-
19th Temmuz 2010

Kutsi Hadislerin Kurana Arzı

posted in KUTSİ HADİS |

KUTSÎ HADİSLER’İN KUR’AN’A ARZI

HADİS-İ KUDSİ (VAHY OLUP DA KUR`AN`DA OLMAYAN (!)

KUTSÎ HADİSLER

Sürekli tartışılmış olan bu konu burada, tartışmalara konu olan boyutları ile değil, itiyadımız olduğu üzere Kur’an ışığı altında aklen değerlendirilmiştir.
Hadis-i kutsî; “Ahad yolla (bir-iki kişinin anlatımıyla) peygamberimiz tarafından nakledilmiş, manası yine peygamberimiz tarafından Allah’a nispetle ifade edilmiş hadislerdir.” diye tanımlanır.

Bu tanıma göre “hadis-i kutsî”lerin sözleri peygamberimize, manaları ise Allah’a ait olmaktadır. Ama bu hadislerin, hem manalarının hem de sözlerinin Allah’tan olduğu da iddia edenler ve öyle olduğuna inananlar da vardır. Böyle kabul edilmesine rağmen neyse ki Kur’an gibi mucize özellikleri olduğuna dair bir yakıştırma yapılmamış olan bu hadisler, “namazda okunamaz” olarak benimsenmiş ve bu hadisleri inkâr edenlere “kâfir” denmesi uygun görülmemiştir.

Bilindiği gibi Rabbimiz rahmeti gereği insanlara peygamberler göndermiş ve bu peygamberlere, insanlara tebliğ ve tebyin etmeleri için vahyler indirmiştir. Peygamberler, kendilerine gelen vahyleri saklamadan, değiştirmeden, olduğu gibi insanlara aktarmak zorunda olduklarından, elçilik görevlerini gerektiği gibi yerine getirmişler ve Yüce Allah’ın mesajlarını insanlığa ulaştırmışlardır. Peygamberimiz de bu ilâhî sistem içinde yer alan elçilerden biridir ve o da Allah’tan aldığı vahyleri saklamadan, değiştirmeden, olduğu gibi insanlara aktarmıştır.

Peygamberimizin, Yüce Allah’tan aldığı vahyleri eksiksiz ve doğru olarak aktardığı ve bu vahylerin, hem vahyedilme aşamasında hem tebliğden sonra Rabbimiz tarafından korunma altına alındığı, Kur’an’da bir çok yerde bildirmiştir:
Maide; 67: Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun verdiği elçilik görevini iletmemiş (yerine getirmemiş) olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu göstermez.

İsra; 73-75: Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize isnat edesin diye fitneye düşüreceklerdi (sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı). İşte o takdirde seni Halil (izdaş, yoldaş, dost) edinirlerdi.

Ve eğer Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, gerçekten onlara birazcık meylediverecektin.

O durumda sana hayatın da ölümün de iki katını tattırırdık. Sonra Bize karşı kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın.

Hakka; 44-47: Eğer o (elçi; Muhammed) bazı sözleri bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, Kesinlikle ondan sağ elini koparırdık (tüm gücünü alırdık). Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik. Sizin hiç biriniz ona siper de olamazdınız.

Yunus; 15-16: Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir Kur’an getir yahut bunu değiştir.” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.” De ki: “Allah dileseydi, ben onu size okumazdım, onu size bildirmemiş de olurdu. Ben ondan önce kesinlikle içinizde bir ömür kalmıştım. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”

Hicr; 9: Zikr’i Biz indirdik ve Muhakkak onun koruyucuları da Biziz.

Yukarıdaki ayetlerden kolayca anlaşılmaktadır ki, Kur’an’ı Allah indirmiştir ve onu kaybolmaktan, tahriften (ilâve ya da eksiltilme yapılmasından, tağyirden, tebdilden), kısaca her türlü beşerî saldırıdan da Allah koruyacaktır. Nitekim Kur’an, başka hiçbir eserin, kitabın korunmadığı bir şekilde korunmuş olarak, orijinal ifadeleri ile bugüne gelmiştir.

Yine yukarıdaki ayetlerden anlaşılmaktadır ki peygamberimizin, Allah’ın vahyettiklerine (dine) herhangi bir şey ilâve etmesi veya eksiltmesi söz konusu olamaz. Yani Yüce Allah’ın peygamberimize vahyettiklerinin tümü, hiçbir değişikliğe uğramadan, olduğu gibi sadece Kur’an’da mevcuttur. Bunun aksini iddia etmek, peygamberimizin elçilik görevini tam yapmadığını ve Rabbimizin de bize bildirdiğinin aksine, vahyettiklerinin Kur’an’da yer almamasına göz yumduğunu, yani Kur’an’ı korumadığını kabul etmek demektir.

Bütün bu gerçeklere rağmen, peygamberimizin ölümünden iki yüz sene sonra, peygamberimize atfedilen sözler “hadis” adı altında toplanmaya başlamıştır. Kur’an’daki ilkeleri yaşamakla yükümlü ve din adına sadece Kur’an’ı tebliğ etmekle görevli olan, yani dine kendisinden bir şey ilâve etmesi veya eksiltmesi söz konusu olmayan peygamberimiz, bu konuda bir takım saptırma girişimlerinin vaki olabileceğini düşünmüş olmalı ki, sağlığında, Kur’an’dan olduğunu bildirdikleri dışında kendisinden bir söz veya davranış yazılmasına izin vermemiştir. Aslında, elde Kur’an gibi mucizeleri sürekli olan (hiç bitmeyen) bir hakikî delil kaynağı dururken böyle bir teşebbüste bulunmanın hiçbir anlamı yoktur. Ama ne yazık ki, bu anlamsız teşebbüs sürdürülmüş ve sonuçta günümüze, değil yaşanması okunması bile peygamberimizin 23 yıllık elçilik hayatına sığmayacak genişlikte ve uydurmalarla dolu olan bir biyografi intikal etmiştir.

Peygamberimizin davranış ve sözlerinden oluşan bu biyografinin uydurmalarla dolu oluşunun en belirgin örneği, peygamberimizin on binlerce insanın önünde yaptığı “Veda Hutbesi”dir. Veda Hutbesi, büyük bir insan kitlesinin şahit olması sebebiyle en sağlam, üzerinde tartışılamayan bir hadis olması gerekirken, günümüze değişik metinler hâlinde ulaşmıştır. Peygamberimiz bu söylevinde, ölümünden sonra sapmamaları için Müslümanlara;

– bazı rivayetlere göre, KUR’AN, SÜNNET ve EHLİ BEYT’i
– bazı rivayetlere göre, KUR’AN ve SÜNNET’i
– bazı rivayetlere göre de sadece KUR’AN’ı bıraktığını bildirmiştir.

Görüldüğü gibi, en sağlam olması gereken hadis bile günümüze doğru olarak gelmemiş, peygamberimizin on binlerce kişi önünde söylediği sözleri çarpıtılmıştır. Bu demektir ki, peygamberimizin sözleri Kur’an gibi Allah’ın koruması altında değildir, ilâve ve eksiltmelere uğrayabilir ve uğramıştır da.

Koruma garantisini sadece Kur’an için veren Rabbimiz, eğer peygamberimize elimizdeki Kur’an ayetlerinden başka herhangi bir vahy indirseydi, peygamberimiz onların da tebliğ ve tebyini ile birlikte yazdırılmasını ve ezberletilmesini sağlar, böylece de o vahyler “haber-i ahad (bir kaç kişi söylentisi)” düzeyinde kalmaz, Kur’an içinde yerini alır ve Rabbimizin koruması altına girmiş olurdu. Ya da bu vahyler Kur’an’da yer almamışsa, vahyin tebliğ ve muhafazası engellenmiş, yani peygamberimiz görevini ihmal etmiş olurdu.

Bu durumda peygamberimizin, değil tüm söz ve davranışlarının, sadece “hadis-i kutsî”lerde olanların bile vahy olduğunu iddia etmek, bu vahylerin peygamberimiz tarafından tebliğ edilmediğini ve böylece de vahyin korunmadığını, değiştirildiğini kabul etmektir. Bu kabul ise aynı zamanda peygamberimizin görevini yapmadığı anlamına gelmektedir. Çünkü, tüm topluma tevatür derecesinde bildirilmeyen, vahy kâtiplerine yazdırtılmayan, ezberletilmeyen vahylerin tebliğ edilmiş sayılmaları mümkün değildir. Yani peygamberimiz, Kur’an’da yer almayan vahylerin bulunduğunu kabul eden bu zihniyet tarafından, tebliğ görevini yerine getirmemiş durumuna düşürülmüş olmaktadır. Ama sonuçları itibariyle de çok ağır bir suç olduğunu yukarıdaki ayetlerden anladığımız bu davranış, asla peygamberimize uygun düşen bir davranış değildir. Zaten yukarıdaki ayetlere dikkat edilirse, peygamberimize sadece Kur’an’ın vahyedildiği görülmekte ve Mekkeli müşrikler ile peygamberimiz arasındaki tartışmaların da, peygamberimizin kendi sözleri ve davranışları ile ilgili olmayıp, Kur’an ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla vahy olduğu hâlde peygamberimizin Kur’an’a yansıtmadığı herhangi bir söz veya davranışının bulunması söz konusu değildir. Onun vahy olan söz ve davranışlarının tümü Kur’an’da mevcut olup, peygamberimizin bu sözleri ve davranışları da Müslümanlar tarafından baş tacı yapılmıştır.

Allah tarafından peygamberimize vahyedilmiş olup da Kur’an’da yer almayan bir söz veya sözcüğün mevcut olamayacağının anlaşılması, aşağıdaki bakış açısı ile mantıken de mümkündür.

Bilindiği gibi Kur’an’da, sadece peygamberimizi ilgilendiren, onun aile mahremiyetini içeren, aile sırlarını konu alan ve şahsî hatalarını ortaya döken ayetler vardır. Bu ayetler, peygamberimizin dışında kimseyi ilgilendirmemekte hatta başkaları tarafından bilinmemesi peygamberimiz açısından belki daha iyi olacak ayetlerdir. Ama peygamberimizin bazı aile sırlarını ve kendisinin yanlış davranışlarını ifşa eden, daha doğrusu kıyamete kadar ilân eden bu ayetler Kur’an’da yer almıştır (örneğin; Enfal; 67, 68, Tövbe; 43, Tahrim; 1, Ahzab; 37, Abese; 1-10. ayetler).

Acaba peygamberimiz, kendi aleyhine olan, aile sırlarını ifşa eden, kişiye özel bu vahyleri tebliğ etmiş, yazmış, yazdırtmış ve Kur’an’da yer almasını sağlamıştır (zaten başka türlüsü de düşünülemez) da, tüm insanları ilgilendiren, onların hidayetine sebep olacak olan bazı vahyleri (hadis-i kutsî denilen sözleri) neden Kur’an’ın içine dahil etmemiştir? Buradaki “neden” sorusuna mantıklı bir sebep bulmak mümkün değildir. Dolayısıyla, eğer gerçekten “hadis-i kutsî”lerin anlam ve sözlerini ihtiva eden bir veya bir kaç vahy olsa idi, mutlaka onlar da tebliğ edilir ve Kur’an’da yer alması sağlanırdı. Yani, ne Kur’an’da yer almayan bir vahy vardır, ne de Kur’an’da vahy olmayan bir söz vardır!

“Hadis-i kutsî”lerin sayıları yüz civarında olmasına rağmen, bu konudaki eser sahipleri hep “KIRK KUDSİ HADİS” başlığı ile kırk tanesini ele almışlardır. Bunlara bir örnek olarak, İmam-ı Gazalî’nin de yer verdiği, kırk “kutsî hadis”in 22 numarada yer alanını dikkatlerinize sunuyoruz.

“Allah teâla şöyle buyuruyor :

Ey insanoğlu! Bir kendine, bir de bütün yarattıklarıma bir bak. Eğer kendinden daha üstün birini bulursan, iyiliği ona yap.Yoksa tevbe ederek ve sâlih amel işleyerek kendine iyilik yap. Nefsin kendine göre aziz olunca, günahlarla onu kötüleme ve cehennem azabına onu hazırlama.

Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve bir de sizinle sözleşme yaptığı mîsâkını hatırlayın. Hani siz, “işittik ve itaat ettik” demiştiniz.
Şu günler gelip çatmadan önce Allah’tan korkun: kıyamet gününden önce, Aldanma gününden önce, azap gününden önce, miktarı ellibin yıl olan bir günden önce, İnsanların konuşamayacağı günden önce, ma’zaret dilemek için insanların izin alamadıkları günden önce, felaket gününden önce, kıyametin korkunç sesinden önce, çirkin yüzlü ve çatık suratlı bir günün dehşetinden önce, hiç kimsenin hiçbir kimseye bir şeyle sahip olamadığı ve işlerin ancak Allah’a ait olduğu günden önce, kasıp kavurucu günden önce, zelzele gününden önce, yine dağların düşüşü dehşetinden, ibret örneği uzun bir azaptan, azabın çabuklaştırılmasından ve dehşetinden çocukların ihtiyarlayacağı bir günün vuku bulmasından dolayı Allah’tan korkun. İşittik deyip de söz kabul etmeyen kimseler gibi olmayın.”

“Hadis-i kutsî” denilen bu metin, bazı Kur’an ayetlerinin parça parça edilmesi ve bu parçalardan bazılarının tekrar bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur. Bu metnin oluşturulduğu ayetler aşağıda olup, bu ayetlere Kur’an’dan bakıldığı takdirde, “hadis-i kutsî” metninin, ayetlerin parçalanmasından oluştuğu kolayca görülecektir: Maide; 7, Mümin; 3, 18, Teğâbün; 9, Mearic; 4, Mürselât; 35-38, Naziat; 34, Abese; 33, Kaf; 42, İnsan; 10, İnfitar; 13-19, Şems; 14, Tur; 10, Secde; 21, Müzzemmil; 17-18, Enfal; 21, Hakka suresi ve Zilzal suresi.

Aslında çok güzel bir va’z olan ve çok güzel nasihatler içeren bu metin, açık ve net olan Kur’an ayetlerinin, Tevrat’taki “Süleymanın meselleri”ne ya da Zebur’daki mezmurlara benzetilmeye çalışılmasıyla oluşturulmuş bir aşure çorbasıdır. Gerçekten de mevcut kitaplardaki “hadis-i kutsî” diye ortaya atılan rivayetler tek tek incelendiğinde görülmektedir ki bu metinler, ya üç beş Kur’an ayetinden parçalar alınıp birleştirilmesinden ya da Tevrat, İncil veya Zebur bozmalarından oluşmaktadır. Hatta bu kitaplardaki bazı metinler “hadis-i kutsî”lerin içinde kelimesi kelimesine aynen yer almaktadır.

Sonuç olarak:

“Hadis-i kutsî” inancı, İslâm dışı güçlerin Müslümanları fesada uğratabilmek için geliştirdikleri bir formüldür. Bu formül, fesat kapısını aralayıp, İslâm’ı yozlaştırmak amacına yöneliktir. Müslümanlar arasındaki tüm sapık inanç ve kabuller de, işte bu şekilde açılan deliklerden girmiştir. (Hakkı Yılmaz)

http://www.istekuran.net/hadisikutsi.html

This entry was posted on Pazartesi, Temmuz 19th, 2010 at 13:15 and is filed under KUTSİ HADİS. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

There are currently 2 responses to “Kutsi Hadislerin Kurana Arzı”

Why not let us know what you think by adding your own comment! Your opinion is as valid as anyone elses, so come on... let us know what you think.

  1. 1 On Kasım 21st, 2011, vedat said:

    Hakkı Yılmaz hiç şüphesiz Kur’an ehli kıymetli bir şahsiyettir. Ancak kendisinin İslam’da devlet millet yönetimiyle ilgili düşüncelerine katılmıyorum. Yüce Allah Din anlayışında bölünmeyi, parçalanmayı yasaklamıştır. Burdan yola çıkarak “çok partili demokratik sistemler” Kur’an’a aykırıdır denemez.
    Saygılar, selamlar.

  2. 2 On Ekim 29th, 2014, ede46 said:

    Peygamber efendimizin benden bir şey yazmayın sadece kuran ayetlerini yazın dediğini nerden biliyorsunuz.Kaynagınız nedir cevabınız hadis kitaplarında geçtiği olacaktır ama size göre o kitaplar güvenilmez içindeki hadisler sahih değil uydurma olabilir neden kendinize o kitaplardan delil buluyorsunuz

Yorum Yaz