-
29th Eylül 2008

Küçük Şeyler’den Alıntılar-Prof. Üstün Dökmen

posted in PSİKOLOJİ |

Küçük Şeyler’den alıntılar-Prof. Dr. Üstün Dökmen

“KÜÇÜK ŞEYLER ÜZERİNE BİR ÖYKÜ: İKİ DOST, BİR KUŞ

Bir zamanlar bir ülkede iki arkadaş varmış. Bunlar pek haylazmış, üstelik sürekli gevezelik ederlermiş. Çevrelerindeki büyükler bunlara o kadar çok “Evladım az ve öz konuşun” demişler ki, sonunda adlan Az ve Öz kalmış.

Az, çok haylazmış; Öz de haylazmış ama, iyi–kötü ucundan kenarından okurmuş. Eski Yunan’dan, Eski Roma’dan, Eski Türk’ten kitaplar okurmuş Öz. Aisopos’u bile tanırmış. (Yüz yüze görüşmemişler ama kalpten tanışmış, o kısa, kambur, kekeme, ama tatlı dilli Aisopos ustayla.)

Neyse lafı uzatmayalım, Az ile Öz günlerden bir gün kötü işlere bulaşmışlar, kötü adamlarla dalaşmışlar. Ve bir gün olanlar olmuş. Haydutlar Az’ın ve Öz’ün gözlerini bağlayıp kaçırmışlar. Öyle az öteye değil; bir araca bindirip günlerce uzaktaki bir yere götürmüşler. Taştan bir odaya kapatmışlar. Odanın duvarında ufak bir pencere varmış. Demirli. Bu pencereden bakınca yalnızca gökyüzü gözüküyormuş.

Günlerdir gözleri bağlı yolculuk eden Az ile Öz çok yorgun düşmüşler ve nerede bulundukları konusunda en küçük bir bilgileri yokmuş. Haydutlar iki arkadaşı taş odaya koyduklarında gözlerini açmışlar.

Öz hemen uyumuş. Az ne olur ne olmaz diye uyumadan beklemiş. Bir süre sonra Öz uyanmış ve Az’a “Ben uyurken ne oldu?” diye sormuş. Az, hiçbir şey olmadığını söylemiş. Öz “Hiçbir şey duymadın mı, görmedin mi?” demiş. Az, “Hayır, sadece pencereye bir kuş kondu” demiş. Öz heyecanla “Nasıl bir kuştu?” demiş. Az “Bilmiyorum dikkat etmedim, basbayağı bir kuştu, tam göremedim, sadece gagası gözüktü” demiş. Öz “Gagası nasıldı?” diye devam etmiş. Az, “Ne bileyim dikkat etmedim” demiş.

Öz bu duruma çok üzülmüş. “Hay ben sana ne diyeyim; eğer o kuşun gagasına dikkatli baksaydın, şimdi nerede olduğumuzu bilebilirdik” demiş. Az “Saçma, bir gaga çok küçük bir şey. Ona bakıp nerede bulunduğumuzu nasıl anlayabiliriz ki?” demiş.

Öz “Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır” demiş ve devam etmiş:

Bu dünyada küçük şeyler yoktur.

Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır.

“Bak eğer kuşun gagası uzun ise bizi Alma’nın (Alma yola çıktıkları kasaba imiş) kuzeydoğusundaki bataklık bölgeye getirmişler demektir. Uzun gagalı kuşlar suyun dibindeki solucanları, küçük kabuklan toplar çünkü, Eğer kuşun gagası, kısa, ince ve sivri ise ağaç kabuklarındaki böcekleri yiyordur; Söğüt Bülbülü’dür örneğin. Bu durumda bizi güneydeki ormanlık bölgeye getirmişlerdir. Eğer gagası eğri, çapraz uçlu ise, çam kozalaklarının pullarını ayıran bir çapraz gagadır. Bu durumda batıdaki çamlık bölgeye getirmişlerdir bizi. Eğer gagası kısa, kalın, güçlü ise tohumların, yemişlerin sert kabuklarını kırıyordur. Bu durumda Alma’nın kuzey batısındayız demektir. Nerede bulunduğumuzu bilmek ise kurtulma yolunda ilk adım olabilir.”

Az duydukları karşısında hayretler içinde kalmış, Öz’e “Küçük bir şeyden böyle büyük sonuçlar çıkarabileceğini hiç düşünmemiştim. İyi de bütün bunları şimdiye kadar niçin bana öğretmedin?” Öz, “Şimdiye kadar böylesine zor durumda hiç kalmadık da o yüzden. Bu dünyada her durumda işe yarayacak küçük bilgiler vardır. Uygun durumda uygun bilgiyi kullanırsan büyük sonuçlar çıkar ortaya. Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür” demiş.

Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür.

Kıssadan Hisse (Öyküdeki Önem):

Büyük şeylere küçük adımlarla ulaşılır. Ve insan, bedenine ve dünyaya hapsedilmiştir; taştan bir hücrede gibidir. Çevresindeki pek çok küçük şeyi fark ettikten sonra özgürlüğüne kavuşabilir. Bir gün yıldızlara ulaşabilmek için, bugün yeryüzündeki her şeyi değerlendirmeniz gerekir. Azlık çokluğun özüdür. Ve bir de şu: Evren, bir bütündür, tektir. Belki bu yüzden evrende birbiriyle tamamen ilişkisiz iki şey yoktur. İlişkileri görebildiğinizde, evren kalbini açar size. İşte Az ile Öz’ün öyküsü bunları anlatıyor bize.” (s. 13-15)

…………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………

“Genelde büyük şeylere değer veririz. Ancak büyük şeylere ulaşabilmek için küçük şeylere, küçük adımlara ihtiyacımız vardır.

Devasa büyüklükteki çığları ortaya çıkaran şey, başlangıçtaki ufacık kar parçacıklarıdır. Bütün büyük ırmaklar, dağlardaki sızıntılarla, çanak büyüklüğündeki gözelerle gözlerini dünyaya açarlar.”

Akiro Krusava’nın çevirdiği Dersu Uzala adlı bir film vardı. Sibirya’daki ormanlara uyum sağlamış bir adamı anlatıyordu. Dersu Uzala, ormanda bir ayak izi gördüğünde, bu izin sahibinin genç bir insan mı yoksa yaşlı mı olduğunu anlayabiliyordu. Gençlerin ayak izlerinin arkası, yaşlıların ise ön tarafı daha derin oluyormuş. Çünkü gençler dik, yaşlılar ise öne doğru hafifçe eğilerek yürürlermiş.

Benzer şekilde atomları oluşturan parçacıklarda ortaya çıkan -bize göre- küçük farklılıklar, bambaşka elementlerin, maddelerin oluşmasına yol açmıştır.

Hintliler alışık olmayan gözlerin göremeyeceği ufacık bir bulut kümesine bakıp muson yağmurunun başlayacağını bilirlermiş. Anadolu köylüsü de bir zamanlar belirli bir yönden çıkan küçük bulutları görür görmez, “sağanak geliyor” diye harmanı toplardı.

Hekimler en küçük belirtileri, dedektifler ulaşabildikleri bütün ipuçlarını değerlendirirler.

Sonuçta, ister bir ormanda, ister bir muayenehanede olalım, yaşamdaki küçük ipuçlarını fark ettiğimizde, doğaya uyum sağlamamız, yarına kalmamız kolaylaşır.

Aslında bu durumun farkındayızdır. Küçük Şeylerin önemi geleneksel kültürümüzde “bir mıh (bir tür çivi) bir nal kurtarır, bir nal bir süvari kurtarır” özdeyişiyle ifade edilir. Ancak pratikte küçük şeylere ne ölçüde önem verdiğimiz ve özellikle küçük şeylerden mutlu olmayı ne ölçüde becerdiğimiz tartışmaya açık bir konudur.” (s. 17-18)

Küçük ipuçlarını fark ettiğimizde, doğaya uyum sağlamamız, yarına Kalmamız Kolaylaşır.

……………………………………………………………………………………………….

……………………………………………………………………………………………….

“Küçük şeyler, doğa–insan etkileşiminde olduğu kadar, insanlar arasındaki iletişimlerde de önemlidir. Konuşurken, tek bir kelimeye alınırız veya tek bir kelimeye seviniriz. Birbirimizin yüz ifadelerinden, en küçük mimiklerinden sürekli anlam çıkarmaya çalışırız. Karşımızdakinin sözleri ile mimikleri arasındaki küçük çelişkiler bizi çok ilgilendirir. Örneğin birisi bizi evine davet ettiğinde, bu daveti yürekten mi, yoksa usulen mi yaptığı konusunda ipucu yakalamak için onun yüz ifadesini inceleriz. Genelde, davette bulunan gözlerini aça aça ve hafif yalvarır bir ifadeyle “Allah aşkına gel bak, gelmezsen ölümü gör” diyorsa, gitmemiz gerektiğine gönül rahatlığıyla karar veririz.” (s. 19)

……………………………………………………………………………………………….

………………………………………………………………………………………………..

“Kadınların empatik becerilerinin erkeklerin empatik becerisinden daha yüksek olması, “kadın duyarlılığı” kavramıyla açıklanabilir. İyi de kadınlar niçin daha duyarlı? Niçin erkeklere oranla daha iyi empati kurabiliyorlar?

Kadın, erkeğin gözüne bakmak, onun sinirli olup olmadığını anlayıp kendini ona göre ayarlamak zorundadır. Aksi halde, sözel ya da fiziksel saldırıya uğrayabilir.

Erkeğin şu andaki davranışlarına bakıp az sonraki davranışlarını tahmin etmek zorunda olan kadın, giderek onun yüz ifadelerine, vücut diline daha duyarlı olmuştur. Bu durum da kadının empatik becerisinin gelişmesine yol açmıştır.” (s. 20)

…………………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………………

“Empati, doğuştan sahip olunan bir özellik değildir. Araştırmalar, kadın–erkek herkesin empatik becerisinin eğitim yoluyla geliştirilebileceğini, empati kurmanın öğrenilebilen bir şey olduğunu göstermektedir.

Belli mesleklerdeki kişiler, meslekleriyle ilgili şeylere giderek daha fazla dikkat eder hale geliyorlarmış. Örneğin, terziler insanların elbiselerine, berberler saçlarına, ruh sağlığı uzmanları yüz ifadelerine daha fazla dikkat ediyorlarmış. Bir tiyatro salonunu, küçük bir deliği bir saniye açıp kapatarak bir tiyatrocuya gösterdiğinizde seyirci yoğunluğunu, bir itfaiyeciye gösterdiğinizde ise salonda kaç kapı olduğunu algılıyormuş.

Bunlar ve benzeri örnekler, küçük şeylere dikkat etmenin, aslında öğrenilebilen bir şey olduğunu göstermektedir. Belirli ortamlar, belirli yaşam koşulları bize bazı şeylere özellikle dikkat etmeyi öğretir.

Bildiğim kadarıyla biz Türkçe’de kara iki ad veririz: Kar ve kırç. (Kırç, diş diş olmuş eski kardır.) Eskimolarda ise otuza yakın kar adı vardır. Kültürlerdeki bu farklılıklar, yaşam şartlarından kaynaklanıyor olsa gerek.” (s. 21)

………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………

“Küçük farklılıkları yakalayamamak, ötekileri yanlış algılamamıza, zaman zaman da mutsuz olmamıza yol açar.

Bir arkadaşım anlattı. Havaalanında bir grup Türk oturuyorlarmış. Birkaç Japon çocuk bunların karşına geçmiş, baş ve işaret parmaklarıyla gözlerinin altını ve üstünü çekiştirip, yani çekik gözlerini yuvarlak hale getirmeye çalışarak bir yanda da “Hımm.. ” sesi çıkarıyorlarmış. Birkaç kişinin bunlar bizimle dalga geçiyor diye canı sıkılmış. Arkadaşım ise “Kızmayın, biz de küçükken Çinlilerin karşısına geçip, parmaklarımızla gözlerimizi iki yana çekiştirip ‘Hımmm… ‘ derdik” demiş.

Galiba herkes, kendi gözünün, kendine ait her şeyin normal olduğunu, ötekilerde ise bir tuhaflık bulunduğunu düşünüyor.” (s.23)

…………………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………………

“Küçük şeylere dikkat öğrenilebilen bir şeydir, insanlar, içinde yaşadıkları ortama, aldıkları eğitime göre birtakım küçük şeylere dikkat etmeyi öğreniyorlar. Çiftçiler, hekimler, terziler, dedektifler, kendi uğraşlarıyla ilgili küçük ipuçlarını değerlendirmeyi öğrenebiliyorlar.

Küçük şeylere dikkat etmeyi öğrenebilen insan, bunlar karsısında mutlu veya mutsuz olmayı da öğrenebilir.

Yani bazıları bardağın yarısı boş diye esef etmeyi, bazıları ise yarısı dolu diye sevinmeyi, şükretmeyi öğrenmiş. Doğuştan iyimser veya kötümser olmuyoruz. Belirli durumlar karşısında iyimser veya kötümser olmayı çeşitli yollarla öğreniyoruz. Örneğin, büyüklerimizi model alarak öğreniyoruz.”

Eğer bir insan genelde kötümser, karamsar ise, galiba zamanla bu karamsarlığı destekleyecek yönde küçük ayrıntıları fark eder hale geliyor. Negatifi vurgulaya vurgulaya, yaşama negatif bir bakış tarzı geliştiriyor. Bu durumun sonucunda da, arabesk şarkılarda duyduğumuz “batsın bu dünya” tavrı çıkıyor ortaya. Karamsarlığı öğrendiğimiz gibi iyimserliği de öğrenebiliriz. (s. 25)

“Küçük şeylerden mutlu olabileceğimiz gibi, mutsuz da olabiliriz. “Neyin küçük, neyin büyük olduğu veya küçük şeylerden hangisinin ne ölçüde önemli olduğu görecelidir.

Eldeki ölçüt “yarına kalmak” olmalıdır. Eğer bir olaya verdiğimiz değer, yarına kalma ihtimalimizi artıracaksa önemlidir, artırmayacaksa önemli değildir. Her şeyin göreceli olduğu bir dünyada kişinin kendini koruması esas olmalıdır.

İnsanın, göreceli bir dünyada, dünyaya uyum sağlayacak, kendini mutlu kılacak şekilde, çevresindeki olayları önemli ya da önemsiz algılamaya yetecek beyin gücü vardır.

Bir çocuğun sokakta bana gülümsemesi çok önemli bir olaydır. Birisinin ters ters bakması ise, düzeltmem gereken bir davranışım varsa önemlidir; ama yapabileceğim bir şey yoksa hiç önemli değildir. Kendimi bu şekilde düşünecek şekilde eğitebilirim.” (s. 27)

“Bir insan parmağı, evrende çok küçük bir şeydir. Ama bir parmak izinin, geçmişteki ve gelecekteki tüm parmak izlerinden farklı olması, işte bu büyük bir şeydir. (Olasılıklar aleminde, küçük olasılıkların mevcudiyeti, bazen ise büyük olasılıkların imkânsızlığı, büyük bir şeydir.)” (s. 30)

“Yaşaminizdaki enstantaneleri yakalamak: küçük şeylerden büyük mutluluklar üretmek

Günlük yaşamda karşınıza çıkan küçük olayları, kendinizi ve çevrenizi mutsuz edecek şekilde, “çok büyük ve kötü” olaylar olarak algılayabilirsiniz. Böyle bir gücünüz vardır. Örneğin trafikte size haksız yere korna çalan birisini aracınızla izleyip, sıkıştırıp, kavga edip, karakollara, hastanelere düşebilirsiniz. Bunu becermeye yetecek zihinsel ve bedensel gücünüz vardır.

Ama sizin aynı zamanda size haksız yere korna çalınmasını küçük, önemsiz bir şey olarak algılama ve sıkıntıya girmeme gücünüz de vardır.

Ve dahası, sizin, çevrenizdeki bazı küçük şeyleri fark edip onlarda büyük lezzetler, büyük mutluluklar yakalama gücünüz de vardır. Örneğin bir yolculukta, yoldan, yolculuktan, teknolojiyle bütünleşiyor olmaktan* ötürü keyif duymaya gücünüz vardır. Yaşamınızdaki enstanta­neleri yakalamaya gücünüz vardır. Eğer bunu gerçekleştirirseniz -bir önceki bölümde belirtildiği gibi-yarına kalma ihtimaliniz artar. Eğer küçük şeylerde büyük mutsuzluklar yakalar, üzülür kavgalar ederseniz, ölme ihtimaliniz artar. Seçim size aittir.” (s. 32)

“Olaylar önemli değildir, onları algılama şeklimiz önemlidir.

Neyin önemli, neyin önemsiz olduğu, neyin kabalık, neyin kibarlık olduğu, üç boyutta değişir: Kişiden kişiye değişir, toplumdan topluma değişir, zaman içinde değişir.

Yaşamınızda ortaya çıkan bazı aksilikleri büyük değil, küçük olarak algılamak, bazı güzellikleri ise büyük/önemli olarak algılamak mümkündür. Bu konudakendinizi eğitebilirsiniz. Başlangıç olarak şunu düşünebilirsiniz: Karşılaştığınız olayları “rezillik mi” yoksa “güzellik mi” olarak algılayacağınız; eğer güzellikse ne büyüklükte bir güzellik olarak algılayacağınız öğrenilebilen bir şeydir. Ve sizin bunu öğrenmeye gücünüz vardır. (Ve tabii öğrenmeye direnme konusunda da gücünüz vardır. Seçim size aittir.)” (s. 33)

“Yaşamınızdaki Enstantaneleri Yakalamak

Enstantane küçük bir andır; ama o anı yakaladığınızda, o an ömür boyu karşımızdadır.

Şu an bu kitabı okumaktasınız. Birazdan okumayı bırakacaksınız. Ve tarih boyunca, şu andaki duruşunuz, pozunuz bir daha hiç varolmayacak. Bakın ve bu enstantaneyi fark edin. Gözlerinizle, zihninizle, içinde sizin de bulunduğunuz şu enstantaneyi yakalayın. Tek kopya halinde zihninizde saklı kalsın.

Şu an evinizin en dağınık köşesini düşünün. Benim görmemi istemezsiniz. Ama bir fotoğraf sanatçısı gelip o köşeyi öyle bir açıdan çeker ki, sergilere koyarlar; görseniz iftihar edersiniz. O halde o köşeyi bugün siz fark edin. Gözlerinizle, zihninizle o köşenin resmini çekin.

Yaşamınızdaki küçük şeylerde büyük tatlar bulmak sizin sorumluluğunuzdur.

Dünyada enstantane sıkıntısı yoktur; önemli olan sizin objektifinizin kaydetme gücüdür.” (s. 36)

“ “İyimserlik, küçük şeylerden mutlu olmak polyannacılık sayılmaz mı?”

Polyannacılık, kayba uğradığımızda, elimizde kalanları fark etme ve sevinme becerisidir. Polyannacılık bir psikolojik savunma mekanizmasıdır, aşırı olmadan yerinde kullanıldığı sürece, kişiyi kaygıdan, sıkınadan korur, kişinin yarına kalma ihtimalini artırır. Polyannacılık, kendini avutmak değil, bardağın dolu yanını fark etmektir.

Diyelim ki birisi bir bacağını kaybetti. Şüphesiz bu kötü bir durumdur. Ancak bu kişinin önünde iki yol uzanır:

Birinci yol, bir bacak gittiği için yaşamdan elini çekmek, sürekli üzülmek, artık hiçbir şeyden keyif almamaktır, ikinci yol ise şudur: Kişi eğer geriye dönüş yoksa, mevcut durumu kabullenir, elinde kalan bacak için sevinir, yaşamdan elini çekmez, yaşama sevincini kaybetmez, ikinci yol polyannacılıktır. Polyannacının ömrü, birinciye oranla daha kaliteli geçer.

Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirme gücü ver. Değiştiremeyeceğim şeyleri Kabullenmemi sağla, İkisini ayırt edebilmem için de akıl ver.

“Üç yeğenim vardı. Marmara depreminde üçü de enkaz altındaydı. Bir tanesine ulaştık, çıkardık, ölmüştü. Mahvolduk. Daha sonra, aynı enkazın altından diğerleri sağ çıktı. Ölene üzüldük, ama sağlam çıkanlara sevindik. Ölene üzülmemek, sağlam çıkanlara sevinmemek mümkün değildi.”

Polyannacılık, yaşama devam edebilmek için, gerektiğinde sıkıntılarla baş edebilme sanatıdır.” (s. 41)

…………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………….

“Öykü

Büyük kızım küçükken -sanırım anaokuluna gidiyordu-sabahları yatağında beş dakika otururdu, ben de karşısına otururdum. Küçük, spontan bir oyun oynardık. Ben, bir hayvan, eşya veya bitki rolüne girerdim, o kendisi olurdu ve karşılıklı bir drama veya fabl diyebileceğimiz bir şey sergilerdik.

Bir sabah uyandı, oturup battaniyeye sarıldı ve “Hadi bana bir ağaç ol” dedi. O sabah, canım sıkkındı, keyfim yoktu; son günlerde irili ufaklı bir çok olay moralimi bozmuştu. İçime baktım, oyun oynamak istemediğimi hissettim ve dürüstçe bunu kızıma söylemeye karar verdim. “Canım benim” dedim “bu sabah keyfim yok, canım sıkılıyor, ağaç olmak istemiyorum. ” Bir an durdu ve parmağını uzatarak “Baba tamam” dedi “o zaman üzgün bir ağaç ol. ” Tekrar içime baktım, neşeli bir ağaç olmak istemiyordum, ama üzgün bir ağaç olabilirdim.

Ve üzgün ağaç oldum. Birilerinin meyvelerimi taşladığını, insanların canımı sıktığını anlattım. Anlattıkça, hafifledim, ferahladım. Beş dakika bittiğinde rahatlamıştım. (İfade edilen sıkıntı, çoğunlukla bizi rahatlatır.)

Kıssadan hisse: Yaşamın her zerresi kutsaldır, değerlendirilmelidir. Güzelliklerden güzellikler çıkar; ama sıkıntılardan da güzellikler çıkarmak mümkündür.” (s. 42)

…………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………….

“İnsan evrenin merkezinde mi?

Evrenin çapı, beyninizin çapına eşittir.

Çünkü siz, evreni fark edebilen, algılayabilen, yorumlamaya çalışan, evrenin çapını ölçebilen bir varlıksınız, Siz, evreni idrak edebilen, ufak ama muhteşem bir varlıksınız. Çapınız küçük, kapsamınız muhteşemdir.

Siz evreni idrak edebiliyorsunuz. Bilgisayarınız bunu yapamıyor, evreni ve tarihini idrak edemiyor. Güneşimizi bugüne kadar çok güzel şeyler yaptı; ama bunun far kında değil. Güneş, ne evreni idrak edebiliyor ne kendisini ne de yaptıklarını. Siz, yaptıklarınızı ve yapabileceklerinizi idrak edebilen bir varlıksınız. Siz muhteşem bir evrende yaşayan ve onu beyninde taşıyabilen bir varlıksınız.

Siz muhteşem bir evrende yaşayan ve onu beyninde taşıyabilen bir varlıksınız.” (s. 45)

……………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………….

“Öteki–bilmezlik/ ben-merkezcilik

“İnsan evrenin merkezindedir” sözünde, bu sözü söyleyen bilgenin kastetmediği bir de olumsuz anlam,

İnsanoğlu bencildir, kendini dünyanın merkezinde kabul eder; her şeyin onun için olduğunu, her şeyi keyfince sömürebileceğini düşünür.

İnsan, bir yandan iletişim kurar, sosyaldir, yardımseverdir; ama bir yandan ben-merkezcidir (ego-santriktir), olaylara karşısındakinin bakış tarzıyla bakmaz, onunla empati kurmaz.

Bir insan eğer ben-merkezci davranıyor, kendini karşısındaki insanların, ötekilerin yerine koyamıyor, onların bakış tarzlarını kavrayamıyorsa, bu durumu “öteki-bilmezlik” olarak adlandırmak istiyorum. (Kadir bilmezliği çağrıştıran bir kavram oldu.)

Ben-merkezciliğimizi üç grupta toplayabiliriz. Bunlar, fiziksel, zihinsel, duygusal.

Fiziksel Ben-Merkezcilik: Kime Göre?

Sokakta bir adres sorduğunuz zaman, insanların en az yarısı, eliyle göstermeden “soldaki yolu izle; sağa dön” benzeri şeyler söylerler. Bunu söyleyen kendi solunu kasteder; o kişi karşınızda durduğu için onun solu sizin sağınız olur. Aslında sizin sağ tarafa gitmeniz gerekir ama o “sol” dedi diye siz sola, yani yanlış tarafa gidersiniz. (Bu durum yalnızca ülkemizde değil, dünyanın hemen her yerinde karşınıza çıkar.)

Adres tarifindeki bu yanlışlık, tarif eden kişinin ben-merkezciliğinden kaynaklanmaktadır. Tarif eden kişi kendini karşısındakinin yerine koymamakta, fiziksel açıdan ben-merkezci düşünmekte ve davranmaktadır.

Bir öykü:

“Karşıdaki Adam

Bir ırmağın bu yakasında bir adam varmış. Karşı yakasında da başka bir adam. Irmak geçilmesi zor bir ırmakmış. Bu yakadaki karşı yakadakine seslenmiş: “Hey, karşıya nasıl geçebilirim?” Karşı yakadaki adam hayretle cevap vermiş: “Ne lüzum var, sen zaten karşıdasın.””

Dünya haritasına bakınız. Avrupa kuzeyde, yukarıdadır. Bunun nedeni, coğrafyayı, coğrafyanın matematiğini geliştirenlerin Avrupa’da yaşamış olmaları. Uzayda dünyanın aşağısı–yukarısı yoktur. Ama yeryüzünde bir yerküre yaptığında, kendi ülkesini yukarıya yerleştirmek insanoğluna iyi gelmektedir. Eğer coğrafyayı Aborijinler geliştirmiş olsalardı, Avustralya bugün haritaların yukarısında bulunurdu. (Aborijinler kendilerine “Gerçek insanlar” diyorlarmış; galiba aynı şeyi Batılılar da kendileri için düşünüyorlar.)

Fiziksel ben-merkezcilikle ilgili bir son söz: Dünya gördüğünüz gibi değildir. Leş “size” pis kokmaktadır; dünya da size böyle görünmektedir. Eski Yunanda bir bilge, muhteşem bir sezgiyle “Cisimlerde renk yoktur; renk ışıktadır” demiş. Galiba olay şu: Bir cisimden gözünüze belli dalga boylarında ışık gelir; beyin bunu yorumlar, “kırmızı” diye algılar. Cisimlerde renk yoktur; renk beyninizdedir. Nitekim bir köpek veya arı dünyayı bizim gibi görmez.

Dünya bizim gördüğümüz gibi değildir. Sağlam bir duvarın dopdolu olduğunu görürüz. Oysa o duvarın onbinde biri atomların çekirdekleri ve elektronları tarafından doldurulmuştur; atomun içinde büyük bir boşluk vardır. Duvarın onbinde 999u boştur. Biz dolu görürüz.

Zihinsel Ben-Merkezcilik

Karşımızdakilerin dünyayı ve olayları algılama ve düşünme biçimlerinin yanlış olduğunu, bizim algılama ve düşünme biçimimizin ise tek doğru olduğunu düşünmek zihinsel ben-merkezciliktir. Fiziksel ben-merkezcilik zihinsel ben-merkezciliği besler.

Diyelim ki çocuğunuza matematik ödevinde yardım ediyorsunuz. Size göre kolay bir şeyi anlamadı. Çocuğa ‘Yavrum bak çok kolay” deriz. bize göre kolay veya zordur.

Bir öykü:

Saz Çalamayan Bektaşi

Bir Bektaşi saz çalmayı bilmiyormuş. (Belki de biliyordu da bize ders vermek için bilmiyor gözükmüş.) Bilmediği için de sol elinin bir parmağını sazın bir perdesinde hareketsiz tutup sağ eliyle de çalar gibi yapıyormuş. Bir ara birisi “Erenler, başkaları ellerini perdede gezdiriyor, senin elin niçin sabit?” diye sormuş. Bektaşi, “Benim tuttuğum yer en doğru yerdir. Onlar benim tuttuğum yeri arıyorlar” demiş.

Yukarıdaki öykü, ben-merkezciliği çok güzel anlatıyor. Ben-merkezci kişi, kendi bakış tarzının, kendi düşüncelerinin tek doğru olduğunu, kendisi gibi düşünmeyenlerde bir bozukluk bulunduğunu düşünür. Bazen de kendi gibi düşünmeyenleri değiştirmeye, kendine benzetmeye çabalar.

Bir öykü:

Menemen Treni

Bir dostum gerçek diye anlattı. Tren İzmir’den Menemen istikametinde yola çıkmış. Yaşlı bir teyze kondüktörü çağırıp “Yavrum Menimen’e varınca beni bildiriver, aman unutma” demiş.

Kondüktör de “Sen uyu teyzem, Menimen’i vannca ben seni bildiricem” diye garanti vermiş. Teyze güvenip uyumuş. Kondüktör ise olayı unutmuş. Tren Menemen’i geçmiş. Epey sonra kondüktör teyzenin ineceğini hatırlayıp makiniste koşmuş. Treni durdurmuşlar ve üzülmüşler. Gecenin bir vakti kadıncağızın Menemen’e tek başına dönmesi olacak iş değilmiş. Makinist “Dur, ben treni geri alayım, Menemen’e geri dönelim. Gece fark eden olmaz; soran olursa da ‘Yanlış makasa girmişiz’ deyip idare ederiz” demiş. Ve gece karanlığında Menemen’e geri dönmüşler. Kondüktör koşup teyzeyi uyandırmış “Kalk teyzem, Menimen’i vardık” demiş. Teyze uyanmış “ömrüne bereket yavrum” diyerek çantasını açmış, bir hap çıkarıp yutmuş. Tekrar başını yaslamış. Kondüktör hayretler içinde, inmiyor musun diye sormuş. Teyze “Yok yavrum, ben bugün doktora gittiydim, doktor iki tane hap verdi. Birini Basmane’de alcen dedi, ikinciyi de Menimen’i vannca alcen. Ben hapımı aldım, kal sağlıcakla” demiş.

Önemli olan, hata yapmamak değil, yapılan hatalardan ders almak (geribildirim almak), tecrübe kazanmaktır.

Zihinsel ben-merkezcilik bireylere özgü değildir. Toplumlar da sergiler bu tavrı. Tarih boyunca nice toplum kendini herkesten üstün görmüştür. Bilimde, felsefede bile bu ben-merkezci tavrı görmek mümkündür.

Batılı bilim insanlarının yazdığı “Dünya Tarihi” veya “Bilim Tarihi” adını taşıyan nice kitap sadece Batı tarihinden ve biliminden söz eder. Pes.

Belki benzeri tavır bizde de var. Çocukluğumda şunu sık duyardım: “Efendim, Batı bu seviyeye bizim sayemizde ulaştı. Barutu, kağıdı, pusulayı, biz Çin’den aldık; Batı da bizden öğrendi. Biz olmasaydık var ya, Batı geri kalırdı. ” Pes.

Duygusal Ben-Merkezcilik

Karşınızdakinin duygularına kapalı kalıp yalnızca kendi duygularınızı fark ettiğinizde duygusal ben-merkezcilik sergilemiş olursunuz.

Bir öğrenci “Ders çalışmak beni sıkıyor” dediğinde annesi / babası “Biz senin yaşındayken hiç sıkılmazdık; sıkılma, bu senin istikbalin” derlerse, bu sözleri duygusal ben-merkezciliğin ürünüdür. Eğer ders çalışmaktan sıkıldığını söyleyen çocuğa “Sen ders çalışmaktan sıkılıyorsun” şeklinde basit bir mesaj verseler, bu mesaj ben-merkezcilikten uzak olurdu. Çocuğunuza “Çalışmaktan sıkılıyorsun” derseniz çalışmaz diye endişe edebilirsiniz. İyi de, “çalış” dediğiniz zaman da zaten çalışmıyor. Bari “sıkılıyorsun” diye empati kurarak söze başlayın da aranızda bir diyalog kurulma ihtimali artsın.

Bu konuda son olarak şunu belirtmekte yarar var. Fiziksel, zihinsel, duygusal ben-merkezcilik, birbirlerinden tamamen bağımsız şeyler olmayıp birlikte işleyen yapılardır. İçlerinden birini sergilediğimizi fark ettiğimizde, diğerlerini azaltma şansımız artar.” (s. 50)

……………………………………………………………………………………………

……………………………………………………………………………………………

“Kendini bilmezlik (rol tutsakliği)

Rol tutsaklığı, kişinin rolleriyle övünmesi, kendisine ait rolleri, farkında olmadan kendinden üstün tutmasıdır. Rollerimizi kendimizden üstün tuttuğumuz zaman, bir anlamda rollerimizin altında eziliriz, kendimizi bir kenara atmış oluruz.

“Ben” dediğimiz şeyi oluşturan pek çok rol var. “Acıkan, yiyen–içen ben” vardır; “konuşan, düşünen, algılayan ben” vardır; bunlar psikolojik rollerimizdir. Bir de sosyal rollerimiz vardır, mesleki rollerimiz vardır; evlat, anne, baba, öğrenci, öğretmen, avukat, müdür, alıcı, satıcı… rollerine bürünürüz.

Sosyal/toplumsal rollerimizi o kadar benimseriz ki, giderek psikolojik rollerimizi küçümser, hatta unuturuz. Doktor, mühendis, müdür yanımıza çok önem veririz de, “yiyen–içen, uyuyan, konuşan, düşünen ben”i küçük bir şey olarak algılarız. Oysa, psikolojik ve sosyal rollerimiz bir bütündür ve psikolojik rollerimiz “küçük şey” değildir.

Bir Çinli bilgenin sözü: Doğduğun zaman l’sin, sapsade bir 1. Zamanla l’in sağına sıfırlar eklersin; diplomaların olur, unvanların, rollerin, rozetlerin olur, evler, arabalar alırsın. Bunların her biri bir sıfırdır ama l’in sağına eklendikçe senin değerin artar. Şu hale gelirsin:

10000000000… 0

Bütün bu sıfırların ne zamana kadar değeri vardır? Sen hayatta olduğun sürece. Sen öldün, 1 gitti,

0000000000… 0 oldu, sıfırların hiçbir anlamı kalmadı. İşte “1 bizim psikolojik rollerimizi, 0lar ise sosyal rollerimizi sembolize ediyor. 1 (bir) küçük bir şeydir. Ama sıfırlarınızın başında bu küçük şey olmasa siz evreni fark edemezdiniz; o 1 olmasa siz şu an bu kitabı okuyor olmayacaktınız.

Varoluşumuzu yaşayamadığımız zaman sahip olduğumuz toplumsal rolleri, giderek öz varlığımızdan üstün tutmaya başlıyoruz.

Bazı rütbeler/makamlar/roller bir ayrıkotu gibi yaşam bahçemizi öylesine kaplıyor ki, onlar sökülüp gittiğinde, artık ekilip biçilemeyen bir bahçe, işe yaramayan bir ömür kalıyor elimizde.

Ancak bütün bu sosyal/mesleki rollerin yanı sıra, psikolojik rolleri de önemlidir. Yiyen, içen, uyuyan, konuşan, dinleyen, seyreden Alihan da önemlidir. Psikolojik rollerimiz, sosyal rollerimizden önceliklidir. Sosyal rollerimiz olmadan da psikolojik rollerimizle yaşayabiliriz. Ama psikolojik rollerimiz olmadan yaşayamayız.

Her insan, sahip olduğu eşyaların, unvanların, rollerin dışında, yiyip içen, konuşup düşünen, seyredip dinleyen bir ben’e sahiptir.” (s. 59)

……………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………….

“Değerlere Uymada Üç Hata

Değerlere uymada, kanıksamış olduğumuz, üç temel hata vardır:

1. Ortamına göre değerlere uyarız;

2. Keyfimizin/moralimizin iyi olup olmamasına göre değerlere uyarız;

3. Karşımızdaki kişiye göre değerlere uyarız. Şimdi bu üç hatayı açıklamaya çalışalım.

Birinci Hata: Ortama Göre Değerlere Uymak

Bazı toplumsal değerlere bazı ortamlarda uyar, bazı ortamlarda uymayız. Örneğin trafik polisinin yanındaki kırmızı ışıkta dururuz, polis yoksa aynı kırmızıda durmayız. Bu, değerlere uyma konusundaki birinci hatadır. Bu tür hatalar, değerleri içselleştirmediğimiz için ortaya çıkar. Bir değeri gerçekten benimseyenler, her ortamda, her durumda o değere uygun davranırlar.

“Temizlik” değerlerimizden birisi olarak kabul edilebilir. Bu değere, ne yazık ki toplumun en azından bir bölümü ortamına göre uyuyor. Örneğin, hiç kimse evindeki halıya, koridora tükürmez, sigarasının izmaritini atmaz. Ama sokağa tüküren, sigarasının izmaritini atan c, ok kişi görüyorum. Ortama göre davranıyoruz.

Trafik kurallarını çiğneyen, “Ama kurallara kimse uymuyor, ben niçin uyayım” diyor.

Belirli bir değere niçin uymadığımızı açıklamaya çalışırken “Ama… ” diye başlayan mazeret cümleleri kurduğumuz zaman, bu tavrımız, söz konusu değeri yürekten benimsemediğimiz anlamına gelir. Bir değeri yürekten benimseyen kişi, o değere ortamına göre uymaz, başkalarına bakarak uymaz, ne olursa olsun uyar.

Pis bir sokak, üzerine yeni çöpler atılmasını hak ediyor olabilir. Ama ben o sokağa çöp atmayı hak etmiyorum.

Eğer, bir toplumsal değeri yürekten benimsemişsek, içselleştirmişsek, başkalarının ne yaptığına bakmadan, ortama göre davranmadan uyarız o değere.

İkinci Hata: Keyfimize Göre Davranmak

Yaygın bir tavır vardır. Canımız sıkılıyorsa, keyfimiz yoksa, çevremize ters davranırız, aksilik ederiz. Böyle davranmak bize gayet doğal gelir, işyerinde canımız sıkılmışsa ev halkına sinirli davranırız, trafikte canımız sıkılmışsa işyerinde çevremizdekilere öfkeleniriz. Kısacası, herhangi bir nedenden ötürü keyfimiz kaçmışsa, moralimiz bozuksa çevremize öfkeli davranırız, zaman zaman saygısızlık ederiz. Oysa böyle davranmak zorunda değiliz. Keyfimiz var veya yok, çevremizdekilere saygılı davranabiliriz, davranmalıyız.

Keyfimiz olmadığında da çevremizdekilere saygılı davranabileceğimizi, Koreliler bize çok şık bir şekilde gösterdiler.

Üçüncülük maçında televizyonu maç biter bitmez açan bir Türk izleyici herhalde şöyle derdi: “Tuh, maçı biz kaybetmişiz, Koreliler kazanmış. ” Niçin böyle derdi? Çünkü Koreliler alkışlıyordu. Oysa Koreliler yenildikleri halde alkışlıyorlardı. Yenilmişlerdi, üzgündüler, buna rağmen alkışlıyorlardı. İşte, bunu belirtmeye çalışıyorum. Keyfimiz var veya yok, çevremizdekilere, karşımızdakilere saygılı davranabiliriz. Koreliler gibi.

Üçüncü Hata: Karşımızdaki Kişiye Göre Değerlere Uymak

Bazı değerlere uyup uymama konusunda ölçütümüz, karşımızdaki kişidir. Örneğin fiziksel açıdan ve statü açısından bizden güçlü kişilere saygılı davranırız. Güçlü bulmadığımız kişiler karşısında ise saygılı davranmayız, davranışlarımızı kontrol etme ihtiyacı duymayız. Oysa, renkleri, cinsiyetleri, yaşları, statüleri ne olursa olsun, tüm insanların onurlan eşittir. Bu yüzden ayırım gözetmeden hepsine saygılı davranmalıyız.” (s. 64)

…………………………………………………………………………………………….

…………………………………………………………………………………………….

“İlginç bir roman olan “Küçük Ağacın Eğitimi”*nde Kızılderili dede ve nine ile Küçük Ağaç adlı çocuk arasındaki ilişki anlatılmaktadır.

Küçük Ağacın dedesi, giderek derinleşen, üstü dallara örtülü, hindinin boynundan alçak bir tünel kazar, tüneli derin bir çukura bağlar. Toprağın yüzeyinden tünelin içine doğru mısır taneleri serpiştirir. Yaban hindisi başını eğip taneleri yiye yiye tüneli geçer, çukura girer. Başını kaldırır, çukurun üstü açıktır ama çukur derindir. Tek bir çıkış yolu vardır, başını eğip tünelden gerisin geriye gitmek. Ancak hindi başını eğmeyi akıl edemediği için çukurdan çıkamamaktadır.

Küçük Ağaç dedesine, “Dede, hindi niçin kafasını eğip tünelden dışarı çıkmıyor?” diye sorar. Dedesi ‘Yavrum, hindi kendini herkesten üstün gördüğü için, öğrenebileceği yeni bir şeyler bulunduğuna inanmadığı için, alçak gönüllülük gösterip başını eğemediği için girdiği çukurdan çıkamıyor” der.

Çukurlar içinde kalakalma tehlikesi hepimiz için vardır. Ama eğer tüm insanların onurlarının eşit olduğuna inanırsak bu tehlike bizden uzaklaşır. Daha onurlu bir insan olmaya çalışmak yerine, daha bilgili, daha etkili, daha iyimser, daha sevecen olmaya çalışmak, daha akıllıca olsa gerek. Anadolu’da “Boş başak dik durur” derler.

Dolu ve alçakgönüllü bir başak olduğumuzda, yaşam kalitemiz artacaktır.

Boş başak dik durur.” (s. 73)

…………………………………………………………………………………………….

…………………………………………………………………………………………….

“Ekmek mi İnsan mı?

Hangisi daha fazla saygı görüyor; ekmek mi, insan mı? Gözlenen o ki, ekmek daha fazla saygı görüyor ülkemizde. Bazı değerler söz konusu olduğunda bu hataları yapmayız. Ekmeğe yönelik olarak da söz konusu hataların sergilendiğini hemen hiç görmeyiz.

Hangi ortamda olursa olsun -evde veya sokakta- ekmeğe saygı gösteririz. Yerdeyse basmayız, üstünden atlamayız; kaldırıp kenara, yüksekçe bir yere koyarız; hatta öperiz ekmeği. Ekmeğe gösterdiğimiz saygı, ekmeğin büyüklüğünden ve niteliğinden bağımsızdır. Yerdeki ekmeği kaldırma konusunda, büyük–küçük veya buğday-arpa ayırımı yapmayız. Keyfimiz olsa da olmasa da yerdeki ekmeğe basmayız.

İnsanlara, sokaklara karşı sergilediğimiz üç temel halayı ekmeğe karşı sergilemeyiz. Kısacası ekmeğe çok saygılıyızdır. Ekmeğe gösterdiğimiz saygıyı birbirimize göstersek çok daha huzurlu yaşarız.

Ekmeğe niçin saygı gösteririz? Çünkü nimettir. İyi de eşlerimiz, çocuklarımız nimet değil mi? Öğrencilerimiz, çıraklarımız, komşularımız nimet değil mi?

Ekmeğe gösterdiğimiz saygıyı birbirimize göstersek, ne güzel olurdu.

Ben ülkemde yerdeki ekmeğe tekme atıldığını hiç görmedim. Ama yerdeki insana tekme atıldığını çok gördüm. Yerdeki ekmeklere gösterdiğimiz saygıyı birbirimize de göstereceğimiz günlerin gelmesini diliyorum.” (s. 74)

…………………………………………………………………………………………….

…………………………………………………………………………………………….

“Çelişki, İkilem

Çelişki ve ikilem kavramları arasındaki farka bakalım. Galiba doğrusu şu:

Doğada ya da insan zihninde zıtlıkların birlikte bulunması bir çelişki sayılabilir. (Bir tezin antitezini içermesi bir çelişki sayılabilir.) İnsan, sahibi olduğu çelişkili düşüncelerin genelde farkında değildir, ikilem ise iki farklı davranıştan hangisine yönelmek gerektiği konusunda sıkıntı, kararsızlık çekmek demektir. Sahip olduğumuz çelişkili düşüncelerin, davranışların genelde farkına varmayız, ikilemde ise farkında olduğumuz bir kararsızlık söz konusudur.

Bir dostunuzu hem seviyor hem de kızıyorsanız ve bu iki zıt duyguya/düşünceye birlikte sahip olduğunuzun farkında değilseniz, bu durumu bir “çelişki” olarak adlandırmaktan yanayım. Benzer şekilde, belirli bir olay karşısında üzgün olduğunuz halde sevinmiş gibi davranıyorsanız ve bu tezadı fark etmiyorsanız, yine çelişki içinde olduğunuzu düşünebiliriz. Ama eğer bir arkadaşınızı sevip sevmediğinize bir türlü karar veremiyorsanız veya iki meslekten hangisini seçeceğinize karar veremiyorsanız, bir “ikilem” içinde olduğunuz kanısındayım.

İkilemler evrenin her köşesinde olabilir (olmayabilir de); ancak canlılar, özellikle insanlar, ikilemlere girmekten ötürü acı çekiyorlar. İnsanın görevi, ikilemlerini fark etmek, bunları yaşamın doğal bir parçası kabul etmek, çözebileceklerini çözmek, çözemediklerine ise uyum sağlamak olmalıdır.” (s. 77)

This entry was posted on Pazartesi, Eylül 29th, 2008 at 15:32 and is filed under PSİKOLOJİ. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

There is currently one response to “Küçük Şeyler’den Alıntılar-Prof. Üstün Dökmen”

Why not let us know what you think by adding your own comment! Your opinion is as valid as anyone elses, so come on... let us know what you think.

  1. 1 On Aralık 18th, 2012, Esra said:

    üstün dökmen hocanın sözlerini ve programlarını çok byk br ilgi,beğeni ve hayranlıkla izliyoruz hayatıma yön vermemde çok byk etkileri oldu ve olmaya devam ediyor

Yorum Yaz