-
26th Aralık 2009

Mesnevi’den Seçmeler

posted in MITOLOJİ |

MESNEVİ: MEVLANA CELALEDDİN RUMİ

DÜNYA EDEBİYATINDAN TERCÜMELER ŞARK İSLAM KLASİKLERİ

Çeviren: Veled İzbudak/ Gözden Geçiren: Abdulbaki Gölpınarlı/ Şark İslam Klasikleri/ Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları

 

MESNEVİ’NİN ÖNSÖZÜ

(PARANTEZ İÇİNDE VERİLEN AYET NUMARALARI, KUR’AN ‘A AYKIRI OLAN SÖZLERİN AYET NUMARALARIDIR. AYRICA KUR’AN’A AİT ÖZELLİKLERİN MESNEVİ İÇİN DE KULLANILDIĞINI İFADE ETMEKTEDİR.)

Bu kitap, Mesnevi kitabıdır. Mesnevi, hakikata  ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda din asıllarının asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük fıkhı, ­Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı ‘nın en açık bürhanıdır. Mesnevi, içinde kandil bulunan kandilliğe benzer(24Nur, 35). Sabahlardan daha aydın bir sûrette parlar. Kalplere cennettir; pınarları var, dalları var, budakları var. O pınarlardan bir tanesine bu yol oğulları Selsebil derler. Makam ve keramet sahiplerince en hayırlı duraktır, en güzel dinlenme yeri. Hayırlı ve iyi kişiler orada yerler, içerler… Hür kişiler ferahlanır, çalıp çağırırlar. Mesnevi, Mısır’daki Nil’e benzer: Sabırlılara içilecek sudur, Firavun ‘un soyuna, sopuna ve kafirlere hasret. Nitekim Tanrı da “Hak, onunla çoğunun yolunu azıtır, çoğunun da, yolunu doğrultur(17İsra, 9)” demiştir.

Şüphe yok ki Mesnevi gönüllere şifadır(17İsra, 82), hüzünleri giderir, Kuranı apaçık bir hale koyar(6En’am, 114), rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı katiplerin elleriyle yazılmıştır(80Abese, 13-16), temiz kişilerden başkalarının dokunmasına müsaade etmezler(56/79)Mesnevi, alemlerin Rabb ‘inden inmedir(56Vakıa, 80 2Bakara, 79 3Al-i İmran, 78 5Maide, 13): Batıl ne önünden gelebilir, ne ardından(41Fussilet, 42). ­Tanrı, onu korur, gözetir(15Hicr, 9);  Tanrı, en iyi koruyandır, merhametlilerin en merhametlisidir. Mesnevi ‘nin bunlardan başka lakapları da var, o lakapları veren de Tanrı ‘dır. Fakat biz, bu az lakapları anarak sözü kısa kestik. Az çoğa, bir yudum su göle, bir avuç tane büyük bir harmana delalet eder.

Ulu Tanrı ‘nın rahmetine muhtaç, zayıf kul Belh ‘li Hüseyin Hüseyin oğlu Muhammed’in oğlu Muhammed- Tanrı, Mesnevisini kabul etsin der ki: Şaşılacak ve nadir söylenir hikayeleri, hayırlı ve biiyük sözleri, delalet incilerini, zahit!er yolunu, ibadet edenler bahçesini müştemil bulunan ve lafzı az, manası çok olan bu manzum “Mesnevi ‘yi efendimin, dayandığım, güvendiğim zatın cesedimde ruh gibi hakim ve mutasarrıf olup bu günümün de, yarınımın da azığı bulunan kişinin dileğiyle uzatmak ve etraflıca yayıp genişletmek için çalıştım, çabaladım. O zat, ariflerin ulusu ve muktedası, hidayet ve yakin ehlinin ima­mıdır.. halkın feryadına erişen, kalblerin ve akılların emini olan, Tanrı ‘nın halk arasında emaneti, mah­lukatı içinde güzidesi, peygamberine olan vasiyet­lerinde ve safisinin indindeki sırlarında seçilmişti. Arş hazinelerinin anahtarı, yeryüzü definelerinin emini bulunan AbıTürkoğlu diye tanınmış faziletler sahibi, Hak ve dinin husâm’ı(kılıcı) Hasan oğlu Muhammed in’ oğlu Hasan’ dır. O, vaktin Bayezid’ idir.Zamanın Cüneyd’i. sıddıyk Oğlu Sıddıyktir. Tanrı ondan da razı olsun, atalarından da.­

Aslen Urumu ‘ludur ve “Kürt olarak yattım, Arap olarak kalktım” diyen kadri yüce Şeyh’ in soyundandır.  Tanrı, onun ruhunu ve soyundan gelenlerin ruhlarını kutlulasın. Ne güzel selef, ne de güzel halef!

Öyle bir soyu var ki güneş bile kaftanını o soyun üstüne salmış;

Öyle bir aslı var ki yıldızlar bile ona karşı ışıklarını yere yaymış!

Eşikleri(Şeyhin soyundan gelenler) daima ikbal kıblesidir; yüce kişilerin evlatları, oraya yönelirler.. daima dilekler Kabe ‘sidir; dileği olanlar, orayı tavaf ederler. Rabb ‘e, ruha, göğe, arşa ve nura mensup, görünüşte sukût ehli, sûreta gaib, mânen hâzır nâzır, hırka altında sultan olanlara.. Halkın ileri gelenleriyle faziletlere ve deliller nurlarına sahip bulunan can gözleri açık kişilere mukteda olması için yıldız doğdukça güneş tulû edip durdukça hep böyle olmadan geri kalınsın, hep böyle eşiği ikbal kıblesi, dilekler Kabe ‘si olup dursun. Amin Ya Rabbel alemin.

Bu bir duadır ki reddedilmez,

Çünkü bütün halk sınıflarına şamildir

Hamd, alemlerin Rabb ‘i Tanrı ‘yadır. Tanrı resûlüne- Allah rahmet etsin, selametler versin ve onun tertemiz soyunun ve sahabesinin hepsine rahmet olsun. (c.1 Birinci Önsöz)


 

ALLAH’TAN VAHİY

(C.4 Beyitler 1850-1855; s. 151 (Beyit 2245; s.178 Ayrıca bkz. s. 326)

1850. O padişah, Ebulhasan’ın ihsanına, kıskanmasına ait ne gibi huylar söylediyse aynen zuhur etti. Çünkü onun önünde giden levhimahfuz’dur…  Neden mahfuzdur o levh? Hatadan! Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya… Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir ya, Tanrı vahyidir!

Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir. Sen istersen onu gönül vahyi farzet… Gönül zaten onun nazargâhıdır… Gönül, ona agâh olunca nasıl hata eder?

1855. Ey mümin, sen, Tanrı nuruyla bakar, görürsün… Hatadan, yanılmadan eminsin!

 

MESNEVİ’DE KADIN

(C.1 Beyit 2955)

2955. Eğer yol bilmezsen eşeğin dileğine aykırı hareket et; doğru yol, o aykırı yoldur. Kadınlarla meşverette bulunun, ne derlerse aksini yapın. Şüphe yok ki onlara aykırı hareket etmeyen helâk oldular. Heva hevesle, nefsin isteğiyle az dost ol. Çünkü seni Tanrı yolundan çıkaran, yolunu şaşırtan, heva ve hevestir. Cihanda bu heva ve hevesi, yoldaşların gölgesini kırıp öldürdüğü gibi hiçbir şey kıramaz, yok edemez.

(C.4 Beyit 2210)

2210. Ey yolcu yolcuyla danış, kadınla değil… Çünkü kadının reyi seni topal eder.

 

(C.5 Beyitler 2465, 3240)

2465. Görünüşte dişinin saldırması da kuvvetlidir ama onun ziyanı, o eşek gibi, eşekliğindendir. Kadında hayvan sıfatı üstündür. Çünkü kadının renge, kokuya meyli vardır. O eşek de çayırlığın rengini, kokusunu duyunca elindeki bütün deliller kaçıp gitti. Yağmura muhtaç bir susuz haline geldi, bulut yoktu, öküz açlığına uğradı, sabrı yoktu. Babam, sabır demir kalkandır. Tanrı, kalkana “Zafer geldi çattı” yazısını yazmıştır.

3240. Ululuk ıssı Tanrı’nın güzelliğiyse yüzlerce Yusuf güzelliğinin de aslıdır. Ey kadından aşağı adam, o güzelliğe feda ol.

 

(C.6 Beyit 2795)

Arşta oturup duruyordum. Anamın şehveti “inin” emri ile beni buraya attı. O tam yücelikten bir kocakarının hilesiyle rahim zindanına düştüm. Ruhu ta arştan bu yurda getirdi. Hasılı kadınların hilesi pek büyük. İnişim, önce de kadın yüzünden, sonra da kadın yüzünden. Ruhtum, nasıl oldu da bedene büründüm?

 

EŞCİNSELLİK

(C.2 Beyitler 3155-3160; s.137-138)

Oğlanın iriyarı adamdan korkması. Adamın ”Korkma çocuğum, ben er değilim” demesi.

3155. Bir iri adam bir oğlanı ele geçirdi. Bu adam bana kast eder diye çocuğun yüzü sarardı. Adam dedi ki“ Güzelim, emin ol.. Sen benim üstüme bineceksin. Ben korkunç görünsem de aldırış etme, bil ki ben bir ibneyim. Deveye biner gibi bin üstüme, sür” İnsanların suretleriyle manaları da işte böyledir. Dışarıdan adam görünürler, içerden melun Şeytan! Ey Âd gibi ipiri adam, sen rüzgârın tesiriyle dalın vurduğu davula benziyorsun.

3160. Tilki, hava ile dolu tulum gibi bir davul yüzünden avını yele verdi. Davulda bir can olmadığını, içinin hava dolu olduğunu görünce dedi ki: “ Domuz bile şu bomboş tulumdan yeğ!” Davul sesinden tilkiler korkar, fakat akıllı kişi onu öyle döver ki deme gitsin!

 

 

OĞLANCI HİKÂYESİ

(C.5 Beyitler 2495-2515; s. 205-207)

Bir adam ve birlikte olduğu oğlanla sohbeti

2495. Adamın biri bir oğlana kötülükte bulunurken oğlanın belindeki hançeri görüp “Bu neden,’ diye sordu. Çocuk, “Birisi benim hakkımda kötü düşünceye saplanırsa onunla karnını deşerim” dedi. Oğlancı adam, hem işi beceriyor, hem de Şükür Tann’ya ki ben sana kötülük düşünmüyo­rum diyordu. “Benim beytim, beyit değil, bir ülkedir. Alayım, alay değil, bir şeY öğretmek­tir.” “Şüphe yok ki Tanrı ne sivirisineği örnek getirmeden utanır, ne ondan üstün olanları.” Ya­ni ondan üstün olanların inkar yüzünden ruh­larının değişmesini, denemiştir. Kafirler “Tanrı bu örnekle neyi murat ediyor yani?” derler. Bu söze cevap olarak da “Bununla birçoklarını azdırıp sapıtmak, birçoklarını da doğru yola götürmek diler” buyurur. Çünkü her sınama, te­raziye benzer. Çoklarının o vasıtayla yüzü kıza­nr, benizlerine kan gelir, çok kişiler de murat­larına eremez, mahrum olurlar. Bu hususta azı­cık düşünsen yüce sonuçlarından çoğunu bulursun.

Bir oğlancı, evine bir oğlan götürdü. Onu baş aşağı edip düzmeye koyuldu. Bu sırada o mel’un çocuğun belinde bir hançer gördü. Dedi ki: Belindeki ne? Oğlan, kötü düşünceli biri hakkımda kötü bir düşünceye kapılırsa bununla karnını deşeceğim diye cevap verdi.

2500. Oğlancı, Tanrı’ya hamdolsun dedi, iyi ki ben sana bir hile yapıp kötü bir düşünceye kapılmadım. Sende adamlık olmadıktan sonra hançerlerin ne faydası var? Yürek olmadıktan sonra bunda ne fayda var ki? Tutalım Aliden Zülfikar’ı miras aldın, Tanrı aslanındaki kol, sende de varsa göster. Mesih’ten bir nefes bellediğini farz edelim, İsa’nın dudağı, dişi nerde ki a çirkin adam? Kazanmak, bir şeyler elde    etmek için diyelim ki bir gemi yaptın, Nuh gibi bir gemi kaptanı hani?

2505. Tutalım ki İbrahim gibi put kırıyorsun, beden putunu onun gibi ateş içine atış nerde? Delilin varsa meydana çıkar da tahta kılıcı bile o delille Zülfikar haline getir.     Bir delil, seni amelden alıkorsa o Tanrının gazabıdır. Yolda korkanları kuvvetli bir hale getirdin ama sen hepsinden fazla korkmada, hepsinden ziyade        tirtir titremedesin. Herkese Tanrı’ya dayanma dersi veriyorsun ama hırsından havadaki sivrisineğin damarını sormada­sın. A oğlan, sakerin önünde gidiyorsun, ama yalancılığına aletin tanıklık vermede. Gönül, namertlikle dolu olduktan sonra, sakalınla, bıyığına, ancak gülünür. Yağmur gibi gözyaşları dökerek tevbe et de bıyık ve sakalını, alay mevzuu olmadan kurtar. Erlik ilacını kullan da hamel burcundaki kızgın güneşe dön. Mideyi bırak, gönül tarafına salın. Salın da Tanrıdan sana perdesiz bir selam gelsin. Kendine çekidüzen verecek bir iki adım at da aşk, kulağını tutup seni çeksin.

 

MÜSTEHCEN FIKRA

(C.4 Beyitler 3545-3550; s. 283)

Bir Kadın’ın kocasının önünde aşığıyla oynaşmak istemesi

Bir kadın oynaşı ile aptal kocasının gözü önünde sevişip buluşmak istiyordu.

3545. Kocasına a iyi talihli kişi, ağaca çıkıp meyve toplamak istiyorum dedi. Ağaca çıkınca kocasına baktı ağlamaya başladı. Dedi ki: A merdut ahlâksız… Üstündeki lûti kim?    Karı gibi onun altına yatmışsın… Meğerse sen ne ibneymişsin! Kocası senin başın döndü galiba… Çünkü burada benden başka kimse yok dedi.

3550. Kadın o üstüne binen kalpaklı herif kim, söyle hele diye birkaç kere daha sordu, söylendi. Adama kadın ağaçtan in; başın döndü; adam akıllı bunadın sen dedi. Kadın, ağaçtan indi; kocası ağaca çıktı. Kadın da oynaşını göğsüne çekti. Kocası bağırdı: A orospu maymun gibi üstüne çıkan o adam kim? Kadın burada benden başka kimse yok ki dedi… Kendine gel, senin başın döndü galiba, saçmalama.

3555. Adam, bu sözü birkaç kere söylediyse de kadın, “Bu armut ağacından olacak! Ben de armut ağacının üstündeyken öyle şeyler gördüm be hey kaltaban! Aşağıya inde bak… Benden başka kimse yok, bütün bu hayaller armut ağacından!  Şaka ve lâtife bir şey belletmeye yarar… Onu ciddi gibi dinle; görünüşte lâtife oluşuna kapılma! Her ciddi şey, maskaralara göre maskaralık, şakadır… Fakat akıllara göre de lâtifeler, ciddidir.

 

 

 

CUHA’NIN KADIN KILIĞINA GİRMESİ HİKAYESİ

(C.5 Beyitler 3325-3330; s. 272-273)

Mesnevi kahramanı Cuha’nın Kadın kılığına girip Hamamda bir kadına cinsel organını elletmesi…

3325. Sözü kuvvetli, cerbezesi yerinde bir vazeden vardı. Minbere çıkmış vaiz ediyordu. Kadın, erkek herkes   minberin dibine toplanmıştı. Cuha da bir çarşaf giyip yüzünü örttü, kadınlar arasına karıştı. Kimse onu tanımıyordu. Bir kadın, vaiz edene gizlice sordu: Kasıktaki kıllar, namazın bozulmasına sebep olur mu? Vaiz dedi ki: Uzun olursa namaz mekruh olur. Ya hamam otuyla ya ustra ile traş etmen lazım ki namazın tamam olsun, kabul edilsin.

3330. Kadın: Ne kadar uzun olursa namazın kabul olmaz dedi. Vaız eden dedi ki: Bir arpa boyu uzun olursa traş etmek farzdır. Cuha, hemen kız kardeş dedi, bak bakalım, benim kasığımın kılı o kadar olmuş mu? Tanrı rızası  için elini uzat da bir yokla. Bakalım, mekruh olacak kadar uzamış mı?Yanındaki kadın, Cuhanın şalvarına el atar atmaz eline aleti geldi.

3335. Derhal şiddetli bir nara attı. Hoca, sözüm gönlüne tesir etti dedi. Cuha dedi ki: Hayır, gönlüne tesir etmedi, eline tesir etti. A akıllı adam, gönlüne tesir etseydi vay haline!

 

BABA İLE KIZI ARASINDA CİNSEL İLİŞKİ ÜZERİNE BİR SOHBET

(C.5 Beyitler 3716-3736; s.302-304)

Zengin bir adam vardı. Bu adamın da zühre yanaklı, ay yüzlü, gümüş bedenli bir kızı vardı. Kız, kendini bildi, babası onu kocaya verdi. Fakat kocası kızın dengi değildi. Kavun, karpuz oldu, sulandı mı yarmazsan telef olur gider. Babası da kızın baştan çıkmasından korktu da onun için onu, dengi olmayan birisine verdi.

3720. Kızına dedi ki: Kendini kocandan koru, sakın gebe kalma. Ne yapayım? Bu yoksula seni vermek zorunda kaldım. Bu adamı garip say, garipte vefa olmaz. Ansızın her şeyi bırakır, kaçıp gider. Çocuğu, başına dert olur kalır. Kız dedi ki: Babacığım, dediğini tutarım, öğüdün pek doğru, kabulüm.
Babası, her iki üç günde bir kere kızına aman ha sakın diye öğüt veriyordu.

3725. Derken kız, birdenbire gebe kalıverdi; ikisi de gençti. Kız, bunu babasından gizledi. Çocuk, karnında beş, yahut altı aylık oldu. Artık iyiden iyiye belli oldu. Babası dedi ki: Bu ne? Ben sana ondan kendini koru demedim mi? Öğütlerim, yelmiydi ki hiç sana tesir etmedi? Kız, baba dedi, nasıl tahammül edeyim? Erkekle kadın, şüphe yok ki ateşle pamuk.

3730. Pamuk, ateşten nasıl çekinebilir? Yahut da ateş nasıl olur da pamuğu yakmaz, çekinir? Babası dedi ki: A kızım, ben sana onun yanına gitme demedim. Yalnız menisinden kendini koru dedim. Tam zevk anında onun beli gelirken kendini çekmeliydin. Kız, peki, beli ne vakit gelecek, ben ne bileyim? Bu, pek gizli bir şey, anlaşılmaz ki dedi. Babası, gözleri süzüldü mü anla ki beli geliyor deyince,

3735.  Kız dedi: Onun gözü süzülünceye kadar benim bu iki gözüm de kör oluyor a baba! Her bayağı akıl, hırs ve öfke zamanı, yerinde durmaz ki!

 

KABAK HİKAYESİ

(C.5 Beyitler 1335-1420; s. 112-118)
Bir Hanımefendi, Bir Hizmetçi ve Bir Eşek… İhtirasın acı sonuçları…

Bir halayık (hizmetci)  şehvetin çokluğundan, hırsının fazlalığından bir eşeği kendisine alıştırmıştı. O eşek, kendisine yakınlaşmayı adet edinmiş, insana yakın olmayı öğrenmişti.

1335. O hilebaz halayığın bir kabağı vardı. Eşek kendisine ölçülü yaklaşsın diye kabağı, eşeğin aletine takardı. Yakınlaşma zamanında aletin yarısı girsin diye bu işi yapmaktaydı. Çünkü, eşeğin aleti tamamı ile girse rahmi de parçalanırdı, damarları da. Eşek boyuna zayıflayıp durmaktaydı. Eşeğin sahibi olan kadın da neden bu eşek böyle zayıflıyor, neden böyle kıl gibi inceliyor deyip dururdu. Fakat işin ne olduğunu anlamakta acizdi. Nalbantlara illeti nedir, neden zayıflamakta diye gösterdiyse de,

1340. Onda hiçbir illet görünmedi, kimse bunun iç yüzünü haber veremedi. Kadın bu işin aslını adamakıllı araştırmaya başladı. Her an eşeğin haline dikkat etmekte, neden böyle zayıfladığını bulmaya çalışmaktaydı. İnsanın adamakıllı çalışmaya kul olması gerekir. Çünkü her şeyi iyice arayan nihayet bulur. Eşeğin haline dikkat edip dururken bir de ne görsün? O halayık eşeğin altına yatmıyor mu? Bunu kapının yarığından gördü bu hale pek şaştı.

1345. Eşek, erkekler kadınlara nasıl yakınlaşırsa aynen onun gibi halayığa yakınlaşmış, işini becermekteydi. Kadın hasede düştü. Dedi ki, bu eşek, benim eşeğim, nasıl olur bu iş? Bu işin bana olması lazım ben işe daha ehlim. Eşek işi öğrenmiş, alışmış. Adeta sofra yayılmış, mum da yanmış. Görmemezlikten gelip ahırın kapısını vurdu. A kız ne vakte dek ahırı süpürüp duracaksın? dedi. Bu sözü işi gizlemek için söylüyor, ben geldim kapıyı aç diyordu.

1350. Sustu, halayığa hiçbir şey söylemedi. Bu işe tamah ettiği için işi gizledi. Halayık bütün fesat aletlerini gizleyip kapıyı açtı. Yüzünü ekşitip gözlerini yaşartarak dudaklarını oynatmaya başladı, güya oruçluyum demek istiyordu. Eline sapı yıpranmış bir süpürge aldı, develerin yatması için ahırı süpürüyor göründü.  Elinde süpürge kapıyı açınca kadın, dudak altından seni usta seni, dedi.

1355. Yüzünü ekşittin, eline süpürgeyi aldın, iyi. Fakat yemeden içmeden kesilmiş eşeğin hali ne? İşi yarıda kalmış, öfkeli, aleti oynayıp durmada. Gözleri kapıda seni beklemede. Bunu dudağı altından söyledi, halayıktan gizledi. Onu suçsuz gibi ululayıp, Dedi ki: Tez çarşafını başına al. Filan eve git benden selam söyle. Şunu söyle, böyle yap, şöyle et. Neyse ben kadınların masallarını kısa kesiyorum.

1360. Maksat neyse sen onun hülasasını al. O işi görmezlikten gelen kadın onu yola vurunca, Zaten şehvetten sarhoş olmuştu, hemen kapıyı kapadı, oh dedi. Yalnız kaldım, bağıra, bağıra şükredeyim. Artık erkeklerin gah tam, gah yarım yamalak yakınlaşmasından kurtuldum. Kadının keçileri, sanki bini bulmuştu, öyle neşelendi. Eşeğin şehvet ateşiyle kararsız bir hale düştü. Hatta ne keçisi? O yakınlaşma kadını keçi haline getirdi. Ahmağı keçi haline getirmeye, hor hakir bir hale sokmaya şaşılmaz ki!

1365. Şehvet isteği, gönlü sağır ve kör yaptı mı eşeği bile Yusuf gibi nurdan meydana gelmiş bir ateş parçası gösterir. Nice ateşten sarhoş olmuşlar vardır ki ateş ararlar, kendilerini de mutlak nur sanırlar. Yalnız Tanrı kulu böyle değildir. yahut da Tanrı birisini çeker çevirir de yola getirir, yaprağı döndürür bu da başka! Böyle olan o ateş hayali bilir, o hayalin yolda eğreti olduğunu anlar.
Hırs çirkinleri güzel gösterir. Yol afetleri içinde şehvetten beteri yoktur.

1370. Şehvet yüz binlerce iyi adı kötüye çıkarmıştır. Yüz binlerce akıllı, fikirli adamı şaşkın bir hale getirmiştir. Bir eşeği bile Mısır Yusuf’u gibi güzel gösterdikten sonra o çıfıt, bir Yusuf’u nasıl gösterir? Pisliği afsunu ile sana bal göstermede, iş inada bindi mi balı nasıl gösterir? Bir düşün artık. Şehvet yemeden olur, az ye. Yahut bir kadın nikahla da kötülükten kaç. Yedin içtin mi şehvet, seni harama çeker. Ele gireni elbet harcetmek gerektir.

1375. Şu halde nikah Lâhavle okumaya benzer. Oku, yani bir kadın nikahla da şehvet, seni belaya düşürmesin. Madem ki, yemeye içmeye hırsın var, çabuk bir kadın al evlen. Yoksa bil ki kedi gelir yağlı kuyruğu kapar. Sıçrayan eşeğin sırtına taş yükü vur, o kaçmadan, sıçramadan önce sırtına yükü yükle. Ateşin ne yaptığını bilmezsin, savul oradan. Bu çeşit bilginle ateşin çevresinde dönüp dolaşma. Ateşe çömleği koyup çorba pişirmeyi bilmiyorsan bil ki ne çömlek kalır, ne çorba.

1380. Su hazır olmalı, ahçılığı da bilmelisin ki o tenceredeki çorba, dökülmeden, bozulmadan pişsin. Demircilik sanatını bilmiyorsan demirci ocağından geçerken sakalını bıyığını yakarsın. Kadın kapıyı kapadı, sevine, sevine eşeği kendisine çekti, cezasını da tattı ya! Eşeği çeke, çeke ahırın ortasına getirdi. O erkek eşeğin altına yattı. O kahpe de muradına ermek üzere halayığın yattığını gördüğü sekiye yatmıştı.

1385. Eşek ayağını kaldırıp aletini daldırdı. Eşeğin aletinden kadının içine bir ateştir düştü. Alışmış eşek kadına abandı, aletini ta hayalarına kadar sokar sokmaz kadın da geberdi. Eşeğin aletinin hızından ciğeri parçalandı, damarları koptu birbirinden ayrıldı. Soluk bile alamadan derhal can verdi. Seki bir yana düştü o bir yana. Ahırın içi kanla doldu, kadın baş aşağı yıkıldı, öldü. Kötü bir ölüm, kadının canını aldı.

1390. Kötü ölüm, yüzlerce rezillikle gelip çattı babacığım. Sen hiç eşeğin aletinden şehit olmuş insan gördün mü? Kuran’dan rezillikle azap edilmeyi duy da böyle kepazelikle can verme. Bil ki bu hayvan nefis bir erkek eşektir. Onun altına düşmekse ondan daha kötü ve ayıp bir şeydir. Nefis yolunda benlikle ölürsen bil ki hakikatte sen de o kadın gibisin. Tanrı, nefsimize eşek sureti vermiştir. Çünkü suretler, huylara uygundur.

1395.Kıyamette sırların açığa çıkması budur. Tanrı hakkıyçin eşeğe benzeyen nefisten kaç. Tanrı, kafirleri ateşle korkutmuştur. Onlar da ateşe utançtan hayırlıdır demişlerdir. Tanrı hayır demiştir, o ateş, utançların aslıdır. Bu kadını öldüren şu ateş gibi. Hırsından doyacak kadar yemek yemedi, daha fazla yemek istedi. Kötü ölüm lokması boğazına durdu. A haris adam, doyacak kadar ye, hatta yemeğin helva ve paluze bile olsa.

1400.Tanrı, teraziye dil verdi. Aldını başına devşir de Kur’an’dan Rahman suresini oku. Kendine gel de hırsından teraziyi bırakma. Hırs ve tamah, seni azdıran bir düşmandır. Hırs, hepsini ister, fakat bütün lezzetlerden mah­rum olur. A turp oğlu turp, hırsa tapma! O halayıkçağız hem gidiyor, hem de ah diyordu; a kadın, sen ustayı yola saldın. Ustasız iş yapmak istedin. Bilgisizlikle canınla oynamaya kalkıştın.

1405.Benden bir bilgidir çaldın, çaldın ama tuzağın ahvalini sormaya arlandın. Kuş, hem onun harmanından tane toplamalıydı, hem de boynuna ip dolaşmamalıydı. Taneyi az ye, bu kadar pisboğaz olma .”Yeyin” ’emrini okudunsa “ısraf etmeyin” emrini de oku. Bu suretle de tane yemekle beraber tuzağa da düşme. Bilgi ve kanaat, ancak bunu icabettirir. Akıllı kişi, dünyanın gamını yemez, nimetini yer. Bilgisizlerse nedamet içinde mahrum kalırlar.

1410.Boğazlarına tuzağın ipi dolaştı mı tane yemek, hepsine haram olur. Kuş, tuzaktaki taneyi nasıl yer? Yemeyi kalkışırsa tuzaktaki tane zehire döner. Tuzaktaki taneyi gafil kuş yer, ya tuzağındaki nimetleri yemesi gibi. Akıllı ve işten haberi olan kuşlar, kendilerini taneden adamakıllı çekerler. Çünkü tuzağın içindeki taneler zehirlidir. Kör­dür o kuş ki tuzaktan tane diler.

1415.Tuzak sahibi, aptalların başını keser. Güzel ve narin olanlarıysa meclislere çeker, götürür. Çünkü aptalların ancak etleri işe yarar. Güzel ve­ zariflerinse güzel sesleri işe yarar. Hasılı balayıkcağız, kapının yarığından, hanımının eşeğin altında can verdiğini görünce, dedi ki: A ahmak kadın, bu iş nedir? Sana us­tan bir şey gösterdiyse, yalnız görünüşe kapıldın. Halbuki içyüzü sen­den gizliydi. Usta olmadan dükkan açtın.

1420.Bal gibi, paluze gibi olan o aleti gördün, ala. Fa­kat a haris, neden kabağı görmedin? Yoksa eşeğin aşkına o kadar mı dalmıştın ki gö­züne kabak görünmedi? Ustadan sanatın dış yüzünü gönlün, sevine se­vine ustalığa kalkıştın. Nice riyacı ve işten haberi olmıyan ahmak ki­şiler vardır ki erlerin yolundan göre göre ancak sof kumaş görmüştür. Nice boşboğazlar vardır ki azıcık bir hüner el­de etmişler, padişahlardan laftan başka bir şey öğ­renmemişlerdir.

 

BİR SULTANIN BİR CARİYEYE DÜŞKÜNLÜĞÜ CARİYENİN YOLDA KÖLEYLE EVDE SULTANLA MACERALARI…

(C.5 Beyitler 3831-4025; s. 312-326)

Bir kovucu, Mısır halifesine, Musul padişahının: huri gibi bir cariyesi olduğunu söyleyip dedi ki: Onun bir cariyesi var ki âlemde onun gibi güzel yok. Güzelliğinin haddi yok, söze sığmaz, anlatılmaz ki. İşte resmi, şu kâğıtta, bir bak! O ulu halife, kâğıttaki resmi görünce hayran oldu, elindeki kadeh düştü.

3835. Derhal Musul’a büyük bir orduyla bir er gönderdi. Eğer o ay parçasını sana teslim etmezse orasını tamamıyla yak yık. Verirse bir şey yapma, bırak, yalnız o ay parçasını getir de yeryüzündeyken ayı kucaklayayım dedi. Er, binlerce Rüstem’le, davul ve bayraklarla yola düştü, Musul’a yollandı. Sayısız asker, şehri mahvetmek üzere tarlama çevresine üşüşen çekirgeler gibi oraya üşüştüler.

3840. Savaş için her yana Kafdağı gibi mancınıklar kurdurdu. Oklar yağmur gibi yağmada, mancınıklarla atılan taşlar gök gürler gibi gürlemeye, kılıçlar şimşek gibi çakmaya başlamıştı. Savaş, tam bir hafta sürdü, kanlar döküldü. Taştan yapılma kale mum gibi eridi, yerle yeksan oldu. Musul padişahı, bu korkunç savaşı görünce içeriden bir elçi göndererek, Müslümanların kanını dökmekten maksadın ne? Bu şiddetli savaşta ölüp gidiyorlar. Meramın nedir?

3845. Maksadın, Musul şehrini almaksa böyle kan dökmeden de olur bu iş. Ben şehirden çıkayım gel, sen gir. Tek mazlumların kanı, seni tutmasın. Yok, muradın mal, altın ve mücevherse bunu, bu şehirden almak, zaten kolay bir şey dedi. Elçi, o erin huzuruna gelince er, cariyenin resmîni verdi. Bu kâğıda bak dedi, bunu istiyorum. Derhal teslim etsin, yoksa ben üstünüm.

3850. Elçi gelip maksadı söyleyince o erkek padişah dedi ki: Bu suret eksik olsun, tez götür. Ben, iman ahdında puta tapanlardan değilim. Putun, puta tapanda olması daha doğru. Elçi, kızı getirince o yiğit er, derhal âşık oldu. Aşk bir denizdir, gökyüzü, bu denizde bir köpük. Aşk, Yusuf’un havasına kapılan Zeliha gibi insanı hayran eder. Gönüllerin dönüşünü aşktan bil. Aşk olmasaydı dünya, donar kalırdı.

3860. O yiğit er de kuyuyu yol sanmış, çorak yerden hoşlanmış, oraya tohum ekmeye kalkışmıştı. O yatıp uyuyan, rüyada bir hayal görür, onunla buluşur, düşü azar. Uyanıp kendine gelince görür ki o oyunbazlık, uyanıkken olmamış. Vah der, beyhude yere erlik suyumu zayi ettim, o işveli hayalin işvesine kapıldım. O yiğit er de beden yiğidiydi, asıl erliği yoktu. O yüzden erlik tohumunu öyle bir kuma saçtı gitti.

3865. Aşk bineği, yüzlerce gemi atmış, ölümden bile korkmam diye nara atmaktaydı. Aşk ve sevdada Halifeden pervam bile yok. Varlığımla ölümüm birdir bence diyordu. Fakat böyle ateşli ateşli ekmeye kalkışma. Bir iş eriyle danış. Fakat meşveret nerde, akıl nerde? Hırs seli, adama yıkık yerleri kazdırır, tırnaklarını uzatır. Bir güzele âşık olanın önünde de sed vardır, ardında da. öyle adam, artık önünü, ardını az görür.

3875. O yiğit er de Musul’dan döndü, yola düştü. Yolda bir ormana, bir yeşilliğe geldi. Aşk ateşi, öyle bir parlamıştı ki yerle göğü fark etmiyordu. Çadır içinde o ay parçasına kasdetti. Akıl nerde, Halifeden korkma nerde? Şehvet, bu ovada davul dövdü mü akıl dediğin ne oluyor ki a turpoğlu turp: Yüzlerce halife, o anda o erin ateşli gözüne bir sinekten aşağı görünür.

3880. O kadına tapan er şalvarını çıkarıp cariyenin ayak ucuna oturdu. Aleti, dosdoğru gideceği yere giderken orduda bir gürültü, bir kızılca kıyamettir koptu. Er sıçradı, götü başı açık bir halde ateş gibi Zülfikar elinde dışarı çıktı. Birde ne görsün, ormandan kara bir erkek aslan, kendisini ordunun içine kapmış koyvermiş. Atlar, ürküp köpürmüşler, her çadır ve ahır yeri yıkılmış, herkes birbirine girmiş.

3885. Erkek aslan, ormanın gizli bir yerinden fırlamış, havaya deniz dalgası gibi tam yirmi arşın sıçramıştı. Er, pek yiğitti, aldırış bile etmeden sarhoş bir erkek aslan gibi aslanın önünü kesti. Kılıçla bir vurdu, başını ikiye böldü. Derhal o ay yüzlü dilberin bulunduğu çadıra koştu. O hurinin yanına gelince aleti hâlâ dimdikti. Öyle bir aslanla savaştı da erliği, yine sönmedi, hâlâ ayaktaydı.

3890. O tatlı ve ay yüzlü güzel, onun erliğine şaşıp kaldı. istekle ona kendisini teslim etti. O anda o iki can, birleştiler.. Bu iki canın birbirleriyle birleşmesi yüzünden gayıptan bir başka can gelir erişir. Kadının rahminde meniyi kabule mâni bir şey yoksa bu can, doğuş yoliyle gelir, yüz gösterir. Her nerde iki adam, sevgiyle, yahut kinle birleşseler, bir üçüncü can, mutlaka doğar.

3900. Kadının canı da kıyamet gününü bekler, erkeğin canı da. Bu âlemde emeklemen nedir ki? Daha çabuk adım at. O er, o yalancı sabah yüzünden yolunu kaybetti de sinek gibi ayran kabına. Düştü işte. Birkaç gün murat alıp murat verdiler. Fakat sonra o büyük suçtan pişman oldu. Ey güneş yüzlü, bu işe dair Halifeye bir şey söyleme diye cariyeye yemin verdi. Halife cariyeyi görünce sarhoş oldu, onun tası da damdan düştü.

3905. Onu, övdüklerinin yüz misli güzel buldu. Hiç görme, işitmeye benzer mi? Övme, akıl kulağı için bir tasvirdir. Fakat suret, bil ki gözün harcıdır, kulağın değil. Birisi, bilir bir adama sordu: A sözü güzel er, hak nedir, bâtıl ne? O er, adamın kulağını tutup bu batıldır dedi, gözse haktır onun her şeye yakîni vardır.

3925. O ahmak Halife de bir zaman o güzel cariyeye kapıldı, onunla gönül eğledi işte. Tut ki bütün doğuyu, batıyı zapt ettin, her tarafın saltanatına sahip oldun. Mademki bu saltanat, kalmayacak, sen onu bir şimşek farzet, çaktı, söndü. Ebedî kalmayacak mülkü, gönül, bir rüya bil! Cellat gibi boğazına yapışan debdebeyi, şan ve şöhreti ne yapacaksın ki? Bil ki bu âlemde de bir emniyet bucağı vardır. Yalnız münafıkın sözünü az duy, çünkü o söz, zaten söz değildir. Halife buluşmayı diledi, bu maksatla o cariyenin yanına gitti. Onu andı, aletini kaldırdı. O cana canlar katan, o sevgisini gittikçe artıran güzelle buluşmaya niyetlendi. Kadının ayakları arasına oturdu. Oturdu ama takdir, zevkinin yolunu bağladı.

3945. Farenin catırdısı kulağına değdi. Aleti indi, uyudu, şehveti tamamıyla kaçtı. Bu ıslık, yılan ıslığı olmasın, çünkü hasır kuvvetle oynamakta dedi.

 

Cariyeciğin,  Halifenin şehvetinin  zayıflığını  görüp o beyin kuvvetini hatırına getirerek gülmeye  başlaması   ve   Halifenin   bu   gülüşten  bir  şey anlaması

Cariye, Halifenin gevşekliğini görünce kahkahalarla gülmeğe başladı. O erin, aslanı öldürüp geldiği halde hâlâ aletinin inmediğini hatırladı. Kahkahası arttıkça arttı, uzadıkça uzadı. Kendini tutmaya çalışıyordu ama bir türlü dudaklarını kapatamıyordu ki.

3950. Esrara   alışık   olanlar   gibi   boyuna   gülüyordu. Kahkaha, kârına da üstün gelmişti, ziyanına da. Ne düşündü, aklına ne getirdiyse fayda vermedi; aklına getirdiği şeyler de gülmesini artırıyordu. Sanki bir selin bendi, birden yıkılmıştı. Ağlayış, gülüş gönlün gamı, neşesi.. BU ki her birinin ayn bir madeni vardır. Her birinin bir ayn mahzeni vardır ve o mahzenin anahtarı, kapalı kapılan açan Tanrı’nın elindedir. Bir türlü gülmesi dinmiyordu. Nihayet Halife alındı, huysuzlandı.

3955. Hemencecik kılıcını kınından sıyırdı. Habis dedi, neden gülüyorsun? Söyle. Bu gülüşten gönlüme bir şüphe düştü. Hileye kalkışma, doğru söyle. Yalanla beni kandırmaya kalkışırsan yahut boş bir bahane icat edersen, Ben bunu anlarım, gönlümde bunu anlıyan bir nur vardır. Doğruyu söylemek gerek vesselam.’ Bil ki padişahların gönüllerinde ulu bir ay vardır. Bazı bazı gaflet yüzünden bulut altına girer ama ehemmiyeti yok.

3965. Cariye âciz kalınca ahvali anlattı. O yüz Zâl’e bedel olan Rüstem’in erliğini söyledi. Yoldaki gerdeği, o sırada vukua gelen halleri bîr bir nakletti. Erin kılıcını çekip gidişini, aslanı öldürdükten sonra gelişini, aletinin hâlâ gergedan boynuzu gibi ayakta olduğunu söyledi. Ondan sonra namuslu Halifenin gevşekliğini ve farenin bir çıtırtısından aletinin söndüğünü görünce dayanamayıp güldüğünü bildirdi. Tanrı sırları meydana çıkarır. Mademki sonunda bitecek, kötü tohum ekme.

 

Padişahın, işi anlayınca o hıyaneti örtüp affetmeyi ve kendisinin, Musul padişahına zulmettiği için “Kim kötülük ederse kendine eder” ve  “Şüphe yok, rabbin gözetleme yerindedir, seni görür” âyetleri mucibince bu kötülüğe uğradığını anlayıp intikam almaya kalkışırsa, bu zulüm ve tamahın cezasını çektiği gibi o intikamın cezasına da uğrayacağını kestirerek cariyeyi o beye vermeyi kurması

3995. Padişah,  kendi  kendisine  suçunu,   kabahatini, kızı ele geçirmek için ettiği ısrarı anıp tövbe etti, Tanrı’dan yarlıganmak diledi. Dedi ki: Başkalarına yaptığım şeyler, ceza haline geldi, bana gelip çattı. Mevkiime güvenip başkalarının eşine kasdettim. Bu kasıt, bana döndü, kuyuya düştüm. Başkasının kapısını dövdüm, o da tuttu, benim kapımı dövdü. Kim, başkalarının karısına kötülük ederse bil ki kendi karısına pezevenklik eder.

4010. Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik, bir hatada bulunduk. Ey merhameti büyük Tanrı, bize acı! Ben onu affettim, sen de yeni suçumu da affet, eski suçlarımı da. Sonra cariyeye sakın dedi, bu senden duyduğum sözü kimseye söyleme. Seni,   beyinle  evlendireceğim.  Tanrı   hakkı için sakın bu hikâyeyi bir daha anma. Anma da o, benden utanmasın.   Çünkü o, bir kötülükte bulundu ama yüz binlerce de iyilik etti.

4015. Ben, onu defalarca sınadım, ona, senden de güzel kadınları emniyet ettim. Hiç dokunmadı. Bu olan şey, benim yaptığımın cezası. Bundan sonra o beyi huzuruna çağırdı. Âlemi: kahretmeyi düşünen hışmını yendi. Ona kabul edilecek bir bahane buldu. Dedi ki: Ben bu cariyeden soğudum. Sebebi de şu: Çocuğumun anası, bu cariyeyi kıskanmada, âdeta bir tencere gibi kaynayıp durmada, yüzlerce sıkıntılara uğradı.

4020. Oğlumun anasıdır, onun nice hakları vardır. Böylece cevir ve cefalara lâyık değildir o. Kıskançlığa başladı, kanlar yutmada. Bu cariye yüzünden pek şiddetli acılara düştü. Hâsılı bu cariyeyi birine vereceğim. Buna karar verdikten sonra azizim efendim, senden daha iyisini bulacak değilim ya. Sen onun için canınla oynadın. Artık onu senden başkasına vermek doğru değil. Onu, o beye nikahlayıp verdi, öfkesini, hırsını kırdı geçirdi.

 

KADININ EŞEĞE İMRENMESİ HİKAYESİ
Bir kadının eşeklerin çiftleşmelerini izleyip eşeği arzulamasının öyküsü…

(C.5 Beyitler 3390-3395)

3390.Fakat Bayezid’in imanına, onun doğruluğuna karşı gönlümde nice hasret var. Hani şu kadın gibi.. Eşeğin çiftleşmesini gördü de dedi ki:Amanın, şu tek erkeğe bakın! Çiftleşme buysa bizim kocalarımız, bizimle çiftleşmiyorlar, içimize aptes bozuyorlar. Bayezid, imanın bütün şartlarını haiz.. Aferinler olsun bunun gibi tek aslana! Onun imanının bir katrası denize gitse deniz, o katrada gark olur.

3395.Nitekim bir zerrecik ateş, ormanlara düşse o zerre, bütün ormanları yakar, yok eder. Padişahın, yahut ordunun gönlündeki hayal gibi. O hayal de hayaldir ama savaşta düşmanları mahveder. Muhammed’in yüzünde bir yıldızdır parladı, kafirlerin, çıfıtların gevherleri yok oldu. İmana erişen aman buldu, imana gelmeyenlerin şüphesi iki kat oldu. Önce gelenlerin halis küfrü kalmadı da yerini ya Müslümanlık tuttu, ya korku..

 

(C.6 Beyitler 2101 – 2105)

Fermanında “Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım” hadisi yazılı olan zat (MUHAMMED PEYGAMBER KASTEDİLİYOR), bir zattır ki herkes, onun nimetlerine, onun rızık taksimine muhtaçtır. O olmasaydı gökyüzü olmazdı, dönmezdi, nurlanmazdı, meleklere yurt kesilmezdi.

O olmasaydı denizler olmaz, denizlerdeki heybet vücut bulmaz, balıklar ve padişahlara lâyık inciler meydana gelmezdi. O olmasaydı yeryüzü olmaz, yeryüzünün içinde defineler, dışında yaseminler yaratılmazdı. Rızklar da onun rızkını yemektedir. Meyveler de onun yağmuruna karşı dudakları kupkuru bir haldedir.

 

(C.6 Beyit 2225)

2225-Her velîyi Nuh ve kaptan bil, bu halkın sohbetini de tûfan say.

 

(C.6 Beyit 2430)

Ben de, Musa’da, Tur dağı da… Üçümüzde o nurun doğmasıyla kaybolduk. Ondan sonra gördüm, Tanrı nuru, ona üfürünce dağ üçe ayrıldı.

 

 

(C.2 Beyit 1580)

Onun gözü, Tanrı nuruyla bakmakta, bilgisizlik perdelerini yırtıp yakmaktadır. O talebe, eski kilim gibi paramparça, delik deşik olmuş gönülleri bir perde yapıp o hâkimin önüne gerer. Hâlbuki o perde bile yüzlerce ağzıyla ona gülüp durur. Her ağzı hocaya bir delik olmuştur. ( deliklerden talebenin gönlünü seyreder durur.) Hoca, talebeye der ki; “ Ey küfür yokken de aşağı olan, bana hiç mi vefan yok? Haydi beni kuvvetli, müşküller halledici bir hoca farz etme, tut ki senin gibi bir talebeyim, senin gibi gönül gözüm kör.

 

 

ALLAH’I NİTELİKSİZ, İSİMSİZ VE SIFATSIZ GÖRMÜŞ!

(C.5 Beyit 420; s.38)

420. Bir derviş, bir dervişe;” Tanrı‘yı nasıl gördün, söyle” dedi. Derviş dedi:” Neliksiz, niteliksiz gördüm.”

AYNAYA BAKINCA TANRI’YI GÖRMEK

(C.5 Beyit 2015;  s.166)

2015-“Kim de yakın aynası varsa, kendini görmüş olsa bile, hakikatte Tanrı ‘yı görmüş olur.”

 

PEYGAMBERLER Mİ ÜSTÜNDÜR EVLİYALAR MI?

(C.4. Beyitler 1847-1854)

Beyit 1847— Tarihçiler, bunu duyunca Bayezid’in tayin ettiği zamanı yazdılar. Adeta şişe benzeyen kamış kalemlerini kebapla bezediler.

Beyit 1848 — Tanı o zaman, o tarih gelip çatınca o padişah doğdu… Devlet satrancını oynadı!

Beyit 1849 — Bayezid’in ölümünden sonra yıllar geçti, Ebu’l Hasan dünyaya geldi.

Beyit 1850 — O, padişah Ebul Hasan’ın ihsanına, kıskanmasına ait huylar söylediyse aynen zuhur etti.

Beyit 1851— Çünkü onun önünde giden levh-i mahfuzdur… Neden mahfuzdur o levh? Hatadan!

Beyit 1852 — Bu ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya… Allah, doğrusunu bilir ya, Allah vahyidir!

Beyit 1853 — Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir.

Beyit 1854 — Sen istersen onu gönül vahyi farzet… Gönül zaten onun nazargahıdır… Gönül, ona agah olunca nasıl hata eder?

AÇIKLAMA 1851-1854. Beyitlere şerh Abdülbaki Gölpınarlı

Sofiler, kalblerinde doğan ilahi bilgiye, yahut keşfe “varidat- Allah’tan gelenler” derler. Onlarca erenlerin sözleri de vahiyden başka bir şey değildir. Hatta nübüvveti yani peygamberliği iki kısma ayırıp bir kısmını, “Nübüvvet-i Teşriyye- Şeriat kuruculuk peygamberliği”, bir kısmına da “Nübüvvet-i Tarifiyye- Şeriatı anlatan, İlahi sırları anlatan peygamberlik” derler. Her veli ve bilhassa zamanın sahibi olan kutup, nübüvvet-i tarifiyye ile peygamberdir, fakat Hz. Muhammed’e hürmet ve şeriat edebine riayet bakımından peygamberim diye meydana çıkmaz. Bu inanışın ileri gidişinden veli, nebi’den üstündür akidesi çıkmıştır. Nebide bir peygamberlik bir de velilik vardır; peygamberlik Allah ile Kul arasında vasıta oluştur, bu bakımdan peygamber, peygamberliği itibariyle halkla uğraşır. Halbuki velilik Hak’la olan muameledir.

Bu yüzden peygamber’in veliliği, peygamberliğinden üstündür diyenler olduğu gibi Şeyh-i Ekber diye anılan Muhyiddin-i Arabi gibi “Hatem-i velayet” olduğunu iddia ederek veliliğin, bütün peygamberlere feyiz verdiğini ve kendisindeki velayetin, Hz. Muhammed’in velayeti olup ondan ayrı olmadığını söyliyen ve adeta peygamberlik iddiasına girişenler de vardır. Peygamberliğin kisbi, yani süluk ile kaanılır bir mertebe sayanları ve binaenaleyh Hz. Muhammed’in “hatem” yani somn peygamber oluşunu tevil edenleri bile bulunmuştur. Hicri 587’de (1191) Haleb’de öldürülen Şeyh Şihabeddin-i Maktul de bu inanıştaydı. Mevlana da bu beyitlerde Mesnevi’nin vahiy olduğunu söylüyor. Zaten 6 cildin umum dibacesi (açıklaması) sayılan birinci cildin dibacesinde de bunu apaçık söylemektedir. “Menakıb’ül Arifin” de şöyle bir hikaye var:

“Bir gün Sultan Veled buyurdu ki: Dostlardan biri babama şikayette bulundu ve alimler Mesnevi’ye neden Kur’an diyorlar diye benimle bahse girişti; ben de Kur’an’ın tefsiridir deyince babam bir lahza susup sonra A sersem dedi, niçin olmasın? A eşek, niçin olmasın? A ** kardeşi niçin olmasın? Peygamberlere verilen harfi zarflarda Allah sırlarının nurlarından başka bir şey yoktur ki. Allah sözü, onların temiz gönüllerinden biter, ırmağa benzeyen dillerden akar. İster Süryanice olsun, ister Seb’ul mesani dilince… İster İbranice olsun… İster Arapça!” (Üçüncü Fasıl) Bu kitapta buna benzer bir çok hikayeler vardır ki Mesnevi’nin yazıldığı tarihten itibaren Allah vahyi olarak tanındığını gösterir.

Mesnevi Kariileri (okuyucuları), Mesnevinin sonunda, önce “Ululuk sırlarını keşfeden Mevlana’mız böyle buyurdular” demek olan:

“İnçünin fermud Mevlana-yı ma Kaşif-i esrarha-yı kibriya”

 

ŞEYHİN ETRAFINDA DÖNÜP ŞEYHİNİ TAVAF EDİNCE BAYEZİD’İN HAC VE UMRE YAPMASI

Bir şeyhin Bayezid’e “Kâbe benim; benim çevremde tavaf et” demesi

2210: Ümmetin şeyhi Bayezid Hac ve Umre için Mekke’ye doğru koşuyordu

İlk defa gittiği şehirlerde değerli kişileri soruşturup arardı. (…)

2215: (…)

Bayezid, yolculukta zamanının Hızır’ı olan bir kimseyi bulmak için çok arardı.

 

2220: Boyca hilâl gibi bir şeyh gördü; Onda erlerin gücünü ve sözünü gördü.

Gözü kör ama gönlü güneş gibiydi; rüyasında Hindistan’ı görmüş bir fil gibiydi.

Gözü kapalı uyumuş kişi yüz neşe görür de, gözünü açınca görmezse şaşılacak şey!

Rüyada nice şaşılacak şey aydınlanır; gönül uykuda pencere olur.

Uyanık olan ve hoş rüya gören kişi, âriftir; -ayak- toprağını gözüne sür.

 

2225: Önünde oturdu. Durumunu sordu; onu yoksul ve aile sahibi buldu.

-Şeyh- “Ey Bayezid! Niyetin nereye! Gurbet dengini nereye götüreceksin?” dedi.

-Bayezid- “Erken vakitte Kâbe’ye niyetim var” dedi. -Şeyh- “Peki! Yol azığı olarak neyin var?” dedi.

-Bayezid- “İki yüz gümüş dirhemim var; işte elbisemin köşesine sıkıca bağlı” dedi.

-Şeyh- dedi: “Benim çevremde yedi defa tavaf et; bunu hac tavafından daha iyi say.

 

2230: Ey cömert! O dirhemleri önüme koy; bil ki hac yaptın muradın gerçekleşti.

Umre yaptın, baki ömrü elde ettin; temizlendin, Safa’da koştun

Canının gördüğü Hakk’ın hakkı için; Hak, beni kendi evine üstün tutmuştur.

Kâbe onun lütuf evi ise de tabiatım (vücudum) onun sır evidir.

O evi yaptığından beri, ona gitmedi. Bu eve ise o Hay/diri Hakk’tan başkası girmedi.

 

2235: Madem beni gördün, Hakk’ı gördün; sadakat Kâbe’sinin çevresini döndün.

Bana hizmet, Allah’a itaat ve şükürdür; sanma ki Hakk, benden ayrıdır.

Gözünü iyice aç, bana bak; böylece insanda Hakk’ın nurunu göreceksin.”

Bayezid, bu nükteleri anladı; altın halka gibi kulağına taktı.

Ondan dolayı Bayezid’in derecesi arttı; Sonra ulaşan, son noktaya vardı.

Beytini okuyup sonra 1852. Beyti okumak suretiyle dersi bitirirler. Mesnevi 4. Cild Sf. 326 Açıklama MEB Yay.

Sayfa numaraları için-MEB Baskısı Veled İzbudak-Abdulbaki Gölpınarlı Çevirisi esas alınmıştır. Ancak beyit numaraları Farsça orijinal metinde ve tüm çevirilerde aynıdır…

This entry was posted on Cumartesi, Aralık 26th, 2009 at 06:24 and is filed under MITOLOJİ. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

There are currently 12 responses to “Mesnevi’den Seçmeler”

Why not let us know what you think by adding your own comment! Your opinion is as valid as anyone elses, so come on... let us know what you think.

  1. 1 On Mayıs 19th, 2012, Gökhan said:

    Sağolun, bunları herkes bilsin..

  2. 2 On Mayıs 23rd, 2012, entyazar said:

    Adeta dehşete düştüm. Söylenebilecek her hangi bir söz bulamıyorum, şoktayım…

  3. 3 On Mayıs 26th, 2012, HanifTürk said:

    Kur’andan başka dinde kaynak arayanların sonu böyle yoldan çıkmaktır teşekkürler

    Mevlana sadece ve sadece ALLAH’a denir Kim kendine Mevlana derse kim ALLAH’tan gayrına Mevlana(Sen bizim velimizsin Mevlamızsın) derse böyle yoldan çıkar.

  4. 4 On Temmuz 18th, 2012, Necmi Tunalı said:

    Ey kınayan kişiler! Eğer siz doğruysanız haydi daha fazla delil getirin de insanları aydınlatın, sapmışları doğru yola iletin. Zira Mesnevi-i Şerîf, nice gayri müslimi müslüman yapmıştır… Şunu da hatırınızda tutun; Allah’ın sevdiği kullarına dil uzatmanın bedeli ağırdır. Zira dinimizde, hiç kimseyi kınamayın çünkü o kişiler Allah katında sizden daha hayırlı olabilirler buyrulmuştur. Bir de siz şu kınadığınız zata bakın da kendinize gelin. Ne isminiz ne cisminiz belli! Sizin davanız tıpkı mesnevide geçen sivrisineğin Süleyman peygambere gidip rüzgardan davacı olmasına benziyor. Lütfen çekinmeden bana cevap yazın teşekkürler, saygılar…

  5. 5 On Temmuz 18th, 2012, admin said:

    Yazı, alıntılardan oluşmaktadır. Eğer yazı, bütünüyle hakkı ifade ediyorsa söylenecek bir söz olamaz, halk bundan yararlanır. Eğer açıklamaya muhtaç ifadeler varsa, işin ehli de bunları açıklarsa okuyucu bundan yararlanmış olur. Hakka aykırı olabilecek ifadeler varsa Celaleddin-i Rumi’nin de bir insan olduğunu bilmemiz gerekir. Kusursuzluk, yalnızca Allah’a mahsustur.
    Saygılar
    ErdemYolu

    (Bütün şefaatler Allah’ın iznine bağlıdır.) [Zümer 44] (Demek ki çok şefaat edecekler vardır ki, hepsi de Allahü teâlânın izniyle şefaat edeceklerdir.)

  6. 6 On Kasım 2nd, 2012, Hasan Özkaya said:

    Her kitabı herkesin okuması doğru olmaz.. Bazı kitaplar vardır ki herkesin seviyesine uygun değildir,seviyesine uygun kitap okumayan için zararlı olup ters etki yapar.
    .Örneğin Muhyidini Arabi Hazretlerinin birçok eseri vardır.. Füsüsul Hikem ve Futuhati Mekkiye adlı eserlerinin bazı meseleleri lafz ve mana bakmından malum olup emri ilahiye ve şeri Nebeviye uygun, bazı meseleleri ise ,zahir ehlinin idrakinden hafidir.(gizlidir.) Bunu ancak Ehli Keşf ve batın (gönül ehli zatlar) bilirler..

    Meram(amaç,maksat) olan manayı anlayamayan kimsenin bu makamda susması gerekir.. Zira Allahu Teala Kur’an’da mealen;

    Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin ardına düşme çünkü kulak göz ve kalb bunların hepsi ondan sorumludur.”

    (İsra Suresi,36) Allahu Teala doğru yola götürendir.”

    Onun için itikat iman ibadet ve diğer şer’i bilgileri iyi bilmeyenlerin,tasavvufun inceliklerinde bihaber olanların , böyle kitapları okuması ve üzerinde düşünmesi çoğu zan zararlı olmaktadır .Ve neticede bu kitap şirk içeriklidir gibi söylemler söylemesine yol açmıştır…

    Kehf Suresinde Musa-Hızır Kıssasında ,

    ”Kullarımızdan bir kul buldular ki kendisine katımızdan bir rahmet ve ilmi ledün vermişizdir.” buyruluyor .. .

    Burada Hızır aleyhisselam’a verilen ledün ilmi(batın ilmi)nden bahsedilmekte , öyle bir ilim ki zahir ilimler gibi okumakla yazmakla öğrenilmez , Allahın lütfuyla öğrettiği özel ve gizli bir ilimdir..

    Hızırın çocuğu öldürmesi ,gemiyi kusurlu hale getirmesi ,bir köyün yıkılmaya yüz tutmuş duvarını düzeltmesi hep şeriate aykırı işler olmuş hatta Musa aleyhisselam karşı çıkmış , ve sonunda altında yatan hikmet ve esrarı bildirince , Musa ‘da Hızırı tasdiklemiştir.. Burada Allah’ın bazı kullarına özel bir ilim öğrettiğini ve bu ilmin avam (halk) diye tabir edilen kesimin idrakine kapalı olduğu bildirilmektedir.

    Allahualem…

  7. 7 On Kasım 6th, 2012, admin said:

    KUR’AN’DAKİ MUSA İLE BİLGİN KUL KISSASI

    Allah’a kayıtsız şartsız teslim olma ve geçici şeylerden uzak durma konularında önemli bilgi ve ilkeler içeren Kehf suresinin bünyesindeki “ashab-ı kehf (mağara arkadaşları)”, zengin adam-yoksul adam, Musa ile “bilgin kul” ve Zülkarneyn ile Ye’cüc Me’cüc kıssaları, bizler için ibret dolu birer örnek teşkil etmektedir.

    Ancak, bu kıssalardan bir tanesi, Musa ile “bilgin kul” kıssası, İsrailiyat kültürü altında âdeta rivayet bombardımanına tutulmuş ve bu konuda binlerce hikâye, menkıbe yazılmıştır. İşin kötü tarafı, bu rivayet bombardımanı sonucunda Kur’an’dan onay almayan ve İslâm ilkeleri ile kesinlikle bağdaşmayan,

    Veli,

    Hızır,

    İlm-i Ledün

    Kulların gaybı bilebilmeleri,

    Velinin nebiden üstünlüğü

    gibi bir çok abuk sabuk inanış, ne yazık ki Müslümanlara kabul ettirilmiştir.

    Bizim bu makaleyi yazmamızdaki amaç, işin gerçeğini kardeşlerimizle paylaşıp, kardeşlerimizi İsrailiyat batağından uzak tutmaktır.

    Musa ile “bilgin kul” kıssası, Kehf suresinin 60 – 82. ayetlerinde anlatılmıştır. 60 – 64. ayetler, Musa’nın yolculuğa çıkışı, genç yardımcısı, sahra (iki denizin birleştiği yer), balık konularını içermekte, “bilgin kul” ise 65. ayette ortaya çıkmaktadır. 60 – 64. ayetlerde anlatılanlar da önemli olmakla birlikte, rivayet bombardımanın bu ayetlerdeki hasarı imanı, tevhidi zedeleyecek boyutta değildir. Bu sebeple biz, bu kısmın sadece mealini vermekle yetinip, yorumlarımızı, yanlışa, batıla ve hurafeye malzeme yapılan 65 – 82. ayetler için yapmış bulunuyoruz.

    18/60 – 80. ayetlerin meali:

    60- Ve bir vakit Musa genç hizmetçisine “Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım, yahut senelerce gideceğim.” demişti.

    61- Bunun üzerine iki denizin birleştiği yere vardıklarında ikisi de balıklarını unuttu. O zaman o denizde bir deliğe doğru yolunu tutmuştu.

    62- Bu şekilde geçtikleri zaman genç hizmetçisine: “Getir kuşluk yemeğimizi; gerçekten biz bu yolculuğumuzda yorulduk.” dedi.

    63- Genç: “Gördün mü? Büyük Kaya’ya sığındığımız vakit doğrusu ben balığı unuttum; onu anmamı muhakkak şeytan unutturdu. O, şaşılacak bir şekilde denizdeki yolunu tuttu.” dedi.

    64- Musa, “İşte bu, aradığımızdı!” dedi. Hemen izlerini takip ederek gerisin geri döndüler.

    65- Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

    66- Musa ona: “Doğru yol konusundaki sana öğretilenden bana da öğretmen şartıyla sana tâbi olabilir miyim?” dedi.

    67- O: “Doğrusu sen benimle beraber olmaya sabredemezsin.

    68- Ve havsalanın almadığı şeye nasıl sabredeceksin!” dedi.

    69- Musa: “İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmem.” dedi.

    70- O: “O halde eğer bana uyacaksan, bana hiçbir şey hakkında soru sorma, ta ki ben sana ondan söz açıncaya kadar.”

    71- Bunun üzerine ikisi beraber gittiler; nihayet gemiye bindiklerinde tuttu gemiyi yaraladı. Musa: “A, içindekileri boğmak için mi yaraladın onu? Doğrusu kötü bir şey yaptın!” dedi.

    72- O: “Demedim mi ki sen benimle beraber olmaya sabredemezsin?” dedi.

    73- Musa: “Unuttuğum şeyle beni suçlama ve bu işimden dolayı bana güçlük çıkarma!” dedi.

    74- Yine gittiler nihayet bir delikanlıya rastgeldiler; tuttu onu öldürüverdi. Musa: “Bir can karşılığı olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu çok kötü bir şey yaptın!” dedi.

    75- “Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?” dedi.

    76- Musa: “Eğer bundan sonra sana birşey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme! Doğrusu tarafımdan beyan edilecek son özre erdin.”

    77- Bunun üzerine yine gittiler. Nihayet bir köy halkına varınca onlardan yemek istediler. Ancak onlar, kendilerini misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular, tutup onu doğrulttu. Musa: “İsteseydin bunun karşılığında mutlaka bir ücret alırdın” dedi.

    78- O: “İşte bu, seninle benim ayrılmamız olacak! Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereyim.

    79- Önce gemi, denizde çalışan birtakım zavallılarındı. Ben onu kusurlu hale getirmek istedim; çünkü ötelerinde bütün sağlam gemileri gaspedip alan bir kral vardı.

    80- Delikanlıya gelince, anne-babası mümin kimselerdi. Onun, o ikisini azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korktuk.

    81- İstedik ki, Rableri onun yerine kendilerine temizlikçe daha hayırlı ve merhamet bakımından daha yakınını versin.

    82- Ve gelelim duvara; o, şehirde iki yetim oğlanındı, altında onlar için bir define vardı ve babaları iyi bir zat idi. Onun için Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi. Bu, Rabbinden bir rahmet olmak üzeredir ve ben onu (duvar doğrultma işini) kendi görüşümle yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin açıklaması!” dedi.

    18/65 – 82. ayetlerin tefsiri:

    Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, bu ayetlerde anlatılan serüven, binlerce rivayet ve menkıbeye kaynak olmuştur. Daha doğrusu, bu uydurmaların türediği esas kaynak bu ayetler değil, bu ayetler hakkındaki Ubeyy b. Ka’b rivayetleridir. Ubeyy b. Ka’b sayesinde; Hızır adında bir süpermenimiz; elifi görse mertek sanan İlm-i Ledün sahibi köşe bucak post serip cennet pazarlaması yapan birçok evliyamız; havada uçup suda yürüyen, dağların arkasını ve yıllar sonrasını ayan beyan görüp anlatan, peygamberden üstün tutulan velilerimiz olmuştur.

    Bu bombardımanın amiral gemisi ise İbn-i Kesir’in rivayet tefsirleri kitabıdır.

    Şimdi, bu saçmalıklara dayanak kabul edilen ayetlerin gerçek anlamlarını inceleyelim ve bakalım gerçekten bu ayetler ile bu saçmalıklar arasında bir bağıntı, bir benzerlik var mı?

    18/65. Ayet: “ Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

    Musa ile yardımcısının Sahra’da (iki denizin birleştiği yerde) buldukları kul bize göre bir peygamberdir. Çünkü ayette “Biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik” denmiştir. Biz biliyoruz ki Yüce Rabbimiz bu ifadeyi başka ayetlerde de peygamberlerine verdikleri için kullanmıştır:

    Zühruf; 31 – 32: Yine dediler ki: “Bu Kur’an, şu iki kentin birinden, bir büyük adama indirilmeli değil miydi?”

    Ne! Yoksa Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şimdiki hayatta, onların geçimliklerini aralarında paylaştıran, birbirlerine iş gördürmeleri için, kimini kimine derecelerle üstün kılan biziz. Rabbinin rahmeti, onların topladıklarından daha iyidir.”

    Kasas; 86: Sen, Kitab’ın sana verileceğini hiç ummazdın. O ancak Rabbinin bir rahmetidir. Öyleyse, sakın inkârcılara arka çıkma!

    “Bilgin kul”un peygamber oluşunun bir diğer delili ise; “bilgin kul”un 82. ayette, duvar doğrultma işini kendi iradesi ile yapmadığını beyan etmesidir. Bu demektir ki, duvar altında duran iki yetime ait gömünün varlığı ve bu gömünün belli bir süre daha bulunduğu yerde korunması gereği ve dolayısıyla bunun icabı olan duvarın doğrultma işi, “bilgin kul”a vahy ile telkin edilmiştir.

    Yukarıdaki delillere dayanarak peygamber olduğunu söylediğimiz “bilgin kul” için bize bu kıssa dışında bilgi verilmemiştir. Bu durumda “bilgin kul”un Nisa suresinin 164 ve Mümin suresinin 78. ayetlerinde bahsedilen, adı ve kendi hikâyesi bildirilmemiş peygamberlerden olduğu anlaşılmaktadır.

    Bu iki âyetten(18/65à 43/31-32 28/86) “rahmet” ile neyin kasdedildiğini öğrendikten sonra görüyoruz ki 65. âyette “biz ona katımızdan rahmet vermiştik” buyuruluyor. Yine aşağıda göreceksiniz 82. âyette duvar doğrultma olayı Âlim Kul’un kendi isteğiyle yaptığı bir eylem değildir. Duvarın altında iki yetime ait gömünün varlığı, onun korunmasının gereği, onun içinde duvarın doğrultulmasının icabı Alim Kul’a (peygambere) vahy ile telkin edilmiştir.

    18/66. Ayet: “Musa ona: “Doğru yol konusundaki sana öğretilenden bana da öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim?” dedi.”

    Musa ve “bilgin kul” tanışmışlardır. Musa, onun bilgin birisi olduğunu, doğru yolu bulma konusunda kendisine çok bilgi verilmiş olduğunu öğrenmiştir. Ve ondan “doğru yolu bulma konusunda ona öğretilenlerden öğrenmek için”, onun öğrencisi olmayı istemektedir.

    18/67 – 68. Ayetler:

    O: “Doğrusu sen benimle beraber olmaya sabredemezsin.

    Ve havsalanın almadığı şeye nasıl sabredeceksin!” dedi.

    Musa`nın o yöre ve “bilgin kul” hakkında bilgisinin olmadığı bellidir. Çünkü o bölgeye yeni gelmiş ve “bilgin kul” ile yeni tanışmıştır. Ama “bilgin kul”un ifadelerinden anlıyoruz ki, “bilgin kul” o yörenin insanıdır ve bir takım görevleri vardır. Zira “bilgin kul”, Musa ile birlikte oldukları takdirde meydana gelmesi muhtemel olaylar karşısında Musa’nın, kafasının bu olayları almayacağını ve sabredemeyeceğini öngörmektedir. Yani “bilgin kul”, belli bir görevi ifa etmek için dolaştığı o bölgede, o bölgeyi iyi tanıdığı için, bazı olumsuzluklarla karşılaşabileceğini tahmin edebilmekte ve Musa’nın da bunlara sabredemeyeceğini düşünmektedir.

    18/69 – 77. Ayetler: Musa: “İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmem.” dedi.

    O: “O halde eğer bana uyacaksan, bana hiçbir şey hakkında soru sorma, ta ki ben sana ondan söz açıncaya kadar.”

    Pazarlık yapılmış ve “bilgin kul” Musa’nın yanında gelmesine izin vermiştir. Kıssanın bundan sonraki bölümlerinde Musa’nın genç yardımcısından söz edilmez olmuştur.

    Bunun üzerine ikisi beraber gittiler; nihayet gemiye bindiklerinde tuttu gemiyi yaraladı. Musa: “A, içindekileri boğmak için mi yaraladın onu? Doğrusu kötü bir şey yaptın!” dedi.

    “Bilgin kul”un o çevreyi tanıdığı gibi, gemi sahipleri ve yolcular da “bilgin kul”u tanıyor ve ona güveniyor olmalılar ki, “bilgin kul”un gemiyi yaralamasına engel olmamışlardır. Ne “bilgin kul”, ne de o yöre hakkında bilgisi olmayan Musa ise bu işe karşı çıkmıştır.

    Olanlar gayet olağan şeylerdir. Bu olayda herhangi bir olağanüstülük, esrarengizlik yoktur. Kulun gaybı bilmesi gibi bir şey söz konusu değildir.

    O: “Demedim mi ki sen benimle beraber olmaya sabredemezsin?” dedi.

    Musa: “Unuttuğum şeyle beni suçlama ve bu işimden dolayı bana güçlük çıkarma!” dedi.

    Yine gittiler nihayet bir delikanlıya rastgeldiler; tuttu onu öldürüverdi.

    Musa: “Bir can karşılığı olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu çok kötü birşey yaptın!” dedi.

    Ayette geçen “ غلام Gulam” sözcüğünün orijinal anlamı, “Cinsel ilişkiye alabildiğine düşkün ve arzulu olan” demektir. Bu özellik, çocukluk yaşından çıkmış kimselerde olur. Bu da delikanlılık çağıdır. Gulam/ delikanlı sözcüğü, şeyh/ ihtiyar sözcüğünün zıt anlamlısı olarak kullanılır.

    Ayetteki “Bir can karşılığı olmaksızın masum bir cana mı kıydın?” ifadesinden, “gulam”ın erişkin birisi olduğunu anlıyoruz. Zira çocuk yaşta birisi başkasını öldürürse ona kısas yapılmaz. Buradaki olay kısasa uygun görüldüğüne göre “gulam”, çocuk değil erişkin bir delikanlıdır.

    Delikanlının öldürülmesine de Musa’dan başka karşı çıkan olmamıştır. Demek ki, “bilgin kul”un delikanlıyı niçin öldürdüğünü o beldenin insanları, öldürülen delikanlının yakınları; ana-babası herkes bilmektedir. Aksi halde bir yabancının gelip de, memleketlerinde kendilerinden bir delikanlıyı öldürüp elini kolunu sallayarak çekip gitmesine kimse kayıtsız kalmazdı. Öldürme gerekçesi ise aşağıda 80 ve 81. ayetlerde açıklanmıştır.

    “Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?” dedi.

    Musa: “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme! Doğrusu tarafımdan beyan edilecek son özre erdin.”

    Bunun üzerine yine gittiler. Nihayet bir köy halkına varınca onlardan yemek istediler. Ancak onlar, kendilerini misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular, tutup onu doğrulttu. Musa:

    “İsteseydin bunun karşılığında mutlaka bir ücret alırdın” dedi.

    “Bilgin kul” bu köyün veya beldenin yabancısı olmalı ki, köylüler “bilgin kul” ve Musa’ya ilgisiz kalıyorlar.

    18/78 – 79. Ayetler: “O: “İşte bu, seninle benim ayrılmamız olacak! Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereyim.

    Gemi olayına gelince, denizde çalışan birtakım zavallılarındı. Ben onu kusurlu hale getirmek istedim; çünkü ötelerinde bütün sağlam gemileri gasp edip alan bir kral vardı.”

    “Bilgin kul”un o bölgeyi tanıdığının bir kanıtı da, bindikleri geminin sahiplerini tanıması ve öteki kıyıda hüküm süren zalim kraldan haberdar olmasıdır. Bunları bildiği için gemiyi yaralamış ve zalim kralın gemiye el koymasını engellemiştir. Gemi sahipleri ve gemideki yolcular da “bilgin kul”u tanıyıp ona güvenmektedirler ki, ona engel olmamışlar ve gemiye verdiği zararın karşılığını talep etmemişlerdir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, “bilgin kul”un gemideki hasarı kendi iradesi ile yapmış olmasıdır. Bu hususu kendisi de “ فاردت ان اعيبها BEN onu kusurlu hale getirmek İSTEDİM” diyerek beyan etmiştir.

    “Bilgin kul”un buradaki davranışı; “İki fesat tearuz ettikte ehaffi irtikab ile a’zamın çaresine bakılır. Yani, biri büyük diğeri daha hafif iki zarar bir anda söz konusu olduğunda, hafif olan zararı işleyerek büyük zarardan kurtulma yoluna gidilir.” (Mecelle Madde 28) genel ilkesine göredir. Yoksa burada gaybı bilme gibi olağan dışı bir durum söz konusu değildir.

    18/80 – 81. Ayetler: “Delikanlıya gelince, anne-babası mümin kimselerdi. Onun, o ikisini azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korktuk.

    İstedik ki, Rableri onun yerine kendilerine temizlikçe daha hayırlı ve merhamet bakımından daha yakınını versin.”

    Ayetlerden anlaşıldığına göre delikanlıyı öldürme olayı resmî otoritenin; toplum olarak yasalara göre verdikleri bir karar gereği olmuştur. “Bilgin kul” bu kararın infaz memurudur; tabiri caizse cellâttır. Onun için olayı açıklarken “ فخشينا korktuk” ve “فاردنا istedik ki” diye kamuyu içeren, çoğul bir ifade kullanmıştır. Eğer delikanlının öldürülmesi o delikanlının yaşadığı kentte yasal bir icraat olmasaydı, hem delikanlının yakınlarının hem de şehir halkının (kamu otoritesi) “bilgin kul”a gerekli tepkiyi göstermeleri ve onu cezalandırma yönüne gitmeleri gerekirdi.

    Gelenekçiler, bu ayetlerdeki “korktuk” ve “istedik” fiillerinin öznelerini uyduramamışlardır. “Bilgin kul”, “Hızır” veya “melek” yapılınca, korkanlar da Allah ile Hızır veya Allah ile melek olmaktadır. Buna rağmen bu sözcüklerin üzerinde durmamışlar olayın üstüne gidememişlerdir.

    Bu olayların bilinmeyecek, yadırganacak, batın ilmi vs. gibi açıklanacak bir yanı yoktur. Normal şer’î bir icraattır. Musa “Bir can karşılığı olmaksızın masum bir cana mı kıydın?” diyerek sadece kısas ile insan öldürülebilineceğini ileri sürmüştür. Halbuki şer’an (yasal açıdan) insan, sadece, kısas için öldürülmez. Allah’a savaş açanlar da öldürülür:

    Maide; 33: Allah ve elçisine karşı savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa çalışanların cezası ancak öldürülmek veya çarmıha gerilmek ya da el ve ayakları çapraz olarak kesilmek ya da yeryüzünden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Öteki dünyada da onlar için büyük bir ceza vardır.

    Burada 80. ayete dikkat edilirse; “Delikanlıya gelince, anne-babası mümin kimselerdi. Onun, o ikisini azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korktuk.” denilmektedir. Bu ifadeden de delikanlının, mümin anne ve babasını dinden çıkarmak için çaba sarfettiği (Allah ile savaştığı) anlaşılmaktadır. Yani bu durumda Maide suresinin 33. ayetine göre onun öldürülmesi meşru bir olaydır.

    18/82. Ayet: “Ve gelelim duvara; o, şehirde iki yetim oğlanındı, altında onlar için bir define vardı ve babaları iyi bir zat idi. Onun için -Rabbinden bir rahmet olmak üzere- Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi. Ve ben onu (duvar doğrultma işini) kendi görüşümle yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin açıklaması!” dedi.”

    Kendisine rahmet (peygamberlik) verilen ve Allah tarafından bilgilendirilen “bilgin kul”, duvar meselesini açıklarken “Onun için ( ……. فاراد ربّك ) – Rabbinden bir rahmet olmak üzere- Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi. Ve ben onu (duvar doğrultma işini) kendi görüşümle yapmadım.” diye açıklamıştır. Demek oluyor ki, bu üç olaydan sadece üçüncü olay vahy ile bildirilmiştir. Yani “bilgin kul”, sadece duvar doğrultma işini kendi bilgisi ve iradesiyle gerçekleştirmemiştir.

    Ayetin orijinalindeki “ وما فعلته عن امرى ve mâ fealtühü an emrî” ifadesi, tefsir ve meallerin ekserisinde (hemen hemen hepsinde) “ve ben bunların hiç birini kendi görüşümle yapmadım.” diye çevrilmiştir. Bu çeviriye göre üç olaydan hiç birinde “bilgin kul”un kendi görüşü ile davranmadığı, her üç olayda da aldığı vahyle hareket ettiği anlaşılmaktadır. Oysa bu çeviri yanlıştır. Doğru çeviri; “Ve ben onu (duvarı doğrultmayı) kendi görüşümle yapmadım” şeklindedir.

    Rivayetçilerin ve dirayetsizlerin yanlış meal ve tefsirlerinin doğru olabilmesi için ayetin orijinalinin “عن امرى فعلتهنوماVe mâ fealtühünne an emrî” şeklinde olması gerekirdi. Ancak bu takdirde cümlenin anlamı, “Ben onları kendi görüşümle yapmadım” şeklinde olurdu. Halbuki ayetin orijinali böyle değildir.

    Üç olayın da vahye dayandığı görüşü, ayetlerin içeriği ile uyumlu değildir. Eğer üç olay da vahye dayalı ise “bilgin kul”, 79. ayette geminin kusurlu hâle getirilme işi kendi tasarrufunda imiş gibi “ben diledim” dememeli ve 80 ile 81. ayetlerde anlatılan “gulam”ın öldürülmesi olayında başkalarını da kapsayan “korktuk” ve “istedik” şeklindeki çoğul ifadeler kullanmamalı idi. Ayrıca bu üç olay vahye dayalı olsaydı, 82. ayetteki “Ve ben onu (duvar doğrultma işini) kendi görüşümle yapmadım.” ifadesi cümlenin en sonunda, “işte senin sabredemediğin şeylerin açıklaması” ifadesinden sonra olmalı idi. Böylece her üç olay da “bilgin kul”un kendi görüşü ile yapmadığı şeylerin kapsamına girmiş olurdu.

    Sonuç olarak rivayetlerin, masalların, menkıbelerin, ayetin orijinal anlamını ihmal ettirdiği anlaşılmaktadır. (Hakkı Yılmaz) http://www.istekuran.net/kissa.html

  8. 8 On Mart 11th, 2013, Ahmet said:

    Hala Rumi denen zati savunanlara ne demeli bilmiyorum. Vallahi dehsete dusuyorum, kendini Musluman zanneden milyonlarca insan var dunyada ve ulkemizde. Insan bu kadar mi kor olur?

  9. 9 On Mart 16th, 2013, hasan özkaya said:

    Bu yolun yolcuları böyle şeyler çok söylemiştir. Bir sâlik, (Tecellî-i Sûrî)ye kavuşunca, tecellî eden sûreti, görünüşü, Hak Teâlâ sanıyor. Büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretleri, (Bu görünenler, hep hayâldir. Bu hayâllerle, tarîkatın çocuklarını yetiştirirler) buyurmuştur.

    Evliyalığın Peygamberlikten üstündür,ya da Ene’l Hak ,ya da Sübhani gibi sözler Manevi sekerat halinde söylemişlerdir.Bunlar Şeriat’e uygun değildir,dolayısıyla doğru değildir,Fakat bunları söyleyen tasavvufçular kafir olmazlar, mazurdurlar,Çünkü yanılmaktır,

    Eğer sahv halinde söyleselerdi ,Ene’l Hak gibi mesela ,Küfürdür.

    Gördükleri tecelli ve zılları(gölgeleri) asıl sanarak yanılırlar, fakat kendilerine geldiklerinde uyanık haline dönünce gerçeğin böyle olmadığını anlarlar..İşin özü budur.

    Bu yüzden Erbab-ı Sekir’in sözleri Te’vil olunur ,zahiri mana verilmez.

    Örneğin Ene’l Hak(Ben Hakk’ım) yada Sübhani (Ben Sübhan Hak’ım) gibi sözlerde kasdedilen ,Ben yokum Allah var, Fena makamında ,Salik Allah’tan başka hiçbirşeyi görmez ,O’nun tecellileri kendini kaplar ve aradan ikilik (Rab-kul) kalkar..Ama kendisine hakikat bildirilince yanıldığını anlar. İşin özü budur.

    Mevlana hazretlerinin’de bu beyitlerde anlattıkları sözler böyledir,bundan ötürüdür.
    Onu kötü ve kafir bilmemelidir.Dil uzatmamalıdır.Konuştuklarının manasının yanlışlığını da anlattığımız hususlardan olduğunu bilmelidir.

    Tasavvuf’tan bihaber olan kimseler ,burada yakışıksız yorumlar yaparak bilmeden yargılamışlardır,yanlıştır.

    Allahualem…

  10. 10 On Mart 16th, 2013, admin said:

    Hasan bey katkılarınız için teşekkür ederiz.
    Elbette konu yaftalamak veya etiketlemek değildir. Belirttiğiniz gibi bu sözler hakka uygun değildir. Ancak bu sözler sanıldığı gibi yalnızca sekr (kendinden geçmişlik, sarhoşluk) hali de değildir. Çünkü bu anlayış sahipleri, bu konuda yüzlerce sayfalık kitaplar yazarak bu tezlerini savunmuşlardır. Sekr halinde kitap yazılmaz veya sekr hali geçtikten sonra bu iddiaların yanlış olduğunu açıklamaları gerekir. Muhyiddin-i İbn Arabi’nin kitaplarında bu tezleri fazlasıyla görmek mümkündür.

  11. 11 On Kasım 25th, 2014, burhan said:

    SEYH UÇMAZ MÜRİDLERİ UÇURUR…

    SİZ ŞİRK NEDİR BİLİRMİSİNİZ..

    Araf suresi 3; Rabbinizden size indirilene uyun; O`nun berisinden bir takım velilerin ardına düşmeyin! Siz ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.

    Enam 116: Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah`ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak `zan ve tahminle yalan söylerler.

  12. 12 On Nisan 21st, 2015, Arslan said:

    Arkadaş şefaatçiler Zümer-44’ü nasıl çarpıtmışlar. Halbuki o ayette yazan şudur: “Zümer/44-De ki: Bütün sefâat Allah’indir Göklerin ve yerin hükümranligi O’nundur Sonra O’na döndürüleceksiniz ”
    yani Tüm şefaatin yalnız Allah’ın olduğunu söyleyen bu ayeti bile tersyüz etmişler ya pes doğrusu, Allah biraz kendinden korkmayı nasip etsin…

Yorum Yaz