-
25th Nisan 2010

Lailahe illallah Özgürlük Manifestosudur

NEMRUD KISSASI VEYA HEGOMONUN GENETİĞİ

“Hegomon” sözcüğü Latince güç sahibi olmak, tahakküm (hegomonia) kökünden geliyor. Eski Yunanca’da aynı anlamda (h)egemon deniyor. Türkçe’ye Latince kökten esinlenerek “egemen” olarak geçmiş…

“Karun kıssası veya zenginin genetiği” makalesi mülkü “mal” (para, servet) boyutundan ele alıyordu. “Nemrud kıssası veya hegomonun genetiği” ise mülkü “iktidar” (güç, egemenlik) boyutundan ele alıyor. Malum, Kur’an’da mülk, mal ve iktidar gücü anlamında kullanılan bir kavramdır. Bu durumda “Mülk Allah’ındır” (lehu’l-mülk) ifadesi müstağninin (malı ile büyüklenen) ve müstekbirin (iktidarı ile büyüklenen) kibrini kırıcı ve genetiğini çözücü bir ifade…

***

“Bireysel psikoloji” ekolünün kurucusu Alfred Adler’e göre her birey “aşağılık kompleksi” içinde doğar ve yaşamı boyunca bu duyguyu gidermek için çabalar.

Çünkü biz insanlar doğduğumuzda altı temizlenmesi, süt emzirilmesi gereken ve ağlayıp duran birer zavallıyızdır. Basılınca böcek gibi ezilebilecek küçücük bir yaratığızdır. Etrafımızda kocaman kocaman adamlar dolanır, elden ele, kucaktan kucağa dolaştırılırız.

Dünya çok büyük, gökyüzü devasa ve biz minnacık bir bebeğizdir.

“İşte bu” diyor Alfred Adler, insan ruhunda sonraki tüm yaşamı boyunca peşinden gittiği bir eksikliğini giderme ve bundan mütevellit “üstünlük kompleksi” doğurur. Ona göre insanoğlundaki “mal hırsının” ve “iktidar tutkusunun” kaynağı buradan gelir.

***

Kur’an’da “Kıssaların anası” bir insan (Adem) çözümlemesi olduğuna göre, orada geçen “yıkılmayacak bir mülkün” (Taha; 20/120) sahibi olacaksınız, “mülke kavuşacak/melik olacaksınız” (A’raf; 7/20) ifadeleri ve “Beni ateşten onu çamurdan yarattın, ben ondan üstünüm” (A’raf; 7/12) iddiaları bununla ilgidir. Keza böylesi tipler anlatılırken kullanılan “istikbâr” (büyüklenme kompleksi) veya “müstekbir” (büyüklenme kompleksine kapılan) kişiler de hep bununla ilgilidir. (bkz. ‘Kıssaların anası’ başlıklı makale).

Yine Kabil-Habil kıssası, Karun kıssası, Salih’in devesi kıssası, Firavun kıssası gibi bir çok kıssa “kıssaların anasını” bir yönüyle açıklamak için anlatılır. Bu noktada Kur’an öykülendirmelerinin “kıssaların anası” ile sıkı bir içsel örgüye ve sağlam bir mantıki tutarlılığa sahip olduğunu görüyoruz.

“Her doğan çocuk ile Adem kıssası yeniden başlar” Yaşayan Kur’an ilkesi gereğince de tüm bu kıssalar aslında hep bizi; seni, beni hepimizi anlatır. Kur’an kıssalarının kahramanı onu o anda kim okuyorsa odur…

***

İşte bunlardan birisi de Bakara suresinin sonunda geçen ve “Nemrud kıssası” diye bilinen kıssadır. Burada “iktidarın (hegomanyanın) tabiatı” ele alınır ve “muktedirin (hegomonun) genetiği” çözülür.

“Allah kendisine mülk (iktidar ve mal) verdi diye, İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? Hani bir zamanlar İbrahim ona ‘Rabbim yaşatan ve öldürendir’ demişti. O ‘Ben de yaşatır ve öldürürüm’ diyerek karşılık vermişti. İbrahim ‘Allah güneşi doğudan getirir, hadi sen de batıdan getir bakalım’ deyince o kâfir donakalmıştı. Allah zalimlere doğru yolu nasip etmez.” (Bakara; 2/258).

Yani: Bir önceki ayette “tağut”tan bahsedildiğine göre, kendisine mülk (iktidar ve mal) verilince büyüklük kompleksine kapılarak kendine yabancılaşan, İbrahim’in memleketi Irak’taki Babil İmparatorluğu’nun başındaki Nemrut örneğini, “tâğutların”ın kimler olduğuna dair tarihten bir yaprak olarak dinle: İbrahim’in babası Nemrut’un sadık bir memuru idi. İbrahim büyüyüp olgunluk yaşına gelince “tevhit ve adalet” çağrısına başladı. Babası onu Nemrut’a ihbar etti. Nemrut, İbrahim’i huzura çağırdı ve onunla tartışmaya girişti. “Yaşatan ve öldüren benim” diye küstahça böbürlendi. İbrahim, “Yaşatan da öldüren de Allah’tır. Sen bir insansın, haddini aşma.” dedi. Aralarında şiddetli tartışmalar oldu… İşte tâğutlar böyle Allah’a karşı diklenirler; “Elimizde mülk (iktidar ve mal) gücü var” diye tanrılık taslarlar. Kendilerini de peşlerinden gelen halklarını da karanlıklara sürüklerler. İşte tâğutlar bunlardır; tanıyın bunları…

“Yaşatmak ve öldürmek” iksadî ve siyasi olarak hegomonda yıkılmayacak bir güç vehmetmeyi ifade ediyor.

Çünkü yaşatmak, bilfiil ölüyü diriltmek olamayacağına göre insanlara iş vererek, çalıştırarak, malı ve parası ile doyurarak ve soluk alıp vermelerine (güya) izin vererek yaşamaları sağlama demek oluyor. Hegomon, artık yaşatanın, doyuranın, yedirenin, içirenin, giydirenin, barındıranın kendisi olduğunu sanmaya başlıyor. Buradan kendine pay çıkararak “yıkılmayacak bir mülkün sahibi” olduğu vehmine kapılıyor. Böylece tanrı veya tanrılıktan bir gücün kendisine geçtiği zehabına kapılarak şirk koşmuş oluyor.

“Öldürmek” ise hegomonda hem aç ve bîilaç bırakma şeklinde mustazaflaştırma (zayıf bırakma/ güçten düşürme) , hem de “siyaseten katl” dediğimiz yolla istediğini yok etme gücü vehmettiriyor. Böylece hegomon, rakiplerini güçsüz düşürdükçe veya yok ettikçe, kanla beslenen vampir gibi azmanlaşıyor.

“Kendisine mülk verilen kişi” yani iktidar ve mal sahibi kişi, içinde dinmek bilmeyen aşağılık kompleksini bu yolla tatmin ettiği için sürekli olarak iktidar ve mal (mülk) peşinde koşuyor. İktidara ve mala (güce) adeta tapıyor. Kendinden güçsüze Nemrud olurken, kendinden daha güçlü görünce donakalıyor. Onun için İbrahim’e “İstesem seni şu an yaşatır veya öldürürüm; güç bende” derken, “Allah güneşi doğudan getirir, sende batıdan getir bakalım” diyen bir “daha güçlü” görünce donakalıyor.

“Donakalmak” aslında daha güçlü görünce tırsmak, güçsüze Firavunken, daha güçlü görünce köleleşmek anlamına geliyor. Bu anlamda güç hegomonda temel değer olduğu için ya gücüne taptırıyor, ya da güçlüye tapıyor. Güçlüye tapması, ondan daha güçlü hale gelinceye kadardır. Çünkü girdiği tüm ilişkiler hegomoniktir. Ya kendi hegomonyasına kölece itaat bekler, ya da kurulu hegomonyaya, kendisi hegomon oluncaya kadar kölece boğun eğer.

Hegemon veya otoriteryen kişiliğin altında yatan Alfred Adler’in “aşağılık kompleksi” dediği şeydir. Adler’e göre psikiyatrik bir hastalıktan çok psikolojik bir durum olan aşağılık kompleksi, kişide hegomon davranışlar ve çabalar şeklinde belirir. Yani aşağılık kompleksini, üstünlük kompleksi şeklinde gidermeye çalışır. Her üstünlük kompleksinin altında mutlaka bir aşağılık kompleksi yatar. Üstünlük mal ve iktidar ile sağlanacağı için de hegomon karakter ona yönelir.

Demek ki “Beni ateşten onu çamurdan yarattın; ben ondan üstünüm” iddiasının altında, derin bir aşağılık kompleksi yatmaktadır. Bu kıyaslamayı “Ben zenginim, o yoksul, ben beyazım o zenci, ben Türk’üm o Kürt, ben erkeğim o kadın, ben batılıyım o doğulu …” vs. şeklinde de okuyabilirsiniz. Bunların hepsinin altında aşağılık kompleksi yattığını anlamak için fazla zorlanmaya gerek yok. Bir yanımızdaki mağlubiyeti (güçsüzlüğü), diğer yanımızla galibiyete (güce), bir yanımızdaki aşağılanmayı diğer yanımızla üstünlüğe çevirmeye çalışıyoruzdur.

Onun için hegomonik ilişki boyuna güçsüzken güç yüceltisi, güçlüyken güçsüz aşağılaması üreten bir totoloji (anlamsız tekrar) oluyor. Oysa olması gereken güçlü-güçsüz (yöneten-yönetilen, efendi-köle, zengin-yoksul, zenci-beyaz vs.) üreten mekanizmanın (mülkün) tabiatını ve onunla ilişkiyi sorgulamaktır.

***

Görüldüğü gibi mülk, esasen iktidar ve mal sahibi olma etrafında dönüyor. Çünkü bu ikisi arasında kopmaz bir bağ var. İbn Haldun şöyle der; “İktidar mala, mal iktidara götürür; bu ikisine mülk denir.” Günümüzde buna iktisat ve siyaset (ekonomi-politik) deniyor.

Kur’an’ın ilk Mekkî ayetlerinde mülkün (mal ve iktidarın) yani ekonomi-politiğin mal (servet, zenginlik) boyutu öncelenerek ele alındığını görüyoruz. Hatta işe onunla başlanıyor. Örneğin daha ilk surede istiğna ile tağutluk arasında ilişki kuruluyor: “İnsan mal ve servet zenginliğini kendine yeterli görünce tağut olur” (Alak; 6-7). Mekkeli tefeci bezirganlardan bahsederken hep “tuğyan etmek/tağut olmak” fiili kullanılıyor. Bahçe sahipleri “Biz zalimleştik” diyorlar. “Tağut ile hükmolunmayı istemek”, sırf zengindir, malı çoktur diye birisinin iktidarını onaylamak demek oluyor.

Demek ki “istiğna” ve “tağut” Kur’an’ın ilk kavramları… İstiğna “ğina” kökünden gelir ve mal, servet, para sahibi olmak demektir. Demek ki kişi önce mal zengini (mustağni) oluyor, sonra bununla büyüklük kompleksine kapılıyor (müstekbir). Bunlardan kaynaklanan kendinden menkül bir hakla ötekiyle “hegomonik” ilişkiye girmeye kalkışıyor. İşte buna tuğyan/tağut olmak deniyor. Kur’an’ın ilk suresi olan Alak suresi, böylesi bir tipin salât ederken bir kulunu nasıl engellemeye/yasak koymaya (nehy) kalkıştığını anlatır. Bu anlamda Kur’an, nazil olmaya, ilk olarak mal ve iktidar sahiplerinde görülen “hegomonik ilişki” yi sorgulayıp mahkum ederek başlıyor. “İşte bütün meselem, her meselenin başı!” (NFK).

***

Kur’an’ın “La ilahe illallah (Allah’tan başka tanrı/otorite yoktur) veya “La hükme illa lillah” (Hüküm koymak/hükümet etmek/egemenlik hakkını kullanmak sadece Allah’a mahsustur) ifadeleri bu anlamda Cemil Meriç’in de dediği gibi anarşizme yakın durur.

Çünkü anarşi Türkçe’deki populer anlamı ile kuralsızlık değil; yönetimsizlik/iktidarsızlık (a- (n) arche) demektir. İnsanın insan tarafından yönetilmesini, populer İslamcı argümanla kula kul olmayı reddetmek anlamındadır.

Burada, insanlar arasında her türden “hegomonik” ilişkinin reddi vardır. “İllallah” şeklindeki kelime-i şahadetin ikinci kısmında ise insanın uyması gereken tek şeyin “Allah” olabileceği beyan edilir. Yani insanlar tek yanlı hegomonik dayatmalara değil; kendi dışlarında hepsini birden bağlayacak kurallara uyabilirler. Buna anarşist filozoflar evrensel ahlak kuralları, tarihin ve tabiatın diyalektik yasaları veya gönüllü sözleşmelerden doğan kurallar derler.

***

Allah adına ortaya çıkan yönetimlere/iktidarlara değil; bizzat Allah’ın dediğine…

Evrensel ahlak kurallarını uygulamak adına ortaya çıkan yönetimlere/iktidarlara değil; bizzat evrensel ahlak kurallarının kendisine…

Tarihin ve tabiatın diyalektik yasalarını uygulamak adına ortaya çıkan yönetimlere/iktidarlara değil; bizzat tarihin ve tabiatın diyalektik yasalarının kendisine…

Gönüllü sözleşmeleri uygulamak adına ortaya çıkan yönetimlere/iktidarlara değil; bizzat gönüllü sözleşmelerden doğan kuralların kendisine…

“La ilahe”, işte bu araya giren yönetimlerin/iktidarların/otoritelerin (hegomonyanın) reddidir. “illallah” da yönetimsiz/iktidarsız/otoritesiz doğrudan (ilâhî) kurallara uymaktır.

“Bu nasıl olur?” diyecekseniz…

BİR: Büyük, merkezî, otoriter ve totaliter hegemonyalar yerine, küçük ve yerel toplulukların kendi kurallarına uyarak yaşaması ile…

İKİ: Kuralları uygulamak adına ortaya çıkan temsilcilerin veya iktidarı kullanma yetkisi verilenlerin (kendisine mülk verilmiş olanların) adil ve sağlam bir hukuk ile sürekli, eleştirel, devrimci ve amansız denetimi ile…

Aksi halde tabiatında zaten “bozma” potansiyeli olan mülkün “yaşatan ve öldüren benim” diyen hegomonlar üretip durması kaçınılmazdır.

***

Lailahe illallah ve Lehu’l-mülk bize bu denetimi sağlayacak bilinci ve dinamizmi veriyor. Öyle ki bu bilinç ve dinamizm bizi her türden hegomonik ilişkiye karşı dinç tutar. Muktedir ve müstağni saldırılara karşı kalkan olur. Mülkün hegomonik tabiatını deşifre eder. Lailahe muktedirin , Lehu’l-mülk de mustağninin panzehiridir. İnsanı her şeyden önce kendine yabancılaşmaktan kurtarır, muktediri ve mustağniyi hizaya getirir.

Tabi bunları “tarikat virdi” şeklinde değil; bireysel ve toplumsal denetimin muharrik gücü olarak anladığımız takdirde…

Gel gör ki her gün minarelerden bu sözü (lailahe illalah) dinlediğimiz halde bütün ilişkilerimiz hegomoniktir. Çünkü daha doğarken zavallı doğmuşuzdur ve toplumun bütün katmanlarından ezilerek, aşağılanarak büyürüz.

Ailede dayak yeriz, baba ve anne tarafından aşağılanırız.

Askerliğimiz dayakla, aşağılanmayla, küfürle geçer. Askere gidip de dayak yemeyenimiz veya küfür işitmeyenimiz yoktur.

Hep kahır hep kahırla geçer ömrümüz.

Böyle olunca ruhumuza sinmiş bu hegomonik iklim, ilk fırsatta bizde yeniden yeşerir.

Evlenen karısına “sahip” olmak ister. Gönüllü nikah sözleşmesiyle doğan, kurallara karşılıklı uymaya dayalı eşit bir hayat sürdüremeyiz. Evliliği alım satım gibi görürüz. Satın aldığımıza sahip olmak tabiî ki hakkımızdır. İlişki yine hegomoniktir…

İşveren, çalıştırdığına “sahip” olmak ister. Gönüllü iş sözleşmesiyle doğan, iş ve emek kurallarına karşılıklı uymaya dayalı eşitlikçi bir çalışma hayatı sürdüremeyiz. İşçiyi satın alınmış köle gibi görürüz. Onun ekmek kapısıyızdır, onun için de onun sahibi (rabbi) bizizdir. İlişki yine hegomoniktir…

Yöneten, yönettiklerinin “sahibi” olmak ister. Gönüllü toplum sözleşmesiyle, karşılıklı rızaya, birbirimizin işine görmeye dayalı eşitlikçi bir siyasi hayat sürdüremeyiz. Yönetileni sürü gibi görürüz. “Ohaa” diyerek sürümüzü güderiz, onlar doğruyu kendiliklerinden bulamayacağından boyuna balans yapar, ayar çekeriz. İlişki yine hegomoniktir…

Şöhret sahibi hayranlarının “sahibi” olmak ister. Hayranlarının baygın bakışları karşısında kendinden geçerek kendinde tanrısal güç vehmeder. Onları, etrafında pervane olmuş sinekler gibi görür. Hiçbir değer ve önemleri yoktur aslında. Nihayetinde bir çiğnemlik işleri vardır. Biri gider onu gelir. Onlar pervane oldukça, şöhret, insan olmaktan çıkar. Birbirini açan, geliştiren, özgürleştiren, eşitlikçi bir ilişki yerine, hegomonik alinasyon (her iki tarafı da kendine yabancılaştırıp insan olmaktan çıkaran efendi-köle döngüsü). İlişki yine hegomoniktir…

Yazar, okuyucularının “sahibi” olmak ister. Hür tefekkürün karşılıklı paylaşımı yerine, buyurganlık hüküm sürer. Yazarı eleştirmek, yazarın karizmasını sarsacağından görülmemeli ve duyulmamalıdır. “Yazının altındaki o yorumlara nasıl izin veriyorsun?” veya “Yanına gelen bir okuru nasıl saatlerce dinleyebiliyorsun?” sorusu bu kafayı yansıtıyor olmalı… Öyle ya yazarın sırçalı köşkten tanrısal “katına” nasıl çıkabilir ki okur dediğin. Çünkü yazar buyurmak sadece buyurmak için vardır. İlişki yine hegomoniktir…

Vehasıl komutan askerinin, lider partilisinin, şehy muridinin, kanaat önderi cemaatinin “sahibi” olmak ister. Gönüllü, özgür, eşit ve birlikte iş yapma yerine yukarıdan aşağıya itaat boyuna itaat isterler. Çünkü komutan askerinin, lider partisinin, şehy muridinin, kanaat önderi cemaatinin mutlak hegomonu ve hatta yaratıcısıdır…

Bu kartondan hegomanyaları darmadağın eden soru ise “Güneşi batıdan getir bakalım?” sorusudur. Çünkü bu öyle kıldan ince kılıçtan keskin sorudur ki, soru soranların piri İbrahim’in dilinden seyfullaha (Allah’ın kılıcına) dönüşür. Her hegomonu donakaldırıp deşifre eder; biçip atarak yer ile yeksan eder.

Her türden hegomonik ilişkinin panzehiri bu sorunun altındadır. (İhsan Eliaçık)

http://www.haber10.com/makale/19408

 

This entry was posted on Pazar, Nisan 25th, 2010 at 04:53 and is filed under *ÇOKTANRICILIK(Şirk). You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz