-
6th Ağustos 2008

Kur’an’da muhkem ve müteşabihler (Buyruklar ve mecazlar)-Prof.Süleyman Ateş

posted in *ANAKAYNAK KUR'AN |

MUHKEM MÜTEŞÂBİH

Kitâb’ı sana O indirdi. Onun bazı ayetleri muhkemdir (ki) onlar Kitâb’ın anasıdır. Diğerleri de müteşâbih(birbirine benzeyen, sonucu tam bilinmeyen)dir. Kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak, uyardığı sonuca uğra(yıp belâlarını bulmak için onun müteşâbih ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onun te’vil(uyardığı sonucun ne zaman gerçekleşeceğimi Allah’tan başka kimse bilmez- İlimde ileri gidenler: “Ona inandık, hepsi Rabbimiz kalındandır” derler. Sağduyu sahihlerinden başkası düşünüp öğüt almaz. (Âl-i İmrân: 94/7)

Bu ayette Kitabı Allah’ın indirdiğini, onun temel ayetlerinin muhkem olduğunu; bir kısım ayetlerinin de müteşâbih olduğunu; kalblerinde eğirilik olanların, fitne (baskı) yapmak ve onun bildirdiği sonuca (belâya) uğramak için müteşâbih olanların ardına düştüklerini; oysa onun te’vîlini (bildirdiği azabın ne zaman geleceğini) Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini; ilimde râsih olanların ise “ona inadık, hepsi Rabbimiz kalındandır” diye­ceklerini bildirmekte ve sadece sağduyu sahiplerinin öğüt alacağım vurgu­lamaktadır.

Muhkem, manası açık, herkesçe anlaşılabilen ayetlerdir. Müteşâbih ise kök itibarıyla benzer demek ise de burada benzerliğinden dolayı mânâsı tam anlaşılamayan, başka anlamlar çağrıştıran ayetlerdir.

Önce bu konuda Râğıb’ın açıklamasını verelim:

Allah, sözün en güzelini, (Kur’ân’ın ayetlerini güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir Kitâb halinde indirdi. Railerinden korkanların, ondan derileri ürperir, sonra derileri ve kalbleri Allah’ın zikrine yumuşar. İşte bu (Kitâb) Allah’ın rehberidir. Dilediğini bununla doğru yola iletir. Ama

Allah kimi sapıklığında bırakırsa artık ona yol gösteren olmaz.(Zümer:59/23)

59/23. ayette, Allah’ın, Kur’ân ‘ı, müteşâbih, mesânî bir kitâb olarak indirdiği; Allah’a saygılı olanların onu okurken tüylerinin ürperdiği, Al­lah’ın zikri karşısında derilerinin ve kalblerinin yumuşadığı; işte bunun, dilediği kulunu doğru yola ileteceği bir rehber olduğu; Allah’ın şaşırttığını kimsenin doğru yola iletemeyeceği vurgulanmaktadır.

Müteşâbih, şebeh kökünden gelir. Şibh, şebeh ve şebîh renk,tad, adalet ve zulüm gibi nicelik, nasıllık bakımından benzer demektir. Aynı kökten gelen şüphe de iki şey’in, ya fizik veya anlam bakımından, birbirinden ayırt edilemeyecek derecede birbirine benzemesi demektir. Burada Kur’ân ayetlerinin, güzellikte, belâğette hep birbirine benzer, biri diğerinden ayırd edilemeyecek derecede güzel, birbiriyle uyumlu demektir.

Râğıb’a göre Kur’ân ayetleri bir bakımdan tamamen muhkem, bir bakımdan tamamen müteşâbihtir. Allah tarafından açıklanıp, izah edilmesi ve sağlam kılınması bakımından Kur’ân’in bütün ayetleri muhkemdir. Güzellikte birbirine benzemesi açısından da Kur’ân’in tamamı müteşâbih­tir.

Müteşâbih de üç kısma ayrılır Yalnız lafız bakımından, yalnız anlam bakımından, hem lafız hem anlam bakımından müteşâbih. Lafzan mütşabih de ikiye ayrılır:

1) Müfred kelimeler: Bunlarda ya garîbliğinden dolayı müteşâbihtir gibi. Yahut Lafızda müşareket dolayısıyla (aynı lafızda olan farklı kelimeler) müteşâbih olurlar.

2) Cümleler. Bunların müteşâbihliği üç yönden olabilir.

2-1) Sözün kısalığmdan :Şayet öksüz(kızlarla evlendiğiniz takdirde on)lar hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkardanız, size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. [1]ayetinde teşâbüh (benzerlik) sözün kısalığından gelmektedir.

2-2) Sözün uzunluğundan: O’nun benzeri gibi bir şey yoktur”[2] Râğıb’a göre burada kâf fazladır. Şayet denseydi söz, dinleyici için daha açık olurdu.

2-3) Yahut kelâmın nazmından (düzeninden, vezninden) ileri gelir:”Kuluna Kitâb ‘ı indirdi ve onu eğri büğrü yapmadı (pürüzsüz) değerli bir kitâb yaptı.” [3]

Bunlar lafzan müteşabih olanlardır. Anlam bakımından müteşâbih olanlar ise Allah’ın sıfatları ve Kıyamet hakkındaki ayetlerdir. Bu mânâları kavramamız mümkün değildir. Çünkü biz algılayamadığımız şeyleri kavrayamayız.

Hem lafız ham mânâ bakımından müteşâbih olanlar da beş kısımdır:

1) Genel, özel gibi nicelik bakımından müteşâbih olanlar .gibi.

2) Vücûb ve nedb gibi nitelik bakımından müteşâbih olanlar: gibi.

3) Nâsih mensuh gibi zaman bakımından müteşâbih olanlar: gibi.

4) Ayetlerin indiği yer, zaman ve olay bakımından müteşâbih Evlere arkalarından girmek iyilik değildir.

iyilik, Allah ‘tan korkanın iyiliğidir. [4] Ertelemek, küfürde daha ileri gitmektir”[5]gibi. Çünkü câhiliyye döneminin âdetlerini bilmeyenin, bu ayetlerin mânâsını anlaması mümkün değildir.

5) Bir eylemin sahîh, ya da fâsid olmasının şartları bakımından müteşâbih olanlar: Namazın ve nikâhın şartlarını bilmek gibi.

İşte müfessiilerin müteşâbih hakkında söyledikleri, hep bu tasnîfin içindedir[6].

Ya tesniye’den veya senâ’dan gelen mesânî de mesnâ’ın çoğuludur. Allah, sözlerin en güzeli olan Kur’ân ‘ı, bütün ayetleri güzellikte, belâğette, düzende, kapsamda birbirine benzer, övgüye lâyık bir Kitâb olarak indirdi. Yahut ikişerli, tekrarlı olarak, herşeyi çiftiyle, karşıtıyla açıklayan ve anlatımları birbirinden güzel olarak indirdi. Kur’ân’da herşey ikili, karşıtlı olarak anlatılır. Gök, yer; cennet, cehennem; melek, şeytân; emir, nehy; va’d ve va’îd gibi. Bunlar birbiri ardından anlatılır. Mü’minlerin hali anlatıldıktan sonra kâfirlerin hali; Allah’ın gökteki kudret işaretlerinin ardından yerdeki kudret işaretleri; zamandaki kanıtların ardından mekân­daki kanıtları anlatılır. Ve herşey karşıtıyla anlatılınca daha iyi kavranır.

Kur’ân’daki bu karşıtlık üslûbu, ruhta derin etki yapar. Allah’tan korkanlar, Kur’ân’ı dinleyince o kadar etkilenirler ki derileri ürperir; Allah’ı anmakla gönülleri yumuşar, ruhları duygulanır. İşte o Kitâb, Allah’ın dilediği kulunu doğru yola ileteceği böyle bir yol gösteren Kitâbdır, Al­lah’ın, sapıklığına terk ettiği kimse doğru yolu bulamaz. Çünkü Allah’ın çağrısına gelmeyen, başka nereye gitse sapıklıktadır. O’nun çağırdığı yol­dan başka doğru yol yoktur. O çağrıya uymayan, sürekli sapıklık içinde kalır.

Muhkem ve müteşâbih ayetler hakkında seleften birçok söz rivayet edilmiştir. Alî ibn Ebî Talha, İbn Abbâs’ın şöyle dediğini aktarmıştır: “Muhkem ayetler, Kur’ân-ı Kerîm’in nâsihi, helâli, haramı, hudûd ve ah­kâmı, emredilip yapılan hükümleridir.” Başka rivayetler de muhkemin, Kitabın esası olan bütün emir ve yasaklan olduğunu anlatmaktadır. Müte­şâbih hakkındaki görüşler de şöyledir:

1) Mensûh ayetlerdir, 2) Kıyametin kopması vs. gibi bilginlerin bilemeyeceği ayetlerdir, 3) Elif tâm mîm gibi hurûf-i mukatta’adır, 4) Mânâsı birbirine benzer ayetlerdir, 5) Sözleri yinelenen lafızlardır, 6) Birkaç mânâya gelebilen ayetlerdir, 7) Kıssalardan ve darb-ı mesellerden söz eden ayetlerdir. [7]

Fakat müteşâbih hakkında en doğru görüş, İbn Kesîr’in dediği: mânâsı kapalı olan ayetlerdir. Samimî inananlar, Kitabın bütün ayetlerinin Allah tarafından gönderildiğine inanırlar. Yüreklerinde hastalık bulunanlar ise mânâsı kapalı olan, herkes tarafından kolayca anlaşılamayan, mutlaka tefsîr ve beyana ihtiyaç duyulan ayetlerin ardına düşer, onları istedikleri biçimde yorumlamak suretiyle halk üzerinde baskı yapmak, böylece onun te’vîline (uyardığı azaba) çarpılmak isterler. Onun te’vîlini, bildirdiği azabın ne zaman geleceğini yalnız Allah bilir.

Bilginlerin çoğu, cümlesinde lafza-i celâl üzerinde durmanın gereğine hükmetmişler, böylece müteşâbihin te’vîlini Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kanâatine varmışlardır. Bu görüşe göre lafza-i celâlden son­raki vâv, iptidâiyyedir. O zaman mânâ şöyle olur: “Onun te’vîlini Allah’tan başka kimse bilmez; ilimde râsih olanlar, ‘ona inandık, hepsi Rabbimiz kalındandır’ derler.”

Bazı bilginlere göre de lafza-i celâlden sonraki vâv, ‘âtıfadır. O zaman mânâ şöyle olur: “Onun te’vîlini, ancak Allah ve ilimde râsih olanlar bilir.” Abdullah ibn Abbâs’ın, *’Ben onun te’vîlini bilenlerdenim” dediği rivayet edilir.

Râğıb Müfredat’ında müteşâbihi üç kısma ayırmıştır: “Bir kısmının mânâsını Allah’tan başka kimse bilmez. Kıyametin kopması, Dâbbenin çıkması ve benzen şeyler böyledir. Bir kısmını insan bilebilir. Garîb lafızlar, kapalı hükümler gibi. Bir kısmı da bu ikisi arasında bulunmaktadır. Bunları, derin bilgi sahiplerinin ancak bir kesimi bilir, hepsi bilemez. İşte Pey-amber(s.a.v.)in, ‘Alî (r.a.) ve Abdullah ibn Abbâs İçin: “Allanım, onu dinde bitgiliyap, ona te’vîli öğret!” sözüyle işaret edilen te’vîl, müteşâbihin bu kısmının te’vîlidir.”

Şüphesiz Râğıb’m bu fikri daha isabetlidir. Allah’ın zâtı ve sıfatlarının mâhiyeti bilinmez. Bundan dolayı Allah’ın Elçisi (s.a.v.): “(Rabbim,)Sen kendini övdüğün gibisin, ben seni övecek kelime bulamam” demiştir. [8]

Müteşâbih ayetler konusunda İslâm bilginleri, başlıca iki yol tutmuş­lardır. Birincisi selefin yoludur. Selefe göre müteşâbihlere inanmalı, fakat onların gerçek bilgisini Allah’a havale etmelidir. İmâm-ı Mâlik: “Rahman ‘Arşa istiva etti”[9] ayetinde Rahman ‘in Arşa istivasından soran bir adama, “İstiva bilinmektedir, fakat nasıllığı bilinemez. Bundan sormak bid’attir. Seni kötü bir adam sanıyorum; bunu benim yanımdan çıkarın! [10] demiştir. Daha sonra gelen bilginlere göre açık anlamına yormak mümkün olmayan kelimeyi, Allah’ın zâtına yakışır bir mânâ ile açıklamak lâzımdır. Bu görüş, İmâmu’l-Haremeyn ile sonra gelen bilginlerden bir gurupa nisbet edilir.

Bizim kanâatimize göre “Onun te’vîli” kelimesindeki zamîr, müteşâbih kelimesine değil, Kitâb’a gitmektedir. Yani fitne yapmak iste­yenler, müteşâbih ayetlerin te’vîlini değil Kitâb’m te’vîlini istemektedirler.

Kitâb’ın te’vîli de onu istenilen biçimde yorumlamak değil, onun uyarısının hakikati, yani bildirdiği azabın, va’d ve va’îd’in gerçekleşmesini istemektir. Ayette Kitabın müteşâbihinin ardına düşenlerin, Kitâb’ın te’vî­lini istedikleri, yani Kitâb’ın tehdîd ve uyarılarının, başlarına gelmesini istedikleri anlatılmaktadır. Kimse başına azâb gelmesini istemez ama Ki­tâb’ın anlamını istediği biçimde yorumlayıp halk üzerinde baskı, hege­monya kuranlar, bu davranışlarıyla sanki başlarına azâb gelmesini istemiş olurlar. Te’vîlin, İlâhî uyarıların gerçekleşmesi anlamında olduğu, Kur’-ân’ın kesin ifadesiyle sabittir:

İlle onun te ‘vîlini mi gözetiyorlar? Onun te’vilİ geldiği (haber verdiği şeyler ortaya çıktığı) gün, Önceden onu unutmuş olanlar derler ki: “Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmiş. Şimdi bizim şefâ’atçileritniz, var mı ki bize şefâ’at etsinler, yahut tekrar gen döndürül(üp dünyâya gönderilmemiz mümkün mit ki, (orada eski) yaptık­larımızdan başkasını yapalım?” Onlar, kendilerini ziyana soktular ve uydurduktan şeyler, kendilerinden saptı (kaybolup gitti).” (A’râf: 39/53)

Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, sonucu henüz başlarına gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Bak, o zâlimlerin sonu nice oldu? (Yûnus: 51/39)

36- Onunla beraber iki genç daha zindana girdi. Onlardan biri dedi ki: “Ben düşümde şarap sıktığımı görüyorum,” Öteki de: “Ben de, görüyorum ki başımın üstünde ekmek taşıyorum, kuşlar ondan yiyor. Bunun yorumunu bize haber ver, zira biz seni güze t davranan^ iyi rüya yoran)lardan görüyoruz.1′ dedi. 37- (Yusuf) Şöyle dedi: “Size rıztk olarak verilen yemek, henüz size gelmezden önce bunun yorumunu size haber vermiş olurum. Bu (yorum) Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir (bu bilgileri Rabbim bana lütfetti). Ben, Allah’a inanmayan, âhireti de inkâr eden bir kavmin dînini terk ettim:” (Yûsuf: 53/36-37)

Görüldüğü üzere bu ayetlerde te’vîl, ihtimâli bir mânâ değil, kelime­nin gerçek anlamı, bildirilen şeyin gerçekleşmesi anlamındadır. Tefsirine çalıştığımız Âi-i tmrân 7. ayette de te’vîl, müteşâbihin yorumlanması demek değil, Kitabın uyarılarının gerçekleşmesi demektir. Yani ayette, müteşâbih ayetlerin ardına düşüp insanları kuşkuya düşüren ve ayrıntılara girerek halk üzerinde baskı ve hegemonya kuran din uzmanlarının, Kitabın te’vîline uğrayacakları, Kitabın bildirdiği azaba çarpılacakları belirtilmektedir. Mânâ bu olduğuna göre, Âl-i İmrân: 94/7. ayette müteşâbihlerinin ardına düşülüp te’vîline uğranılacak Kitâb acaba Kur’ân mıdır? Eğer bu ayette kastedilen Kitâb Kur’ân değilse, asırlardan beri bu Kitabı Kur’ân sanıp buna göre verilen mânalar, yapılan yorumlar hep askıda kalır.

Şimdi Kur’ân-ı Kerîm’de çok sık geçen, özellikle “el”, ta’rîf harfiyle birlikte kullanılan el-Kitâb ile hangi Kitabın kastedildiğini gözden geçirelim. Konuyu iyi anlayabilmek için bazı sûre başlarında bulunan ve kendi başına bir anlam taşımayan bağımsız haıfler(hurûf-i mukatta’a’n)ın bulunduğu muhtevayı, Kur’ân’m iniş târîhine göre gözden geçirince görürürüz ki bazı sûre başlarında bulunan bu bağımsız harfleri, Kur’ân’dan önceki İlâhî Kitâb’a işaret edilmiştir. Bu harflerle verilen mesaj şudur: Dilleri, bu harflerden oluşan sizin anlamadığınız O İlâhî Kitâb, sizin anladığınız açık bir Arapça ile Hz. Muhammed’e vahyedilmiş, yani Tanrısal Mesaj, sizin anlayacağınız bir düzeye indirilmiştir.

Abdullah ibn Abbâs’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Allah ta’âlâ her kitabı Arapça indirmiştir. Ancak Cebrâîl o Kitabı, her peygamberin diline çevirirdi ki peygamber onu, toplumuna açıklasın[11]

Kurtubî: “Sonra Kitabı, kullarımızdan seçtiğimiz kimselere mtrâs verdik.” [12]ayetinin tefsîrinde şöyle diyor: “Buradaki Kitâb ile, Kitâb’ın an­lamlan, ilmi, hükümleri, inançları kastedilmektedir. Yüce Allah, Muham-med (s.a.v.) ümmetine daha önce indirilmiş bulunan Kitâbların anlamlarını içeren Kur’ân’ı vermekle Muhammed(s,a.v.) ümmetini daha önceki Kitâb’a vâris kılmış gibidir.” [13]

Gerçi biz, o ayette Kitâb’a vâris kılındıkları bildirilen kimselerin, Muhammed ümmeti değil, İsrâîloğıılları olduğuna çünkü bu husus, A’râf: 39/169’ncu ayette açıkça belirtilmiştir- ve Kitâb ile kastedilenin de Tevrat olduğuna kaniiz ama Kurtubînin yorumu da nisbeten görüşümüze yakındır.

Özetle: Bu harflerin başında bulunduğu sûrelerde, önce bu harflerle, Araplarca mânâsı anlaşılmayan daha önceki İlâhî Kitâblara işaret edilmiş, daha sonra da onların İçeriği, Arapça olarak Hz. Muhammed’e vahyedil-miştir.

Kur’ân’ın ifadesine göre Kitâb, Hz. Musa’ya verilmiş, Hz. Muham-med’e indirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de Kitâb kelimesinin geçtiği yerleri inceledik ve gördük ki Kitabın verilmesi ile Kitabın indirilmesi ayrı mânâya gelmektedir. Kitabın verilmesi, doğrudan doğruya yazılı olarak peygambere verilmesidir. Kitabın indirilmesi ise Kitabın içerdiği gerçeklerin, peygam-ber’in anlayacağı bir dille kendisine vahyedilmesidir. İlâhî Kitâb Hz. Musa’ya yazılı olarak verildiği İçin Kitabın Musa’ya verildiği ifade edilir:

Mâsâ ‘ya Kitâb ‘ı verdik. (İsrâ: 50/2),

Andolsun, Musa’ya Kitabı verdik. (Kasas: 49/43,Hûd: 52/110, Fussilet: 61/45, Mü’minûn: 74/49, Secde: 75/53, Bakara: 92/53,87),

Sonra Mûsâ ‘ya Kitabı verdik.(En’âm: 55/154),

Onlara (Musa’ya ve Hârûn ‘a) açık ifadeli Kitâb’ı verdik. (Sâffât: 56/117)

Andolsun biz, Musa’ya ve Harun’a hak ve bâtılı ayırdeden ve korunanlar için bir ışık ve öğüt olan Kiîâb’ı verdik. (Enbiyâ 73/48)

Kendilerine Kitâb’ı verdiklerimiz. (Kasas: 49/52, En’am: 55/20,89, 114; Bakara: 92/121, 146),

Andolsun biz, İsrâtloğullarma Kiîâb, hüküm (hikmet, hükümranlık) ve peygamberlik verdik. (Câsiye: 65/16) Kendilerine Kitâb verilenler (Miiddessir: 4/31, Âl-i İmrân:94/19,20, 186, 187; Nisa: 98/47, 131; Beyyine: 101/4; Mâide: 110/5,7; Hadîd: 112/16; Tevbe: 113/29),

İbrahim ailesine Kitabı ve Hikmeti vermiştik.(Nisa: 98/54)

İbrahim ailesi de İsrâîloğuilarıdır. Hz. Muhammed(s.a.v.)den önce Araplara Kitâb verilmemişti. İlâhî Kitâbdan yoksun olduklarından ümmî lakabını taşıyan Araplar, kendilerine de dilini anlayacakları İlâhî bir Kitâb verilmesinin özlemi içinde İdiler. Kur’ân-ı Kerîm, çeşitli ayetlerinde onlarm bu özlemine işaret etmektedir:

Halbuki biz onlara okuyacakları bir Kitâb vermemiştik ve senden önce onlara bir uyarıcı göndermemiştik. (Sebe: 58/44)

Yoksa sizin bir Kitabınız var da anda mı (bu hükümleri) okuyuorsunuz?(Kalem: 2/37)

Yoksa bundan önce onlara bir Kitâb vermişiz de ona mı sarılıyorlar? (Zuhruf: 63/21) ve çok esirgeyen Allah’ın indirdiği (Kıtr’ânyolu) üzerindesin. 6- Babaları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için (seni gönderdik). (Y âsîn: 41 /5-6)

“Andolsun eğer kendilerine bir uyarıcı (peygamber) gelirse, her milletten daha çok doğru yolda olacaklar” diye, yeminlerinin bütün gücüyle Allah’a yemin ettiler. Fakat kendilerine uyarıcı gelince, onlara (Hak’tan) uzaklaşmaktan başka bir katkı sağlamadı. (Fâtır: 43/42)

156- (Onu size indirdik ki) “Kitâb, yalnız, bizden önceki iki topluluğa (Yahudilere, Hıristiyanlar a) indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitapları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)” demeyesiniz. 157- Yahut: “Eğer bize Kitâb indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk.” demeyesiniz. İste size de Rabbinizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah’ın ayetlerini yalan­layıp onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerinden ötürü, azabın en kötüsüyle cezalan­dıracağız. (En’âm: 55/156-157)

167-O(rtakkoşa)nlar söyle diyorlardı: 68- “Eğer yanımızda öncekilerle gelen KitâbHar)dan bir uyarı olsaydı.” 169- “Elbette biz, Allah’ın hâlis kulları olurduk!” (Sâffât: 56/167-169)

“Yahut altundan bir evin olmalı, ya da göğe çıkmaksın. Maamafih, sen bizim üzerimize, okuyacağımız, bir Kitâb indirmedikçe senin sadece göğe çıkmana da inanmayız!” De ki: “Rabbîmin .sânı yücedir (böyle şeyleri yapmak benim işim değildir). Ben, sadece elçi olfarak gönderil)en bir insan değil miyim? ” (İsrâ: 50/93)

Yalnız belirtmek gerekir ki Musa’ya verilen Kitâb’a el-Kitâp –dendiği gibi, temel Kitâb’ın içeriği olarak Hz. Mııhammed’e indirilene de el-Kitâb denilmiştir:

Ey inananlar, Allah’a, Elçisi’ne. Elçisi’ne indirdiği Kitâb’a ve daha önce indirmiş bulunduğu Kitâb’a inanın. Kim Allah’ı, meleklerini, Kitâb kırını, elçilerini ve âhir et gününü inkâr ederse o, uzak bir sapıklığa düşmüştür. (Nisa: 98/136) ayetinde inü’minler, hem Allah’ın, Elçisi’ne indirdiği Kitaba, hem de daha önce indirmiş bulunduğu Kitaba inanmağa da’vet edilmekktedir.

Esasen temel İlâhî Kitâb birdir. Ancak o Kitâb, her peygamber’e kendi diliyle indirilmiştir. “Ana Kitâb Kendi kalındadır”[14]ayetinde ifade edildiği üzere Allah katında olan o Ana Kitâb, önce Musa’ya yazılı levhalar halinde verilmiş (A’râf: 39/145), sonra Hz. Muhammed’e kendi diliyle indirilmiş(vahyedilmiş)tir. Onun için Kur’ân’ın Mûsâ Kitabını doğruladığı, kendinden önceki Kitâb’a uyduğu vurgulanmaktadır.

Biz Kitabı, İnsanlar için, sana hak ile indirdik. Artık kim doğru yola gelirse kendi yararınadır, kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Sen onların üzerinde vekîl değilsin. (Zümer: 59/41)

Hâ mîm. (Bu), Rahman, Rahîm’den indirilmiştir. Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış, Arapça okunan bir Kitâb’dtr. (Fussilet: 61/1-3)

Eğer biz onu, yabancı (dilde) bir Kur’ân yapsaydık derlerdi ki: “Ayetleri (anlayacağımız) bir dille açıklanmalı değil miydi? Araba yabancı söz mü (geliyor)?” De ki: “O, inananlar için bir yol gösterici ve (gönüllere) şifâdır. İnanmayanlara gelince, onların kulak­larında bir ağırlık vardır ve o, onlara bir körlüktür. (Kur’ân ‘in gerçeklerine karşı onların basiretleri kapanmıştır, bu yüzden hakkı görmezler. Sanki) Onlar, uzak bir yerden çağır ılıyorlar (da duymuyorlar). Andolsun biz Musa’ya Kitâb ‘ı vermiştik, onda da ayrılığa düşülmüştü. Eğer Rabb’inden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında derhal hüküm verîlirfişleri bitirilir)di. Onlar ondan işkilli bir kuşku içindedirler. (Fussilet: 61/44-45)

Andalsun biz. Musa’ya hidayet verdik ve tsrâîloğullanna o Kitabı mîrâs kıldık. (O.) Sağduyu sahihlerine bir yol gösterici ve öğüttür. (Mii’min: 60/53-54)

Allah’ı sânına yaraşır biçimde tanıyamadılar, zira “Allah, insana bir şey indirmedi” dediler. De ki: “Öyleyse Mûsâ insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği, -ki siz onu parça parça kâğıtlar haline getirip gösteriyorsunuz, çoğunu da gizli­yorsunuz- ve ne sizin, ne de babalarınızın bilmediği şeylerin size öğretildiği Kitabı kim indirdi?” “Allah” de, sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oy nayadurşunlar. Bu da Anakenti Mekke’y)i ve çevresindeki(ka$aba)ları uyarman için sana indirdiğimiz feyz kaynağı ve kendinden önceki (Tanrı Kitâbıjnı doğrulayıcı bir Kitâbdır. Âhirete inananlar, buna inanırlar ve onlar, namazlarına devam ederler. (En’ârn: 55/91-92)

De ki: “Hiç düşündünüz mü: Eğer bu (Kur’ân) Allah katından olduğu halde siz onu tammamtşsamz; İsrâUoğullarından bir şâhid de bunun benzerini (Tevrat’ta) görüp inandığı halde siz (inanmağa) tenezzül etmemişseniz. (durumunuz nice olur)?! Allah, zâlim bir toplumu doğru yola iletmez. Ondan önce de önder ve rahmet olarak Musa’nın Kitâb’ı vardır. Bu da (şirk ile) kendilerine yazık edenleri uyarmak, güzel davranan­ları müjdelemek için Arap diliyle indirilmiş (kendinden Önceki Kitâb ‘ı) doğrulayan Kitâb’dır. (Ahkaf: 66/12)

Bu ayetlerin hepsi, İlâhî Kitapların, özellikle Mûsâ Kitabıyla Hz. V1uhaınmed(s.a.v.)e indirilen Kitabın muhteva birliğini anlatmaktadır.

Hz. Muhammed(s.a.v.)’e gelen vahyin içeriği, özüyle önceki İlâhî Kitâbların içeriğidir, ancak onlarda bulunmayan birçok yeni hikmet ve yasalar da Kur’ân’da vardır: Bu, ilk sahîfelerde, İbrahim’in ve Musa’nın sahifelerinde de vardır. “(A^â: 8/18-19), Yoksa kendisine haber mi verilmedi, Mûsâ ‘mn sahîfelerinde bulunan ve çok vefakâr İbrahim’in (sahîfeierinde bulunan gerçekler)?” (Necm: 23/36-37)

13- (O öğüt) Sahîfeler içindedir: değer verilen, 14- Saygı ile yükseltilen, tertemiz (sayfalar) ı5- Yazıcıların ellerinde: 16- Değerli, iyi (yazıcıların). (Abese: 24/13-16)

Hayır, (Kur’ân, onların dedikleri gibi bir söz değil), o şerefli bir Kur’ân’dır. 22- Korunan bir tevhada(yazılı)dır. (Biirûc: 27/21-22)

O, elbette değerli bir Kur’ân’dır, 78- Saklı bir Kitaptadır.79- Ki ona temizlerden başkası dokunmaz . 80- (O), Âlemlerin Rabb’inden indirilmiştir. (Vâkı’a: 46/77-80)

İsrâiloğulları bilginlerinin onu bilmesi de onlar için (Kur’ân’ın Güvenilir Ruh tarafından vahyedildiğine) yeterli bir delil değil mi? (Şu’arâ: 47/197)

36- Kendilerine Kitâb verdiğimiz kimseler, sana indirilene sevinirler. Fakat kabilelerden onun bir kısmını inkâr edenler vardır. De ki: “Bana, yalnız Allah’a kulluk etmem ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamam emredildi. Ben (insanları) O’na da’vet ederim, dönüşüm de O’nadır.” 37-Ve işte biz onu, Arapça bir hüküm (hikmet gereğince hükmeden bir Kiîâb) olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra onların keyiflerine uyarsan, artık seni Allah’tan kurtaracak ne bir velî, ne de koruyucu olmaz… 43- İnkâr edenler: “Sen gönderilmiş bir elçi değilsin!” diyorlar. De ki: “Benimle sizin aranızda Allah’ın ve yanında Kitâh bilgisi bulunanların şâhid olması yeter. (Ra’d: 87/36-37,43)

45- Kitâp’dan sana vahyedileni oku ve namazı da kıl. Çünkü namaz kötü ve iğrenç şeylerden men’eder. Elbette Allah’ı anmak, en büyük(ibâdet)tİr. Allah, ne yaptığınızı bilir. 46-Kitâp ehliyle,haksızlık edenleri dışında- en güzel tarzda tartısın ve deyin ki: “Bize indirilene de size indirilene de inandık. Tanrımız ve tanrınız birdir, biz de O’na teslim olanlarız. 47- İste böylece Kitâb’ı sana da indirdik. Kendilerine Kitabı verdiklerimiz, ona inanırlar. Şunlardan (şu Araplardan) da ona inananlar vardır. Ayetlerimizi, kâfirlerden başkası inkâr etmez. 48- (Ey Muhammed) Sen bundan önce bir Kitâb okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun. Öyle olsaydı o zaman (Allah’ın sözlerini boşa çıkarmaya çalışan) İptalciler, kuşkulanırlardı. 49- Hayır, o (sana vahye-dilenler) kendilerine bilgi verilmiş olanların göğüslerinde bulunan açık açık ayetlerdir. Bizim ayetlerimizi, zâlimlerden başkası inkâr etmez. (An-kebût: 85/45-49)

Şu’arâ: 47/197, Ahkaf: 66/10’da İsrâîtoğulları bilginlerinin inen Kur­an’ ı tanıyıp bildikleri; Ankebût; 85/45, Ra’d: 87/37nci ayetlerinde daha önce Musa’ya vahyedilmiş olan Kitabın, Hz. Muhammed’e de Arapça olarak vahyedildiği; ondan kendisine vahyedilenleri okuması; bu vahye-düeıılerin, kendilerine bilgi (yani Kitâb ilmi) verilmiş olanların göğüsle­rinde (belleklerinde) bulunan açık açık ayetler olduğu; Ra’d: 87/43’de kendilerine ilim verilmiş olanların Kur’ân’ın vahiy olduğuna tanıklık ettikleri; Bakara: 92/146’da Kitâb ehlinin, Kur’ân’ı, oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıkları bildirilmektedir. Bunların Kur’ân’ı tanımaları, doğruluğuna tanıklık etmeleri, Kur’âıı’da anlatılanların, kendi Kitablanndakilere uy­duğunu bilip buna tanıklık etmeleridir. Çünkü A’lâ: 8/18-19 ve Necm: 23/36-37’ııci ayetlerinde vahyedilen bu gerçeklerin, İlk Sahîfelerde,yani İbrahim’in ve Musa’nın sahîfelerinde mevcudoldjğu; Fâtır: 43/31, En’âm: 55/92, Ahkaf: 66/12, 30, ve 46, Bakara: 92/41,89,91,97,101, Âl-i İmrân: 94/3, Nisa: 98/47, Mâide: 110/48 nci ayetlerde Kıır’ân ‘in, kendinden önceki Kitabı doğrulayıcı ve ona uygun olarak indirildiği bildirilmektedir.

Bütün bu delîller karşısında. Abese: 24/13-14. ayetlerinde anılan Suhuf-i Mükerreme’nın, Burûc: 27/22’de anılan Levh-i Mahfûz’un ve Vâkı’a: 46/178’de anılan Kitâb ı Meknûn’un, Musa’ya verilen Tevrat levhaları olduğu kanâatindeyiz. İşte bilim adamlarının ellerinde özenle saklanan o levhalarda (sahîfelerde) bulunan temel bilgiler, Hz. Muhammed’e, Arapça Kur’ân olarak vahyedi!mistir.

Tabii bizim kastımız, sonradan katmalara, tahriflere uğramış Tevrat değil, tahrife uğramamış asıl Tevrat’tır. Zaten Kur’ân ‘da İnsanlar tarafından o Kitâblara katılmış şeyler anlatılmaz. Kur’ân, o Kitabın hikmetlerini, ayetlerini katmalardan ayıklayarak anlatır. O Kitâb’da anlatılan, Peyam-berlere yakışmayacak haller, fiiller Kur’ân’da anlatılmaz. Demek ki bu ayetlerdeki suhuf, Kur’ândan önceki Kitabın yani Tevrat ve eklerinin sayfalan, bölümleri, sefere de onu yazıp koruyan veya taşıyan din adam­larıdır. Belki de sefere ile, kitâb anlamına gelen taşıyıp uygulayan sâlih Kitâb ehli, Özlükle temiz yürekli din adamları kastedilmiştir. Çünkü: “De ki: ‘Öyleyse Musa’nın, insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği, -ki siz onu parça parça kâğıtlar haline getirip gösteriyorsunuz, çoğunu da gizliyorsunuz- ve ne sizin, ne de babalarınızın bilmediği şeylerin size öğretildiği Kitabı kim indirdi?’[15]ayetinde belirtildiği Üzere Yahudiler Tevrat’ı özel yerlerde saklıyorlardı. İşte bunun için o Kitâb,Levh-i Mahfuz (saklanan levha), Kitâb-ı Meknûn (saklı Kitâb) olarak nitelendirilmiştir.

Bakara Sûresi’nin 248. ayetinde ise Mûsâ ve Hânin ailesinden kalan Ahid Sandığfnın, melekler tarafından taşındığı bildirilmektedir. Bunlar, Yahûdîlerin, Kitâblarına gösterdikleri özeni anlatmaktadır.

Cum’a: 96/5’de sifr’ın çoğulu olarak esfâr, Kitablar (yani Tevrat ve ekleri) anlamındadır.

Bu ayetlerde Hz. Mııhamed’e vahyedilen Kur’ân’ın, saklı, özenle korunan Kitâbda, tertemiz sayafalar içinde bulunan, değerli yazıcıların, din bilginlerinin ellerinde saygı ile taşınıp korunan Kitâb’da bulunan bir tezkire (Zikir, öğüt) olduğu belirtilmektedir.

O halde kendi başına bir anlamı bulunmayan bu harfler, Arapçadan başka dille indirilmiş olduğu için Araplarca anlaşılamayan Kitâblara işa­rettir. İşte anlaşılmayan bu bağımsız harflerle, Arapların anlamadıkları yabancı dillerle indirilmiş olan eski İlâhî Kitâblara işaret edildikten sonra, bu Kur’ân aracılığı ile o Kitâblann özü, Arapça olarak insanlara açıklan­maktadır ki insanlar, aslında tek olan, uluslara göre ayrı dillerle indirilmiş bulunan İlâhî Kitabın Tanrısal prensiplerini, güzel öğüt ve kıssalarını anlasınlar. Nitekim bu husus, şu ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır:

Elif lam râ. Onlar, o apaçık Kitâb’m ayetleridir. Biz onu Arapça bir Kur’ân (okuma) olarak indindir ki anlayasınız.” (Yûsuf: 5/1-2) İkinci ayeteki (o) zamiri, “el-Kitâb u’l-mubm” e gitmektedir. Abdullah ibn Abbâs’ın talebesi Mü-câhid’in ve Katâde’nin de belirttiği gibi “el-Kitâb”, Kur’ân’dan önceki İlâhî Kitâb olan Tevrat ve İncîl’dir.

Onların ardından, yerlerine geçip Kitâb ‘a varis olan birtakım insanlar geldi ki, onlar, şu aiçak(dünyan)ın menfaatini alıyorlar; “Biz nasıl oha bağışlanacağız!” diyorlar. Kendilerine, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki “Allah hakkında, gerçekten başkasını, söylememeleri hususunda ken­dilerinden Kitab mîsâkı (kesin söz) alınmamış mıydı?Ve onun içindekini okuyup öğrenmediler mi? Âhiret yurdu korunanlar için daha hayırlıdır. Düşünmüyor musunuz? (A’râf: 39/169) ayetinde geçen (el-Kitâb) da müfessirlerin ittifakıyla Tevrat ve İncil’dir. İşte yüce Allah, onların özünü, Arapça olarak Hz. Muhammed(s.a.v.)e vahyetmiştir.

Geleneksel bir dinleri, ibâdet sistemleri olmakla beraber yazılı bir İlâhî Kitâbdan yoksun olan Araplar, Yahûdî ve Hıristiyanların olduğu gibi, kendilerinin de İlâhî bir Kitâbları olmasını çok istiyorlardı:

Sonra iyilik edenlere (nimetimizi) tamamlamak, her şeyi açıklamak ve yola iletici ve rahmet olmak üzere Musa’ya Kitab’t verdik ki, Rah’lerinin huzuruna varacaklarına inansınlar. ]55- İşte bu (Kur’ân) da mübarek Kitâb’dır. O^nu biz. İndirdik, O’na uyun ve (Allah’tan) korkun ki size rahmet edilsin.’ 156- (Onu. size indirdik kî) “Kitâh, yalnız bizden önceki iki topluluğa (Yahudilere, Hıristiyan lora) indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o kitap lan okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)7′ demeyesiniz. Yahut: “Eğer bize Kitab indlrilsey-di, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk.” demeyesiniz. İşte size de Rabb’inizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah’ın ayetlerini yalan­layıp onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri yüzünden azabın en kötüsüyle cezalan­dıracağız.” {Eti &m: 55/154-157)

Araplar, Tevrat’ın Hz. Musa’ya levha halinde verilmiş olduğunu duydukları için Hz. Mubammed’e de-eğer gerçekten peygamber ise-gökten bir kitâb inmesi gerektiğini söylüyorlardı: “…Sen bizim üzerimize, okuyacağımız bir Kitâb indirmedikçe göğe çıksan da sanin göğe çıkmana inanmayız. [16] 17/93 6/7

Kur’ân-ı Kerîm’de “kendilerine Kitâb verilenler Kendilerine bilgi verilenler”, “‘ilimde râsih olanlar (derin bilgi sahipleri)” deyimleri hep Kitâb ehli bilginleri hakkında kulanılır.

Nisa Sûresi’nin 153-161. ayetlerinde Kitâb ehlinin, özellikle Yahudilerin çeşitli olumsuz davranışları anlatıldıktan sonra 162. ayette:

Fakat içlerinde ilimde derinleşmiş olanlar ve mü’minler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. O namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah’a ve âhiret gününe inananlar var ya, işte onlara büyük mükâfat vereceğiz!” buyuru!maktadır. Buradaki “onlardan” zamiri, önceki ayetlerde davranışları anlatılan Kitâb ehline gitmektedir. “İnananlar” ta’biriyle kastedilenler de miislüman olan Araplardır. Demek ki “İlimde râsih olanlar” Kitâb ehlinin bilginleridir. Gerek müslüman olmuş, gerek henüz İslâm’a girmemiş Araplar hakkında ümmî ta’bîri kul­lanılır. Atalarından kendilerine İlâhî bir kitâb intikal etmemiş olanlara Kur’ân ümmî diyor. Hz. Muhammed(s,a.v.)in kendisi ümmî olarak tanım­landığı gibi Allah’a ve O’nun Ümmî Elçisi’ne inanınız” [17]gönderildiği Arap toplumu da ümmîdir. “O dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah’ın ayetlerini okuyan, onları yücelten, onlara Kitabı ve hikmeti Öğreten bir elçi gönderdi. Oysa onlar, önceden, açık bir sapıklık içinde idiler. [18]

Peygamber (s.a.v.), Ramazan ayının süresini anlatırken: “Biz ümmî bir milletiz, yazı ve hesap bilmeyiz, ay şöyle> şöyledir[19] diyerek Arap toplumunu ümmî sıfatıyla nitelendirmiştir.

Şimdi konumuzun esasını teşkil eden Âl-i İmrân: 94/7.. ayetinde anılan muhkem ve müteşâbih tab’bîrine dönelim. Bilindiği gibi, Âli İmrân Sûresi’nin başından itibaren 80 küsur ayet, Necrân Hıristiyan hey’etinin, Medine’ye gelip uzun süre Hz. Peygamber’le sohbet etmeleri ve zaman zaman Peygamber’le tartışmaları üzerine inmiştir. Sûre dikkatle okunursa bu tartışmaların konu edildiği ve Kitap ehlinin yanlış inanç ve tutumlarının sergilendiği görülür. Verilen kanıtlara rağmen gerçeği kabul etmeyen, önyargılı insanlarla Peygamber’in mübâhele yapmasını emreden:Kim sana gelen ilimden sonra seninle tartışmaya kalkarsa, de ki: “Gelin oğullarımızı ve oğullarının, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden la’nette du’â edelim de, Allah’ın la’netini yalancıların üstüne atalım!” 61. ayet, sûrenin ilk kısmını oluşturan ayetlerin, bu tartışma üzerine indiğini gösterir.

Kitap ehliyle tartışma üzerine inen ayetlerde, Kitap ehlinin yanlış tutum ve davranışları, bâtıl inançları kınanmakta olduğuna göre, bu bağlam içindeki 7’nci ayette de baskı kurmak ve Kitabın, kötü niyetlileri uyardığı te’vîle (azaba) çarpılmak için Kitabın müteşâbihlerinin ardına düşenler, Hz. Muhammed’in sahâbîleri değil, kötü niyetli, çıkarcı Kitâb ehli dîn uzmanlarıdır.

Bakara: 92/246-251. ayetlerde: Bir Tevrat kıssası olan Yûşa’ ibn Nûn, Tâlüt-Câtût hikâyesi anlatıldıktan sonra: ”

Bunlar, Allah’ın ayetleridir; bunları sana gerçek ile okuyoruz (bunlarla sana gerçekleri açıklıyoruz). Elbette sen gönderilen elçilerdensin. [20] buyurulmaktadır. Yani bu anlatılanlar, Kur’ân’dan önceki Kitâb’da bulunan İlâhî ayetlerdir, onları sana okuyoruz, demektir.

Meryem Sûresi’nde: “Kİtâb’daki Meryem’i de an. Bir zaman o ailesinden ayrılıp doğu yönünde bir yere çekilmişti. [21] Kitâb ‘daki İbrahim’i de an; gerçekten o, çok doğru bir peygamberdi., [22] Kitâb’daki Musa’yı da an, çünkü o, içi teiniz (bir insan)dı ve elçi bir peygamberdi. Kİtâb’daki İsmail’il’i de an:Çünkü o sözünde duran, elçi bir peygamberdi. [23]Kİtâb’daki İdrîs’i de an: Çünkü o, çok doğru bir peygamberdi. [24]

Bu ayetlerde el-Kitâb ile hep Kur’ân öncesi İlâhî Kitabı kastedilmektedir. Yani “Kitâbda anlatılan Meryem’i, İbrâhîm’i, Musa’yı, İsmâ’îl’i, İdrîs’i an” demektir. Bu anılan peygamberlerin hepsi, Kitâb-ı Mukaddes’te anlatılan peygamberlerdir.

Mücâhid ve Katâde gibi tâbi’î müfessirler de, hurûf-i mukatta’a ile başlayan Bakara, Yûsuf, Ra’d, Hicr gibi sûrelerin başında anılan “Kitâb” ile Tevrat ve İncil’in kastedildiğini söylemişlerdir:Elif lam mim râ, şunlar Kitâb’ın ayetleridir ayetinde Katâde: “Kitâb, Kur’ân’-dan önceki KMblardır” Mücâhid: “Tevrat ve İncîl ‘dir” demişlerdir

Çünkü (zâlike, tilke), uzağa işarettir. Her ne kadar bazı müfessirler, aslında uzakta, görünmeyen şeye işaret için konulmuş olan bu işaret zamirlerinin, buralarda yakın için olan anlamında olduğunu söylemişlerse de, bu görüş tutarlı değildir. Bu kelimelerin, dildeki asıl anlamında kullanıldığını söyleyenler, buralardaki Kitâb ile, Kur’ân’ın değil, Tevrat ve İncîl’in kastedilmiş olduğunu ifade etmişlerdir.

Kurtubî’nitı yorumu şöyledir:

Denildi ki: “Zâlİke” Tevrat ve İncîl’in içeriğine işârttir. “Elif lâm mîm” de Kur’ân’in adıdır. Takdirî mânâ şöyledir: Bu Kur’ân, Tevrat ve İncil’de açıklanmış olan o Kitâb’dır. Yani Tevrat ve İncil, Kur’ân’ın doğruluğuna tanıklık eder. Kur’ân, onlarda bulunanları içerdiği gibi, onlarda olmayan şeyleri de içerir. Şöyle de denildi: “Zâlike’l-Kitâb: O Kitâb” Tevrat ve İncil’in her ikisine de işâttir. Mânâ şöyledir: Elif lâm mîm (yani Kur’ân), o iki Kitâbdır; ya da o iki Kitabın mislidir. Yani bu Kur’ân, o iki Kitabın içerdiği konulan içerir. “Zâlike” ile her iki Kitaba da işaret edilmiştir. [25] Zâlike ile iki şeye birden işaret etmenin, Kur’ân’da başka örneği de vardır. Yüce Allah: “O, ne yaşlı, ne de körpe, bu arada bir inektir” [26]ayetinde zâlike iki şeye: yaşlı ve körpeye işaret etmektedir. Yani o inek yaşlı ve körpe değil, bu ikisinin ortası bir inektir, anlamını vermektedir[27]

Şimdi, Medîne döneminde, Hıristiyan hey’etiyle Hz. Peygamber arasında geçen tartışmalar üzerine indiği rivayet edilen ve zaten bu husus, ayetlerinin sözgeliminden de anlaşılan Âl-i İmrân Sûresi’nin 2’nci ve 7’nci ayetlerinde anılan”el-Kiîâh ” ile Kur’ân’ın değil, Kur’ân’ın kaynağı olan ana Kitabın, yani Tevrat ve İncil’in de esasının kastedildiği açıktır. İşte Hıristiyanlarla veya daha genel deyimiyle Kitâb ehliyle tartışma üzerine inen bu ayetlerde, Hıristiyanların Kutsal Kitabına işaret ediliyor; o Kitabın muhkem ayetleri yanında müteşâbih (çeşitli anlamlara çekilebilecek dere­cede birbirine benzer) ayetlerinin de bulunduğu, yüreklerinde eğrilik bu­lunan (çıkarcı) kimselerin, dinin temel hükümlerini belirten açık anlamlı ayetleri bırakıp, başka anlamları çağrıştıracak müteşâbih ayetlerini iste­dikleri biçimde yorumlamaya kalkarak halk üzerinde fitne (baskı, otorite) kurmağa çalıştıkları; Kitâb’in te’vîlini istedikleri, oysa Kitabın te’vîlini yalnız Allah’ın bildiği; derin bilgi sahiplerinin ise hepsinin Allah katından olduğunu söyleyip Kitabın tamamına teslîm oldukları anlatılmaktadır.

Burada müteşâbih ayetlerin ardına düşenlerin iki şey istedikleri anla­tılmaktadır: Biri fitne, diğeri Kitabın te’vîlidir. Fitne, baskı, zulüm demektir. Bunlar, mânâsı açık olan ayetleri istedikleri gibi yorumlayamayacakları için müteşâbih ayetlerin ardına düşer, onları istedikleri biçimde yorumlar, çekip uzatır ve böylece bu işi sadece kendilerinin bildiğini, halkın din konusunda kendilerine muhtacolduğunu ileri sürerek veya bu imajı vererek halk üzerinde baskı kurarlar. Dini kendi tekellerine almak isterler. İste­dikleri ikinci şey de Kitabın te’vîiidir. Te’vîl, yorum demek değil, Kitabın gerçekleşeceğini söylediği uyarıların gerçekleşmesidir. Şimdi burada iki ihtimal vardır:

Bunlar, miiteşâbihlerin ardına düşüp baskı kurmak, çıkar sağlamak isterler. Birde Kitabın bildirdiği uyarıların, inanmayanların uğrayacakları azabın, Kıyametin zamanını belirlemek isterler. “Falan zamanda belâ gelecek, filân zamanda Kıyamet kopacak” derler. Oysa Kitabın bildirdiği azabın veya Kıyametin ne zaman gerçekleşeceğini Allah’tan başka kimse bilmez. Demek ki miiteşâbihlerin ardına düşmek başka, Kitabın te’vîli de başka şeydir. Müteşâbihlerin gerçek mânâsını da Kitabın te’vîlini (uya­rılarının, inkarcıların çarpılacakları azabın veya Kıyamet saatinin ger­çekleşeceği zamanı) yalnız Allah bilir.

İkinci ihtimal de şudur: Kitabın te’vîlini istemek, birinci davranışın, yani baskı kurmak için müteşâbihlerin ardına düşme eyleminin sonucudur. Yani bunlar müteşâbihlerin ardına düşüyorlar ki Kitabın te’vîline uğrasınlar, belâlarını bulsunlar. Çünkü benzer, anlamı şüpheli ayetlerinin ardına düşüp tahminlere göre mânâlar vermek, böylece Kitabın kastetmediği mânâlan ayetlere yükleyip dini ayrıntılara boğmak, Kitabın uyardığı belâlara çarpıl maya neden olur. Böyle yapanların sonucu başarısızlık, onmazlıktir, Al­lah’ın koymadığı haram ve helâl hükümleri koyanlar onmazlar. [28]

Böyle birtakım hesaplar, çıkarlar için müteşâbihlerin ardına düşenler, yüreklerinde eğirlik bulunan, kötü niyetli din uzmanlarıdır. Fakat asıl ilimde derinleşmiş olan râsih âlimler, hepsinin, Allah tarafından olduğuna inanarak müteşâbihlerin (şüpheli şeylerin) ardına düşmedikleri gibi, azabın ne zaman geleceği, Kıyamet in ne zaman kopacağı gibi şeylerin ardına da düşmezler. İşte Kitâb’dan öğüt alıp yararlanan gerçek rnü’minler onlardır.

Şimdi Kitabın müteşâbihlerinin ardına düşen din uzmanları, Kitâb ehli uzmanları olduğu gibi, râsih âlimler de yine Kitâb ehli olan iyi niyetli bilginlerdir. Hz. Peygamber’in sahâbîleri, Kur’ân’ı bütün teslîmiyyetleriyle ve itirazsız kabul ediyor, onu okudukça derileri ürperiyor, gönülleri onun ayetleriyle Allah’ı anmağa yöneliyor, duygulanıyor, yumuşuyordu: ” Mü’-minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yüreklen ürperir, O’nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman imanlarım artırır ve Rablerine tevekkül ederler. Namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rıztktan (Allah için) harcarlar.” [29]

Biraz önce belirttiğimiz üzere Kur’ân-ı Kerîm’de “ûtû’l-Üm, ehlu’z-Zikr, er-râsihûne fî’î-ilm: kendilerine bilgi verilenler, Zikir ehli, ilimde râsih olanlar” ta’birleri, hep Kitâb ehli bilginleri hakkında kullanılmıştır. 94/7. ayette ilimde râsih olanlar ta*bîri de Kitâb ehlinin, derin bilgi sahibi iyi niyetli insanlarını kastetmektedir. Kitâblannda çeşitli anlama gelebile­cek bazı ayetleri bilerek veya bilmeyerek yanlış yorumlayıp dine teslis (üçleme) inancını sokanlar, Hz. İsa’nın, Allah’a kâinatın koruyucusu, sahibi, rabbi anlamında “Baba” demesini asıl amacından saptırarak ger­çekten Allah’ın, İsa’nın babası olduğunu ileri sürenler ve yaptıkları yanlış yorumları Kitabın hükmü gösterip, dinde kuşkuların, bölünmelerin doğ­masına neden olanlar, özü bırakıp sözle uğraşanlar ve dini kendi tekellerinde görüp, Allah ile kul arasına girip halk üzerinde baskı kuranlar Hıristiyan din uzmanlarıdır. Hz. Peyamber devrinde müslümanlar arasında Peygam-ber’in dışında ne böyle din uzmanları gurubu, ne de “râsih âlimler” deni­lebilecek ulemâ gurubu vardı.

Bundan dolayı Âl-i İmrân: 94/7. ayette sözü edilen müteşâbih ayetler, Kur’ân’ın değil, Kur’ân ‘dan önceki Kitâb’ın ayetleridir. O ayetlerin ardına düşenler ve Kitâb’ın te’vîliyle uğraşanlar da Peygamber’e gönül vermiş sahâbîler olmadığı gibi, râsih âlimler de sahâbîlerin âlimleri değildir. Bu ayet, tamamen Hıristiyan din uzmanlarının, Kİtâb-ı Mukaddes karşısındaki tutumlarını anlatmaktadır. Yoksa Kur’ân’ın ayetleri hakkında “müşetşâ-bih” sıfatı; anlamı kapalı, çeşitli anlamlara gelebilen mânâsında değil; güzellikte, sağlamlıkta birbirine benzer, hepsi birbirinden güzel mânâsin-dadır. Bu bakımdan Kur’ân’ın tamamı müteşâbihtir: “Allah, sözün en güzelini, (Kur’ân’ın ayetlerini güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir Kitâb halinde indirdi. Rab’lerinden korkanların, ondan derileri ürperir, sonra derileri ve kalbleri Allah’ın zikrine yumuşar[30] İşte bu (Kitâb) Allah’ın rehberidir. Dilediğini bununla doğru yola iletir. Ama Allah kimi sapık­lığında bırakırsa, artık ona yol gösteren olmaz.”‘ Kur’ân, anlamı açık, net, herşeyi güzel açıklayan, muhkem (sağlam) mufassal (açjk, vazıh) ve kolay anlaşılır bir vahiy Kitabıdır. Bu bakımdan da Kur’ân’in tamamı muhkem ve mufassaldır: “Elif lâm râ. (Bu,) Bir Kitâb’dır ki. hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah) tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış ve güzelce açıklanmıştır.” [31]

Kur’ân’ın hepsi birbirini tamamlar, açıklar: “Kur’ân ‘ı düşünmüyor­lar mt? Eğer Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birb’trini tutmaz çok şey bulurlardı”[32]

Tabii bu sözümüzle biz, Kur’ân ‘da mânâsı zor olan hiçbir ayet bu­lunmadığını değil, 94/7. ayetteki muhkem ve müteşâbih ile Kur’ân’dan önceki Kutsal Kitabın ayetlerinin kastedildiğini anlatmak istiyoruz. Elbette Kur’ân’ın da hurûf-i mukatta’a gibi; Allah’ın insanlara benzer sıfatlarla anlatılması gibi, herkesçe hemen kavranamayacak noktaları vardır. Fakat hurûf-i mukatta’a, birtakım harflerden ibarettir. Harfler ayet değildir. Öyle ise onları müteşâbih ayetler kategorisine sokmak yanlıştır. Allah’ın, insan­lara benzer sıfatlarla anılması ise gayet doğaldır. Felsefî düşünenler, bunları yoruma tabi tutarlar. Ama kamu için bu ayetlerin anlamı kapalı değil, açıktır. Önemli olan da bu ayetlerin, Arapçada ifade ettiği mânâlardır. Yaratan, ancak yaratılanların düzeyindeki sözlerle anlatılabilir. Başka türlü, yaratanla yaratılan arasında iletişim mümkün olmaz.

Bu ayetler, Kur’ân’ın amacını gayet iyi bilen Peygamber’in sahâbîleri arasında bir tartışma doğurmamış; sahâbîler, Ku’ân ayetlerini, Arapçada ifade ettiği anlamları dışına çıkaracak yorumlara girmemişlerdir. Müslü­manların görevi, selefin yaptığı gibi Kitâb’i olduğu gibi kabul etmek, Kitabın temeli olan hüküm ayetlerini uygulamak, Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkındaki ayetleri de Arap dilinin gösterdiği anlamlarıyla kabul edip bunların mâhiyetini Allah’a havale etmektir. Çünkü Allah, yaratıklara benzemez. “O’nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur”[33]

Şimdi Araplar ümmî olduklarına ve râsih âlimler ta’bîri ile de Kitâb ehlinin insaflı bilginleri kastedildiğine göre; Âli îmrân: 94/7. ayette kastedilen Kitâb, Kur’ân öncesi İlâhî Kitâb,yani Tevrât-İncîl ‘dir ve müte­şâbih ayetler de Kur’ân’in ayetleri değil, o Kitabın ayetleridir. Müteşâ-bihlerin ardına düşenler de müslümanlar değil, Kitâblannın ayetlerini kas-den yanlış anlamlara çeken, istedikleri biçimde tefsîr edip ayrıntılara, ayrılıklara, bölünmelere sebebolan da Kitâb ehlidir. Özellikle ayrıntılara girerek dinlerini parça parça eden, tevhidi bozup, peygamberlerini tanrılaş-tıran, üçleme inancına sapan Hıristiyanlardır. Nitekim Taberî “Kalblerinde eğrilik olanlar”cümlesiyle, Necrân Hıristiyanlarının kastedildiği görüşünü, diğer görüşlerden önce anmaktadır ki bu, kendisinin, bu görüşü daha güçlü bulduğu anlamına gelir. Ayrıca bunların, münafıklar, hattâ Haricîler olduğu hakkında zayıf görüşler de bulunduğunu kaydeder. [34] Fakat bu görüşlerin bilimsel bir değeri yoktur. Çünkü Peygamber(s.a.v.)in sahâbîleri, onun zamanında bu tür yorumlardan uzak idiler. Onlar sâf îmân düzeyinde yaşıyorlardı. Henüz mezheb ayrılıklarına neden olacak kelâmı tartışma düzeyine varmamışlardı. Bu, ancak İslâm, ilim olarak işlenmeğe başladıktan sonra, yani sahâbî asrından sonra belirmeğe başla­mıştır. Bu tür te’vîllere sapanların, Peygamber döneminden hayli sonra ortaya çıkmış olan Haricîler olamaz. Çünkü ayet, ileride vukubulacak bir olaydan değil; vukubulmuş, süregelen olaydan söz etmektedir.

“Andolsun ki size, açıklayıcı ayetler ve sizden önce gelip geçenlerden bir temsil ve korunanlar için bir öğüt indirdik… Andolsun biz, (gerçekleri) açıklayan ayetler indirdik. Allah dilediğini, doğru yola iletir. [35]“Allah o(insa)nlara şiddetli bir azâb da hazırlamıştır. Ey inanmış olan sağduyu sahihleri, Allah’tan korkun, Allah size bir uyarı indirdi. Yani size Allah’ın açık açık ayetlerini okuyan bir elçi (gönderdi) ki, inanıp yararlı işler yapanları, karanlıklardan aydınlığa çıkarsın. Kim Allah’a inanır ve yararlı iş yaparsa (Allah) onu, altından ırmaklar akan, içinde ebedî, kalacakları cennetlere sokar. Allah ona gerçekten güzel rızık vermiştir.” [36]” Onu, er-Rûhu’l-Emîn (güvenilir ruh, Cebrail) indirdi: Senin kalbine; uyarıcılardan olman için, Apaçık Arapça bir dille.” [37]“Biz onların, ‘Ona bir insan öğretiyor!’ dediklerini biliyoruz. Hak ‘tan saparak kendisine yöneldikleri adamın dili a’cemî (yabancıdır, açık değildir), bu ise apaçık Arapça bir dildir. [38] ayetleri, Kur’ân’ın açık, anlaşılır bir Arapça ile, anlamı açık ayetler olarak indirildiğini; “(Bu,) Bir Kitâbdır ki, hikmet sahibi, herşeyden haberi olan (Allah) tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış ve güzelce açıklanmıştır. [39] “Muhkem bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalblerinde hastalık bulunanların sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarım görürsün. [40] ayetleri de Kur’ân’ın ayetlerinin muhkem (sağlam, açık) olarak indirildiğini belirtir. Zümer Sûresi’nin 23. ayetinde sözlerin en güzelinin nıüteşâbih olarak indirildiği bildirilir ama orada müteşâbih, anlaşılması güç, anlamı kapalı mânâsında değil; güzel­likte, açıklıkta birbirine benzer, hepsi birbirinden güzel ayetler demektir ki sözün devamında “Rabterlnden korkanların, onu dinlerken derilerinin ürpereceği, derilerinin ve kalblerinin Allah’ın zikrine yumuşacağt” vurgulanıyor.

Bu ma’nevî heyecan ve zevk, anlaşılması güç sözlerde olmaz. Açık anlamı gönülleri etkileyen İlâhî sözler, insanda bu yüksek rûhânî zevk ve heyecanı uyandırır. Söz konusu ayette, ayetleri müteşâbih olan Kitâb, kesin kanâatimize göre Kur’ân değil, Kitâb-ı Mukaddes’tir. Yüce Allah, müteşâbihleri içeren O Kitabı tam anlaşılır hale getirerek, yani muhkem olarak Hz. Muhammed’e vahyetmiştir. Kur’ân ‘in tamamı muhkemdir, açık anlamlı olarak indirilmiştir. “Andolsun biz, Kur’ân’t öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur? [41]

Böylece Âl-i îmrân: 94/7. ayette anılan “Muhkem ve müteşâbih” deyimlerinin, Kur’ân ile ilgili olmadığı ortaya çıkmıştır. Öyle ise çağlar boyunca Tefsîrde, Kur’ân ilimlerinde bina edilen “Muhkem ve müteşâbih” tezleri, bunlar üzerinde yapılan tartışmalar, gerçekte Kur’ân ‘in amacı dışına çıkmak, terimleri asıl anlamından kaydırıp başka anlamlara götürmekten başka bir şey değildir.

Kur’ân’ın içeriğiyle karşılaştırılınca daha birçok kavramın, zemî-ııinden başka noktalara kaydırıldığı ve bunlardan Kur’ânsın kastetmediği anlamlar çıkarıldığı anlaşılır. O halde asırların düşünce vadilerinden akıp bize gelen din kültürü mirasımızı, bilimsel bir yöntemle Kur’ân süzgecinden geçirmek zorunluğu vardır. İşte bu önemli görev, yeni Kur’ân araştırıcı­larının omuzlarındadir. [42] (Süleyman Ateş-Kur’an Ansiklopedisi, Muhkem-Müteşabih maddesi)



[1] Nisa: 98/3

[2] Şûra 62/11

[3] Kehf: 69/1-2

[4] Bakara; 92/189

[5] Tevbe: 113/37

[6] Rağıb, Müfredat: 82-83

[7] İbnu’I-Cevzi, Zadu: 1/351

[8] Müslim, Salât: 222; Ebû Dâvûd, Salât: 148, Vitr: 5; Nesâ’î, KıyâmuM-leyl: 51; Tirmizî, Da’vât: 75 -.

[9] Tâhâ: 45/5

[10] İtkan: 2/6

[11] Mefatihu’I ğayb: 25/26-27

[12] Fâlır: 43/32

[13] el-Cami’ li Ahkamı’ I-Kur’an: 14/347

[14] Rn’d: 87/391

[15] En’am: 55/91

[16] İsra: 50/154-157

[17] A1 râf: 39/157

[18] Cuma’ a : 96/2

[19] Buhari, Savm: 13

[20] Bakara: 92/252

[21] Meryem: 44/16

[22] Meryem: 44/41

[23] Meryem: 44/51

[24] Meryem: 44/54

[25] Kurtubî, “zâlike” ile iki şeye birden işaret edildiğini söylüyor ve buna kanıt veriyor. Verdiği kanıt doğrudur. Ancak burada işaret edilen iki şey değil, Kİtâb’dır. Bu Kitâb da sıradan bir Kitâb değil, Kitâb-ı Mukaddes’tir. Kitâb-ı Mukaddes, yalnız Tevrat değil, Tevrat, ekleri; İncîl ve eklerinden oluşan bir Kİtâbdır. Buna göre Kur’ân zâlike işaret ismiyle Tevrat ve İncil’den oluşan Kitâh’a işaret ettiği için dil kuralı bakımından doğrudur. İşaret ettiği tek Kitâbdır, ancak bu tek Kitâb, Kur’ân öncesi İlâhî Kitâbları İçeren, ontolojik Kitâbdır.

[26] Bakara: 92/68

[27] Kurtubi, el- cami’ li ahkami’I Kur’an: 1/158

[28] Nahl:70/ll6

[29] Enfal: 93/2-3

[30] Zümer: 59/23

[31] Hûd: 52/1

[32] Nisa: 98/82

[33] Sura: 62/1

[34] Câmi’u’l-beyân: 3/177-178

[35] Nûr: 102/34,46

[36] Talak; 100/10-11

[37] Şu’ ara: 47/193-195

[38] Nahl: 70/103

[39] Hûd: 52/1

[40] Muhammet): 99/20

[41] Kamer: 37/17

[42] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları : 15/13-39

 

 

 

This entry was posted on Çarşamba, Ağustos 6th, 2008 at 05:58 and is filed under *ANAKAYNAK KUR'AN. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz