-
7th Mayıs 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ŞEFAAT KAVRAMI: MERYEM SURESİ

 شفع – şef’ı kökünden türemiş olan شفاعة – şefâ’at sözcüğü’nün sözlük anlamı Bir şeyi benzeri olan başka bir şeye eklemek, onu desteklemek, bir şeyi çiftlemek ve esirgemek’tir. Sözcük zaman içerisinde “Yüksek mevkide bulunan birinin düşkün birine yardım etmesi, onu koruması, onun korunmasına aracılık etmesi, onu yalnız bırakmayıp ona destek olması” anlamında kullanılır olmuştur.

Sözcüğün terim anlamı ise “Bir kimsenin bağışlanmasını istemek, bir kimseden başka biri için iyilik yapmasını, onun zararına olan davranışlardan vazgeçmesini rica etmek, başkası hesabına yalvarmak, rica etmek, birinin önüne düşüp işinin görülmesi için dua ve niyazda bulunmak” demektir.

  • Kısaca şefa’âtaracı olmak, yardım etmek ve öncülük etmek” anlamlarına gelir.
  • Arapça’da başkası lehine talepte bulunana [şefaat edene] الشّافع – eş-şafi veya الشّفيع. eş-şefi denir.
  • Şefaat kavramının doğru anlaşılabilmesi için konunun aşağıdaki başlıklar altında incelenmesinde yarar görmekteyiz.
  • Allah’tan başka şefaatçi yoktur: Şefaat sadece Allah’a aittir. Bu konuda ilk öğrenilmesi gereken husus, şefaat yetkisinin sadece Allah’a ait olduğudur.

(Zümer; 44) De ki: “Tüm şefaat Allah’a aittir.”

(Secde; 4) Sizin için O’nun astlarından bir veli ve şefaatçi yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almaz mısınız?

  • Yüce Allah, kendilerinden razı olduğu kulları için, dilediğine şefaat (yardım) izni verebilir: Allah’ın izni ve emri olmadan kimsenin kimseye şefaat (yardım) etmesi söz konusu değildir. Allah’ın izni ile şefaat (yardım) edecekler de ancak Allah’ın kendilerinden razı olduğu kulları için şefaat edebilirler.

(Yûnus; 3) O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez.

(Enbiyâ; 26–28) Onlar “Rahmân çocuk edindi” dediler. Hâşâ, bundan münezzehtir O. Onlar lütuflandırılmış kullardır. Onlar O’nun sözünün önüne geçemezler; onlar yalnız O’nun emriyle iş yaparlar. O, onların önündekini de arkalarındakini de bilir. O’nun hoşnutluk verdiklerinden başkasına da şefaat [yardım] etmezler. Ve onlar O’nun haşyetinden titrerler.

Bu konuda dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimseler şefaat (yardım) edemezler, ancak şefaat (yardım) edilirler.

  • Yüce Allah, güzel bir şefaatle şefaat edene izin verdiği gibi, kötü bir şefaatle şefaat edene de izin verebilir:

(Nisâ; 85) Kim güzel bir şefaatle [hayır ve iyiliklere aracı, vasıta olmakla] şefaat ederse, bundan kendisine bir sevap [hisse] vardır. Kim de kötü bir şefaatle [kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya kötülük çığırını açmakla] şefaatte bulunursa, ondan kendisine bir günah payı vardır. Allah her şeye kadirdir.

İyi ve güzele aracılık ve yardım etme” anlamındaki şefaat-ı hasene, iman edip Allah’ın ve kullarının haklarına riayet ederek müminlerin iyiliği ve yararı için uğraşmak, onları kötülüklerden ve uğrayabilecekleri zararlardan korumaya çalışmak demektir. “Kötü ve zararlıya aracılık ve öncülük etmek” anlamına gelen şefaat-ı seyyie ise müminlerin ve insanların zarara uğramaları ve kötülüklere düşmeleri için çalışmak ve kötülük çığırları açmak demektir. Kur’ân, gerek şeffat-ı hasane’de ve gerekse şefaat-ı seyyie’de bulunanların dünyada ve âhirette bu davranışlarının sonuçlarından pay alacaklarını bildirmektedir.

 

*O gün şefaat yoktur, kimseden şefaat kabul edilmeyecektir:

(Bakara; 48) Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden şefaatin kabul edilmediği, kimseden fidyenin alınmadığı ve onların yardım olunmadığı günden sakının.

(Bakara; 123) Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden fidye kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmayacağı günden sakının.

Görüldüğü gibi âhirette kimseye şefaat ettirilmeyecektir. O gün sadece Allah’ın izin verdikleri, bildikleri gerçeğe tanıklık edebilirler.

(Zuhruf; 86) O’nun astlarından yakardıkları şefaate sahip olamaz! Hakka tanık olanlar müstesna. Onlar biliyorlar da.

Yukarıdaki Kur’ân Âyetleri ışığında anlıyoruz ki, konumuz olan 26. Âyette geçen “meleklerin şefaati,” bu dünyaya yönelik şefaattir ve bu şefaat, müşriklerin şans tanrısı, bereket tanrısı, yağmur ve rahmet tanrısı, onların melek şefaatçisi, insanların Allah’a yaklaştırıcısı gibi inançları ile asla bağdaşmaz. Âyette sözü edilen şefaat, Yüce Allah’ın kendilerinden razı olduğu ve haklarında yardım takdir ettiği kulları için doğadaki melekleri (güçleri) harekete geçirerek bu kullara yardım ettirmesidir. Bunun örneklerini bir kısmını “Melek kavramı” başlığı altında da verdiğimiz şu Âyetlerde görmek mümkündür:

 Al-i-Imrân Sûresinin 123-126; Enfâl Sûresinin 9-12, 50; Tövbe Sûresinin 25, 26; Ahzab Sûresinin 9, 26; Şûrâ Sûresinin 5; Zümer Sûresinin 43, 44; Müddessir Sûresinin 48; Bakara Sûresinin 255; En’âm Sûresinin 51; Yûnus Sûresinin 3, 18; Secde Sûresinin 4; Sebe Sûresinin 23.Âyetleri.

Halk arasında yaygın olarak “ümmetinden günahkâr olanların günahlarının affedilmesi için peygamberimizin Allah katında aracılık etmesi” şeklinde tanımlanan şefaat anlayışının Kur’ân’a ters olduğu özellikle belirtilmelidir. Peygamberimizin günahkârlara destek olup hatırını kullanarak günahkârların kurtuluşunu sağlaması, tabir yerinde ise “Allah nezdinde torpil yapması” anlamına gelen bu anlayış, Sen ateştekini kurtarabilir misin? diyen Zümer Sûresinin 19. Âyetine terstir. Bu anlayış sahipleri bilmelidirler ki, bu anlayışlarını değiştirmedikleri takdirde peygamberimizin şefaat değil, şikâyet ettiği ümmetine dâhil olacaklardır:

(Furgân; 30) Elçi de: “Rabbim, halkım Kur’ân’ı terk etti” der.

27.        O âhirete inanmayanlar, melekleri mutlaka dişilerin isimlendirilmesiyle isimlendiriyorlar.

Mekkeli müşrikler hem kendilerini Allah’a yakınlaştırdığını sandıkları ilâhlarına Lât, Uzza, Menat örneğinde olduğu gibi dişil isimler koymuşlardı, hem de meleklerin Allah’ın kızları olduğuna inanıyorlardı. Bu durum daha sonra Zuhruf Sûresinde vurgulanacaktır:

(Zuhruf; 19) Rahmân’ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışına tanık mı oldular?

Müşriklerin bir başka sapkınlıkları da, toptan inkâr etmeseler bile âhireti peygamberlerin bildirdiği muhteva içinde kabul etmeyişleri ve “haşr [dirilme, toplanma, karşılık görme] diye bir şey yoktur, olsa bile orada bizim şefaatçilerimiz var, onlar sorunlarımızı halledecek” demeleridir. Bu sapkınlıkları da Fussılet Sûresinde belirtilmektedir:

(Fussılet; 50) Ve eğer başına gelen sıkıntıdan sonra, kendisine tarafımızdan bir rahmet tattırsak, hiç kuşkusuz “Bu benim hakkımdır. Ve Saat’ın geleceğini sanmıyorum. Ve eğer Rabbime döndürülürsem, O’nun katında hiç şüphesiz, benim için en güzeli vardır” der. Bu nedenle inkârcılara, yaptıklarını kesin bildireceğiz ve onlara kesinlikle ağır bir cezadan tattıracağız.

28.        Hâlbuki onların bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Onlar yalnızca zanna [sanıya] uyuyorlar. Zann ise “Hakk”tan hiçbir şey kazandırmaz.

 

Yüce Allah zann konusunda müminleri aşağıdaki şu ayetlerde de uyarmaktadır:

(En’âm; 148) De ki: “Yanınızda bize göstereceğiniz herhangi bir bilgi var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.”

(Yûnus; 66) Onlar sadece zanna uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar.

(Hucurat; 12) Ey inananlar! Zanndan çok sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır.

(Yûnus; 36) Ve onların çoğu, ancak bir zanna uyarlar. Zann, “Hakk”tan [gerçekten yana] hiçbir şey kazandırmaz. Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir.

Bu Âyetler ışığında diyebiliriz ki, “Allah, âhiret, melek” gibi ciddî konular zann ile neticeye bağlanamaz. Zann ile amel edilebilir ama iman edilemez.

Âyette geçen الحقّ – hakk sözcüğünün esas anlamı “uygunluk ve denklik” demektir. Aynı zamanda Allah’ın bir sıfatı olan hakk sözcüğü, esas anlamından hareket edilerek “bâtıl olmayan, yerine getirilen hüküm, adalet, varlığı sabit olan, doğruluk, gerçeklik, İslâm, mal.mülk, pay, vacip, sadık, yaraşır, kesin şey” anlamlarında da kullanılmıştır.

Bu ikincil anlamlar bir ana eksen etrafında toplanacak olursa, hakk kavramı şu şekilde tanımlanabilir: “Sabit ve aklın inkâr edemeyeceği derecede gerçek olan şey“. Bu şey aynı zamanda “doğrudur, isabetlidir, maksada uygundur, arzu edilene denk düşendir“.

Anlam sahası geniş olan bu sesteş sözcük Kur’ân’da الحقّ – el-hakk olarak 227, حقّا – hakkan olarak 17, حقّه – hakkahu olarak da 3 defa olmak üzere toplam 247 kez yer almıştır.

Bu Âyette işaret edilen hakk, bize göre, “gerçek iman“dır. Zann ile iman edilemeyeceği için, insanlar Rabblerinden gelen hidayet ile “zann“dan “yakîn“e [hakka, kesin bilgiye] ulaşmalıdırlar. Rabbimizin hidayeti ise peygamberine indirdiği Kur’ân ve bizlere bahşettiği aklıselimden (sağduyudan) başka bir şey değildir. Fakat ne acıdır ki, bugün Müslümanların kabir azabı, mehdinin zuhuru, İsa’nın inişi, âhirete ait şefaat anlayışı gibi pek çok inancı hep zanna dayalıdır. Bu inançların maalesef Âyette belirtilen zanna dayalı inanışlardan hiçbir farkı yoktur.

29,30.     Bizim Zikrimiz’den [Kur’ân’dan] geri duran ve iğreti dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden, hemen yüz çevir. Onların ilimden ulaşacakları şey işte budur. Kuşkusuz, senin Rabbin, yolundan sapmış olanı başkalarından daha iyi bilendir, hidayet üzere olanı da başkalarından daha iyi bilendir.

Âyetteki Dünya hayatından başka bir şey arzu etmeyen ifadesi, onların “haşr“i [âhirette toplanmayı] inkâr ettiklerine bir işarettir. Çünkü onlar dünya hayatının ötesinde, kendileri için çalışıp çabalayacakları bir başka değer ve sonuç kabul etmemekte ve Müminûn Sûresinin 37. Âyetinde belirtildiği gibi Bu ancak bizim dünya hayatımızdır, demektedirler.

29. Âyette bu zihniyettekilerle fazla meşgul olunmaması istenmektedir. Âyetteki اعراض – i’râz sözcüğü, onlarla mücadele etmek, onları zorlamak anlamında değil, onlara fazla zaman harcamamak, geçici bir süre onları ihmal etmek anlamındadır.

30. Âyette ise, hidayet [Kur’ân] üzerinde olmayanların ilimde ulaşabilecekleri düzey küçümsenmekte ve Kur’ân’dan geri duranlar ile hidayet üzerinde olanların ayırt edilmesinin Allah’a bırakılması istenmektedir.

31,32.     Göklerde ne var yerde ne varsa Allah’ındır; yaptıklarıyla kötülük sergileyenleri cezalandırması, güzel davranıp güzel düşünenleri de güzellikle ödüllendirmesi için.onlar ki, bazı küçük sürçmeler hariç, günahın büyüklerinden ve iğrençliklerden çekinip kaçınırlar. Hiç kuşkusuz, senin Rabbin bağışlaması geniş olandır. Sizi, sizi topraktan oluşturduğu zaman hem de annelerinizin karnında ceninler halinde bulunduğunuz zaman en iyi bilen O’dur. O hâlde nefislerinizi temize çıkarmayın. İttika eden kimseyi O daha iyi bilir.

31. Âyette bahsedilen “güzel davranıp güzel düşünenlerin” özellikleri 32. Âyette açıklanmıştır. Bu açıklamanın iyi anlaşılabilmesi için Âyette geçen günah-ı kebâir, fevâhiş ve lemen kavramlarının açıklanması gerekir.

 

GÜNAH-İ KEBAİR “BÜYÜK GÜNAHLAR”:

Büyük günahların neler olduğu bazı rivayetlere dayanılarak yapılan içtihatlar doğrultusunda aşağıdaki gibi belirlenmiştir:

  • · Haksız yere adam öldürmek.
  • · Zina etmek.
  • · İffetli bir bayana kötülük isnat etmek.
  • · Savaşta, hücum anında cepheden kaçmak.
  • · Sihirbazlık yapmak.
  • · Yetim malını yemek.
  • · Müslüman ana- babaya asi olmak.
  • · Faiz yemek.
  • · Hırsızlık yapmak.
  • · Alkolik olmak, aklı işe yaramaz hale getirmek.
  • · Emredileni yapmamak, yasakları yapmakla aileye karşı istikameti terk etmek.
  • · Küçük sayılmasına rağmen ısrarla, devamlı yapılan her türlü küçük günah.
  • · Şirk.

Yukarıdaki sıralamanın sonunda yer alan “şirk” bir günah değil, kâfirliğin ta kendisidir. Günah, imanlı insanların yaptıkları hatalardır. Bu nedenle “şirk“in günahlar arasında sayılması yanlıştır.

Bize göre “büyük günah“, Rabbimizin Kur’ân’da, önüne “büyük” sıfatı eklediği suçlardır. Bu suçlar tespitlerimize göre şunlardır:

  • · Haram Ay’da savaşmak.

(Bakara; 21). Sana Kutsal Ay’dan, bu ayda savaşmaktan soruyorlar. De ki: “Onda [o ayda] savaşmak büyüktür.” [büyük günahtır]

Haram aylar, Hacc yapılan ve Arap geleneğine göre savaşın yasak olduğu aylardır. Bu Âyeti “işaret, delâlet ve iktiza” anlamlarını dikkate alarak günümüze uyarlarsak “büyük günah“ın uluslararası eğitimin, öğretimin, bilim alış verişinin ve ticaretin yollarını güvensiz hâle getirmek ve engellemek olduğu söylenebilir.

  • · Yetim malı yemek.

(Nisâ; 2) Ve yetimlerinize mallarını verin. Temizi pise değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Bunu yapmak kesinlikle büyük bir suçtur.

Bu Âyetin günümüz şartlarındaki direktiflerinden birisi de “Kamu mallarının talan edilmemesi ve kamu geliri olan verginin kaçırılmamasıdır“. Çünkü bugün yetimin velisi ve hamisi kamudur.

  • · Rızık endişesiyle çocukların öldürülmesi.

(İsrâ; 31) Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi biz rızıklandırırız. [besleriz] Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.

Bu Âyet, bugüne kadar, Arapların kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri ve erkek çocuklarını putlara kurban etmeleri şeklinde açıklanmıştır. Hâlbuki ne kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi, ne de erkek çocuklarının putlara kurban edilmesi, Âyetin vurguladığı yoksulluk kaygısı ile yapılmış eylemler değildir. Bu Âyetin “yoksulluk kaygısı” vurgusu göz önüne alındığında, günümüz için işaret ettiği “büyük günah“, bize göre yoksulluk bahanesiyle geç dönemde yaptırılan kürtajlar ve yine yoksulluk bahanesiyle erkek veya kız çocukların eğitim ve öğretimden mahrum bırakılmaları suretiyle geleceklerinin karartılmasıdır.

  • · Kişinin yapmayacağı şeyi “yapacağım” demesi.

(Saff; 2-3) Ey inananlar! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında gazap bakımından büyüdü. [büyük bir suç, günah olarak belirlendi]

Bu Âyetteki direktifler, her ne kadar Âyetlerin iniş sebebi olarak gösterilen Uhud savaşında cepheden kaçanları muhatap alır gözükse de, tüm yalan taahhütte bulunanları, yapmayacağı halde “yapacağım” diyerek kendilerine inanan ve güvenen insanları kandıranları, sözlerini yerine getirmeyerek insanları hayal kırıklığına uğratanları muhatap almaktadır. Bu tipler, hatırlanacağı üzere Nâss Sûresinde Neffasati fi’l-ukadsözleşmelerine tükürenler” olarak nitelenmişti.

 

FEVAHİŞ:

 فواحش – fevâhiş,çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış, olması gereken, sınırı aşmak, söz ve cevapta taşkınlık etmek” anlamına gelen فحشاء. fahşa sözcüğünün çoğuludur.

Fuhşfahşa ve fâhişe kelimeleri, Ragıb el- İsfehanî tarafından el-Müfredât’ ta “son derece çirkin söz ve fiiller” olarak tanımlanmıştır. [23-2] Müfredât; Fahşa mad.

Gerçeğe ve normal ölçülere uymayan her şey” demek olan “fahişe” sözcüğü, İbnu’l-Cinni’ye göre cehaletin bir çeşidi olup ilim sözcüğünün zıddıdır. [23-3] (İbn Menzur, Lisanu’l-Arab) Al-i-Imrân Sûresinin 135. Âyetindefena iş” olarak nitelenen fahişe sözcüğü Kur’ân’da on üç yerde, çoğulu olan fevahiş sözcüğü ise dört yerde geçmektedir. Fahşa sözcüğü Kur’ân’da “birden fazla aşırılık” için kullanılmıştır:

Nisa Sûresinin 19. Âyetinde zinâdan kinaye olarak kullanılmıştır. İmam Fahrûddin Râzi’ye göre ise bu Âyette geçen fahişe kelimesi, kadının kocasına ve onun yakınlarına eziyette bulunması anlamına gelir [23-4]  Râzi; Mefâtihu’l-Gayb.

Nisa Sûresinin 22. ve Bakara Sûresinin 169. Âyetlerindeşeytânın emrettiği kötü davranış ve hayâsızlık” anlamında kullanılmıştır:

(Nisâ; 22) Babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin; ancak [cahiliye devrinde] geçen geçmiştir. Şüphesiz o bir hayâsızlıktır, [fahişedir] iğrenç bir iştir, yol olarak da ne kadar kötüdür!

Nisa Sûresinin 25. Âyetinde evlilikten sonra zinâ yapmak anlamında kullanılmıştır.

(Nisâ; 25) O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere yakınlarının izniyle nikâhlayın ve örfe uygun bir şekilde mehirlerini verin. Evlendiklerinde fahişe işlerlerse [zinâ ederlerse] onlara hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir.

A’râf Sûresinin 28. Âyetinde çıplak olarak Kâbe’yi tavaf etmek ve şirk koşmak anlamında kullanılmıştır.

A’râf Sûresinin 80, 81. ve Ankebût Sûresinin 28. Âyetlerinde Lût Kavmi’nin yaptığı çirkin fiil [homoseksüellik] anlamında kullanılmıştır.

(A’râf; 80-81) Sizden hiç kimsenin yapmadığı hayâsızlığı [fahişeyi]mı yapıyorsunuz? Çünkü siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz. Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz/halksınız.

İsrâ Sûresinin 32. Âyetinde zinâ fiili fahişe olarak nitelenmiştir.

(İsrâ; 32) Zinaya yaklaşmayın; çünkü o fahişedir ve ne kötü bir yoldur.

Nûr Sûresinin 19. Âyetinde insanlar arasında yayılan kötülük ve fuhşiyat anlamında kullanılmıştır.

(Nûr; 19) Şüphesiz müminler arasında fuhşiyatın yayılmasını sevenler için dünyada rezillik ve âhirette çok acıklı bir azap vardır.

Fahişe sözcüğünün çoğulu olan fevâhiş sözcüğü ise Kur’ân’da had cezasını [ağır cezayı] gerektiren haller için kullanılmıştır . ( En’âm Sûresinin 151; A’râf Sûresinin 33; Şûrâ Sûresinin 37; Necm Sûresinin 32. Âyetleri) . Müminler bu suçlardan uzak durmalı ve kendi aralarında bu ahlâksızlıkların yayılmasına fırsat vermemelidirler. Zira düşmanları bu konuda sinsice çalışmaktadırlar.

 

LEMEM:

Kur’ân’da sadece Necm Sûresinde ve bir kez geçen اللمم – lemem sözcüğü lemme fiilinden türemiştir. Lemme fiili “toplamak, biriktirmek, bir şeyi ısrarlı ve devamlı olmamak şartıyla yapmak ve düzeltmek” anlamlarına gelir. Meselâ dağınık saçları düzeltmek lemme fiiliyle ifade edilir. Aynı kökten gelen الم . eleme sözcüğü de “az miktarda, hafif tesir ve bir şeyin yanında az bir zaman durma” demektir.

Dolayısıyla lemem sözcüğü, bir kişinin bir işi yapmamakla birlikte yapacak noktaya kadar gelmesini ve yaparsa da az bir şey yapmasını ifade eder.

Sözcüğün konumuzla ilgili olarak taşıdığı anlam, Allah’ın yasakladığını yapmaya yaklaşmak, günah işlere yakın olmak ama yapmamak veya yapıp hemen geri dönmektir. Bu sözcüğün kapsamına giren davranışlar; “kebair” ve “fevahiş” derecesinde olmayan ve özellikle de kişinin kendine yönelik işlediği kusurlardır. Rabbimiz bu tür kusurlardan başka kusur işlemeyenleri “güzel davranıp güzel düşünenler” olarak nitelemiş ve onlardan övgüyle bahsetmiştir.

32. Âyette ayrıca Rabbimizin bağışlamasının geniş olduğu vurgulanmaktadır. Dikkat çekici noktalardan biri de müminlere ve onların kusurlarına ilk kez bu Âyetler ile değinilmiş olmasıdır. Bu Âyetlerde öz olarak verilen mesajlar, ilerideki Sûrelerde daha da detaylandırılacaktır. Ancak biz burada sadece bir kaç Âyeti örnek vermekle yetiniyoruz:

(Zümer; 53) De ki: “Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü aşan Kullarım! Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir.”

(Nisâ; 16–18) Sizlerden fuhuş yapanların [eşcinsel ilişkide bulunan erkeklerin] her ikisine eziyet edin. Eğer tövbe ederler de ıslah olurlarsa artık onlardan vazgeçin. Şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir, esirgeyendir. Allah’ın [kabulünü] üzerine aldığı tövbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tövbe edenlerinkidir. İşte Allah, böylelerinin tövbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm [hikmet] sahibidir. Tövbe, ne kötülükleri yapıp- edip de onlardan birine ölüm çatınca ‘Ben şimdi gerçekten tövbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil… Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır.

(Nisâ; 31) Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi ‘onurlu- üstün’ bir makama sokarız.

(Nisâ; 48) Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun aşağısında olanları ise dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günah uydurmuş olur.

(Nisâ; 116) Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise, [onlardan] dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.

(Al-i-Imrân; 133–136) Rabbinizden olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete [kavuşmak için] yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır. Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlardan [insanlardaki haklarını] bağışlama ile [vaz]geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. Ve ‘çirkin bir hayâsızlık’ işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah’tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar, yaptıkları [kötü şeylerde]bile bile ısrar etmeyenlerdir. Bunların karşılığı, Rabblerinden bağışlanma ve içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlerdir. [Böyle] yapıp- edenlerin karşılığı [ödülü] ne güzeldir.

Allah kullarına bazen uyarı mahiyetinde belâlar, fitneler verir:

(Secde; 20-21) Ve fâsıklara [yoldan çıkanlara] gelince, onların varacağı yer Ateş olacaktır. Her çıkmak istediklerinde oraya yeniden çevrilecekler ve onlara “yalanlayıp durduğunuz Ateş’in azabını tadın” denilecektir. Hiç kuşkusuz, onlara büyük cezanın astından en yakın cezadan tattıracağız; belki dönerler.

(Rûm; 41) İnsanların elleriyle kazandıkları yüzünden, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde fesat [kargaşa] çıktı. Belki dönerler.

(Tûr; 47) Evet, zalimlik edenlere bundan aşağı bir azap var; ama onların çoğu bilmez.

Bu konuya verilebilecek diğer üç örnek ise: A’râf Sûresinin 186; Ankebût Sûresinin 40 ve Zuhruf Sûresinin 48. Âyetleridir.

Sonuç olarak: Yukarıda verdiğimiz bilgiler ve Âyetler ışığı altında Rabbimizin “kebair” ve “fevahiş” derecesinde olmayan ve kişinin sadece kendisine zarar veren kusurlarını bağışlayacağı; ama “kebair” ve “fevahiş” derecesinde olan ve kişinin büyüklük taslayarak Allah’a rağmen cüretle işlediği suçları affetmeyeceği söylenebilir.

33,34      Peki, o yüz çeviren, azıcık verip ve inatla sıkıca tutan kişiyi gördün mü?

Âyetin başındaki “peki” anlamına gelen ف – fe edatı, kendisine gidip dayanılacak bir cümlenin varlığını gerektirir. Bize göre, kendisine dayanılacak bu cümle 29. Âyettir. Çünkü söz konusu Âyette Bizim Zikrimizden [Kur’ân’dan] geri duran ve iğreti dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden hemen yüz çevir, denilerek dikkat çekilen dünyaperest kişilik, 33.-34. Âyetlerde kast edilen kişiliğe somut bir örnek teşkil etmektedir.

Rivayetlere dayanan kaynaklar, 33 ve 34. Âyetlerde anlatılan kişilik profilinin kimliği belli birine ait olduğu görüşünde birleşmişler, ancak bu kişinin Velid b. Muğîre mi, yoksa peygamberimizin damadı lll. Halife Osman mı olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Onun Velid B. Muğîre olduğunu iddia eden kaynaklara göre, katı ve taş yürekli Velit, Kur’ân mesajı karşısında yumuşamış ve az da olsa sosyal konular için malından harcamaya başlamıştır. Ancak neredeyse imana gelmek üzere iken çevresindeki arkadaşlarının “sakın atalarının dinini bırakma, korkma, sana bir şey olmaz, biz sana yardımcı oluruz, biz senin kefiliniz, orada senin günahlarını çekeriz” yolundaki sözleri onu tekrar acımasız Velit b. Muğîre hâline dönüştürmüştür.

Zemahşeri’nin Keşşaf’ ı gibi diğer bazı kaynaklarda ise bu kişinin Osman olduğu iddia edilmektedir. Bu görüşe göre; oldukça zengin olan ve malını sosyal konularda çokça harcayan Osman, bir gün üvey kardeşi Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh tarafından malının neredeyse tükeneceği şeklinde uyarılarak yardımlarında kısıntı ve eksiltme yapması yönünde sıkıştırılır. Osman, üvey kardeşinin bu uyarı ve tazyikine karşı çıkar ve günahları olduğunu, bu bağışlar nedeniyle Allah’ın kendisini bağışlayacağını umduğunu söyler. Bunun üzerine Ebi Serh, Osman’a “Eğer sen bana şu malla birlikte deveni de verirsen günahlarını üstlenirim” der. Söz konusu görüşün sahipleri, üvey kardeşinin bu sözü üzerine Osman’ın razı gelerek kardeşine istediklerini verdiğini ve bundan sonra sosyal yardımları kestiğini belirtirler.

Bu rivayetin doğru olup olmamasından daha önemli olan husus şudur: Peygamberimizin Kur’ân’da azarlanmasına razı olan ama sahabenin yanlış davranabileceğine asla tahammül göstermeyen bazı kimseler, bu olayı Osman’a yakıştıramamış ve “iftira” olarak nitelemişlerdir.

35.        Gaybın bilgisi onun yanında mı da o da onu görüyor!

Bu Âyette “istifham-ı inkâr” sanatı yapılmıştır. Yani “Dünyaperest olan, günahını başkasına çektirmeyi düşünen, başkasının kendisine şefaat edeceğine inanan bir adam bu saçmalıklara nasıl inanıyor? Bunlara nasıl kanıyor? Yoksa âhirette olacaklar ile ilgili kimsenin bilmediği [bildirilmemiş] Allah’ın bir ilkesini mi biliyor? Hayır, öyle bir şey yok“.

36–54.     Ya da, Mûsâ’nın ve çok vefalı İbrâhîm’in sayfalarındaki, “Gerçekten, hiçbir günahkârın, bir başka günahkârın günahını çekmeyeceğini, gerçekten, insan için çalışıp didindiğinden başka şeyin olmayacağını ve onun çalışıp didinmesinin yakında görüleceğini, sonra karşılığının kendisine hiç eksiksiz verileceğini, hiç kuşkusuz, son varışın yalnızca Rabbine olduğunu, hiç kuşkusuz, güldürenin de ağlatanın da O olduğunu, hiç kuşkusuz, öldürenin de diriltenin de O olduğunu, hiç kuşkusuz, iki çifti; erkeği ve dişiyi kader olarak yazıldığı zaman bir nutfeden/spermden yaratanın O olduğunu, hiç kuşkusuz, o öteki yaratılışın da sadece O’na ait olduğunu, hiç kuşkusuz, zenginlik verenin de memnun edenin de O olduğunu, hiç kuşkusuz, Şi’ra’nın Rabbinin de O olduğunu, hiç kuşkusuz, daha önceden gelmiş olan Ad’ı ve Semûd’u, daha önce de Nûh kavmini helâk edip geriye bir şey bırakmadığını, – şüphesiz onlar, evet onlar en zalim, en azgın kimselerdi – altı üstüne gelmiş kentleri de yere O’nun geçirdiğini, orayı kaplayanın kaplayıverdiğini” haberlenmedi/öğrenmedi mi?

Hatırlanacak olursa, İbrâhîm ve Mûsâ’nın sahifelerinde ifadesi A’lâ Sûresinde de yer almış fakat orada bu sahifelerdeki mesajların ne olduğuna dair bir detay verilmemişti. Yukarıdaki Âyetlerde ise İbrâhîm ve Mûsâ peygamberlerin mesajlarında bulunanların neler olduğu açıklanmıştır. Bu açıklamalar bize göstermektedir ki, ilâhî mesajlar aynı ilkeleri içermekte olup İbrâhîm ve Mûsâ peygamberlere gelen hakikatler ile Kur’ân’daki hakikatler birbirinin aynısıdır. Kısacası, Hakk Dîn’in esasları birdir. Kur’ân’ın “Hiç kimse bir başkasının günah yükünü çekmez” ilkesi ile tahrife uğramış olmasına rağmen Kitab-ı Mukaddes’in aşağıdaki cümlesi arasındaki benzerlik, bu ilke birliğini gösteren bir örnektir:

Ne babalar çocuklarının günahından ötürü öldürülecek, ne de çocuklar babalarının. Herkes kendi günahı için öldürülecek. [23-5] Tesniye 24: 16.

36. Âyetin başındaki الم ينبّأ – emlem yünebbe ifadesi, önemli ve ciddî şeyler için kullanılan bir ifadedir. İfadenin içindeki نباء – nebe sözcüğü “faydası büyük haber” demektir. Böyle bir haberle “kesin bilgi” ve “zannı galip” oluşur. Nebe sözcüğü ile “mütevatir haber” ve “muhbir-i sâdık” ifade edilir. “Mütevatir haber“, yalan üzerine oy birliği yapamayacak kadar çok kişiden oluşan bir grup tarafından verilen haber demektir. “Muhbir-i sadık” ise kesin olarak doğru haber veren demektir ve bununla Allah’tan gelen haber kastedilir. Kişilerden gelen haberler bu sözcükle ifade edilmez.

Âyette Mûsâ peygamberin İbrâhîm peygamberden önce zikredilmesi, tarih olarak muhataplara daha yakın olması itibariyledir. A’lâ Sûresinde ise cümledeki söz akışına uyum gereği olarak İbrâhîm peygamber önce anılmıştır.

38. Âyetteki Hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını çekmez ifadesi bize sorumluluğun kişisel olduğunu göstermektedir. Bu Âyet ve aynı anlamdaki En’âm Sûresinin 164, İsrâ Sûresinin 15, Fâtır Sûresinin 18 ve Zümer Sûresinin 7. Âyetleri, kâfirlerin Ankebût Sûresinin 12. Âyetinde anlatılmış olan ahrete ait saçma inanışlarına verilmiş bir ret cevabı ve insanlar için ciddî bir uyarı mahiyetindedir.

(Ankebût; 12) Ve kâfirler müminlere “Bizim yolumuza uyun, kesinlikle sizin hatalarınızı [günahlarınızı]biz yüklenelim” dediler. Oysa onların hatalarından, ne olursa olsun hiçbir şeyi onlar taşıyıcı değillerdir. Onlar kesinlikle yalancıdırlar.

39.- 41. Âyetlerdeki Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur. Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. Sonra karşılığı kendisine eksiksiz olarak verilecektir, ifadesi, özellikle çağımızın ekonomik sorunları için bir çözüm reçetesi içermektedir. Dikkat edilirse, bu reçete hem İbrahîm peygamber ve hem de Mûsâ peygamber döneminde verilmiş bir reçetedir. Yani tüm zamanlar için geçerli, evrensel bir reçetedir. Müslümanlar bu Âyetlerin ne ifade ettiğini en doğru şekilde anlamalı ve uygulamalıdırlar. Kapitalizmin arka plâna attığı ama Sosyalizm ve Komünizm olarak isimlendirilen sistemlerin bütün üst yapılarını dayandırdıkları “emek” bu reçetenin tek enstrümanıdır. Bize göre yapılması gereken, önce bu Âyetlerin ifade ettiği gerçekler doğrultusunda mevcut ekonomik sistemlerin yanılgı noktalarını tespit etmek, sonra da bu ilâhî ilkeye uygun zulümsüz, sömürüsüz, barış içinde bir dünya toplumu oluşturma çabası içine girmektir.

(Hakkı Yılmaz- http://www.istekuran.com/index.php?page=necm )

 

TAHA SURESİ

Taha, 109. Âyette Rabbimiz, kendisine izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç, ahirette şefaatin kimseye fayda sağlamayacağını bildirmiştir. Hatırlanacak olursa, bu Âyetin bir benzeri de Meryem Sûresi’nin 87. Âyetidir. Rabbimiz, orada da Rahmân’ın katında bir ahd almış olan kimse hariç, kimsenin şefaate sahip olamayacağını farklı bir üslûpla bildirmiştir. “Şefaat” kavramı hakkındaki ayrıntılı açıklama Necm Sûresi’nin tahlilinde verildiği için bu konuya daha fazla girmiyoruz. [45-33] (Tebyînü’l-Kur’ân; c:1, s:355. bkz.)

Ancak kuralın istisnaları ile ilgili olarak Rabbimizin bildirdikleri üzerinde bir cümle ile durmak istiyoruz:

Şefaatle ilgili olarak Meryem Sûresi’nin 87. Âyetindeki Rahmân’ın katında ahd almış olan kimse hariç şeklindeki istisna, yüzlerce Âyette bildirildiği gibi nasıl “iman edenler ve Sâlihatı işleyenler” ise, bu Sûrenin 109. Âyetindeki izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç şeklindeki istisna da yine yüzlerce Âyette bildirildiği gibi “iman edenler ve Sâlihatı işleyenler’dir.” Yani Rabbimizin her iki Âyetteki istisna cümlelerinden anlaşılan odur ki, iman eden ve Sâlihatı işleyenler dışında hiç kimse şefaat beklentisinde olmamalıdır.

110–112.   Allah, onların [yardım görmeyenlerin] önlerindeki ve arkalarındaki şeyleri bilir. Onlar ise O’nu bilgice kuşatamazlar. Ve yüzler, [kişiler] Hayy [Diri] ve Kayyum [bütün yarattıklarını gözetip duran Allah] için baş eğmiştir. Bir zulüm taşıyan kimseler gerçekten zarara uğramıştır. Ve her kim mümin olarak Sâlihattan işlerse, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz.

110.-111. Âyetlerde, Rahmân’ın şefaate izin vermeyeceği kişiler [âhirette yardım görmeyecek olanlar] ile ilgili açıklamalar yer almaktadır. Yüce Allah bu kimselerin ne işlediklerini bildiği gibi, eserleri olarak arkalarından yapılanları da bilmektedir ve cezalandırmayı ona göre yapacaktır. O gün herkes çaresiz olarak baş eğecek, Allah’ın dininden uzak kalıp O’nun koyduğu ilkelere ters davrananlar ve bu ilkeleri yok sayanlar mutlaka cezalandırılacaklardır. Buna karşılık, iman edip Sâlihatı işleyenler ise haklarından mahrum bırakılacakları veya suçsuz oldukları hâlde cezalandırılacakları gibi bir korku ve şüpheye kapılmayacaklardır.

 (Cinn/13) Ve biz o hidayet rehberini dinlediğimizde ona gerçekten iman ettik. Kim Rabbine inanırsa, o hakkının eksik verilmesinden ve kendisine kötülük edilmesinden korkmaz.

(Zilzal: 7–8) Her kim zerre miktarı bir hayır işlerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu görecek.

(Nahl: 95–97) Ve Allah’ın ahdini az bir bedel karşılığında satmayın. Eğer bilirseniz muhakkak ki Allah katındaki; o sizin için daha hayırlıdır. Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın katındaki ise kalıcıdır. Ve Biz kesinlikle sabredenlere ecirlerini, yaptıklarının daha güzeli olarak karşılık vereceğiz. Erkekten ve dişiden, mümin olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle karşılıklandıracağız. [ödüllendireceğiz]  (Hakkı Yılmaz- http://www.istekuran.com/index.php?page=taha  )

 

 

MERYEM SURESİ

Meryem, 86–87.     Suçluları da susamış olarak cehenneme süreceğiz.
Onlar, Rahmân’ın katında bir ahd almış olan kimse hariç, şefaate sahip olamayacaklardır.

72. Âyette mahşer alanında [cehennemin dış kenarında] diz üstü perişan hâlde bekletildikleri belirtilen suçlulara daha sonra ne olduğu 86. Âyette bildirilmektedir: Onlar susamış hâlde cehenneme sürüleceklerdir. Ancak bu susamışlık suyu bol, güneşi mutedil herhangi bir yörede başa gelebilecek bir susama olarak değil, yakıcı bir güneş altında, Arabistan çöllerinde susuz kalmış bir insanın susamışlığı olarak algılanmalıdır. Üstelik bu susamış suçlular orada kimseden yardım da görmeyeceklerdir:

(Şu’arâ: 100–101)Artık bizim için şefaatçilerden hiçbir kimse ve yakın bir velî yoktur.

87. Âyetteki şefaate sahip olmak tabirine bakıldığında, buradaki şefaatin ya onların başkaları için yapacakları şefaat, ya da başkalarının onlar için yapacakları şefaat olabileceği gibi iki yönlü bir anlam çıkıyor gibi görünse de, Âyetteki istisna cümlesinden buradaki şefaatin başkalarının onlar için yapacakları şefaat olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla buradaki şefaate sahip olmayacaklar ifadesi, “kimse onlara yardım etmeyecek” demektir. Zaten cehennemdekilerin -kendileri yardıma muhtaçken- bir başkasına yardımda bulunmaları da anlamsızdır. Ancak Rabbimiz Âyette Rahmân’ın katında bir ahd almış olan kimse hariç diye bir istisna yaparak âhirette kimlerin yardım göreceğini açıklamıştır. Onlar, “Rahmân’ın katında ahd almış olanlar“, yani “iman edenler ve Sâlihatı işleyenler’dir.” Bilindiği gibi, Rabbimiz iman eden ve Sâlihatı işleyenlere yardım edeceğini yüzlerce Âyette haber vermiştir.

Şefaat kavramı hakkındaki ayrıntılı açıklama Necm Sûresi’nin tahlilinde verilmiştir. [44–41] (Tebyinü’l-Kur’ân; c. 1, s.  421–424. bkz.)

88–95.     Ve onlar “Rahmân, çocuk edindi” dediler. An olsun ki, siz çok çirkin bir şey söylediniz. Az kalsın, bundan; Rahmân’a çocuk isnat ettiler diye gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılacaktı. Hâlbuki Rahmân için çocuk edinmek yaraşmaz. Göklerde ve yerde bulunan tüm herkes Rahmân’a, yalnızca kul olarak gelecektir. Andolsun ki O [Rahmân] onların hepsini kuşatmıştır ve kendilerini bir bir saymıştır. Hepsi de kıyamet günü O’na [Rahmân’a] tek başlarına gelirler.

Bu Âyet grubunda müşriklerin tamamı muhatap alınmakla birlikte, Âyetlerin muhatabı özellikle Allah’a çocuk isnat eden müşriklerdir. Bu isnadın ne kadar çirkin olduğu, göklerin neredeyse çatlayacağı, yerin yarılacağı, dağların parçalanıp dağılacağı ifade edilmek suretiyle gösterilmiştir. Bu çirkin sözlerin sahiplerinin kimler olduğu yine Kur’ân tarafından açıklanmaktadır. Bunlar, “Üzeyr Allah’ın oğludur” diyen Yahudiler, “Îsâ Allah’ın oğludur” diyen Hıristiyanlar ve “Melekler Allah’ın kızlarıdır” diyen Araplardır:

(Tövbe: 30) Ve Yahudiler “Uzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkârcıların sözlerini taklit ediyorlar.

(Bakara: 116) Ve onlar “Allah, çocuk edindi” dediler. -O, arınıktır.- Aksine göklerde ve yeryüzünde ne varsa yalnızca O’nundur. Hepsi O’nun için boyun bükenlerdir.

(Sâffât: 158) Ve onlar, O’nunla [Allah’la] cinnler arasında bir nesep [hısımlık bağı] kıldılar. Oysa Andolsun cinnler kendilerinin mutlaka hazır edilenler [mahşerde toplananlar] olduklarını bilirler.

93. Âyette, göklerde ve yerde bulunanların Allah’a sadece “kul” sıfatıyla geleceklerinin vurgulanması, Allah’ın dünyada seçip Elçilik payesi verdiği kişilerin de âhirette sadece “kul” sıfatını taşıyacaklarını göstermektedir.

94–95. Âyetler, Allah’ın herkesi kuşattığı, onlar hakkında her şeyi bildiği ve müminler hariç herkesin orada eşsiz dostsuz, çocuksuz, arkadaşsız olacağını bildirmektedir:

(Şu’arâ: 88–89) O gün ki, mal fayda vermez, oğullar da… Ancak Allah’a tertemiz bir kalple gelenler hariç.

Âyetlerde Rahmân adının tekrar edilmesi dikkat çekici bir husustur. Bu, Rabbimizin rahmeti gereği suçlulara tövbe kapısını açık tuttuğunu, hatalarından döndüklerinde onlara merhametiyle muamele edeceğini göstermektedir.

96.        Şüphesiz şu iman eden ve Sâlihatı işleyenler; Rahmân onlar için sevgi kılacaktır. [var edecektir] (Hakkı Yılmaz- http://www.istekuran.com/index.php?page=meryem )

posted in Anasayfa | 1 Comment

7th Mayıs 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MAHKEME-İ KÜBRÂ’DA İLTİMAS OLUR MU? (1)

(ŞEFAAT)

Arapça Ş-F-A kökünden türemiştir.Üç anlamda kullanılmıştır.

1-Torpil ve iltimas anlamında cahiliyyeden günümüze kadar kullanılmıştır.Cahiliyye Arapları Allah’tan başka taptıkları ilahları Allah’a yaklaştırsınlar diye aracı(şefaatçı) kabul etmişlerdir.(Yunus/18)

2-Bir şeyi çift yapmak,ikilemek anlamında kullanılır.”Bilal ezan okurken her cümleyi ikilemekle emrolundu”(Buhari,Ezan,1/2)

3-Kelimenin bir başka türevi şüf’â sigasıdır.Satılmakta olan bir malı ortağın veya yakınların öncelikli alma hakkıdır.

Geçmişten günümüze bu kelimenin kullanılışı; torpil,bir sayıyı çiftlemek,ve ortaklık hakkı.Allah müşriklerin ilahlarını şefaatçi kabil etmelerini şirk olarak kabul edip reddediyor.Müşriklerin şefaat anlayışı aracıları iltimasçı konumuna getirmekle onları Allah’a ortak yapıyor affetme konusunda onlara şuf’â hakkı tanımak anlamını taşıyor.

 

ŞEFAAT KONUSUNDAKİ AYETLER

Şirkin şefaat şeklinde belirdiği bir toplumda indirilen Kur’an’ın bazı ayetleri çok açık bir şekilde reddeder.Bazı ayetler de toplumun şefaat anlayışını açıklama ve şefaatin imkansızlığını delillendirme sadedinde bilgiler içerir.

A-Şefaati açıkça ve bütünüyle reddeden ayetler:

-“Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez”74/48

-“…Allah’tan başka bir veli ve şefaatçiniz yoktur.Düşünüp öğüt almıyor musunuz?” 32/4

-“Kıyamet koptuğu gün,suçlular umutsuz kalıverirler.Koştukları ortaklarından da kendilerine hiçbir şefaatçi çıkmaz ve onların ortaklarını inkar ederler.”30/12,13

-Kimsenin kimseye bir yararı dokunmayacağı,kimseden fidye alınmayacağı,kimseye şefaatın fayda vermeyeceği ve kimsenin yardım görmeyeceği günden korkun” 2/123

-Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler.De ki “Ya onlar hiçbir şeye malik değillerse ve akıl da etmiyorlarsa?”De ki” Şefaatin tümü Allah’ındır
Göklerin ve yerin mülkü O’nundur.Sonra O’na döndürüleceksiniz.”39/43,44

-Ey iman edenler! Hiçbir alış verişin, hiçbir dostluğun,ve hiçbir şefaatın olmadığı gün gelmeden evvel,size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. Kafirler zalim kimselerdir.2/254

Burada dikkat edilmesi gereken şefaatin reddi kafirlere has olsaydı, neden ey iman edenler diye hitap edilecekti veya infakı emredecekti?Kafirlerin infak diye bir yükümlüğü yoktur.

“Sadece sana kulluk eder,sadece senden yardım dileriz” Fatiha/5 ayetin de geçen iki hükmün kulluk kısmını alıp yardım talep etme kısmını atacak mıyız?

B-Şefaat konusunda yoruma müsait ayetler:

-Allah dilediğine ve hoşnut olduğuna izin vermedikçe,göklerde bulunan nice melekler vardır ki onların şefaati bir işe yaramaz.53/26

-Rahmanın katında bir söz almış olandan başkası asla şefaatte bulunamaz.19/87

-O gün Rahmanın izin verdiği ve konuşmasına rıza gösterdiği kimseden başkasına şefaat fayda vermez 20/109

-..O’nun izni olmadan şefaat edecek yoktur.Rabbiniz Allah budur.O’na kulluk edin.Hala öğüt almayacak mısınız? 10/3

-O’nun katında,O’nun izin verdiklerinin dışında kimseye şefaat yarar sağlamaz.34/23

-Allah onların geçmişlerini de geleceklerini de bilir.Bunlar,Allah’ın razı olduğu kimselerden başkasına şefaat edemezler.Halbuki onlar da Allah korkusundan titrerler.21/28

Bu ayetlerde de görüleceği gibi şefaat edecek kimseye de, şefaat edilecek kimseye de Allah’ın izin vermesi,onlardan razı olması,ahid vermesi,konuşmasına izin vermesi gibi istisnalardan söz ediliyor.

Buradan; “Biz size veya şefaatçilerinize izin verdik mi ki siz onlardan şefaat bekliyorsunuz? Veya biz size şefaat edebilecek birilerinin bulunduğuna dair ahid mi verdik,yada bizim razı olmadığımız insana kim şefaat edebilir? “gibi bir mesaj çıkmaz mı?

Bu bölümde son olarak hem şefaat edecek,hem de şefaat edilecek kimseye izin çıkması gerekiyorsa kime izin verildi? Böyle bir ahid kimler arasında gerçekleşti ve buna dair bir ayet var mıdır?

Zaten Allah razı olmuşsa şefaate ne gerek var? ../.. (1)

 

 

MAHKEME-İ KÜBRA’DA İLTİMAS OLUR MU? (2)

(ŞEFAAT)

ŞEFATLA KONUSUNDAKİ HADİSLER

Kur’an O elçinin Allah’ın ayetlerine muhalefet etmeyeceğini söylemesine rağmen (69/44-47) bazı hadislerin ayetlerle örtüşmediği görülmektedir.

A-Şefaate delil getirilen hadisler:

Meşhur hadis mecmualarının hemen hepsinde zikredilen çok uzun meşhur şefaat hadisi özetle;

-Kıyamet günü insanlar bütün peygamberleri dolaşırlar.Hz Adem’e(as) varırlar işlediği günah sebebiyle,Nuh (as) duası nedeniyle insanlığın helak olmasından dolayı, İbrahim (as) söylediği yalandan dolayı,Musa (as) adam öldürdüğünden dolayı,İsa (as) şefaat etmesinin mümkün olmadığını belirterek onları Hz.Muhammed (sav) ‘e gönderir.Peygamber Efendimiz (sav) de kalbinde zerre kadar hayır bulunanlar dahil herkesi cehennemden çıkarır.(Buhari,Enbiya3- Müslim,İman 327-Tirmizi,Kıyamet 10-Ahmed, Müsned 2/435-Darimi,Rikak 84-İbn-i Mace,Zühd 37)

Hz. Muhammed (sav) dışındaki peygamberlere isnat edilenlere haşa demek zorundayız.

Çünkü Adam (as) günahının affedildiğini Kur’an söylüyor(2/37) Günahın kıyamete kadar sürdüğüne inananlar ise Hıristiyanlardır.Tufan cezasını Allah takdir etmiş,cezanın geri çevrilmesi için müracaat etmemesi yönünde Nuh (as) uyarmıştır.(11/37,46-47) İbrahim (as) yalan söylememiş,bunlar Tevrat’a sokulmuş iftiralardır.Musa (as) adam öldürmesi peygamberliğinden öncedir,affedilmese peygamber olamazdı.(26/19-20)Hadise baktığımızda Hz.Peygamber’imizi(sav) yüceltmek için diğer peygamberlere hakaret edildiğini ve Allah’ın açık ayetlerini iptal etmek olduğu düşündürücü.

-“Cennette şefaat edeceklerin ilki benim,tabi olanları en çok olanda benim”
(Müslim,İman 330-332)

Cennete girdikten sonra şefaate gerek yoktur.Şayet Peygamberimiz (sav) ilk şefaat edecek olansa başka şefaat edeceklerde var demektir. Bu durumda diğer peygamberlerin şefaatını reddeden yukarda ki hadisle çelişki ortaya çıkmaz mı ?

Görüleceği gibi ayetlerle çelişen bu hadisler aşağıdaki hadislerle de çelişmektedir.

B-Şefaatın olmadığına dair hadisler:

-“Annemin kabrinde şefaat istedim de bundan men edildim”(Ahmed,Müsned 5/357)

-Ubade bin es-Samit’ten(ra)” Ölümü esnasında Rasul’ün (sav) huzuruna girip ağladığımda bana şöyle dedi;Dur bakalım niçin ağlıyorsun?Allah’a yemin olsun ki şehadetim mümkün olarsa şahitlik ederim,şefaat etmem mümkün olunsa sana şefaat ederim.Gücüm yeterse sana fayda veririm..Ubade (ra) daha sonra; Bu konuda Rasulullah’tan rivayet ettiğim hadisler arasında bundan daha hayırlısı yoktur.İnanın nefsim gamla doldu.”(Müslim,İman 47)

Hadiste şehadetle şefaatin birlikte zikredilmesi ilginçtir.Şehadet kısmı ayetlerle uyum arz ederken şefaat bölümü ters düşmektedir.

-Peygamber’imiz (sav)”Kızım Fatıma! Babam peygamber diye güvenme,sana faydam dokunmaz.”

 

Tüm bunlardan sonra Peygamber’imizin (sav) şefaat etmek için izin aldığını farz etsek bu durumda O’nun şefaat edeceği insanlar için Allah’ın izin vermesi ve razı olması gerekiyor.(20/109,34/23)Dolayısıyla O’nun şefaat etmesi garanti olsa bile şefaat edeceği insanların bir garantisi yok.Allah’ı razı etmek için çalışmak doğru ve kaçınılmaz olanı.

Allah Rasulu’nun (sav) Kur’an dışında Allah’tan bir vahiy alabileceği hesaba katılsa bile vahiy almamış Şehidin şefatı (Ebu Davud cihad,26),Osman Bin Affan’nın(ra)(Tirmizi Kıyamet,12),Sıdıkların (Ahmed 1/5)şefaatleri, Arapları aldatanın şefaatten mahrum kalması (Tirmizi ,Mehakip 69)…. O halde dileyen dilediğini yapsın.

Sonuç:

Kur’an ayetleri şefaati reddetmektedir.Hadislere gelince ne kendi çinde tenasüd var nede Kur’an ayetleriyle.Mü’minlerin yapması gereken “Ey (Allah’ın vahyi ile) tatmin olmuş kişi,Allah’ı razı etmiş ve karşılığında razı edilmiş olarak Rabbine dön.Allah’ın kullarına katil ki cennete gir.”(fecr 27-30) İnsanların yaptıkları amellerin insana şefaat edeceğini söyleyen hadislere sözümüz yok.(Ebu Davud Ramazan 10-1400, Ahmed 2/174)

Meleklerin,Peygamberlerin,insanların birbirine şahadeti ise Kur’an beyanlarına göre olması gereken bir durum.Bu şehadeti şefaate çevirmek ,tamamı Allah’a ait olan şefaat kavramını yanlış anlamaktan ibarettir.

Allah’ı,peygamberleri,melekleri,ashabı,şehidleri,sıdıkları ruhunda kutsal barındıran herkesi torpilci ve iltimasçı yapan bir zihniyetin oluşturacağı bir toplum iradesi kaybetmiş,önüne gelene kul olan ,yükümlüğü başkalarına havale eden sorumsuzlardan oluşacaktır.

Bir avuç gözü açıkta bu durumu istismar edip Allah’ın kullarını kendisine kul yapacaktır.Dünyayı torpil dünyasına çevirenler ahrette ki iltimasın olmayacağı o büyük mahkemede bütün şefaatin Hakimler Hakimi’ne (cc) ait olması sebebiyle hüsrana uğrayanların ta kendisi olacaktır.

Allah’ı razı etmek için çalışmak,şefaati ondan beklemek duasıyla.

(Kaynak:Fecre Doğru Sayı: 23  http://www.kurannesli.net/forum/viewtopic.php?f=45&t=682 )

posted in Anasayfa | 0 Comments

7th Mayıs 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ŞEFAAT

Şefaat sözlükte, ‘yardımcı olmak’ ve ‘bir şey istemek için birine eşlik etmek’tir. Daha çok, ’saygın birinin düşük konumda olana arka çıkması’ anlamında kullanılır.1 İnsanlar arasında bu tür ilişkiler olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Her kim iyilik için şefaat ederse (arka çıkarsa) bundan kendine pay vardır. Her kim de kötülük için şefaat ederse (arka çıkarsa) onun da bundan sorumluluğu vardır. Allah her şeyi korur ve kollar.” (Nisa 4/85)

Şefaat terimi, ’saygın birinin Allah’ın yanında başkasına arka çıkması ve yardımcı olması’ anlamında kullanılır. Allah böyle bir davranışı kabul etmez. O, şöyle buyurur:

“Öyle bir günden çekinin ki, o gün kimse kimsenin cezasını çekmez. Kimseden şefaat kabul edilmez. Kimseden fidye alınmaz. Onlar yardım görmez haldedirler.” (Bakara 2/48)

“Rablerinin huzurunda toplanacak­ları gün­den korkanları Kur’ân ile uyar; onların Alla­h’tan başka ne bir dostları ne de şefaatçileri olur. Belki kendilerini korurlar.” (En’am 6/51)

“De ki: O şefaat, bütünüyle Allah’ındır.” (Zümer 39/44)

“De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim.” (A’raf 7/188)

Ensar’dan Ümmü’l-Alâ diyor ki: “Muhacirlere kura çekilince bize Osman b. Maz’ûn düştü. Onu evimize yerleştirdik. Sonra ölümüne sebep olan hastalığa tutuldu. Vefat edince yı­kandı ve kendi elbiseleri içine kefenlendi. Muhammed sallal­lahu aleyhi ve sellem içeri girdi. O sırada dedim ki, “Ebû’s-Sâib!2 Allah rahmet eyle­sin; Allah’ın sana gerçekten ikramda bulundu­ğuna şahidim.” Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki: “Al­lah’ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?”

“Babam sana kur­ban ey Allah’ın Elçisi, Allah ya kime ikram eder?” deyince Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki, “Evet ona kaçınılmaz gerçek geldi. Vallahi onun için hep hayırlar bekli­yorum. Ama ben Allah’ın Elçisi olduğum halde nasıl karşıla­na­cağımı vallahi bilmiyorum.”

Ümmü’l-Alâ dedi ki, “Vallahi bundan sonra hiç kimseyi tezkiye etmem.”3

Müşrik, Allah’ı yer yüzü krallarına benzettiği için kendini, onun vereceği cezaya karşı koruyacak birini arar. Ona göre bu, Allah’a yakınlığı olan ve onun geri çeviremeyeceği biri olmalıdır. Mekkeli müşrikler putlarını bu konumda görürlerdi. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah ile kendi aralarına koydukları öyle şeye kul olurlar ki, onlara ne bir zararları olur ne de fayda sağlar. “Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” derler. De ki: “Göklerde ve yerde, Al­lah’ın bilme­diği bir şeyi mi ona haber veriyorsu­nuz?” Allah, onların ortak koştukları şeyden uzak ve yücedir.” (Yunus 10/18)

Şefaatçi, kişiyi Allah’ın vereceği cezadan kurtacaksa ondan güçlü ve merhametli olmalı ve insanı daha iyi tanımalıdır. Böyle biri ancak ikinci tanrı olur. Bunun farkında olan Katolikler, şirklerini pekiştirircesine İsa aleyhisselam hakkında şöyle derler:

“Şimdi o, Baba’nın yanında Hıristiyanların avukatlığını yapıyor. Onlar lehine aracılık etmek için hep canlıdır. Allah’ın huzurunda daima hazır bulunmaktadır.4 Kendisi aracılığı ile Allah’a yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter.”5

Ebû Hureyre’nin bildirdiğine göre “Kabilenin en yakınlarını uyar.”6 âyeti inince Allah’ın elçisi şöyle bir konuşma yaptı:

“Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; Allahk’ın yanında size bir faydam olmaz. Ey Abdumenaf oğulları! Allah’ın yanında size bir faydam olmaz. (Amcasına döndü:) Ey Abdulmuttaliboğlu Abbâs! Allah’ın yanında sana bir faydam olmaz. (Halasına döndü:) Ey Safiyye! Allah’ın yanında sana bir faydam olmaz. (Kızına dönerek) Ey Muhammed kızı Fatma! Benim malımdan dilediğini iste. Ama Allah’ın yanında sana bir faydam ol­maz.” dedi. (Buhârî, Vesâyâ, 11)

Şefaatçinin Görevi

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“… Allah katında şefaat edecek olan da kimmiş; onun izniyle olursa başka“.7

“O gün hiç sapma olmadan davetçiye uyarlar. Sesler Rahman için kısılmıştır; hışırtıdan başka birşey işitmezsin. O gün Rahmân’ın izin verdiği kişilerin, onun razı olduğu kişilere yaptığı şefaatten başkasının faydası olmaz. O onların önlerinde ve arkalarında olanı bilir, ama onlar onun bilgisini kavrayamazlar.” (Taha 20/108-110)

“Allah, meleklerin önlerinde ve arkalarında olanı bilir. Onlar, onun razı ol­duğu kişilerden başka­sına şefaat edemezler. Kendileri de onun korkusundan titrerler.” (Enbiya 21/28)

Ayetler gösteriyor ki, Allah’ın kabul ettiği şefaatçilerden hiçbiri kurtarıcı değildir. Çünkü Allah kime şefaat yetkisi verirse yalnız on­lar, Allah’ın di­lediği kimse­lere şefaat edebilirler. Halbuki insanlar kurtarıcı beklerler.

Müşrik olarak ölmemiş ama büyük günahlar işlemiş kişiler bağışlanabilirler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bunun dışındakini dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa 4/48)

Tevbe ile şirk dâhil her günah bağışlanacağından bunların tevbe etmeden ölen kişiler olduğu açıktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kim bir kötülük işler yahut kendini kötü duruma sokar, sonra da Allah’tan bağışlanma dilerse, görecektir ki, Allah tevbeleri kabul eder, ikramı boldur.” (Nisa 4/110)

Bazı günahlar ebedi cehennem azabını gerektirir. Aşağıdaki âyetler, Allah ile beraber bir başka tanrı çağıranların yani müşriklerin, haksız yere adam öldürenlerin ve zina edenlerin ebedi cehennem cezasına çarpılacaklarını bildirmektedir:

“Rahmân’ın kulları Allah ile beraber bir başka tanrı çağırmazlar, Allahın dokunulmaz kıldığı canı öldürmezler, haklı sebeble olursa başka ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur. Kıyâmet günü onun azâbı katlanır ve orada ebedi olarak alçaltılmış bir şekilde kalır.” (Furkan 25/68-69)

“Faiz yiyenler, şeytanın takılıp aklını çeldiği8 kimsenin dav­ranışından farklı bir davranış göstermezler. Bu onların, “alım satım, tıpkı faizli işlem gibidir” de­meleri sebebiyledir. Allah alım-satımı helal, faizli işlemi haram kılmıştır. Kime, Rabbinden bir uyarı gelir de faize son verirse, geçmişte olan kendinindir. Onun işi Allah’a aittir. Kim de de­vam ederse, onlar o ateşin arkadaşıdırlar, sürekli orada kalırlar.” (Bakara 2/275)

Büyük günahlardan şirk hariç diğerleri affedilebildiğinden Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’den gelen şu hadisler şefaat hakkında bize ışık tutar:

“Her peygamberin kabul edilmiş bir duası vardır. Diğer peygamberler dualarını bu dünyada yaptılar. Ben, ümmetime şefaat için duamı Kıyâmet gününe sakladım. Allah dilerse ona ümmetimin şirk koşmadan ölenleri nail olacaktır.”9

“Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir.” Câbir (ra) dedi ki: “Büyük günahı olmayanın şefaate ne ihtiyacı olur!”10

Cabir’in dediği doğrudur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Size konan yasakların büyüklerinden kaçınırsanız, diğer günahlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz.”11

Allah, büyük günah işlemiş birini affemek isterse bir şefaatçi görevlendirir. O da şirke düşmemiş büyük günah sahibine şefaat eder.

Allah Teâlâ Peygamberimize hitaben şöyle buyurur:

“Ey inananlar! Size rızık olarak ne vermişsek, ondan harcayın. Sonra öyle bir gün gelir ki, onda ne alış veriş, ne dostluk, ne de şefaat bulunur. Nankörlük edenler tam bir yanlışlık içindedirler.” (Bakara 2/254)

KAYNAK: Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2006, s: 134-138.

  1. Müfredât, شفع. mad.
  2. Osman b. Maz’un radıyallahu anhın lakabıdır
  3. Buhârî, Cenâiz, 3
  4. Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 519
  5. Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 2634
  6. Şuarâ, 26/214
  7. Bakara, 2/255
  8. Ayette geçen, تخبط , genellikle “dokunup çarpma ” şeklinde tercüme edilir. Bize göre bu tercüme manayı doğru aktarmamaktadır. تخبط ; ”takılıp aklını çelme ve aklını bozma” (Lisan’ul-arab, Muhammed Murtaza ez-Zebîdî, Tâcu’l-arûs) anlamlarına da gelir
  9. Müslim, İman 338 (199)
  10. Tirmizi, Kıyâmet 12, (2436)
  11. Allah’ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, konu ile ilgili olarak şunları söylemiştir:

“Felâkete sürükleyen yedi şeyden sakınınız.
– Ey Allah’ın Elçisi nelerdir onlar?
– Allah’a ortak koşmak, sihir, haklı sebeple olması bir yana Allah’ın doku­nulmaz kıldığı bir canı öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana toplu hücum yapılacağı sırada savaştan kaçmak ve kötü yolla ilgisi olmayan namuslu mümin kadınlara zina iftirasında bu­lunmaktır.” (Buhârî, vesâyâ, 23; Müslim, İman 145)

http://www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/sefaat.html

posted in Anasayfa | 0 Comments

6th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN DA RUH

Ruh kavramı bugüne kadar dinli veya dinsiz, Müslim veya gayrimüslim birçok kişinin ilgi alanına girmiş, cahil veya bilgin birçok kimse tarafından ruh hakkında yüzlerce kitap kaleme alınmıştır. Bu eserlerde genellikle şu konular işlenmiştir:

 

97Kadr 4-Melekler (haberciler), içlerinde ruh olduğu halde, Rabblerinin izniyle iner dururlar dururlar; her bir işten.

 

RUH:

  • Ruh nedir?
  • Ruh kaç tanedir?
  • Ruhlar nerede bulunur?
  • Ruh ve nefis aynı şey midir?
  • Ruh cisim midir, mahlûk mudur, enerji midir, kozmik bilinç midir, melek midir, varlıkların aslı mıdır?
  • Ruh şeffaf, billûr, cins-i lâtif midir?
  • Ruh mu yoksa ceset mi önce yaratılmıştır?
  • Ruh ölür mü?
  • Ruh kabirde cesede geri döner mi?
  • Dirilerin ruhları ölülerin ruhlarıyla buluşur mu?
  • Her şey ruhtan mı meydana gelmiştir?
  • Hayatı, hareketi, idraki sağlayan güç ruh mudur?
  • Ruhun insanî, hayvanî, nebatî olmak üzere çeşitleri var mıdır?
  • Olgun ruh ile geleceği görebilmek, gelecekten haber verebilmek, zaman ve mekân dışına çıkmak mümkün müdür?
  • Bütün bunlardan başka, ruh ile ilgili bu eserlerde ruh çağırma, telepati, medyumluk, yoga, doğru rüya, büyü, sihir ve reenkarnasyon [ruh göçü] gibi konuların açıklanmasına da çalışılmıştır.

Bütün bunlardan başka, ruh ile ilgili eserlerde ayrıca, ruh çağırma, telepati, medyumluk, yoga, doğru rüya, büyü, sihir, reenkarnasyon gibi konuların açıklanmasına da çalışılmıştır.

İnsanlık çok eski çağlardan beri bu konuların ardına düşmüş, psikoloji biliminin gelişmediği ve kuramlaşmadığı bu uzun süreçte vahyin doğrulamadığı, modern psikoloji biliminin de desteklemediği pek çok görüş ve anlayış ortaya çıkmıştır. Vahiy kontrolü dışında gerçekleşen zihin işçiliğinin en belirgin örneklerinden biri olan eski Yunan Felsefesi kendi döneminde çok etkili olmuş, bu vahiy dışı felsefenin zihnin gizemli labirentlerindeki akıl sürçmeleri VIII . Yüzyılın ortalarında başlayan tercüme hareketleri sonrasındaki süreçte bazı Müslüman bilginleri de etkisi altına almıştır. Dolayısıyla evrensel merak konularından biri olan ruh ve ruha ilişkin konular İslâm dünyasının da ilgi alanına girmiştir. Bazı Müslüman düşünürler eski Yunan-Lâtin kabullerini güya İslâmileştirerek kitaplarında İslâmî bilgiler olarak takdim etmişler, ruhun mahiyeti ve çeşitleriyle ilgili olur olmaz düşüncelerle dolu yüzlerce risale ve ciltlerce kitap yazmışlardır. Bu konuda yazılan en ciddî eser, İbn Kayyim el-Cevziyye [1299–1351, Hicrî 691–751] tarafından kaleme alınan Kitâbu’r-Rûh ‘dur. Ayrıca İmam Gazâlî de eski Yunan felsefesinden derlediği bilgileri muhtelif eserlerinde dile getirmiştir. Ancak bunların hepsi de Kur’ân’ın ifade ettiği “ruh” kavramından çok uzaktır. Sonuç olarak bugüne kadar bu konuda Kur’ân kaynaklı ciddî bir çalışma yapılmamış, tabir yerinde ise asırlardan beri havanda su dövülmüştür. Ne var ki, yazarlarının isimlerinin önünde saygınlık belirten unvanlar bulunan bu kitaplardaki bilgiler hem doğru, hem de İslâmî kabul edilmiştir. Fakat asıl esef edilmesi gereken konu, bin dört yüz seneden beri yazılmış olan “tefsir” adlı kitapların hiç birinin Kur’ân’a dayandırılmamış olması ve bu kitaplarda hep “Rivayet Tefsiri”nin ön plâna çıkarılmış olmasıdır. Her bakımdan açık ve mufassal olan Kur’ân’ın bir takım asılsız rivayetlere ve İsrailiyat kaynaklarına kurban edilmesi Müslümanlar için çok acı bir durumdur. Öyle ki, rivayetlerin çokluğu ve farklılığı zihinleri iyice karıştırmış, gerek temel kavramlarımız ve gerekse inanç ve amel konularındaki bilgilerimiz çoğu zaman bu rivayetler doğrultusunda şekillenmiştir.

 İnsanlar, tümü psikoloji bilimi kapsamında olan ve İslâmî olmayan bu konuların arkasına, eski çağlardan başlamak üzere, yani psikoloji biliminin gelişmediği, kuramlaşmadığı dönemlerden itibaren düşmüşlerdir. “Bilgin” etiketli bazı Müslümanlar da, Eski Yunan-Lâtin kabullerini kitaplarında İslâmî bilgi gibi lânse etmişler ve ruhun mahiyeti, çeşitleri vs. ile ilgili, olur olmaz düşüncelerle dolu ciltlerle kitap, risale yazmışlardır. Bu konuyla ilgili en ciddî eseri İbn Kayyim el-Cevziyye (1299-1351, hicrî 691-751) “Kitab-ür-Ruh” adıyla yazmıştır. İmam-ı Gazâlî de Eski Yunan felsefesinden derlediği bilgileri muhtelif eserlerinde dile getirmiştir. Ancak bunların hepsi de, Kur`an`ın ifade ettiği “ruh” kavramından çok uzaktır. Sonuç olarak bugüne kadar bu konuda Kur`an kaynaklı ciddî bir çalışma yapılmamış, tabir yerinde ise asırlardan beri havanda su dövülmüştür. Ama bu eserleri yazanların isimlerinin önünde “imam” veya “hazret” gibi unvanlar bulunduğu için, bu kitaplarda yazılanlar da maalesef hem İslâmî bilgi sayılmış hem de doğru kabul edilmiştir. Fakat bu gibi kitaplardan önce esef duyulması gereken asıl konu; bin dört yüz seneden beri yazılmış olan “tefsir” adlı kitapların hiç birinin Kur`an`a dayandırılmamış olması ve bu kitaplarda hep “Rivayet Tefsiri”nin ön plâna çıkarılmış olmasıdır. Bunun sonucu olarak ise, açık ve mufassal olan Kur`an, onun bunun rivayetine (söylentisine) özellikle İsrailiyat kaynaklılarına kurban edilmiş, dolayısıyla temel kavramlarımız, inanç ve amellerimiz rivayetler doğrultusunda şekil almıştır. Rivayetlerin çokluğu ve farklılığı ise yanlış yönlendirilmiş kafaları iyice karıştırmıştır.

Tekrar “ruh” konusuna dönülecek olursa, öncelikle şunun belirtilmesi gerekir ki, yukarıda sayılan konular arasındaki “ruh” kavramının araştırılıp incelenmesi dinin değil psikolojinin konusudur. Psikoloji ilmi geliştikçe Kur’ân’ın bu alandaki müteşâbih sözcüklerinin de muhkemleşeceği kesindir. Kur’ânî ve bilimsel olmamasına rağmen sırf saygın unvanlı isimlerce ileri sürülüp kitaplara geçirilen bir takım ilkel görüşler, bu tür müteşâbih konuların teviline(öncelik sırasına konmasına)  katkı sağlaması bir yana, meselelerin daha da kördüğüm olmasına yol açacak bir nitelik taşımaktadır. Bu nedenle o tür görüşlerin nakli ve tahlili yerine, Kur’ân’daki “ruh” kavramının yine Kur’ân ile açıklanması yoluna gidilmelidir. Amacımız Kur’ân’ı belirsiz rivayetlerle değil, Kur’ân’ın kendi iç imkânlarıyla anlamaya ve açıklamaya gayret etmektir.

Ruh sözcüğünün esas anlamı “can” demektir. Bu sözcük “vücuh” ifade eden yani eş anlamlı bir sözcük olup, hakikat ve mecaz olarak birçok anlamda kullanılır.

Sözcük, ansiklopedik anlamda ise; “Genel olarak varlığın maddî olmayan boyutu ya da özü” olarak tarif edilmiştir (Ana Britannica, cilt:26, s:383). Bu anlam ile, uyku anında geçici olarak, ölüm anında ise sürekli olarak bedenden ayrılan “nefis”, yani beyindeki ana fonksiyon olan bilinç kastedilmiştir.

“Ruh” sözcüğü, yukarıda verdiğimiz hem sözlük hem de ansiklopedik anlamlara uygun olarak, “manevî benlik” ve “can” kavramları ile eş anlamlı kabul edilmiştir. Geniş anlamda; “canlılık, duygu” demek olan ve ayrıca “karakter” anlamına da gelen “ruh” sözcüğü, mecazen bir şeyin en önemli, en can alıcı noktası, özü için kullanılır. Meselâ pasif kimseler hakkında kullanılan “ruhsuz” sıfatı sözcüğün geniş anlamına, “meselenin, bütün ruhu buradadır” şeklindeki deyimleşmiş cümle de mecaz anlamına birer örnek teşkil eder. Sonuç olarak, “ruh” sözcüğü ile yukarıdaki anlamlar merkezli yüzlerce deyim meydana getirilmiştir.

“Ruh” sözcüğü dinî terim anlamında çok genel şekilde; “İnsan bedeni yaratıldıktan sonra, tanrı tarafından üflenmek suretiyle varlığa kazandırılan canlılık” (!) olarak tanımlanmaktadır.

 

RUH SÖZCÜĞÜNÜN KUR`AN`DAKİ KULLANIMI:

Ruh” sözcüğü Kur`an`da; “İlâhî esinti, vahy/ bilgi” anlamında kullanılmıştır. Vahyin, bilgisizlikten ölü sayılan kalbe hayat verdiği, canın bedendeki işlevi ne ise vahyin de kişiler ve toplum için işlevinin aynı olduğu, yani kişileri ve toplumu kokuşmaktan koruduğu düşünülürse, “ruh” sözcüğünün sözlük, ansiklopedik ve dinî terim anlamlarıyla Kur`an`daki anlamı arasında bir paralellik var gibi gözükebilir. Ama sözcüğün kullanıldığı ayetler incelendiğinde, bu paralelliğin “ruh”un ne olduğunda değil de, sadece insan üzerindeki etkileri konusunda olduğu anlaşılmaktadır.

Kur`an`da bahsedilen “ruh”, yani “ilâhî esinti, vahy (bilgi)”, sadece isteyerek bu “ruh”a sahip olan ve bu “ruh”u hayatına geçiren kişilere ve toplumlara anlamlı bir canlılık veren, onları kokuşmaktan koruyan bir şeydir. Fakat asla, ölümün dışındaki canlılığı temsil eden ve her türlü rezilliği de kapsayan sihirli bir nefes değildir:

İsra; 85: Ve sana ruhtan sorarlar. Deki: “Ruh Rabbimin emrindendir (işindendir). Size ise az bilgiden başka, bir şey verilmemiştir. ”

Mümin; 15: O Refi`dir, dereceleri yükseltendir, Arş`ın sahibidir. Buluşma
günü hakkında uyarmak için kendi emrinden/ kendi işinden olan ruhu kullarından dilediğine ilka eder (bırakır).

Not: Bu ayette ruhun inişi “İlka (bırakmak, koymak)” sözcüğüyle ifade edilmiştir. Nitekim Âdem`e yapılan vahyler (Bakara; 37) ve Kur`an`ın inişi için “ vahy” veya “ inzal” yerine “ilka” fiili kullanılmıştır (Neml;6).

İsra suresinin yukarıda verdiğimiz 85. ayetinden 93. ayetine kadar olan pasaj bozulmadan, bir bütünlük içerisinde değerlendirilirse burada konu edilen ruhun, rivayet tefsirlerinde anlatıldığı gibi insan ya da herhangi bir canlının ruhu olmayıp “vahy” olduğu açıkça görülür. Ancak, İsra suresinin 85. ayetinde belirtildiği gibi, ruh konusu ile ilgili bize verilen bilgiler; vahyin mahiyeti, şekli, miktarı gerçekten azdır. Dolayısıyla bu konuda verilen bilgi ile yetinmek, kendi kafamızdan bilgi üretmeye kalkmamak gerekmektedir.

Bu ayetlerde ve ruhun indirildiği bildirilen bir çok ayette, ruhun Rabbimizin emrinden olduğu da belirtilmektedir. Bizim genellikle “buyruk” anlamında kullandığımız “ emr” sözcüğü, “iş (oluş)” anlamında da kullanılmaktadır. Nitekim Kur`an`da 153 kez yer alan “ emr” sözcüğünün “iş (oluş)” anlamındaki çoğulu olan “ümûr” sözcüğü, Hud suresinin 97. ve Âl-i Imran suresinin 128. ayetlerinin de aralarında bulunduğu 13 ayette geçmektedir. Bu bilgiler ışığında “emrimizden bir ruh vahyettik” ifadesi; “Allah`ın işlerinden olan ruh vahyetme işi, Allah tarafından yapılmıştır” anlamına gelmektedir. Yani Necm suresinde de değindiğimiz gibi, “ruh”, sadece Allah`ın işlerinden biridir ve ruh indirilmesi de sadece Allah`a aittir.

 

RUH/ VAHY NİÇİN İNDİRİLİR VE KİME İNDİRİLİR?

Şûra; 52: İşte böylece sana da kendi emrimizden (kendi işimizden) olan
ruhu vahyettik.
Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz
onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nur (ışık) yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola kılavuzluk etmektesin.

Mücadele; 22: Allah`a ve ahiret gününe inanan bir topluluğu, Allah`a ve
elçisine karşı çıkanlarla sevgiye dayalı bir dostluk kurmuş olarak bulamazsın. Bunlar onların ister babaları olsun, ister çocukları olsun, ister kardeşleri olsun, ister akrabaları olsun. Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendisinden olan ruh (güvenli bilgi) ile desteklemiştir. Onları, sürekli kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah`tan hoşnut olmuşlardır. İşte bunlar Allah`ın hizbidir (yandaşlarıdır). Dikkat edin, Allah`ın hizbi (yandaşları) başarıya ulaşanların ta kendileridir.

Şuara; 192-194: Kesin olan şu ki o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onunla “güvenilir ruh” indi. Senin kalbine ki uyarıcılardan olasın.

Bu ayetler üzerinde yeterince tefekkür edildiği takdirde, buradaki “ ruh” kavramının “orijinal (güvenilir) bilgi” demek olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. Çünkü Mücadele suresinin 22. ayetinde bu ruh ile, yani Allah`tan gelen güvenilir, sağlam bilgi ile tüm inananların güçlendirildiği, desteklendiği açıkça ifade edilmekte ve Şuara suresinin 193. ayetinde de bu ruhun, “er-ruh-ul-emin” tamlaması ile ifade edilmek suretiyle “en güvenli, en yararlı bilgi” olduğu vurgulanmaktadır. Şuara suresinin 193. ayetinde geçen “er-ruh-el-emin” ifadesini kişileştirerek Cebrail olarak yorumlamak ve bir çok tefsir ve mealde olduğu gibi bu ayeti; “onu ruhul emin (Cebrail) indirdi” diye çevirmek yanlıştır. Zira ayetteki “ nezele” geçişsiz fiilini, geçişli imiş gibi anlamlandırmak, işin erbabının bileceği gibi, ilk başta ayetin lâfzî manasına aykırılık demektir. Ayrıca böyle bir çeviri, onu (Kur`an`ı) âlemlerin Rabbi Allah`ın indirdiğini bildiren 192. ayet ile de çelişmektedir.

 

RUHUN ÜFÜRÜLMESİ:

Sad; 72: Onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp ruhumdan içine üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın.

Hicr; 29: Onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp ruhumdan içine üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın.

Secde; 9: Sonra da ona bir biçim verdi ve ona ruhundan üfledi. Sizin için
işitme gücü, gözler ve gönüller (bilgiye ulaşma yolları) var etti. Ne kadar az şükrediyorsunuz!

Allah`ın gerçek anlamda üfürmeyeceği bilindiğine göre, “üfürmek” ifadesinin mecaz olduğu hemen anlaşılmaktadır. Mecazen “üfürmek” ise, bir başkasına verilen şeyin en az miktarını ifade eder. Türkçe`de bu eylem “koklatmak” olarak yer almıştır. Bu durumda “ruhun üfürülmesi”; “çok az miktarda bilgi verilmesi, bilginin koklatılması” anlamına gelmektedir. Nitekim İsra suresinin 85. ayetinde de; “De ki: Ruh Rabbimin işindendir. Ve size bilgiden ancak çok az verilmiştir. ” denilerek, bu husus açıkça belirtilmiştir.

 

RUHUN ÂDEM`E ÜFÜRÜLMESİNDEN NE KASTEDİLDİĞİ DE YİNE KUR`AN`DA  AÇIKLANMIŞTIR:

Bakara; 30-34: Ve bir zamanlar Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde Bir
halife kılacağım” demişti de onlar; “Orada bozgunculuk yapan ve kan döken birini mi kılacaksın? Oysaki bizler, seni hamd ile tesbih ediyoruz; seni kutsayıp yüceltiyoruz. ” demişlerdi. O; “Şu bir gerçek ki ben sizin bilmediklerinizi bilmekteyim. ” dedi. Ve Âdem`e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere sundu ve “Hadi, haber verin bana şunların isimlerini, eğer doğru sözlüler iseniz. ” dedi. Dediler ki: “Yücedir şanın senin. Bize öğretmiş olduğunun dışında bilgimiz yok bizim. Sen, yalnız sen Alim`sin, her şeyi en iyi şekilde bilirsin; Hakim`sin, her şeyin bütün hikmetlerine sahipsin. ” Dedi: “Ey Âdem, haber ver onlara onların adlarını. ” O onlara onların adlarını haber verince, “Dememiş miydim Ben size! Ki Ben, göklerin ve yerin gaybını en iyi bilenim. Ve Ben, sizin açığa vurduklarınızı da sakladıklarınızı da en iyi biçimde bilmekteyim. ” dedi. Ve o vakit Biz meleklere, “Âdem`e secde edin” demiştik de İblis dışında melekler hemen secde etmişti. İblis yan çizmiş, kibre sapmış ve nankörlerden olmuştu.

Dikkat edilecek olursa Sad suresinin 72. ve Hicr suresinin 29. ayetlerine göre meleklerin secde etmesi, Âdem`in belirli aşamalardan geçirilerek (amaçlanan düzgünlüğe ulaştırılarak) nihaî şekle getirilip, kendisine ruh üfürülmesinden sonradır. Bakara suresinin 30-34. ayetlerinde ise meleklerin secde etmesinden önce Âdem`in geçirdiği değişim ya da aşama; “Âdem`in bilgilendirilmesi ve bilgisinin meleklerle karşılaştırılması” olarak açıklanmıştır. Yani, Sad ve Hicr surelerinde kullanılan “ruh üfürme” tabiri, Bakara suresinde yerini “bilgi ile bilgilendirmek” tarifine bırakmış, böylece “ruh üfürme” tabirinin, “bilgi ile bilgilendirmek” anlamına geldiği açıklanmıştır.

Ruh üfürülmesi” tabiri ile, Âdem`e verilen bilginin “koklatma” mertebesinde (ölçüsünde) olduğunun kanıtı ise İsra suresinin 85. ayetidir. Burada hemen belirtmek gerekir ki, Âdem`e verilen bilginin azlığı, sadece Rabbimizin sonsuz bilgisine nispetledir.

Şöyle ki:

Kehf;109: De ki: Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenirdi hatta bir o kadarını daha getirsek bile.

Lokman; 27: Şayet yeryüzünde ağaçtan ne varsa kalem olsa, deniz de
arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah`ın sözleri tükenmezdi. Şüphe yok ki Allah Aziz`dir, Hakim`dir.

Durum böyle olunca Rabbimizin ilk peygamberden son peygambere kadar hepsine yapmış olduğu vahy (kitaplar ile bildirdiklerinin toplamı) koklatmadan (üfürmeden) başka bir şey değildir.

Sonuç olarak, melekler/ yönetim güçleri, sıradan insana değil, kendisine ruh üfürülmüş (Rabbimizin sonsuz bilgisine nispetle az bir bilgi ile bilgilendirilmiş), yani ADAM/ ÂDEM olmuş insana secde etmişlerdir (boyun eğmişlerdir).

 

KUR`AN`DA MERYEM’E DE RUH ÜFLENDİĞİ BİLDİRİLMİŞTİR:

Enbiya; 91: Ve o, ırzını titizlikle koruyan kadın. Ona ruhumuzdan üfledik de onu ve oğlunu âlemler için bir mucize yaptık.

Tahrim; 12: Ve Allah, ırzını bir kale gibi koruyan Imran kızı Meryem`i de örnek verdi. Biz onun içine ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdikledi ve içten bağlananlardan oldu.

Nisa; 171: Ey ehlikitap! Dininizde aşırılığa gitmeyin. Ve Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, Allah`ın elçisi ve kelimesidir. Ki Meryem`e ilka ettiği (ulaştırdığı) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Artık Allah`a ve elçilerine inanın. “Üçtür” demeyin. Son verin, sizin için daha iyi olur. Allah Vahid`dir, tek ve biricik ilâhtır. Kendisi için bir çocuk olmasından arınmıştır O. Yalnız O`nundur göklerdekiler ve yerdekiler. Vekil olarak Allah yeter.

Bu ayetlerden, Meryem valideye bazı özel bilgilerin lütfedildiği anlaşılmaktadır. Ancak bu konunun teferruatı, Âl-i Imran, Meryem ve Enbiya surelerindeki ilgili pasajlardan alınmalı ve bu olay Kur`an`daki pasaj bütünlüğü içinde, Zekeriyya`nın durumunu açıklayan ayetler ile birlikte ele alınmalıdır. Çünkü yaşlı bir adam olan Zekeriyya ve kısır eşinin çocuk sahibi olması ile Meryem`in erkeksiz çocuk doğurması, birbirini takip eden dönemlerde meydana gelmiştir. Daha evvelki ayetlerdeki “ruh üfürme” tabiri, Nisa 171`de “ilka (bırakma, ulaştırma)” tabiri ile açıklanmaktadır.

“Ruh üfürme” tabirinin, “az bir bilgi ile bilgilendirmek” anlamına geldiği artık bilindiğine göre, yukarıdaki ayetlerde Meryem`e üflendiği bildirilen ruhun da; onun hamile kalması için rahmine (dölyatağına) yapılan fizikî bir üfürük olmadığı, Zekeriyya`nın himayesinde bulunduğu mabette kendisine lütfedilen bilgi olduğu bellidir. Kur`an`a göre bu bilgi önce Zekeriyya`ya verilmiş ve Zekeriyya`nın hem yaşlı hem de kısır olan karısı bu bilgi ile Yahya`yı doğurmuştur. Daha sonra bu kutsal bilgiyi/ mesajı Meryem`e iletmekle Allah tarafından görevlendirilen Zekeriyya, Allah`ın elçisi olarak görevini yapmış ve kutsal bilginin/ mesajın doğruluğuna kanıt olarak da, bu bilgi sayesinde “sapasağlam” bir insan olarak doğan Yahya`yı göstermiştir. Bu konuda daha detaylı açıklama inşallah Meryem suresinde yapılacaktır.

Kadr suresinin başından buraya kadar olan ve melekler ile ruhun indirilmesini de içine alan mesaj şöyle özetlenebilir:

Kim ki Allah`a teslim olur, O`nu kendisine Rabb edinir (terbiyesini ve hayat akışını Allah`ın kurallarına göre ayarlar), kendisine bir Kadir gecesi tayin edip o andan itibaren hayatını Kur`an`a göre tanzim etmeye başlarsa, Allah`tan gelen ve içlerinde kutsal bilgiler (ruh) olan ayetler o insana iner, yani insanın içine (aklına, benliğine) girer, iyice yerleşir. Böylece o insan, kendisine rehber, destek, müjdeci … olan ayetler sayesinde Allah`tan başka ilâh edinilmemesinin, sadece O`na kulluk edilip O`ndan sakınılmasının bilincine varır, mutlu olur ve gerçek başarıya ulaşır. İşte, meleklerin ruh ile inişi, girişi budur. (Hakkı Yılmaz) http://www.istekuran.com/index.php?page=kadr

posted in Anasayfa | 1 Comment

24th Ocak 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Diriler için tevhid

Dua ve konuşmalardan sonra “el-Fâtiha” çekmek…

Ulu bir kişinin ardından “üç ihlâs bir fâtiha” okumak…

Ölülerin ardından “Yâsîn” okumak…

Malum, bunlar dinî dünyamızın vazgeçilmez ritüelleri.

Mehmet Akif “İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin/Ne mezarlıklarda okunmak ne de fal bakmak için” dese de… Selefilik/Vehhabilik hareketleri şiddetle karşı çıksa da…

Bu topraklar bunlardan asla vazgeçmedi, vazgeçmez.

Acaba neden?

Bunların İslam’da sahici bir temeli olduğundan mı?

Hayır.

Çünkü bu topraklara ölüler, atalar ve ruhlar ile bağ kuracak bir şey lazım. Madem İslam da “dinlerden bir din”, o zaman o da bunu sağlamak zorunda (!). Çünkü sanıldığının aksine bu toprakların dipten akan asıl dini hala Şamanizm…

Şamanlıkta din, esasen ölüler, atalar ve ruhlarla ilgilidir. Yeryüzü, diriler ve gerçek hayatla ilgili değil…

Bu nedenle diyorum ki: İyi, güzel okuyorsunuz da, bunları neden diriler için değil de ölüler için okuyorsunuz? İyi, güzel okuyorsunuz da, cenaze evine gelenler için, mezarın başında toplananlar için, o anda sizi dinleyenler için okusanıza!

“el-fatiha!” dendiğinde fatiha suresini neden bir ölüye göndermek için okuyorsunuz? Kendiniz için okusanıza!

“Üç ihlas bir fatiha’ya” asıl dirilerin ihtiyacı yok mu? Üstelik mezarda ölüye okuduğunuz Yasin suresinde bakın ne deniyor: “Biz bu Kur’an’ı dirileri uyarman için indirdik” (Yasin; 70).

Bu ayeti de ölüye okuyorsun ya, hayranım senin zekana ey yurdum insanı! Bari başka bir ayet oku yahu!

Oysa ölen ölmüştür. İstersen üç bin ihlas, beş bin fatiha, yüzbin Yasin oku ölüye zerre kadar faydası yoktur. Mezarlar duymaz! (Neml;80). Hayattayken sahici tövben (dönüşün) varsa ne ala…Öldüğün an bittiğin andır. Allah’ın merhametini dilemek dışında yapabileceğimiz hiç bir şey yok. Ölünün ardından şundan daha güzel söz ne olabilir: “Allahım merhamet et…”

O okudukların hep diriler için aslında.

Örneğin “açılış, başlangıç” demek olan fatiha ve “saf bir yürek temizliği” demek olan ihlas ya da öteki adıyla “birleme” demek olan tevhid sureleri…

Adlarından da anlaşılacağı gibi, bu sureler diriler için ne muhteşem ve muazzam mesajlar veriyor: Bütün işleri sevgi ve merhametle açmak, başlamak… Şükür, teşekkür…Günün/son günün hesabını ve mizanını (yevmu’d-din) düşünerek yaşamak… Kimseye el avuç açmadan kendi ayakları üzerinde yürümek, kimseye tanrı gibi davranmamak, davranılmasına da asla izin vermemek (iyyake na’budu)…Yalnızca Allah’a yaslanmak, güvenmek, yönelmek, el açmak (iyyake nesta’în)… Doğruluğu ve dürüstlüğü yol bilmek (sırat-ı mustakim) … Bu yoldan gidenlerin izinden gitmek… Bu yoldan sapanlardan ve Allah’ın (en-Nâs’ın) öfkesini çekecek işlerden uzak durmak… Her şeyin başına, açılışına (fatiha) bunları koymak…

Ne güzel!

Bunlara ölülerin mi dirilerin mi ihtiyacı var?

Diriyken bunları yapmıyorsan, ölünce arkandan okunmasını ne yüzle isteyebilirsin ki?

***

İyi de vatandaş ne yapsın diyeceksiniz. Öyle ya, Türkiye’de dinî hayata bakın tamamı “nüsuk” üzerine kurulu: Ezan, namaz, cami, hac, oruç, cenaze, kurban, kandil… Bütün din bundan ibaret! Ordudan sonra en büyük bütçeye sahip Diyanet’in görevi bunları organize ve ifa etmek. Yani bunlar bir “devlet” (kamu) faaliyeti… Devlet, vatandaşın mezarında Yasin okutuyor maaşla!

Ee, devlet böyle olunca vatandaş ne yapsın. Doğrusu öyle sanıyor.

Kanımca Türkiye’de devlet eliyle inşa edilen bir Şaman-İslam sentezi var, “laiklik” diye bir şey yok! Türkiye’nin laik olduğu iddiası gülünçtür, saçmadır!

Şahsen ben İslam’ın devlet marifetiyle Şaman formuna çekilmesine, Şamanlığın dini ihtiyaçlarını (Gök tanrı, ölüler, atalar, ruhlar, kurban, kandil) karşılayan bir fenomene dönüştürülmesine ve bu nedenle de “gerçek hayat dini” olmaktan çıkarılıp devlet güdümlü bir “tapınak dinine” çevrilmesine itiraz ediyorum!

Türkiye’de dinin konumlandırılışı temelden ve kökten yanlış!

(Bu ülkede İslam’ın nasıl konumlandırılması gerektiğini, onun tabiatına uygun olanın ne olduğunu gösterebilmek için klasik “İslam devleti” veya “laiklik” anlayışını aşan yeni bir bakış olan “Adalet Devleti: Ortak iyinin iktidarı” başlıklı bir kitap yazdım. 2003 yılında çıkan kitabın bugünlerde üçüncü baskısı çıkacak. Ayrıntılar için oraya bakılabilir…)

***

Fazla dağıtmadan mevzudan gidelim.

Bu makalede asıl üzerinde durmak istediğim “üç ihlas (tevhid) bir fatiha” vesilesiyle “tevhid” konusu…

Malum “lailahe illallah” (Allah’tan başta tanrı yoktur) tevhid cümlesi oluyor.

Sahabe bunu ölülerin ardından üfürmüyor, mezarlıklarda fısıldamıyor; sokaklarda, meydanlarda, savaş alanlarında haykırıyordu.

O “lailahe illallah” ki ölenin ardından okunmuyor, uğruna ölünüyordu.

Sahi “tevhid” deyince ne anlıyoruz?

“Tevhidî çizgi”, “Tevhidî Müslümanlar”, “Tevhidî bilinç” vs. diye çok duymuşsunuzdur…

Böyle diyenlerin dilinde bile artık ölmüş durumda.

“Birlik ve bütünlük” ifade eden bu kavramın bizzat kendisinin ayrılık ve hizip sloganı haline getirilmiş olması ne hazin!

İnsanlığın yaralarına merhem olacak çözümlerle dolu tevhid meselesini, yeni nesillerin anlamayacağı bir dille; rububiyet tevhidi, uluhiyet tevhidi, zati sıfatlar, subuti sıfatlar, selbi sıfatlar vs. diyerek 700 yıl öncesinin “donmuş kelam metinleri” ile anlatmaktan vazgeçmeliyiz. Çünkü düpedüz yabancı bir dil konuşuyoruz, insanlar anlamıyor. Üç yüzyıl önceki tarih, coğrafya, kültür, mezhep ve cemaat mağaralarımızdan çıkıp da gelmiş gibiyiz. Dilimiz, söylememiz, kelimelerimiz Ashab-ı Kehf’in parası gibi geçmiyor. Çağa yabancıyız. Kullandığımız ölü dille, hayat arasında nereden bakılsa 1100 yıl var…

Üstelik Mısır’ın Ezher’inden İran’ın Kum medreselerine, Suudilerin Şeriat Fakültelerinden Türkiye’nin İmam-Hatip ve İlahiyatlarına kadar, İslam alemi, eskimiş, tedavülden kalkmış, bugün bir karşılığı olmayan bu “ölü dil” ile konuşuyor.

Kısaca “tevhid” bugünün dünyasına ne diyor? Onu yaşayan dille nasıl ifade edebiliriz?

***

Önce diğer bir adı da tevhid olan “üç ihlas”ın kısa bir açıklaması… Bakalım ölülerin arkasından üçer defa okuyup üfürdüğümüz tevhid (birlik) suresinde ne anlatılıyormuş…

“İlan et: Allah birdir! Bölünmez bir bütündür! Doğurmaz ve doğurulmaz! Hiç bir şey O’na denk olamaz!” (Tevhid; 1-4).

Mekke’nin ilk yıllarında inen bu sure görüldüğü gibi topu topu dört ayet.

Eskidünya dinlerinin (Sümer, Asur, Babil, Hitit, Mezepotamya, Mısır, Hind, İran, Roma, Yahudilik, Hıristiyanlık, Sabiîlik vs.) güneş, ay, yıldızlar, gökyüzü, yeraltı, aşk, ışık, karanlık, verimlilik, savaş, rüzgâr, fırtına vb. tanrıları olduğuna inanarak “birliği bozan”… Tanrı’nın eş, oğul, kız, torun, sülale, haneden, kral, din adamı, ırk, bölge, insan, erkek, kadın vs. gibi doğuştan imtiyazlı aracıları, sınıfları, parçaları, ortakları, alt kademeleri (min dunillah), hiyerarşisi olduğuna inanarak “bütünlüğü bozan” kabullerini, Mekke’deki Kureyş Arapları üzerinden reddediyor. “Allah’ı tanrılıkta tek ve bölünmez bir bütün” ilân ediyor.

Demek ki surenin esas mesajı birlik (ehad/tevhid) ve bütünlük (samed) kavramları üzerine kurulmuş…

Ne demek ehad ve samed?

EHAD: Sözlükte “tek olmak, bir olmak” demektir. Bir yapmak, birleştirmek, standart hale getirmek, standardize etmek (tevhîd), birleşmek, ittifak etmek, bir araya getirmek (ittihâden), birlik, federasyon, lig, cemiyet, birleşme, birlik yapma (ittihâd), federal, birleşik (ittihâdiyye), bir, tek, sayı ismi (ehad), birleme (vahdaniyet), birleşmiş (muttehid), Birleşmiş Milletler (el-umemu’l-muttehide), birleyen, birleyici (muvahhid), bir (vâhid), birlik, bir olma, kompleks, ünite, birim (vahde), biricik, yegâne, eşşiz (vahîd) kelimeleri de bu kökten…

Klâsik tefsirlerde bu sure hakkında yirmiye yakın isim rivayet edilir; tefrid (fertleştirme), tecrid (ayrıştırma), tevhid (birleştirme), ihlâs (saflaştırma), necat (kurtuluş), nisbet (gösterme), marifet (bilme), cemal (güzel), mukaşkışa (tedavi eden), mu’avvize (sığınılan), samed (tek bir bütün), esas (temel), mânia (engel), muhdar (hazır olunan), beraet (aklama), müzekkire (hatırlatan), nur (aydınlık), eman (güvenlik)…

Doğrusu surenin içeriği bütün bunları kapsıyor. Fakat tevhid (birleme) ismi sure bütünlüğüne en uygun olanı görünüyor. Bir hadiste geçtiği gibi “Kim bu sureyi okursa Kur’an’ın üçte birisini okumuş gibi olur”… Öyle ki bütün sureler ve bütün ayetler bu sure ile bir şekilde irtibatlıdır. Kur’an’ın hangi ayetinden girseniz yolunuz bu sureye çıkar. “Birci ve bütüncü bakış” bütün Kur’an’ın mihveri ve ruhudur.

Rivayete göre bu sure inkarcıların, Yahudilerin ve Hıristiyanların “Ey Muhammed! Şu tanrını bize bildir. O altından mı gümüşten mi?” sorusu üzerine gelmiş ve genel olarak tüm eski dünyanın tanrı anlayışlarına cevap olmuştur. Bu nedenle “De ki” şeklindeki monoton girişi aynı anlama gelen “tüm dünyaya bildir, anlat, duyur” manasında “İlân et” olarak çevirdim.

Gerçekten de bu kısacık sure Hz. Peygamber’in “adı ile” konuştuğu yüce hakikati en özet şekliyle “Bir ve Bütün (Ehad ve Samed)” olarak tanıtıyor.

Demek ki bu iki kavram “Allah’ın birliği ve bölünmez bütünlüğü” demek oluyor. Birazdan geleceği gibi Allah üzerinden tarihin, hayatın, tabiatın, insanlığın vs. bir bütün oluşu… Çünkü tevhid, “birden fazla olan şeyleri birleştirerek bir yapmak, birlemek, uyumlu hale getirmek” demek.

Kur’an, Mekke’deki Arapların şahsında tüm eski dünyanın tanrılarını geçersiz kılmakta ve onların hepsinin tek bir Tanrı’nın bozulmuş, tahrif olmuş şekilleri olduğunu ilân etmektedir. Âdeta “Kim neye tapıyorsa bilsin ki onları da yaratan Allah’tır. Taptıklarınızın hepsi benim yarattıklarımdır. Şu halde Beni göremiyorsunuz diye, tutup da görünen yarattıklarıma; güneşe, aya, yıldızlara, göğe, yere, suya, ateşe, boğaya, ineğe, insanlara vs. tapmayı bırakın. Onlar benim ayetlerim, işaretlerim, tapılacak yegâne varlık bir tanedir, O da Allah’tır! ” demeye getiriyor. Böylece tevhid ilkesi insan bilincinde büyük bir sıçrama yaptırarak, onu, etrafındaki somut nesnelere bağımlı olmaktan kurtararak özgürleştiriyor…

SAMED: Sözlükte “devam etmek, kastetmek, sebat etmek, karşı koymak, direnmek, içi dolu olmak” demektir. Yönelmek, kastetmek (samd), dayatmak, isnad etmek (ismâd), şişe tıpası (sımâd), yüksek yer, ulu, yüce, içine bir şey girip çıkmayan düz, bütün halinde pürüzsüz kaya (samed), asla gebe kalmayan deve (samde), soğuk ve kurak vakitlerde bile sütü kesilmeyen deve (mısmâd) kelimeleri de bu kökten…

Görüldüğü gibi Samed esas olarak “yüce, ulu, toz tutmayan, kendisine hiç bir şeyin giremediği ve kendisinden hiçbir şeyin çıkamadığı düz ve pürüzsüz kaya” manasına geliyor (Razi, İbn Manzur). Bunu Allah için kullandığımızda “tek bir bütün halinde olan ulu ve yüce Allah” demek olur. Bu ise Türkçe’de “bölünmez bütünlük” dediğimiz şeydir.

Demek ki Allah, varlığı ve birliği ile bölünmez bir bütündür. Aynı şekilde varoluş bütün halinde tek bir organizmadır. Denizin, içindeki balıkları, incileri, yosunları, mercanları vs. ile tek bir su kütlesi olması gibi, Allah da yeri, gökleri, güneşi, ayı, yıldızları, canlıları, bitkileri, madenleri vs. ile tek bir bütündür. Bunlar birbiriyle rekabet halinde, her biri ayrı ayrı tanrılar tarafından yaratılan ve yönetilen varlıklar değildir. Varlık âleminde bir tek hakikat vardır ve O yerlerin ve göklerin nuru, bütün varlığın ruhudur. Hem aşkın, hem içkindir. Her bir varlık kendinde ayrıdır, fakat birbiriyle sıkı bir “birliktelik” içindedir ve hepsi kopmaz, bölünmez bir bütün halindedir. Demek ki evren, varlık, yerler, gökler, canlılar, insanlık vs. tek bir oluşun bölünmez parçalarıdır. Allah’ın nuru da bu oluşun bütüncül ruhudur. Oluş ve akışın her zerresiyle anbean dinamik ilişki halindedir (hayyu qayyum)…

Demek ki bütün o eski dünyanın tanrı-karısı-oğlu şeklindeki panteonları (tanrı ailesi meclisleri) uydurma ve hurafedir. Çünkü Allah’ın birliği ve bölünmez bütünlüğü her hangi bir ortaklığa izin vermez. Kendi tanrısal tözünden parçalar dağıtmaz. Tanrı’nın kapısı (Babil), Tanrı’nın yeryüzündeki gözü (Fi-Ra-vun), Tanrı’nın oğlu (İbnullah) ve bunlara utangaç öykünmeyle Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi (Zıllullah fi’l-arz) iddiaları geçersizdir. Siyasi, sosyal ve ekonomik sonuçları itibariyle bütün bunlar batıldır. O’nun dışındaki her şey mahlûktur (yaratılmış) ve mahlûkat adalet üzere kaimdir…

Demek ki Kuran, insan idrakinin ufkuna “pürüzsüz kaya” metaforu üzerinden “Allah” tasavvurunu, “bölünmez bütünlüğü” vurgulamak için koyuyor. Yoksa sabitliği, değişmezliği, derinliği, yüksekliği, enlemi, boylamı, sınırları açısından değil. İşte bu “kaya” kendi içinde boyuna devinen ve fakat buna rağmen kendisinde her hangi bir eksilme ve çoğalma, girme, çıkma, düzelme, bozulma olmayan tek bir bütündür. Devinim kemale doğru değil; kemal içinde olmaktadır. Bu anlamda Allah “orada öylece duran” bir kozmik statüko (ex-stence) değil; varlıkla iç içe devinen (kün fe yekun) “Mutlak Oluş”tur…

Burada “mutlak”, ıtlak olunmuş, kayıt altına alınmamış, azade (free/sonsuz özgürlük) manasındadır. Yani oluş halinde olduğu halde bir şey olmaya doğru gitmeyen, devindiği halde değişmeyen, hareket halinde olduğu halde yer değiştirmeyen manasındadır. Aristo’nun başkasını hareket ettirdiği halde kendisi hareket etmeyen Muharrik-i Evvel’i değil…

Bunun anlamı bir bütünün özündeki sonsuz derinlikleri anbean açması, inkişaf ettirmesi, bunun bir sınırının, enleminin, boylamının bulunmamasıdır. Keza bu aynı zamanda varlıkla karşılıklı dinamik ilişki (hayyu qayyum) halinde olmak demektir. Bu nedenle Allah, karakterini “uyku ve uyuklamanın tutmadığı” sürekli yaratılışta gösterir. O’nun tabiatı, bize yansıdığı kadarıyla henüz ortaya çıkmamış bir “imkânlar toplamını” ifade eder.

Demek ki tevhid ilkesi, varlıkların birbirinin karşısına Tanrı olarak çıkmasına mani olmakla, onlara kendi istikametlerinde sonsuz bir inkişaf seyri sağlıyor. Keza Allah kendisi için “Hiçbir şeye benzemez” demekle varlığın önüne her hangi bir duvar da örmemiş oluyor. Bu durumda “Allah”, “Rabb”, “Ehad”, “Samed” gibi tarif ve tanımları “Mutlak Oluş” ile yani “O” (Huve) ile ilişkiye geçmemizi sağlayan ve bizim algı dünyamıza ait bir takım “geçici kelimeler” olarak görmek icap eder.

Demek ki Allah ile ilişki “Ben giderim yol gider” sözündeki gibi bir şeydir… Her “bitti, işte bu son nokta” denilen yerde yeni bir ufuk, yeni bir derinlik açıldıkça açılıyor. İşte bu, insanoğlunun şu anki idraki ile Tanrı konusunda varabileceği en son bilinç düzeyidir. Bu tasavvurun, tarih boyunca böcekler gibi yerlerde sürünen insanoğlunu nerelerden alıp nerelere götüreceği üzerinde iyi düşünülmelidir.

***

Madem işin felsefi ve teolojik temeli böyle, buradan siyasal, sosyal, ekonomik hatta ahlak, estetik ve sanata yansıyan yüzüne geçebiliriz. Öyle ya, böylesi birci ve bütüncü bakışın insanların dünyasında yaşayan yüzü de olması gerekir. Aksi halde yeni bir “donmuş itikat” da biz üretmiş oluruz.

Demek ki tarihe, hayata, tabiata, insanlığa, kamu hayatına, siyasete, ekonomiye, sosyal sınıflara, ahlaki davranışlara, hatta sanat ve estetiğe hep bu “birlik ve bütünlük” açısından bakacağız. Tevhidî bilinç bu demek…

Ali Şeriati’nin tabiri ile buna “tevhidî dünya görüşü” diyoruz.

Buradan bakış, “Ben kimim ve bu hal neyin nesi?” ezeli sorusuna tek bir noktadan ve bütünü kavrayarak bakmamızı sağlar. Çünkü insan beyninin ritmik atışı için böylesi tek nokta yakalaması şarttır.

Matematik bile böyle işler. Mesela “bir” (1) olmasa matematik zihninizi allak bullak eder, darmadağın olursunuz…

Aristo, estetiği (güzellik) “şekillerin uyumu” olarak tarif eder. Yani bir takım şekilleri tek bir noktada toplayıp, uyumlu (bütün) hale getireceksiniz. Uyumlu bütünlük bozulursa mesela burnu uzun, kulağı kepçe, göbeği şiş vs. o estetik olmaz…. Bu durumda “çirkin” şekil bütünlüğünün, “yanlış” davranış bütünlüğünün, “yalan” da söz bütünlüğünün bozuluşudur. Yani birinin diğerini tutmamasıdır. “Orkestra” da çalgının bütünlüğü esastır. “Ayrı telden çalmak” deyimini düşünün… Bu anlamda “senfoni” de bütüne uyumlu demektir. Keza “hastalık” organların çalışma bütünlüğünün bozuluşu, “piskopat” da ruh bütünlüğü bozulmuş kişi demektir.

Bunların hepsi birlik ve bütün halinde olandan sapma (dâllîn) dir…

Yine Aristo’ya göre “komiklik” bir ve bütün halindeki davranışın bozuluşudur. Komik bulduğumuz şeylere dikkat edin hep sözde, davranışta veya şekilde eğrilmeler, çizgi (bütün) dışına çıkmalar olduğunu görürsünüz. Ağzını eğip, gözünü pörtleterek “nanik” yapan adamı düşünün…Bütün halindeki normal davranışın dışına çıktığı için insanlar ona gülmektedir. Bunun sözde ve davranışlarında da olduğunu düşünün, “gülünç olmak” dediğimiz şey de budur. Zaten “normal” norma/bütüne uygun olan, “anormal” da norm/bütün dışına çıkan demek…

Doğal hayata bakın her şeyin “bir” noktaya doğru gittiğini ve “bütün” halinde hareket ettiğini görürsünüz. Örneğin karıncaları izleyin. Vızır vızır dolanırlar. Fakat hepsi de “bir” amaca yönelmiş ve “bütün” halindedirler… İstanbul’a uçaktan hiç baktınız mı bilmem. Yolların, otobanların, kavşakların aktığını, oradan oraya boyuna dolanma olduğunu görüyorsunuz. Hızlandırılmış filmlerde daha iyi görünür. Koca şehir sanki “bir” noktaya etrafında ve “bütün” halinde karınca topluluğu gibi vızır vızır dolanıyor… Dünyanın tamamına uzaydan baksanız yine aynı şeyi görürsünüz.

Gerçi postmodernizm bu türden birci ve bütüncü bakışları “büyük üstanlatılar” olarak görür ve devrinin sona erdiğini iddia eder. Onlara göre olup bitenleri bu şekilde tek bir nokta ve bütün içinde açıklamak “totaliterizm” ifade eder. Büyük dinleri, İslamiyeti, hatta Marksizmi, Modernizmi vs. bunun tipik örnekleri olarak görürler. Ama alttan alta da “Dünya artık büyük bir köy” diyerek “globalizm” (küreselcilik) üretmekten de geri durmazlar. Çünkü amaçları küresel hegemonyanın karşısındaki tüm birci ve bütüncü bakışları, büyük bütünleri yok etmek, çözmek, dağıtmak, yegane birci ve bütüncü bakış olarak küreselciliği ikame etmektir. Sevsinler sizi!

Geçelim…

Gördük ki insanoğlu hep bir ve bütün olanı arıyor. Bu bakışı kaybederse zihni dağlıyor, bakışı paramparça olup düşünemez hale geliyor.

İnsan beyni, matematik, estetik, sanat ve doğal yaşam vs. böyle olduğu gibi siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki hayat da böyle olmalı değil midir? İşte birlikçi (tevhidî) ve bütünlükçü (samedî) bakış bize bunu verecektir. Yukarıda felsefi ve teolojik açıdan birci ve bütüncü bakışın ne anlama geldiğini anlatmaya çalıştım. Bakın, siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki açıdan bu ne anlama geliyor.

***

Siyasi açıdan birlik (tevhid) ve bütünlük (samed): İnsanlık bir ve bütündür. Toplumlar bir ve bütündür. Herkes eşittir. İçimizden her hangi birisi veya herhangi bir kesim, aile, hanedan, kurum vs. bu bir ve bütün halinde oluştan ayrılıp üste çıkarak egemenlik taslayamaz. Bu ilkten gayrı meşrudur ve bütüne karşı suçtur. Diğerleri üzerinde kendi başına hakimiyet kuramaz. Hele bu hakimiyeti Tanrı’dan aldığını hiç iddia edemez. Çünkü zaten Tanrı bir ve bütündür ve ondan kimseye tanrılık yetkisi geçmez. Tabiri caizse ne aşağıdan ne de yukarıdan birlik, bütünlük ve aynı hizada oluş bozulamaz.

Bu anlamda “kamu” bütüne ait olan demektir. Bütünden ayrılarak kendine ayrıcalıklı konum biçmek bu nedenle büyüklenme arzusu (istikbâr) olur. Kur’an der ki: “Allah’ın yoluna (hablun minellah) yani insanlığın yoluna (hablun minennâs) dönmedikleri sürece nerede olurlarsa olsunlar alçaklık damgası yemeğe mahkumdurlar.” (Al-i İmran; 112). Ayette hablullahın hablunnâs olarak tefsir edildiğine dikkat ediniz…

İşte bunun için bir şeyin Allah’a ait olması, insanlara (en-Nâs’a) ait olması demektir.

Bu durumda “lailahe illallah” (Allah’tan başka tanrı yoktur) demek, bir ve bütünden ayrılarak tanrılık taslamaya hayır, yoktur, geçersizdir demektir. Böyle yapanlar bütüne geri dönmedikçe alçaklık damgası yemeğe mahkumdurlar. Çünkü hepimiz insanız, aynı hizadayız, bir ve bütünüz. Keza “La havle ve la kuvvete illa billah” (Allah’tan başka güç ve kudret yoktur) da şu olur: Bütünden ayrılarak kendinde sorgusuz ve sualsiz, ebedi devlet ve iktidar kudreti görenler, bilsinler ki, güç ve kudret bütündedir, bütünde tecelli eder. Bu manada devlet kurucusu veya yöneticisi diye kimse tanrı gibi davranamaz, kendini tanrı gücünde göremez veya böyle birisine kim olursa olsun tanrı muamelesi yapılamaz. Hiç kimseye, hiçbir nedenle Tanrılıktan bir parça geçmez, geçemez. İsterse bu bir peygamber olsun…

Keza “Sizden olan emir sahiplerine itaat edin” de şu demek olur: Bütünle uyumlu olan, bütünün adına iş ve icraat yapan, sizin (bütünün/kamunun) rızasını alarak iş başına gelenlere itaat edin. Çünkü onu siz/hepiniz seçtiniz. İtaat etmeyecektiniz niye razı oldunuz, madem razı oldunuz o halde o artık sizdendir ve itaat etmeniz gerekir…

Ekonomik açıdan birlik ve bütünlük: Mülk Allah’ındır (lehu’l-mülk). Yani kamunun/bütünün/herkesindir. Kapitalizmin öngördüğü gibi herkes/bütün aç bîilaç dururken, mülk tek başına özel bir şahsın olamaz. Bir adam tek başına bütün köyün ağası, geri kalan bütün de onun marabası haline gelemez. Kazanılacaksa herkes/bütün hep birlikte kazanmalıdır. Bu sağlanıncaya kadar da bölüşülmeli, yardımlaşılmalıdır. Bunun için tek yanlı yığma ve biriktirme (kenz) yasaktır. Bunu yapanlar tek yanlı olarak bütünden ayrıldıkları için ekonomik istikbâr içine girmiş olurlar. Yığdıklarını (kenz) bütüne/herkese döndürünceye kadar alçaklık damgası yemeye mahkumdurlar.

Komünizmin öngördüğü gibi de bütünü/herkesi mülksüz bırakıp tüm mülk devletin olamaz. “Devlet” adı altında gayri şahsi bir heyula icat edip bütün/herkes politbüronun marabası haline gelemez. Aslolan özel veya devlet mülkiyeti değil; kamunun/herkesin/bütünün mülkiyetidir. Yani toplumsal mülkiyettir. Malın ve mülkün tek tek bütün herkese ait olmasıdır. Oluncaya kadarda bölüşme, paylaşma ve yardımlaşma esastır. Bu, bir tür yaşayan cennet yaratma çabasıdır. Orada mülk birkaç zenginin elinde dolanıp duran devlet haline gelmez. Orada devlet diye gayr-i şahsi kurum da yoktur. Mülk tek tek sahiden insanların/bütünün/herkesindir.

İşte ekonomide tevhid/samed yani birci/bütüncü bakış bu anlama geliyor.

Sosyal açıdan birlik ve bütünlük: İnsanlar konuştukları dillere, derilerinin rengine, cinsiyetlerine, sosyal sınıflarına göre bütünden ayrılıp kendilerine ayrıcalıklı konum biçemezler. Bütün insanlar Adem’den olup insanlık bir ve bütündür. İnsanlar arasında üstünlük dile, ırka, kavme, bölgeye, renge, cinsiyete, sınıfa, zenginliğe göre değil; bütüne/herkese karşı duyduğu saygı ve sorumluluğa göredir. Çünkü Allah’a karşı sorumluluk ve saygı (takva), insanlığa ve doğaya karşı sorumluluk ve saygı demektir. Zira bunlara karşı saygı ve sorumluluk bilinci (takva) olmadan Allah’a saygı ve sorumluluk içi boş bir iddiadır.

Hukukta birlik ve bütünlük: Kamunun/bütünün yararına olan iyi, güzel ve doğru davranışlara “maslahat” dendiğinden, hukuk, kamunun/bütünün faydasını gözetir. Cana, mala, ırza, namusa, akla, nesle ve şerefe saldırı kimden gelirse gelsin bütünü tahrip etmek olacağından büyük suçtur (günah). Hangi dinden, dilden ve renkten olursa olsun bir insana kurşun sıkan bütün insanlığa sıkmış gibidir. Demek ki şeriatın (hukuk) amacı bütünün yararını korumaktır (makasıd-ı şeria). Dikkat ederseniz bütün toplumlarda hukuk kamuyu/bütünü koruyup kollayan normlardan oluşur. Bu kalktığı an bütünlük bozulur, toplumlar hercü merc olur yani ye’cüc ve me’cüc baş gösterir… Din dilindeki “ye’cuc ve me’cüc”, insanlıkta veya bir toplumda hukuksuzluk hali, sosyolojinin normsuzluk, birliğin ve bütünlüğün bozuluşu, dağılışı demek olan “anomie” durumunu ifade eder…

Sonuç olarak Allah’ı tabiattan; tabiatı Allah’tan, Kur’an’ı hayattan; hayatı Kur’an’dan, peygamberi beşerden; beşeri peygamberden, dünyayı ahiretten; ahireti dünyadan, ruhu bedenden; bedeni ruhtan, devleti milletten; milleti devletten, kadını erkekten; erkeği kadından vs. ayırmayacak, bunları tek bir bütünün yüzleri olarak kavrayacağız.

Aksi halde zihnen, ruhen, kalben, siyaseten, iktisaden, hukuken ve dahi sosyal ve toplumsal açıdan paramparça oluruz.

“Yaşayan tevhid” ise paramparça olanı birler, bütünler.

Sana, bana, ona, hepimize, tüm insanlığa lazım olan bu değil mi? (İhsan Eliaçık)

http://www.haber10.com/makale/13415/

posted in Anasayfa | 0 Comments

10th Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

TELAFFUZ, TECVİD VE TERTİL

ALLAH “YARATTI(khaleka)” FİİLİNİ “TRAŞ ETTİ(halaka)” DİYE ANLAMAK?

Bütün dillerde harfleri doğru telaffuz etmek önemlidir. Amacı doğru ifade etmek, yanlış anlamalara neden olmamak için sözcükleri doğru okumak ve doğru seslendirmek gerekir. Bu durum konuşmacının dili akıcı ve sade kullandığının göstergesi olduğu gibi dinleyicinin de ıkınmadan ve sıkılmadan dinlemesinin yolunu açar. Ancak bu, hayati bir konu olmadığı gibi gündemin birinci öncelikli maddesi de değildir. Hayat, anlam ve değerini bununla kazanmaz. Haikate odaklanmış insanlar mesailerinin önemli kısmını buna harcamazlar. Bu bir öz, içerik ve mahiyet olmadığı gibi üslup da değildir. Belki üsluptaki renktir ve tattır. Güzel konuşmacı, doğru telaffuzuyla konuşmasına renk ve tat katar.

Pek çok dini çevrede Arapça, kutsal bir dil olarak görüldüğü için Arapça sözcüklerin telaffuz edilmesi, öteden beri istismar edilen bir konudur. Bu nedenle harflerin çıkışına (mahrec) ve telaffuzuna özel bir önem verilir. Bu amaçla Kur’an öğretimi adı altında pek de Kur’an’la ilgili olmayan ‘tecvid’ diye yeni bir eğitim alanı icat edilmiştir. Tecvidle, harflerin telaffuzu dışında kendi içinde bir disiplin icat edilmiş ve Kur’an’ı anlamanın önüne engel oluşturulmuştur.

Sözde Kur’an okurları veya öğrencileri, mahreç ve tecvid konusuna uzunca bir süre ayırırlar. Bu seviyeyi aşanların Kur’an öğrendiklerine inanılır. Hatta hafızlar, hafızlık öncesinde bu sorunu(!) aşarak oldukça uzun bir süreçte yoğun bir emekle Kur’an’ı ezberlerler. Oysa böyle yoğun emek sonucu, Kur’an’ın amacına uygun atılmış kayda değer bir adım yoktur. Bunun mesainin sonucu ülkemizde ‘Kur’an okumak’ denince, ilk akla gelen onu Arapça olarak anlamadan okumak akla gelmektedir. ‘Kur’an’ı düzgün ve doğru okumak’ ifadesi ise dini çevrelerde daha çok Arapça harfleri mahreçlerinden doğru çıkarmak ve tecvitli okumak olarak anlaşılmaktadır.

Ne Allah’ın kitabında ne de O’nun elçisinin anlayışında ‘Kur’an okuma’ ifadesinden asla harfleri mahreçlerinden doğru çıkarmak ve tecvitli olarak okumak biçiminde bir mesaja gönderme yapılmamıştır. Allah’ın dininde, ‘Kur’an okumak’, kişinin kendi ihtiyaçları ve sorunları hakkında doğru cevapları bulma, düşünce ve inancını sağlam temele oturtma arayışıdır. Bu ise onu ancak anlayarak, kavrayarak ve özümseyerek okumakla olanaklı olur.

Arapçayı kutsal bir dil olarak görenler, diğer dillerde vahyin indirilmiş olmasını düşünmezler ve sorgulamazlar. Oysa, “Kendilerine apaçık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik…” (14İbrahim/4) ayeti buna dikkat çekmekte ve dillerin Allah açısından üstünlük vesilesi olmadığına işaret etmektedir. Evet, bu mesaj bizlere bütün dillerin çok değerli olduğu bilincini de vermektedir. O diller sayesinde insanlar birbirlerine hakkı, adaleti ve sorumluluğu öğretirler. “O’nun âyetlerinden biri de göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı-çeşitli olmasıdır. Şüphesiz bunda, bilenler için ibretler vardır.” (30 Rum/22) ayetiyle dillerin farklılığının Allah’ın ayetlerinden olduğunun bildirilmesi, bütün dillerin saygın, değerli ve dokunulmaz (övünme veya yerinme aracı yapılamayacağını) olduğunu ifade etmektedir.

Arapça kutsal görülünce ona ait nokta, çizgi ve işaretler de kutsala dönüşmektedir. Bunun göstergelerinden biri de, bunu sahiplenen çevreler genellikle şu örneğe sığınmalarıdır;

“Halekallahus semavati vel erda…” “Allah gökleri ve yeri yarattı…” (29Ankebut/44) ayeti, bu anlayış sahiplerine göre telaffuzun önemini ortaya koymaktadır. Onlar; ‘Eğer ayet, “Halekallahus semavati vel erda…” diye okunursa “Allah gökleri ve yeri yarattı…” değil, “Allah gökleri ve yeri traş etti…” biçiminde anlaşılır’ diye her ortamda bu iddialarını savunmaktadırlar. Bunun için, “Halekallahus” ifadesindeki “Ha” harfinin mahrecinden doğru olarak, “Kha”ya benzer bir biçimde çıkarılması gerektiğinin üzerinde dururlar. Aksi takdirde bu okuma, “yarattı” değil, “traş etti” anlamına geldiğini düşünceleri için önemli bir örnek olarak görürler..

Kur’an’a yaklaşımda bu anlayışa birinci öncelik verilmesi beraberinde ciddi sorunları getirmektedir. Örnek üzerinden gidersek, “Halekallahus semavati vel erda…” ve benzeri ayetlerde yanlış telaffuz edilmesi halinde ortaya çıkacak sorunu biraz irdelemekte yarar vardır:

Acaba bu sözcüğün yanlış telaffuz edilmesini Allah mı yanlış anlar? Elbette ki hayır. Çünkü Allah yapılanları da, bilinenleri de, bilinmeyenleri de ve kastedileni de çok iyi bilendir. Peki, bu sözcüğün yanlış telaffuz edilmesini Arapça bilmeyen fakat bunu dinleyen biri (örneğin bir Türk) mi yanlış anlar? Bu da kesinlikle hayır. Çünkü o hiçbir anlamamıştır. Son seçenek olarak bunu dinleyenin bir Arap olduğunu düşünelim: Peki, bu sözcüğün yanlış telaffuz edilmesini, bu ayeti defalarca dinlemiş olan bir Arap mı yanlış anlar? Kesinlikle hayır. Biz Türkler Türkçeyi öğrenmiş bir yabancının bazı sözcükleri yanlış telaffuz ettiğini duyunca böyle anlamsız sonuçlara varmaz, onu ne demek istediğini anlarız. Eğer bir Arap böyle bir ayeti hayatında ilk defa duyuyorsa sadece ortada bir tuhaflık olduğunu düşünür ve doğru yorumlar. Ancak cahil değil zır cahil böyle hataları yanlış yorumlar.

Türkçede, “Bugün pek kar edemedik” diye “kâr” sözcüğünü yanlış telaffuz eden birini Türkçe bilen herkes doğru anlar. Türkçe bilmeyen kişi de yanlış anlamaz. ‘Yanlış’ sözcüğü ‘yalnış’, ‘yalnız’ sözcüğünü ‘yanlız’, ‘yar’ sözcüğünü ‘yâr’, ‘ırak’ sözcüğünü büyük harfle ‘Irak’, ‘hâlâ’ sözcüğünü ‘hala’ diye telaffuz etmekle de durum değişmez. Tüm bunlar konu bütünlüğü içinde, cümle içinde doğru anlaşılır. Zaten polemik konumuz sözcüklerin telaffuzu değil sözcüklerin cümle içinde kullanılmasıdır.

Konuşmaya renk, tat ve anlamda sadelik katan unsurları çok önemli konu olarak görmek doğru değildir. Hele, bu durum, Allah’ın dini gibi insan için en temel konuda ise hakka ulaşmayı erteleyici, engelleyici ve amaçtan saptırıcıdır. Eğer bir ulusun Kur’an’ı tanıma girişiminin yeterli düzeyde olmadığı biliniyorsa buna rağmen böyle iddiaların savunucusu olmak, böyle bir yaklaşım art niyetli kuşkusunu bile doğurur. Evet, bir kez daha yinelemek gerekir ki, “Halekallahus semavati vel erda…” ifadesini ne Allah, ne Arap, ne de Türk “Allah gökleri ve yeri traş etti…” diye anlar, hepsi de “Allah gökleri ve yeri yarattı…” diye anlar. Oysa koskoca bir halkı bu sinsi tuzaklarla aldatmak isteyenler çok büyük kayıplar yaşarlar. Ne gelişirler, ne de ilahi iradeye uygun davranmış olurlar.

Amaç Allah’ın sözlerini, ilahi kelamı doğru okumak, düzgün bir diksiyonla dile getirmekse, bu konuda Arapça sözcüklere değil Türkçe sözcüklere daha fazla dikkat etmek gerekir. Çünkü bu halk Türkçe konuşmaktadır. İlahi kelamı kendi anadilinde en doğru ve en güzel diksiyonla dinlemeleri, ilahı mesajı en güzel tatta ve renkte öğrenmelerine kapı aralayacaktır.

Evet, elbetteki Kur’an’ı doğru okumak, yanlış anlamaların önüne geçmek önemlidir. Tertil, Kur’an’ın düzgün ve belli bir disiplin içinde ve onun amaçlarını dikkate alarak okumayı ifade etmektedir. Ancak Arap diline yabancı olanlar için harflerin yanlış telaffuz edilmesini, Kur’an’ı anlamanın ve böylece hayat içinde yer bulmasının önüne geçirmek doğru bir yaklaşım olmasa gerek. Öncelikli tutum, Kur’an-ı Kerim’in doğru anlaşılması ve ona sahip çıkılması yönünde olmalıdır. Ancak bunu yerine getirenlerin güçleri ölçüsünce doğru telaffuza riayet etmeleri de yerinde ve takdir edilecek bir davranıştır. (01.10.2008)

posted in Anasayfa | 2 Comments