-
16th Ağustos 2008

Abdulkerim el-Cîlî’nin Din Anlayışı

posted in MITOLOJİ |

Dinlerin Birliği

Yüce Allah’ın yaratıkların bizzat kendisi olduğunu söyleyen vahdet-i vü­cut hurafesi, tasavvufçularda ister istemez dinlerin birliği inancına götür­müştür. Bu inanç vahdeti vücud inancının bir ürünü olarak ortaya çıkmak­tadır. Vahdeti vücutçular, ister mitolojik dinler olsun, ister yüce Allah’ın in­sanlara vahyettiği din olsun, hepsinin birliğine, yani hak oluşuna inanırlar. Zira hak, bir tek inançla sınırlı olamaz.[79] Vahdet felsefesine göre her dinin mensupları, kendilerinin ve tapılan bütün varlıkların suretlerinde tecelli eden tanrıya tapıyorlar. Bütün hidayeti ve kutsallığı ile İslam’ın, bütün çir­keflik ve sapıklığıyla Mecusiliğin aynısı olduğunu söylüyorlar. Bu anlayışı nasıl savunduklarını bazı örneklerle gösterelim. [80]

Abdulkerim el-Cîlî’nin Din Anlayışı

Muhyiddin Arabi’nin fikir havarilerinden olan Abdulkerim el-Cîlî, daha önce belirttiğimiz gibi, panteizme inanır. Burada da onun din anlayışını ve­ya inancını gösteren sözlerinden nakiller yapacağız. Bu sözlerinde açıkça Al­lah’ın yaratıklarının kendisi olduğuna ve bütün din mensuplarının eninde sonunda cennetlik olduğuna inandığını göreceksiniz. Şöyle demektedir:

“Alem kar gibidir. Allah, karın aslı olan sudur. Donmuş olan şey için kar ismi ödünçtür. Su ismi ise hakikattir. Şunu demek istiyorum; Misalde yaratıklar kar gibidir, ondan kaynayan su ise sensin. Biliyoruz ki, kar gerçekte sudan ibarettir, ne var ki, şeriatlar farklı anmıştır. Ama kar eriyince hükmü kalkar ve hüküm suyun hükmü olur. Zıtlar güzel ‘Bir’de toplanmış, O’nda yok olmuş, onlardan parlayan O’dur”[95]

el-Cîlî, karın aslının su olduğu gibi, yaratıkların da aslının Allah olduğu­nu söylemektedir. Onlara yaratılmış adının verilmesi geçici bir emanet, yani ödünç olup asıl adlarının Allah’ın adları olduğunu belirtmektedir. Karın eri­mesiyle karın hükmü yok olup su hükmü konduğu gibi, yaratıklara ödünç olarak verilmiş yaratık isminin kalkması halinde asılları olan Allah hükmü­nün konacağını söylemektedir. Kısaca, bütün varlıkların aslında Allah’ın görünümleri olduğunu, Allah’ın onlara sirayet ettiğini söyleyerek panteist bir inancı sergilemektedir. Nitekim bundan önceki paragrafta Allah’ın bü­tün varlıklara sirayet ettiğini açıkça belirtmektedir.

Bir takım tasavvufçuların Firavun ve İblis gibi Allah’ın düşmanlarını ki­taplarında kutsallaştırmaya çalışmalarını, müslüman bir aklın alamayacağı sapıklıklardır. İbn Arabi, Firavun’u göklere çıkarıp Allah’ın kendisiyle ko­nuştuğu Hz. Musa’nın da üstüne yükseltirken, el-Cîlî’nin de insanlığın ilk düşmanı İblis’i temcid ve tebcil etmesini (yüceltmesini) anlamak mümkün değildir. Yüce Allah, İblis’in Hz. Adem’e secde etmesini reddedip “Ben ondan üstünüm” de­yişini Kur’an’da kınayarak anlatırken, el-Cîlî bunun aksini savunmakta ve bu davranışını İblis’in Allah’ın emrine tamamen bağlılığının ifadesi olarak göstermekte ve şöyle demektedir: “Bil ki, Allah, Muhammed’in nefsini kendi zatından yaratınca -ki, zatı iki zat taşımaktadır- daha önce belirttiğimiz gi­bi, yüce melekleri Muhammed’in nefsinin cemal, nur ve hidayet yönlerinden yarattı. İblis ve tâbilerini de Muhammed’in nefsinin celal, karanlık ve sapıklık (dalalet) yönünden yarattı”.

İblis’in adı Azazil’di. Yaratıkları yaratmadan önce şu kadar bin sene Al­lah’a ibadet etmişti. Allah ona “Ey Azazil, benden başkasına ibadet etme” demişti. Allah Adem’i yaratıp meleklere ona secde etmelerini emredince, İb­lis ne yapacağını bilemedi ve Adem’e secde edecek olursa, Allah’tan başkası­na ibadet etmiş olacağını sandı. Allah’ın emri ile secde edenin Allah’a secde etmiş olacağını bilemedi. Bundan dolayı Adem’e secde etmeyi kabul etmedi. İblis diye adlandırılmasının sebebi de içine düştüğü bu karıştırmadır. Anla! Bundan önce adı Azazil, künyesi Ebu Murra idi.

Allah ona “İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibir mi tasladın, yoksa yüce meleklerden mi oldun? deyince, “Ben ondan daha üstünüm, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” dedi.

Alûn, Nûn diye adlandırılan melekler, benzerleri gibi ilahi nurdan yara­tılan meleklerdir.[96] Diğer melekler unsurlardan yaratılmış ve yalnız onlara Adem’e secde etme emri verilmiştir.

(Verdiği) bu cevap, yaratıklar arasında İblis’in Allah’ı en iyi bildiğini, so­ruyu ve bu sorunun gerektirdiği cevabı en iyi şekilde anladığını gösterir. Çünkü yüce Allah ona secde etmekten alıkoyan sebebi sormamıştır. Öyle sorsaydı, “İki elimle yarattığıma niçin secde etmedin?” diye sorardı. Ona secde etmekten alıkoyan engelin mahiyetini sormuştur.

Onun için İblis “Ben ondan üstünüm, beni ateşten, onu ise çamurdan ya­rattın” demiş ve başka bir şey eklememiştir. Çünkü içini Allah’ın bildiğini ve makamın bast makamı değil, kabz makamı (yani uzun anlatma yeri de­ğil, kısa kesme yeri) olduğunu biliyordu. Eğer uzun anlatma yeri olsaydı, buna “Benden başkasına ibadet etme emrine bağlı kaldım” kısmını da ekler­di. Fakat kendisine sitem edildiğini gördü, edepli davrandı ve işi temelde karıştırdığını bu sitemden anladı. Çünkü Allah ona İblis dedi. İblis kelimesi iltibas (karışmak)’dan gelmektedir. Daha önce bu isimle anılmamıştı. Anla­dı ki bu iş bitmiştir. Feryat etmedi, pişman da olmadı, tevbe de etmedi ve Allah ne isterse onu yapacağını bildiği için bağışlanma da istemedi. Allah ne isterse, gerçeklerin gereğidir. Onları değiştirmek mümkün değildir, dedi.

Allah, onu yakınlıktan, uzaklık aşağılığına kovdu ve “Çık ordan, lanetli­sin sen” dedi. Yani yüce huzurdan aşağılık yerlere in, dedi. Çünkü recmetmek, bir şeyi yüksekten aşağıya atmaktır. “Kıyamet gününe kadar lanetim üzerine olsun” dedi. Lanet, kovmak ve ürkütmek demektir.[97]

İblis’i masum göstererek savunması, ona hayranlık duyması ve kıyamet günü nasıl Firdevs cennetinde olacağım söylediğini görmek için el-Cîlî’nin el-İnsanu’I-Kâmil kitabını okumanız yeterlidir. Kitabında şöyle demektedir:

“Kıyamet gününe kadar lanetim üzerine olsun” dedi. “Kıyamet gününe kadar” sözü sınırlama ifade eder. Kıyamet (din) günü bittikten sonra ona lanet okunmaz. Çünkü tabiatındaki zulmetin hükmü kıyamet günü kalkmış olur. Onun için İblis’e, aslının gereği olarak, ancak kıyamet gününden önce lanet okunabilir, yani Allah’ın huzu­rundan kovulabilir. İblisin aslı, ilahi hakikatlerin tahakkuk etmesine engel olan tabi­at engelleridir. Kıyamet gününden sonra tabiatlar engel değil, onun için kemalat cümlesinden olur. Artık lanet olmaz. Aksine Allah’a tam yakınlık olur. O zaman İblis daha önce bulunduğu, Allah’a yakın olan yerine döner. Bu da cehennemin yok ol­masından sonra olur. Çünkü Allah’ın yarattığı her şey mutlaka daha önceki aslına döner. Bu kesin bir prensiptir. [98]

Evet, el-Cîlî’nin söylediği bunlar. Bu sözlerin hangi dinde yeri varsa, onu ve benzerlerini sevenler ve savunanlar oraya yerleştirsinler ve bu gibi şey­tanca oyunlarla müslümanların inançlarım bozmasınlar! İbn Arabi, cehen­nemin kafir ve günahkârlar için tatlı bir yer olacağını, oradan zevk duya­caklarını söylerken, el-Cîlî de cehennemin kafirlere zevk vereceğini, sonra yok olacağını ve İblis’in lanetten kurtularak Allah’ın sevgili kullan arasına gireceğini söylemektedir.[99]

Bütün Dinlerin Mensupları Haklı Ve Mutludur

el-Cîlî, kafirlerin Allah’ın kendisi oldukları için kafir olmalarının normal olduğunu ve bunun onlar için bir eksiklik olmadığını söylemekte, her türlü din ve inanç mensuplarının aynı şekilde haklı olduğunu, eninde sonunda saadete, yani Allah’a kavuşacaklarını söyleyerek bütün inanç ve dinlerle ilgili söyle demektedir.[100]

“… Sonra Adem vefat etti. Zürriyeti de bölük bölük ayrıldı. Bir bölük Adem’in Allah’a yakınlığına inandı. Bu inanışı onu, Adem’in suretinde taştan bir heykel yapmaya götürdü. Bunu yapmakla zannına göre ona hizmet görevini yerine getiriyordu. De­vamlı o heykeli müşahede etmek suretiyle, ona sevgilerini devam ettiriyordu. Belki kendisi de bu yolda Allah’a yakınlık kazanıyordu. Zira o biliyordu ki, hayatta Adem’e hizmet, Allah’a yakınlık vesilesidir. Sandı ki, Adem’in heykeline hizmet de aynı şeydir.

Bunlardan sonra başka bir zümre geldi. Bu yeni gelenler, hizmet anlayışını yitirdi­ler. Yapılan heykelin bizzat kendisine ibadet ettiler. Bunlar putlara tapanlardır. Başka bir zümre de akiliarıyta kıyas yoluna saptılar. Puta tapanları kötülediler. Bunlardan bir kısmı, bizim tabiatın dört unsuruna tapmamız gerekir dediler. Zira âlem sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubetten ibarettir, asıl olana tapmak, fer’e tapmaktan daha uygundur, putlar ibadet eden kimsenin fer’idir, zira onun aslı iba­det edenin kendisidir, yani putu kendisi yapmıştır dediler. Bu kıyas sonunda tabi­atın unsurlarına ibadete koyuldular. Bunların adı tabiatçılar oldu. Başka bir zümre de, yedi gezegene ibadet yoluna gittiler. Dediler ki, sıcaklık, so­ğuktuk, kuruluk ve rutubetten hiçbiri tek başına hareket edecek durumda değildir. Dolayısıyla, bunlara ibadette yarar yoktur. En uygunu bu yedi gezegene ibadet et­mektir. Bu yedi gezegen şunlardır: Zuhal, Müşteri, Merih, Güneş, Zühre, Utarit, Ay. Zira bunların her biri kendi başına hareket edebilir durumdadır. Alemde etkin bir hareketle kendi yörüngesinde seyreder. Dolayısıyla bazen yarar, bazen zarar verir­ler. En iyisi, kendi kendine tasarrufu olana tapmaktır. Bu gezegenlere ibadet ettiler. Bunlar felsefecilerdir.

Kimileri karanlığa ve aydınlığa ibadet yoluna gitti. Bunlar yalnız aydınlığa ibadet et­mek, öbür yanı yitirmek olur; zira bu varlık karanlık ve aydınlıktan ibarettir, ama en uygunu bunların ikisine tapmaktır dediler. Bunun üzerine gezegen veya başka bir ayrım yapmadan mutlak aydınlık ve karanlığa taptılar. Nasıl tecelli ederse etsin, hiçbir ayrım yapmadılar. Aydınlığın adına Yezdan dediler. Karanlığın adına da Eh­rimen dediler. Bu zümrenin adı da Seneviyye (dualistler)dir. Başka bir zümre ise, ateşe taptılar. Hayatın tabii hararete dayandığını, hararetin mânâ, maddi suretinin de ateş olduğunu, ateşin herşeyin aslı olduğunu söylediler ve ateşe taptılar. Bunlar da Mecusilerdir.

Bir zümre de faydası olmadığını iddia ederek herhangi bir şekilde tapmadılar. Ken­di kendilerine şöyle dediler; ibadet faydasızdır. Zaman ilahi fıtrat yönünden neyi gerektiriyorsa, o meydana geliyor ve olan oluyor. Durum böyle olunca, ancak için-dekini dışa atan rahimler ve onları yutan toprak vardır. Bu zümrenin adı Dehriyyun (materyalistler)dur. Mülhidler olarak da adlandırılırlar.[101]

Bir de kitap ehli vardır. Bunlar fırka fırka ayrılırlar. Biri ibrahimiler (Brahmanist-lerjdir. Bunlar Hz.İbrahim dini üzere olduklarını söylüyorlar. Onun soyundan olduk­larını sanıyorlar. Bunların kendilerine has İbadetleri vardır.

Yahudiler; bunlar Musevilerdir. Hristiyanlar; bunlar da isevilerdir. Müslümanlar; bunlar da Muhammedilerdir.

Bunlar on millete ayrılırlar. Bu on millet, çeşitli milletlerin aslıdır… Hepsinin dayana­ğı şunlardır:

Kafirler, tabiatçılar, felsefeciler, dualistler (seneviyye), mecusiler, materyalistler, İb­rahimiler (brahmanistler), yahudiler, hristiyanlar. müslümanlar. Bu anlatılanlardan hangisi olursa olsun, Allah bir kısmını cennet için, bir kısmını da cehennem için yaratmıştır. Nitekim geçmişte peygamberlerin davetinin ulaşmadığı yerlerde yaşayanlar, Allah’ın cennetle mükafatlandırdiğı hayır işleyenler ve cehen­nemle cezalandırdığı günah işleyenler diye kısımlara ayrılmışlardır. Ehli Kitap da bu şekildedir. Şeriatlar gelmeden önce hayır; kalplerin kabul ettiği, nefislerin sevdiği ve ruhların hoşnut olduğu şeydir. Şeriatlar geldikten sonra ise ha­yır, Allah’ın kullarına öğrettiği kulluktur. Şeriatlar gelmeden önce şer; kalplerin ka­bul ettiği, ama nefislerin nefret ettiği ve ruhların kendisinden rahatsız olduğu şey­dir. Fakat şeriatlar geldikten sonra şer; Allah’ın kullarına yasakladığı şeydir. Sayılan bütün bu zümreler, kendisine ibadet edilmesi gerektiği şekilde Ailah’a iba­det ederler. Çünkü Allah onları kendileri için değil, zatı için yaratmıştır. Onlar, hakkı olduğu şekilde O’nundur.

Yüce Allah, bu dinlerde isim ve sıfatlarının hakikatlerini ortaya çıkarmış (izhar et­miştir. Hepsinde zatıyla tecelli etmiş ve bütün zümreler ona ibadet etmişlerdir. [102] Kafirler bizzat ona ibadet etmişlerdir. Çünkü yüce Allah baştan başa hem bu âle­min, hem de bu âlemin bir parçası olan kafirlerin hakikati (kendisi) olduğundan, ona ibadet etmişlerdir. Aliah kendi hakikatleri olduğu için bir rablerinin olmasını reddetmişlerdir. Onun hiçbir rabbı olmayıp, mutlak rab kendisidir. Alfah kafirlerin zatlarının aynı olduğu için zatlarının gereğine göre ona tapınışlardır. Putperestlere gelince; onlar da karışım ve hulul olmaksızın Aliah kainatın bütün varlıklarının her zerresinde bulunduğu için taptıkları o putların hakikati (kendisi)dir diyerek putlara taptılar. Onun için puta tapanlar Allah’tan başkasına tapmış değil­dirler. Bu tapmada Allah onların niyet ve bilgilerine muhtaç değildir.[103] Çünkü ne kadar zaman geçerse geçsin, gerçekler ne ise, mutlaka açığa çıkar. Zira putperestler kendilerine göre Hakka uymaktadırlar. Kalpleri onlara hayrın bunda ol­duğunu söylemiş ve bunun doğruluğuna inanmışlardır. Zaten Allah, kulu kendisini nasıl düşünüyorsa öyledir. Peygamber de “Müftüler sana fetva verse bile, kendi kalbine danış” demiştir.

Bu, genel anlamda kalp için söz konusudur. Ama özel anlamda, yani ayrı ayrı kalp­ler için durum böyle değildir. Ne her kalpten fetva sorulur, ne de her kalp doğru fet­va verir. Onun için burada kastedilen bütün kalpler değil, bazı kalplerdir. Putperestlerin yaptıkları bu işin hakikati hakkında besledikleri inanç, onları ahirette işin gerçeğinin bu şekilde ortaya çıkacağına inanmaya sevketmiştir, Zaten yüce Al­lah “Her fırka sahip oiduğu şeylere sevinenlerdir” demiştir. Yani dünya ve ahirette bu şeylere sevinmektedirler…

Onlar dünyada istediklerine sevinir, ahirette de hallerine sevinirler. Sahip oldukları şeylerle sürekli sevinç içinde olurlar. Onun için tekrar dünyaya döndürülseier. put­perestliğin sebep oiduğu azabı gördükten sonra dünyada tekrar aynı şeyi yapacak­lardır. [104] Çünkü o azapta lezzet latifesini görmüşlerdir. Onda (putperestlikte) de­vam etmelerinin sebebi odur. Çünkü Allah ahirette bir kuluna azap etmek istediği zaman, rahmeti ile, o azapta kendisine gizli bir lezzet yaratır. Azaptan Allah’a sı­ğınmaması ve korumasını istememesi için azap görenin cesedi o lezzete aşık olur. O lezzeti duyduğu müddetçe azapta kalır. Allah, onun azabını hafifletmek isterse, o lezzetini giderir ve rahmet etmek zorunda kalır. Allah “Darda kalanın duasına ica­bet eder[105] İşte o zaman azap gören kişi, Allah’a sığınır, kendisini azaptan koru­masını İster. Allah da onu korur.

Tabiatçılara gelince; bunlar Allah’a dört sıfatı açısından ibadet etmişlerdir. Çünkü hayat, İlim, kudret ve iradeden ibaret olan dört ilahi sıfat varlık âleminin astıdır. Sı­caklık, soğukluk, kuruluk ve rutubet varlık âleminde bu sıfatların görünümüdür. Ru­tubet hayatın görünümü, soğukluk ilmin görünümü, sıcaklık iradenin görünümü, ku­ruluk da kudretin görünümüdür. Bu görünümlerin hakikati, o sıfatlara sahip olan Al­lah’ın kendisidir. Bu görünümlerde mevcut olan ilahi latife, tabiatçıların ruhlarına görünüp ilahi dört sıfatın eserini farkederek âlemde sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubet olarak yaşayınca, ilahi yetenek bakımından yetenekler bu sıfatların, bu su­retlerin anlamları olduğunu anladı. Yahut bu hayaletlerin ruhları veya bu görünüm lerin tezahürleri olduğunu anladılar. Bu sebepten söz konusu tabiatlara taptılar Ki­mileri bilerek, kimileri bilmeden taptı. Bilenler öncü oldular, bilmeyenler de onları izediler.

Bunlar, sıfatlan bakımından Allah’a ibadet ediyorlar. Durumlarına temel olan hakikatler açığa çıktığında öncekilerin sonu saadetle sonuçlandığı gibi, bunların da so­nu saadet olacaktır.[106]

Filozoflara gelince; bunlar da Allah’a isimleri bakımından ibadet etmişlerdir. Çünkü yıldız (gezegen)lar Allah’ın isimlerinin görünümleridir. Yüce Allah’ın zatı da onların hakikatidir.

Güneş, Allah isminin görünümüdür. Çünkü bütün isimler Ailah isminden hakikatini aldığı gibi, bütün gezegenler ışığını güneşten almaktadır. Ay, rahman isminin görü­nümüdür. Çünkü güneşin ışığını taşıyan en büyük gezegendir. Nitekim, Önce de belirttiğimiz gibi, rahman ismi, Allah isminde en büyük mertebeye sahiptir. Müşteri yıldızı, Rab isminin görünümüdür. Çünkü gökte en mutlu yıldız odur. Nite­kim mertebe bakımından rab ismi de çok özel bir isimdir. Kendilerine rablık yapılan varlıklar rab isminin gereği olarak kibriyânın kemâline şâmildir. Zuhal yıldızı ise vahidiyetin görünümüdür. Çünkü bütün felekler onun kapsamı için­dedir. Nitekim vahid ismi bütün isim ve sıfatların üstündedir… Allah, bu yıldızların hakikati olduğu için, ibadet edilen de kendi zatı olmuştur. Bu sebepten felsefeciler ona ibadet etmişlerdir.

Hiçbir varlık yoktur ki, insanoğlu ve diğer canlılar ona tapmış olmasın. Kaya kerten­kelesinin güneşe tapması, pislik böceğinin pisliğe tapması ve başka hayvanların başka şeylere tapmaları gibi. [107] Alemde mutlak veya mukayyed olarak Allah’a iba­det etmeyen hiçbir canlı yoktur. Mutlak {herhangi bir şekii ve surette görüntüsüne değil, soyut olarak) ona İbadet eden muvahhid iken, mukayyed (şekil ve surette görünmüş olarak) ona ibadet edenler de müşriktirler. Ancak Allah’ın varlığı hepsin­de mevcut olduğu için hepsi hakikatte Allah’a ibadet etmiş olurlar. Çünkü Allah’ın zatı hangi şeyde görünmüşse, o şeyde kendisine ibadet edilmesini gerektirmekte­dir.[108]

Muhammediler ise, yaratılmış varlıklardan herhangi bir şeyle takyid etmeden, [109] mutlak olarak Allah’a tapınışlardır. Muhammediler, ona bütün açısından tapınışlar­dır. Onu zahir veya batın herhangi bir yönle sınırlandırmadan tapmışlardır. Onların yolu, Allah’ın zatına giden Allah’ın yolu olmuştur. Onun için ilk adımda yakınlık de­recesine nail olmuşlardır. [110] Bunlar, yüce Allah’ın “Onlar yakın bir yerden çağrılır­lar” diye işaret ettiği kişilerdir.

Dualist (seneviyeci)lere gelince; bunlar Allah’a nefsi açısından tapmışlardır. Çünkü Allah nefsinde zıtları toplamıştır. Hem hakkiyet (yaratan), hem halkiyet (yaratılan) mertebelerini kapsamıştır. İki nitelikle iki hüküm de ortaya çıkmıştır. Dünya ve ahirette iki nitelikle görünmüştür. Hakkiyet hakikatine mensup olan, aydınlık olarak or­taya çıkmıştır. Halkiyet hakikatine mensup olan da karanlık olarak ortaya çıkmıştır. Dualistler iki niteliği, iki itibarı, iki hükmü birleştiren bu özellikten dolayı aydınlık ve karanlığa tapınışlardır. Hangi hükümden ve nasıl istersen, Allah onu ve ziddını za­tında toplamaktadır.

Dualistler, zatında gerektirdiği bu ilahi incelikten dolayı ona tapmışlardır. O, hem Hak, hem halk adını taşımaktadır. Hem aydınlık, hem karanlıktır.

Mecusilere gelince; bunlar Allah’a ehadiyeî açısından tapmışlardır. Ehadiyet bütün isim, sıfat ve mertebeleri yok ettiği gibi, ateş de böyledir. Unsurlar arasında en güç­lü ve en üstün olandır. Paralelindeki bütün tabiatları yok eder. Büyük kuvvetinden dolayı ona yakın olan bütün tabiatlar ateşe dönüşür…

Tabiatlarda ateş, isimlerde vahidiyetin görünümüdür. Mecusilerin ruhları bu miskin kokusunu alınca, nezle olup kızartmasının kokusunu duyamadılar ve ateşe taptılar. Ateşe taparken, bir ve kahhar olandan başkasına tapmış değildirler. Dehrilere gelince; bunlar Allah’a hüviyet bakımından tapmışlardır. Rasuluilah “Za­mana sövmeyin, çünkü zaman Allah’tır” buyurmuştur. Yani dehriler Allah diye za­mana tapmışlardır.

İbrahimi (Brahmanist)lere gelince; bunlar bir nebi veya rasule uydukları için değil, Allah’a mutlak olarak tapmışlardır. Allah’ın yaratmadığı hiçbir varlık yoktur derler. Alemde Allah’ın birliğini kabul ederler. Ama peygamberleri tamamen inkâr ederler. Allah’a tapmaları, peygamberlikten önce peygamberlerin bir nevi tapması gibidir.

Bunlar, Hz. İbrahim’in soyundan geldiklerini iddia ederler. Bizzat Hz.İbrahim’in Al­lah’tan almayıp kendisinin yazdığı bir kitaba sahip olduklarını ve bu kitabın içinde hakikatlerin anlatıldığını söylerler. Kitap beş bölümdür. Dört bölümünü herkesin okuyabileceğini söylerken, derin bilgiler içerdiğini söyledikleri beşinci bölümü ise ancak onlardan bazı kişilerin okuyabileceğini söylerler. Beşinci bölümü okuyanla­rın, sonunda mutlaka İslam’a varacağını ve Muhammed’in dinine gireceğini düşü­nürler.

Bunlar daha çok Hindistan’da bulunurlar. Orada bunların kıyafetlerini giyen ve on­lardan olduklarını iddia eden kişiler vardır. Halbuki onlardan değildirler. Aralarında putperestler olarak bilinirler. Onlara göre puta tapanlar bu zümreden sayılmazlar. Yukarıda sayılan bütün dinlere mensup kişilerin kendi kendilerine uydurdukları bu ibadet şekilleri, sonunda saadete ulaşsalar bile, bedbahtlık çekmelerine sebep ola­caktır. Çünkü bedbahtlık, saadetin zuhuruna kadar yaşayacakları uzaklık (ayrı-lıkjtan başka bir şey değildir.[111] Bedbahtlık, bu süren ayrılıktır. Bunu da anla!. [112] Görüldüğü gibi, insanlar hangi din ve mezhepten olup neye taparsa tapsınlar, ger­çekte Allah’a taptıklarını, çünkü o şeylerin Allah’ın görünümü olduğuna inanarak onlara taptıklarını, peygamberlerin bildirdikleri şekilde Allah’a tapanlar ilk etapta saadete kavuşacakları halde başka şekillerde tapanların ancak bir süre sonra sa­adete kavuşacakları, azap veya bedbahtlığın saadete kavuşuncaya kadar geçecek zaman içindeki ayrılıktan ibaret olduğu açıkça anlatılmaktadır. Onun için muvah-hidler olsun, hangi türden kafir veya müşrikler olsun, hepsi de gerçekte Allah’a tap­mışlar ve saadete ergeç nail olacaklardır.

İşte tasavvuf dini bu kadar hoşgörülü ve rahmeti her şeyi kuşatan bir dindir. Her türlü sapık felsefeyi İslam diye Müslümanlara yutturan bu in­sanlar, bu şirk pisliklerinin İslam’la bağdaşmadığım ya kitaplarında, dergi­lerinde, konferans ve sohbetlerinde reddederek insanlara ilan ederler yahut hem bu dünyada hem ahirette onların sahipleriyle aynı akıbeti paylaşmaya devam ederler.

el-Cîlî’nin söylediklerini, bir müslüman olarak doğru veya tam yansıtma­dığımızı düşünenler olabilir. Söylediklerimizin gerçek olduğunu teyid etmesi açısından oryantalist Nicholson’dan bu panteist inancın özetini dinliyelim;

“el-Cîli’nin anlayışında dinlerin ve inançların çokluğu, Allah’ın yaratık­larda ortaya çıktığı (tecelli ettiği) isim ve sıfatlarının çokluğundan ileri gel­mektedir. Her isim ve sıfatının özel bir zuhuru vardır. Kur’anın belirttiği gibi Allah, Hadi (hidayet veren) ismiyle tecelli ettiği gibi, Mudil (saptıran) is­miyle de tecelli etmiştir. Allah’ın isimlerinden biri işlevsiz kalarak alemdeki varlıklardan biri suretinde zuhur etmeseydi, Allah kamil olarak tecelli et­memiş olurdu. Onun için itaat edenlerin Hadi ismi suretinde, sapıkların da Mudil ismi suretinde kendisine tapması için peygamberleri göndermiştir.

Bu bakımdan Allah, ibadet edilen her mabudun kendisidir. Çünkü bütün varlıklara sirayet eden, yanı hepsinin suretinde görünen odur. Bunlar ara­sında putperestlerin taptığı ile başkaların taptığı arasında bir fark yoktur. Putperestler, maddi alemin her parçasına sirayet etmiş olana taparken, düalistler yaratan ve yaratılanın birliğine taparlar. Ateşe tapan Mecusiler, ta­biattaki bütün cisimlerin içinde fena bularak ateş tabiatına dönüştüğü gibi, bütün isim ve sıfatların içinde fena bulduğu bir zata taparlar. Ateistler ise, bilfiil değil, bilkuvve yaratıcı olması açısından ona taparlar. Şu veya bu su­rette tapanlar Hakkın varlıklarda tecelli eden suretlerine taptıkları için bü­tün inanç ve din mensuplarının sonu kurtuluş olacaktır.

el-Cîlî, Müslüman olduğu için bu insanları ister istemez bir tasnife de ta­bi tutmaktadır. Ona göre, inanç ve ibadetlerinde Hakkı tasavvur ettikleri ila­hi suretin kemali oranında insanların kemal derecelen de farklıdır. Her inanç ve ibadette Hak’tan bir unsur olduğuna göre, dinlerin en mükemmeli de peygamberlerin getirdiği dinlerdir ve bunların arasında en mükemmeli de İslam’dır.

el-Cîlî, inancına dayanak olarak, en yakın Hıristiyanlık inancını görmek­tedir. Ona göre Hıristiyanlık inancı, Allah konusunda sahih bir düşünce oluşturmak için iki yöne sahiptir. Bir yönü ile Allah bütün yaratıkların sı­fatlarından münezzeh iken, diğer yönü ile bütün yaratıkların sıfatlarında zahir olmuştur. Ancak Hıristiyanlar Hakkın tecellisini sadece Hıristiyanlık inancının belirttiği şekilde sınırlandırmakla, yani Hakkın üç şeyden oluştu­ğunu söylemekle hata etmişlerdir.[113]

İşte vahdeti vücud inancının Müslümanlara kazandırdığı ve işte rahmet ve hoşgörüsü her şeyi kuşatan tasavvuf dini! Her türlü sapık felsefeyi İslam diye Müslümanlara yutturan tasavvufçular, bu şirk pisliklerinin İslam’la bağdaşmadığını ya kitaplarında, dergilerinde, konferans ve sohbetlerinde red ederek insanlara ilan ederler, yahut hem bu dünyada hem ahirette onla­rın sahipleriyle aynı akıbeti paylaşmaya devam ederler.[114]

(Prof. İbrahim Sarmış, Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslam, s.311-321, Ekin Yayınları, 5. Baskı)

[79] Dr. Muhammed Hüseyin ez-Zehebi, el-İtticahatu’l-Münharife fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Kerim, 73, Mektebetu Vehbe, Kahire 1986.

[80] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 257.

[95] Abdulkerim el-Cili, el-İnsanu’l-Kâmil, 1/28

[96] Ayetin anlamını tahrif etmektedir. Çünkü ayette geçen “Alin” kelimesi, üstünlük ve ululuk taslayan anlamındadır. Alun diye melek ismi de yoktur.

[97] Abdulkerim el-Cili, el-İnsanu’l-Kâmil, 2/38

[98] el-Cili, el-İnsanu’l-Kâmil, 2/30-39

[99] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 260-262.

[100] el-Cili’nin din anlayışının tamamen açığa çıkması için uzunca bir alınlı yapmamız gerekmektedir.

[101] Bunlar zamanı tanrılaştınn ve her şeyin meydana gelmesinde zamanın rol oynadığına inananlardır. Bunların inancını şu aye[-i kerime dile getirmektedir: “Dünya hayatından başka bir şey yoktur, ölürüm ve yaşarız. Bizi ancak zamanın geçişi helak ediyor, derler” (Casiye, 24)

[102] Yani, hangi şeye tapmış olursa olsunlar, gerçekle o şeyde tecelli eden, o şey olarak görünen Allah’a tapmış sayılırlar.

[103] Yani, Allah’a tapıp tapmadıklarını bilip bilmemeleri ve ona tapmaya niyet edip etmemeleri Allah açı­sından önemli değildir. Çünkü putlar Allah’ın hakikati olduğu için ister istemez ona tapmış sayılırlar.

[104] Eğer geri döndürülseler, yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerler. Şüphesiz onlar yalancıdır­lar” (En’am, 28) ayetine işaret ederek tahrif etmekledir.

[105] Yoksa kendisine yakardığı zaman darda kalana karşılık veren mi?..” (Nahl, (62) ayetini sapık düşün­cesi için kutlanmakladır.

[106] el-Cili, “Tabiata tapanlar, gerçekle tabiatta görünen Allah’ın sıfatlarına taptıkları için Allah’a tapmış olmaktadırlar, Allah’a taptıkları için de saadete kavuşacaklardır demektedir”.

[107] İbn Arabi de aynı şeyi söylüyordu. İbn Arabi’ye göre, buzağıya tapmaya çalışan İsrail oğullarını engel­lemeye çalışan Hz.Harun bu inceliği kavrayamadığı için onlara engel olmaya çalışmıştır. Ama Hz. Musa bu inceliği kavradığı için Tur dağından dönüşte Hz. Harun’u bu engelleme çabasından dolayı azarlamış ve yermiştir. Çünkü, İbn Arabi’ye göre, o güne kadar buzağı dışında her varlık suretinde Allah’a ibadet edilmişti. Sıra buzağı suretinde Allah’a ibadet etmeye gelmişti. Hz. Musa bunu kavradığı için İsrail oğulları’nın buzağıya tapmasına karşı çıkmamış, bundan alıkoymaya çalışan Harun’u azartamıştır. Bilgi için bkz. Fususu’l-Hikem, Harun Faslı.

[108] Yani, Allah kendisine ibadet edilmesini gerektirdiği için göründüğü bütün peylerde on.ı îb.ıdel edil­mesi gerekmektedir. Çünkü o şeyler de Allah’ın görünümü, yani kendisidir.

[109] Yani, Allah’ı temsil edecek herhangi bir şeye değil, doğrudan doğruya Allah’ın kendisine ibadet et­mişlerdir.

[110] Yani başka varlıkların şahsında Allah’a tapanlar gibi dolaylı ve uzun zaman sonra saadete erenler gi­bi değil, direkt saadete ermişlerdir.

[111] Onların bedbahtlığını, cehennemde görecekleri acıklı .izahı azap olarak clegil, Allah’a kavuşunaıyn kadar geçecek olan ayrılık kabul etmektedir.

[112] Abdulkerim el-Cili, el-lnsanu’l-Kâmil, 2/74-81-, el-Matbaatu’l-Mısriyye, 1316 h.

[113] Nicholson, fi’t-Tasvvufi’l-İslami ve tarihihi, 88-89, Ter. Ebu’l-Ala Afifi,

[114] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 262-269.

This entry was posted on Cumartesi, Ağustos 16th, 2008 at 06:16 and is filed under MITOLOJİ. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz