-
10th Mart 2013

Kant Ahlakının Pratik Değeri

posted in AHLAK |

Bir Bütün Olarak İnsan Gerçeği Açısından ‘Kant Ahlakı’nın Pratik Değeri

Dr. Tarık Ş. Nişancı

Siyaset Bilimci

Yaşanan hayatın her diliminde ve her mevkiinde geleneğe, kanuna uygun olduğu halde, bireysel vicdana uymayan, dolayısıyla, yapılmaması gereken işler ve haller çok fazladır; suç teşkil etmediği, gelenek kötülemediği halde bir takım isteklerden, avantajlardan vazgeçmek sadece bireyin şahsi iradesine kalmaktadır. Ahlakın yüce bir değer olması, kişinin toplumla ve yasayla değil, sadece kendisiyle yüzleşmesinden kaynaklanmaktadır. Ahlak mefhumu sadece bir fikirden, özlemden ibaret kaldığında pek bir anlam ifade etmeyeceğine göre, ahlakın pratik değerinin hangi şartlara tabi olduğu, birinci derecede önem arz eder. Çalışma, gayet geniş bir sahayı ilgilendiren ahlak kavramının çeşitli yönlerine temas etmekle birlikte, bu yönde bir çözüm arayışına matuf olarak kaleme alınmış bulunmaktadır.

Böyle bir maksat için elverişli bir mukayese ve değerlendirme imkanlarını ararken Kant Ahlakı’nın cazibesine kapılmamak, çok kere insanın elinde olamıyor. Etik meselelerinde, bu konudaki ciddi tartışmalarda kendisine atıf yapılan bir-iki ismin arasında mutlaka Kant geçer. Gördüğü ilgiye bakılırsa, insanın şöyle düşünesi gelmekte: Kant, yazılarına, herkesin özel bir ilgiyle izlemesi için farklı büyüler serpiştirerek herkesi bir şekilde kendisiyle meşgul ettirecek bir çekim alanı oluşturmayı istemiş olmalıdır. Neredeyse, bütün Batı düşüncesini damıtarak büyük bir maharetle iki ana kola ayıran filozof Kant, zekasını daha büyük bir istekle, tutarlı bir ahlak sisteminin inşası için kullanmaya yöneltmiş, geliştirdiği ahlak düşüncesi kısa sürede bütün dünyanın ilgisine mazhar olmuştur. Kant ahlakı ne ölçüde yeterlidir? Sözkonusu ahlak kavrayışı, yaşadığımız kültürle, bağlı bulunduğumuz inanç sistemiyle hangi buluşma noktaları içermektedir? Oldukça soyut ahlak gibi bir konuda kısa sayılabilecek bu değerlendirme, yeni bir takım sorular uyandırabilirse, kendimizi maksadımıza ulaşmış kabul edeceğiz.

Hangi sınırlar içinde ahlak meselesini ele alacağımızı bir miktar daha billurlaştırmamız gerekirse; bu çalışma, yalan söyleme, açık haksızlık yapma, ahdini yerine getirmeme, namuslu olmama gibi ilk akla gelen ahlaksızlık kategorileri üzerinde bazı mülahazalar sunma amacını gütmemektedir. Sözkonusu olumsuz fiillerin bazıları kanuni düzenlemeler, diğer bazıları da kınama, toplumdan tecrit gibi manevi müeyyidelere tabidir. Kısaca, bu yazı ahlak probleminin kaba şekillerini konu almamaktadır. Hedef; çeşitli kılıflar, profesyonel gizlenmeler, abartılar, yanıltmalar, özel avantajlar sağlayan tutumlar ilh. şeklinde ortaya çıkan ahlak problemlerini ihmal etmeyecek, mümkün mertebe tutarlı bir “ahlak teorisi”ne ulaşmak olacaktır.

Herkesin ahlak konusunda garip, ipe sapa gelmez özel tasavvurlara sahip olduğu günümüzde, asıl gözden kaçan hususlara mercek tutulması, hatta bundan daha çok, tutarlı bir ahlaki bütünlüğe ulaşılması özellikle bu meseleye kafa yoranların önünde bir mecburiyet gibi duruyor.

Geniş bir açıdan bakınca her yaşta, her cinste, her meslek ve her mevki (statü)de ahlaki bir problem görmek mümkündür; çoğunluğun düşündüğünün aksine, statü yükseldikçe ahlaki sorun ortadan kalkmaz. Her nedense, günümüzde, açıktan kirli-karanlık işlere bulaşmamışsa; bir mühendisin, bir doktorun, bir öğretim elemanının hatta bir bakanın, başbakanın -hele bir de “halim selim tabiata sahip”se- ahlaki tutumunun zayıf olabileceği çoğunlukla düşünülmemektedir. Hatta onların ahlaklılıkları yüzünden o makamları doldurduğu sanılmaktadır. Böyle bir anlayışın yaygın olduğu bir yerde; ünvanını tercüme bir kitapla kazanan ve ömrünün sonuna kadar bir telif eser veremeyen bir profesörün; özel muayenesine gelsin diye hastasına gülücükler dağıtan bir doktorun; bütün kadroları liyakatli-liyakatsiz hemşehrileriyle kapatan bir bakanın; yakın bir seçim öncesi asfalt yapıyorum diye yollara katran bulaştıran bir başbakanın derin bir ahlaki sorun içinde olduğuna hükmetmeniz “felsefe yapmak” olarak algılanacaktır. Felsefe yapmak, yani ilgisizliklerin peşinde koşmak… Bu damgayı üstünüzde taşıdığınız için huzurunuz kaçmasa bile, artık gündelik hayatın her köşesine sinmiş ahlaki problemlere dikkat çekmeniz alaka uyandırmaz.

Ve hayat devam eder. Her yerde “yüzde yüz”den mamul yaftalı ürünler çoğalırken, kalite sürekli olarak düşer. Ekonomik darlığın etkilemediği sektör patronları birer ikişer işçilerine yol verir. Çok satan bir kitabın korsan baskıları işportada sürüm bulur ya da telif ücreti ödememek için yayıncı kuruluş ağır bir nostaljiye tutulmuş gibi sürekli aynı baskıyı yapar. Çatı katına taşınması güç gelen kitaplar, yandaki fakir babanın “zeki” oğluna “hediye” edilir. Kısa süre içinde zenginleşen bir tanıdığa, birden bire, geçikmiş hal hatır sormaların kefareti ödenir.

Kısacası, ahlak problemi bazen, ağır defolu bir malın herkesçe görüleceği kadar apaçık; bazen de sonu 99’larla etiketlenmiş bir malı, fiyatı küsuratsız olan mala tercih ettirecek kadar profesyonel yöntemler arkasında gizlenmiş bir şekilde ortaya çıkar.

 

Akıl-Ahlak İlişkisi: Bir Gereklilik mi, Bir Arayış mı?

Her kültür, her toplum formu, şimdi veya tarihi geçmişte ahlaki karakterli bir takım inanışlarla derinden belirlenmiştir. Büyük dinler, bütün dünya görüşleri, hukuk düzenleri insanların neyi yapması gerektiği veya yapmak zorunda oldukları ve neyi yapmaya izinli oldukları konusunda bir takım inanışlarla doludur. Emredici ve yasaklayıcı kurallar manzumesi incelendiğinde, bunlardaki yapılıp yapılmama ölçüsünün sadece işe yarama (yararlılık) kaynağı ile sınırlı olmadığı kolayca görülebilir. Herkes, çok özel bir gayret sarf etmesine gerek olmadan eylemlerinde rasyonellikten (sonuç verici) daha başka bir özellik taşımasına az-çok önem verir ki, bu, herkesin yekdiğerinden beklediği samimiyet, güven, dürüstlük, nesafet gibi değerlerin kendisinden fışkırdığı ahlak duygusudur. Bütünüyle yitirilmemiş ise, vicdanın sesi denilen ruhta özel tarzda olup biten o şeyin yardımıyla, çatışan istekler dünyasında yolumuzu bulmaya çalışırız.

Ahlak, tercih yapma kabiliyetinde ve mecburiyetinde olan insanlar içindir. Akıllı bir varlık olan insan için tercih yapmak kaçınılmazdır. Bu bakımdan, melekler ve hayvanlar için bir ahlak problemi yoktur. Biyolojik açıdan hayvanlar ve bitkilerle, ruh ve irade sahibi olmak cihetiyle de meleklerle ortak özellikler taşıyan insan, akıl gibi ilginç bir hasse sahibidir. Çünkü, ne hayvanların ne de meleklerin tercih yapma kabiliyetleri/hürriyetleri vardır; hayvanlar kaba içgüdülere sahip olmalarına rağmen bunu fark edecek bir akla, melekler ise ruha sahip olmalarına rağmen, üzerinde tercih yapabilecekleri meyillere sahip değillerdir.

Demek oluyor ki, pek çok alternatif arasından şunu ya da bunu seçmek; bazen de yapmamak (yasak) fikri üzerine düşünen, ölçüler arayan ve tayin eden yegane yaratılmış, insandır. Akıl insanın önüne çeşitli alternatifler sunmaktadır; seçim yapma (özgürlük bilinci) sadece insanda vardır. Akıllı varlıklar, hayvanlar gibi dış etkilere karşı edilgen kalsalardı, ahlakça kötü olan eylemlerin sonuçları kendilerine ait olmazdı. Özgürlük, eylemin sorumluluğunu yüklenmek içindir; değilse, “kayıtsız şartsız bir özgürlük” istemek, “akılsız hayvan” olmayı istemek demektir.

Ahlak, Arapça “hulk” (yaratma) fiilinin çoğul halidir. Yaratılışı gereği, insan ve ahlak arasında bir yabancılık yoktur. Çoğunlukla yanlış mana verildiği gibi ahlak (yaratılışa uygunluk), gücü ve arzuları ölçüsünde bir yaşamı değil, tam tersine, arzu ve bir fiil gücüne rağmen bilinçli bir şekilde bir şeyi yapmamak iradesini anlatan bir kavramdır. Başkasıyla -insandan fiziki çevreye kadar- ilişkide verilen mücadele ve kavgada ya yenik düşmenin acısıyla ya galip gelmenin kısa süren sarhoşluğu ile ya da çok daha farklı bir nedenle, insan kendi sınırlarını anlama noktasına ulaşır; giderek kişilerden bağımsız nitelikteki kurallara bağlanma ihtiyacı doğar ki, bu, çeşitli ahlak ve hukukun telakkilerinin menşeini teşkil eder.

Çoğunlukla her insanın, ilk defa olarak kişiliğin oluştuğu gençlik yıllarında birden bire duraklayıp kendi kendisine şöyle sorması hiç de şaşırtıcı değildir: Bütün bu olanların hepsi aslında nedir? Kendisine iyi denilen şey, iyi olmayı neden hak etmektedir ve bizden hangi hakka dayanılarak kendisine uymamız istenilmektedir; aynı şekilde biz, hem kendimizden hem de başkalarından bir şeyin yapılmasını hangi gerekçeyle ve hakla talep etmekteyiz ve de edebiliriz? Böyle düşünüp duran bir kimse (etik felsefesine) ilk adımı atmış demektir. Yalnız, bazılarının ileri sürdüğü gibi, ahlakı ilk bulanlar filozoflar değildir. Çünkü daha felsefe yokken ahlak vardı. İnsanoğlu dünyaya gönderilişinden beri haklı ve haksız olanın ne olduğunu, yasaklamaların hangi hakka dayandığı fikrini içinde taşımıştır. “Etik” (ahlak felsefesi) ahlak üzerinde düşünmek demektir ki, bu teemmül çok sonralarıdır.1

Tarih boyunca insan, “olan”la yetinmemiş; doğru-yanlış, iyi-kötü gibi “olması gereken” değer yargılarını daima içinde taşımıştır. O insan ki, hayvanlarda olmayan, derinden derine içinde yankılanan vicdanının sesine büsbütün kayıtsız kalamamıştır. Kim ve hangi makamda olursa olsun herkes yaptığı hareketlerin -hiç olmazsa kendi ölçüleri içinde- haklı bir sebebe dayandığını bir yandan kendi içinde yaşamak ister; diğer yandan, dış dünyada haklı olduğu fikrini uyandırmaya çalışır. Hemen her insan kendi “ben”inin iktidarını olabildiğince genişletme davasında huzursuz bir şekilde didinirken, haklılık, nesafet, adalet gibi ahlaki değerlere dayanma gayretkeşliğinden de geri durmaz. Bu anlamda insan hiç bir zaman tarafsız değildir. Dolayısıyla o, ya hakikaten veya sahte olarak ahlaklıdır.

Tarihin her döneminde çeşitli şekillerde hareket edilmiştir. Fakat her zaman, adalet, eşitlik, doğruluk, hürriyet göze çarpar bir şekilde söz konusu edilmiştir. Bilgelerle, kahramanlar tarafından samimiyetle ve hakikat adına; siyasiler ve demagoglar tarafından riyakarlıkla ve menfaat adına. “Çar tahtında cellat” olarak adlandırılan Korkunç İvan bile, haksız yere ölüme mahkum ettiği dört yüz asilzadeyi idam ettirmeden önce bu kararının haklı olduğunu teyid ettirmeye çalışmıştı. Şahsi veya demagojik nedenlerle yapmış olabilir, fakat neticede ahlak mahkemesinden kaçamamıştır. Sahte ahlak olarak riyakarlık, hakiki ahlakın kıymetinden bahseder, tıpkı sahte paranın, muvakkaten de olsa, değerini hakiki paranın mevcudiyetine borçlu olduğu gibi. İki yüzlülük, herkesin herkesten ahlaki bir davranış beklediğine en ilginç bir delildir.2

 

Dünden Bugüne Muhtasar Batı Ahlak Tarihi

Ahlak kavramı çok geniş bir alanı kapsamaktadır. Ahlak tarihi boyunca pek çok ahlak anlayışı bir biriyle çarpışmıştır. Çağlar boyu geliştirilen felsefi ahlak düşüncesini ana hatlarıyla ortaya koymak üzere, geleneğe uyarak başlangıç noktasını ilkçağdan başlatmak gerekirse, ilk çağ ahlakının -Sokrates, Stoacılar vs.- bu çerçevede ana sorusu; “benden istenilen nedir?” değil de, “mutlu olmam için ne yapmalıyım?”dır.3

Bütün antik çağ ahlakı eudaimonist (insan eylemlerinin son amacını mutluluk gören anlayış)tır. Bunu Demokritos’a kadar götürmek mümkündür. 18. yüzyıl aydınlanmasında da aynı karakteri bulmak mümkündür. Stoa felsefesinde mutluluk erdemle özdeştir. Demokritos, sadece eylemlerimizin değil, taleplerimizin de eğriliklerden sıyrılmış olmasını ister. Ona göre, insan, zorlanarak değil kendi düşünüşü ile doğruyu yapmalıdır. İnsan başkalarından çok kendinden utanmalıdır. Sadece doğruluk bilinci ruh dinginliğini sağlar. Bunun için de Demokritos üç yol gösterir: Doğru düşünme, doğru konuşma, doğru eyleme. Bütün yanılmaların sebebi bilgisizliktir, daha iyinin bilinmemesidir. Ruhu huzura kavuşturan ancak bilgeliktir. Sofistlerin bilgi anlayışı her bakımdan bireyi göreceliliğe götürmüştü.

Bunların aksine Sokrates, herkes için geçerli olabilecek olan hakikati aramaya koyulmuştur. Sokrates, erdem ile bilginin eşit olduğu görüşündedir. Ancak kendisini bilgili sanmak da kuruntudan başka bir şey değildir. Sokrates’e göre her erdem bir bilgidir. İyi ile doğrunun ne olduğunu bilen kimse erdemlidir, adildir, şecaatlidir. Sokrates’e göre iyinin ve kötünün son yargıcı olarak bir “özne” kavramının ortaya çıkmasının felsefi kaynağı olarak görülebilir. Düşünür, kendi içinde adeta ilahi kaynaklı bir sesin varlığına inanmış ve her zaman emirlerine uyduğu bu sese daimonion (vicdan) adını vermiştir. Ona göre, Ahlaki hayat, maliyeti ne kadar yüksek olursa olsun bu sesin peşinde gitmekle mümkün olabilir.4

Sokrates’le aynı dönemde Roma’da güçlü bir ahlaki ses yükselmiştir. Köleliğin en köklü kurumlardan birini oluşturduğu onlara her türlü hakaretin yapıldığı bir dönemde insan eşitliğine önem veren bir ses yükselmiştir. Bu ses: “Kendinden üstün olan sana nasıl davranmasını istiyorsan sen de kölelere öyle davran”, “evet bazıları köledirler ama hepimiz de kaderin elinde zavallı köleler değil miyiz” diyen Senaca’ dan başkasına ait değildi. O, insan değeri konusunda enteresan bir kriter bulduğunu söylüyor ve ekliyordu: “Ben köle-efendi ayırımı yapmaksızın her bir insanın değerini, görevine değil ahlakına göre vereceğim.5 Çünkü insan kendi ahlakını kendisi oluşturur; ama görevini ona rastlantılar yükler. Köledir diye insanları hor göremeyiz, baksanıza, kendisini özgür sananlara, kimi tamahın, kimi şöhretin, her kes umudun, her kes korkunun kölesidir.

Ahlak vurgusunun kesin bir şekilde ortaya atılması Hıristiyanlıkla beraberdir. Çağlar sonra, batıda faydacılık akımı yeşererek Hıristiyanlığın düşkünlerden yana olunması akidesine son darbeyi vurmuştur. Bu akımın önde gelen temsilcilerinden biri olan Benthama göre, tüm canlılar hazza yönelir. Haz elde etmek için çabalarlar. Doğaları gereği acıdan kaçınır haz isterler. İnsan eylemleri de bunun dışında değildir. Bu dünyanın hazlarından yüz çeviren insanlar bile öbür dünyada mutluluğa erişmek istediklerinden, onlarda nihai olarak hazzı aramaktadırlar. Bentham çok az insanın çileci (asket) tip olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Ama her haz, arkasından acı getirmez. Bu olgu bir ahlak bilimini zorunlu ve yararlı kılar. Akıllı insan ancak daha büyük bir haz için daha küçük hazlardan vazgeçer. Yani haz ile ondan veya ona bağlı olarak doğabilecek elemleri karşılaştırarak hareket etmek durumundadır insan. Ancak bunun muhasebesini yapan insan, yani bu konuda bile rasyonel bir karşılaştırma yapan insan erdemli (ahlaklı)dır.6 Bu ölçü insanı ve onun davranışlarını yargılamak bakımından da bir ölçü olacaktır. Şu halde kötü insanlar yoktur, kötü hesap eden insanlar vardır. Bu insanlarda mutluluğu isterler ama yanlış hesap yaparlar.

Bundan şu sonuç çıkar; toplam/nihai olarak haz veren şey erdemli bir eylemdir, bunu yapan da erdemlidir. İnsan bir toplum içinde yaşadığına göre onun her eylemi, “olabildiğince çok sayıda insanın olabildiğince mutlu edecek bir eylem” olmalıdır. Kısaca ahlaklı insan, kendi iyiliği isteyecektir, ama bunu “çok sayıda insanın çok sayıda mutluluğunu” istemeden gerçekleştiremeyeceğini bilecektir.

19. yüzyıldan günümüze kadar ise Batıda ahlakın ölçüsünün ne olduğu konusunda, rasyonalist, deneyci, sosyolojist ahlak anlayışları olarak üç yaygın kategori belirlenebilir. Rasyonalist ahlakçı filozoflara nazaran ahlak bilgiye eşittir. “İyilik” bilgisine sahip olan bir kimsenin zorunlu olarak sahibini doğru hareket etmeye sevk edeceğini ileri süren Sokrates’in ve ansiklopedist aydınların izinden giden rasyonalist ahlakçılar, selefleri gibi insanı ahlaklı kılmak için doğrunun öğrenilmesini kafi görüyorlardı. Deneyci ahlakçılar ise ahlaki olgunun deneyle ortaya çıkarılabileceği düşüncesine sahiptirler. Emile Durkheim’la başlayan “sosyolojizm” (birey, toplumda ortaya çıkan davranış kurallarıyla kaynaşmalı, toplum içinde kendisini eritmeli) akımının ahlaki yaklaşımı ise, bir tür dayanışma ahlakıdır. F. Ruhl’un kurduğu “namuslu adam” ahlakı da sosyolojist ahlakın, akılcı istikamette geliştirilmesinden ibarettir. “Namuslu adam vazifesinin gereği üzerinde düşünüp taşınmadan önce, harekete geçer ve işini yapar.”7 Türk düşünürlerinden Z. Gökalp’in “gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” sözü böyle bir düşüncenin etkisi altında geliştirilmiştir.

Eleştirel bakışı da eski çağlardan bu yana tarihsel çizgi içinde yürütecek olursak, Sokates’in iki bin yıldan daha çok bir zaman önce “bilme”ye yaptığı vurgu, tek başına büyük bir hadisedir; ama bilgi ile doğru fiil arasında birebir ilişki kurması doğrusu hiç de gerçekçi değildir. Böyle olsaydı, bütün kötülükler sadece bilgisizlerin işi olabilirdi, bilgeler yaptıklarından hiç bir zaman pişmanlık duymazlardı. Bilme ve amel arasında bir mesafe olgusu az çok herkesin kendi iç dünyasında yaşadığı bir tenakuzla kolayca anlaşılabilir.

Benthamcı “yararcılık”ın da sağlam bir ahlak sistemine kaynaklık edemeyeceği ortadadır. Herkesin kendi hazzı peşinde koşması, bunda da haklı sayılabileceği bir durum, şiddeti ve zulmü meşrulaştırmaz mı? Rekabetin yenik tarafı olmamak kaygısı ebedi düşmanlıkları körüklemez mi? Hazzı esas alan ahlak görüşünü gerçekten insanlar benimseyecek olsa, yaşamak için yaşatmamak hayatın en soğuk ama en büyük düsturu haline gelmez mi? Bir medeniyet olarak Batı’yı ve Doğu’yu ayıran en önemli fark, tam da bu sorularla belirlenebilir. Hayatı zevk ve eğlencenin aracına dönüştürme; zorunlu olarak acımasız bir mücadele fikrine varmaktadır: Yunan destanları baştan başa birer cinayet salnamesidir. Asırlar sonra Batı’nın kıvrak zekalarından Goethe bile “ya örs olacaksın ya çekiç” demekte bir beis görmeyecektir. Doğu, Sadi’den Said’e kadar aksi bir kanaati dile getirmektedir: “Dünyanın bütün insanları için bile tek bir insanın hakkı ihlal edilemez.”

Aynı şekilde, empirist ve sosyolojist ahlak görüşleri güçlü bir takım tenkitlerin altında ezilecek kadar zayıf yanlar içermektedir. Birincilerinde, ahlakın bir deney gerçeği değil, bir değer gerçeği olduğunu, ikincilerinde ise insanların iyilikte olduğu kadar kötülükte de dayanışma yapabileceği unutulmuş gözükmektedir. “Vazife ahlakı” insanı robotlaştırabilir, duygusuz, değer yargıları yitmiş bir “görev canavarı”na dönüştürebilir. Gerçekten mesleğiniz cellatlık ise, göreviniz bütün yabancıları fişlemek, çeşitli adlar takılarak önünüze dizilen unsurları kurşuna dizmek ise böyle bir adanmışlıkla ahlaklı kalmanız zor değil, imkansızdır.

Bireyin dünya görüşü içinde ele alınan etik değerlendirme, rasyonel ve bilinçli şekilde gerçekleşmesi arzulanan “olması gereken” davranışı ifade eder. Bu davranış, bireyin içindeki bir makam tarafından konulmuş bir kurala dayandığından, şartsız ve kategoriktir. Dilimizdeki “çifte standart” terkibi ile anlatılan tutumlar, bu anlamdaki davranışın tam negatif kutbunda yer alır.8 “Olması gereken”in buyruk mahiyeti, bunu koyan ve uygulayan failleri ilgilendirir. Ahlaksal olan, yaşama geçirilmedikçe bir spekülasyon ve fantezi olarak kalır. İsteyerek yapılan her harekette ahlakilik damgası vardır. Doğrusu, ahlaklılık, özde iyi olan şeyi yapmakla başlar, bu anlamda denilebilir ki, “hareket” iyiliktir. Demek ki, insanın istemesi, hem hareketi hem de düşünceyi tayin ettiği için irade (isteme), ruhsal ve ahlaksal hayatın ortak kaynağı olarak kabul edilebilir.

 

Kant Ahlakının Teorik Temelleri

Kant’ın ahlak anlayışı, her yerde ve her zaman neyi yapmamız gerektiğini değil, neyi istememiz gerektiğini içerir. Bilinçsiz bir “yapma”nın karşısında, “isteme” bir bilinç ve irade işidir. Kendisi dışındaki tüm varlıkların adeta otomatiğe dayalı davranışları karşısında, potansiyel olarak onu değil de bunu yapabilme kabiliyeti, yani özgürlüğü, insanı diğer varlıklardan üstün kılan yegane bir özelliktir. Buna göre ahlak, özgürlüğün zorunlu bir fonksiyonudur;9 yani davranışın ahlaksal olarak eşsiz kıymeti, eğilimden dolayı değil, iradi bir iyilik yapıldığında ortaya çıkar.10 Özgürlük prensibi, insanın her türlü dış etki ve güçten bağımsız olarak kendi kendine empoze ettiği bir yasayı ifade eder. Yani, ahlak yasası bakımından insan, hem yasa koyucu, hem yasa yapıcı hem de teba durumunda olduğu için, kendisinden başka bir varlığa itaat etmemiş olur. Bu sonuca ancak, “mükellefiyet ahlakı” ile varılır.11 Mükellefiyetten dolayı yapılan bir eylem, ahlaksal değerini, onunla ulaşılacak amaçta değil, onu yapmaya zorlayan düsturda (maksim) bulur.12 Diğer bir deyişle, eylemi anlamlı kılan, onun temelinde yatan “isteme”nin, herhangi bir içerik tarafından değil, ahlak yasası tarafından belirlenmiş olmasıdır. Bir eylemin değeri, özünde iyi olan niyete bağlıdır.

Kant’ın sisteminde, ahlaki (noumenel) alan ve olgusal (phoenomel) alan ikiliği önemli bir yer tutar. O, evreni ikiye ayırdığı gibi aklı da aynı şekilde, “nomenel akıl” ve “fenomenel akıl” olarak iki şubeye ayırarak anlamaya çalışmıştır. Ahlaki alan, asli olması dolayısıyla fenomenel alandan daha üstündür. Her iki alan aklın iki ayrı şubesi tarafından anlaşılabilir. Buna göre, aklın bir şubesi olan fenomenel akıl, ancak tecrübe eder ve bu alemin kanunlarını keşfeder. Bu akılla, gözlemlenebilir alemin ötesini, yani metafizik alemi kavramak mümkün değildir. O halde aklın bu şubesi, insana sadece fizik aleminin açıklanmasında, diğer bir ifade ile bilimsel konularda ölçüleri keşfederek rehberlik edebilir. Her türlü bilimsel/teknolojik gelişme aklın bu şubesinin çabasıyla mümkün olabilmiştir. Aklın bu şubesi görünen kevni alemin bütün kanunlarını bulabilme potansiyeline sahiptir. Ancak, ahlak yasalarının açıklanmasında bu akıl (fenomenel akıl) ve onun ölçüleri çok aldatıcı bir ölçüdür. Zira, eğer ahlak yasası tecrübi unsurdan ibaret olsaydı, o zaman ahlakın deneyselliğe tabi olması sözkonusu olurdu ki, bu; ahlakın, maddenin üstünde olduğu düşüncesini geçersiz kılardı.13

Dış dünyayı inceleyerek ve gözlem yaparak elde edilen sonuçların, ahlak kurallar için bir emsal teşkil etmesi düşünülemez. Zamanına kadar, genellikle bir duygu sorunu olarak ele alınmış bulunan ahlak görüşlerini reddederek, ahlakı, aklın (hem de bilimsel keşifler yapan akıldan daha üstteki bir akıl) bir çabasına dahil eden Kant, bununla en başta mutlulukçu anlayışlarını temelinden sarsarak, ahlakta yeni bir dönem başlatmıştır. Kant’ın ahlak anlayışı şu tarz telakkilerin daima karşısındadır: Alçak gönüllü olmalıyız, zira ancak bu şekilde dostlarımız olabilir. Dostlarımız olmalı, zira sadık dost insan için en büyük yarardır. Toplum işlerine karışmalıyız, zira bütünün iyiliği tek tek bireylere de iyilik getirir. Yalan söylememeliyiz; zira, bize kimse güvenmediği için, işimizi ve ticari kredimizi kaybederiz. Kant bu şekilde yararcı ahlaka karşı mücadele bayrağı açar. Ona göre bir davranış kalıbı sadece ve sadece özünde iyi olduğu, insana yaraştığı için yapılmalı ya da yapılmamalıdır; tam bir tutarlılık için ilkelere hiç bir şekilde istisna tanınmamalıdır. Öyle ki, bir adam telaşla önündeki ilk eve sığınsa, ardından silahlı başka bir adam ev sahibine bu adamı görüp görmediğini sorsa, ahlaklılığın bir gereği olarak kendisinden bir cevap beklenen adam, arananın kendi evine sığındığını söylemelidir.

Kant, aklımızın bir yönünü çalıştırarak maddi alemdeki evrensel kanunları bulabileceğimizi, diğer yandan da deney ya da gözlem yapmadan (a prirorik olarak)*, tümüyle aklımızı işleterek manevi hayatımız için tıpkı maddi alemin kanunları (adetullah) gibi kesin ve evrensel kanunlar keşfedip bunları manevi hayatımız için düstur yapmamızı istemektedir. Suyun yukarıdan aşağı doğru akması, bırakılan bir cismin düşmesi, gece ve gündüzün peş peşe gelmesi evrenseldir; insandan gayri canlı varlıkların davranış şekilleri de önceden belirlenmiştir. Onlar, seçim sahibi değildirler; mecburdurlar. Kant’a göre hür insan, aklıyla, doğru hareket tarzlarını bulup, bunlara mutlak anlamda bağlanmalıdır. Böylece dış dünyada zorunluluktan kaynaklanan belirlilikler (kanunlar) şeklinde görünen ahenge iç dünyasında kesin kurallar keşfedip uymasıyla katılmalıdır insan. Anlaşıldığı gibi onun ahlak telakkisi kanun şeklinde bir kesinlik ve süreklilik düşüncesine dayanmaktadır.

Bu bilgiler ışığında Kant’ın uyulmasını istediği “ahlak” düşüncesini, “bilerek isteyerek yani taammüden bir gayeyi gerçekleştirme amacına yönelik yarar-amaçlı olmayan bir fazilet arayışı” olarak tanımlamak mümkündür. Harici bir zorunluluktan ya da yaratılıştan gelen bir eğilimden dolayı belli bir sonuç elde edenlerin davranışlarına “ahlakilik payesi” vermek gerekirdi. Bu ahlaki ölçüler içinde, filozof Kant için, mesela bir mide hastasının “az yemesi” -az yemek iyi olduğu halde- ahlaki bir davranış olmadığı gibi, yaratılıştan zeki bir öğrencinin hiç çaba sarf etmeden ulaştığı başarının, halim-selim tabiatlı bir insanın sabırlı ve huzurlu görünüşünün aynı şekilde övgüye değer (yüksek) bir ahlaki kıymeti yoktur.

Öte yandan, ileri sürülen mantık gereği, istenen sonucun alınamaması, teşebbüsün akim kalması bir fiilin ahlaki değerini eksiltmez. Önemli olan, şimdi veya gelecek adına hiç bir menfaat gütmeden bir feragatin tezahürüdür. Şayet böyle olmasaydı, bir nehrin azgın selleri arasındaki bir çocuğu kurtarma teşebbüsü akim kalan bir insanın girişiminin, istenen sonuç elde edilmedi diye, değersizliğine hükmetmek gerekirdi. Bundan başka, sadece başarılı-yararlı sonuçlara ahlakilik hakkı tanınırsa, hayatlarını büyük davalara vakfeden, rahat yüzü görmeyen; üstüne üstlük, çoğunlukla hedeflediği semereleri ömründe göremeyen büyük şahsiyetlerin davranışlarına ne ad verilecekti? İnsan şu dünya ile mukayyet, nisbi ve mahdut olmayan bir yanı vardır ya da devamlı hayranı olduğumuz bu büyük şahsiyetler birer beceriksizlik örneğidirler. İkinci faraziyeyi kabul edince, her şey çöker.

Günümüz ahlak (etik) tartışmalarını derinden etkileyen bir ahlak anlayışıdır bu. Aydınlanma filozofu Kant’ın ahlak anlayışı öylesine bir rağbete mazhar olmuştur ki, Kant için ahlakın Newton’u yakıştırması yapılmıştır. Bu iddia sahiplerine göre; maddi dünyanın kanunlarının keşfedebileceğini gösteren Newton ise manevi dünyanın kesin ahlak kanunlarının akıl tarafından bilinebileceğine işaret eden de Kant’tır. Şu farkla ki, onun üzerine aldığı iş Newton’unkinden daha zorludur. Newton’un peşinde koştuğu bilimsel nitelikteki önermeler, olgusal içerikli, yani sentetik önermelerdir. Sentetik önermeler seçilen bir paradigma ya da paradigmalar ışığında incelenen olgulara ilişkin önermelerdir. Bunlar, gözlem ve deney yoluyla test edilebilir, daha yerinde bir tanımlama ile doğrulanabilir ve/veya yanlışlaşabilirler. Sentetik önermeleri bilimsel bilgi durumuna getiren, onların doğrulanma/yanlışlanma potansiyelidir. Oysa, Kant’ın keşfetmeğe çalıştığı ahlaksal ilkeler (kanunlar), hiç bir zaman yanlışlanamazlar.

Ahlaksal emirlere, sentetik a priorik yargılar sonucu ulaşılabilir. Sentetik önermelerde bulunan akıl sadece tespit eder, insanı herhangi bir davranışla yükümlü kılmaz; nomenel akıl ise kesin davranış kalıplarını keşfederek ilkeler ortaya koyar. “Ahlak yasası, gerçekte özgürlük aracılığı ile nedenselliğin yasasıdır, dolayısıyla metafizik bir dünyanın imkanının yasalarıdır”. Bu yasa, “herkese, hem de tam olarak kendi kendine uymayı buyurur…[çünkü] ahlaklılığın kesin buyruğunu yerine getirmek her zaman herkesin elindedir.”14 Görüldüğü gibi Kant’ta ahlak, bir buyruk (olması gereken) mahiyetindedir.

İnsanın amacını, toplum makinesinin kusursuz işleyen bir çarkı olma keyfiyetiyle açıklayan Aristocu gelenek karşısında Kantçı ahlak (erdem), bireyin kendi iç tutarlılığı ile, onun bir toplum üyesi olması çelişkisinde -bu günkü dilde ifade edecek olursak, ahlak ile politika arasındaki çelişki- ahlakın yanında yer alma iradesidir. Kant, iyi vatandaştan ziyade, iyi insanın yanındadır. Bu meyanda o, “şeytanlardan oluşan halk sadece akıllarının olması halinde bile devlet kurma işini başarı ile çözebilir.”15 şeklinde dramatize bir ifade ile her türlü ahlaki davranışı yüceltmektedir. En özlü ifadesi ile ahlaksallık, her türlü düzlemde bencilliğin dışlandığı bir erdemdir. “Öyle davran ki, bu davranışın evrensel bir kural haline dönüştürülebilsin” temel bir düsturdur. Genel olarak olumlu ve olumsuz eylemler olarak iki kategoriye ayrılan insan eylemlerini yukarıdaki ahlak düsturu açısından değerlendirmek gerekirse; olumlu eylemlerde “ahlakilik”, “kendin için istediğin bir şeyi her kes için genelleştirmeye razı mısın?” Dahası buna kaynakların ve imkanların sınırlı olduğu bir dünyada imkan var mıdır? soruları ile mihenge vurulabilir. Diğer bir deyişle, herkes senin gibi yaptığı, konuştuğu, tükettiği, kullandığı, harcadığı vs. zaman hiç bir şekilde bir dengesizlik, düzensizlik meydana gelmiyorsa ancak bu takdirde yapılacak şey ahlakidir. Buna göre mesela, on kişinin katıldığı süresi önceden yarım saat olarak belirlenmiş bir toplantıda, aynı konumdaki üyelerden bir tekinin yirmi dakika konuşması ahlaki değildir. Yirmi milyonluk bir metropolde şebeke suyu kullanarak bir apartmana kocaman bir havuz inşa etmek de böyledir.

Olumsuz eylemler içinse ahlakilik, “başkasından yapmasını istemediğin bir şeyi kendine tatbik etmeye hazır mısın?” sorusuyla sınanabilir. “Alice”-”kraliçe” arasında geçen aşağıdaki diyalogda “alice”in kraliçeye verdiği cevap tam bir ahlak dersi içermektedir:

Alice, “lütfen bana söyler misin” diyerek başladığı sözünü bitirmesine fırsat vermeden kraliçe, Alice’i sert bir şekilde uyardı:

— Patavatsız şey, sen yanlış birileri seninle konuştuğu vakit konuş.

Küçük bir söz düellosuna hazır olan Alice’in cevabı ise her zamanki gibi zeka yüklüydü:

— Fakat her kes bu kurala uysaydı, yani herkes konuşmak için başka birisinin kendisiyle konuşmasını bekleyecek olsaydı, hiç kimse konuşma hakkına sahip olamayacaktı.

Birey için geçerli ahlaki ilkeler toplumlar ve devletler için istisna teşkil etmemektedir. Kant, sistemini, daha büyük organizasyonları ihmal etmeden, birbirine bağlı genel ilkeler çıkararak ortaya koymaktadır: “Egemen devletin güvenliği ile toplumunun güvenliği arasındaki çelişkide toplumun güvenliği”; “ulusun refahı ile insanlığın refahı arasındaki çelişkide insanlığın refahı”; “bu nesille gelecek nesillerin ihtiyaçları arasındaki çelişkide gelecek nesillerin ihtiyaçları”; “devlet hakları ile insan hakları arasındaki çelişkide insan hakları”; “kamusal bir kararla, bireyin vicdanı arasındaki çelişkide kişi vicdanı”; “kolay refah yolu ile meşakkatli barış yolu arasındaki çelişkide, meşakkatli barış yolu” önceliklidir.16 Buna göre, en üst kurumsal yapı devletin varlık meşruiyeti, genel olarak, insan haklarını koruma derecesi ile ölçülür.

Evrensel düzenin dışında ahlaklılık yoktur. Bilim, sanayi vs. hepsi de ahlaki bakımdan aynı derecede iyiliğe veya kötülüğe yol açabilirler; bir bilim adamının buluşu, insanlığa kötülük getirebilir; ateşli bir vatan aşkı, ölçüsüz bir kinin sebebi olabilir. Hareketini, evrensel ölçüye vurarak ve kendi hareketinde evreni kucaklayarak orada kendi bilincini aramasıyla insan, ancak ahlaksal davranışı içselleştirebilir. Bu ahlak anlayışı sahipleri, şu meşhur mecaza başvururlar: “Dünya yıkılacak olsa bile adalet yerini bulmalıdır (Fiat Justittia et Peraat Mundus)”. Onlar, adalete olan ihtiyacı keskin bir üslup ile dile getirirler. Zira, adalet yerini bulsa, dünya hiç bir zaman yıkılmayacaktır (Fiat Justitita, ne pereat mundus) ya da eğer adalet batarsa, o zaman yeryüzünde insanların yaşamasının artık mana ve kıymeti kalmayacaktır.17

Bundan başka, ahlakın gerçekleşmesi şartlarından biri de ruhun sonsuzluğudur. Kant’a göre bu ide’ler, teorik olarak ispat edilemezler; zira, ahlak kanunları, külli ve mutlak olduğundan kendilerine mutlak itaat edilmesi gerekir. Fakat bu görevi, insanın sadece geçici olan bir dünyayı esas alarak yerine getirmesi imkansızdır. Ahlaki görev ide’sinin en son amacı ancak erdem yolunda sonsuz ilerleme ve olgunlaşma (tekamül) olabilir. Bu durum ise ancak, ruhun sonsuzluğu sayesinde mümkündür. Ahlak kanununa uyma, erdem ve saadete erişme yolunda ki mücadele ve gayret arasında bir ‘birlik’ olmalıdır. Fakat, bu üç şey arasındaki ahenk tamamıyla bu dünyada gerçekleştirilemez. Şu halde, bu ahengi sağlayacak tabiat üstü bir varlık olmalıdır.18

 

Kant Ahlakı ve Dini Ahlak

Mukayeseli bir ahlak çalışması için Batı ve İslam gibi iki kategori belirlenecek olursa İslam’ın ahlak anlayışına en çok yaklaşan herhalde filozof Kant olmuştur. Onun ahlak teorisi: “Öyle davran ki, senin o davranışın bir kural haline getirilebilsin” düsturu etrafında şekillenmiştir. Dikkat edilirse bu düstur, hemen “sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma” hadisini akla getiriyor. Filozof, İslam kaynaklarıyla doğrudan veya dolaylı bir şekilde tanışmış olmalıdır. Ahlaki bir yaşam için Allah’ın ve ebedi bir hayatın lüzumuna inanan Kant, İslam’a pek yaklaşmıştır. Batı ahlak tarihi dikkate alınırsa, Kant ahlak sistemi hala aşılamamıştır.

Bilimsellik kisvesi altında Allahsızlığın ve dolayısıyla ahlaksızlığın savunulduğu bir dönemde, maneviyatın ve ahlakın temsilciliğini üstlenmesi noktasında Kant’a hakkı teslim edilmelidir; Ancak, meseleye İslami bakış açısıyla yaklaşıldığında onun ahlak sistemde eleştirilecek pek çok nokta bulunabilir. En başta, filozof Kant’ın çıkış noktası “din” değildir. Ona göre, din, ahlakı takip eder; ahlak dini değil. Din, Allah’a ve ahiret gününe inanmanın bir gereği olarak ahlaklılığı içerirken; Kant sisteminde, ahlaklılık temelde insanın kendi kendisin efendisi olma çabasıdır; dolayısıyla, iyi davranış gerektiği için; yüce bir yaratıcının varlığı ve ebediyet düşüncesi savunulmaktadır. Din ise, müntesiplerinden hayatları boyunca ahlaki bir hayat seçmelerini ister. Çünkü onlar Allah’a inanmaktadırlar. Kuran-ı Kerim’de, iman ve amel-i salih birlikte zikredilir, iman tek başına soyut bir fikirden ibaret değildir (“İnnellezine amenu ve amilussalihat” en az elli yerde geçer). Amel-i salihin (iyi işlerin) kaynağı olarak iman daima öncedir.

Böyle bir mukayesede nirengi noktası olarak şunu alabiliriz: Kant’a göre, insan hakikatin büyük bir kısmını kendisi bulabilir ve yaşayabilir; bir yaratıcının varlığı tekemmül ettirici, ikinci derecede bir unsurdur. Dini ahlak ise, Allah’a teslim olmakla başlar.

Tatbikat olarak, ferdi davranış olarak ahlakın doğrudan doğruya dindarlığa bağlı olmadığı kabul edilebilir ancak, prensip olarak ahlak, din olmadan varolamaz; sonunda kendisini tekrar eder. Ateizm yolu eninde sonunda Allah’ı inkar düşüncesine ve ahlaksızlığa çıkar. Bu dünya hayatında yapılanların başka bir alemde mükafat ve mücazat olarak karşılığı yoksa; insan sırf doğru(luk) düşünceyle, şahsi zevklerden niçin vazgeçsin? Çünkü insan, yaratılışı gereği hazır lezzeti arar. Büyük güçlüklere, fedakarlılara rağmen yapıyorsam, bir eylemde bulunuyorsam, böyle bir istek ancak bu dünyayı ve bu hayatı tek hayat görme halinde haklı gösterilebilir.

İlerleme, gelişme kavramları ile ahlak kavramı arasında tam bir tekabüliyetin kurulamaması, hatta bir gerilimin bulunması dinin imtihan boyutunu önemli kılmakta, her türlü meşakkat ve olumsuz durum karşısında kişi ya da kişilere kuvvetli bir istinat kaynağı teşkil etmektedir. Günah olan tavırlar bazı hallerde toplumun maddi ilerlemesini teşvik edebilir olsa da, en kuvvetliler çevreye en iyi uyum gösteriyor gözükseler bile, dini ahlak, her zaman güçsüzlerin himaye edilmesini, merhameti, saygıyı istemiştir. Bu noktada ahlak ve tabiat birbirinin karşısında yer almış bulunmaktadır. Kant ahlak sisteminde bu sorunun tatminkar bir cevabını bulamıyoruz. Gerçi “dünya batsa da adalet yerini bulmalıdır” sözünün sahibinin Kant olduğunu biliyoruz? Lakin, en son aşamada, ümit ve emelleri büyük, ömrü kısa şu insanın niçin bir hareket tarzı sergileyeceğini yine insanın kendi psikolojik yapısı belirler? Sırf bir ilkeden dolayı kaç kişi sonsuza kadar bir hareket üzerinde ısrar edebilir?

Kant açıkça söylemese de, bize bir elit ahlak sistemi sunmaktadır. Birey olarak, daha tutarlı bir ahlak üzerinde durabiliriz, ama bunu başkasından talep etmeye hakkımız yoktur. “Kompleks” varlığa sahip bir insan gerçeğinde ideal anlamın özü akıldır, en az bunun kadar bir gerçek daha caridir; insanlar hiç bir zaman duygularından bütünüyle sıyrılarak davranışta bulunamazlar. Akıl bir yana, duygu bir yana çektiği vakit ceza fikri aklın sesini çoğaltarak gayr-i ahlaki eylemlerin ortaya çıkmasına mani olabilir. Genel olarak İslam düşünürleri duyguları köreltmeyi değil, onları vasat (orta) haddine çekmeyi tembihlerler. Kant, sevgi, şefkat gibi değerlerin kendisinden fışkırdığı insanın önemli bir yönünü; duyguyu sıfırlamak istemektedir. Malumdur ki, her aşırılık başka bir aşırılığın habercisidir. Kaldı ki, her şeyin aklileştirildiği bir dünya insan hayatını monotonlaştırarak hayatı çekilmez kılar. Önceden kurgu, tavizsiz, toleranssız, acımasız bir makine düzeninin işlemesi demektir. Bir doktor, diyelim ki, dakikası dakikasına görevi başında bulunmakta, tam saatinde mesaisini bırakmakta, tam belirlediği saate uyumakta ve ertesi gün tekrar tam saatinde işine başlamaktadır. Gecenin saat ikisinde komşulardan birinin acil bir durumda yardım için doktorun ev ziline bastığını düşünelim. Kant ahlakına göre düşünüldüğünde, yarınki göreve uyku ihtiyacını gidermiş olarak başlamak için gecenin bir vaktindeki yardım çağrısını reddetme hiç de ahlaki bir sorun teşkil etmez.

Kant Ahlak Sistemi’nin asıl zorluğu, cinsiyet, yaş, sağlık, başarı, emeklilik, statü gibi insani değişkenleri ihmal etmesidir. Ani bir şekilde sağlığını yitiren veya beklenmedik bir şekilde şifa bulan bir insan duygusallılıktan ne kadar arınabilir, hem arınmalı mıdır? Kadınlardan, akıllarını kullanarak en az erkekler kadar cesur olmalarını istemek onlar için bir yardım değil, zulümdür. İnsani duyguların belki de en kuvvetli ve yücesi olan şefkat duygusunu, mesela bir annenin çocuğuna karşı yoğun şefkat hissini aklileştirmeyi tercihe şayan kılan nedir? Bu soruya her hangi bir şekilde cevap verilebilir. Ancak bir ihtimal, böyle bir durum başarılabilseydi bile, bütün annelerin bütünüyle rasyonel bir düşünceyle çocuklarına karşı muamele ettiği bir dünya, bütün annelerin çocuklarına bütünüyle fıtri sevgilerini sunduğu bir dünyadan kat kat çekilmez olurdu. Keza, her birey yaşamında farklı roller doldurur. Evde baba, işyerinde amir veya memurdur. Farklı roller nispeten veya tamamen farklı tavırları gerektirir. İşyerindeki vakar eve taşındığında gurura, evdeki tevazu işyerine taşındığında ise kolayca tezellüle dönüşür. Diğer bir deyişle, herkesin üzerinde ittifak edeceği doğrular ancak fiziki dünyaya ait basit (yalın) gerçeklikler olabilir. Fiziki dünyaya ait doğrular herkese ve her duruma göre ayrı değildir. Dolayısıyla bunlarla ilgili bilgiler zaten ahlaki bir soruna kaynaklık etmezler. “Kan kırmızıdır”, “ağır cisimler daha hızla aşağı düşer”, “insan ölümlüdür” gibi yargılar hiç bir yerde ve hiç bir zaman ahlaki problem teşkil etmez. Diğer bütün doğrular gibi ahlaki doğrular yer, zaman, şahıs, makam (rol)den ayrı olarak gerçeklik kazanmazlar. Ahlaki doğruyu tekemmül ettiren şartlar, önceden kestirilemeyecek kadar çok ve değişiktir. Bir doktorun aynı hastalığı ve aynı süreci geçiren iki hastasından birine hastalığın mahiyetini doğrudan söylemesi ahlaki bir davranış niteliği taşıyabilirken, diğerine aynı konuda açık ve net bilgi vermesi gayri ahlakilikle malul olabilir. Şu halde bilgi ya da davranışın soyut doğruluğu yetmemektedir. Ahlak, her şeyden önce insandan bir sorumluluk talep eder.

Tekrarlamakta fayda var ki, Kant’ın toplumdan, insanlıktan istediği aklın yönlendirmesine tabi ahlak projesi, büyüleyici bir tutarlılıkla ortaya konulan teorik bir başarıdır. Ne var ki, doğru düşünmeyi standart doğru eyleme dönüştürme isteğine karşı bir çok halde “insan halleri” direnç gösterir. Pratik dünyada köklü bir inadı, gururu bir laboratuarda kimyasal bir maddeyi ayrıştırmak ve parçalamak kadar kolay değildir ki, insan aklıyla her eylemini istediği yönde şekillendirebilsin. Kant’ın ahlakında “ya hep, ya hiç” kuralının geçerli olduğu söylenebilir. Akıl-yoğun bir karar başarısızlıkla sonuçlandıysa; aynı ya da benzer eylemin tekrarı aklın tek başına üzerinden gelebileceği bir çelişki değildir. Kur’an ve Hadisten çıkardığımız ahlaki ilkeler, cesaret kırıcı değil; teşvik edicidir. Azdan çoğa doğru tedricilik ilkesi göze çarpmaktadır. Kur’an’daki yasaklamalarda bu husus hemen dikkati çeker; hadislerde ise amelin sürekliliği, bir zaman yoğun bir şekilde yapılan, başka bir zaman terk edilen durumlara tercih edilir: “İşlerin hayırlısı az ve devamlı olandır.” Gerek dış dünyanın gerek nefsin düzeltmesinde mücadele biçimi, aktif bir fiilden, kalbi bir çabaya kadar çeşitlenir. Harici şartlar ve insanın o andaki manevi durumu her zaman aynı kararlılıkta irade sergilenmesine set çekebilir. Nefis dışındaki haksız ve gayri ahlaki tutumlara karşı en alt düzeyde “buğz” (kınama), nefsin aşırılıklarına karşı da pişmanlık dini bir değere sahiptir.

İslam’da, gayelere ilaveten, bir dizi genel prensip vardır ki, bunlara da her halde adaletin müteakip düsturları nazarıyla bakılabilir. Bunların belki de en temel olanı “niyet” prensibidir. Şu dünyada insanlar arasında, zengin-fakir, akıllı- daha az akıllı farklılaşmalar vardır. İslam niyete verdiği önemle iç dünyada herkese tam hürriyet ve eşitlik sağlamaktadır. Şöyle ki, her insan, ahlak kurallarına uyarak vicdanıyla uyumlu yaşamak isteyebilir; mal ve serveti yetmediği, sıhhati elvermediği için ya da başka nedenler yüzünden iyilik yapamayabilir olsa da, iyiliği isteyebilir. Herkes haksızlığa karşı gelemeyebilir ama onu takbih etme, onaylamama kapasitesine sahiptir. Demek oluyor ki, ahlak, fiilin bizzat kendisinde değil, her şeyden önce insanın doğru dürüst yaşamak istemesinde, kurtuluşu için verdiği mücadelededir. Bu prensibi adeta dinen müeyyidelendiren bir hadis mevcuttur: “Ameller niyetlere göredirt.” Halis niyet ilkesiyle sıkı sıkıya bağlantılı, hatta ona dayalı, onu temel alıyor diyebileceğimiz yükümlülüklerin başında “ahde vefa”, sözleşme hükümlerine sadakat ilkesi gelir. Sözlü bir vaat durumunda bile müminden ona kesinlikle uyması istenmektedir. Bir kez taraflar arasında karşılıklı rızaya dayalı bir akit imzalandı mı artık o, “ahitleştikten sonra onu katiyen bozmayınız” mealindeki (Nahl, 91) ayet gereği yerine getirilmesi gerekli bir sözdür. Müminler yalnızca kanuni nedenlerden, cezai müeyyideye tabi olma korkusundan dolayı değil, ayrıca ahlaken ve dinen onlara riayet etmek zorunda oldukları için yükümlülüklerini yerine getirmek durumundadırlar.

İnsan tarihsel ve toplumsal bir varlıktır. Her insan doğumuyla birlikte, kendisini farklı adetlerin, törelerin, alışkanlıkların kucağında bulur. Tek bir insanın, çoğunluğun iyi kabullerini, alışkanlıklarını aklın süzgecinden geçirerek eleştirmesi gerçekten zordur. Mevcut değerleri sorgulamak ve hatta sadece yürürlülükte olanları yapmamak kişiyi çeşitli tehditlere maruz bırakabilir. Dolayısıyla, sıradan bir insanın ahlaki bir varlık olarak kendisini ortaya koyması oldukça enderdir.

Bir toplumun bütün insanları, yaratılıştan kötü olamaz. Ne var ki, toplum, yapısı gereği statiktir; yeni bir değer toplum tarafından gerçekleştirilmez. Yeni bir ahlak hamlesi ancak ahlak kahramanları tarafından gerçekleştirilir. İşte bütün insanlık için en büyük ahlak kahramanı Hz. Muhammed (s.a.v) olmuştur. Gerçekten Kur’an-ı Kerim, onu insanlığa bir ahlak örneği olarak takdim etmiş, kendisi de bir ahlak tamamlayıcısı olarak gönderildiğini ilan etmiştir. İyi ahlak prensiplerinin (mekarim-i ahlak) şeriatın temel gayelerinden biri olduğu ve Allah’ın müminlere bu prensiplere sadakatle uymalarını emrettiği (Lokman, 17; Hucurat, 12) konularında genel mutabakat vardır. Genellikle haşin ve ham diye nitelenen ve İslam’dan önce de var olan misafirperverlik, cesaret vb. davranış biçimleri İslam’dan sonra da devam etmiş; fakat Hz Peygamberin dilinde ifadelerini bulan şefkat, merhamet gibi erdemler zamanla diğer hasletleri etkilemiş ve onların yerine kaim olmuştur. Hz. Peygamberin ahlaki öğretisi bir hadiste şu şekilde anlam kazanır: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim”. Şu var ki, felsefeyi sırf insan aklının bir cehdi olarak kabul edersek, Hz. Peygamber bir ahlak felsefecisi değildir. Çünkü onun bütün tebliğleri gibi ahlaki talimleri de kendi zihninin bir ürünü olmayıp sadece vahye dayanır. Nitekim Hz. Peygamberin bazı tutumlarının vahiyle tashih edildiğini bilmekteyiz.19

İslam’ın ahlaki düsturları kitap ve sünnette belirtilmiştir. Nazari ve ameli ahlak alanında İslam’ın koyduğu esaslar iyi anlaşılmak kaydıyla bu düsturlar bütün insanlığın düzen ve mutluluğunu karşılayacak düzeydedir. Kur’an ve Hz. Peygamberin hadislerinden anladığımız ölçüde İslam ahlakı, niyetle beraber amele dayanmalıdır.20Mamafih, samimi bir niyetle doğru bir eylemde bulunmanın da yetmediği, daha doğrusu ulaşılan hiç bir noktanın kurtuluşu garanti edemeyeceği hususundaki nebevi ikazlar, bizi dinamik bir ahlak telakkisinin varlığına götürüyor. Bir Hadis-i şerifteki bir birini takip eden ikazlar hatırlansın: “İnsanlar helak oldular, ancak bilenler müstesna; bilenler helak oldular ancak yapanlar müstesna; yapanlar helak oldular ancak ihlasla yapanlar müstesna; işte bunlar da büyük bir tehlike üzerindedirler.” Hadisten, “bilgi” “amel” ve “kurtuluş” hem bir birine bağlı, hem birbirinden ayrı kurulmuş bir denklemin çıkarılabileceğini anlıyor gibiyiz.

Bir fiilin ortaya çıkmasındaki saikler ve müessir unsurlar niyetten ayrı olarak bir kıymete malik değildir. İslam’ın müntesiplerinden beklediği kulluk şuuru, bütün davranışlara ve sonuçlara hükmetmesi gerektiği için; Müslüman kul, iyiliklerin gerçek sahibi bulunmadığının farkında olarak, kendisine düşen şeyin dua ve şükürle talep etmek olduğunu bilmek durumdadır. Ferdin davranışlarının sınırı başkaları ve hatta bütün insanların hukukunun ötesine geçmiştir. İslam’a göre, insan fiilleri sadece başkalarının hakları ile sınırlı değildir. Hiç bir kimsenin doğrudan veya dolaylı hakkını ihlal etmediği hallerde bile insan mutlak tasarruf yetkisine sahip değildir. Faraza ıssız bir adada, tek bir kişi hiç bir kayda tabi olmadan çevresinde tasarruf edemez.

“Eşitlik” düşüncesinin zedelendiği yerde “ahlak”i bir problemin doğduğunu kabul etmek gerekir. Irk, dil, etnik köken farkı gözetmeden herkese eşit davranılması, hatta bütün bütün yaratılmışlarla bir noktadan sonra aynı düzlemde olunduğunun farkına varılması gerçek bir ahlaki tutumun içselleştirilmesinin temelini oluşturur. Doğrudan ilgili görünmese de şu ifadelerde bir ahlaki davranışın ipuçlarını bulmak mümkündür: “Cenab-ı Hakk’ın masivasından hiç bir şeyi ona taabbüd edecek derecede kendinden büyük zannetme, hem sen kendini hiç bir şeyden tekebbür edecek derecede bir tutma, çünkü mahlukat, mabudiyet noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukiyet nispetinde de birdirler.21 Gerçek bir ahlaki tutum ancak bu kabulün ameli uzantıları olarak ortaya çıkabilir. İnsan olarak ya uzaklarda parlayan bir yıldız veya tek adımımızda onlarcasını ezdiğiniz küçücük karıncalarla mahlukiyet noktasında aynı seviyeyi paylaştığınızı fark edip fiillerinizi sınırlarsınız ya da sınırsız bir rekabet kültürü içinde insanın hemcinsleriyle, bir ırkın diğer bütün ırklarla, insanlığın tüm evrenle kavga halinde olduğunu farz edip, bastıramayacağınız bir tahakküm duygusuna meyledersiniz. Söylemeye bile gerek yok ki, kalıcı bir ahlak çabası ontolojik eşitliğin benimsenmesinden sonra mümkün olabilir. Peygamberlerin insanlığa getirdiği tevhid akidesinin içerdiği ahlaki mükemmeliyet, müntesiplerinin ferdi ve içtimai hayattaki tutum ve davranışlarına parlak bir şekilde yansımıştır. Din ile barışık olmayan felsefe akımı, “ene” (ego)yu mana-yı ismiyle tanımladığı için her türlü ahlaksızlığa zemin hazırlamıştır. Nübüvvetin “hakkın kuvvette değil, kuvvetin hakta olduğu” düsturunu tersine çeviren bu anlayış, “kuvve-i gadabiyye dalında, biçare beşerin başında küçük-büyük Nemrutlar, Firavunlar, Şeddatlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i akliye dalında, alem-i insaniyetin dimağına dehriyyun, maddiyyun (materyalist), tabiiyyun (tabiatçı, naturalist) meyvelerini vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir.”22

İnsanlık, ferdi yaşamdan uluslararası ilişkilere kadar bu anlayışın yetiştirdiği acı meyveleri tatmak zorunda kalmıştır. Son iki-üç asırda özellikle ırkçılığın körüklediği felaketli savaşlar medeniyet cilası altındaki vahşet kodlarını açığa çıkarmıştır. Irkçılığın yer yüzünün paylaşılması konusunda aslan payını alan ülkeler tarafından körüklendiği artık herkesin bildiği bir husustur. Günümüzde adından en çok söz edilen düşünürlerin başında gelen A. Toynbee, Batı’nın ve bütün dünyanın önündeki en büyük tehlikenin ırkçılık olduğunu belirterek, bu sorunun ancak İslam ruhunun barışı seven, toleranslı ve ırkçılığa karşı ilkelerinin tatbikiyle çözülebileceğini kaydetmektedir. Zira, ona göre Müslümanlar tarihlerinde bu sınavdan devamlı olarak başarıyla çıkmışlardır.23 Niçin bu böyledir? Ümmetin yani müminler topluluğunun temelini oluşturan kardeşlik (uhuvvet) ve eşitlik ilkeleri en az hürriyet kadar işlenmiştir. Kur’an’da sık sık hatırlatıldığı üzere, “Sizin Allah nezdinde en şereflileriniz, Allah’tan en çok korkanlarınızdır” (Hucurat, 13). Bu tür bir kardeşlik yalnızca müminlerin imtiyazı sayılmakla birlikte, ümmete dahil olmak isteyenlerin önüne de sed çekilmemiştir. İslam’da, en dar daireden uluslararası ilişkilere kadar itidal, hoşgörü yasal adaletin ilkeleri olarak kalmamaktadır; bunlar aynı zamanda ahlaki ve dini yükümlülüklerdir.24

Dolayısıyla, kulluk şuuru olmadan, ahlak adına istisnai ve ara sıra iyi hasletler ortaya koymak mümkünse de en nihayet varılacak nokta büyük bir ihtimalle keyfilik, zulüm ve sefahat olacaktır. Her şey ahlaki hudutlar içinde gitse bile, sürekli bir nefis muhasebesi yapmadığınız takdirde yaptıklarınız, bir alışkanlık, huy haline gelerek niçin yaptığınızın muhasebesini, bir daha hatırlamamak üzere içinizden söküp çıkarabilir. Başlangıçta ulvi amaçlar için yapılanlar bile, bir süre sonra insan “ben”inin sadizimine hizmet edebilir. Bir harp esnasında yerde yatan hasmını kılıcıyla tam kesmen üzereyken, yenik pozisyondaki şahsın Hazret-i Ali’nin yüzüne tükürmesi, onun ise buna mukabil, “Seninle Allah için dövüşüyordum, şimdi ise şahsi hislerim karıştı, artık sana kılıç çekmeyeceğim” diyerek rakibini öldürmekten vazgeçmesi25 ahlaki bir tavırda gözetilmesi gereken “nasıl” ve “niçin” dengesi hususunda oldukça öğreticidir.

 

Son Söz Yerine

Ferdi ve toplumsal ahlaki davranış kuralları genel olarak felsefi ve dini yükümlülükler olarak ortaya çıkmıştır. Teorik doğruların keşfedilmesi insanlık için önemlidir; ne var ki, amele dönüşmeyen doğrular sonuçta boş birer çerçevedir. Amel, diğer bütün konulardan daha çok ahlak konusunda önemlidir. Ahlak kuru bir iddiadan ibaret kalmayacaksa doğruluk, samimiyet, hürmet gibi vicdani değerlerin kabul edilmesi gerekir. Zira, ödülün ve cezanın kanunlarla tespit edilmesi, kanunlarla hiç bir zaman bütün insan münasebetleri düzenlenemeyeceğine göre, ancak nisbi bir ahlaksal hayatın teminine imkan tanır. Bu noktada hayati bir soru belirmektedir: Tanımı ve pratik değeri bu şekilde yapılan ahlakın en müessir kaynağı ne olabilir? Aklın bir çabası olan felsefe mi? Yoksa, aklın değerinin hiç bir zaman küçümsenmediği taraf-ı İlahiden gönderilen din mi? Ahlakın bir yönü samimiyet, dürüstlük, başkalarının haklarına hürmet ise diğer bir yönü de inanılan doğrunun her ne pahasına olursa olsun yapılması iradesinde açığa çıkar. Bu yazı boyunca işlediğimiz problem, kolayca fark edilebileceği gibi, hakiki ve şümullü ahlakın, felsefi esaslara mı, dini emirlere mi rabt edilerek gerçeklik kazanacağı hususudur. Halen, felsefi alanda en tutarlı ahlak sistemi olarak kabul edilen Kant ahlak sistemi üzerinde yoğunlaşmak maksada muvafık düşüyordu. Kant ahlakı, İslami ahlak nizamıyla pek çok müşterek cihet taşımasına, insan aklının pek parlak bir ürünü olarak ortaya çıkmış olmasına rağmen, taşıdığı boşluklar yüzünden akıbette, spekülatif bir düşünceye dönüşme istidadı taşır. Hasılı kelam, diyeceğimiz şu ki, yaratıcının azametinin kalplerde tespit etmeksizin girişilen ahlak çabaları umutsuzlukla neticelenmeye mahkumdur. Kant’ın öngördüğü ahlak bu eksikliklerden kendisini kurtarabilmiş değildir.

Din mecburi inançlar sistemidir. Bu mecburilik, vicdana bağlanır ve mecburilikle ferdi mesul kılar. İşte bu mesuliyet insanı sonsuzluğa doğru götüren iradenin kaynağıdır. Ahlak, insanın bir noktadan sonra yüce bir varlığa karşı mesuliyet duygusuyla dolup taşması duygusundan beslenir. “Allah korkusu” diye taammüm eden söz, mücerret Allah korkusunu değil, daha çok kullara karşı muamelatta sınırların gözetilmesini anlatmaktadır. “Allah’tan kork” ikazı samimi bir müminin, duyup geçemeyeceği son çağrıdır. Tatbikat olarak, ahlakın en önemli bir veçhesi de doğru bilinen şeyi yapma kararlılığıdır. Kimi zaman hiç bir maliyet içermeyen ahlaki tavır, bazı zamanlarda hayatın feda edilmesi gibi en büyük bir fedakarlığı zorunlu kılabilir. Felsefi ahlak sistemleri bu meseleyi çözümsüz bırakmıştır. Ahlaki bir hayat için insanın hayatının sınırlarını bilmesi, gerektiğinde de hayatını ortaya koyabilmesi gerekir. Bu ise hakiki bir imanı lüzumlu kılar. Çünkü her hakiki hasenat gibi cesaretin dahi menbaı imandır, ubudiyettir.

1. HEİMSOETH Heinz, Ahlak Denen Bilmece, Çev. Necmi Uygur, İstanbul 1957, İstanbul Matbaası, s. 5.

2. BEGOVİÇ Aliya İzzet, Doğu ve Batı Arasındaki İslam, Çev. Salih Şaban, İstanbul 1993, Nehir Yayınları, s. 141.

3. AKARSU Bedia, Ahlak Öğretileri, İstanbul 1982, Remzi Kitapevi, s. 19.

4. AKGÖL Nalan, Sokrat ve Savunması, İstanbul 1971, Yalçın Ofset, s. 20-21.

5. Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi, Der.: Mete Tunçay, C. I, Ankara 1985, Teori Yayınları, s. 294-295.

6. AKARSU, age, s. 137.

7. TOPÇU Nurettin, İsyan Ahlakı, Çev.: Mustafa Kök, Mustafa Doğan, İstanbul 1998, Dergah Yayınları, s. 28-30.

8. ÖZCAN M. Tevfik, “Etik Değerlendirme ve Sosyo-Etik Grup Yargısı”, Hukuk Sosyolojisi ve Felsefesi Arkhivi, Haz.: Hayrettin Ökçesiz, İstanbul 1995, Afa Yayınları, s. 148.

9. İnsandan başka diğer varlıklar, “doğalarına” göre yaşama imkanlarından yoksun kaldıklarında yaşamlarını sürdüremezler. Tuhaftır ki insanı insan yapan hürriyet, bir kez yitirildi mi insan; yaşamaya, hem de, sanki hürriyetini değil köleliğini kaybedip onu bulmuşçasına, devam eder. Bu kerteden sonra özgürlük bir daha uyanmaz. Özgürlük onu tesadüfen bulsa da o kölelikte diretir. TUNÇAY Mete, Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi, C. II, s. 110. Hürriyetin yitimi ile insan ahlak duygusunu da yitirir. Kendine inancı sevme duygusunun kaybolması ile insan, kendi üstündeki güç sahibi olanların seslerini dinleme konusunda o kadar dikkatli olur ki artık kendi sesini dinleme gücü kalmaz. Gerçekte özgürlük erdemin olduğu kadar mutluluğun da zorunlu koşuludur. Söz konusu özgürlük, subjektif seçimler yapma anlamındaki zorunluluktan doğan bir özgürlük değildir. Bu özgürlük, insanın potansiyel olarak ne olduğunu kavrama ve gerçek doğasını kendi varoluşunun yasalarına göre bütünleştirme özgürlüğüdür. KOZAK İ. Erol, İbn-i Haldun’a Göre İnsan-Toplum-İktisat, İstanbul 1984, Pınar Yayınları, s. 310, 14 no’lu dipnot.

10. KANT İmmanuel, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev.: İonna Kuçuradi, Metni gözden geçiren: Abdullah Kaygı, Ankara 1995, Türkiye Felsefe Kurumu, s. 14.

11. ABADAN Yavuz, “Hürriyet Problemi”, İÜHFM, C. VII, S. 1, s. 291.

12. KANT, “Ahlak Metafiziğinin…”, s. 15.

13. ÇAĞIL O. Münir, “Filozof İmmanuel Kant’ın Sisteminde Ahlak ve Hukukun Felsefi Esasları”, İÜHFM, C. XIII, S, 3, 1947, s. 1114-1115.

* a priorileri görme olayındaki ışığın rolüne benzetebiliriz. Görme olayında ışığın rolü ne ise bilgi olayında da “a priori”lerin rolü de odur. Her mümkün görme olayında ışık vardır. Biz nesneleri ışığın onlardan yansıması ile görüp algılarız. Burada arzu ettiğimiz bizatihi ışığın kendisini görmek değildir. Ama yine de görmek için mutlaka ışığa ihtiyaç duyarız ve nesneleri ışıkla birlikte algılarız. Saf ışıkta görme yoktur. Aynı şekilde yalnızca a prioride de bilme yoktur. Ancak duyumdan deney yoluyla ve a priori’lerin katılmasıyla bilgi elde edilir. Yani ışıkta yansıyacak nesne olması halinde görme olayı gerçekleşir Duyu verilerinin bize objeleri verebilmesi, yani duyu verilerinin bir şeyin nitelikleri olarak, bu şey ile belli bağlantılar içinde kavranması, anlama yeteneğinin işidir: “Kavramsız algı kördür”. Duyu verileri objektif düzenden yoksun olsaydılar karmaşık bir rüyada olduğu gibi her şey anlamsızlığa dönüşecekti. HEİMSOETH Heinz, İmmanuel Kant’ın Felsefesi, Çev.: Takiyyettin Mengüşoğlu, İstanbul 1986, Remzi Kitabevi, s. 86.

14. TEPE Harun, “Bir Felsefe Dalı Olarak Etik”, Doğu-Batı Dergisi, Yıl. 1, S. 4, s. 17, 18.

15. ARENDT, Crisis of Republic, New York 1972, Harcourt Brace Jovanovich, Inc., s. 61, 62.

16. NORMON Cousins, “A matter of life”, 1963, s. 83 vd. aktaran Hannah Arendt, Crisis Of The Republic, New York 1972, Harcourt Brace Jovanovich, s. 56, 57.

17. ÇAĞIL, “Filozof İmmanuel Kant’ın Sisteminde Ahlak ve Hukukun Esasları”, İÜHFM, C. XXVI, S. 1-4, 1960, s. 1123.

18. ÇAĞIL, “Filozof İmmanuel Kant’ın…”, s. 1123. Kant’ta Tanrı-ahlak ilişkisi için bkz. AYDIN Mehmet, Tanrı-Ahlak İlişkisi, Diyanet Vakfı Yayınları, Basıldığı yer ve yıl belirtilmemiş, özelikle s. 50-55’e bakılabilir.

19. ÇAĞRICI Mustafa, Gazali’ye Göre İslam Ahlakı, İstanbul 1982, Ensar Yayınları, s. 18.

20. PAZARLI Osman, İslam’da Ahlak, İstanbul 1980, Remzi Kitabevi, s. 13.

21. NURSİ Bediüzzaman Said, Lem’alar, Germany 1994, Yeni Asya Neşriyat, s. 118.

22. NURSİ Bediüzzaman Said, Sözler, Germany 1994, Yeni Asya Neşriyat, s. 541.

23. TOYNBEE Arnold, Medeniyetler Yargılanıyor, çev.: Ufuk Uyan, İstanbul 1991, Ağaç Yayıncılık, s. 182, 183.

24. HADDURİ Macid, İslam’da Adalet, çev.: Selahattin Ayaz, İstanbul 1991, Yöneliş Yayınları, s. 194.

25. NURSİ, Bediüzzaman Said, Mektubat, Germany 1994, Yeni Asya Neşriyat, s. 259.

http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=23

This entry was posted on Pazar, Mart 10th, 2013 at 05:13 and is filed under AHLAK. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz