-
7th Mayıs 2010

Şefaat_Hakkı Yılmaz

posted in Anasayfa |

ŞEFAAT KAVRAMI: MERYEM SURESİ

 شفع – şef’ı kökünden türemiş olan شفاعة – şefâ’at sözcüğü’nün sözlük anlamı Bir şeyi benzeri olan başka bir şeye eklemek, onu desteklemek, bir şeyi çiftlemek ve esirgemek’tir. Sözcük zaman içerisinde “Yüksek mevkide bulunan birinin düşkün birine yardım etmesi, onu koruması, onun korunmasına aracılık etmesi, onu yalnız bırakmayıp ona destek olması” anlamında kullanılır olmuştur.

Sözcüğün terim anlamı ise “Bir kimsenin bağışlanmasını istemek, bir kimseden başka biri için iyilik yapmasını, onun zararına olan davranışlardan vazgeçmesini rica etmek, başkası hesabına yalvarmak, rica etmek, birinin önüne düşüp işinin görülmesi için dua ve niyazda bulunmak” demektir.

  • Kısaca şefa’âtaracı olmak, yardım etmek ve öncülük etmek” anlamlarına gelir.
  • Arapça’da başkası lehine talepte bulunana [şefaat edene] الشّافع – eş-şafi veya الشّفيع. eş-şefi denir.
  • Şefaat kavramının doğru anlaşılabilmesi için konunun aşağıdaki başlıklar altında incelenmesinde yarar görmekteyiz.
  • Allah’tan başka şefaatçi yoktur: Şefaat sadece Allah’a aittir. Bu konuda ilk öğrenilmesi gereken husus, şefaat yetkisinin sadece Allah’a ait olduğudur.

(Zümer; 44) De ki: “Tüm şefaat Allah’a aittir.”

(Secde; 4) Sizin için O’nun astlarından bir veli ve şefaatçi yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almaz mısınız?

  • Yüce Allah, kendilerinden razı olduğu kulları için, dilediğine şefaat (yardım) izni verebilir: Allah’ın izni ve emri olmadan kimsenin kimseye şefaat (yardım) etmesi söz konusu değildir. Allah’ın izni ile şefaat (yardım) edecekler de ancak Allah’ın kendilerinden razı olduğu kulları için şefaat edebilirler.

(Yûnus; 3) O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez.

(Enbiyâ; 26–28) Onlar “Rahmân çocuk edindi” dediler. Hâşâ, bundan münezzehtir O. Onlar lütuflandırılmış kullardır. Onlar O’nun sözünün önüne geçemezler; onlar yalnız O’nun emriyle iş yaparlar. O, onların önündekini de arkalarındakini de bilir. O’nun hoşnutluk verdiklerinden başkasına da şefaat [yardım] etmezler. Ve onlar O’nun haşyetinden titrerler.

Bu konuda dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimseler şefaat (yardım) edemezler, ancak şefaat (yardım) edilirler.

  • Yüce Allah, güzel bir şefaatle şefaat edene izin verdiği gibi, kötü bir şefaatle şefaat edene de izin verebilir:

(Nisâ; 85) Kim güzel bir şefaatle [hayır ve iyiliklere aracı, vasıta olmakla] şefaat ederse, bundan kendisine bir sevap [hisse] vardır. Kim de kötü bir şefaatle [kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya kötülük çığırını açmakla] şefaatte bulunursa, ondan kendisine bir günah payı vardır. Allah her şeye kadirdir.

İyi ve güzele aracılık ve yardım etme” anlamındaki şefaat-ı hasene, iman edip Allah’ın ve kullarının haklarına riayet ederek müminlerin iyiliği ve yararı için uğraşmak, onları kötülüklerden ve uğrayabilecekleri zararlardan korumaya çalışmak demektir. “Kötü ve zararlıya aracılık ve öncülük etmek” anlamına gelen şefaat-ı seyyie ise müminlerin ve insanların zarara uğramaları ve kötülüklere düşmeleri için çalışmak ve kötülük çığırları açmak demektir. Kur’ân, gerek şeffat-ı hasane’de ve gerekse şefaat-ı seyyie’de bulunanların dünyada ve âhirette bu davranışlarının sonuçlarından pay alacaklarını bildirmektedir.

 

*O gün şefaat yoktur, kimseden şefaat kabul edilmeyecektir:

(Bakara; 48) Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden şefaatin kabul edilmediği, kimseden fidyenin alınmadığı ve onların yardım olunmadığı günden sakının.

(Bakara; 123) Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden fidye kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmayacağı günden sakının.

Görüldüğü gibi âhirette kimseye şefaat ettirilmeyecektir. O gün sadece Allah’ın izin verdikleri, bildikleri gerçeğe tanıklık edebilirler.

(Zuhruf; 86) O’nun astlarından yakardıkları şefaate sahip olamaz! Hakka tanık olanlar müstesna. Onlar biliyorlar da.

Yukarıdaki Kur’ân Âyetleri ışığında anlıyoruz ki, konumuz olan 26. Âyette geçen “meleklerin şefaati,” bu dünyaya yönelik şefaattir ve bu şefaat, müşriklerin şans tanrısı, bereket tanrısı, yağmur ve rahmet tanrısı, onların melek şefaatçisi, insanların Allah’a yaklaştırıcısı gibi inançları ile asla bağdaşmaz. Âyette sözü edilen şefaat, Yüce Allah’ın kendilerinden razı olduğu ve haklarında yardım takdir ettiği kulları için doğadaki melekleri (güçleri) harekete geçirerek bu kullara yardım ettirmesidir. Bunun örneklerini bir kısmını “Melek kavramı” başlığı altında da verdiğimiz şu Âyetlerde görmek mümkündür:

 Al-i-Imrân Sûresinin 123-126; Enfâl Sûresinin 9-12, 50; Tövbe Sûresinin 25, 26; Ahzab Sûresinin 9, 26; Şûrâ Sûresinin 5; Zümer Sûresinin 43, 44; Müddessir Sûresinin 48; Bakara Sûresinin 255; En’âm Sûresinin 51; Yûnus Sûresinin 3, 18; Secde Sûresinin 4; Sebe Sûresinin 23.Âyetleri.

Halk arasında yaygın olarak “ümmetinden günahkâr olanların günahlarının affedilmesi için peygamberimizin Allah katında aracılık etmesi” şeklinde tanımlanan şefaat anlayışının Kur’ân’a ters olduğu özellikle belirtilmelidir. Peygamberimizin günahkârlara destek olup hatırını kullanarak günahkârların kurtuluşunu sağlaması, tabir yerinde ise “Allah nezdinde torpil yapması” anlamına gelen bu anlayış, Sen ateştekini kurtarabilir misin? diyen Zümer Sûresinin 19. Âyetine terstir. Bu anlayış sahipleri bilmelidirler ki, bu anlayışlarını değiştirmedikleri takdirde peygamberimizin şefaat değil, şikâyet ettiği ümmetine dâhil olacaklardır:

(Furgân; 30) Elçi de: “Rabbim, halkım Kur’ân’ı terk etti” der.

27.        O âhirete inanmayanlar, melekleri mutlaka dişilerin isimlendirilmesiyle isimlendiriyorlar.

Mekkeli müşrikler hem kendilerini Allah’a yakınlaştırdığını sandıkları ilâhlarına Lât, Uzza, Menat örneğinde olduğu gibi dişil isimler koymuşlardı, hem de meleklerin Allah’ın kızları olduğuna inanıyorlardı. Bu durum daha sonra Zuhruf Sûresinde vurgulanacaktır:

(Zuhruf; 19) Rahmân’ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışına tanık mı oldular?

Müşriklerin bir başka sapkınlıkları da, toptan inkâr etmeseler bile âhireti peygamberlerin bildirdiği muhteva içinde kabul etmeyişleri ve “haşr [dirilme, toplanma, karşılık görme] diye bir şey yoktur, olsa bile orada bizim şefaatçilerimiz var, onlar sorunlarımızı halledecek” demeleridir. Bu sapkınlıkları da Fussılet Sûresinde belirtilmektedir:

(Fussılet; 50) Ve eğer başına gelen sıkıntıdan sonra, kendisine tarafımızdan bir rahmet tattırsak, hiç kuşkusuz “Bu benim hakkımdır. Ve Saat’ın geleceğini sanmıyorum. Ve eğer Rabbime döndürülürsem, O’nun katında hiç şüphesiz, benim için en güzeli vardır” der. Bu nedenle inkârcılara, yaptıklarını kesin bildireceğiz ve onlara kesinlikle ağır bir cezadan tattıracağız.

28.        Hâlbuki onların bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Onlar yalnızca zanna [sanıya] uyuyorlar. Zann ise “Hakk”tan hiçbir şey kazandırmaz.

 

Yüce Allah zann konusunda müminleri aşağıdaki şu ayetlerde de uyarmaktadır:

(En’âm; 148) De ki: “Yanınızda bize göstereceğiniz herhangi bir bilgi var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.”

(Yûnus; 66) Onlar sadece zanna uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar.

(Hucurat; 12) Ey inananlar! Zanndan çok sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır.

(Yûnus; 36) Ve onların çoğu, ancak bir zanna uyarlar. Zann, “Hakk”tan [gerçekten yana] hiçbir şey kazandırmaz. Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir.

Bu Âyetler ışığında diyebiliriz ki, “Allah, âhiret, melek” gibi ciddî konular zann ile neticeye bağlanamaz. Zann ile amel edilebilir ama iman edilemez.

Âyette geçen الحقّ – hakk sözcüğünün esas anlamı “uygunluk ve denklik” demektir. Aynı zamanda Allah’ın bir sıfatı olan hakk sözcüğü, esas anlamından hareket edilerek “bâtıl olmayan, yerine getirilen hüküm, adalet, varlığı sabit olan, doğruluk, gerçeklik, İslâm, mal.mülk, pay, vacip, sadık, yaraşır, kesin şey” anlamlarında da kullanılmıştır.

Bu ikincil anlamlar bir ana eksen etrafında toplanacak olursa, hakk kavramı şu şekilde tanımlanabilir: “Sabit ve aklın inkâr edemeyeceği derecede gerçek olan şey“. Bu şey aynı zamanda “doğrudur, isabetlidir, maksada uygundur, arzu edilene denk düşendir“.

Anlam sahası geniş olan bu sesteş sözcük Kur’ân’da الحقّ – el-hakk olarak 227, حقّا – hakkan olarak 17, حقّه – hakkahu olarak da 3 defa olmak üzere toplam 247 kez yer almıştır.

Bu Âyette işaret edilen hakk, bize göre, “gerçek iman“dır. Zann ile iman edilemeyeceği için, insanlar Rabblerinden gelen hidayet ile “zann“dan “yakîn“e [hakka, kesin bilgiye] ulaşmalıdırlar. Rabbimizin hidayeti ise peygamberine indirdiği Kur’ân ve bizlere bahşettiği aklıselimden (sağduyudan) başka bir şey değildir. Fakat ne acıdır ki, bugün Müslümanların kabir azabı, mehdinin zuhuru, İsa’nın inişi, âhirete ait şefaat anlayışı gibi pek çok inancı hep zanna dayalıdır. Bu inançların maalesef Âyette belirtilen zanna dayalı inanışlardan hiçbir farkı yoktur.

29,30.     Bizim Zikrimiz’den [Kur’ân’dan] geri duran ve iğreti dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden, hemen yüz çevir. Onların ilimden ulaşacakları şey işte budur. Kuşkusuz, senin Rabbin, yolundan sapmış olanı başkalarından daha iyi bilendir, hidayet üzere olanı da başkalarından daha iyi bilendir.

Âyetteki Dünya hayatından başka bir şey arzu etmeyen ifadesi, onların “haşr“i [âhirette toplanmayı] inkâr ettiklerine bir işarettir. Çünkü onlar dünya hayatının ötesinde, kendileri için çalışıp çabalayacakları bir başka değer ve sonuç kabul etmemekte ve Müminûn Sûresinin 37. Âyetinde belirtildiği gibi Bu ancak bizim dünya hayatımızdır, demektedirler.

29. Âyette bu zihniyettekilerle fazla meşgul olunmaması istenmektedir. Âyetteki اعراض – i’râz sözcüğü, onlarla mücadele etmek, onları zorlamak anlamında değil, onlara fazla zaman harcamamak, geçici bir süre onları ihmal etmek anlamındadır.

30. Âyette ise, hidayet [Kur’ân] üzerinde olmayanların ilimde ulaşabilecekleri düzey küçümsenmekte ve Kur’ân’dan geri duranlar ile hidayet üzerinde olanların ayırt edilmesinin Allah’a bırakılması istenmektedir.

31,32.     Göklerde ne var yerde ne varsa Allah’ındır; yaptıklarıyla kötülük sergileyenleri cezalandırması, güzel davranıp güzel düşünenleri de güzellikle ödüllendirmesi için.onlar ki, bazı küçük sürçmeler hariç, günahın büyüklerinden ve iğrençliklerden çekinip kaçınırlar. Hiç kuşkusuz, senin Rabbin bağışlaması geniş olandır. Sizi, sizi topraktan oluşturduğu zaman hem de annelerinizin karnında ceninler halinde bulunduğunuz zaman en iyi bilen O’dur. O hâlde nefislerinizi temize çıkarmayın. İttika eden kimseyi O daha iyi bilir.

31. Âyette bahsedilen “güzel davranıp güzel düşünenlerin” özellikleri 32. Âyette açıklanmıştır. Bu açıklamanın iyi anlaşılabilmesi için Âyette geçen günah-ı kebâir, fevâhiş ve lemen kavramlarının açıklanması gerekir.

 

GÜNAH-İ KEBAİR “BÜYÜK GÜNAHLAR”:

Büyük günahların neler olduğu bazı rivayetlere dayanılarak yapılan içtihatlar doğrultusunda aşağıdaki gibi belirlenmiştir:

  • · Haksız yere adam öldürmek.
  • · Zina etmek.
  • · İffetli bir bayana kötülük isnat etmek.
  • · Savaşta, hücum anında cepheden kaçmak.
  • · Sihirbazlık yapmak.
  • · Yetim malını yemek.
  • · Müslüman ana- babaya asi olmak.
  • · Faiz yemek.
  • · Hırsızlık yapmak.
  • · Alkolik olmak, aklı işe yaramaz hale getirmek.
  • · Emredileni yapmamak, yasakları yapmakla aileye karşı istikameti terk etmek.
  • · Küçük sayılmasına rağmen ısrarla, devamlı yapılan her türlü küçük günah.
  • · Şirk.

Yukarıdaki sıralamanın sonunda yer alan “şirk” bir günah değil, kâfirliğin ta kendisidir. Günah, imanlı insanların yaptıkları hatalardır. Bu nedenle “şirk“in günahlar arasında sayılması yanlıştır.

Bize göre “büyük günah“, Rabbimizin Kur’ân’da, önüne “büyük” sıfatı eklediği suçlardır. Bu suçlar tespitlerimize göre şunlardır:

  • · Haram Ay’da savaşmak.

(Bakara; 21). Sana Kutsal Ay’dan, bu ayda savaşmaktan soruyorlar. De ki: “Onda [o ayda] savaşmak büyüktür.” [büyük günahtır]

Haram aylar, Hacc yapılan ve Arap geleneğine göre savaşın yasak olduğu aylardır. Bu Âyeti “işaret, delâlet ve iktiza” anlamlarını dikkate alarak günümüze uyarlarsak “büyük günah“ın uluslararası eğitimin, öğretimin, bilim alış verişinin ve ticaretin yollarını güvensiz hâle getirmek ve engellemek olduğu söylenebilir.

  • · Yetim malı yemek.

(Nisâ; 2) Ve yetimlerinize mallarını verin. Temizi pise değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Bunu yapmak kesinlikle büyük bir suçtur.

Bu Âyetin günümüz şartlarındaki direktiflerinden birisi de “Kamu mallarının talan edilmemesi ve kamu geliri olan verginin kaçırılmamasıdır“. Çünkü bugün yetimin velisi ve hamisi kamudur.

  • · Rızık endişesiyle çocukların öldürülmesi.

(İsrâ; 31) Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi biz rızıklandırırız. [besleriz] Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.

Bu Âyet, bugüne kadar, Arapların kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri ve erkek çocuklarını putlara kurban etmeleri şeklinde açıklanmıştır. Hâlbuki ne kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi, ne de erkek çocuklarının putlara kurban edilmesi, Âyetin vurguladığı yoksulluk kaygısı ile yapılmış eylemler değildir. Bu Âyetin “yoksulluk kaygısı” vurgusu göz önüne alındığında, günümüz için işaret ettiği “büyük günah“, bize göre yoksulluk bahanesiyle geç dönemde yaptırılan kürtajlar ve yine yoksulluk bahanesiyle erkek veya kız çocukların eğitim ve öğretimden mahrum bırakılmaları suretiyle geleceklerinin karartılmasıdır.

  • · Kişinin yapmayacağı şeyi “yapacağım” demesi.

(Saff; 2-3) Ey inananlar! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında gazap bakımından büyüdü. [büyük bir suç, günah olarak belirlendi]

Bu Âyetteki direktifler, her ne kadar Âyetlerin iniş sebebi olarak gösterilen Uhud savaşında cepheden kaçanları muhatap alır gözükse de, tüm yalan taahhütte bulunanları, yapmayacağı halde “yapacağım” diyerek kendilerine inanan ve güvenen insanları kandıranları, sözlerini yerine getirmeyerek insanları hayal kırıklığına uğratanları muhatap almaktadır. Bu tipler, hatırlanacağı üzere Nâss Sûresinde Neffasati fi’l-ukadsözleşmelerine tükürenler” olarak nitelenmişti.

 

FEVAHİŞ:

 فواحش – fevâhiş,çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış, olması gereken, sınırı aşmak, söz ve cevapta taşkınlık etmek” anlamına gelen فحشاء. fahşa sözcüğünün çoğuludur.

Fuhşfahşa ve fâhişe kelimeleri, Ragıb el- İsfehanî tarafından el-Müfredât’ ta “son derece çirkin söz ve fiiller” olarak tanımlanmıştır. [23-2] Müfredât; Fahşa mad.

Gerçeğe ve normal ölçülere uymayan her şey” demek olan “fahişe” sözcüğü, İbnu’l-Cinni’ye göre cehaletin bir çeşidi olup ilim sözcüğünün zıddıdır. [23-3] (İbn Menzur, Lisanu’l-Arab) Al-i-Imrân Sûresinin 135. Âyetindefena iş” olarak nitelenen fahişe sözcüğü Kur’ân’da on üç yerde, çoğulu olan fevahiş sözcüğü ise dört yerde geçmektedir. Fahşa sözcüğü Kur’ân’da “birden fazla aşırılık” için kullanılmıştır:

Nisa Sûresinin 19. Âyetinde zinâdan kinaye olarak kullanılmıştır. İmam Fahrûddin Râzi’ye göre ise bu Âyette geçen fahişe kelimesi, kadının kocasına ve onun yakınlarına eziyette bulunması anlamına gelir [23-4]  Râzi; Mefâtihu’l-Gayb.

Nisa Sûresinin 22. ve Bakara Sûresinin 169. Âyetlerindeşeytânın emrettiği kötü davranış ve hayâsızlık” anlamında kullanılmıştır:

(Nisâ; 22) Babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin; ancak [cahiliye devrinde] geçen geçmiştir. Şüphesiz o bir hayâsızlıktır, [fahişedir] iğrenç bir iştir, yol olarak da ne kadar kötüdür!

Nisa Sûresinin 25. Âyetinde evlilikten sonra zinâ yapmak anlamında kullanılmıştır.

(Nisâ; 25) O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere yakınlarının izniyle nikâhlayın ve örfe uygun bir şekilde mehirlerini verin. Evlendiklerinde fahişe işlerlerse [zinâ ederlerse] onlara hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir.

A’râf Sûresinin 28. Âyetinde çıplak olarak Kâbe’yi tavaf etmek ve şirk koşmak anlamında kullanılmıştır.

A’râf Sûresinin 80, 81. ve Ankebût Sûresinin 28. Âyetlerinde Lût Kavmi’nin yaptığı çirkin fiil [homoseksüellik] anlamında kullanılmıştır.

(A’râf; 80-81) Sizden hiç kimsenin yapmadığı hayâsızlığı [fahişeyi]mı yapıyorsunuz? Çünkü siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz. Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz/halksınız.

İsrâ Sûresinin 32. Âyetinde zinâ fiili fahişe olarak nitelenmiştir.

(İsrâ; 32) Zinaya yaklaşmayın; çünkü o fahişedir ve ne kötü bir yoldur.

Nûr Sûresinin 19. Âyetinde insanlar arasında yayılan kötülük ve fuhşiyat anlamında kullanılmıştır.

(Nûr; 19) Şüphesiz müminler arasında fuhşiyatın yayılmasını sevenler için dünyada rezillik ve âhirette çok acıklı bir azap vardır.

Fahişe sözcüğünün çoğulu olan fevâhiş sözcüğü ise Kur’ân’da had cezasını [ağır cezayı] gerektiren haller için kullanılmıştır . ( En’âm Sûresinin 151; A’râf Sûresinin 33; Şûrâ Sûresinin 37; Necm Sûresinin 32. Âyetleri) . Müminler bu suçlardan uzak durmalı ve kendi aralarında bu ahlâksızlıkların yayılmasına fırsat vermemelidirler. Zira düşmanları bu konuda sinsice çalışmaktadırlar.

 

LEMEM:

Kur’ân’da sadece Necm Sûresinde ve bir kez geçen اللمم – lemem sözcüğü lemme fiilinden türemiştir. Lemme fiili “toplamak, biriktirmek, bir şeyi ısrarlı ve devamlı olmamak şartıyla yapmak ve düzeltmek” anlamlarına gelir. Meselâ dağınık saçları düzeltmek lemme fiiliyle ifade edilir. Aynı kökten gelen الم . eleme sözcüğü de “az miktarda, hafif tesir ve bir şeyin yanında az bir zaman durma” demektir.

Dolayısıyla lemem sözcüğü, bir kişinin bir işi yapmamakla birlikte yapacak noktaya kadar gelmesini ve yaparsa da az bir şey yapmasını ifade eder.

Sözcüğün konumuzla ilgili olarak taşıdığı anlam, Allah’ın yasakladığını yapmaya yaklaşmak, günah işlere yakın olmak ama yapmamak veya yapıp hemen geri dönmektir. Bu sözcüğün kapsamına giren davranışlar; “kebair” ve “fevahiş” derecesinde olmayan ve özellikle de kişinin kendine yönelik işlediği kusurlardır. Rabbimiz bu tür kusurlardan başka kusur işlemeyenleri “güzel davranıp güzel düşünenler” olarak nitelemiş ve onlardan övgüyle bahsetmiştir.

32. Âyette ayrıca Rabbimizin bağışlamasının geniş olduğu vurgulanmaktadır. Dikkat çekici noktalardan biri de müminlere ve onların kusurlarına ilk kez bu Âyetler ile değinilmiş olmasıdır. Bu Âyetlerde öz olarak verilen mesajlar, ilerideki Sûrelerde daha da detaylandırılacaktır. Ancak biz burada sadece bir kaç Âyeti örnek vermekle yetiniyoruz:

(Zümer; 53) De ki: “Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü aşan Kullarım! Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir.”

(Nisâ; 16–18) Sizlerden fuhuş yapanların [eşcinsel ilişkide bulunan erkeklerin] her ikisine eziyet edin. Eğer tövbe ederler de ıslah olurlarsa artık onlardan vazgeçin. Şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir, esirgeyendir. Allah’ın [kabulünü] üzerine aldığı tövbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tövbe edenlerinkidir. İşte Allah, böylelerinin tövbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm [hikmet] sahibidir. Tövbe, ne kötülükleri yapıp- edip de onlardan birine ölüm çatınca ‘Ben şimdi gerçekten tövbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil… Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır.

(Nisâ; 31) Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi ‘onurlu- üstün’ bir makama sokarız.

(Nisâ; 48) Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun aşağısında olanları ise dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günah uydurmuş olur.

(Nisâ; 116) Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise, [onlardan] dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.

(Al-i-Imrân; 133–136) Rabbinizden olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete [kavuşmak için] yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır. Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlardan [insanlardaki haklarını] bağışlama ile [vaz]geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. Ve ‘çirkin bir hayâsızlık’ işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah’tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar, yaptıkları [kötü şeylerde]bile bile ısrar etmeyenlerdir. Bunların karşılığı, Rabblerinden bağışlanma ve içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlerdir. [Böyle] yapıp- edenlerin karşılığı [ödülü] ne güzeldir.

Allah kullarına bazen uyarı mahiyetinde belâlar, fitneler verir:

(Secde; 20-21) Ve fâsıklara [yoldan çıkanlara] gelince, onların varacağı yer Ateş olacaktır. Her çıkmak istediklerinde oraya yeniden çevrilecekler ve onlara “yalanlayıp durduğunuz Ateş’in azabını tadın” denilecektir. Hiç kuşkusuz, onlara büyük cezanın astından en yakın cezadan tattıracağız; belki dönerler.

(Rûm; 41) İnsanların elleriyle kazandıkları yüzünden, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde fesat [kargaşa] çıktı. Belki dönerler.

(Tûr; 47) Evet, zalimlik edenlere bundan aşağı bir azap var; ama onların çoğu bilmez.

Bu konuya verilebilecek diğer üç örnek ise: A’râf Sûresinin 186; Ankebût Sûresinin 40 ve Zuhruf Sûresinin 48. Âyetleridir.

Sonuç olarak: Yukarıda verdiğimiz bilgiler ve Âyetler ışığı altında Rabbimizin “kebair” ve “fevahiş” derecesinde olmayan ve kişinin sadece kendisine zarar veren kusurlarını bağışlayacağı; ama “kebair” ve “fevahiş” derecesinde olan ve kişinin büyüklük taslayarak Allah’a rağmen cüretle işlediği suçları affetmeyeceği söylenebilir.

33,34      Peki, o yüz çeviren, azıcık verip ve inatla sıkıca tutan kişiyi gördün mü?

Âyetin başındaki “peki” anlamına gelen ف – fe edatı, kendisine gidip dayanılacak bir cümlenin varlığını gerektirir. Bize göre, kendisine dayanılacak bu cümle 29. Âyettir. Çünkü söz konusu Âyette Bizim Zikrimizden [Kur’ân’dan] geri duran ve iğreti dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden hemen yüz çevir, denilerek dikkat çekilen dünyaperest kişilik, 33.-34. Âyetlerde kast edilen kişiliğe somut bir örnek teşkil etmektedir.

Rivayetlere dayanan kaynaklar, 33 ve 34. Âyetlerde anlatılan kişilik profilinin kimliği belli birine ait olduğu görüşünde birleşmişler, ancak bu kişinin Velid b. Muğîre mi, yoksa peygamberimizin damadı lll. Halife Osman mı olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Onun Velid B. Muğîre olduğunu iddia eden kaynaklara göre, katı ve taş yürekli Velit, Kur’ân mesajı karşısında yumuşamış ve az da olsa sosyal konular için malından harcamaya başlamıştır. Ancak neredeyse imana gelmek üzere iken çevresindeki arkadaşlarının “sakın atalarının dinini bırakma, korkma, sana bir şey olmaz, biz sana yardımcı oluruz, biz senin kefiliniz, orada senin günahlarını çekeriz” yolundaki sözleri onu tekrar acımasız Velit b. Muğîre hâline dönüştürmüştür.

Zemahşeri’nin Keşşaf’ ı gibi diğer bazı kaynaklarda ise bu kişinin Osman olduğu iddia edilmektedir. Bu görüşe göre; oldukça zengin olan ve malını sosyal konularda çokça harcayan Osman, bir gün üvey kardeşi Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh tarafından malının neredeyse tükeneceği şeklinde uyarılarak yardımlarında kısıntı ve eksiltme yapması yönünde sıkıştırılır. Osman, üvey kardeşinin bu uyarı ve tazyikine karşı çıkar ve günahları olduğunu, bu bağışlar nedeniyle Allah’ın kendisini bağışlayacağını umduğunu söyler. Bunun üzerine Ebi Serh, Osman’a “Eğer sen bana şu malla birlikte deveni de verirsen günahlarını üstlenirim” der. Söz konusu görüşün sahipleri, üvey kardeşinin bu sözü üzerine Osman’ın razı gelerek kardeşine istediklerini verdiğini ve bundan sonra sosyal yardımları kestiğini belirtirler.

Bu rivayetin doğru olup olmamasından daha önemli olan husus şudur: Peygamberimizin Kur’ân’da azarlanmasına razı olan ama sahabenin yanlış davranabileceğine asla tahammül göstermeyen bazı kimseler, bu olayı Osman’a yakıştıramamış ve “iftira” olarak nitelemişlerdir.

35.        Gaybın bilgisi onun yanında mı da o da onu görüyor!

Bu Âyette “istifham-ı inkâr” sanatı yapılmıştır. Yani “Dünyaperest olan, günahını başkasına çektirmeyi düşünen, başkasının kendisine şefaat edeceğine inanan bir adam bu saçmalıklara nasıl inanıyor? Bunlara nasıl kanıyor? Yoksa âhirette olacaklar ile ilgili kimsenin bilmediği [bildirilmemiş] Allah’ın bir ilkesini mi biliyor? Hayır, öyle bir şey yok“.

36–54.     Ya da, Mûsâ’nın ve çok vefalı İbrâhîm’in sayfalarındaki, “Gerçekten, hiçbir günahkârın, bir başka günahkârın günahını çekmeyeceğini, gerçekten, insan için çalışıp didindiğinden başka şeyin olmayacağını ve onun çalışıp didinmesinin yakında görüleceğini, sonra karşılığının kendisine hiç eksiksiz verileceğini, hiç kuşkusuz, son varışın yalnızca Rabbine olduğunu, hiç kuşkusuz, güldürenin de ağlatanın da O olduğunu, hiç kuşkusuz, öldürenin de diriltenin de O olduğunu, hiç kuşkusuz, iki çifti; erkeği ve dişiyi kader olarak yazıldığı zaman bir nutfeden/spermden yaratanın O olduğunu, hiç kuşkusuz, o öteki yaratılışın da sadece O’na ait olduğunu, hiç kuşkusuz, zenginlik verenin de memnun edenin de O olduğunu, hiç kuşkusuz, Şi’ra’nın Rabbinin de O olduğunu, hiç kuşkusuz, daha önceden gelmiş olan Ad’ı ve Semûd’u, daha önce de Nûh kavmini helâk edip geriye bir şey bırakmadığını, – şüphesiz onlar, evet onlar en zalim, en azgın kimselerdi – altı üstüne gelmiş kentleri de yere O’nun geçirdiğini, orayı kaplayanın kaplayıverdiğini” haberlenmedi/öğrenmedi mi?

Hatırlanacak olursa, İbrâhîm ve Mûsâ’nın sahifelerinde ifadesi A’lâ Sûresinde de yer almış fakat orada bu sahifelerdeki mesajların ne olduğuna dair bir detay verilmemişti. Yukarıdaki Âyetlerde ise İbrâhîm ve Mûsâ peygamberlerin mesajlarında bulunanların neler olduğu açıklanmıştır. Bu açıklamalar bize göstermektedir ki, ilâhî mesajlar aynı ilkeleri içermekte olup İbrâhîm ve Mûsâ peygamberlere gelen hakikatler ile Kur’ân’daki hakikatler birbirinin aynısıdır. Kısacası, Hakk Dîn’in esasları birdir. Kur’ân’ın “Hiç kimse bir başkasının günah yükünü çekmez” ilkesi ile tahrife uğramış olmasına rağmen Kitab-ı Mukaddes’in aşağıdaki cümlesi arasındaki benzerlik, bu ilke birliğini gösteren bir örnektir:

Ne babalar çocuklarının günahından ötürü öldürülecek, ne de çocuklar babalarının. Herkes kendi günahı için öldürülecek. [23-5] Tesniye 24: 16.

36. Âyetin başındaki الم ينبّأ – emlem yünebbe ifadesi, önemli ve ciddî şeyler için kullanılan bir ifadedir. İfadenin içindeki نباء – nebe sözcüğü “faydası büyük haber” demektir. Böyle bir haberle “kesin bilgi” ve “zannı galip” oluşur. Nebe sözcüğü ile “mütevatir haber” ve “muhbir-i sâdık” ifade edilir. “Mütevatir haber“, yalan üzerine oy birliği yapamayacak kadar çok kişiden oluşan bir grup tarafından verilen haber demektir. “Muhbir-i sadık” ise kesin olarak doğru haber veren demektir ve bununla Allah’tan gelen haber kastedilir. Kişilerden gelen haberler bu sözcükle ifade edilmez.

Âyette Mûsâ peygamberin İbrâhîm peygamberden önce zikredilmesi, tarih olarak muhataplara daha yakın olması itibariyledir. A’lâ Sûresinde ise cümledeki söz akışına uyum gereği olarak İbrâhîm peygamber önce anılmıştır.

38. Âyetteki Hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını çekmez ifadesi bize sorumluluğun kişisel olduğunu göstermektedir. Bu Âyet ve aynı anlamdaki En’âm Sûresinin 164, İsrâ Sûresinin 15, Fâtır Sûresinin 18 ve Zümer Sûresinin 7. Âyetleri, kâfirlerin Ankebût Sûresinin 12. Âyetinde anlatılmış olan ahrete ait saçma inanışlarına verilmiş bir ret cevabı ve insanlar için ciddî bir uyarı mahiyetindedir.

(Ankebût; 12) Ve kâfirler müminlere “Bizim yolumuza uyun, kesinlikle sizin hatalarınızı [günahlarınızı]biz yüklenelim” dediler. Oysa onların hatalarından, ne olursa olsun hiçbir şeyi onlar taşıyıcı değillerdir. Onlar kesinlikle yalancıdırlar.

39.- 41. Âyetlerdeki Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur. Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. Sonra karşılığı kendisine eksiksiz olarak verilecektir, ifadesi, özellikle çağımızın ekonomik sorunları için bir çözüm reçetesi içermektedir. Dikkat edilirse, bu reçete hem İbrahîm peygamber ve hem de Mûsâ peygamber döneminde verilmiş bir reçetedir. Yani tüm zamanlar için geçerli, evrensel bir reçetedir. Müslümanlar bu Âyetlerin ne ifade ettiğini en doğru şekilde anlamalı ve uygulamalıdırlar. Kapitalizmin arka plâna attığı ama Sosyalizm ve Komünizm olarak isimlendirilen sistemlerin bütün üst yapılarını dayandırdıkları “emek” bu reçetenin tek enstrümanıdır. Bize göre yapılması gereken, önce bu Âyetlerin ifade ettiği gerçekler doğrultusunda mevcut ekonomik sistemlerin yanılgı noktalarını tespit etmek, sonra da bu ilâhî ilkeye uygun zulümsüz, sömürüsüz, barış içinde bir dünya toplumu oluşturma çabası içine girmektir.

(Hakkı Yılmaz- http://www.istekuran.com/index.php?page=necm )

 

TAHA SURESİ

Taha, 109. Âyette Rabbimiz, kendisine izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç, ahirette şefaatin kimseye fayda sağlamayacağını bildirmiştir. Hatırlanacak olursa, bu Âyetin bir benzeri de Meryem Sûresi’nin 87. Âyetidir. Rabbimiz, orada da Rahmân’ın katında bir ahd almış olan kimse hariç, kimsenin şefaate sahip olamayacağını farklı bir üslûpla bildirmiştir. “Şefaat” kavramı hakkındaki ayrıntılı açıklama Necm Sûresi’nin tahlilinde verildiği için bu konuya daha fazla girmiyoruz. [45-33] (Tebyînü’l-Kur’ân; c:1, s:355. bkz.)

Ancak kuralın istisnaları ile ilgili olarak Rabbimizin bildirdikleri üzerinde bir cümle ile durmak istiyoruz:

Şefaatle ilgili olarak Meryem Sûresi’nin 87. Âyetindeki Rahmân’ın katında ahd almış olan kimse hariç şeklindeki istisna, yüzlerce Âyette bildirildiği gibi nasıl “iman edenler ve Sâlihatı işleyenler” ise, bu Sûrenin 109. Âyetindeki izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç şeklindeki istisna da yine yüzlerce Âyette bildirildiği gibi “iman edenler ve Sâlihatı işleyenler’dir.” Yani Rabbimizin her iki Âyetteki istisna cümlelerinden anlaşılan odur ki, iman eden ve Sâlihatı işleyenler dışında hiç kimse şefaat beklentisinde olmamalıdır.

110–112.   Allah, onların [yardım görmeyenlerin] önlerindeki ve arkalarındaki şeyleri bilir. Onlar ise O’nu bilgice kuşatamazlar. Ve yüzler, [kişiler] Hayy [Diri] ve Kayyum [bütün yarattıklarını gözetip duran Allah] için baş eğmiştir. Bir zulüm taşıyan kimseler gerçekten zarara uğramıştır. Ve her kim mümin olarak Sâlihattan işlerse, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz.

110.-111. Âyetlerde, Rahmân’ın şefaate izin vermeyeceği kişiler [âhirette yardım görmeyecek olanlar] ile ilgili açıklamalar yer almaktadır. Yüce Allah bu kimselerin ne işlediklerini bildiği gibi, eserleri olarak arkalarından yapılanları da bilmektedir ve cezalandırmayı ona göre yapacaktır. O gün herkes çaresiz olarak baş eğecek, Allah’ın dininden uzak kalıp O’nun koyduğu ilkelere ters davrananlar ve bu ilkeleri yok sayanlar mutlaka cezalandırılacaklardır. Buna karşılık, iman edip Sâlihatı işleyenler ise haklarından mahrum bırakılacakları veya suçsuz oldukları hâlde cezalandırılacakları gibi bir korku ve şüpheye kapılmayacaklardır.

 (Cinn/13) Ve biz o hidayet rehberini dinlediğimizde ona gerçekten iman ettik. Kim Rabbine inanırsa, o hakkının eksik verilmesinden ve kendisine kötülük edilmesinden korkmaz.

(Zilzal: 7–8) Her kim zerre miktarı bir hayır işlerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu görecek.

(Nahl: 95–97) Ve Allah’ın ahdini az bir bedel karşılığında satmayın. Eğer bilirseniz muhakkak ki Allah katındaki; o sizin için daha hayırlıdır. Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın katındaki ise kalıcıdır. Ve Biz kesinlikle sabredenlere ecirlerini, yaptıklarının daha güzeli olarak karşılık vereceğiz. Erkekten ve dişiden, mümin olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle karşılıklandıracağız. [ödüllendireceğiz]  (Hakkı Yılmaz- http://www.istekuran.com/index.php?page=taha  )

 

 

MERYEM SURESİ

Meryem, 86–87.     Suçluları da susamış olarak cehenneme süreceğiz.
Onlar, Rahmân’ın katında bir ahd almış olan kimse hariç, şefaate sahip olamayacaklardır.

72. Âyette mahşer alanında [cehennemin dış kenarında] diz üstü perişan hâlde bekletildikleri belirtilen suçlulara daha sonra ne olduğu 86. Âyette bildirilmektedir: Onlar susamış hâlde cehenneme sürüleceklerdir. Ancak bu susamışlık suyu bol, güneşi mutedil herhangi bir yörede başa gelebilecek bir susama olarak değil, yakıcı bir güneş altında, Arabistan çöllerinde susuz kalmış bir insanın susamışlığı olarak algılanmalıdır. Üstelik bu susamış suçlular orada kimseden yardım da görmeyeceklerdir:

(Şu’arâ: 100–101)Artık bizim için şefaatçilerden hiçbir kimse ve yakın bir velî yoktur.

87. Âyetteki şefaate sahip olmak tabirine bakıldığında, buradaki şefaatin ya onların başkaları için yapacakları şefaat, ya da başkalarının onlar için yapacakları şefaat olabileceği gibi iki yönlü bir anlam çıkıyor gibi görünse de, Âyetteki istisna cümlesinden buradaki şefaatin başkalarının onlar için yapacakları şefaat olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla buradaki şefaate sahip olmayacaklar ifadesi, “kimse onlara yardım etmeyecek” demektir. Zaten cehennemdekilerin -kendileri yardıma muhtaçken- bir başkasına yardımda bulunmaları da anlamsızdır. Ancak Rabbimiz Âyette Rahmân’ın katında bir ahd almış olan kimse hariç diye bir istisna yaparak âhirette kimlerin yardım göreceğini açıklamıştır. Onlar, “Rahmân’ın katında ahd almış olanlar“, yani “iman edenler ve Sâlihatı işleyenler’dir.” Bilindiği gibi, Rabbimiz iman eden ve Sâlihatı işleyenlere yardım edeceğini yüzlerce Âyette haber vermiştir.

Şefaat kavramı hakkındaki ayrıntılı açıklama Necm Sûresi’nin tahlilinde verilmiştir. [44–41] (Tebyinü’l-Kur’ân; c. 1, s.  421–424. bkz.)

88–95.     Ve onlar “Rahmân, çocuk edindi” dediler. An olsun ki, siz çok çirkin bir şey söylediniz. Az kalsın, bundan; Rahmân’a çocuk isnat ettiler diye gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılacaktı. Hâlbuki Rahmân için çocuk edinmek yaraşmaz. Göklerde ve yerde bulunan tüm herkes Rahmân’a, yalnızca kul olarak gelecektir. Andolsun ki O [Rahmân] onların hepsini kuşatmıştır ve kendilerini bir bir saymıştır. Hepsi de kıyamet günü O’na [Rahmân’a] tek başlarına gelirler.

Bu Âyet grubunda müşriklerin tamamı muhatap alınmakla birlikte, Âyetlerin muhatabı özellikle Allah’a çocuk isnat eden müşriklerdir. Bu isnadın ne kadar çirkin olduğu, göklerin neredeyse çatlayacağı, yerin yarılacağı, dağların parçalanıp dağılacağı ifade edilmek suretiyle gösterilmiştir. Bu çirkin sözlerin sahiplerinin kimler olduğu yine Kur’ân tarafından açıklanmaktadır. Bunlar, “Üzeyr Allah’ın oğludur” diyen Yahudiler, “Îsâ Allah’ın oğludur” diyen Hıristiyanlar ve “Melekler Allah’ın kızlarıdır” diyen Araplardır:

(Tövbe: 30) Ve Yahudiler “Uzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkârcıların sözlerini taklit ediyorlar.

(Bakara: 116) Ve onlar “Allah, çocuk edindi” dediler. -O, arınıktır.- Aksine göklerde ve yeryüzünde ne varsa yalnızca O’nundur. Hepsi O’nun için boyun bükenlerdir.

(Sâffât: 158) Ve onlar, O’nunla [Allah’la] cinnler arasında bir nesep [hısımlık bağı] kıldılar. Oysa Andolsun cinnler kendilerinin mutlaka hazır edilenler [mahşerde toplananlar] olduklarını bilirler.

93. Âyette, göklerde ve yerde bulunanların Allah’a sadece “kul” sıfatıyla geleceklerinin vurgulanması, Allah’ın dünyada seçip Elçilik payesi verdiği kişilerin de âhirette sadece “kul” sıfatını taşıyacaklarını göstermektedir.

94–95. Âyetler, Allah’ın herkesi kuşattığı, onlar hakkında her şeyi bildiği ve müminler hariç herkesin orada eşsiz dostsuz, çocuksuz, arkadaşsız olacağını bildirmektedir:

(Şu’arâ: 88–89) O gün ki, mal fayda vermez, oğullar da… Ancak Allah’a tertemiz bir kalple gelenler hariç.

Âyetlerde Rahmân adının tekrar edilmesi dikkat çekici bir husustur. Bu, Rabbimizin rahmeti gereği suçlulara tövbe kapısını açık tuttuğunu, hatalarından döndüklerinde onlara merhametiyle muamele edeceğini göstermektedir.

96.        Şüphesiz şu iman eden ve Sâlihatı işleyenler; Rahmân onlar için sevgi kılacaktır. [var edecektir] (Hakkı Yılmaz- http://www.istekuran.com/index.php?page=meryem )

This entry was posted on Cuma, Mayıs 7th, 2010 at 06:25 and is filed under Anasayfa. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

There is currently one response to “Şefaat_Hakkı Yılmaz”

Why not let us know what you think by adding your own comment! Your opinion is as valid as anyone elses, so come on... let us know what you think.

  1. 1 On Ocak 23rd, 2012, hamza said:

    Günümüzde islam alemi, şefaatin Peygamber Efendimiz tarafından ahirette gerçekleştirileceğini zannediyor. Bu yanlış inanış, ne yazıkki islam alemini cehenneme sürüklüyor. Çünkü şefaat dünya hayatında gerçekleşen bir olgudur.

    Şuara 100-102 de bu dünyada şefaate nail olamayanların ahirette şefaatçileri olmadığına dair ifadeleri yer alıyor.

    Mümin 18 ve Araf 53 de de Allah ahirette şefaat olmadığına dair insanları uyarmaktadır.

    İşte ayetler:

    2 / BAKARA – 48 : Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şey’en ve lâ yukbelu minhâ şefâatun ve lâ yu’hazu minhâ adlun ve lâ hum yunsarûn(yunsarûne).
    Ve hiç kimseden bir kimseye bir şeyin ödenmediği ve ondan (hiç kimseden) bir şefaatin kabul olunmadığı ve hiç kimseden bir fidye alınmadığı ve onlara yardım da edilmediği günden sakının.

    2 / BAKARA – 123 : Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şey’en ve lâ yukbelu minhâ adlun ve lâ tenfeuhâ şefâatun ve lâ hum yunsarûn(yunsarûne).
    Kimseden kimseye bir şey ödenmediği ve onlardan bir fidye (bedel) kabul edilmeyeceği ve kendilerine şefaatin fayda vermeyeceği ve onlara yardım da olunmayacağı bir günden sakının.

    2 / BAKARA – 254 : Yâ eyyûhellezîne âmenû enfikû mimmâ razaknâkum min kabli en ye’tiye yevmun lâ bey’un fîhi ve lâ hulletun ve lâ şefâah(şefâatun), vel kâfirûne humuz zâlimûn(zâlimûne).
    Ey âmenû olanlar! İçinde, ne bir alışverişin ne bir dostluğun ve ne de bir şefaatin bulunmadığı gün (kıyâmet günü) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan infâk edin (Allah için verin). Ve kâfirler, onlar zalimlerdir.

    2 / BAKARA – 255 : Allâhu lâ ilâhe illâ huvel hayyul kayyûm(kayyûmu), lâ te’huzuhu sinetun ve lâ nevm(nevmun), lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fil ard(ardı), menzellezî yeşfeu indehû illâ bi iznih(iznihî) ya’lemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum, ve lâ yuhîtûne bi şey’in min ilmihî illâ bi mâ şâe, vesia kursiyyuhus semâvâti vel ard(arda), ve lâ yeûduhu hıfzuhumâ ve huvel aliyyul azîm(azîmu).
    Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur (Sadece O vardır). Hayy’ul Kayyum’dur. O’nu ne bir uyuklama ve ne de bir uyku hali tutmaz. Göklerde ve yerde olan herşey O’nundur. O’nun izni olmadan, O’nun katında kim şefaat etme yetkisine sahiptir? Onların önlerinde ve arkalarında olanları (geçmiş ve geleceklerini) bilir. Ve O’nun ilminden, O’nun dilediğinden başka bir şey ihata edemezler (kavrayamazlar). O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Ve o ikisini muhafaza etmek (koruyup gözetmek), kendisine zor gelmez ve O Alâ’dır (çok yücedir), Azîm’dir (büyüktür).

    4 / NİSA – 85 : Men yeşfa’ şefâaten haseneten yekun lehû nasîbun minhâ ve men yeşfa’ şefâaten seyyieten yekun lehu kiflun minh(minhâ) ve kânallâhu alâ kulli şey’in mukîtâ(mukîten).
    Kim güzel bir şefaatle(iyilik yapılmasına) yardım ederse, ondan (o iyilikten) onun bir nasibi olur. Ve kim kötü bir şefaatle (günah işlenmesine) yardım ederse onun da ondan (o şerrden) bir payı olur. Ve Allah, herşeye mukayyet olandır( gözetendir).

    6 / EN’AM – 51 : Ve enzir bihillezîne yehâfûne en yuhşerû ilâ rabbihimleyse lehum min dûnihî veliyyun ve lâ şefîun leallehum yettekûn(yettekûne).
    Ve Rab’lerine haşrolunmaktan korkan kimseleri, onunla uyar. Onların, O’ndan (Allah’tan) başka bir dostu ve şefaat edeni yoktur. Böylece onlar takva sahibi olurlar.

    6 / EN’AM – 70 : Ve zerillezînettehazû dînehum leiben ve lehven ve garrethumul hayâtud dunyâ ve zekkir bihî en tubsele nefsun bimâ kesebet, leyse lehâ min dûnillâhi veliyyun ve lâ şefî’(şefîun), ve in ta’dil kulle adlin lâ yu’haz minhâ, ulâikellezîne ubsilû bimâ kesebû, lehum şarâbun min hamîmin ve azâbun elîmun bimâ kânû yekfurûn(yekfurûne).
    Kendilerinin dînini bir oyun ve bir eğlence edinenleri bırak. Ve onları dünya hayatı aldattı. Ve de kazandıklarından (kazandıkları nâkıs derecelerden) dolayı nefsin helâk olacağını, onunla hatırlat. Onun için Allah’tan başka bir dost ve bir şefaatçi yoktur. O, bütün fidyeleri verse de ondan alınmaz (kabul edilmez). İşte onlar kazandıklarından dolayı helâk olmuş kimselerdir. İnkâr etmiş oldukları şeylerden dolayı, onlar için kaynar sudan bir içecek ve elîm bir azap vardır.

    7 / A’RAF – 53 : Hel yanzurûne illâ te’vîleh(te’vîlehu), yevme ye’tî te’vîluhu yekûlullezîne nesûhu min kablu kad câet rusulu rabbinâ bil hakk(hakkı), fe hel lenâ min şufeâe fe yeşfeû lenâ ev nureddu fe na’mele gayrellezî kunnâ na’mel(na’melu), kad hasirû enfusehum ve dalle anhum mâ kânû yefterûn(yefterûne).
    Onlar sadece onun tevîline (yorumuna) mı bakıyorlar. Onun tevîlinin geldiği gün, daha önce onu unutmuş olanlar: “Rabbimizin resûlleri hak ile gelmiştir. Artık bize şefaat edecek şefaatçiler var mı ki; bize şefaat etsinler. Veya (dünyaya) döndürülmüş olsaydık, yapmış olduklarımızdan başkasını yapardık.” derler. Nefslerini hüsrana uğrattılar. Ve uydurdukları şeyler kendilerinden ayrıldılar.

    10 / YUNUS – 3 : İnne rabbekumullâhullezî halakas semâvâti vel arda fî sitteti eyyâmin summestevâ alel arşi yudebbirul emr(emre), mâ min şefîin illâ min ba’di iznih(iznihî), zâlikumullâhu rabbukum fa’budûh(fa’budûhu), e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
    Muhakkak ki sizin Rabbiniz Allah, semaları ve yeryüzünü 6 günde yaratandır. Sonra arşa istiva etti. İşleri düzenler ve O’nun izni olmadıktan sonra (olmadıkça) bir şefaatçi yoktur. İşte bu Allah, sizin Rabbinizdir. Artık O’na kul olun. Hâlâ tezekkür etmez misiniz?

    19 / MERYEM – 87 : Lâ yemlikûneş şefâate illâ menittehaze inder rahmâni ahdâ(ahden).
    Rahmân’ın indinde, ahd ittihaz edenlerden (Allah’tan ahd alanlardan) başkası şefaate malik olamaz.

    20 / TAHA – 109 : Yevme izin lâ tenfauş şefâatu illâ men ezine lehur rahmânu ve radıye lehu kavlâ(kavlen).
    İzin günü, Rahmân’ın kendisine izin verdiği ve sözünden razı olduğu (tasarruf rızasının sahibi) kimseden başkasının şefaati bir fayda vermez.

    21 / ENBİYA – 28 : Ya’lemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum ve lâ yeşfeûne illâ li menirtedâ ve hum min haşyetihî muşfikûn(muşfikûne).
    Onların önünde ve arkasında olan şeyleri (muhafız melekleri) bilir. Ve onlar, (Allah’ın) rızasına ermiş olanlardan başkasına şefaat etmezler. Ve onlar, O’nun (Allah’ın) haşyetinden korkanlardır.

    26 / ŞUARA – 100 : Fe mâ lenâ min şâfiîn(şâfiîne).
    Artık bizim için bir şefaatçi yoktur.

    32 / SECDE – 4 : Allâhullezî halakas semâvâti vel arda ve mâ beynehumâ fî sitteti eyyâmin summestevâ alel arş(arşi), mâ lekum min dûnihî min veliyyin ve lâ şefîi(şefîin), e fe lâ tetezekkerûn(tetezekkerûne).
    O Allah ki; gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde halketti (yarattı). Sonra arşa istiva etti (arşı sevva etti, dizayn etti, vechi arşta karar kıldı). Sizin O’ndan başka dostunuz ve şefaatçiniz yoktur. Hâlâ tezekkür etmez misiniz?

    34 / SEBE – 23 : Ve lâ tenfeuş şefâatu indehû illâ li men ezine leh(lehu), hattâ izâ fuzzia an kulûbihim kâlû mâzâ kâle rabbukum, kâlûl hakk(hakka), ve huvel aliyyul kebîr(kebîru).
    Ve O’nun huzurunda, kendisine izin verdiği kimseden başkasının şefaati bir fayda vermez. Onların kalplerinden korku giderilince: “Rabbiniz ne buyurdu?” dediler. (Onlar da) “Hakkı buyurdu.” dediler. Ve O; Âli’dir (çok yüce), Kebir’dir (çok büyük).

    39 / ZUMER – 44 : Kul lillâhiş şefâatu cemîâ(cemîan), lehu mulkus semâvâti vel ard(ardı), summe ileyhi turceûn(turceûne).
    De ki: “Şefaatin hepsi Allah’a mahsustur. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz.”

    40 / MU’MİN – 18 : Ve enzirhum yevmel âzifeti izil kulûbu ledel hanâciri kâzımîn(kâzımîne), mâ liz zâlimîne min hamîmin ve lâ şefîin yutâu.
    Ve yaklaşan gün (kıyâmet günü) konusunda onları uyar. O zaman kalpler, korku ile hançerelere gelir (can boğaza gelir). Zalimler için yakın bir dost ve şefaati kabul edilir bir şefaatçi yoktur.

    43 / ZUHRUF – 86 : Ve lâ yemlikullezîne yed’ûne min dûnihiş şefâte illâ men şehide bil hakkı ve hum ya’lemûn(ya’lemûne).
    Ve onların, O’ndan (Allah’tan) başka taptıkları şeyler şefaate malik değildir. Hakk’a şahit olanlar hariç ve onlar (Hakk’ı) bilirler.

    53 / NECM – 26 : Ve kem min melekin fîs semâvâti lâ tugnî şefâatuhum şey’en illâ min ba’di en ye’zenallâhu limen yeşâu ve yerdâ.
    Ve göklerde nice melekler vardır ki, onların şefaatleri (hiç)bir şeyle (hiçbir şekilde) fayda vermez. Allah’ın dilediği ve razı olduğu (tasarruf rızasına sahip) kimseye (devrin imamına) izin vermesinden sonrası hariç.

    74 / MUDESSİR – 47 : Hattâ etânel yakîn(yakinu).
    Bize yakîn gelene kadar (ölüm anı gelinceye kadar).

    74 / MUDESSİR – 48 : Fe mâ tenfeuhum şefâatuş şâfiîn(şâfiîne).
    Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda sağlamaz.

    Yukarıdaki ayetler ışığında Peygamber Efendimizin şefaati, biz ancak hayatta iken ve Peygamber Efendimizi o anda temsil eden devrin imamı (halifesinin) vasıtasıyle ulaşmaktadır.
    Bunun için bizim Allah’a ulaşmayı dilememiz ve bizi Ona ulaştıracak mürşide tabi olmamız gerekmektedir. Kehf 17 de Allah, mürşidin farz olduğunu ifade buyurmaktadır.
    Her kim Allah’a ulaşmak niyetiyle mürşidine tabi olursa kıyametten sonra cennete gidecek ve ebedi orada kalacak ve her kimde gerçekleştirmezse cehenneme gidecek ve ebedi orada kalacaktır.

Yorum Yaz