suretiyle bu yolu da kapatmıştır. Aksi halde Allah Hz. Muhammed’i, yaptıklarını yapmaları hususunda insanlara ör­nek göstermekle “teklif-i malayutak”da (tahammül edileme­yecek bir teklifte) bulunmuş olacaktı. Allah için böyle bir şey düşünülemez.

Ve Allah (cc), Resul’ün yanındaki kimselere sevgili Re­sulü için, “arkadaşınız” diyor.

“Arkadaşınız (Muhammed) (hak olan müstakim yoldan) sapmadı, batıla da inanmadı. O kendi heva’sından konuşmaz. O’nun konuştukları, Allah’tan gelen bir vahiyden başka bir şey değildir.”[80]

İslam’da insanların putlaştırılmaması için bütün tedbirler alınmıştı. Bu minval üzere Resulüllah, kendisi dahil kimse için tazim istemiyordu.

“Siz Acemler gibi ayağa kalkmayınız. Onlar da birbirle­rini tazim ediyorlardı,” buyurdu.[81] Sa­habe de bunu bildikleri için Resulüllah geldiğinde ayağa kalk­mazlardı. O sevgili peygamber boş bulduğu yere otururdu.

İnsanların kimseye eğilip bükülmesi de kabul edilmiyor­du; velev ki peygamber için de olsa.!

Resulüllah (sav) ise; “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa (a.s)’yı yücelttikleri gibi siz de beni yüceltmeyin” buyurmuş ve bu yönde eğilimlere karşı koymuş.

Ve yine;

“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’ya eğilip büküldükleri gibi, siz de bana eğilip bükülmeyin. Ben bir kulum. Ve bana Allah’ın kulu ve Rasulü deyiniz”[82] buyurmuştur.[83]

Oysa, önünde eğilmeye, övülmeye ve yüceltilmeye layık olan tek ilah ancak Allah’tır, Çünkü “kuddüs” olan O’dur.

Allah Teala’yı niteleyen “el Kuddüs” vasfını, ilk dönem müelliflerinden Halimi; “faziletleri ve güzel sıfatları sebebiyle daima övülen” şeklinde tanımlar. Gazali, Allah Teala’nın sade­ce insanlar tarafından noksanlık addedilen vasıflardan değil, onlarca üstünlük sayılan birtakım beşeri ve izafi anlamlı ke­mal sıfatlarından da münezzeh bulunduğunu kaydeder. Bu ba­kımdan ona göre “el Kuddüs” Allah’ın yaratılmışlara benze­mekten, insanların “kemal” zannettiği göreceli üstünlüklerle muttasıf bulunmaktan, her türlü eksiklik ve noksanlıktan çok uzak ve pek temiz olduğunu beyan etmektedir. Son dönem Türk bilginlerinden Elmalılı Hamdi Yazır ise “el-Kuddüs” için; “gayet mukaddes, her şaibeden münezzeh, her vasfında ekmel, tahdit ü tasvire sığmaz, hiç bir leke kabul etmez, ter­temiz, pam pak” şeklinde bir açıklama getirmektedir.”[84]

Yaratılmışlara “kuddüs” sıfatı verircesine, onların noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna inanıp bağlanmak; sürekli övme­yi bir görev addedip, mutlak itaatle önlerinde eğilmek şüphesiz ki ilah edinmeye, putlaştırmaya götüren davranışlardandır.

Hud (as)’a karşı çıkanların psikolojisine bakınız! Onlar;

“Ey Hud! Sen bize açık bir mucize getirmedin, senin sözünden ötürü ilahlarımızı terk etmeyiz ve sana inanmayız.” [85] dediler.

Anlaşılan, onlar; doğru inancı, doğru yolu ve güzel ahlakı öğreten bir resul değil, bir sihirbaz ve hatta hayal hanelerinin uydurduğu her şeyi gerçekleştirecek üstün bir kudret bekli­yorlardı .[86]

Görüldüğü gibi burada suç, yüceltmek istedikleri kim­selerde değildi.

Mekke müşrikleri de, Hz.Muhammed (sav)’den; insan gücüyle ve risaletle ilgisi bulunmayan, olur olmaz bir sürü

şeyler istemişlerdi.

“Dediler ki: Bize, yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız veya hurmalıkların, bağların olup aralarından ırmaklar akıtmalısın. Yahut da iddia ettiğin gibi göğü tepe­mize parça parça düşürmeli, ya da Allah’ı ve melekleri karşı­mıza getirmelisin.” [87]

Bütün bu saçmalıklara karşı Allah, Resulü’ne sadece şöyle demesini emreder;

“Fesubhanallah! Ben resul olan bir insandan başka bir şey miyim?” [88]

Öteki elçiler gibi Hz.Muhammed de bir yanıyla elçi, bir yanıyla da beşerdir. Kendisinin uyguladığı ve uygulanmasını teklif ettiği şeyler, insan gücünün yetmeyeceği şeyler değildir. O, beşeri yönüyle, ne yapmış ve yapabilmişse insanlar da isterlerse onu yapabilirler. Buna karşı ortaya koyacakları, ka­bul edilebilir hiçbir mazeretleri de olamaz”.[89]

İnsanların itaat edecekleri kimseyi ille de insan üstü gör­mek isteyişleri ise bazıları tarafından istismar edile gelmiştir.

Bu zaafı iyi bilen ve bundan istifade ile insanları kendi­lerine köle yapmak isteyenler, sürekli her söylediklerinde ve yaptıklarında bir gizemlilik ve bir hikmet dolu olduğunu etraf­larına pompalamaya çalışırlar. Yine insanlardaki bu psikolojik zaaf sebebiyle başkanlar, liderler, sahte şeyhler ve sahte pey­gamberler kendilerini olağanüstü göstermek isterler; böyle yapmazlarsa etraflarındakilerin dağılıp gideceğini düşünürler. Bu endişeyi siyasi sahada da görmek mümkün, iyi bir gözlemci olduğu anlaşılan İspanyol düşünür Greciany Morales (1601-1658) diyor ki; “Bir hükümdar, kendini gerçekliği içinde görmüş olanı görmeye katlanamaz.”[90]

Çünkü tanrılaştırılan yöneticilerin hemen yakınında olup ta, onların zaaf ve acizliklerine şahit olanlar, onlara yakın bulunmadan evvel zannettikleri, hayal ettikleri ya da kendile­rine propaganda edildiği gibi liderlerinin pek de büyük olma­dıklarını fark ederler ve böylece onlara karşı oluşmuş olan büyü bozulur. Bunun için pek çok lider, zaman zaman ken­dilerine en yakın olanları, birtakım bahanelerle harcamayı ge­rekli görür ve bunu alışkanlık haline getirirler; henüz büyüsü bozulmamışları tercih ederler. Sara hastalığına müptela bulu­nan Moğol hakanlarından biri, sara nöbeti geçirirken yanında olup da bu durumuna şahit olan her kim olursa onu öldürtürmüş.

Her vesileyi kendilerinin yüceltilmeleri yönünde kulla­nanlar, yüceltilmelerine gölge düşürecek şeylerin başkalarınca bilinmesine asla tahammül edemezler. Velev ki bu bir hemoroit hastalığı da olsa.! İnsanların onu tuvalette zorlanırken dü­şünmeleri bile büyüyü bozabilir. [91]

 

 

‘Yüceltme’nin Yönü

Yüceltme olgusu bazen, yücelten ile yüceltilen arasında karşılıklı etkileşim sonucu gelişmesinin yanında çoğu zaman yüceltilen kişi ya da nesnenin bir dahli ve vebali bulunmak­sızın da gerçekleşebilir.

Bir varlığı tebcilde (öne çıkarmada, yüceltmede) ileri gitmek, zamanla ilahi aştırmaya yol açabilecek olmasına reğmen, ibadet edercesine yüceltilen şahsiyetler Allah katında makul ve aslında böyle bir ta’zimden uzak kimseler bile ola­bilirler. Yüceltildiklerinden habersiz olmaları da mümkündür.

Hıristiyanların Hz. İsa ile Hz. Meryem’i[92], Yahudiler’in Hz.Üzeyri[93], her iki din mensuplarının da din büyüklerini[94]; keza müşriklerin melekleri[95] ta’zimde (saygıda) ileri gitmeleri, onlara uluhiyete mahsus bazı özellikleri vermeleri gibi.”[96]

Peygamberlerin zamanına erişmiş olanlar, bu duygularla onların da bir insan oluşuna tahammül edemeyip reddederken, peygamberlerden sonraki zamanlarda dünyaya gelenlerden bazıları ise yine aynı psikolojik mekanizma ile onları insan­üstü birer varlık olarak tahayyül etmiş, olağanüstü özellikler atfetmiş ve böylece kendi ruhlarındaki defektlere uygun bek­lentilerine karşılık bulmuş oluyorlardı.

“Onların putlardan hayır ummaları da gösteriyor ki, put­lara çeşitli üstün vasıflar yükleniyor. Ve bu yakıştırmalar ile onlara tapınıyorlardı.”[97]

Aslında bu haleti ruhiyeyi oluşturan duyguların sadece üstün görülen kişi için değil, yüceltilen her nesne için beslen­diği açıktır.

“İnsanlar mabud anlamında put olarak yalnız resim ve heykellere değil, canlı-cansız çeşitli tabiat varlık ve kuvvetle­rine de tapmışlar ve halen tapmaktalar: Bu bazen bir hayvan­dır; Hindular’ın inekleri gibi. Bir ağaç veya ağaç topluluğu, bir dağ; Japonya’nın sembolü olan Fuji-Yama veya eski Yunan’ın Olimpos’u gibi. Bir ırmak (Ganj nehri gibi) veya bunların komple birliği; Türkler’in tarihi merkezi Ötüken gibi., mukad­des sayılmış ve bunlara ilah veya ilahi mahiyetli varlık mua­melesi yapılmıştır. Ateş, rüzgar, Ay, Güneş, Yıldızlar da put­perest tapınmaların mevzuu olmuştur.” Dolayısı ile bunların herhangi bir vebali de yoktur. “Nemrud, Firavun gibi gerçek şahıslar veya gerçek şahısların heykelleri de (Buda, Konfüçyüz gibi) put olarak kabul edilmiştir.”[98]

Bunların konumları ise elbette farklıdır. Çünkü hastalıklı ve zayıf ruhları sömürmek ve dünyevi çıkar sağlamak amacındadırlar.

Sonuç olarak denebilir ki, yüceltme olayı, daha çok yü­celtilen kişi ve nesnenin talebiyle değil, yücelten kişi ve toplulukların zihninde cereyan eden psiko-sosyal bir hastalık olarak ortaya çıkar. [99]

 

 

“Korku” Duygusu Ve Şirk

Korku insan düşünce ve davranışları üzerinde büyük et­kiler meydana getiren temel duygulardan biri.

İnsanı tedirgin eden, yönlendiren; yerine göre ona isteme­diklerini yaptıran, söylemeyeceğini söyleten; arzu ettiklerin­den ve yapmak istediklerinden vazgeçiren duygudur, korku.!

Temelleri çocuklukta atatılan korku, hem kaçınılmaz hem de temel bir duygu.. “Tehlikelere karşı kişiyi uyanık tuttuğu, kulak kesilmesini sağladığı için de şarttır. Fakat bugünün ço­cuğunda korku çoğu kez yararlılık sınırlarını aşmaktadır. O kadar ki çocuk kovalanmaktan kaçan bir yaratık durumuna düşmektedir. Bu açıdan, çocuğa yardımcı olmak yerine, haya­tın baskılarına göğüs germe yeteneklerini sınırlayan bir etmen olur. Çocuğun kaynaklarını harekete geçirmek yerine onları hareketsiz kılar. Böylece korku çocuğun hayatında bir yalnız­lık alanı oluşturur..”

“Bebeklikteki korkular çevrenin ortaya çıkardığı yakın tehlikeler karşısında gösterilen tepkiler olarak bilinir. Çocuk büyüdükçe korku alanı da genişlemektedir. Geçmişi düşünüp geleceği konusunda umutlar besleme yeteneği kazandığı za­man, uzak tehlikeler, gelecek günlerin getireceği sıkıntılar, kendi güdüleri, yaptıkları, yapabilecekleri, hep birer korku kaynağı olabilmektedir.

Çocuk yalnız dış tehlikeler algılamakla yetinmiyor; bu tehlikeleri kendi içinde büyütüyorsa, korkunun üstüne endişe de eklenir.”[100]

Müspet yönlendirilmediği taktirde hareketleri sınırlayan, zihni verimliliği engelleyen; sevgi gibi kuvvetli, fakat ters yönde etkiler meydana getiren bu duyguyu, İslam inancı, kontrol edilmesi gereken duygular arasında görür.

Esasen, ruhsal savunma mekanizmalarının temellerinden birini teşkil eden ve yaşam dengesi içerisinde önemli bir yer tutan, beşeri ve doğal çerçevede mütalaa edildiğinde ruhsal ve bedensel bütünlüğü korumaya ve tedbirli olmaya yönelten ‘korku’ hissi, Allah’ın yarattığı sebepler dışında varlıklara olağanüstü özellikler atfetmede etkili olmaya başlayınca hem ruh sağlığının, hem de inançların bozulmasında rol oynamaya başlar.

Analiz edildiğinde görülür ki, korku ve ondan kaynak­lanan davranışların altında, (hayat ve akli, bedeni, mali imkanlar dahil) kişinin sahip olduklarını kaybetmek, koruyamamak, arzu ettiklerine ulaşamamak ve zarara uğramak endişesi yatar. İnsan için iyilik halini elde etme, koruma ve artırma gay­retlerini tehlikeye sokacak; akli, bedeni, mali ve ailevi işleri­nin zarar görmesine sebep olabilecek her ihtimal önemlidir.

Bu yöndeki her söylentiye kulak verilir; ve çoğu insan zarar vereceği söylenen tehlikenin makul ve mantıklı olup ol­madığına bile bakmadan, hurafe de olsa onun gereğini yapar.

Çünkü bu yöndeki bütün gelişmeler bir tedirginlik hali oluşturur. Bu ise her zaman tetikte bekleyen şirk olgusunu ha­rekete geçirecek faktörlerden birini oluşturur.

“Müşrikler, taptıkları şeylerin kendilerine zarar verebile­ceğini düşünerek de onlara kulluk etmekteydiler; Onlar Hz. Hud {as)’a şöyle diyorlardı; “Sana, ‘İlahlarımızdan biri seni çarpmıştır’ demekten baş­ka bir şey söyleyemeyiz.” [101]

Buradaki çarpmak daha ziyade deli etmek, aklını gider­mek şeklinde izah edilir.

Arap müşrikleri, her bir putun içinde bir cin bulunduğunu zannederlerdi. Cinnet vermek de cinlerle ilgili zannedilirdi. Dolayısı ile onların putları da (bir açıdan) cinleri temsil edi­yordu.

Putlara olan ibadet ve saygıları ile zarar görme tehlike­sinden böylece sakınabileceklerini düşünüyorlardı. Taparcası­na bağlı olduğu şeyhinin isteklerini yerine getirip onu mem­nun edemez ise, onun gazabına uğrayacağından korkan kim­sede de aynı mekanizma söz konusudur.

Hz.Peygamber, birine;

“Kaç ilaha tapıyorsunuz?” diye sorduğunda,

“Altısı yerde biri gökte” cevabına karşılık,

“İsteyerek ve korku ile ibadet ettiğin hangisidir?” diye sordu.[102]

Bundan da anlaşılıyor ki “korku”, ilaha bağlananların, ilah edinilen nesne karşısında hissettikleri ortak bir duygudur.

Araplar içinde güneşe tapan, onu ta’zim eden ve ona ‘ilahe’ diyen bir kısım insanlar vardı; bunlardan el-A’şa bir şiirinde bu korkuyu şöyle dile getiriyor:

“Ona yakın bir şekilde, ilahenin (güneşin) önünde eğil­diğimde duyduğum korku gibi bir korku duymadım.”[103]

Görüldüğü gibi bu korkunun bir mantığının olması da gerekmiyor.

İşte bunun içindir ki, İslam alimleri korku duygusunu bazı hallerde şirke götüren sebepler içinde saymışlardır.

“Allah’tan başkasından korkmak, rızk istemek, Allah’ın vermiş olduğu nimete karşı O’ndan başka birine teşekkür edip, nimetleri O’ndan başkasına nispet etmek, Allah’a hamdden kaçınmak, O’ndan başkasına tevekkül etmek, O’ndan başka birine boyun eğmek, itaat etmek, kainatta Allah’ın dilemediği şeyin olacağına inanmak da şirktir,” denilirken korku bütün bu sebeplerin başında sayılmıştır.[104]

Bu manada uğursuzluk inancı da, böyle bir korkunun sonucu olup “şirk”den sayılır.

Resüllullah bir hadisinde;

“Uğursuz saymak şirktir. Uğursuz saymak şirktir. Uğur­suz saymak şirktir,” diye üç kere tekrar ederken, bir başka hadis-i şeriflerinde ise; “Kimi (bir şeyi) uğursuz sayması işin­den alıkoyarsa Allah’a şirk koşmuş olur” buyuruyor.

Dediler ki;

“Ey Allah’ın Resulü! Bunun keffareti nedir?” Şöyle buyurdu;

“Allah’ım! Senin hayrından başka hiçbir hayır yoktur. Senin uğrundan başka hiçbir uğur da yoktur. Senden başka hiçbir ilah yoktur, demesidir.”[105]

Aynı psikolojinin sayılarla ilgili tezahürleri ise oldukça ilginç:

“Uğruna inanılan 9’lar, 21’ler, 40’lar.. insanların asırlardır sayıların büyüsüne inandığını ortaya koyuyor. İslam kültürü uzmanı Annemarie Schimmel’in inanışlarda sayıların önemini ele aldığı “Sayıların Gizemi” adlı kitabında çeşitli inançlar ve kültürden örneklerler veriyor.

‘1’ sayısı, bütün inanç sistemlerinde kutsal kabul ediliyor ve ‘1’, birçok inançta Tanrı’yı simgeliyor. Kutsal 3 ve 7 sayı­larının çarpımı sonucu 21 “in “mükemmellikle” bağlantılı oldu­ğu kabul edilirken, 5’in “yaşam ve sevgi sayısı”, 6’nın yaratıl­mış dünyanın mükemmel sayısı olduğuna inanılıyor. Hıristi­yanlıkta ise İsa’nın ayın 13’ü cuma günü öldürülmesi ve müritlerinden 13’üncüsünün İsa’ya ihanet etmesi nedeniyle 13 rakamına nefretle bakılıyor. Bu korku, işe gelme, uçak ve tren rezervasyonu iptalleri gibi nedenlerle Amerika’ya yılda yak­laşık bir milyar dolara mal oluyor.

Müslümanlarda ise 40 sayısı büyük öneme sahip. Zira Hz. Muhammed (sas)’in adının başında ve ortasındaki mim harfinin sayısal değeri olan 40 bazılarınca önemli sayılmıştır. Bu noktada Schimmel, “Bir kahvenin 40 yıl hatırı var, 40 fırın ekmek yemek gerekir,” gibi deyimleri de hatırlatıyor.”[106]

Uğursuzlukla ilgili hurafelerin halk arasında ne kadar yaygın olduğu düşünülürse konunun sosyal psikolojisi üzerin­de ne derece yer etmiş olduğu daha kolay anlaşılır.

Bazı kültürlerde ise tüm kötülük ve uğursuzlukların ayrı bir tanrısı olduğu düşünülür, birçok tanrı yanında ona da ayin­ler yapılır, ibadet edilir. Yunan tanrılarından bazıları ve eski Türkler’de “Yerlik Tanrısı” buna örnektir.

“Eski Türk topluluklarından bazılarında yer altında yaşa­dığına inanılan, büyük felaketlerden salgın hastalıklara kadar, bütün kötülüklerin sebebi ve kaynağı olarak Erlik Tanrısı’nın olduğuna inanılıyordu.[107]

Bazen, kötülükleri bir şahıstan bilme ve her yanlışlığı onunla izah etme alışkanlığı da aynı psikolojinin bir başka tezahürü olsa gerek. Kitlelerin her devirde bir kötülük tanrısı bulup, kendi nefislerinde mevcut olup da kabullenemedikleri günah ve hatalarını da ona yüklemeleri pek de sağlıklı olma­yan psikolojik sebeplere bağlıdır. İnsanlar kendilerinde var olanları yansıtma (projeksiyon mekanizması) ile kötülük sim­gesi olarak buldukları objeye yükleyip, onu lanetleyerek rahat­larlar. Başarısız ve ezilmiş topluluklar beceriksizliklerini itiraf etmek ve bunun sebepleri üzerinde durmaktansa başkalarını suçlamayı daha kolay ve rahatlatıcı bir yol olarak tercih ederler. Böylece kendi yanlışlıklarını giderme zahmetinden ve bunun meydana getirdiği stresten de kurtulurlar.

Böylece, kimileri için kurtarıcı tanrı gibi olan bir kişi, karşıt kesim için kötülük tanrısı (lanetlenecek put) fonksiyonu görür.

Bir kesimin taparcasına bağlı olduğu, karşıt kesimin ise, bütün kötülüklerin başı ve müsebbibi olarak M. Kemal’i görmelerinin de bu mekanizma ile ilgisi olsa gerek. [108]

 

 

Rızk Endişesi Ve Gelecek Korkusu

İnsan davranışlarını etkileyen korkunun diğer bir varyantı da “gelecek” ve “rızk” endişesidir. Şirk konusunda önemli etkenlerden biri de bu.

Ayette;

“De ki; ‘Rabbin rahmet hazinelerine siz malik olsaydınız o zaman harcama(ktan tükenir) korkusuyla muhakkak cimrilik edersiniz’. Çok cimridir insan!”[109] buyuruluyor.[110]

Rabb’in hazineleri..!

Hani, şu dahil olduğumuz Samanyolu Galaksi’sinde, sani­yede 217 km hızla hareket eden, galaksi merkezi etrafındaki turunu 226 milyon yılda tamamlayan küçücük dünyamızın da, içinde yer aldığı muhteşem kainatın sahibi Rabb’imizin hazi­neleri.!

Bilindiği ve hesaplanabildiği kadarıyla, Samanyolu Ga­laksisi gibi her biri 150-200 milyar yıldız ihtiva eden galak­silerden tam 200 milyarı aşkın galaksinin bulunduğu bir kainatın ve daha kim bilir nice alemlerin sahibi olan, tek ilah Cenabı Allah’ın hazineleri.. Bunlara sahip olmak ve tükene­ceğinden korkmak!

İnsanoğlu bu kadar hazinelere sahip olsa, tükenir diye harcamaktan korkacak.! Korku ve gelecek endişesinde mantık bulunmadığının bundan daha çarpıcı bir ifadesi olabilir mi?!

Psikolojik zaaflar sonucu oluşan bu endişe, insanı sürekli biriktirmeye, biriktirdiklerine sımsıkı sarılmaya sevk eder. İnsan, tüm sahip olduklarını kendisine veren ve kendisini de yaratan Rabb’inin yolunda pek azını sarf etmekten bile kaçınır. Kazandıklarını elinde tutma yolunda pek çok zillete de boyun eğer, ki bu, toplumların şirk içinde yönetilmesine ses çıkar­mama ve hatta rıza göstermesinin baş sebeplerindendir.

İnsanların bu zaafı sayesinde, birtakımları yönetimi kolayca ellerinde bulundurur. Kaybetmek korkusu içinde olanlar, onlara karşı durmaktan çekinirler. Onlar da böylece makam, mevki ve iktidarlarını kolayca elde tutma imkanına kavuşurlar. Kanunları, yönetmelikleri ve sistemleriyle baş kal­dırılmaz, kendileri ile uğraşılmaz imajını yerleştirirler.

Ezilenler de, hükmedenlerin safında, hem de ağır bir hesap yüklenerek böylece yer almış olurlar. Sefasını sürmedikleri şeylerin cefasını çekmeye razı olmaktan başka bir şey değildir bu!

İşte bu sebeple zarara uğrama ve fakir düşme korkusunun giderilmesi, sağlıklı ve onurlu kişiliğin kurulması için çok önemlidir.

Allah, fakirlik korkusunun şeytani bir telkin olduğunu ikaz ediyor;

“Şeytan sizi fakirlik ile korkutur ve cimriliği emreder. Allah ise kendisinden bir mağfiret ve bir bolluk vaat eder. Ve (O) Vasidir, Alimdir.”[111]

İnsana çocuklarını öldürtebilen duygu da bu duygudur:

“Evlatlarınızı fakirlik korkusu ile öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Hakikat onları öldürmek büyük bir suçtur.”[112]

Bütün bu korkulardan ve bu sebeple başka ilahların baskısından kurtulmak ancak Allah’a dost olmakla mümkün­dür. Çünkü;

“İşte o şeytan ancak kendi dostlarını korkutur. Bana iman etmiş iseniz onlardan değil, sadece benden korkun.”[113] Şeytan’ın dostu olma zaafını taşımayanlar, ne pahasına olursa olsun, başka ilahlara boyun eğmeyecek irade ve ka­rarlılıktadır. Sadece onlar, korku duygusunun etkisi ile yanlışa razı edilemeyecek yüksek şahsiyete erişmiş kimselerdir.

Mü’min bir kişiliğe sahip kimse bilir ve inanır ki; bu hayatta her şey Allah’ın takdiri ile ve sadece bir sınanmadır, imtihandır, Allah’a rağmen bir şeylerden korkmak, dört bir taraftan hücum ettiği belirtilen Şeytan’ın teşvik ve gayretleri ile olmaktadır.

O Şeytan ki, kafalarda vesvese uyandırır, nefislerde arzuları tahrik eder; vicdanları karartıp, kalplerde başka ilahlara sevgi ve onlardan çekinme ve korku duygusu telkin eder, işte bu, Şeytanın dört bir taraftan hücumdur. [114]

 

 

 

Sosyal “Neofobi”

“Neofobi”, yani yenilik korkusu toplumları yönlendiren ve bir anlamda şirke zemin hazırlayan bir başka olumsuz korku çeşidi. Bu korku sonucu insanlar, ‘eski’lerine sıkı sıkıya yapışırken yeni olan her şeye karşı tedirginlik duyarlar.

Sosyal ve psikolojik sebeplerle insanlar, eski inanç ve gelenekleri konusunda oldukça tutucu ve tabir yerinde ise ‘gerici’ bir tavır takınırlar. Yeniliklerden ürker, endişe ve kor­kuya kapılırlar. Bu zeminde inanç ve ibadetler adet olmaya, adet ve gelenekler ise ibadet huşuu içinde uygulanır.

“Kur’an’da, üzerinde çok durulan şirk amillerinden birini de bu teşkil eder. Antik çağda müşrik toplumların çoğu, geç­mişlerine olan saygılarını atalarına tapma derecesine vardırmışlardı. Kur’an’ın ilk muhatapları olan müşrikler arasında, dar anlamda bir ‘Atalar Kültürü’ görülmese de, onlardan gelen her şey üzerine, körü körüne titredikleri meydandır. Kur’an’ın ısrarlı hücumlarına hedef teşkil eden zihniyetlerden biri de budur.

Bugün tecrübelerle öğrenilmiş gerçeklerden biri olarak kabul edilmektedir ki, gelenekler saçma bile olsalar, toplum hayatından kolay kolay sökülüp uzaklaştırılamamaktadırlar. Bazen geleneklerin direnişi, fikirlerin mukavemetinden daha uzun ömürlü olmakta, düşünce tarzını değiştirmiş olmasına rağmen, bir çok kimse geleneğin gereğini yerine getirmeye devam etmektedir.”[115]

Psikopatolojik olgular içinde önemli bir yer tutan sebep­siz, mantıksız korkulardan biri olan ‘yenilik fobisi’ (neofobi), yaşlılarda bir demans (bunama) belirtisi olarak görülürken; kendini yenilemeyi beceremeyen, çürümüş, içi geçmiş, yaş­lanmış toplumlarda, eskiye taparcasına bağlanma ve yeni fikir ve inançlara karşı da aşırı bir direnişe sebep olur.

Şirk sistemlerinin sahipleri ise, çıkarcı düzenlerinin devamı için, bu psikolojiden istifade ederler.

Tek ilah inancı olan Tevhid inancıyla savaşıp nefislerini tanrılaştırarak toplumu yönetmeyi hep kendi tekellerinde bir hak olarak görenler, insanların bu zaaflarına hitap ederek, onları Tevhid inancına karşı tahrik etmişlerdir. Firavunlar ve onların yolundan gidenler; “O peygamberler sizi atalarınızın dininden vazgeçirecek” diyerek insanları korkutuyor ve kendi­lerine bağlıyorlardı.

Bu psikoloji sonucu, insanlar tapmakta oldukları putları terk etmekle kendilerine birçok bela ve musibetlerin isabet edeceğini sanıyor. Böyle bir inanç, putlarda ilahi (olağan üstü) bir gücün var olduğuna inanmalarından kaynaklanıyordu. Nuh kavminin ileri gelenleri; “Sakın ilahlarınızı bırakmayın” diyor­lardı.[116] İnsanların ilahlardan bir zarar ve musibet ge­leceğine inandırılarak sahte ilahlara sığınmalarına karşılık, Kur’an; “O sabredenler kendilerine bir bela geldiği zaman, ‘Biz Allah’ın kullarıyız, O’na döneceğiz derler’.[117]

Zarar ve musibetleri bir nesneden bilmek ve ona sığın­mak; yalvararak hoş görünerek zararlarından kurtulacağını ummak insanları zillete mahkûm eden bir kısırdöngüyü oluş­turur.

Kitleler, dinlerini yalnızca kalıplaşmış geleneklerden ibaret zannederek şuursuzca tekrar edip dururken, sadece geleneksel değil, şuurlu bir tarzda inanmayı ve yaşamayı teklif edenlere karşı da, Firavunca metotlar uygulayanlar, aynı ‘neofobik reaksiyon’ oluşturularak elde tutulur. Statükocular (mevcut düzenin değişmesini istemeyenler) toplumu, yenileş­me ve gelişmelere karşı tahrik etmekten çekinmezler. Buna, mevcut uyuşuk halin devamından çıkarı olanların desteği de katılınca yeni bir inanca karşı reaksiyon gösterilmesi, toplu­mun önemli bir kesimini toplumsal bir ‘histeri’ gibi sarar. Bütün bu tahrik ve dayatmaları yapanlar, bunu, milletin birliği ve vatanın bölünmez bütünlüğü’ gibi hemen herkesin hassas olduğu bir amaç için yaptıklarını söyleyerek herkesi susturma yoluna giderler. [118]

 

 

 

Tavsiye Edilen Korku

Korkunun buraya kadar ele aldığımız yönü kaçınılması ve yüreklerde barındırılmaması gereken kısmı iken, şimdi ir­deleyeceğimiz boyutu ise insanın duygu ve düşünce dünyasına bütünlük kazandıran sağlıklı bir ruh hali için gerekli ve koruyucu bir fonksiyona sahip.

Buradaki korkunun kaynağı Allah sevgisine layık ola­mama endişesidir. Ve daha çok takva kelimesi ile ifade edilir.

“İnsan ruhunun yücelişi, yüce Yaratıcı ile sevgi müna­sebeti kurma yoluyla gerçekleşebilir. İlahi muhabbetin yanında, dini hayatın üstün yönünü ifade eden “takva”, sadece ‘korkmak’ değil, ‘Allah sevgisine engel olacak şeylerden ken­dini korumak’ tarzında da anlaşılmalı. Çünkü bu kelimenin kökünde, ‘endişe edilen şeylerden nefsi korumak’ gibi bir söz­lük anlam bulunur.

Buna göre takva, Allah ile kul arasında bir sevgi ve dost­luğun oluşup devam etmesi esasına bağlıdır. Bu sebeple Kur’an’da; “Allah, muttakilerin dostudur,”[119] buyurulmuştur.

Allah Teala, beşer için hem kurtarıcı ve yardım edici, hem de sevgi ve saygı duyulan bir varlık olarak tecelli eder.”[120]

Dolayısıyla buradaki korku; saygı ve sevgi dolu bir kor­kudur. Sevdiğinin sevgisini kaybetme, gözden düşme korkusu.

Allah’tan korkmayı kendine yediremeyenler ise nefsini tanrılaştıranlar yani “büyüklenen”lerdir.

Ayet; “Ve ona, ‘Allah’tan kork’ denilince, kendisini günah ile bir izzet’i nefis yakalar. İşte ona cehennem yeter.”[121] buyuruyor. [122] Böyleleri; “Sırf Allah korkusunu, Allah’tan utanmayı, Allah’ın gazabından sakınmayı hatırlat­mak için “Allah’tan kork!” denildiğinde, böyle söylenmesine kızarlar, kibirlenirler., kendilerini bir azamet kaplar.. Günahkarlığıyla, hatalarıyla, suçlarıyla izzetlenir.. Hakikate karşı gelirler.. Dıştan hayırlı, ihlaslı, iyilik sever, feragat ve hayır sahibi (!) olarak görünseler bile.! [123]

 

“Hesap Günü”nden Korkmak

Tek ilaha inananların davranışlarında etkili hususların belki başta geleni ‘hesap günü’ inancıdır.

Düşünsünler ve hakkıyla korksunlar diye, rahmet kitabı Kur’an, insanları, geleceğinde şüphe bulunmayan o günden sakınmaya çağırıyor. O müthiş gün! Hesap günü, Ayırım gü­nü, Ceza günü!.

O gün ki, kimsenin kimseye (Allah dilemedikçe) yardı­mının dokunmayacağı. Hiçbir servetin yarar sağlamayacağı, kaçınılmaz olan o müthiş an. Kur’an’ın, inanlara “korkun” de­diği hesap günü, yargı günü. Herkesin tutanaklarının ortaya konduğu gün. [124] Büyük mahkemenin kurulacağı gün.. [125]

Allah’ın adaleti o gün tecelli edecektir. Bundan kaçış yoktur.

“Her insan ölümü tadacaktır. Kıyamet günü yaptıklarını­zın karşılığı size tastamam verilecektir.” [126]

O gün ne malın, ne çocukların faydası vardır;

Fayda verecek olan şey temiz bir kalpdir.” [127]

“O gün herkese kazandığının karşılığı verilir, kimseye zulmedilmez.” [128]

“O gün, (kişi) kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün bir takım yüzler aydınlıktır; gülmekte ve sevinmektedirler. O gün bir takım yüz­ler de tozlanmış ve onları karanlık bürümüştür. İşte bunlar inkarcı olanlar, Allah’ın buyruğundan çıkanlardır.” [129]

“O gün bir kısım insanların pişmanlık günüdür. Onlar, Yüzleri ateşte çevrildiği gün; “Keşke Allah’a itaat etseydik”, derler.”[130]

“Allah’a döneceğiniz ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının kendisine eksiksiz verileceği günden korkunuz.” [131]

“O gün Allah onlara seslenir; ‘Benim ortağım olduklarını iddia ettikleriniz nerededirler?’ der.” [132]

Kur’an, ‘sakınanlar’a ise, bu müthiş gün için korkusuzluğu müjdeliyor;

“Haberiniz olsun, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar. Onlar Allah’a, Allah’ın belirttiği biçimde inanmışlar ve O’na karşı gelmekten kesinlikle kaçın­mışlardır”. [133]

İşte bu kimseler için ‘O Büyük Gün’ ödül günüdür. Çünkü, onlar sadece Allah’tan korkan­lardır.

“Rabb’inin makamından korkan kimseye iki cennet var­dır”. [134]

“İman edip de amal-i salih işle­yenleri, elbette onları, cennette altından ırmaklar akan köşk­lere yerleştireceğiz. Onlar orada ebedi kalacaklardır. (Böyle) amel edenlerin mükafatı ne güzeldir. Ki onlar sabredip yalnız Rablerine tevekkül edenlerdir.”[135]

Bir de bu yüksek karşılıktan daha büyük olan Allah’ın rızasını kazanmış olmaktır.

“Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır”.

Çünkü bütün isteklerin en üstünü, bütün lezzetlerin en yükseği olan Allah’ın rızasına erişmek; razı olmuş olarak ve ‘razı olunmuşlar’ makamına ermişlerden olmak. İşte bu başa­rının tek sebebi ve hikmeti Allah korkusunu duymaktır. Bu, haşyet ve tazim ile sevgi neticesi olan saygı manasına bir korkudur. Bu hal, mutlak güzele layık, ihsana yaklaştıracak yüksek bir aşk heyecanı uyandıran güzel bir ruh halidir.

Bir hadislerinde Peygamberimiz; “Hikmet’in başı Allah korkusudur”, buyuruyor. Bu korkunun derecesi de ilim ve marifetin derecesi ile orantılıdır. Bundan dolayı ayette; “Kulları içinde ancak alimler Allah’tan gereğince korkarlar.” [136] denirken, melekler için de; “Onun (Allah’ın) korku­sundan titrerler” buyurulur. [137]

Yine bir hadisi şeriflerinde Resulüllah; “Allah’ı en çok tanıyanınız, Allah’tan en çok korkanınızdır. Ben ise O’ndan en çok korkanınızım.” diyor.[138]

Bu korku O’na, tek ilaha olan saygıdandır ve O’nun rızası içindir.

“(Öyle takva sahipleri) ki onlar, tenhada da Rablerine candan saygı gösterirler. Onlar kıyametten korkanlardır.”[139]

İnsanların dosdoğru olmalarını, öylece hak üzere sebat etmelerini, azıtıp sapmamalarını sağlayan faktörlerin başında, bu korkunun geldiği anlaşılıyor.

“Onlar ki Allah’ın ulaştırılmasını (idame ve riayet edilmesini-sürdürülmesi ve gözetilmesini) emrettiği şeyi ulaştırır­lar. (Ona riayet ederler) Rablerinden korkarlar, (bilhassa) kötü hesaptan endişe ederler..”[140]

Kur’an’ın da ancak böyle kimseler için bir öğüt olduğu ifade ediliyor.

“Biz Kur’an’ı sana zahmet çekesin diye değil, ancak (Allah’tan) korkacak kimselere bir öğüt ve yerle, o yüce yüce

gökleri yaratanın tedricen indirdiği bir (kitap) olmak üzere indirdik.”[141]

Sevgiye dayalı Allah korkusu sağlam bilgi ile destek­lenince de, şirke yöneltecek önemli sebeplerden biri giderilmiş oluyor.

Ne sevgide ne de korkuda alemlerin Rabb’ine eş olacak hiçbir şey yoktur.

“Hakikaten Rabb’ini büyük tanıyıp (onun korkusuyla) rikkate gelenler (titreyenler) Rabb’inin ayetlerine iman etmek­te sebat gösterenler.. Rablerine eş tutmazlar onlar.”[142]

Onlar yalnızca Allah ve Resulüne itaat ederler. Onları, Allah’a isyan edene itaat etmeye hiçbir kuvvet mecbur ede­mez, onlardaki Allah korkusu ve sevgisi buna manidir. Çünkü onlar dünyevi ve uhrevi kurtuluşu bunda görürler.

“Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, Allah’tan korkarsa, O’ndan sakınırsa, kurtuluşu bulanlar da ta kendileridir.”[143]

İnanç böyle olunca hiçbir fani ve beşeri gücün önemi yoktur. Tek ilah olarak Allah’ı kabul edenler, iki korku arasında, yani Allah korkusu ile beşer korkusu arasında kalınca tercihleri Allah korkusu yönündedir. Onlar Allah’ın her an kendileri ile beraber olduğunu bilir ve O’nun hükmüne rağmen korkutmaya ve yanlış iş yaptırmaya çalışanlardan değil kork­mak, onlara karşı da kendilerini öncelikle tebliğle görevli bilirler.

Ayetler bunu emreder. Velev ki Firavun karşısında olun­sa bile;

“Firavun’a gidin. Çünkü o hakikaten çok azdı. (Gidin de) Ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler, yahut (Allah’tan) korkar. Dediler ki; ‘Ey Rabbimiz! Doğrusu onun bize karşı aşırı gitmesinden yahut tuğyanını artırmasından en­dişe ediyoruz”. Buyurdu; “Korkmayın! Çünkü, ben sizinle beraberim. Ben (her şeyi) işitirim, görürüm.”[144]

“Allah’tan yüz çeviren kuvvetlerle mücahede ve müca­dele etmek gerekir. Bu dalalet (sapık) kuvvetin büyüklüğü, azgınlığı Müslümanı korkutamaz. Çünkü onlar zaten kendile­rini var eden Allah’ın kudretini kabul etmekten uzaklaşınca hakiki kuvvetini kaybetmiş olurlar. Bu, alev saçan büyük bir yıldızdan kopan parçanın sönüp soğuması, ziyasını ve hara­retini kaybetmesi gibidir.

Böyle bir inanışa erişmiş kişinin sindirilmesi, susturul­ması, zapt edilmesi öyle kolayca mümkün olmaz. Bu kişi ye­nilmezlik duygusu içindedir; her hal-ü karda galip olduğuna inanır. O, karşısındaki bütün beşeri sistemlerin geçici olduğu­na, yıkılmaya, yok olmaya mahkûm olduğuna inanır. Onun için azlık da, çokluk da önemli değildir. Ayette; “Nice az bir kitle vardır ki, Allah’ın izni ile bir çok topluluğu yenmiştir”, buyuruluyor.

“Tabiat kuvvetlerine gelince, müslüman bütün kuvvet­lerin yaratıcısının Allah olduğuna, bunların hepsinin bir sırra binaen yaratıldığına ve mukadder hedefe, bu kuvvetlerin bir­biri ile yardımlaşması sonucu gidileceğine inanır. Bilir ki, bu kuvvetleri kendisinin hakimiyetine veren, onun sırlarını keş­fedip, kanunlarına vakıf olmaya muvaffak kılan ancak Allahü Tealadır. Ayette; Allah, “Göklerde ve yerde bulunanların hep­sini size musahhar kıldı”, buyuruyor.” [145] Müslüman, bu güç­leri tanımak, onlardan istifade etmek ve tedbirli olmakla gö­revli olduğunu ve şükredici konumda bulunması gerektiğini unutmaz. [146]

 

 

 

Kaybetme Korkusunun İlacı: Allah İçin Vermek.

Rahatsız edici ve saptırıcı bir duygu olması hasebiyle önemli bir problem olan kaybetme korkusunun bir devası olmalıdır.

Bin bir zahmetle biriktirilenlerin her an kaybedilmesi korkusu, sahip olduklarının hepsini bırakıp bu dünyadan git­mek mecburiyeti, ölüm gerçeği., bütün bunlar insan için kolay kabul edilecek ve kulak arkası edilebilecek cinsten gerçekler gibi görünmüyor..

Kazanılan her şey burada kalırken, hiçbir şey götüremeden gitmenin dayanılmazlığı! Biriktirirken zahmet, muhafaza ederken endişe ve korku, bırakıp giderken mahzun olma, ayrılınca da yakıcı bir hasretin kaçınılmazlığı bu fani hayatın dramı!

Bütün bunların önüne geçecek tek çare ne olabilir? İnsanoğlunun huzur içinde yaşaması ve bu hayattan göçüp giderken gözünün arkada kalmaması ne ile mümkündür?

Kur’an inananlar için, bu problemin çözümünü veriyor:

Allah yolunda, Allah için verenlerin mahzun olmayacağı, onlar için korkunun da olmadığı bildiriliyor. Onun gösterdiği yolda verilen her kuruşun asla zayi olmayacağı, teminat altına alındığı; kaybetme korkusuna yer bulunmadığı vurgulanıyor.

Çünkü veren kişi tek ilah olarak inandığı Rabb’ine, güzel borç (Karz-ı Hasen) vermiştir. Verdiklerini alma, kabul etme durumunda olan insanlara karşı da, böyle bir kutsal ve büyük bir kazanca vesile oldukları için teşekkür ve minnet duyusu içindedir.

İnanmayan bir kişinin, malının elinden alınacağı endişe­sine karşılık, mal ve parasından almayı kabul eden muhtaç kişilere karşı şükran hisleri içinde olmak!. Ne etkin bir inanış! Birinde huzursuzluk ve endişe ile sıkan ve cimrileştiren korkunç duygu birikimine karşılık, berikinde, cömertleştiren hu­zur ve mutluluk bahşeden rahatlık.!

“Verilen her sadaka Allahü Teala’ya verilmiş bir karzdır (borç). Şüphesiz ki, Allahü Zülcelal onların karşılığını kat kat fazlası ile verir. Bunun karşılığında sadakayı alan muhtaç kişi de, Allahü Teala’nın kat kat ihsan etmesi için mal sahibine bir vasıtadır..

Veren kişi, Allah yoluna, yine Allah’ın malını vermişse mutlaka bunun karşılığını Allah’ın indi ilahisinde görecektir.. Onlar ne dünyada infak ettikleri şeylerden ötürü mahzun olur­lar, ne de ahrette vasıl olacakları neticeden dolayı.”[147]

İşte bu, mal ve mülkün esir edici sahte Hanlığından kurtu­lup, tek ilaha sığınma ve onun garantisiyle ruhların hürriyete kavuşmasıdır! Artık korku ve endişeden eser kalmamıştır. As­lında canını bile Allah için vermeye hazır olan kimse için artık neyin korkusu olabilir ki!

Bunun aksi olan hal, ruhlar için çekilmez bir haldir.

Malını, servetini ilah edinmiş ve böylece onun esiri ol­muş ‘ruhlar’ ise bilirler ki, bir gün, ‘beden’ kendilerini taşıya­maz olup da ‘ceset’ diye isimlendirildiği anda, ‘nefs’in bir türlü kopmak istemediği şeylerin hepsinden koparılacak ve üstelik bir de bütün bunların hesabını verecektir. Başına gelecek olanları hisseden ruh, kendini ifade tarzı olan; tatminsizlik, keder hissi, huzursuzluk, endişe, sıkıntı, korku gibi hallerin ilacı; ‘sonraki hayat’a inananlar için, eldekileri; gidilmesi mukadder ve mü’min için bir müjdeli hayat olan, ebedi hayata aktarmaktır; ki bu, kişinin Rabb’inin vadine olan inancında samimi ve ciddi olduğunun da önemli bir delili ve göstergesidir. [148]

 

 

Tanrı Korkusu Üzerine Kurulu Yanlış Otorite Benimsemesi

Şirkin Çocuklukta Atılan Temelleri

Tanrı fikrî, toplumun önemli bir kesiminde, çocuklara öncelikle bir dini eğitim konusu olarak verilmez. Çocuklar bu fikirle, okul öncesi dönemde, daha çok anneleri tarafından tanıştırılır. Ve bu, çoğunlukla da korku üzerine kurulu yanlış otorite benimsemesi şeklinde olur.

Esas amacı çocuk üzerinde otorite kurmak ve kendini saydırmak olan anne, amacına ulaşmak için; ‘öcü’ veya babasına söylemeyle başlattığı tehdidini tanrı ile korkutmaya kadar vardırır. “O’nu yapma”, “Şunu yeme”, “Bunu elleme”; “Allah seni çarpar, yakar, öldürür”, “Allah gözlerini kör etsin”. “Allah seni kahretsin”, “Cehennemde yanarsın” gibi tehditler, Tanrı ile ilgili ilk telkinlerdir. Bunlar çocuğun gözünde Tanrı ile öcüyü eş anlamlı hale getirir.

Bununla, esas amacı kendisini çocuğa saydırmak olan anne, çocuğun ruhsal yapısı üzerinde ne derece tahribatta bu­lunduğunun farkında bile değildir. Öyle bir şartlanma oluşur ki; Allah kelimesi Cehennemle birlikte bir çok kötülükleri çağrıştırır ve her anıldığında kişiye stres yükler. İnsanların ek­seriyetinin dinden, Kur’an’dan, Allah’tan bahsedildiğinde sıkıl­maları ve huzursuz olmalarının ardında, nefsinin ve Şeytan’ın telkinleri yanında bu tarz oluşmuş Tanrı figürünün şuur altına yer etmiş olmasının da önemli bir etkisi olsa gerek. Kişi, şuur dışı, sebebini izah edemediği bir sıkıntı ve korku hissinin ra­hatsız edici etkisiyle konu değiştirmek ister. Sevgi dolu olsa böyle mi olurdu!

“Cehennem, kurtuluşu kaçışı olmayan, ana babanın elinin eremeyeceği kadar uzakta ve bir çocuğun hayal edebileceği korkuların en büyüğünü yaratabilecek niteliktedir.”[149]

Bu tarz telkinler, kişinin zihninde ölümü de asla kabulle­nemeyecek bir konuma sokar

Bu şekilde kokutulan çocuklar için ölüm, bırakılmışlığın ve yalnızlığın sembolüdür.

Tehdit edici tekinler, çocuğun ruhsal yapısı üzerinde ür­kütücü, korkutucu ve nefret duyguları uyandırıcı bir sonucu ortaya çıkarır. Çocuk, en müsait çağında olumlu bir tanrı fikri ile tanışması gerekirken, tam tersi bir şekilde yıkan, yakan, azap eden, ürkütücü, soğutucu ve olumsuz bir tanrı imajı ile karşı karşıyadır.

Halbuki Tanrı, öncelikle ‘çok seven ve sevilen’ (Vedud) olduğuna göre ve telkinlerin de bu yönde yapılması gerekirdi. Çünkü, O, sevmeseydi yaratmazdı; kimse tanrıyı istemediğini yapmaya mecbur edemeyeceğine göre..! Daha baştan yaratıp vücut vermekle ve bahşettiği nice nimetlerle, lütufkar olduğu anlatılması gereken Yüce Tanrı yerine; sevimsiz, ürküten, kor­kutan, kaçınılması gereken, kötülük yapmak ve cezalandırmak için fırsat kollayan bir korkunç Tanrı telkini, kişide; yanlış otorite benimsemesine yol açılır ki, bu da; kişinin hayatı boyunca taşımakta zorluk çekeceği psikolojik bir yüktür. Ve pek çok olumsuzluklara temel teşkil edecek niteliktedir.

Böyle bir otorite benimsemesine maruz kalmış çocuk ileride, birbirinden farklı normal dışı birçok davranışları sergi­lemeye namzettir.

Zihni, otoriteye karşı ürkütücü telkinlerle dolu kişilerin bir kısmı, bütün otoriteler karşısında çekingen, pasif ve ürkek bir davranış sergiler. Toplumda, genel bir tavır halinde gözle­nen ürkekliğin ve ‘sorgulamadan itaat etme’ kültürünün teme­lini teşkil eden sebeplerden biri ve belki başta geleni bu psikolojik özellikler olsa gerektir.

Yanlış otorite benimsemesi bu kimselerin bazılarında hak ve adaletten uzak bir yaltaklanma ile otoritenin hışmından ve zararlarından korunma yolunu tercih etmeye sebep olur.

Yetenekçe müsait olanlar ise, bu şuur altı birikim ile, bütün otoritelere karşı negatif bir tutum içine girer. Mesela böyle bir genç, anne-babasından öğretmenine, amirinden tan­rısına kadar, otoriteyi temsil ve ifade eden her makama karşı dik kafalı, isyankar bir tavır sergilemeye meyillidir. Bunlardan bir kısmı okul otoritesine karşı çetelere girerken, bazıları da toplumun geleneksel kültür örgüsüne ve toplumsal otoritelere karşı antısosyal (topluma karşı zıt) gruplara katılarak isyankar duygularını tatmin etmenin yolunu bulurlar. Bu tavrın en üst ifadesi de terörist örgütlere katılarak topluma ve yasal düzenlere karşı savaşmaktır.

Geliştirilebilecek bir başka davranış ise korkutucu tanrı figürünün meydana getirdiği anksiyete karşısında negasyon (inkar) mekanizmasını kullanmak. Tanrıyı yok farz ederek, cezalandırılma korkusunun meydana getireceği sıkıntı ve nahoş duygulardan kurtulma yolunu seçmek, ateist olmaktır. Korkuya dayalı sevgisiz otorite benimsemesi sonucu geli­şebilecek bir diğer tavır da, sıkıcı tanrı imajı karşısında bir başka objeye sığınma şeklinde görülür. Sığınılacak yer sevgi ve dostluk objesi olmalıdır. Bu, kişiye sevgi gösteren her han­gi bir şahıs, bir sevgili hatta bir genel kadın olabileceği gibi; cinselliğin, sıra dışı gençlik akımlarının, uyuşturucu kullanmının ya da ‘uç’ inançların öne çıkarıldığı bir cemaat, tarikat, örgüt ve toplum dışı sapık bir grup da olabilir. Kişiliği tama­men pasifıze eden bu sığınma olgusu, şahsın sığındığı yeri ya da objeyi hayatı pahasına müdafaa ettirir. Onsuz hayatın asla düşünülemeyeceği bir haleti ruhiye oluşturur. Bu ise nihai tahlilde ‘sığınılan’ı ilah edinmekten başka bir şey değildir.

Eğer kişinin kafasında asla inkar edemeyeceği ve savaşamayacağı ölçüde güçlü bir tanrı fikri oluşmuşsa, o zaman buna karşı geliştirilebilecek bir olumsuz tavır da, ceza­landırıcı, korkunç ama çok güçlü ve reddi mümkün olmayan tanrıya karşı kendisine yardım edecek; kendisini, bu tanrının elinden kurtaracak bir yardımcı, aracı olacak ilahını arar. Bu yardımcı tanrı, bazen bir put, bazen bir sahte şeyh hatta pey­gamber olabilir. Putuna, liderine, şeyhine ya da peygamberine bir kurtarıcı olarak sarılan kişi, böylece kafasında kendini sürekli rahatsız eden korkunç tanrının hıncından ve gaza­bından, onlar tarafından kurtarılacağına inanarak rahatlar.

Sağlıklı bir sevgi üzerine kurulmuş otorite benimsemesi olmadığı için, peygamberler dahil tüm şefaat edicilerin yar­dımlarının ancak sevgi dolu Tanrı’nın sonsuz rahmetiyle ve çok merhametli Tanrı’nın izni ile olabileceğini akla bile geti­rilemez.

Tanrı’nın cezalandırmasından kurtaracak; o hınç dolu tan­rı ile aralarını düzeltecek, barıştıracak bir vasıta, aracı ve yar­dımcı bulduğuna inanan kimseyi koruyucu, yardımcı tanrıla­rından soğutmak ya da koparmak öyle kolayca mümkün ol­maz. Çünkü onlardan ayrılmak, ‘korkunç tann’nın gazabı ile doğrudan karşılaşmak demektir ki, bunu hayal etmek bile zor­dur. Ancak büyük ölçüde şok etkisi yapacak olayların mey­dana getireceği değişimler büyüyü bozup, kopmaları sağlaya­bilir. Ama kişi yine de sevgi ve merhamet dolu olumlu bir Tanrı anlayışına varamaz ise başka sığınacak tanrılar arar. Bu yeni tanrı bir başka kurtarıcı lider, sahte şeyh ve bir sevgili olabileceği gibi içki ve her nevi uyuşturucu madde de olabilir. [150]

 

 

Zihinsel Putlar

Hayatın “Olmazsa Olmazları”

İnsanoğlu, çocukluktan beri sevgi ve korku üzerine ya­pılan telkinlerle pek çok “olmazsa olmaz” putlarının cenderesi altına girer.

Kendi varlığını birinin ya da bir şeyin var oluşuna bağ­lamak; onsuz hayatı anlamsız ve çekilmez olarak görmek.. Yokluğuna tahammül edememek. Onu, o şeyi kendisi için ha­yatın şartı, ‘olmazsa olmazı’ olarak görmek ilah edinmenin bir başka boyutu.

Birçok kimse için; iş, eş, para, mal, mevki, meslek, meş­rep, şeyh, başkan, lider, grup, doktrin, ideolojik tercih vs. ya­şamın “olmazsa olmazlarını” oluşturur. Bu ve benzeri şeyler, kişi için; iyilik, mutluluk ve kurtuluş şartı ve hayatın vazge­çilmezleri olarak görülüyorsa sanıldığından da önemli bir psi­kolojik problemle karşı karşıyayız demektir.

Fert için bağlılık hissedilen kadın, sevgili, eş; sahip olu­nan iş, makam, mevki, rütbe, mal, servet., kaybedildiğinde yokluğu hayatın sona ermesiyle, ölümle eş görülüyorsa.. Ve belki dayanamayıp intihar bile göze almıyorsa..! Mesleğini, meşrebini, grubunu, cemaatini, partisini., bir şarkıcıyı, sanat­çıyı; şeyhini, başkanını, liderini vazgeçilmez, kurtarıcı ve iyiliklerin kendi başına kaynağı olarak görüyor ve onu, her­kesin muhtaç olduğu, her şeyin üstünde kimse ve nesne olarak düşünüyor, görüyor ve onsuz iyiliklerin asla söz konusu olmayacağını zihnine yerleştiriyorsa, burada bir ilahlaştırma söz konusudur.

Doktrin ve ideolojileri ve bu ideolojileri temsil eden kişi­leri, kendisi için tartışılmaz, erişilmez, eleştirilmez, değişmez ve vazgeçilemez olarak algılamakta da yine ilah edinme anla­mında bir problemli bağlılık vardır. Asla vazgeçilmez olan, hayatın onsuz devamının göze alınamayacağı; hayatta kalma­nın ve iyiliklerin ancak onlarla kaim olacağı düşüncesi, her şahıs için, kendine has zihinsel putlar olur. Bunlar, hayatı yönlendiren ve kişinin düşünce ve duygu dünyasına nüfuz etmeyi zorlaştıran önemli faktörlerdir. Tek İlah’a ulaşmada aşılması en zor olan engeller de bunlar olsa gerektir.

Bir kadına bir ömür boyu köle olup sömürülenler, beyaz atlı prensin hayali ile yanıp kavrularak ömür tüketenler!..

Hayatını bir kurtarıcıya vakfeden, onun için canlı bomba olmayı bile göze alan, bir lider için gözünü kırpmadan ateşe atılanlar., bir laik doktrin uğruna kendini yiyip bitirenler.!

Ömrünü işine, şirketine adayan ve günün birinde işler ters gitti diye hayatına son verenler!. Her şeyi yaratan ve her şeye kaadir olan Kudreti, bir vakit bile aklına getirmeyip, ruhlarını putlaştırdıklarına köle edenler!

Başkanlığını, liderliğini, mevkiini hayatı pahasına elde tutmaya çalışanlar.. Koltuğunu elinden alacaklar diye paranoid hezeyanlara kapılarak, herkesi kendisine düşman olmakla, hainlikle ve bölücülükle suçlayanlar.!

Engellemeler ve kayıplar karşısında büyük sıkıntılara giren; anksiyeteden, depresyona ve intiharlara sürüklenen, ma­kam ve rütbesini kaybetmeye bir de karısını kaybetme ekle­nince kafasına kurşun sıkanlar.. “Onsuz”luğu asla düşünemeyen ya da yok olmakla eş sayan “olmazsa olmazlarının kö­leleri.. Şirk psikolojisinin girdabında şuursuzca bocalamanın zavallılığını iliklerine kadar yaşayanlar.!

Tek “vazgeçilmez” olanın, bir Allah olduğu şuuruna varamayışın, kurtuluşu ve mutluluğu Allah’tan başkasında ara­yıp, kurtarıcılara köle oluşun cezası., ruhların esaretinin ifa­desi..

Kurtarıcısından kurtarılmaya muhtaç hale düşmenin za­vallılığı.! İlahlar edinmenin en trajik yönü de bu olsa gerek! [151]

 

 

“Sevgi” Duygusu Ve “Şirk”

Ruhları şirke yönlendiren başat duygulardan biri de sevgi.. Layık olana, layık olduğu kadarı ile yönlendirilmesi gereken, aksi halde insanı birine köle yapan duygu.

Herhangi birine ya da bir şeylere karşı aşırı sevgi besle­menin kişiyi ilah edinmeye götürebileceği konusunda İslam bilginlerinin hemfikir olduğu görülüyor.

“Herhangi bir şeyi, Allah’ı sever gibi sevip onların arzu­larına, emirlerine ve yasaklarına itaat etmek, onları Allah’a denkler tutmak demektir. Açıkça söylemeseler bile birtakımla­rını, Allah’ı sever gibi sevenler, velinimet tanıyanlar, onların sevgi, emir ve isteklerini hareket prensibi edinirler. Allah’ın rızasını düşünmeden, onların rızasını elde etmeye çalışanlar onları kendilerine ilah seçmişlerdir.

Servet, kudret, mevki, güzellik., insanların ümitlerine sebep olan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar gibi uğurla­rında her şeyi göze aldıran nice kimseler, nice nesneler vardır. Yunan, Roma, Avrupa medeniyet ve edebiyatında, böyle mu­habbet tanrılarının haddi hesabı yoktur. Zamana göre, bu his­sin çeşitli şekilleri ortaya çıkar..

Allah’ın melekleri, nebi ve velileri gibi değerli kullarını severken de, bir sınırda durmasını bilmelidir. Zira Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmek farklıdır.. Hıristiyanların Hz. İsa (as.) hakkında yaptığı gibi olmamalıdır.

Mü’minlerin ise Allah’a muhabbeti, her şeyden ziyade, o müşriklerin taptıklarına benzer sevgilerinden daha şiddetli ve kuvvetlidir. Mü’min her zaman Allah’a yönelir. Müşrik bir puta tapar, hevesine göre durmadan tanrı değiştirir; çok darda kalınca Allah’ı hatırlar.”[152]

“Şüphesiz ki, müminler Allah’ı sevdikleri kadar hiç bir şeyi sevmezler. Ne kendilerini, ne de başkalarını., ne şahısları, ne değerleri, ne alametleri, ne de insanları peşine takan şu yeryüzü kıymetlerinden herhangi birisini.!

Allah sevgisi en büyük sevgidir. Her türlü kayıt ve ölçü­nün üstünde, mutlak bir sevgi. Başkalarına karşı beslenen bü­tün sevgilerin fevkinde Allah sevgisi!

O’na kalpten bağlanmak..bu bağ ruhta meydana gelen cezbeyle, dostluk ve yakınlık bağıdır.” [153]

Kişi bu ilahi sevgiyle başka tanrıları reddedip Rabb’ine bağlanır ve onun rızasına uygun hareket ederse, Rabb’i de onu sevdiği kimselere sevdirir.

“Hakikat şu ki, iman eden ve ameli salih işleyenlere, Rahman bir sevgi verecek, onları gönüllere sevdirecektir.”[154] Allah, sevdiği kulu için sevgi yaratacak; gönüller onun için sevgi ile dolacak.. Bu, insan için ne büyük bir mutluluk!

Allah’tan başkasını ilah edinircesine sevenlerin ise ruhla­rını büyük bir pişmanlığın beklediği Kur’an’da şöyle haber ve­riliyor:

“İnsanlardan kimi de, Allah’tan başka şeyleri O’na eş tutuyorlar da, onları, Allah’ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. O zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının gerçekten çok şiddetli olduğunu anlasalar­dı!” [155]

“O zaman kendilerine uyulan kimseler, azabı görerek kendilerine uyanlardan kaçıp uzaklaşmışlar ve aralarındaki bütün bağlar parça parça kopmuştur.” [156]

“Onlara uyanlar da şöyle demektedirler; Ah, bizim için dünyaya bir dönüş olsaydı da, onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!’ İşte böylece Allah onlara bütün amellerini, üzerlerine yığılmış hasretler halinde göstere­cektir. Onlar bu ateşten çıkacak değillerdir.” [157]

Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayetleri sevgi ve ilah edinme bağlamında şöyle açıklıyor:

“Allah’ın birliği ve kudreti bu kadar açık ve parlakken buna karşı insanlardan bazıları vardır ki, Allah’a karşı denkler, benzerler tutarlar, onları, Allah’ı sever gibi severler. Onların emirlerine, yasaklarına, arzularına itaat ederler de böylece Allah’a isyan içinde sayılırlar.

Şüphe yok ki, böyle yapmak, gerek Allah’ı inkar ederek olsun ve gerekse olmasın, ilahlık manasında, onları Allah’a or­tak yapmaktır. Bunların bir kısmı, bunlara açıktan açığa ilah, mabud adını vermekten çekinmezler. Onlara “Rabb’imiz, tan­rımız” derler. Hatta ilahlarının doğması ve doğurması görüşü­nü benimseyerek onlara aynı cinsten, mabut derecesinde oğullar, kızlar tasavvur edip yakıştırırlar. Diğer bir kısmı da açığa vurmadan aynı şeyi yaparlar. Onları, Allah’ı sever gibi sever­ler, onları nimet sahibi olarak tanırlar. Onların sevgisini, hareketlerinin başı kabul ederler. Allah’a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızasını düşünmeden onların rızalarını elde etmeye çalışırlar. Allah’a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.

Ayetler bize gösteriyor ki, ilah edinme için, “son derece sevgi” bir esastır. Ve mabud, “en yüksek seviyede sevilen” şeydir. Böyle son derece sevilen şeyler; ne olursa olsun, ma­bud edinilmiş olur. Sevginin hükmü ise itaattir. Bunun için mabuda “son derece itaat” edilir.. İnsanlar tarafından bu de­rece sevgiyle mabud mertebesi verilerek Allah’a denk tutulan şeyler o kadar çeşitlidir ki; bir taştan, bir maden parçasından, bir ağaçtan tutun da gök cisimlerine, ruhlara, meleklere kadar.

Bunun içindir ki, tefsirciler; denk, benzer manasına gelen ‘endad’ı, Allah’a isyanda itaat ettikleri liderleri, başkanları ve büyükleri diye açıklamışlardır.

Gerçekten; servet, büyüklük, kuvvet, makam, itibar, gü­zellik ve kahramanlar gibi şeyleri Allah’ı sever gibi seven ve onlar uğrunda her şeyi göze alan nice kimseler vardır.. Her birinin gönlünde zaman zaman bir veya birkaç mahluk yer tutmuştur.. Onlara mabud muamelesi yaparlar. Onlara itaat et­mek için Allah’a isyan ederler; buna velileri ve peygamberleri mabud derecesine çıkaranlar da dahildir.

Bunun için Allah’ın velileri, peygamberleri ve melekleri gibi sevgili kullarını severken ayet-i kerimenin kapsamını iyi düşünmeli; sevgilerini, Allah sevgisi derecesine vardırmaktan kaçınmalıdır.. Allah’ı sevenler, Allah yolunda giden sevgili kullarını da severler. Allah için sevenler, bu sevgi ile Allah yolunda onlara, öncelikle de peygambere uyarlar.

“Ey Muhammedi de ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız ba­na tabi olunuz ki, Allah da sizi sevsin.” [158]

Bir müslüman; “Ben şahadet ederim ki, Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Yine şahadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve peygamberidir,” derken Allah’tan başka bütün mabudların hepsini reddedip, temiz bir kalp ile Hz.Muhammed’in, Allah’a kulluk ve peygamberlikle bağlılığını tasdik eder ve Allah için bu gerçeğe şahitliğini arz eder. Bu şahadette Allah’tan sonra Peygambere bir sevgi ilanı vardır. İman bu sevgi ile tamam olur. Allah sevgisi., yanında Hz.Muhammed sevgisi, Allah’a kulluğu ve peygamberliği cihetiyledir.”[159]

Tavsiye edilen, ruhlara huzur veren, yaratılıştaki gayeye uygun olan ve kurtuluşa götüren sevgi işte bu sevgidir.

“Buna karşılık velileri veya ruhlarını ya da melekleri onlara ilahlık payı verircesine sevmek, onları severken Allah’ı ve Allah’ın emirlerini unutmak, onlar adına kurbanlar kesmek, ayinler yapmak, onların isimlerini işlerin başı kabul etmek, şüphe yok ki, bir şirk ve küfürdür.

Üzülmekle beraber Müslümanlık adına da böyle batıl bir sevgi akidesine tutulan ve bununla dindarlık yapıyoruz zanne­den, birtakım gafil kimseler de ortaya çıkmıştır. Bunlar genel­likle din ilminin iyi tahsil edilmediği ve dini bilgilerin esası bilinmeden ağızdan ağza bir efsane gibi dolaştırıldığı cahillik devirlerinde ve cahil bölgelerde ortaya çıkagelmiştir. Çünkü, kulluk duygusu insanlarda yaratılıştan geldiği için, gerçek ve gelişmiş din ilmi kaybolunca insanlar, ilk cahiliye devrindeki efsanelerle gönlüne doğan acayip hevesler içinde ibadete kal­kışır, hurafelerle boğulur, giderler. Ölü veya diri, cansız veya canlı putlara bağlanırlar.”[160]

Kafir ve müşrikler, bu şekilde sevgi besledikleri mabudlarını sürekli değiştirirler. Onların mü’minler gibi devamlı bir sevgileri olamaz. Mü’minler Allah’a inandıkları için bütün sevgileri bizzat Allah’ta toplanmıştır. Allah’ın yarattıklarına olan sevgileri de bu başlangıç noktasından neş’et eder.. Sev­diklerini de ancak Allah için, Allah rızası için severler.”[161]

Bu, şirkten kurtuluşun önemli bir basamağıdır. Bunun dışında kalanlar, sevgileriyle kendilerine zulmederler.

“Allah’a eşler koşmak sureti ile haksızlık yapmış olanlar, yani Allah’a karşı başkalarını eş ve ortak tutup; onları Allah’ı sever gibi severek ve Allah’a karşılık bizzat kendilerine uyu­lacak varlıklar edinerek, emirlerine itaat etmek böylelikle Al­lah Teala’nın hakkı olan ilahlık sıfatına ve mabutluğuna baş­kalarını ortak etmek büyük zulümdür.

Ayette, “Şüphe yok ki şirk, büyük bir zulümdür”, buyuruluyor. [162]

Onlar, göklerin ve yerin yaratıcısı, kainat saltanatının mutlak hakimi olan Allah Teala’nın hakkına tecavüz etmek cüretinde bulunmuş olurlar..”[163]

İnsan; kendine hoş görünen şeyleri sevmeye meyillidir. “Mevzu ile ilgili ayet-i kerimelerden birinde; kadınlar, oğullar, tatminkar servetler, verimli topraklar, atlar, develer gibi yeryüzünün, insan nefsini lezzetleriyle memnun edecek şeyler zikrediliyor. Bunlar, ister bizatihi, ister sahiplerine bil­vasıta kazandırdıkları lezzetler itibariyle yeryüzündeki arzula­rın aslını teşkil etmektedir. Bunun karşısında ise öteki alemin lezzetleri ortaya konuyor. Altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve bütün bunların üstünde Allah’ın rızası.!

Şu ayetler ise, dünya lezzetlerinin ötesini görebilen ve kalbini Allah’a bağlayan kimseler içindir:

“Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlara, develer ve ekinlere muhterisane sevgi, insanlar için süslenip hoş göründü. Bunlar dünya hayatının metaıdır. Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır.” [164]

“De ki, ‘Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?’ Takvaya erenler için altından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada devamlı kalacaklardır. Tertemiz eşler ve Al­lah’ın rızası vardır. Ve Allah, kullarını hakkıyla görücüdür.” [165]

Eğer insanlar sevgi ve lütfün yaratıcısı ve kaynağı olan Allah’tan başka ilah ararlarsa onları bekleyen, geçici ve boş, anlamsız, sonu karanlık sevgilerdir.[166]

Ayette, bu sevgilerin tümüne sembol olacak bir sevgiden bahsediliyor. Bu ilginç ifade şöyle; “Ve kalplerine buzağı (sevgisi) yerleştirilmişti”. Tasvir gayet manidardır. Ayetteki “içirildi” kelimesi önemli..Buzağı sevgisi.! Bu sevgi kalple­rine içirilip dolduruldu. İşte bu, “içirildi” ifadesi ile şiddetli tekdirin ve gülünç bir hareketin müşahhas halde belirdiği görülüyor.”[167]

Allah’ı unutup da sevgisini yalnız, yaratılmışlara, bir gün mutlaka elden kayıp gidecek şeylere hasreden, sevgi duygu­sunu Allah’ın sevmediklerine hasredenler, “buzağı sevgisi” gibi ruhlarını karartacak bir marazı satın almışlar demektir. Tek ilah olan Yaratıcıya rağmen ondan başkasını ilah gibi sevenin bu sevgisi, kişiyi sevdiği nesneye köle yapar; sevdiği şey her ne ise ona esir olur.

Duygu düşünce ve muhakemenin sınırlarını böyle bir sevginin tayin ediyor olması ise koyu bir esarettir.

Sevginin yalnızca karşı cinse hasredilmesi ve onun, her şeyin üstünde sevilmesi de konunun ayrı bir patolojik boyu­tudur. Kadın için erkek, erkek için de kadının hayatın vaz­geçilmezi haline getirilerek tanrılaştırılması nefse zulmün bir başka çeşidi.

“En eski zamanlardan beri insanlar, kadınlığı, en çekici ve şehvet kamçılayıcı bir şekilde temsil eden kadınlara bayağı tapmışlardır ve bu putlaştırma ile onların ayaklarına kapan­mışlar, emirleri ile savaşlar yapmışlar ya da aksine ‘Lisistrata’ temsilinde gördüğümüz gibi yerine göre ilgilileri savaşlardan vazgeçirmişler ve hatta Kanuni Sultan Süleyman gibi büyük hükümdarlara en sevgili oğullarını öldürtmüşlerdir.

Cleopatra, Mesalina, Belkıs, Semiramis, L.Borjia, Theodora, Pompadur, Dubarı, Katerina, E.Peron., gibi tipler bir bakıma J. Paul Sartre’in ‘İtibarlı Fahişe’ adlı eserinde yer ala­cak kadar beylik kadınlar olduğu halde, zamanlarında krallara, kumandanlara, devlet adamlarına hükmedecek ve hatta bazıla­rını felaketlere sürükleyecek kadar ‘Dişi şeytan’ rollerini oyna­mışlardır. Bunlara ait büyük ediplerin kalemlerinden çıkmış olan ünlü kitaplar ve romanlar mevcuttur. Zamana göre gece klüpleri, çalgılı gazinolar veya bazı sinema yıldızları M. Ditriech, J.Harlıw, R.Hayworth, M.Monroe, E.Taylor, B.Bardot, Ursula Andreus, Faquelwelsh… gibi artistler çeşitli sürelerde büyük bir başarı ile bütün erkekler için cinsel arzu objeleri olmuşlar ve “Seks bombaları” ismi altında putlaştırılmışlardır.”[168]

 

 

Dua, Umut Ve Şirk

İlah kavramının bir anlamı da sığınılacak yer, umut bağ­lanacak makam. İnsanların bu makama yönelişleri ise duadır. Dua; aciz olduğunu itiraf edenin, büyüklüğünü kabul ve tasdik ettiği makamdan dilekte bulunması.

Kur’an’da dua üzerine öğretilenler, sığınılacak ve umut bağlanacak makamın tek olduğu, dua ve umut edilecek başka merci aramamak gerektiğini gösteriyor.

Ayetteki; “Rabb’inize dua edin, yalvararak ve gizli ola­rak”, ifadesinden çıkarılan sonuç:

“O yücelik ve ululuk karşısında O’na müracaat etmeye, ihtiyaçlarınızı sunarak, talep ve niyaza emredilmiş bulunduğu­nuzu biliniz..Çünkü, “küçüğün büyükten, aczin güçlüden, ihti­yaç ve arzusunu ciddi olarak istemesi demek olan duada, kişi­nin söz ve hal olarak yalvarmak, ihlas ve ciddilik durumu şart­tır. Bir de, istenilen şey, isteyen ve kendisinden istenilen ma­kamın hal ve şanına layık ve uygun olması; aralarındaki nis­peti bozucu olmaması da gerekli şartlar arasında sayılmıştır.

Bunun için duada yalvarma halinde bulunmamak perva­sızlığa, fazla söz söyleme ve uzatma da haddi aşmaya hamle­dilir.

Resulüllah’ın duaları kısa, öz ve yalnızca Allah’a yöne­liktir.

“Allah’ım senden cenneti ve ona yaklaştıran sözü ve işi dilerim; ateşten ve ona yaklaştıran söz ve işten de sana sığınırım, demesi kişiye yeterlidir”, buyurmuş ve arkasından ‘Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez’ ayetini okumuştur.” [169] Allah dua (dilek, istek, umut, yakarış, yalvarma) makamı olmaya tek layık olandır. O’ndan daha güçlü ve kudret sahibi başka bir makam olmadığı gibi, İnsana, hatta tüm yarattık­larına, O’ndan daha yakın olan da yoktur. Ayette ifade edilen bu yakınlık iyi anlaşıldığı taktirde, başka dua edilecek ve sığınılacak bir ilah aramaya ihtiyaç kalmayacaktır.

İnsanın, Yaratıcı kudreti, kendinden çok uzak sanarak, sesini işitecek, kendisine yardım elini uzatacak zannıyla baş­kalarına yönelişe bir cevap olarak şu ayet üzerinde dikkatle düşünmelidir.

“Ve kullarım sana beni sorunca, şüphesiz ki ben çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin davetine icabet ederim. O halde onlar da, benim davetime icabet etsinler. Bana ibadet etsinler. Ta ki doğru yola ulaşmış olalar.”[170]

Bu ayeti kerime, mümin gönüllere tatlılık, güzellik, şef­kat ve ünsiyet, rıza ve itminan, bağlılık ve yakin nurları saçıyor.”[171]

“İmam Fahreddin Razi ise bu ayet üzerine şöyle diyor; ‘Ben yakınım’ ilahi sözünde akli bir sır vardır. Şöyle ki; ‘mümkün’ Allah’ın var etmesiyledir. Bu yüzden Allah Teala, her mümkünün mahiyetine o mahiyetin varlığından daha ya­kındır.. Mahiyetlerin var olması O’nun tesir ve yaratması ile olduğu gibi, her mahiyetin o mahiyet olması da Allah’ın yaratmasıyladır. İşte bu bakımdan Allah Teala (her varlığa ve) ma­hiyete, kendinden (yani o varlık ve mahiyetten) daha yakındır.

Bu bakımdan Allah’ın, bu ayet gereğince yakın oldu­ğunda şüphe olmadığı gibi, “Biz daha yakınız”[172] ayeti gereğince de, O’nun bize bizden daha yakın olduğunda, aklen ve naklen tereddüt edilmemesi gerekir. Biz kendimizin ve baş­kalarının arzu ve temennilerini duyup bilebiliyor ve onlara ce­vap da verebiliyorsak, bize bizden daha yakın olan Allah Teala’nın, dualarımızı ve yakınmalarımızı daha önce işittiğine iman etmek kaçınılmaz olur.”[173]

Ancak, insanın iyiliklere hak kazanması için aşması gere­ken kendi egoizmidir ve bunun da şartları vardır.

Resullullah (sav) şöyle buyuruyor:

“Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, siz, ya ma’rufu emreder münkeri nehy edersiniz, yahut da Allah üzerinize azabını gönderir. Sonra O’na dua edersiniz de duanızı kabul etmez.” [174]

Kur’an-ı Kerim, insan ruhunu tahlil ederken şu tespit­lerde bulunur:

“İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman Rablerine gönül vererek yalvarır, dua ederler. Sonra onlara kendi tarafından bir rahmet tattırdığı vakit de bakarsın onlardan bir kısmı Rablerine ortak koşarlar.” “Eğer Allah, rızkı kullarına bol bol veriverseydi, onlar yeryüzünde mutlaka azarlardı”. “Fakat insana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır. Kendisine tarafımız­dan bir nimet verdiğimiz zaman da; ‘O bana bilgimden dolayı verildi’ der. “Bu bir imtihandır, fakat pek çokları bilmez.” “Ama insan, her ne zaman Rabb’i onu imtihan edip de ona ikram eyler ve ona nimet verirse, o vakit, ‘Rabb’im bana ikram etti’ der. Ama her ne zaman da imtihan edip rızkını daraltırsa; o vakit de, ‘Rabb’im bana ihanet etti’ der. “Hakikat insan, tahammülsüz ve huysuz yaratılmıştır. Kendisine şer dokundu­ğu zaman cimrilik eder.. Ceza gününü doğrulayanlar, Allah’ın azabından korkanlar bu insanlara benzemezler.” (Meariç: 70/20-27″)[175]

Anlaşılan odur ki, yakarış ancak ilah olan makama ya­pılır. Başka dua makamı da aramamak gerekir; aksi halde kime sığınılır, dua edilir ve ondan beklenti içine girilirse, o makam, kişi ya da nesne her ne ise, o ilah edinilmiş olur. [176]

 

 

İbadet Ve İlah Edinmek

Şirk konusunun iyi anlaşılmasında yardımcı olacak bir konu da “ilah edinmek” anlamında “ibadet” kavramı konu­sudur.

“İbadet” kavramı, Kur’an’da, ilah edinmeyle ilgili olarak iki anlamda kullanılıyor.

Birincisi: Kişinin bir başkası için tapınma ve kulluk amacıyla secde, rüku, kıyam ve tavaf etme ya da kapı eşiğini öpme ve onun için adak ve kurban kesme ve benzeri davra­nışlardan birisini göstermesidir. Bu şekilde kendisine tapınılan kimsenin başlı başına bir ilah olduğuna inanılmış olsun veya tüm bu ibadetleri onun şefaat ve yakınlığının elde edilmesi için yapılmış bulunsun, yahut yüce ilaha ortak olduğuna ve bu dünya işlerinin yönetiminde yardımı ve katkısı bulunduğuna iman edilmiş olsun fark etmez; her halükarda, böyle bir kimse ilah edinilmiş olur.

İkincisi ise: Kişinin bir kimseyi, bu alemde sebepler nizamı üzerinde egemen zannederek isteklerini gerçekleştirmesi için ona dua etmesi., zarar ve felaketler karşısında ondan medet umması.. Korkuları esnasında, mallarının ve canlarının tehlikeye girmesi halinde ona sığınması.

Kişinin bu türden tutumlarının ikisi de ilah edinip kulluk etmek manasındadır.

Bunun delili aşağıdaki Kur’an-ı Kerim ayetleridir;

“De ki; ‘Bana Rabb’imden (akli delilleri takviye eden) apaçık ilahi deliller gelince, o, sizin Allah’ı bırakıp dua ettiğinize ibadet etmekliğimden kesin olarak men edildim…”[177]

Allah’tan başkasına dua etmek demek; onu ilah edinmek ve ona ‘ibadet’ etmek anlamına geldiğinden Allah Resulü (sav)’in şöyle buyurduğunu görüyoruz;

“Allah kendisinden istemeyene gazap eder.”[178]

Kişi elbette istediğini verebileceğine inandığı kimseden ve makamdan ister. Bu ise kendisinden isteneni (dua edileni) büyük, güçlü, kuvvetli ve istenileni vermeye kaadir (gücü yeten) olarak kabul ve tasdik ediyor anlamına gelir.

Dua ile bir yere, bir makama yöneliş, o makamı yücelt­meyi ve böylece ilah edinmeyi ifade eder.

Yine Resulüllah (sav) buyuruyor ki;

“Allah’tan onun lütuf ve ihsanından isteyin! Çünkü Allah kendisinden istenmesin­den hoşlanır. En üstün ibadet, (dua edip) sıkıntının giderilmesini beklemektir.”[179]

Bunun için dua hali mü’min için sürekli bir haldir; öyle olmalıdır.

Halbuki birçok insan için bunun böyle olmadığını yine ayetler ifade ediyor.

“İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman bütün bütün gönlü­nü vererek Rabb’ine dua eder. Sonra kendisine, tarafından bir nimet lütuf ettiği zaman da önceden O’na dua ettiği hali unutur da, yolundan sapıtmak için Allah’a ortak koşmaya başlar. Ey Muhammed! De ki: “Küfrünle biraz zevk et, çünkü sen, o ateşliklerdensin” [180]

Allah’a dua edilmesi bir ibadet olduğu gibi, duaya icabet etmenin de ilahlığın şanından olduğu anlaşılıyor. Resulüllah (sav) buyurdu ki;

“Kul iki elini açarak Allahü Teala’dan hayır temenni ederse, Allahü Teala onları boş olarak geri çevirmekten haya eder.”

Peygamber (sav) bir başka hadisinde;

“Yeryüzünde yaşayan müslüman bir kişi Allah’tan bir istekte bulunduğu zaman, günah işleyip sila-i rahmi terk etme­dikçe Allahü Teala, ya onun istediğini verir, ya da o nispette kötülük def eder.”

“Sizden biriniz acele etmedikçe, Allahü Teala duanızı ka­bul eder. Acele etmek, dua ettim de kabul etmedi, demektir.” Orada bulunanlar;

“Ey Allah’ın rasulü; acele etmek ne­dir?” dediler. Rasulüllah buyurdu:

“Dua ettim de duamın kabul olduğu­nu görmedim deyip dua etmeyi terk etmektir.” [181] Allah Resulü (sav);

“Allah ü Teala buyurdu: “Ey Ademoğlu! Bana dua etti­ğin, benden umduğun sürece aldırmam, sende olan (hataları) affederim. Ey Ademoğlu! Günahların gök bulutlarına ulaşsa bile af dilediğinde günahlarını bağışlarım. Ey Ademoğlu! Ba­na şirk koşmaksızın yer dolusu hatalarla gelip huzuruma çıksan, sana yer dolusu mağfiretle gelirim.”[182]

Önceleri, Allah’tan başkasından istemenin insanları şirke götürmesinin hikayesi oldukça masumanedir;

“Ademoğlularının dini olan tevhid dini, Nuh’un kavmine kadar aynı hal üzeri devam etti. Fakat bu ümmet tevhidten yüz çevirerek putlara tapmağa başladı. Nuh’un kavminin putpe­restliğe geçişi ağır ağır olmuştur. Başlangıçta Allah’a inanan dürüst insanlar vardı. Onlar ölünce kabirlerine saygı göster­meğe başladılar. Şeytan, daha iyi hatırlanır ve daha iyi uyulur diye, bu, atalarının resimlerini yapmalarını onlara fısıldadı. Aradan uzun zaman geçtikten sonra şeytan, kendi dedelerinin de bu kabirlere ibadet ettiklerini onlara telkin etti. Onlar da bu kabirlere secde ettiler, ağladılar, sızladılar. Kabirdekilere bo­yun eğerek, dualarının kabulünü istediler. Halbuki bu tür di­lekler ancak Allah’tan istenebilirdi. Gizlilikten korkarcasına bu kabirlerden korkmağa başladılar. Bu kabirleri Allah’ı severcesine, hatta ondan daha çok sevmeğe başladılar. Bu ölülerle Allah’a ortak koşmağa başladılar. İşte tevhidten putperestliğe dönen ilk kavim bu idi.”[183]

Dua, hem “büyüklenerek” nefsini ilahlaştırmaya engel ol­duğu gibi, hem de yalnızca Allah’tan isteyerek, O’nu yücel­terek başka istenecek makam olmadığının; yani bütün bu an­lamları içeren ilahlık sıfatının sadece Allah’a has olduğunun kabul ve itirafıdır. İşte bunun için dua ile yöneliş aynı zaman­da bir ‘ibadet’halidir. Öyle ki, Allahu Teala’nın (cc) kudreti ile insanoğlunun aczini, aynı anda tefekküre vesile olan bir iba­dettir. Allahu Teala (cc) kendisine nasıl dua edileceğini, Kur’an-ı Kerim’de resullerinin dualarını örnek haber vererek öğretmiştir. Mü’minler Hz. Adem (as)’in; “Ey Rabb’imiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer sen bizi affetmez ve bize acımazsan mutlaka zarara uğrayanlardan oluruz,” [184] diyerek dua ettiğini insanlara örnek olarak göstermiştir. İn­sanoğluna bilmediklerini öğreten Kur’an-ı Kerim’de, Müslü­manlara; “Ey Rabb’imiz unutur veya hata edersek bizi sorumlu tutma..” [185] demeleri tavsiye edilmiştir.

Hesap gününü düşünen her insanın, dua ibadetini ihmal etmemesi gerekir. Bir hadis-i şeriflerinde Peygamberimizin (sav); “Duanın karşılıksız kalmayacağı ve üç şeyden birinin (ya kabul, ya Ahirete bırakma, yahut eda edilen dua sebebiyle günahın affedilmesi) meydana geleceğini” müjdelediği belirti­liyor.”[186]

Ancak dua diye isimlendirilen bu psikolojik yönelişte bir sistem ve tertip olması da tavsiye ediliyor. Dikkat edilmesi gereken bu tertibi Hz.Peygamber (sav) şöyle açıklamış;

“Biriniz dua edeceği zaman Allah’a hamd ve sena ile başlasın, Resulüne selavat getirsin ve bundan sonra artık dile­diği duayı yapsın”.

Resulullah, Peygamberlik makamı ile, değil kendisinin sığınılacak bîr yer olduğunu ihsas ettirmek, kendisinin bile duaya ihtiyacı olduğunu, dua makamının tek ilah olan Allah’tan başkası olmadığını anlatmıştır. O’na salavat getirmenin anlamı da bu. Bütün mü’minler kıyamete kadar onun için de salavatla Allah’tan iyilikler istemeye devam edecek.

Şu hadis-i şerif yardımın kimden isteneceğini vurgula­ması açısından ilginçtir:

Bir keresinde Hz.Peygamber, umreye gitmekte olan Hz.Ömer’e;

“Kardeşim, benim için de dua ediniz” buyuruyor.

Bir mü’mine, yöneleceği makamı bundan daha açık ne anlatabilir.!

Duanın şirkten uzak olması için dikkat edilmesi istenen diğer bir husus da, araya bir vasıta koymamaktır.

Hanefi fukahası: “Herhangi bir kimsenin aracılığıyla Allahü Teala (cc)’dan bir şey istemek caiz değildir,” hükmünde ittifak etmişlerdir. Zira Fatiha Suresi’ndeki;

“Yalnız sana ibadet eder ve sadece senden yardım dile­riz” ayetiyle taahhütte bulunmanın günde 40 sefer tekrar edi­lişi de işin önemini gösterir. [187]

 

 

Ümid Etmek

Ümid edilecek, tek makamın da ilah makamı olduğu konusunda şüphelere yer verilmemiştir. Allah’tan ümit kesmek ya da ondan başka yerlere umut bağlamak, Allah’tan başka ilahlar edinmeye yöneliş olarak görülmüştür.

“De ki; ‘Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi aşan­lar! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları yarlığar.’ Şüphesiz ki O, çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir.” [188]

“(İbrahim), ‘Rabb’inin rahmetinden sapıklardan başka kim ümidini keser?’ dedi.”[189]

“İnsan hayır talep etmekten usanmaz. Eğer ona bir şey dokunursa (bakarsın ki) o, şimdi (Allah’ın fazl-u rahmetinden) ümidini kesmiş, (bu) ümitsizliği açığa da vurmuştur.” [190]

“O, (insanlar) ümitlerini kestikten sonra da, yağmuru indirtmekte, rahmetini yaymakta olandır. O hakiki yar (dost), her hamde sezavardır (layıktır.)” [191]

“Ey İman edenler! Üzerlerine Allah’ın gazap ettiği o ka­vim ile dost olmayın ki, mezarların yaranından olan (mezara giren) kafirler nasıl ümitlerini kestilerse onlar da öylece ahret­ten ümitlerini kesmişlerdir.”[192]

“Kıyametin kopacağı gün, o suçlu kafirler ümitlerini ta­mamen kesip susarlar.” [193]

“Ne zaman insanlara bir rahmet tattırdı isek onunla şımarmışlardır. Kendi ellerinin öne sürdürdükleri (günahlar) yüzünden onlara bir fenalık isabet edince de hemen onlar ümitlerini kesiverirler.” [194]

“Halbuki onlar bundan evvel üzerlerine (Allah’ın yağ­muru) indireceğinden kafiyen ümitlerini kesmişlerdi.”[195]

“Nihayet üzerlerine, azabı çetin bir kapı açtığımız vakit (görürsün ki) onlar bunun içinde ümitsizlikle donup kalmış­lardır.” [196]

“Allah’ın ayetlerini ve O’na kavuşmayı (inkar ile) kafir olanlar (yok mu?) İşte benim rahmetimden (ancak) onlar ümit­lerini kestiler. İşte acıklı azap da onlarındır.” [197]

“İnsana nimet verdiğimiz zaman (zikrullahtan) yüz çevi­rip yan çizer. Ona şer dokununca da pek ümitsiz olur.”[198]

“(Bu azap) Onlardan hafifletilmeyecek. Onlar bunun için­de ümitsiz susacaklardır.” [199]

Şirk karanlığı içindekileri bekleyen akıbet bu iken, mü­minin psikolojisi sadece Allah’tan ümid etmek ve yalnızca O’ndan korkmak arasında şekillenir, ki bu; bireyin ruhsal dengesini sağlayan, onun, kendi kendisi ile, çevresiyle, İlah ile ilişkilerini düzenleyen; azıtıp sapıtmasını önleyen; ne mikromanik (küçüklük) ve ne de megalomanik (kendini büyük gör­me) hezeyanlara yer bırakmayan, uyumlu ve olumlu tavırların kişilik haline gelişini sağlayan önemli bir psikolojik faktör… ruh sağlığını korumak açısından da, tek ilah olan Allah’a inancın getirdiği paha biçilmez bir şanstır! [200]

 

 

Güven İhtiyacı Ve Vekil Tanrılar

İnsanın kendisini huzur içinde ve mutlu hissetmesi güven duygusu olmadan gerçekleşemez.

Güven ihtiyacı doğumla başlar; çocuğun ilk güven kay­nağı ise anne babasıdır. Emzirmeden sevmeye okşamaya kadar, anne babanın çocukla olan tüm olumlu temasları erken çocuklukta bu ihtiyacı karşılar.

“Çocuğun kendine olan güvenini sarsacak ya da onu ba­şarısızlıkla, dayakla, hor görmeyle, kendi hakkında görüşünü bozacak diğer davranışlarla tehdit eden her şey, ondaki kor­kuya kapılma duyarlılığını arttıracaktır.

Çocuğun kendisine güvenini azaltacak hor görme eylem­leri bir çok biçimlerde ortaya çıkabilir. Hiçbir zaman ulaşa­mayacağı bir takım standartlara erişmesinin istenmesi, değer­sizliğinin durmadan hatırlatılması, her yaptığı şeyin yanlış olduğunun söylenmesi gibi..”[201]

“Çocuk büyüdükçe bu durum değişiklikler arz etmeye başlar. Dış gerçeklerle karşılaştıkça, anne ile babasının her güçlüğün karşısında, her zaman onu koruyacak kadar güçlü olamadıklarını, onların da imkansızlıkları ve kusurlarının ola­bileceği, her sıkıntı anında hazır bulunamayacaklarını öğrenir. Bu arada kardeş ya da anne babadan birinin ölümü veya aileyi ilgilendiren bir felaket, çocuğa (güven kaynağı olarak gördü­ğü) babasının zayıflıklarını düşündürür. Bunlar hayal kırıklığı, derin iç sıkıntıları ve güvensizliğin kaynağı olurlar. Böylece gelişen bağımlılık, suçluluk, aşk ihtiyacı ve güvensizlik insanı birtakım telafilere de zorlar.

Telafi için bulunan çözümler ise çok çeşitli olabilir. Bun­lardan biri, kişinin kendine ‘Narsistique’ bir eğilimle yönelmesi, yani kendini beğenmesi, kendine hayran olmasıdır. Bunda kişi doğrudan doğruya benliğini bir put yerine koyar ve ona tapar. J.Rostand’ın, ‘Bir Karakterin Jurnalı’nda, “Can attığım daima kendi öz değerimdir” deyişi buna bir örnektir.

Diğer bir çözüm tarzı da, artık ana ve babaya ait bir ideale kanılmaması ve onu geçmek isteme şeklindedir. Ayrıca bir başkasına bağlanmak.. Hayranlığı davet eden bir davranış veya bir yetenekten dolayı ona benzetmek girişiminde bulu­nulan bir kişiliğe kuvvetle bağlanmadır.. Benimsediği kahramanın başarıları arasında kendini de değerlenmiş olarak hisseder; başarısızlığı halinde ise ancak geçici olarak kendini zayıf bulur; zira basit bir şekilde taptığı putu da ona göre değiştirir. Bu tapmaların son derece oynak olmaları, hakikatte putun ancak belirli bir zamanda bir daya­nak olmasından, değerlendirilen bir şeyin veya kişinin diğe­rine dönmesindendir.

Bugün dünyanın her tarafında, çeşitli alanlarda yeni yeni putlar yaratılmakta; bir kaç şarkı okuyan genç bir insan putlaştırılmakta, heyecan yaratmak ve satışlarını arttırmak sure­tiyle dergilerin aşk maceralarını, skandallarını sundukları aşk putlarını, yüksek sosyeteyi ve az bir halk kesimini ilgilendir­diği için bir tarafa bıraksak da; müzik, sinema ve hatta spor yıldızları için problem aynı değildir. Zira bunlarla bir çeşit olağan üstü hayranlık ve tapma ile ilgili olanlar, özellikle gençler arasında milyonları bulmaktadır… Ve de bunun kitle­ler üzerinde istenmeyen etkileri olmaktadır. ‘Put’la olan ilişki­nin tek anlamda olmadığını belirtmek gerekir. Tapanla tapılan arasında sürekli bir alış veriş vardır ve dilekleri birbirini tamamlayıcıdır. Put, halk tarafından sevilmek ve istenmek ihtiyacındadır. Kendi benliğine hayranlık ve sevgi ile dönmesi dolayısı ile böyle bir kişi, iyi sevilmeyen ve derinliğine sevemeyen bir varlıktır. Bunun sonucu olarak hasıl olan derin yokluk veya eksiklik ancak halkın ona gösterdiği hayranlık ve saygının meydana getirdiği güvenle telafi edilebilir.

Güvensizlik çok kuvvetli ve ana baba ile olan ilişkiler son derece yetersiz ve zayıf olarak geçmişse, yeterli insancıl ilişkilerle beklenen doyumlar ve karşılıklı sempatiler sağlanamamışsa” (tapınma yani ilah edinme ihtiyacı daha bir kuvvetle kendini hissettirir.) Esasen tapınmak ihtiyacının son çözüm yolu, doğrudan doğruya bir ‘tüm güçlü’ varlığa dönüş, son derece ulu, son derece güçlü ve aynı zamanda iyi ve ihsan edici bir varlığa dönmektir.”[202]

Ancak kişinin buna erişmesi de özel gayretleri gerektirir.

Bu çerçevede vekil kelimesi bir anlamda bu ihtiyacın karşılığı olarak zihinlerde yerini bulur.

İnsanı yaratan Allah (cc), onun vekil konusundaki ihtiya­cına da cevap veriyor, çünkü bu ilahlığın şanındandır.

“Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şeye vekildir.” [203]

O yarattığı varlıkları başıboş bırakmadığı gibi, sahipsiz ve desteksiz de bırakmayışı ‘Rahman’ sıfatının da bir tecellisidir. ‘Rahim’ sıfatıyla da daha fazlasını lütfediyor.

“Allahü Teala mü’minlerin saflarını kendi safı; işlerini kendi işi ve maslahatlarını kendi maslahatı kabul ediyor. On­ları himayesine alarak, düşmanlarını kendine düşman sayıp, onlara karşı tertiplenen kurnazca hileleri bizzat kendisine karşı tertiplenmiş addediyor.”[204]

Yeter ki mü’min olduğunu söyleyen kişi, Allah’tan başka­sını, sevgi, korku, dua, sığınma, itaat, umut kapısı ve kurtarıcı olarak görmesin.

İlah olması hasebiyle, yaratıcı kudret, insanın bütün ihti­yaçlarını karşılayacak güce malik olduğu gibi, sevgi ve rah­meti gereği, inananlar için daha büyük bir ihsan ve lütuf sahibidir de.

Hayat, başlı başına ve tümüyle Allah’ın lütfü ve keremiyledir. İlk yaratılış O’nun kudret eline muhtaç olduğu gibi, yaratılmış bir ‘hayat’ın devamı da yine O’nun sonsuz enerjisine muhtaç.

“Bütün rızklar O’nun ihsanı.. Bir buğday tanesinin yetiş­mesi için buğdaydan toprağa, havadan suya kadar bütün tabiat kuvvetleri birlikte bir arada gereklidir ve bunları var etmek insanoğlunun kudreti dahilinde olmayan şeylerdir.”[205]

Böyleyken, kudreti sonsuz bir ilah olan Allah’tan baş­kasından bir şeyler ummak, tevhid inancından uzaklaşma an­lamına geleceği gibi, insana yaratılıştan bahsedilen Psikolojik yapısal özelliklere de uymadığı için, ruhsal bir travma (hasar) sonucunu ortaya çıkarır.

Hem sonsuz kudret sahibi bir yaratıcının var olduğuna inanmak, hem de ihtiyaçlarını O’ndan başkasından istemek, ummak, beklemek.! Bu zıt yönlü ikili duygu ve davranışın aynı anda bir arada yaşanması mecburiyeti Psikiyatride ‘ambivalans’ diye isimlendirilen belirtiyle ruhsal hastalıklara zemin teşkil eden önemli bir faktördür. Bunun için birlik inancından (tevhidden) ayrılmakla meydanagelen tezatlar, ruhsal bütünlü­ğü zedeleyen, ‘akıl yarıklığı’na neden olan önemli sebeplerin başında sayılabilir. [206]

 

 

Yaratıcı İlah’ın Vekillere İhtiyacı Var mı?

Şirk sapmasının önemli bir argümanı da Yaratıcı Kudret’in kendisine bazı yardımcılar seçtiği şeklindeki düşünce ve inanıştır. Burada, özellikle dünya hayatı ile ilgili işleri onlara havale ettiği zannı öne çıkar. Yaratıcı Tanrı, dünya işleri gibi basit şeylerle ilgilenmez, ilgilenmeye tenezzül etmez diye dü­şünülür.

Ünlü Yunan filozofu Aristo, bu müşrik inanışı şu aynı mantıkla savunuyor;

“Şüphesiz ki Allah bu kainatı yarattı. Bundan sonra bı­raktı, ona ehemmiyet vermedi. Zira Allah, daha aşağı olan bu alemle uğraşmaktan alidir. O ancak kendi zatını düşünür.”[207]

Mantığı ile meşhur olan Aristo’nun hangi mantıkla böyle bir sonuca vardığını anlamak zor.

“İşte filozoflarının bu gibi düşüncelerle insanları etkileye geldiği ve tevhid dışı inançların revaç bulduğu bir zamanda Tek îlah inancı, bir kutsal kitapla yeniden yeryüzüne indiri­liyordu.

“O zaman bu alem, çeşitli fikir cereyanları, muhtelif ve­himler, efsanevi ve felsefi inançlar yığını halinde idi. Hak ile batıl ayırt edilemiyor, din hurafelerle dolmuş ve efsanelerle boğuşuyordu.”[208]

Halbuki, tek olan ilahın bir ortağa ihtiyacı olmadığı gibi kendisine ortak yakıştırılmasını da asla kabul etmediği kesindir.

Resulüllah bir kudsi hadislerinde bunu şöyle dile geti­riyor;

“Allah Teala şöyle buyurdu: ‘Ben ortaklığa hiç ihtiyacı olmayanım.”[209]

Ancak O’na yardımcı vekiller yakıştıran anlayışa göre, her bir dünya işinin ayrı bir tanrısı vardı. Büyük Tanrı tara­fından memur edildikleri konudaki işlerden sorumlu oldukla­rına inanılan bu yardımcı tanrıların genel özelliklerinin her devirde aynı olduğu görülüyor.

Bazen taş, bazen bir ağaç, bir nehir, dağ, tepe, ay yıldız, güneş gibi ya da büyücü, din adamı, komutan, lider, şef, baş­kan, şeyh, kurul, kurum tarzında farklı görülseler de arala­rındaki bu farklılık daha çok görevleri nedeniyledir. Ortak karakterleri ise hep aynı. Yüce Yaratıcı tarafından seçilmiş ve onlara verilmiş vasıflarından dolayı benzerlerinden üstün yetki ve özelliklerle olağanüstü kılınmış, insanlar ve hayat üzerinde görünen durumlarından farklı görev ve etkilerinin bulunduğu genel anlayışı değişmiyor.

Tanrı edinilen rahiplerden yıldızlara kadar pek çok yar­dımcı ilah söz konusu.

Yıldızları tanrı edinenler, onları, dünya alemi ile ilgili zannediyorlardı. Mesela Şi’ra yıldızı diye isimlendirilen bir yıldız Huzaa kabilesinin taptığı yıldızdı. Mekke ve Kabe’de üç yüz yıl başkanlık yapmış olan bu kabilenin inancında her konunun bir yıldızı vardı. Her hangi bir yıldızın kayması, o beldede bir büyüğün ölmesine yahut bir felaketin geleceğine işaret sayılırdı.

Hicaz bölgesinde bulunan bazı kabilelere göre de kimi yıldızlar yağmur yağdırır, kimileri bereket verirdi.

Ayetler ise bunların düzme ilahlar olduğunu söylüyor;

“Onlar kendileri için bir izzet ve kuvvet kaynağı olsunlar diye Allah’tan başka düzme ilahlar edindiler.” [210]

“Onlar Allah’ı bırakıp, güya kendileri yardım(a mazhar) edilecekler ümidi ile ilahlar edindiler.” [211]

Yardımcı tanrılardan beklentilerin bir yönüyle de güven­lik duygusu ile ilgili oluşu da konumuz açısından önem ta­şıyor.

Cahiliye devri insanları, kendileri için ilah olduğuna kanaat getirdikleri varlıkların, şiddet ve sıkıntı anlarında koru­yucu oldukları, onların himayelerine sığındıklarında, ahdi boz­maktan meydana gelecek sorumluluklardan ve çeşitli korku­lardan kendilerini emin kılacaklarını zannediyorlardı.[212]

Bu anlayışın, bugün de, pek çok toplumda aynı mahiyetle ama farklı objelerle devam ettiğini görmek mümkün.

Tanrı’nın, çok uzak ve ulaşılamaz olarak tahayyül edilişi ile büyük Tanrı’nın böyle basit işlerle uğraşmaya tenezzül et­meyeceği zehabı, vekil tanrılar edinmenin temelini oluşturur. [213]

 

 

“Milli Tanrı” İnancı

Hastalıklı bir ruh hali üzerinde gelişen, “Toplumsal Ego­izm” ve “Megalomani” sonucu ortaya çıkan milli tanrı anlayışı en köklü şirk sebepleri arasında sayılabilir. Irk ve kabile üstünlüğü temelleri üzerine kurulan inançlar, kendi kabilesine, ırkına, milletine has tanrı edinme ihtiyacını ortaya çıkarır. Bu milli tanrılar, bir kaya parçasından, Özel bir cin’e, toplum için kurucu, kurtarıcı, toplumu yoktan var edici olduğuna inanılan milli kahramanlara kadar uzanan bir çeşitlilik arz ederler.

Toplumsal egoizmin ve üstün gelme arzularının tatmin edici vasıtası olan milli tanrılar daha çok çöküş dönemi toplum­larının hastalıklı zeminlerinde ortaya çıkar. Büyük felaketler yaşamış ve ezilmiş olan toplumların bu tanrılara sığınarak ezil­mişliklerinin verdiği sıkıntıdan ve aşağılık duygularından kur­tulmaya çalıştıkları görülür.

Bir millet, tapınma ölçüsünde; ‘kurucu’, ‘kurtarıcı’, ‘yok­tan var edici’, ‘milli kahramanlara ne kadar ihtiyaç duymakta ise o derece sağlıksız bir ruh hali mevcut demektir. Bu milli tanrıların etkinliği ve yaygınlığı toplumun ruh sağlığının bo­zulma seviyesini gösteren önemli kriterlerden biridir.

Özellikle ezilmiş toplumlarda övünme ve güven kaynağı kabul edilen milli tanrıların başka milletlere karşı toplumu koruduğu inancı hakimdir. Günümüzde daha çok milli kahra­manlarla karşılanan milli tanrı tiplerinin tarihin derinliklerine kadar uzandığı görülüyor:

“Her bir kabilenin veya birkaç kabile topluluğunun özel bir cini, kayası, ağacı veya buna benzer bir putu bulunup, ya­kınında belli bir topluluk ikamet eder ve dini ödevlerini yerine getirirlerdi. Esasen yalnız Araplar değil, bütün sami uluslar, bu düşüncelerle ulu ağaçların, mağaraların, pınar başlarının ve büyük kaya parçalarının., ruhlarla, cinlerle meskun olduğuna inanırlardı. Esasını kurban kesmenin teşkil ettiği bir ayin yoluyla putlar, kendilerine tapanların kabilesiyle bir kan akra­balığına dahil olurlar ve böylece de bu kabilenin koruyucusu, çoğu zaman da ceddi olurlar.”[214]

Roma’nın en eski şehir tanrıları; Jüpiter, Mars ve Quirinus bir anlamda milli tanrılar idi.[215]

Kökleri bu kadar derinliklerde olan milli tanrı anlayışı, ay­nı ilkel duygularla ama farklı şekillerde zamanımızda da devam ediyor. Pek çok millet ya da topluluk tapma derecesinde saygı duyduğu emir ve fikirlerini, peygamber hatta tanrı buyruğun­dan daha önde gördüğü milli kahramanlara, dolayısı ile bu an­lamda birçok tanrılara sahiptirler.

“Sezar’dan Büyük İskender’e, Anibal’den Dara’ya, Cromvel’den Deli Petro’ya, Napolyon’dan Washington’a, Hitler’den Mao ze Tung’a, Lenin’den Atatürk’e kadar zamanında olağan­üstü değer verilmiş (tam güçlü=Omnipotent) olarak inanılmış olan ve bugün dahi eserleri yaşayan faniler çoktur.” Bunlar sağlıklarında ve hatta ölümlerinden sonra, uzun yada kısa bir süre, kendi halkları için milli tanrı mevkiinde görülürler.[216]

Yahudi milletinin dini inançları konumuz açısından önemli bir örnektir. Tanrı Yahova’nın yalnızca Yahudiler’in milli tanrısı olduğu, sadece onlara yardım ettiği ve onları başka milletlere karşı koruduğu inancı Yahudi dininin esasını oluşturur.

Yahudi toplumunun başka milletlere karşı hiç de dostça davranamayışının sebeplerini biraz bu inanç temellerinde aramak gerekir. [217]

 

 

Hakka İletici Aracı Tanrılar

İnsanları başka ilahlar aramaya iten sebeplerden biri de, bir makam sahibi (vali, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı) gibi kimseler ile görüşmek ve onlardan istekte bulunmak için bir vasıtaya ihtiyaç duydukları gibi, Yaratıcı Tanrıyla yakınlık kurmanın, ancak bir aracı ile mümkün olabileceğini düşünmelerindendir.

“Allah’ı ve O’nun sıfatlarını idrak edemeyenler, Allah’ı kendisinden çok uzakta tasavvur eden putperest halklar, daima dualarını O’na ulaştıracak, kendilerini O’na yakınlaştıracak ve (onun rahmet ve nimetleri için) aracılık yapacak, düşük dere­cede tanrılar tasavvur etmişlerdir.”[218]

“O’nun berisinde birtakım veliler edinenler de, Allah de­nilince kendisinden daha ilerisi, daha yükseği, daha ötesi mümkün olmayan en mükemmel zat kastedilmiş olduğu için, Allah üstünde ilah iddiasına kalkışılması bahis konusu ola­maz. Şirk koşanlar, hep O’ndan aşağılarda birtakım veliler, koruyucular tutmak isterler. İster O’ndan başka velilere, emir sahiplerine, ister putlara, ister meleklere ve gerekse Hz.İsa gibi şerefli kullara sarılsınlar; ‘Biz onlara ancak, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz,’ diyerek onlara tutunmaktadırlar.”[219]

Onlar bu putları, kendilerini Allah’a yaklaştıran vasıtalar olarak kabul ederler. Doğrudan doğruya Allah’a yönelmele­rini, haddini aşmak gibi bir cür’et sayarak, putları Allah’a teveccühlerinde tapınma kıbleleri edinir; güya Allah’a ibadet­lerini böylece izhar ederler. Bir hükümdarın saltanat kuv­vetlerini vezirleri, valileri arasında taksim ettiği gibi, maiye­tinin aracılığı olmadan bir hükümdarla doğrudan doğruya te­masa geçilemeyeceği düşüncesiyle, Allah’ın da uluhiyeti da­ğıttığı düşünülür; ilaha yakın olduğu düşünülen kimseleri razı etmeden o ilaha yaklaşılmayacağını sanırlar.”[220]

Allah’ın uluhiyetinden bir pay ve imtiyaz verdiği düşü­nülen kimselerin istismarı hangi duygular üzerine kurduklarını göstermesi bakımından bu son tespit üzerinde durulmaya de­ğerdir. Bu kanaat, yani yardımcı ilahların memnun edilmesi ile Allah’ın hoşnutluğunun elde edileceği zehabı, insanların sahte tanrılara bağımlı hale gelmesine, hayatını ve imkanlarını onların gösterdiği yolda harcamalarına ve gönüllü kulluğa rıza talip olmalarına sebep teşkil eder.

Bir çok ayet, bu bağımlı ruh hali sonucunda meydana gelen ve şirk ifade eden davranışları anlatıyor;

“Ortak koşanlar, kendilerinde özel güçler bulunduğuna inandıkları ilahları (ya da onların) sembolü olarak kabul ettikleri putlarını Allah’ı sever gibi severler. [221] Bu yaratıklara aşırı tazim gösterirler. [222] Bunlardan bazı­larını hüküm sahibi sayarlar. [223] Bunların fayda ve zarar verebileceğine inanırlar. [224] Kendilerine yardım edebileceklerini vehmederler. [225] Bazen de onların Allah’ın yanında şefaatçi olacaklarını öne sürerler. [226]

Şüphesiz bütün bunlar bilgisizliğin ya da yanlış bilgilen­dirilmenin sonuçlarıdır.

“Uluhiyetin hususiyetlerinden birini veya birkaçını başka varlıklara müstakil olarak verme tevehhümleri, din ilminin iyi öğrenilmediği ve dini bilgilerin esasının bilinmeden ağızdan ağza bir efsane gibi dolaştırıldığı yörelerde ortaya çıkar.”[227]

Allah’a ulaştırma düşüncesi ve iddiası aynı zamanda şirkin meşruiyet bulmasını sağlamak içindir.

“Müşrikler, çoğunlukla bir taraftan Allah’a inandıklarını iddia ederken, diğer taraftan da çeşitli varlıkları Allah’a ortak koşan kimselerdi. Ortak koştukları şeyleri Allah ile kendileri arasında aracı kabul ediyorlardı. Böylece ortak koşmalarına da meşruiyet kazandırıyorlardı.[228]

“Biz bunlara hürmet ediyoruz ama bunu onlar için değil, onların bizi Allah’a yaklaştırması için yapıyoruz” diye ileri sürdükleri gerekçe, vicdanları rahatlatan bir rasyonalizasyon (aklileştirme) ve meşruluk kazanma gayretinden başka bir şey değildir.

Bu ise içinden çıkılması zor bir problemi önümüze koyar. Çünkü onlar kendilerini, dindar ve dolayısıyla kurtulmuş, başkalarını ise dinden sapmış ve mahvolmuş olarak görürler.

Toplumlar ayrı ayrı da olsa şirk mekanizmalarının işleyi­şinde bir değişiklik yoktur. Ve bu nesilden nesile sürüp gider. [229]

 

 

Dolaylı (Kulluk) İbadet Anlayışı

Birtakım kimselere veya nesnelere hizmeti, itaat ve iba­det etmeyi, dolaylı olarak Allah’a yapılan ibadet ve hizmet olarak tasavvur etmek şirk kültürünün en eski ve önemli temellerinden biri.

Önceleri bu anlayış daha çok meleklerle ilgiydi:

“Bazıları; ‘İnsanların Yüce Allah’a ibadet etme ehliyetleri yoktur’ derlerdi. ‘En doğru olanı, insanların meleklerden birine ibadet etmeleridir; melekler de Yüce Tanrı’ya ibadet ederler’. Bu düşüncenin ardından birçok insan, bulunduğu beldenin yöneticisi olduğuna inandığı melek şeklinde bir put edindi. Ve ona tapınmaya başladı,” [230]

Bu anlayışın günümüze yansıması da, birine ibadet şuuru ile hizmet etmenin Tanrıya yapılmış hizmet anlamına geleceği şeklindeki düşüncedir. Lidere, başkana, şeyhlere gösterilen saygının ve hizmetin, ibadet anlayışı ve huşuu içinde yapıl­ması da çoğunlukla aynı duygunun eseri.

Güzel bir gaye için kurulmuş birlikteliklerde emekleri boşa çıkaran anlayış! İşlerin bir intizam içinde yürütülmesini sağlamak üzere hiyerarşik bir yapı içinde, ‘birlikte Allah için çalışmak’la, bizatihi onların ‘nefslerine hizmet etmenin’, ara­sındaki farkı, her zaman herkesin ayırt etmesi mümkün ol­muyor.

Zihinlerde oluşan her yanlış kabul ve inanış, insanları çarpık bir mantık ve ilişkiler ağı içine sokuyor.

Bu çarpık mantık sonucu bazılarınca; “Diğer ilahların, en üstün ilahın ilahlığında nüfuz ve dahli bulunduğu, onların isteklerinin yüce ilah huzurunda makbul olduğu; istek ve arzuların, onların vasıtası ile tahakkuk edebileceği; şefaatleri (ve himmetleri) sayesinde, menfaatleri celp ve zararları defetmenin mümkün olduğu zannedilir. Bu gibi zanları sebe­biyle, onları Allah ile birlikte ilah edinmişlerdir. Bundan da anlaşılıyor ki, bir insan, birisini Allah katında kendisi için şe­faatçi edinir, sonra da ona dua eder, ondan yardım isteyerek tazim ve hürmet gösterir; adaklar, kurbanlar sunarsa; bütün bunlar, onu ilah edinme, İlah seçme adını alır.”

Onlara hizmette kusur etmekten korkmak da aynı ruh halinin bir başka hastalıklı tezahürü.

Kur’an bu marazi korkuya işaretle şöyle buyuruyor:

“Allah; ‘İki ilah edinmeyin. O, ancak bir ilandır. Onun için benden, yalnız benden korkun; buyurdu” [231]

Anlaşıldığına göre insanlar, şu sebeple de ilahlarından korkuyorlardı:

Şayet herhangi bir sebeple ilahların (yani bu aracı tan­rıların) öfkesini çeker, onların, kendilerine olan iyiliğini ve merhametini kaybederlerse, hastalık, kıtlık, mal ve can nok­sanlığı gibi musibetlere duçar olurlar ve çeşitli belaların tepe­lerine çökeceğini düşünürler.”[232]

Hizmette kusur edince, şeyhinin hışmına uğrayacağından endişe eden Moon Tarikatı üyelerinin ruh hali ile filan “uç” grubun mensuplarına kadar bu tür İstismar üzere kurulu oluşumlardaki yanlış duygular hep aynı psikolojik mekanizma­larla oluşur.

Korkunun, sadece bu dünyadaki belalar ve zararlarla sınırlı kalmayacağı, aynı zamanda, bu ‘vasıta ilahları’ memnun etmedikten sonra ahrette de iyiliklere ermenin mümkün ola­mayacağı düşüncesinden de kaynaklandığı görülüyor.

Bu problem, kişiye nüfuz etmeyi adeta imkansız kılar. Mensuplarını böyle oluşumlardan ayırmanın zorluğu da daha çok bu tarz şartlanmalardan kaynaklanır. [233]

 

 

“Hakka İletme Gerçeği”

Ehli kitabın, din adamlarını tanrı edinmeleri, onların Tanrı’dan aldıklarına inandıkları imtiyazla, insanları Hakka iletme yetkilerinin bulunduğuna inanıyor olmalarındandır.

Bunun için; “Ancak bizi Allah’a yaklaştırmaları için bun­lara tapıyoruz” diyorlardı. Onların mazeretlerine işaret eden Kur’an-ı Kerim, ehl-i kitab hakkında şöyle buyuruyor; “Ha­hamlarını, papazlarını Allah’tan başka rabbler ilahlar ittihaz edindiler.”

İslamiyet’in doğuşunda, yeryüzüne hakim olan cahiliyet inançları, çeşitli tanrılarla dolup taşmıştı. Bu batıl itikatlara göre bir takım büyük tanrıların yanında bir çok küçük tanrılar da yer atıyordu.”[234]

Halbuki Hakka iletmek yalnızca Allah’tan istenir ve an­cak O’nun nasip etmesiyledir.

Özel anlamda ibadet olan Namazda, kişinin, değil Allah’tan başka kimselerden istekte bulunması, tam aksine Pey­gamberler dahil, Allah’ın salih kulları için de Rabb’inden iyi­likler niyaz eder.

“Namazda Allah’tan başkasını, çok cüzi bir şekilde de olsa niyete karıştırmak küfürdür; Namazı bozar. Namazda peygamberden ve Allah’ın salih kullarından hiçbir şey isten­mez. Aksine Tahiyyat’ta onlar için de esenlik, salavat, rahmet ve bereket niyaz edilir. Bu duada Peygambere ve salih kullara elbette bir sevgi gösterme vardır. Namaz kılan kimse, onlara da derecelerinin yükselmesi için Allah’ın rahmetini isteme, durumundadır.”[235]

 

 

Şifa Tanrıları

“Politeist (çok ilahlı) dinlerin hemen hepsinde görülen ortak özellikler Allah’ın sıfatlarının herhangi bir şekilde yara­tılmışlara atfedilmesidir. Bunlardan biri de Allah’ın ‘şafî’(şifa veren, iyileştiren) sıfatının, hekim-tanrı olarak bazı nesnelere verilmesidir, (Yunan mitolojisindeki Asklepios’ta olduğu gibi.)”[236]

‘Şifa vericilik’ inancı, insanların birtakım nesneleri ilah edinmelerinde oldukça önemli bir faktördür. Pek çok kimse şifa beklentisi ile ağaçlara çaputlar bağlar, türbelere mum yakar, bazı kimselerin oturduğu mekana kadar eğilerek ya da secde halinde ilerleyerek eşiğine yüz sürer; onun kullandığı eşyaları koklar, vücuduna sürer, artığını ve onun tarafından okunmuş yiyecekler ve içecekleri yiyip içerek şifa umar.

Bu tarz putlaştırmanın kökü de çok eskilere dayanır. Ka­be’ye ilk putların dikilişindeki maksadın da bu olduğundan bahsedilir.

İbnü’l-Kelbi konuyu şöyle rivayet ediyor:

“Amr b.Luhayy, ağır bir hastalığa tutuldu, Kendisine de­nildi ki; ‘Suriye’de, Belka denilen yerde suyu sıcak bir pınar vardır. Oraya gidersen iyileşirsin. Amr oraya gitti, yıkandı ve kurtuldu. Bölge halkının putlara taptığını gördü.

‘Bunlar ne­dir?’diye sordu. Onlar da;

‘Biz bunların aracılığı ile yağmur bekler ve düşmana karşı yardım isteriz’ dediler. Bunun üzerine Amr bu putlardan kendisine de vermelerini istedi. Aldıklarını Mekke’ye getirdi ve Kabe’nin çevresine dikti.”[237]

Ay ve Güneş’e tapınılmasında da yine şifa beklentisi söz konusu. Ay’ın bir melek olduğu düşüncesiyle Ay’a karşı dura­rak dileklerde bulunmak; bazı yerlerde de yaygın olan bir inançla, gelişmemiş cılız ve hastalıklı çocukların, anaları tara­fından Ay’a gösterilerek; “Ya al, ya ver” diye yakarıp, bunun sonucunda çocuğun ya iyileşeceği veya öleceğine inanılması da aynı tür inanışlardandır.

Cahiliye Arapları’nın, diş değiştiren çocuklarının çıkan dişlerini ellerine alıp güneşe doğru atarak, ‘bunu daha güzeli ile değiştir’ demeleri de buna bir örnektir.”[238]

Ağaçlar, kuyular, mağaralar, kayalıklar gibi bazı tabii şeylere tapınmada da, onların aracılığı sayesinde “ilah” ile doğrudan rabıta tesis edebileceğine inanılmasının yanında, onların şifa verme ve hayat bahşetme hassalarına sahip ol­dukları düşüncesi vardır. Suyuyla çöldeki bir kuyu, hürmet gösterilen bir şey olmuştur. Mağaralar, yeraltı kuvvetleri ve ilahları ile ilişki halinde mütalaa edildiklerinden kutsal adde­dilmişlerdir. Cahiliye devri Arapları’nın Uzza putu ve Nahle’deki Gabğab mağarası da esasında böyleydi.

Günümüzdeki Müslüman Ruvale Bedevi’leri, su buharla­rını bir araya toplayan, mer’alara faydalı çiğ düşürmek suretiy­le nebatları büyütüp geliştiren Ay tarafından insan hayatının tanzim edildiğini tahayyül etmektedirler.

Dini inanış unsurlarının hepsinin göze çarpan belli başlı özellikleri, daha yüksek bir gelişme seviyesine ulaşıldığında değişik bir şekil altında varlıklarını sürdürme temayülü gös­terirler.

Kur’an-ı Kerim’de zikri geçen Ved, yani Main’liler panteo­nunun tepesinde duran “Ay Tanrısı” böyledir. İbn Hişam ve et-Taberi, Necran’da bulunan bir mukaddes hurma ağacından bahsetmektedirler. Bu ağaca silahlar, elbise ve bezler hediye olarak sunuluyor ve onun gövdesine asılıyordu. Mekkelilerin her yıl gelip ziyaret ettikleri, üzerine eşyalar asılan Zat-ü Envat, belki de Nahle’deki el-Uzza ile aynı şeydi, Ta’if’deki el-Lat, kare prizma şeklindeki bir kaya ile temsil edilmekteydi. Nihayet Petra’daki Zü’ş-Şara, yüz yirmi beş santim yüksekliğinde ve altmış beş santim eninde yontulmuş dik dörtgen priz­ma şeklinde kara bir taştan ibaretti.”[239]

Yukarıda adı geçen “Zatü Envat” şifa ve dilekler konu­sunda ilginç bir örnektir:

Hz. Peygamber devrinde tapılan put ağacının adı Zat-ü Envat idi, bir başka deyimle bir dilek ağacı.. Daha sonra bu ad, bazı Müslüman bilginlerce örtülü şirkin sembolü olarak kullanılmıştır. Bu bilginlerden biri de, hurafe ve yozlaşmaların kutsala fatura edilmesine savaş açmış ünlü bilgin Ebu Şame (ölm.1266) kendinden önceki kaynaklarını da göstererek şu ibret verici olayı anlatır:

Huneyn Savaşı’na katılan bir grup sahabi demiştir ki; “Hz. Peygamberle birlikte Huneyn’e doğru yol alıyorduk. Kureyş putperestlerinin o yörede kutsal tanıdıkları büyük bir ağaç vardı. Her yıl belli bir süre bu ağacın altına gelir, silahlarını ağaca asar, orada kurban keserlerdi. Bu süre içinde tüm dilekleri için bu ağaca bezler-giysiler astıklarından, adı Zat-ü Envat konmuştur. Ağacın yakınından geçerken biz Hz. Pey­gambere şu ricada bulunduk;

“Ey Tanrı elçisi, sen de bizim için bir Zat-ü Envat belirlesen olmaz mı?” Peygamber bize şu cevabı verdi;

“Allah Allah! Siz ne cahil bir toplumsunuz. Önceki ümmetlerin geleneklerini mi ihya edeceksiniz? Sizin şu sözünüz, İsrail Kavmi’nin Hz. Musa’dan put isteyen ve Kur’an’da da geçen şu sözüne benziyor: ‘Ey Musa! Şu belde halkının taptıkları ilahlar türünden bize de bir ilah bul.”[240]

Ebu Şame, Zat-ü Envat ağacınınki türünden işlevi olan tüm bina, ağaç vs.’nin ortadan kaldırılmasını Allah’a imanın bir gereği sayıyor. Daha ilginci, Ebu Şame, bu tür işlevlere araç yapılan tüm cami, mescit ve benzeri mekanların da şirk aracı olduğunu ve yıkılmaları gerektiğini söylüyor. Bu tür mescit ve mabetler diyor Ebu Şame, Tevbe: 9/108. ayette sözü edilen bölücülük, halka zarar veren riyakarlık odağı mescitler cümlesindendir. Bu tür yerlerde yapılan zikirler, kılman namazlar, tutulan oruçlar ibadet görünümünde birer şirk sergilenişidir.”[241]

Şirk konusunda şu hadis-i şerif de oldukça önemlidir;

İbn Mes’ud (ra), Peygamber (sav)’in şöyle buyurduğunu Zeynep(ra)’den rivayet ediyor;

“Rukye, muska ve muhabbet muskasında şirk vardır.” Dedim ki

“Neden bunu söylüyorsun? Gözüm ağrıyordu, falan Yahudi’ye gidip geldim, rukye yaptır­dım. Beni okuduğu zaman gözümün ağrısı kesildi.” Bunun üze­rine Abdullah şöyle dedi;

“Bu şeytanın işiydi. Onu kendi eliyle koyar, ona okunduğu zaman ondan uzaklaşır. Allah re­sulü (sav)’in buyurduğu gibi şöyle demen yeterlidir: “Sıkıntıyı gider, ey insanların Rabb’i! Şifa ver! Şifa veren ancak sensin. Senin şifandan başka hiçbir şifa yoktur. Hiçbir hastalık bırak­mayan şifa ihsan eyle!”[242]

Şirkten uzak ve temiz bir kalp ile dosdoğru bir yol üzere bulunan Müslüman, şifa dahil bütün iyilikleri ancak Allah’tan bekler; çünkü, Allah:

“Biz Kur’an’dan öyle bir şey indiriyoruz ki, o, mü’minler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır”[243] buyuruyor.[244]

 

 

Şefaatçi Tanrılar

Şefaat kavramı, fertteki güvenlik duygusunun, daha çok, ‘ölümden sonraki hayat’ inancıyla ilgilidir.

Ölümden sonra da hayatın varlığına inanan bir kimse için şefaat beklentisi bir ihtiyaçtır. Çünkü, sonraki hayatı kişi için birçok yönleriyle meçhuldür. Bundan dolayı da insan tedîrginlik ve endişe içindedir. Yanlışlık, hata ve günahların, ‘sonraki hayat’ta karşılıklarının görüleceğine inanılması sebebiyle, Allah katında affedilmek ve Cennet’te derecelere nail olmak için bir şefaatçiye ihtiyaç duyulur. İslam, bu ihtiyaca, Allah’ın izni ile şefaat edeceği bilinen Peygamber ve şefaat etmesine müsaade edileceği umulanlar ile cevap verir.

Ancak bunun kimse için bir garantisi yoktur. Rasulüllah (ve O’nun zamanında cennetle müjdelendiği bilinen on kişi) hariç olmak üzere kimsenin kendisinin kurtuluşa ereceği ve üstelik başkalarına şefaat edeceği şeklinde bir senedi de yoktur.

İnsanların değişik dönemlerde, çeşitli varlıkları ve birta­kım kimseleri kendileri için şefaatçi olarak seçtikleri ve onlara, bu sebeple, sımsıkı sarıldıkları; onların istek ve arzu­larını itirazsız yerine getirdikleri, kendilerine ve hatta yakın­larına, kullandıkları eşyalara, oturdukları mekanlara büyük saygı gösterdikleri bilinmektedir.

“İslam’ın ortaya çıktığı dönemde, Hicaz bölgesinde bir kısım Araplar; melek, cin ve şeytan gibi bir takım ruhani varlıklara ibadet ediyorlar ve meleklerin Allah katında saygın bir yeri olduğunu düşündükleri için onların daha şanslı olduk­larını ve eğer onlara ibadet (itaat) eder ve hürmette kusur etmezlerse, Allah katında kendilerine şefaat edeceklerini dü­şünüyorlardı.[245]

Onlar; “Biz onların suretlerini yapıp, onlara dişi isimler vererek tapındığımız zaman Allah katında bize şefaatçi olurlar” diyorlardı. [246] Büyük saydıkları kimselerin suretlerini yaparak bunlara saygı gösterip tapınanlar da, bununla o yüce ruhların ve azizlerin kendilerine şefaat edeceklerine inanırlar; bunu, hürmet ettikleri şeylerin Allah katında makbul kimseler olduğuna inandıkları için yapıyorlardı.[247]

Kur’an ise buna; “Ve size (Allah) melekleri ve peygam­berleri ilahlar edinin diye emretmez..” [248] diyerek set çekiyor.

“Öyle anlaşılıyor ki; şirk içinde olan insanlar, Allah ke­limesi ile isimlendirdikleri ilahın, her şeyden üstün bir ilah olduğu düşüncesinde idiler. Diğer ilahlar hakkındaki inançları ise bu en üstün ilahın ilahlığında biraz nüfuz ve dahli bulun­duğu, onların isteklerinin üstün ilah yanında makbul olduğu, dolayısı ile bu ilahlar vasıtasıyla istek ve arzularının kabul edileceği, böylece zararlardan kurtulup iyiliklere erebilecekleri noktasında toplanıyordu.

Bu sebeple onları Allah ile beraber ilah ediniyorlar. Yine bu anlayışa göre zannediliyor ki; Bir insan, birini şefaatçi edinir, ona dua eder, ondan yardım isteyerek tazim ve hürmet gösterir, ona adaklar, kurbanlar sunarsa, ve böylece onu memnun edebilirse, Allah da onun hatırına kendisinin dilek­lerini kabul eder. (O kişi ya da nesne) Ona ahrette azap edilmemesi için şefaatçi olur.”[249]

Aynı mantıkla bu ilahlara sığınan kimseler, ilahların memnun edilmemesi, küstürülmesi veya kızdırılması halinde kendilerine kötülülüklerin isabet edeceği; kıtlık, hastalık, can ve mal kaybı gibi musibetlere ve belalara duçar olunacağı şeklinde endişe ve korkulara da sahiptiler.”[250]

Halbuki ayetler, Allah’tan başka ilah edinilenlerin bir fay­dası olmadığı gibi zararlarının da dokunamayacağını haber ve­riyor;

“Onlar Allah’ı bırakıp, kendilerine ne bir zarar ne bir fay­da vermeyecek olan şeylere taparlar. Bir de; ‘Bu taptığımız şeyler, Allah yanında bizim şefaatçimizdir’ derler.”[251]

Konuyu biraz daha iyi anlayabilmek için, İslami kaynak­larda, şefaat ve şefaatçi kavramlarının ne anlama geldiğini görelim.

Ömer Nasuhi Bilmen şefaati şöyle açıklıyor: “Ahret gününde bir kısım günahkar müminlerin affedil­meleri ve bir kısım zevatın da fazla lütfu ilahiyeye nailiyetleri için enbiyayi izam ile ümmetin büyükleri, Cenab-i Hak’tan istirhamda bulunacaklardır. En büyük şefaatkarımız ise Pey­gamberi Zişan’ımızdır. O, bir hadisi şeriflerinde; “Benim şefa­atim ümmetimden büyük günahlar işlemiş olanlar hakkında vaki olacaktır,” buyuruyor.”[252]

Aynı konu Mevdudi tarafından da ele alınmış. Onun tespitiyle; “Şefaat iki kısımdır:

Birincisi: Arkasında bir tür nüfuz ve kuvvet bulunan şefaattir ki, bu tür şefaat (anlayışında şefaatin Tanrı tarafından) kabul edilmesi zorunludur.

İkincisi ise: İsteklerin içtenlikle ve alçak gönüllülükle arz olunduğu, ancak şefaatin kabulünü zorunlu kılan bir güç ve kuvvetin olmadığı şefaat anlayışıdır.

Birinci anlamda, bir kimseyi şefaatçi kabul eden kişi hiç şüphesiz ki, onu ilah edinmiş ve şefaatçiyi Allah’a ortak koş­muş olur. İşte böyle bir şefaat anlayışını Kur’an-ı Kerim kesin olarak reddeder.

İkinci anlamdaki şefaate gelince, başkaları için peygam­berlerin, meleklerin ve salih insanların Allah katında buluna­cakları şefaat çeşididir. Allah böyle bir talebi dilerse kabul eder dilemezse kabul etmez. Ahmet Hamdi Akseki ise;

“Allah’ın bir olduğunu söyledikleri halde kendilerini Allah’a yaklaştırmak maksadı ve O’nun yanında şefaatçi olur itikadi ile., onlara uyarak tapmak da bir çeşit şirktir” diyor. [253] Anlaşılan o ki, insanlar ister sembolik manası ile putlara, ister bizatihi şahıslara yönelsinler, şafaati birtakım kişi ve nesnelerden bilirlerse, maksatları Allah’a yaklaşmak dahi olsa şirke sapmış olmaktan kurtulamazlar.

Deniliyor ki, “kevni veya arizi bir varlığa bizatihi kendisi için tapınmak zaten dinler tarihinde rastlanmayan bir durumdur.’[254]

Tapınma ya da ilah edinme, o nesneye atfedilen değer ve özellikler ile, bu atfetme sonucu ondan umulan, beklenen şey­ler içindir. Şefaat beklentisi de böyle bir mekanizma sonucu ilah edinme olayında karşımıza çıkar.

Hiçbir konuda ilahlığa ortak kabul etmeyen Tevhidi inanış, şefaat konusunda da aynı kesin tavrı ortaya koymuştur. Şefaat ancak Allah’ın dilemesi ile olur. Kimsenin kendi zatından dolayı böyle bir yetkisi yoktur.

Ayetler şüpheye yer vermeyecek derecede açıktır.

“O gün, ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak Allah’a kalb-i selim (temizlenmiş kalp) ile gelenler fayda bulur.”[255]

“Kalb-i selim, şüphelerden ve şirkten temizlenmiş kalp demektir.”[256]

Diğerlerinin ise ortak koştukları, her ne ise hesap gü­nünde, birbirilerini inkar edeceği haber veriliyor. Bu ise olayın en dramatik safhası ya da sonu!

“Kendilerine ortaklarından şefaatçılar da bulunmaz. Onlar ortaklarını da inkar edeceklerdir.”[257]

Ruhlar yaratıldığında herkesin Rabb’ine verdiği söz doğ­rultusunda, hesapların görüleceği o büyük yargı gününe vara­bilmenin yolu dosdoğru ve tertemiz bir kalp ile, putlardan uzak bir ruh halinden geçiyorsa, ki bunda asla şüphe yoktur; öyleyse, ilah kavramının içerdiği bütün anlamlarıyla kurtuluş sunan kelimeye sığınmakta hiç gecikmemeli;

“La ilahe illallah!” [258]

 

 

Kendinden Başka İlah Olmayan Allah Nasıl Bir İlah!

Özgürlük psikolojik bir olaydır, önce zihinlerde gerçek­leşir. Kafaların içinde duvarlar örülmüşse sistemlerin hürriyet ve özgürlükler sunması ile esaret getirmesi fazla bir anlam ifade etmez. Beyinleri hür olmayanların gerçek hürriyeti tatmaları ve kurtuluşa ermeleri düşünülemez. Hür ve özgür bir psikolojiye sahip olan kimseyi ise sistemlerin ve diktaların ördüğü duvarlar sınırlayamaz, hapsedemez. Gerçek hürriyet ise insanın, önce zihinleri esir eden ilahlardan kurtulması ile başlar; bu ilk adımdır. Hemen akabinde inanılacak, tasdik ve teslim olunacak ilahı bulmak gelir. Bunun da bir tarifi olmalıdır; kurtuluş bahşedecek, ilaha götürecek, bu büyük arayışı sağlam ve doğru bir sonuca ulaştıracak tarif! İnsanlar bunu nereden bulacak? İşte bu sorunun cevabı ilahi bir yön tayin edici (pusula), hayat yolunu hakka çıkaracak şaşmaz ölçüleri bulmayı sağlayacak rehberi verecek.

Kıyamete kadar hükmünü ve tazeliğini muhafaza edecek olan ve insanların ateşten kurtuluşunun talimatını içeren; alemlerin Rabb’inin sonsuz lütuf ve rahmetinin tecellisi Kur’an bize bu imkanı sunuyor.

Kur’an; Allah’ın ‘Oku’ buyurduğu, çoğu insanın inadına okumadığı ‘Kitap’. Sadece inanmayanın değil, inananın bile ömründe bir kez, içinde anlatılanları merak edip okumadığı, okumamakta ısrar ettiği-, Okumamakla Allah’a muhalefetini ilan ettiği, o yüce ‘Oku’ emrini hiçe saydığı. Böylece kendini ışığından mahrum ve karanlıkların girdabına mahkûm ettiği, o müthiş uyarı ve muhteşem kurtuluş reçetesi Kur’an!

Sadece Allah’a has olan ‘ilah’ kelimesinin kavramsal içeriğini, işte en güzel bir biçimde bu ‘Kitap’ta buluruz.

Haşr suresinin son üç ayeti, ‘ilah’ kavramının anlaşılması açısından yol göstericidir. Bu ayetlerde, ‘Kitab’ın sahibinin bir nevi kendini tarif edişi var. O’nu, tek olan ‘ilah’ı, ilah kavramı­nı bütün yönleri ile açıklığa kavuşturan boyutlarıyla, burada ge­çen (kamil sıfatları ifade eden) ‘esma ül hüsna’ ile anlamak mümkün.

Öncesinde, “Lev enzelnahü” diye başlayan ayette, ruhlara dehşet veren bir tasvir var.

“Bu Kur’an’ı bir dağa indirmiş olsaydık, dağın ezilip bü­zülerek Allah korkusuyla paramparça olduğunu görürdün.” [259]

İnsanlardaki bu ne kayıtsızlık, ne gaflet!

“Allah’a ve bütün manevi/ahlaki sınırlara/değerlere karşı gaflet içinde bulunmakla, ruhen hareketsiz ve bir dağdan daha fazla cansız olanların tersine.!”[260]

Kur’anın dağlara teklifi halinde korku ve dehşetten pa­ramparça olacaklarından bahisle, insanın; nasıl bir sorumluluk karşısında bulunduğu ve kiminle, nasıl bir ilahla muhatap olduğu ilahi ikazının muhteşem üslubu!

Allah; nasıl bir ilah!

“Allah, o Allah’dır ki, ondan başka ‘ilah yoktur.” [261]

“O’ndan başka ilah yoktur.” O Allah ‘Bir’ olan ilahtır, O’ndan başka ilah yok.

İnsanlığın yaratılışından beri karşılaştığı bütün problem­lerin, doğrudan veya dolaylı bir şekilde ilintisinin bulunduğu muhteşem kelime, kelime-i tevhid! Bütün çözümlerin asıl kay­nağı ve kurtuluş bu kelimelerle özetlenen manada sunuluyor.

Sabah ve akşam, namazından sonra okunan ve anlamı ruhlara dehşet salması gereken, “Hüve Allahullezi La İlahe İllallahü” diye başlayan ayetler, ilahın ne olduğunu ve “başka ilah yok demekle, başka neyin olmadığını; “tek bir ilah” olan Allah’a teslimiyetin ve onu tek ilah olarak tasdik etmenin anlamını yeterince açık bir biçimde veriyor.

“Hüvallahüllezi La İlahe İllallahü..” “O, tek ilah olan Allah, öyle bir Allah’tır ki..! Ondan başka ilah yoktur.”

Ve O ilah “Alim”dir

Gizli ve açık, “Her şeyi hakkıyla bilen” ancak O’dur.[262]

O’ndan başkaları ise ancak onun bildirdiğini ve izin verdiği kadarını bilme imkanına sahip. Mutlak hakikat ve doğruluğu tartışılmaz olan, ancak “ilah” olanın söylediğidir; O da Allah’tır, İlah olmayanın kanaatleri, her kim olursa olsun, mutlak hakikat olamayacağı gibi tartışılmaz da değildir. Çünkü, gerçek İlah olandan başkası “her şeyi hakkıyla bilen” olamaz.[263]

Her söylediğine tartışılmaz bir tarzda teslim olunacak makam da, ilahtan başkası değil. Bundan çıkan bir sonuç da şudur ki; kimin her söylediği, her kanaati ve her emri tartışılmaz bir doğru olarak görülürse o ilah edinilmiş olur. Dolayısı ile bu, tek ilah olarak Allah’a inananlar için kabul edilebilir bir davranış tarzı değildir.

O “Rahman” dır.

Ancak O, “Rahman” olduğu için lütuf ve koruyuculuğu ile “bütün alemi kucaklayan ve kuşatandır. Yarattığı tüm var­lıklardan, mü’min olsun, kafir olsun bütün insanlardan rahmet, lütuf ve nimetlerini hiç esirgemeyen zat” sadece O’dur.

O hem müminlerin, hem de yine Rahman sıfatı ile ka­firlerin de İlah’ıdır. Fark gözetmeden inananları da, inanmayanları da nimetlendiren yalnızca O’dur. O’ndan başka kimse rızk vermeye, O’nun verdiğini engellemeye, vermediğini vermeye muktedir olamaz; bu nedenle de kimse rızk endişesi ile çekinilecek ve korkulacak makam asla değildir. Kişi kimi rızk veren veya rızkına mani olabilecek kişi ve makam olarak görüyorsa onu ilah edinmiş olur.

‘Rahim’dir.

O, Rahman sıfatının yanında Rahim’dir de. Yani; “Dün­yada kendisine inanıp, emirlerine uygun bir şekilde yaşayan­ları ahrette ebedi nimetlerle mükafatlandıracak olandır.” Kim­se O’nun, ‘sonraki hayat’ta vereceğini vermeye muktedir ola­maz. Bunda vasıta da olamaz. Ancak O’nun diledikleri, O’nun dilemesi ile O’nun dilediklerine, yine O’nun Rahman sıfatının bir tecellisi olarak şefaat edebilir.

‘Melik’ Olan O’dur.

“Melik olan, yani; “Görünen ve görünmeyen bütün alem­lerin (gerçek) sahibi ve yöneticisi (hükümdarı) ancak O’dur.” Diğerleri; adil olanlar da, insanları köle yapmaya çalışanlar da hepsi birer emanetçidirler. Gerçek ve ebedi hükümdar değil­lerdir. O’ndan başka kimse gerçek ve ebedi sahip, efendi (dav­ranışlarından kimseye karşı sorumlu olmayan) gibi görüle­mez.

O ‘Kuddüs’tür.

Başkası, hiçbir kimse ve hiçbir şey değil., yalnızca O; “Her türlü eksiklik ve noksanlıktan uzak, bütün kemal sıfat­larla vasıflı olan”dır.[264]

Filan kimse, falan lider, başkan, imam, sultan ya da kral “kuddüs” değildir. Yani kimse hatadan ve noksanlıklardan uzak bilinmeye layık değil; şaşmaz ve yanılmaz asla değil. Tek mükemmel, gerçek doğru, mutlak hakikat, “pak ve temiz” olan; (ilah kavramının bu manasıyla da) yalnızca O’dur. Hiç kimse (başkan, lider, imam, sultan, şef, yönetici, din adamı, bilim adamı) noksanlıklardan uzak ve hatasız olarak görülüp, ‘bir bildiği vardır’ diyerek her davranışında bir hikmet arana­maz ve kendisine öyle davranılıp ilahlaştırılamaz.

“Selam” O.

“Esenlik veren”, yani gerçek “kurtarıcı” olan ancak O’dur.

“Gerek dünya, gerek ahrette tehlikeye düşenleri esenliğe ulaştıran..”

“Her türlü eksiklikten bizzat kendisi salim olduğu için, güç ve kuvvet ile, her şart altında kurtarmaya ve tehlikeleri bertaraf etmeye yeterli olan., gerçek “kurtarıcı” ilah O.

“O’ndan başkasının, değil başkalarını kurtarmaya, bir olan Rabb’in izni ve yaratması olmaksızın parmağını kımıldatmaya bile yetecek gücü kendinde bulmaz. Kaldı ki insan­ları, ülkeleri ve dünyayı kurtarmak!

Her şey, kendisi “selam” olan, yani esenlik (kurtuluş) vermeye gücü yeten, ortak ve yardımcıya ihtiyacı olmayan tek ilah olan Allah’ın ol emriyle; dilemesi, takdirî ve yaratması iledir.”[265]

Esenlik vermek (kurtarıcılık) da ancak ve sadece O’nun elinde. Bu manada da ilah olan yalnızca O’dur. O’ndan başka hiçbir kişi, kurum ya da makam kurtarıcı olarak görülemez, kabul edilemez; yani ilah edinilemez.

“el-Mü’min”

O “Güven veren, vadine güvenilen”dir.

“İnsanların gönlünde iman ışığı uyandıran, bu şerefi onlara ikram ederek, şüphe, endişe ve tereddütleri izale buyuran; kendisine sığınanlara eman vererek, onları her türlü tehlikeden koruyan., ahirette ebedi mutluluğu kendilerine sağ­layacak olan” O’dur. Çünkü O ‘ilah’tır.[266]

“el-Muheymin”

“Evrenin bütün işlerini düzenleyen, gözeten ve yöneten; insanları murakabe eden” O’dur.’ [267] O’nun kainata ve insana koyduğu kuralların dışında hiçbir mercinin kuralı, kainatı ve insanları hakkıyla yönetmeye ve murakabe etmeye layık ve yeterli olamaz.

O “Aziz”dir.

“Aziz” olmak kendi zatından olan, ilah olmanın gereği, eşi ve benzeri ve dengi bulunmayan, değerli, şerefli ve güçlü; hiçbir zaman yenilmeyen, daima galip” olan yani aziz olan O.[268]

Filan kuruluşun başkanı, falan davanın ya da organizas­yonun sahibi, kurucusu ya da falan süper gücün lideri, başkanı değil, yalnızca O aziz (eşi, benzeri ve dengi olmayan, daima galip) olandır.!

“Cabbar” O.

“Mutlak iradesini her durumda yürüten”, “düzeni bozulan her şeyi tanzim eden, her güçlüğü kolaylaştıran..”

Gerektiğinde, “zor kullanarak iş yaptıran..” O istemezse, hiç kimse, hiçbir kurum, hiç bir makam, hiç kimse hiçbir işi zorla.yaptırma gücüne sahip değil. Dolayısıyla korkmak gerekirse, İlah olmanın gereği “Cabbar” olan O olduğundan, O’nun zorundan korkmalı.

O’ndan başkasından korkarak, Allah’ın açık emirlerine muhalefet etmek onları ilahlaştırmaktır. Cebbar olduklarını yani Allah dilemese de, ‘isteklerini zorla yaptıracak’güce sahip olduklarını zannederek boyun eğmek, onlara tek olan ilahın sıfatlarını yakıştırmaktır.

“Mütekebbir” olan İlah..

“Her şeyde ve her işte azamet ve yüceliğini gösteren” yani mütekebbir olan O.

Onun dışında tüm büyüklenmeler, “büyüklük taslama”dır. Ondan başka hiç kimse “mütekebbir” değil.! Çünkü ilah değildir.

“Halik” O

“Her şeyi takdir ettiği şekilde yaratan”. Neyi nasıl dilerse… “Ol” emriyle. Yoktan var eden, Halik olan ilah..” O’dur.

“Bari” de O.

“Her hangi bir modele bağlı kalmadan” hiçbir şeyin, hiçbir kayıtla sınırlayamayacağı bir kudretle, dilediği şekilde serbest olan.”

“Tüm işlerinde kimsenin asla sınırlayamayacağı.” [269] O’ndan başka hiç kimse “bari” değil. Kimse dilediğince, sorumsuzca, hesapsız bir şekilde hareket serbestisine hak ka­zanmış değil. Kral da olsa, şah da, padişah da, lider de, sultan da olsa.!

O’ndan başka kimse işinde, yaptıklarında kimseye hesap vermeme konumunda zannedilip ilah yerine konamaz!

“O Allah’tır. Yaratıcı; bütün özlere ve görüntülere şekil veren Yapıcı. Bütün mükemmellik vasıfları (esmaü’l-hüsna[270] (yalnız) onundur. Göklerde ve yerde olan her şey, O’nun sınırsız şanını yüceltir. Çünkü yalnız O’dur kudret ve hikmet sahibi olan.”[271]

“Hüveallahüllezi la ilahe illahu..” Allah, o Allah’tır ki, işte bütün bunlar (bu kamil sıfatlar= esma ül hüsna) yalnız ona mahsustur.

“La ilahe illahu” , O’ndan başka bu kamil sıfatları haiz kimse yoktur.[272]

 

 

İlah’ın Sıfatları

Yukarıdaki kavramlarla ilahlığının anlamını kavramaya çalıştığımız Yüce Allah (cc)’ın bütün sıfatları belli başlıklar altında özetlenir; ve O ancak sıfatları ile bilinir.

Sıfat ise; vasıf, nitelik, hal, keyfiyet demektir.

Hem zatında, hem de sıfatlarında tek olan ilaha, sadece O’na has olan ve O’ndan başkalarında bulunmayan bu nite­likler nelerdir?

İlah kavramının zihinlerde yeterince yer edebilmesi, yal­nızca “ilah”a has olan bu niteliklerin tam olarak anlaşılması ile mümkündür.

Allah’ın bu sıfatların doğru olarak bilinmemesi ise zihin­lerde başka ilahların yer etmesine zemin hazırlar ve tapma sapmalarına ve sapkınlıklara neden olur.

Şirk içinde bulunanların az veya çok, başka yaratıklara yakıştırdıkları, aslında yalnızca Allah’ın (cc) sahip olduğu bu sıfatlar (hal, nitelik, keyfiyet ya da vasıflar) şunlardır: [273]

I- Vücut Sıfatı:

Varlığı kendisi ile kaim olmak; başkası vasıtası ile değil, yalnız kendi zatının gereği olarak var olma. Var oluşu ve var­lığının devamı için hiçbir şeye ve hiç kimseye muhtaç olma­yan. Ondan başkasının varlığı ise kendi zatının gereği değil..

Her şeyin ‘olmazsa olmaz’ı yalnızca O’dur. O olmasaydı hiçbir şey olmazdı. O’ndan başka, her ne olursa olsun, ‘olmazsa olmaz’ değildir; olmasa da olur.

Aklın gereği olarak olması gereken budur: “Bütün bu gördüklerimizi var eden, onlar yok iken yaratan bir vacibü’l vücudun (varlığı kendi zatından olanın) bulunması lazımdır. O olmadıkça bu varlıklar var olamaz ve izah edilemez. İşte bütün bu varlıkları yaratan ve kendi varlığı başka bir varlığa muhtaç olmayan ‘Vacibü’l vücud’ olan Allahu Teala Hazretleri’dir. Bunun içindir ki, varlığın zıddı olan yokluk, O’nun hakkında düşünülemez.[274]

“Aklı başında olan her insana, Allah’ın varlığını bilip tas­dik etmek farzdır. Kainatta her zerre, ilim ve kudret sahibi Allah’ın varlığına şahadet edip dururken, her şeyin üstünde bir akla sahip olan insanın bunu anlamaması, düşünüp bulmaması caiz olamaz. Onun içindir ki, insanın, nerede ve hangi za­manda yaşamış olursa olsun, kendi akliyle düşünerek Allah’ı bulması ve bilmesi üzerine farzdır.”

Ebu Hanife, Fıkh-ı Ekber’inde;

“Allah insanlara, dini vecibelerini beyan eden bir Pey­gamber göndermemiş olsa idi bile, akılları ile Allah’ın varlığını ve birliğini bilmek onların üzerine vacib olurdu”, hükmüne varıyor.[275]

Demek ki aklın tabii fonksiyonu ve ilahi misyonu yara­tıcısını düşünüp bilmektir. Bunun içindir ki; aklı olmayanın dini de yoktur, denmiştir. [276]

II. Kıdem:

(Ezeli olmak) Allahu Teala kadimdir (ezelidir).

Kıdem, varlığın ezeli olması, yani bir başlangıcı bulun­mamak. O’nun yok olduğu bir anın geçmemiş olması demektir. Görmekte olduğumuz her şeyin bir evveli, bir başlangıcı vardır. Çünkü, her şey önce yok iken sonradan olmuştur. Fakat Allahu Teala böyle değildir.

Geriye doğru ne kadar gidilirse gidilsin, O’nun bulun­madığı bir zaman tasavvur olunamaz. Esasen zaman ve mekan, her şey, sonradan ve Allah’ın yaratmasıyla olmuştur. [277]

III. Bakaa:

Allahu Teala bakidir; varlığının bir sonu yoktur. Gör­düğümüz bütün varlıklar sonradan oldukları cihetle, bir zaman sonra yine yok olacaklardır.

Fakat, Allahu Teala böyle değildir.. Varlığı için bir başlangıç olmadığı gibi, bir nihayeti de yoktur. [278]

IV. Vahdaniyet:

Allah’ın Bir olması demektir. Zatında, sıfatlarında, işle­rinde tek olup; eşi, benzeri ve ortağı olmamak demektir. “Al­lah birdir. Doğmamış ve doğrulmamıştır. O’nun hiçbir ortağı, örneği ve cüzileri yoktur. Her bakımdan ‘Bir’ olmak, O’nun zati sıfatlarındadır. Zatının eşi, ortağı, benzeri olmadığı gibi, sıfatları itibariyle de benzeri yoktur. Her şeyi yaratan yalnız kendisi olup, O’ndan başka yaratan olmadığı için işlerinde de tektir. Bunda da eşi, ortağı ve yardımcısı yoktur.” [279]

V. Sonradan Olanlara Benzememek:

“Allahu Teala zatında ve sıfatlarında hiçbir şeye benze­mez. Biz O’nu nasıl düşünürsek düşünelim, O, bizim düşün­düklerimizden, hatır ve hayalimizden geçenlerin hepsinden başkadır ve hiç birine benzemez. Çünkü hatırımıza gelebile­cek şeylerin hepsi mümkündür ve yokken, sonradan yaratılmış ve başkasına muhtaç şeylerdir. Onların her birinin bir cihetten başkalarına bir benzerliği vardır. Allahu Teala ise böyle olma­yıp..zatı cihetinden de, sıfatları bakımından da hiçbir şeye benzememek ve hiçbir yönden benzeri olmamak sıfatı O’nundur.”[280]

VI. Varlığı Kendi Zatının Gereği Olmak:

Varlığı için başka bir şeye muhtaç olmamak demektir. Şu varlık aleminde ne varsa hiçbiri var olma ve varlığını devam ettirmede müstakil değildir. Hepsi “ilah”a muhtaçtır. Yalnızca Bir tek, kendisi ilah olan Allah hariç. [281]

VII. Diri Olmak, Hayat

“Her şeyi yaratan Allahu Teala’dır ve Canabı Hak, ezeli ve edebi bir hayat ile “hay”dır; yani diridir. Hayat, Allah’ın bir sıfatıdır. Bizim hayatımız sonradandır; Allahu Teala’nın mah­lukudur. O’nun hayatı ise, zatının muktezasıdır, ezeli ve ebedidir; hayat O’nun zatından ayrılmayan bir sıfattır.

Çünkü hayat bulmadıkça, bu sıfatların bulunmasına im­kan yoktur. [282]

VIII. İlim:

“İlim, Allahu Teala’nın her şeyi bilmesidir. “Allah alim­dir”; olmuşu, olanı, olacağı, gerek kül (bütün) halinde ve ge­rek ayrı ayrı hepsini bilir. Cenab-ı Allah için ezeli olan ilim, ezelden ebede bütün ma’lumatı, her şeyi kuşatmıştır. O’nun ilminden dışarı kalmış hiçbir şey yoktur. Dünya ve dünyadakiler yokken onların hepsini, nasıl ve ne zaman olacaksa onları öylece bilir. Hiçbir şey, gönlümüzden geçenler bile O’na gizli değildir.”

Allahu Teala’nın bugün vukua gelen ve gelmekte olan her şeyi, nasıl olacaklarsa ezelde (Önceden) Öylece bilinmiş ol­ması, iş yapabilmemize asla mani değildir. “Allahu Teala, ola­cak şeyleri olacağından dolayı bilir. Yoksa, Allah bildiği için o şeyler vücuda geliyor değildir. Olacaklarını Allah’ın bilmiş olması, onların olmasını icap ettirmiyor; belki iradelerimizle olacakları için biliyor.”

Bir alimin, şu kadar zaman sonra filan gün, şu saat ve şu dakikada güneş tutulacağını şimdiden söylediği için güneş tu­tulmuyor. Günü gelince, söylendiği gibi güneş tutuluyor. Gü­neşin o anda tutulacağı onun bilmesine, yazmasına tabi de­ğildir. Tabiidir ki, güneş nasıl olsa tutulacak; fakat alimin geniş ilmi onu vaktinden evvel gördü. İşte bizim bugün yapa­cağımız işleri Allah’ın ezelden bilmiş olması da böyledir.” [283]

IX. İrade:

Allah’u Teala’nın irade sıfatı vardır. İrade bir şeyin şöyle olup da, böyle olmamasını dilemek ve dilediği gibi tayin ve tahsis etmektir. Dünya da olmuş ne varsa hepsi Allah’ın dile­mesi ile olmuştur. Mümkün olan her şeyin hangi şekil ve za­manda olmasını dilemiş ise, zamanında öylece olur. Her şey O’nun irade ve dilemesiyledir”. O’nun iradesi haricinde bir şey olamaz. [284]

X. Kudret:

Allahu Teala’nın, nihayetsiz, bitmek tükenmek bilmeyen bir kudreti vardır. Kudretinin yetişemeyeceği şey yoktur. Bu kadar yıldızlarıyla, güneşleriyle, dağlarıyla, ovalarıyla, denizleriyle, ağaçlarıyla, hayvanlarıyla, insanlarıyla bütün dünyayı ve kainatı yok iken var eden Allahu Teala’nın, ne büyük ve ne nihayetsiz bir kudret sahibi olduğu az bir düşünme ile anlaşı­labilir. Binaenaleyh, Allahu Teala, ezeli olan kudret sıfatıyla herhangi bir şeyi dilediği gibi yapmaya kaadirdir. [285]

XI. Kelam:

Kelam, Allahu Teala’nın harf ve savta muhtaç olmayarak söylemesidir. [286]

XII. XIII. İşitmek Ve Görmek:

Allahu Teala görülmek veya işitilmek şanından olan her şeyi görür, işitir. O’na uzaklık, yakınlık, karanlık gibi şeylerin hiç te’siri yoktur. İçimizdeki fısıltıları da işitir. Hikmetinin muktezasına muvafık olarak kullarının yaptıkları dualara cevap verir. Allah’ın görmesi ve işitmesi olduğu Kur’an-ı Kerim ile sabittir. [287]

XIV. Tekvin:

Cenab’ı Hakk’ın bilfiil yaratmak sıfatı demektir. Bütün varlıkların hakiki yaratanı Allahu Teala Hazretleridir.

Allah’ın yaratmak, rızk ve ni’met vermek, azap etmek, diriltmek, öldürmek gibi olan bütün fiilleri, yaratma sıfatına racidir.”

Her cismi ve mahiyetini, özelliklerini yaratan da O’dur. Her şeyi işiten, gören, bilen ve gücü her şeye yeten, ancak ve yalnızca O’dur. Tek sığınılacak, yardım istenecek, mutlak itaate layık, her buyruğu mutlak hakikat olan da O.

Korkulmaya ve sevilmeye, korku ve sevginin de yaratanı olarak layık olan O’ndan başkası değildir. Dünyevi ve uhrevi kurtuluş ancak O’ndandır.

Yalnız O’ndan yardım ister, ancak O’na kulluk ederiz.

O’ndan başka ilah yok, O’ndan başka sığınak da yok. O’ndan geldik, O’na döneceğiz.!

Ne mutlu o kimselere ki, kalplerinden ve kafalarından sahte ilahları silmiş, Allah’tan başkasına kul olmayı reddetmiş. yalnızca O’na kul olma şeref ve hürriyetine erişmişlerdir.

Ne mutlu o kimselere ki, onlar Allah (cc)’ı severler, Allah (cc) da onları!

Allah(cc) cümlemizi kulluğu ile şereflendirdiği, sevgisini kalplerine yerleştirdiği kullarından eylesin.![288] (Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları ŞİRK PSİKOLOJİSİ, Marifet Yayınları)



[1] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 7-8.

[2] Zariyat: 51/56.

[3] Prof. Dr. A.Zeydan, İslam’da Fert ve Devlet Münasebetleri. Kayhan Yay. İst. 1978, s.69

[4] Ömer Nesefı, Akaid, Otağ Yay. İst. 1978, s.59

[5] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 9-11.

[6] Prof. Dr. Rasim Adasal, Liderler ve Kahramanlar Psikolojisi, Yeryüzü Tanrıları, Minnetoğlu Yay. İst. 1982, s.74

[7] Prof. Dr. Rasim Adasal, age, 82-84.

[8] Prof. Dr. Rasim Adasal, age, 62.

[9] Mevdudi, Kur’an’da Dört Terim, Beyan Yay. İst. 1990, s.16-17.

[10] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 11-14.

[11] Prof. Dr. Seyyid Kutub, Fizilal’il Kur’an, Ilıcak Matbaası. Akit. İst, 1990.c l,s.430.

[12] Bakara: 2/27.

[13] Prof. Dr.Seyyid Kutub, age, s.105.

[14] Prof. Dr. Seyyid Kutub, age, s.77.

[15] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 14-15.

[16] Prof. Dr. Metin Yurdagür, Esma-i Hüsna, Marifet yay. İst. 1996, s.68

[17] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 16.

[18] Prof. Dr. Rasim Adasal, age. s.76.

[19] Celalettin Vatandaş, Tevhid ve Değişim, Pınar yay. İst. 1987, S.122.

[20] Abdulkadir Geylani, İlahi Armağan, Bedir Yay. İst. 1997 s. 103.

[21] Ebul Hasan en-Nedvi, İslam Düşünce Hayatı, İst. s.237.

[22] Mevdudi, age, s.23-25.

[23] En’am: 6/22.

[24] En’am: 6/23.

[25] En’am: 6/24.

[26] Prof. Dr. Seyyid Kutup, Fiziki il Kur’an cl, s.96.

[27] Celalettin Vatandaş, age, s.246. Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 17-22.

[28] Prof. Dr. Metin Yurdagür, age, s. 198.

[29] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 22-23.

[30] en-Neml: 27/60-64. Hasan Basri Çantay, Kur’an-ı Kerim Meali Hakim, Risale yay.1957, İst. S.383.

[31] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 23-24.

[32] Furkan: 25/3. Mevdudi, Kur’an’da Dört Terim, Beyan yay. İst. 1990 s.27.

[33] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 25-28.

[34] Dr.Yaşar Fersahoglu. Kur’an’da Zihin Eğitimi, Marifet yay. İst. 1998, s.40.

[35] İmam Gazali, İhya, c.lll, s.10-11.

[36] Yusuf: 12/53.

[37] Tevbe: 9/118.

[38] Fecr: 89/27, 28.

[39] Y. Fersahoğlu. age, s.40.

[40] Kriton Dinçmen, Dekstriptiv Psikiyatri, Atlas Kitabevi, İst. 1969, s.223.

[41] Kritan Dinçmen, s.224.

[42] Kriton Dinçmen, s.249.

[43] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 29-32.

[44] Kriton Dinçmen, age, s.248.

[45] Y. Fersahoğlu’dan, R.Ramazan el-Buti, Kur’an Eğitiminin Eşsiz Metodu s.23.

[46] Araf: 7/146.

[47] Y. Fersahoğlu, age, s.257.

[48] Bakara: 2/13. Prof .Dr. Seyyid Kutub, age, c.I, s.89.

[49] Fussilet:41/15.

[50] Prof. Dr. Seyyid Kutub, age, c.II. s.85.

[51] Y. Fersahoğlu, age, s.269.

[52] Mü’minun: 23/24.

[53] Prof. Suat Yıldırım, Kur’an’da Muhiyet, Kayıhan Yay.İst. 1987, s.295 s.269.

[54] Hud: 11/91.

[55] A’raf: 7/127.

[56] Şuara: 26/111.

[57] Şuara: 26/114, Hud: 11/29-30.

[58] Furkan: 25/43.

[59] Bakara: 2/13. Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 32-38.

[60] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 39.

[61] Doç.Dr. Vecdi Akyüz, Bütün Yönleriyle Asrı Saadette İslam, Beyan Yay. s. 102-104.

[62] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 39-40.

[63] Ezraki, Ahbaru, Mekke, I, 121.

[64] Ezraki, Ahbaru, Mekke I, s.121 Doç. Dr. Vecdi Akyüz, 183, İst. 1994.

[65] Doç. Dr. Nedim Macit Kur’an ve Hadislere göre Şirk ve Müşrik Toplumu, Ribat Basın Yayın A.Ş. Konya,1992 s.79.

[66] Prof. Dr. Rasim Adasal, age, 87.

[67] Prof. Dr. Rasim Adasal, age, 64-72 .

[68] Doç. Dr. Ekrem Sarıkçıoğlu, 32.

[69] T.W.Arnold, İntişar-ı İslam Tarihi, Akçağ yay. Ank. 1978. s.326.

[70] Prof. Dr. Rasim Adasal, age, 108.

[71] Doç.Dr.Ekrem Sarıkçıoğlu, age, s.91. Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 40-46.

[72] Embiya: 21/8.

[73] Furkan: 25/7. Cavit Yalçın, Kavimlerin Helaki, İst. 1997, s. 134.

[74] Kehf: 18/110.

[75] Furkan: 25/20.

[76] Zuhrut: 43/31,32.

[77] Ra’d: 13/38.

[78] Sebe: 34/37. Y. Fersahoğlu age s.325-28.

[79] Kehf: 18/110.

[80] Necm: 53/2-4. İhsan Süreyya Sırma, Hilafette Saltanata, Beyan Yay. İst. 1991 s. 19.

[81] Ebu Davut, İbni Mace.

[82] Buhari.

[83] Prof. Seyyid Kutub, Fizilal’il Kur’an, c.l s.296.

[84] E.H.Yazır Hak Dini Kur’an Dili VII. s.3871.

[85] Hud: 11/53.

[86] Prof. Suat Yıldırım, s.298.

[87] İsra: 17/90-93.

[88] İsra: 17/93.

[89] Y. Fersahoğlu, age, s.328.

[90] Atilla Tokatlı, Tarih Boyunca Politika, Hür yay, İst. s. 132.

[91] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 46-53.

[92] Maide 5/16.

[93] Tevbe: 9/30.

[94] Tevbe: 9/1.

[95] Sebe: 34/40.

[96] Prof. Suat Yıldırım, age, s.298.

[97] Cedu’l Mevla, Kısasu’l Kur’an, Şam, 1954, s. 15.

[98] Yeni Türk Ansiklopedisi. Ötüken Yayınlan, 8.cilt s.3150.

[99] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 53-54.

[100] Artur T.Jersıld, (Çev.Gülseren Günce) Çocuk Psikolojisi, Ank.Üni. Eğitim Bölümleri Fakültesi yay. Ank. 1983, s.373.

[101] Hud: 11/51.

[102] Tirmizi, Da’vat 70, V, 519, 520.

[103] Y. Doç. Dr. Ali Çelik, İslam’ın Kabul yada Reddettiği Halk İnançları, Beyan Yay. yay. s.74.

[104] Celalettin Vatandaş, age, s.110.

[105] İbrahim Canan, Büyük Hadis Külliyatı, c.4. s.200.

[106] Zaman, 6 Mart 1999.

[107] Ekrem Sarıkçıoğlu, s.93.

[108] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 54-59.

[109] İsra: 17/100.

[110] H.Basri Çantay, Kur’an-ı Kerim Meali, s.292.

[111] Bakara: 2/268. Prof. Dr. S. Kutub, Fizila’il Kur’an, c.2, s.74.

[112] İsra: 17/31.

[113] Ali İmran: 3/175.

[114] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 59-61.

[115] Prof. Dr. Suat Yıldırım, age, s.291.

[116] Nuh: 71/23.

[117] Bakara: 2/156.

[118] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 62-64.

[119] el-Casiye: 45/19.

[120] Prof. Dr. Metin Yurdagür, age, s.260.

[121] Bakara: 2/206.

[122] Prof. Dr. S. Kutup, age, c.2, s.426.

[123] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 64-65.

[124] Nebe: 79/29. Al-i imran:. 3/30.

[125] AI-i İmran: 3/9, 25. Nisa: 4/87. En’am: 6/12.

[126] Al-i imra’n: 3/185.

[127] Nahl: 16/89.

[128] Mümin: 40/17.

[129] Abese: 80/34-42.

[130] Ahzab: 33/66.

[131] Bakara: 2/281.

[132] Kasas: 28/62.

[133] Yunus: 10/62.

[134] Rahman: 55/46.

[135] Ankebut: 29/58-59. Yunus Fersahoğlu, age, s. 84.

[136] Fatır: 35/28.

[137] Enbiya: 21/28.

[138] E.H.Yazır, age. s.366.

[139] Enbiya: 21/49. H.B.Çantay, s.326.

[140] Ra’d: 13/21. H.B.Çantay, s. 252.

[141] Taha: 20/3. H.B.Çantay, s.312.

[142] Mü’minun: 23/57-59. H.B.Çantay, s.345.

[143] Nur: 24/52. H.B.Çantay, s.358.

[144] Taha: 20/43-46. H.B.Çantay, s.314.

[145] Prof. Dr. S. Kutub, age, c.4 s.42-44.

[146] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 65-69.

[147] S. Kutup, age, c.2 s.84.

[148] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 70-71.

[149] Artur T. Jersıld. age. s.388.

[150] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 72-75.

[151] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 75-77.

[152] M. Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili, c.I, s: 572-80.

[153] Prof. Dr. Seyyid Kutub, Fizilal’il Kur’an, c.I, s.328.

[154] Meryem: 19/96.

[155] Bakara: 2/165.

[156] Bakara: 2/166.

[157] Bakara: 2/167.

[158] Ali İmran: 3/3.

[159] E.H.Yazır, age, s.472-476.

[160] E.H.Yazır, age, s.472-476.

[161] E.H.Yazır, age, s.278.

[162] Lokman: 31/13.

[163] E.H.Yazır, age, s.479.

[164] Ali imran: 314.

[165] Ali imran 3/15. S.Kutup, age, c.2 s.229.

[166] Bakara: 93. Nisa: 4/153. A’raf: 7/148.

[167] S.Kutup:age, c.l s. 193.

[168] Prof. Dr. Rasim Adasal, age, s.104. Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 77-84.

[169] E.H.Yazır, age, s.64.

[170] Bakara: 2/186.

[171] E.H.Yazır, age, s.546.

[172] Kaf: 50/16.

[173] E.H.Yazır, age, s.546.

[174] Tirmizi.

[175] Y.Fersahoğlu, age, s.249.

[176] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 84-87.

[177] el-Mü’min: 40/66. Mevdudi, age, s.89.

[178] Tirmizi. Prof. Dr. İbrahim Canan, B.Hadis Külliyatı, c.5. s.239.

[179] Tirmizi. Prof. Dr. İbrahim Canan, B.Hadis Külliyatı, c.5, s.240.

[180] Zumer: 39/8. E.H.Yazır, age, s.478.

[181] Prof. Dr. S.Kutub, age, c.l s.360.

[182] Tirmizi. Prof. Dr. İbrahim Canan, B.H.Külliyatı, c.5 s.333.

[183] Prof. Dr. Abdülkadir Şeybe, Çağdaş Dünya Dinleri ve Mezhepleri, Beyan Yay. 1995, s.22-23.

[184] El-A’raf: 7/23.

[185] El-Bakara: 2/286.

[186] Akit, 3 Kasım 1998.

[187] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 87-92.

[188] Zumer: 39/53.

[189] Hicr: 15/56.

[190] Fussilet: 41/49.

[191] Şura: 42/23.

[192] Mümtehine: 60/13.

[193] Rum: 30/12.

[194] Rum: 30/36.

[195] Rum: 30/49.

[196] el-Mü’minun: 23/77.

[197] Ankebut: 29/23.

[198] İsra: 17/83.

[199] Zuhuf: 43/75.

[200] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 92-93.

[201] A.T. Jersıld, age, s.390.

[202] Prof. Dr. Rasim Adasal, age, s.81-83.

[203] Zumer: 39/62.

[204] Prof. Dr. Seyyid Kutub, Fizilal’il Kur’an, c.l s.86.

[205] Prof. Dr. S.Kutub, Fizilal’il Kur’an, c.2 s.84.

[206] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 94-97.

[207] Prof. Dr. Seyyid, S.Kutup, age, c.l s.38.

[208] Prof. Dr. S.Kutub, age, c.l s.38.

[209] Ali Çelik, age, s.73-74.

[210] Meryem: 19/81.

[211] Yasin: 36/74.

[212] Mevdudi, age, s.17.

[213] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 97-99.

[214] Dr. Neşet Çağatay, İslam Dönemine dek Arap Tarihi, Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurum VII. 1989. s. 102-111.

[215] E.Sarıkçıoğlu, age, s.72.

[216] Prof Dr.Rasîm Adasal, Kahramanlar Psikolojisi. Minnetoğlu yay. İst. 1982, s.74.

[217] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 100-101.

[218] Doç. Dr. Ekrem Sarıkçıoğlu, age, s.27.

[219] E. H.Yazır, age, s.98.

[220] Şah Veliyullah Ahmed ed Dehlevi, Huccetullahi’l Balığa c, 1 s.59-61, Darül- Marife, Beyrut.

[221] Bakara: 2/165.

[222] Maide: 5/116.

[223] Tevbe: 9/31.

[224] Mülk: 67/20. Hud: 11/54.

[225] Yasin: 36/75.

[226] Zümer: 39/43, 44.

[227] E.H.Yazir,s.175.

[228] Doç. Dr. Ali Çelik, age, s.69.

[229] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 101-104.

[230] Fahru’d -din er Razi, İslam İnancının Ana Konulan Çev. Nedim Macit, İhtar Yay. s.74.

[231] en-Nahl: 16/51.

[232] Mevdudi, age, s.21.

[233] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 104-106.

[234] S. Kutup, age, s.37.

[235] E.H.Yazır, age, 475-477. Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 106-107.

[236] Cahit Yalçın, age, s.108.

[237] Prof. Dr. İbrahim Hasan, İslam Tarihi, Kayıhan Yay. c.l s.92.

[238] Doç. Dr. Ali Çelik, age, s.72.

[239] Prof. Dr. Philip K.Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi c.l Boğaziçi Yay. İst. 1980 s.146-147 ( Çev: Salih Tuğ).

[240] A’raf: 7/138.

[241] Bk.Ebu Şame, 101-105.

[242] Cilt 4, s. 192, 7560.

[243] İsra: 17/82.

[244] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 107-110.

[245] E.H.Yazır, age, c.4, s.5381.

[246] Ali Çelik, age, s.76.

[247] E.H.Yazır, age, c.4 s.462-463.

[248] Ali İmran: 3/80.

[249] Mevdudi, age, s.20.

[250] Mevdudi, age, s.22-23.

[251] Yunus: 10/18.

[252] Ömer Nasuhi Bilmen, İlim Tevhid, Beyan Yay, İst. 1979 s.79.

[253] A.Hamdi Akseki, age, s. 65.

[254] Prof. Dr. Suat Yıldırım, age, s.297.

[255] Şuara: 26/88-89.

[256] Prof. A. Özek ve Ank. Kur’an Meali, Medine,1991 s.370.

[257] Rum: 30/13.

[258] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 110-114.

[259] Haşr: 59/21.

[260] Muhammed Esed, age, s.l 134.

[261] Haşr: 59/22.

[262] Metin Yurdagür, age, s.69.

[263] Metin Yurdagür, age, s.69.

[264] A. Hamdi Akseki, İslam Dini, İst. 1942, s.63.

[265] Metin Yurdagür, age. s.69.

[266] Metin Yurdagür, s.82.

[267] Metin Yurdagür, s. 82.

[268] Metin Yurdagür, s.69.

[269] Metin Yurdagür, age, s.69.

[270] El esmaü’l-hüsna: ‘En güzel isimler’ tabiri bütün Kur’an’da dört sefer geçer. İsim denilince ilk akla gelen ele alınan ya da işaret edilen herhangi bir nesnenin özünü, cevherini, kendi özünden, yapısından ileri gelen özellik ve niteliklerini göstermek üzere seçilen bir kelime oluyor. ‘El hüsna’ terimi ise ‘el hasen, en iyi/en güzel sözcüğünün çoğulu. Hal böyle olunca, ‘El esmaü’l-hüsna’ terkibini, ‘yetkinliğe, kusursuzluğa dair sıfatlar’ şeklinde çevirmek yanlış olmayacaktır. (Muhammed Esed, age, s.l134)

[271] Haşr: 59/24. MelinYurdagür, age, 70.

[272] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 115-122.

[273] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 122.

[274] A. Hamdi Akseki, age, s.64.

[275] A. Hamdi Akseki, age, s.64.

[276] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 122-123.

[277] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 124.

[278] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 125.

[279] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 125.

[280] A.Hamdi Akseki, age, s.67-68. Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 125.

[281] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 125-126.

[282] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 126.

[283] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 126-127.

[284] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 127.

[285] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 127.

[286] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 127.

[287] Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 127.

[288] A. Hamdi Akseki, age, s.69. Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 128.

This entry was posted on Salı, Ekim 7th, 2008 at 11:16 and is filed under *ÇOKTANRICILIK(Şirk). You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz