-
6th Temmuz 2008

Kalu Bela-Diyanet Tefsiri

posted in KALU BELA |

Kalu Bela

7A’raf/172. Rabbin Ademoğulları’ndan, unların sırtlarından zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutmuştu: Ben sizin rabbi-niz değil miyim? “Elbette öyle!” dediler. Böyle yaptık ki kıyamet gününde, “Bizim bandan haberimiz yoktu” demeyesiniz; 173. Yahut, “Önce atalarımız Allah’a ortak koştu. Biz de nihayet onların ardından gelen bir nesiliz. Şimdi yanlışı türetenlerin yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin!” demeye kalkışmayasınız. 174, İşte böyle âyetleri açık açık bildiriyoruz. Umulur ki dö­nüş yaparlar.

172-173. İslâm akidesine göre insanoğlunun bütün sorumluluklarının başın­da Allah’ın varlık ve birliğini kabul etme ve yalnız O’nu Tanrı olarak tanıyıp kul­luk etme görevi gelmektedir. Fakat insanlar, sorumlulukları hakkında gerektiği bi­çimde bilgi sahibi kılınmazlar yahut böyle bir bilgiye ulaşma yeteneği ile donan­mış olmazlarsa bu durumu bir mazeret veya bahane olarak ileri sürmekte haklı olurlar. Bu sebeple söz konusu büyük sorumluluğun âdil bir temele dayanması için insanların bu hususta yeterli donanıma sahip kılınmaları gerekmiştir. Bu iki âyet­te İnsanların Allah tarafından böyle bir bilgi veya yetenekle donatıldığı haber ve­rilmekte ve bunun gerekçesi açıklanmaktadır.

Tefsirlerde bu âyetlere başlıca iki farklı anlam verilmiştir:

a) Eski tefsirlerde geniş yer tutan, çoğu birbirinin tekrarı mahiyetindeki riva­yetlere göre Allah Teâlâ dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün in­sanların ruhlarını -sonraları âyetin lafzından hareketle “rûz-i elest, bezm-i elest” şeklinde terimleşen- ruhlar âleminde bir araya getirerek onları kendi varlığına ta­nık kılmış; kendisinin onların rabbi olduğunu yine onlara onaylatmış; bu gerçeği tasdik ettikleri yönünde onlardan söz almış ve böylece kendisi ile dünyaya gele­cek bütün kulları arasında bir tür sözleşme akdetmiş; ayrıca bu sözleşme yahut ta­ahhüde onların bizzat kendilerini şahit tutmuş veya bir kısmım diğerleri hakkında tanık göstermiş ya da -bir başka yoruma göre- bizzat kendisinin ve meleklerin bu sözleşmeye şahit olduklarını onlara bildirmiştir, Böylece insanların, “Bizim böyle bir sorumluluğumuz olduğunu bilmiyorduk” diyerek yahut inkarcılık veya putpe­restliği kendilerinin icat etmediğini, bunu atalarından miras aldıklarını, başka tür­lü bir bilgiye sahip olmadıkları için kendilerinin de bu inancı sürdürdüklerini, do­layısıyla bu hususta kendilerinin bir günahı ve sorumluluğu olmaması gerektiğini belirterek sorumluluktan kurtulmaları da önlenmiştir. İlk dönem Selef âlimleriyle sûfî âlimler, Sünnî ve Şiî kelâm bilginlerinin çoğunluğu âyeti böyle yorumlamış­lardır,

b) Burada belirtilen sözleşme mecazi anlamda olup bu olay, dünya yaratıl­madan önce değil, her insanın kendi bedeninin yaratılması sırasında gerçekleş­mektedir. Bir görüşe göre zürriyetlerin baba sulbünde yaratılışı esnasında, başka bir görüşe göre anne rahmine yerleşip organik oluşumunu tamamlaması sürecinde Allah Teâlâ insanoğlunun doğasına ya da fıtratına kendisinin varlık ve birliğini ta­nıma, kavrama ve dolayısıyla kendisine inanma yeteneğini yerleştirmektedir. Şu halde Allah, her insanı, iman etmesi için yeterli zihnî ve psikolojik donanıma sa­hip kılmakta; iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek bir­çok kanıtlar yaratmaktadır; böylece O, sanki İnsanlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye sormakta, onlar da “evet” diyerek bunu tasdik etmektedirler. İnsa­nın doğasındaki iman kabiliyeti bu âyetlerde temsilî bir dille anlatılmış bulunmak­ladır. Nitekim başka âyetlerde de buna benzer anlatımlar mevcuttur, Meselâ Fussılet sûresinin 11. âyetinde göğün ve yerin Allah’ın yasala­rımı göre işleyişi. “Dahası O. duman halimle olan semaya iradesini yöneltti; ardından ona ve arza, ‘İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!’ buyurdu. ‘Boyun eğerek geldik’ dediler” şeklinde anlatılmıştır. Mu’tezile ve Mâtürîdî âlimleriyle bazı Eş’arî ve Şiî âlimlerinin de bu görüşte oldukları bildirilmekte, Fahred-din er-Râzî’nin de bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır (XV, 47). Başta İbn Teymiyye olmak üzere sonraki Selefiler, Allah’ın insandan ahid ve mîsâk almasını, insa­nın psikolojik muhtevasına kendi varlık ve birliğini tanıma kapasitesi vermesi şek­linde anlamışlardır. Nitekim Hz. Peygamber’in, “Her doğan çocuk fıtrat üzere do­ğar” anlamındaki hadisi de bu­nu anlatmaktadır.

İlk görüş doğru kabul edildiğinde ruhların bedenlerden önce yaratıldığını da kabul etmek gerekmektedir. Ancak ikinci görüşü benimseyenler bunun doğru ol­madığını savunurlar. Konu insanın bilgi alanını aştığı ve gayb alanına girdiği için âyetlerde bildirileni tasdik ederek insanlardan bir şekilde iman sözü alındığına inandıktan sonra bunun mahiyetinin ne olduğu hususunda kesin bir görüşü kabul etmek gerekli değildir. İşin hakikatini Allah bilir. 174. âyette işaret buyurulduğu üzere insana düşen görev, Allah’ın rab olduğu gerçeğini kavrayabilecek güçte ya­ratıldığına ve bu hususta kendisinden söz alındığına iman edip verdiği söze sadık kalmaktır.

This entry was posted on Pazar, Temmuz 6th, 2008 at 06:51 and is filed under KALU BELA. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz