-
6th Ekim 2008

İslam ve İnanç Esasları(Klasik Bilgi)

posted in ISLAM |

İSLAM

Etimoloji ve Tanım

Sözlükte “kur­tuluşa ermek, boyun eğmek, teslim ol­mak; teslim etmek, vermek; barış yap­mak” anlamlarındaki silm (selm) kökün­den türemiş olan İslâm’ın etimolojisini yapan ilk âlimlerden İbn Kuteybe kelime­yi “boyun eğmek ve iradî olarak uymak suretiyle barış ortamına girmek”, İbn Manzûr da “boyun eğmek (inkiyâd) ve ita­at etmek” şeklinde açıklamıştır. Sonra­ki kaynaklarda genellikle bu açıklamalar tekrar edilmiş, “sulh ve selâmet gayesiy­le boyun eğmek, tâbi ve teslim olmak” mânaları öne çıkarılmıştır. İslâm’ın sözlük anlamındaki inkıyâd ve itaat her ne kadar mutlak ise de kelimenin örfteki kullanımı sadece “doğruya ve hakka uy­ma” mânası taşır. Yanlışa ve kötüye bo­yun eğme şeklinde bir teslimiyet İslâm’a aykırıdır ve isyan olarak nitelendirilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de İslâm kelimesi sekiz yerde geçmekte, ayrıca çok sayıda âyet­te aynı kökten fiil ve isimler bulunmakta­dır[1] Fiil halinde geçtiğinde daha çok “Allah’a yönelmek [2] O’na teslim olmak [3] tevhid inancına sahip bulunmak” [4] “Allah’a teslimiyetin gereğini yapmak” [5] mânalarında kullanılmıştır. Kur’an’da İslâm, Allah katındaki hak dinin karşılığı ve özel adı ola­rak belirlenmiş, ondan başka hiçbir dinin Allah tarafından kabul edilmeyeceği vur­gulanmıştır.[6] Ayrıca müsiümanlara din olarak İslâm’ın uygun görülmesi, hidayete erme yönünde Allah’ın yardım ve desteğinin en üst düzeyi şeklinde nitelendirilmiştir.[7] Gerçek ve dosdoğru din anlamındaki “dîn-i kayyim. sırât-ı müstakîm” gibi Kur’ânî terkipler, İslâm’a tekabül eden aslî dini tanıtma amacını taşırken Hz. İbra­him için “hanîf” ve “müslim” vasıflarının yan yana ve eş anlamlı kullanılması da [8]İslâm’ın saf tevhid inan­cının ve hak dinin devamı olduğunu gös­termektedir.

Hadis kaynaklarında Özellikle “îmân” bölümlerinde İslâm kelimesini ihtiva eden çok sayıda rivayet bulunmaktadır. Allah katında dinin İslâm olduğunu vurgula­yan [9] ve bunu “ko­laylaştırılmış Hanîflik” şeklinde açıklayan [10] ha­disler ilgili âyetlerle bütünlük arzetmektedir. Âyet ve hadislerde İslâm kavramı ile hanîf ve fıtrat kavramları arasında bir anlam ilişkisi kurulduğu görülmektedir.[11] İslâm âlimleri tarafından genellikle ka­bul edildiğine göre fıtrat “Allah’ın insan tabiatına bahşettiği yaratıcısını tanıma eğilimi, hakkı benimseme yatkınlığı”, Ha­nîflik de “Allah’ın başlangıçtan itibaren insanlığa bildirdiği, insan tabiatına en uy­gun olan tevhid dini, Allah tarafından va­zedilen aslî din” anlamındadır. Hz. İbra­him’in yahudi veya Hıristiyan değil hanîf-müslim olduğunu belirten âyetle [12] Allah katında dinin hanîf-MüslümanIık [13] olduğu­nu vurgulayan hadisten de Hanîflik’le İs­lâm’ın eş anlamlı kabul edildiği anlaşıl­maktadır. Hadislerde ayrıca Müslümanın nitelikleriyle itikadî, amelî ve ahlâkî alan­da yerine getirilmesi gereken dinî vecîbe­ler üzerinde durulmuş, İslâm’ı tarif eden meşhur Cibrîl hadisinde bu vecîbeler­den kalpteki imanı izhar ettikten başka dört temel ibadet zikredilmiştir.[14]

İslâm kelimesini ele alan ilk dönem âlimleri, daha çok iman kavramıyla ilişkisi bakımından ona tanımlar getirmeye ça­lışmışlardır. Bu çerçevede Eş’arî İslâm’ı “Allah’a tam teslimiyet, hükümlerine boyun eğme ve emirlerine uyma” şeklinde tanımlarken [15] Mâtürîdî “kişinin kendini bütünüyle Allah’a teslim etmesi, sadece ve tamamıyla O’na kulluk edip or­tak koşmaması” diye bir tarif yapmıştır.[16] Sonraki dönemlerde yazılan sözlük­lerde ise daha kapsamlı tanımlara rast­lanmaktadır. Meselâ Râgıb el-İsfahânî İslâm’ı, “kalpteki inancı dille ifade edip fiillerle gereğini yerine getirmek suretiyle Allah’a takdir ve hükmettiği her hususta boyun eğip teslimiyet göstermek” şek­linde tarif etmiş, Seyyid Şerif el-Cürcânî de “Hz. Peygamber’in haber verdiklerini samimiyetle benimseyip onlara uymak” diye bir tanım getirmiştir. İslâm’ın din olarak tarifinde Allah’ın birliği ilkesinin yanı sıra O’na bü­tün kuşkulardan arındırılmış bir teslimi­yetle bağlanma vurgusu önemli bir yer tutmaktadır.

Klasik kelâm literatüründe imanın içe­riği ve sınırı ele alınırken onun İslâm’dan farklı olup olmadığı meselesi de tartışma konusu yapılmıştır. Mu’tezile ve Mâtürî­dî kelâmciları, kelimelerin terim anlam­larını göz önünde bulundurarak bunların aynı şeyi ifade ettiğini söylemiş [17] Eş’arîler ise sözlük mânaların­dan hareketle farklı olduklarını ileri sür­müşlerdir. Eş’arî’ye göre İslâm imandan daha kapsamlı bir terim olup İmanı da içine alır. ancak İslâm diye nitelenen her şey imanı karşılamayabilir. Eş’arî kelâm ekolünün önde gelen âlimlerinden Bâkıllânî bedevilerin imanı hakkındaki âyetle [18]iman, İslâm ve ihsan kavramlarının tanımlandığı Cibrîl hadisi­ni zikrederek imanın “tasdik”, İslâm’ın ise “boyun eğmek” anlamına geldiğini, do­layısıyla bunların birbirinden farklı oldu­ğunu söyler.[19] Selefiyye âlimleri de bu konuda Eş’arîler gibi dü­şünmektedir [20] İtikadî mezhepler arasında­ki bu tartışmada iki kavramın aynı şeyi belirttiğini savunanlar, iman ve İslâm’ın birbirini tamamladığı ve her ikisinde tas­dik ve teslimiyetin esas olduğu görüşün­den yola çıkarken farklılığı savunanlar, tasdik söz konusu olmadığı halde görünürde teslimiyet göstermenin imkânın­dan hareket etmişlerdir.

İslâm kelimesinin semantik tahlilini ya­pan Toshihiko Izutsu’ya göre Câhiliye dö­neminin hâkim telakkisi olan şirk inancı­nın aksine Kur’an’ın mesajıyla Allah kâi­natın mutlak hâkimi ve tek rabbi olarak kabul edilmiş; O’na yapılan kulluk İse ita­at, teslimiyet ve tevazu ifade eden terim­ler arasında en önemlisi olan, “kişinin bi­lerek ve samimiyetle kendisini Allah’a teslim etmesi” anlamına gelen İslâm te­rimiyle belirtilmiştir. İtaat ve teslimiyeti anlatan huşu, tazarru gibi diğer Kur’an terimlerinden farklı olarak İslâm, eskiden başlayıp devam eden bir şeye değil yeni başlayan bir dönüşüme işaret etmekte­dir. Bu durumda müslim de Allah’a kayıt­sız şartsız teslim olmak suretiyle bir atı­lım cesaretini gösteren kimsedir.

Câhiliye döneminde, insanın kendi gü­cüne güvenmesi, sınırsız benlik, hiçbir otorite karşısında eğilmeme gibi Kur’an’da “câhiliye karakteri olan taassup (hamiyyete’l-câhiliyye)” [21] şeklin­de nitelenen ve insanı Allah’a teslim ol­maktan alıkoyan özellikler belirginleş­mektedir. Bir insanın Müslüman oluşu ise onun bencillikten kurtulmasını, gücüne fazlaca güvenmekten vazgeçip alçak gö­nüllü bir kul olarak Allah’ın huzurunda durmasını ifade eder. Bu durumda bir yanda Allah’a karşı kibir, gurur ve küstah­lığı temsil eden câhiliye, öte yanda tevazu ve teslimiyeti simgeleyen İslâm kavramı vardır. Câhiliye kelimesi semantik açıdan tahlil edildiğinde “cehl” kökünün en ufak bir kızgınlık anında iradesini kaybeden, kontrolsüz bir ihtirasla öfkesine kapılıp sonucu düşünmeden ileriyle atılan sabır­sız kişinin sorumsuz davranışını nitele­mekte kullanıldığı görülür. İslâm öncesi Arap kültüründe bu anlamdaki cehlin karşıtı ise hilimdir. Hilim duygularına hâ­kim olan, her durumda sakin kalmasını bilen insanın tavrını nitelemektedir. İs­lâm’ın doğusuyla birlikte cehl kavramı in­sanlar arası ilişkilerdeki etkinliğini kaybe­dip inanmayanların Allah’ın hidayetine ve bunu sağlayan dine karşı gösterdikle­ri kin ve düşmanlığı temsil eden bir tavır olarak anlaşılmıştır. Fakat cehlin karşıtı olan hilim kavramı da artık dinî anlamda İslâm’a denk bir içerik taşımamaktadır. Çünkü Kur’an’a göre yalnız Allah kulları­na karşı halîm olur [22] kullar Allah’a karşı halîm olamaz. Gerçek kulluk Allah karşısında te­vazu ve teslimiyete ulaşmaktır. Fert bü­tün kibir ve ihtiraslarından vazgeçip tam teslimiyete eriştiğinde artık bunun adı hilim değil İslâm’dır. Buna göre İslâm âdeta hilim kavramının esaslı bir şekilde tâdil edilmiş halidir.[23]

İslâm’a farklı açılardan hareketle geti­rilebilecek değişik tanım ve açıklamalar sonuç olarak birbirini tamamlar nitelik­tedir. Bu sebeple gerek genel din tasav­vuru ve vahiy geleneği ya da diğer sema­vî dinlerle farklılığı ön plana çıkarılarak, gerekse Müslümanların ayırıcı özelliğini oluşturan inanç ve ibadet esaslarına, duy­gu, düşünce ve davranış yönüyle Müslüman fert ve toplumların tarihten günü­müze akseden genel görüntüsüne ağır­lık vererek yapılacak tanıtımlar ayrı ayrı anlam taşır. Böyle olduğu için de İslâm, Hz. Muhammed’in temel öğreti ve esaslarını vahiy yoluyla Allah’tan aldığı ve ilk uygulamalarını bizzat kendisinin gerçek­leştirdiği, zamanla Müslüman toplumlar tarafından insanlığın diğer zihnî ve amelî birikimlerinden de istifade ile geliştirilen din ve dünya görüşünün; insan, toplum.

Allah katında yegâne din İslâm’dır mealindeki ayet[24] devlet gibi insanî konularda kendine has ilkeleri ve felsefesi bulunan tarihî tecrü­benin, kültür ve uygarlığın genel adı ol­muştur. Mustafa Sinanoğlu

Vahiy Geleneği İçinde İslâm.

İnan­ma duygusu insanın temel özelliklerinden biridir. Değerler sistemi oluşturma ve bu­nu bir iman kaynağına bağlanarak yap­ma bütün insanlar için ruhî ve içtimaî bir zarurettir. Çünkü inanan ve böylece diğer canlılardan ayrılan insanın bu niteliği fıt­rîdir. İnsanlık tarihi ve bilimsel araştırma­lar dinin insanla birlikte var olduğunu, dinsiz bir toplumun ve inançsız bir insa­nın olamayacağını göstermektedir. Ken­dini ve çevresindeki varlıkların niteliğini, var oluş sebeplerini sorgulayan insanın aklıselimi çeşitli kültürlerde farklı isim­lerle anılıp farklı sayıda ve mahiyette ta­savvur edilse de üstün bir kudretin varlı­ğını kabul etmektedir. Günümüz araştır­malarında “kutsal” diye adlandırılan bu alan, tarihin her döneminde ve en ilke­linden en gelişmişine kadar bütün cemi­yetlerde mevcuttur. Bunun gibi çeşitli kültürlerin kozmogoni ve antropogonilerinde genelde insanın belli bir amaç için, özellikle de tanrı veya tanrılara hizmet ve kulluk, ayrıca tanrıyı temsil ederek koz­mik düzeni korumak için yaratıldığı kabul edilmektedir.[25] Dolayısıyla insan niçin yaratıldığını anlamaya, yara­tıcısını bilip bulmaya çabalayan ve O’na karşı yükümlülüğünün şuurunda olan, kutsalın tecrübesini yaşayan dinî bir var­lıktır.[26]

İlâhî din geleneğinde de insan yaratıcı­sını bilip tanımak(DİYANET BU KONUDA DELİLSİZ????????????) ve O’na kulluk etmek için yaratılmıştır [27] buna “fıtratullah” denilmektedir.[28] Bir ha­diste her doğan insanın bu niteliğe sahip bulunduğu, yaratılışın da ki bu özelliğin Yahudilik, Hıristiyanlık veya ateşperestlik tarzında şekillenişinin aile ve çevre­nin eseri olduğu belirtilmektedir.[29] İnsanın yara­tılış gayesi olan kulluk aklın Allah’ı tanı­ması, bilmesi, iradenin de O’na yönelip bağlanmasıyla gerçekleşmektedir. Allah bu hususta da kuluna yardımcı olmuş, ondaki bu fıtrî his ve şuuru ilâhî vahiy ile yönlendirip geliştirmiş, onu başı boş bı­rakmamıştır.[30] En güzel bir kıvamda yaratılan insanın [31] yaratılışına yaraşır bir şekilde yaşaması için ona yol gösterecek kılavuzlar ve uyu­lacak prensipler göndererek rehberlik et­miştir ki bu prensipler bütününe “hak din” adı verilmektedir.[32]

İnsan, gerek yapısından kaynaklanan zaaflar gerekse tarihî seyir içinde ve de­ğişik coğrafyalarda ortaya çıkan farklılık­lar sebebiyle zamanla ilâhî menşeli ilke­leri unutmuş yahut çarpıtmış ve her de­fasında elçiler aracılığı ile bu ilkeler ha­tırlatılmıştır. Hz. Âdem, Allah’tan aldığı bilgilerle hem kendi hayatına hem de zür-riyetinin yaşayışına yön vermiş [33] Hz. Nuh’a birtakım tavsiye­lerde bulunulmuş ve bu kurallar sonraki­ler için de geçerli sayılmış [34] Hz. İbrahim’e sahîfeler verilerek kavmin­den onun dinine tâbi olması İstenmiş [35] Hz.Mûsâ ve İsâ’ya kitaplar verilmiş [36] son olarak da yegâne hidayet rehberi olmak üzere Kur’an indirilmiştir.[37]

Dinin çeşitli tanımlarının ortak nokta­sı, zihnen varlığı kabul edilen üstün güce veya güçlere karşı duyulan kalbî bağlılık ve teslimiyet duygusu ile bu kabulün ge­rektirdiği davranışların (ibadetler) ifasıdır. Çeşitli dillerde din karşılığı kullanılan ke­limelerin kök anlamında kişinin yüce bir kudrete bağlılığı ve teslimiyeti söz konusudur. Arapça’da da din kelimesi yaratı­cının emir ve hâkimiyeti, kulun itaat ve teslimiyetine dayalı karşılıklı ilişkiyi ifade etmektedir. Şu halde dinin özünde kut­sala bağlılık ve teslimiyet vardır. Bunu gerek eski dinlerde gerekse günümüzde mevcut bütün dinlerde görmek müm­kündür.[38]

Vahiy geleneğine göre İslâm hem ilk hem de son dindir. Özünü Allah’ın emir ve iradesine teslimiyetin oluşturduğu ve adını da bu özelliğinden alan İslâm, son peygamberin tebliğ ettiği dinin özel ismi olmakla birlikte [39] tebliğle­rinin esasını Allah’ın varlık ve birliğini ta­nıyıp O’nun iradesine teslim olma ilkesi­nin oluşturduğu daha önceki peygamber­lerin tebliğ ettikleri dinin de adıdır. Nite­kim Kur’an’ın bildirdiğine göre Nûh, “ba­na Müslümanlardan olmam emrolundu” demiş [40] İbrahim’e Müslüman olması emredilmiş [41] İbrahim ve Ya’küb, oğullarına, “Allah sizin için bu dini seçti, o halde sadece Müslümanlar olarak ölünüz” tavsiyesinde bulunmuştur.[42] Kur’an’da Benî İsrail peygamberleri, İslâm kelime­siyle aynı kökten gelen fiil ve isimlerle Al­lah’a teslim olmuş kişiler olarak takdim edilmekte [43] nihayet Hz. Muhammed de kendisine, tebliğ ettiği dine inanan ilk Müslüman olmasının emredildiğini ve böylece Müslümanlann ilki olduğunu bildirmektedir.[44] Ona ayrıca Ehl-i ki­tap ile ümmîleri (Araplar) Allah’a teslim olmaya davet etmesi emredilmiştir.[45] Dolayısıyla Allah katında yegâne din İslâm’dır [46] ve Hz. Âdem’den son peygambere kadar devam eden vahiy geleneğinde bütün peygamberlerin getirdiği dinin özünü İslâm, yani Allah’a teslimiyet kavramı oluşturmak­tadır. Şu halde bütün peygamberler “Al­lah’ın dini, hak din, dosdoğru din, hâlis din” olarak adlandırılan İslâm’ı tebliğ etmişlerdir.[47] Buna göre İslâm’dan başka bir din aramak anlamsız ve geçer­sizdir.[48]

Hak dinin temel nitelikleri ilâhî kayna­ğa dayanması, bir peygamber tarafından tebliğ edilmesi, vahiy menşeli bir kitabı­nın olması, Allah’ın birliği ve âhiret inan­cını içermesidir. Hak din, başlangıçtan iti­baren iman esasları ve başlıca ahlâk pren­sipleri bakımından daima aynı kalmışsa da İbadet şekilleri ve muamelât hüküm­leri yönünden bazı değişikliklere uğramış­tır. Allah’ın iradesiyle gerçekleştirilen te­kâmül şeklindeki bu değişiklik insanların ihtiyaçları ve kültür seviyeleriyle paralel olarak yürümüştür. İlk insanla başlayan hak din en gelişmiş şekline son peygam­berin tebliğ ettiği vahiyle ulaşmıştır.

Günümüzde kitabî dinler olarak kabul edilen Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm, asılları itibariyle hak dinin belirtilen temel niteliklerinde ortaktır; ancak ilk ikisinin kutsal kitaplarının zaman içinde mâruz kaldığı değişiklikler ve farklı yorumlar bu dinleri İbrâhimî gelenekteki ilkelerden kısmen uzakiaştırmiş, böylece onlardaki sapmaları düzeltecek, temel prensipleri daha açık biçimde ortaya koyacak yeni bir dine ihtiyaç doğmuştur.

İslâm dininde her şeyin başında gelen tevhid inancı genel anlamda hak dinin en belirgin karakteristiği olup bu ilke ilâ­hî dinin tarih içindeki bütün formlarında ısrarla vurgulanmıştır. Dinin menşeine dair bazı görüşlerde ilk tapınma objeleri olarak fetiş, totem, tabiat ve ruh gibi varlıklar üzerinde durulmuş ve insanlığın başlangıçta çok tanrı inancını benimser­ken bir tekâmül sonucu tevhid inancına ulaştığı iddia edilmişse de bu alanda ya­pılan son araştırmalarda tek Tanrı inan­cının önceden beri var olduğu ortaya kon­muştur.[49]

Yahudiliğin önemle vurguladığı en te­mel ilke Tanrı’nın birliği hususudur. Tev­rat’a göre ilk insanla onun çocukları ve Nûh [50] İbrahim, İshak, Ya’küb, Yûsuf bir olan Allah’a da­vet etmişlerdir. Musa’ya verilen on emir­de ve Tevrat’ın diğer yerlerinde de üze­rinde en çok durulan konu Allah’ın birliğidir.[51] Hz. Dâ-vûd’un Zebur’unda da (Mezmurlar) tek olan Tanrı’ya dua edilmektedir. Tann’nın oğlu olarak takdim edilen Hz. da şeriat­taki birinci emrin Allah’ın birliği olduğu­nu vurgulamaktadır.[52]

Vahiy geleneği içinde tevhid inancı baş­langıcından Kur’an’a kadar birbirine ben­zeyen ifadelerle anlatılmaktadır. Kur’an’a gelindiğinde Allah’ın birliği fikrinin en gü­zel şekilde belirtildiği, bu alandaki yanlış­lıkların düzeltildiği, eksikliklerin gideril­diği görülmektedir. İslâm’ın ortaya koy­duğu tanrı kavramı ve diğer iman esas­ları çok açıktır. Yahudilik’te aşırı teşbih­ler Tann’nın antropomorfık tasvirine, Hı­ristiyanlık’ta aşırı sevgi beşer olan İsâ’nın ilâhlaştırılmasına, dolayısıyla tevhidden teslise düşülmesine yol açmıştır. İslâm ise bu noktada tevhid anlayışında zamanla oluşan bulanıklığı gidermiş, yahudi ve hıristiyanlara tevhidde birleşme çağrısında bulunmuştur.[53]

Peygamberlere iman bazı farklılıklara rağmen bütün ilâhî dinlerde mevcuttur. Yahudilik’te Tanrı’nın peygamber aracılı­ğıyla konuştuğu, Mûsâ öncesi ve sonrası peygamberlerin varlığı hususu bir inanç esasıdır. Ancak Malaki sonrasındaki pey­gamberler kabul edilmediği gibi her üç dinde ortak olan bazı peygamberlerle il­gili olarak peygamberlik misyonu ile bağ­daşması mümkün olmayan iddialar ileri sürülmektedir. Hıristiyanlık kendinden Öncekileri benimseyip sonrasını reddet­mekte, ayrıca peygamber kavramına fark­lı anlamlar yüklemektedir. İslâm ise bü­tün peygamberleri tasdik etmekte, pey­gamberlere imanı Müslüman olmanın şartı saymakta, onlara dair gerçek dışı id­diaları kabul etmemektedir.

İslâm inancına göre peygamberler arasında bir bütünlük ve süreklilik söz konusudur; peygamberler kendilerinden önce gelenleri tasdik etmiş, sonra gele­cek olanı da müjdelemişlerdir.[54] Ara­larında peygamberlik mertebesi bakımın­dan bir fark gözetilmediği gibi ortaya koydukları ilkelerde de öze ilişkin herhan­gi bir farklılık söz konusu değildir. Onların her biri Allah’ın birliğine, âhiret günü­ne ve peygamberlerin getirdikleri ilâhî mesajlara inanmayı öğütlemiştir. Farklı­lıklar, sadece zamanın gereklerine ve top­lumun beklentilerine göre değişebilen ay­rıntılarla ilgilidir. Bu da insanın sosyal ve psikolojik yapısına, hayatın gerçeklerine uygun bîr olgudur. Hz. îsâ, Tevrat’ı tasdik etmekle birlikte İsrâiloğullarfna haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için [55] Tevrat ve İncil’de müjdele­nen Hz. Muhammed de diğer görevleri yanında önceki milletlerin üzerindeki zah­met verici hükümleri kaldırmak için [56] gönderilmiştir. Bu elçilerden her biri, devirlerinin ve kavimlerinin ihti­yaçlarını karşılayacak esasları öğretmek için gelmiştir. Son peygamber Hz. Mu­hammed ise âlemlere rahmet olarak gön­derilmiştir; hedef kitlesi sadece bir kavim veya bir bölge değil bütün zamanlar ve bütün insanlıktır. Bundan dolayı onun bildirdiği esaslar hem bütün insanlığa hitap eder hem de fıtrat ve tabiata uy­gundur.

Kur’an’da belirtildiğine göre bazı pey­gamberlere sahîfeler, bazılarına kitap verilmiştir. Şu halde her din mutlaka bir kutsal kitaba dayanmaktadır. Bu metin­lerin gönderildiği topluluklar farklı olsa bile muhatabı insandır. Hz. Âdem’e veri­len sahîfelerle Tevrat, İncil ve Kur’an öz itibariyle birbirinden farklı değildir. Allah, içinde hidayet ve nur bulunan Tevrat’ı in­dirmiş [57] Meryem oğlu îsâ Tevrat’ı tasdik ederek gelmiş, ayrıca bir nur, yol gösterici ve müttakilere öğüt ola­rak İncil’i getirmiştir.[58] Hz. Muhammed de kendinden öncekileri tas­dik eden Kur’an’ı tebliğ etmiştir.[59]

Kur’ân-ı Kerim, başlangıçtan kendi za­manına kadar geçen süre içindeki vahye ait geleneğin bütününe mirasçı olmuş bir kitaptır. Allah’ın dininin son halkası olan İslâm önceki peygamberleri ve onların getirdiği ilâhî mesajları kabul etmekte, peygamberler arasında ayırım yapma­mayı Allah’ın dininin temel şartı saymak­tadır. Kur’an’da birçok peygamberin is­mi ve nitelikleri sayıldıktan sonra, “İşte o peygamberler Allah’ın hidayet ettiği kim­selerdir; sen de onların yoluna uy!” denil­mektedir.[60] Resûl-i Ekrem tebliğ ettiği dinle ahlâkî açıdan da yeni bir şey bildirmiş olmamakta, önceden var olan evrensel ahlâkî prensipleri devam ettirmektedir. Cumartesi yasaklan dışın­da bugünkü Tevrat’ta yer alan ve Hz. Mûsâ’ya bildirilen on emir farklı formlarda da olsa Kur’an’da muhafaza edilmekte­dir.[61] Hz. îsâ da Tevrat’taki emirleri iptal için değil ikmal için geldiği­ni vurgulayarak Tevrat’ı tasdik etmekte­dir.[62] Diğer taraftan İnciller’de yer alan ahlâk prensipleri Kur’an’da da korunmuştur.

Âhiret inancı üç dinde de mevcut ol­makla birlikte yahudiler ve hıristiyanlar ebedî kurtuluşu sadece kendilerine has­retmekte [63] bunu kendi­leri için bir ayrıcalık olarak görmektedir­ler. Halbuki İslâm, hem bu dünyada hem âhirette mutluluk ve kurtuluş için belli bir ırka mensubiyeti değil Allah’a kullu­ğu ve ilâhî emirlere uymayı şart koşmak­tadır.

Hz. Muhammed’den önceki peygam­berlerin tebliğleri de ilâhî kaynaktan gel­diği halde onların dinlerine sonraki men­supları farklı isimler vermişlerdir. Ne Hz. Mûsâ getirdiği dine Yahudilik, ne de Hz. îsâ tebliğ ettiği esaslara Hıristiyanlık adı­nı vermiştir. Hz. Musa’nın getirdiği din kendisinden çok sonra Bâbil esaretinin ardından Yahudilik olarak adlandırılmış ve sadece bir kavme inhisar ettirilmiştir. Hz. îsâ’nın tebliğ ettiği din de kendisinden sonra Hıristiyanlık adını almış, böyle­ce dinin merkezine Hz. îsâ yerleştirilmiş­tir. Halbuki îsâ kavmini Allah’a kulluğa davet etmiş, kendisinin de Allah’ın kulu olduğunu ısrarla vurgulamıştır.[64]

Kur’an hem Yahudileri hem Hıristiyanları unuttukları veya farklılaştırdıkları Al­lah’ın dinine tekrar davet etmekte ve bir Allah inancında buluşmaya çağırmakta­dır.[65] Kur’an’a göre Yahudiler ve Hıristiyanlar hahamlarını ve rahiplerini Allah’ın dışında rabler edinmiş­lerdir.[66] Özde aynı olan din, zaman içinde kutsal metinlerin ve dinî nasların yanlış yorumlanması, din âlim­lerinin görüşlerinin kutsal kitap yerine geçmesi ve dinin anlaşılmasında bunların yegâne geçerli kaynak olarak görülmesi sonucunda orijinal şeklinden saptırılmış­tır. Yahudilerin peygamber bile saymadık­ları, hatta nesebi konusunda çeşitli iddi­alarda bulundukları Hz. İsâ Hıristiyanlarca tam aksine ilâhlaştırılmıştır.[67] Nitekim İncil’e gö­re İsâ Allah’ın birliğini vurgularken [68] Pavlus’un Filipililer’e Mektubu’nda (2/6) Allah ile eşitlenmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm Yahudilere Musa’ya ve­rilen Tevrat’ı, Hıristiyanlara da İsâ’ya verilen İncil’i uygulamalarını emretmekte, aksi takdirde hiçbir temele dayanmadık­larını ifade etmektedir.[69] Hz. İbrahim’i kendilerinden sayan ve ger­çek dinin kendi dinleri olduğunu ileri sü­ren kitap ehline İbrahim’in Yahudi ve Hıristiyan olmadığını, onun hanîf olduğunu, dolayısıyla Yahudilik ve Hıristiyanlığın za­manla İbrâhimî özden uzaklaştırıldığını belirtmektedir.[70]

Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm arasın­daki ortaklık ve benzerlikler sebebiyle İs­lâm’ı tamamen Musevîlik ve Hıristiyanlı­ğın etkisinde doğmuş bir din olarak gör­me iddiası, bu dinlerin kaynağının müşte­rek olduğu ve İslâm’ın Öncekilerde orta­ya çıkan sapmaları giderdiği gerçeğinin göz ardı edilmesinin bir sonucudur.

Kur’an”ın ortaya koyduğu kâinat ve ha­yat anlayışı, hukuk ve ahlâk ilkeleri, insa­na verdiği değer, hem kendinden önce­kilere vâris olup onları kuşattığı hem de kendinden sonra başka bir din ve kitap gelmeyeceği için çağlar üstü ve evrensel boyuttadır. Kur’an insanın günahsız doğ­duğunu, sırf pişmanlık duygusuyla gü­nahtan kurtulmasının mümkün olduğu­nu kabul ederek aslî günah inancını sür­düren Hıristiyanlık’tan; ırk. aile, kabile ve aşirete dayalı üstünlük ve seçkinlik iddi­alarını reddederek bu iddiaları sürdüren Yahudilik’ten ayrılmaktadır.

Hz. Âdem’le başlayan vahiy geleneğinin son halkasını oluşturan İslâm peygam­berler tarafından tebliğ edilen, fakat za­man içinde unutulan ya da insanlar eliyle bazı sapmalara uğratılan ilâhî mesajın kı­yamete kadar kalıcı olmak üzere tashih edilerek yeniden ifade edilişinin adıdır. “Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim[71] mealindeki âyet de bu hususa işaret­le İslâm’ın insanlık tarihi boyunca hiç ek­sik olmayan ilâhî mesajın kemal noktası, Hz. Muhammed’in de bu rahmet iklimi­nin son peygamberi olduğunu anlatır. Hz. Muhammed’in Allah tarafından son pey­gamber olarak seçilip görevlendirilme­sinin ardından milâdî 610 yılında Mek­ke’de onun aracılığıyla insanlığa gelmeye başlayan vahiy yirmi üç yıl süreyle devam etmiş, Resûl-i Ekrem de vahiyle tesis edi­len bu dini açıklamış, kural ve yükümlü­lüklerin uygulamasını göstermiş, pey­gamberliği süresince ilâhî hitabın anlaşıl­ması ve hayata geçirilmesinin üstün ör­nek şahsiyeti olarak İlk İslâm toplumunu oluşturmuş ve onu eğitmiştir. Bu sebeple İslâm’ın kavranmasında Kur’an ve Resûl-i Ekrem belirleyici role sahiptir. İslâm’ın asıl kaynaklarının Kur’an ve Sünnet oldu­ğu bütün İslâm tarihi boyunca bir postu­lat olarak kabul edilmiş, Asr-i saâdet’ten itibaren İslâm toplumlarının fikrî ve ame­lî hayatı bu iki kaynak etrafında şekillen­miş, Kur’an ve Sünnet Müslümanların ta­rihî tecrübesinde, zihniyet ve gelenek te­şekkülünde mihver, yeni oluşum ve yo­rumlar için de başvuru ve denetim aracı olma özelliğini daima korumuştur.[72] Ömer Faruk Harman

İnanç Esasları

Sözlükte “güven duygusu içinde tasdik etmek, inanmak” anlamına gelen îmân, dini benimsemenin ve mümin diye nite­lenmenin esasını oluşturur. Kur’ân-ı Kerîm’de iman kavramı 800’den fazla yer­de geçmekte, inanmış kişinin samimiyet ve iç huzurunu ifade etmek için de sidk ve itmi’nân kavramları kullanılmaktadır.[73] İnsanın aşkın bir varlığa ve O’ndan gelen vahiy etrafında oluşan dine inanma te­mayülü taşıdığı hem Kur’an’da hem hadislerde belirtilmektedir.[74] İmanın oluşması İçin bu fıtrî yetenekten başka aklın hü­küm verebilecek kadar bilgi birikimine sa­hip olması da gerekir.

Kur’ân-ı Kerîm, dünya ve âhiret mut­luluğunu inanç ve iyi davranışın [75] beraberliğine bağlamış, birçok hadiste imanla amel yan yana zikre­dilmiştir. Hadisleri konularına göre tasnif eden Kütüb-i Sitte müelliflerinin dördü [76] eserlerinde imana müstakil birer bölüm ayırmış ve burada iman ilkelerinden çok imanın ürü­nü olan amelleri sıralamıştır. İslâm âlim­leri ilk dönemlerden itibaren iman-amel münasebeti üzerinde durmuş. Haricîler ve Mu’tezile ile bazı Şiî grupları amelsiz imanı âhiret planında geçersiz kabul et­miş, Sünnî çoğunluk ise son tahlilde ima­nı zihnin ve kalbin tasdikinden ibaret sa­yarak amelle imanı ayrı düşünmüştür. Ancak bu husus, hiçbir şekilde dinî ha­yatta amelin önemini küçümseme anla­mı taşımamaktadır.

İman esaslarının tesbiti konusunda öne çıkan ilke Allah’ın hükümranlığına boyun eğmek ve görevlendirdiği elçileri tasdik etmektir. Kur’ân-i Kerîm’de, geçmiş pey­gamberlerin muhatap aldıkları toplum­lara kendilerini Allah’ın güvenilir elçileri olarak tanıttıktan sonra O’ndan korkma­larını ve elçilerine uymalarını istedikleri haber verilmiş [77] aynı husus Hz. Peygamber’e de nispet edilmiştir.[78] Kul, Allah ile doğrudan ileti­şim sağlama imkânına sahip bulunmadı­ğından dinî esas ve vecîbelerin tesbitinde peygamber yegâne güvenilir kaynak durumundadır. Bundan dolayı çeşitli âyetlerde iman konuları “peygamberle­re indirilen vahyin muhtevası” şeklinde özetlenmiştir. Son peygambere gönderi­len vahiy öncekileri tasdik etmekte ve on­lara da iman edilmesini istemektedir.[79] Bu İse İslâm dininin Hz. Muhammed’le tamam­lanan son halkasının önceki bütün halka­ları kucakladığını göstermektedir.

Kur’an’ın bütün sûre ve âyetlerinin, Al­lah tarafından Hz. Muhammed’e indiril­miş vahiyler olduğunu hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde benimsemek son peygamberi tasdik etmenin diğer bir ifadesidir. Bu açıdan iman konulan Kur-“ân-ı Kerîm’in tamamından oluşur. Bu­nunla birlikte ilk dönemlerden itibaren İslâm âlimleri eğitim ve telif açısından ko­laylık sağlanması amacıyla, muhtemelen Cibril hadisinden de esinlenerek [80] iman esaslarını altı noktada toplamış (usûl-i sitte), genellikle Sünnî âlimleri eserlerinde bu esasları üç ana konuda (usûl-i selâse) birleştirmiştir. Bunlar da ulûhiyyet, nü­büvvet ve sem’iyyât bölümleridir. Bu âlimler irade ve kader meselesini ulûhiyyetin sıfatlar bahsi, kitaplar ve melekler konusunu da nübüvvet bölümü içinde mütalaa etmişlerdir.

II. (VIII.) yüzyıldan itibaren oluşmaya başlayan itikadı İslâm mezhepleri, iman esaslarının tesbit edilmesi ve yorumlan­masında genelde Kur’an’ı esas almıştır. Çeşitli mezheplere mensup kelâm âlim­lerinin halk için yazdıkları akide risaleleri bunu kanıtlamaktadır. İslâm dünyasında iman esaslarının cem” ve tedvini, fetihler döneminde bu dinle ilk tanışan grupların yönelttiği eleştiriler sebebiyle başlamış olmalıdır. Daha çok Mu’tezile kelâmcılarının cevaplamaya çalıştığı bu eleştiriler aklî istidlale dayandığından kelâmcılar da ağırlıklı olarak akla önem vermişlerdir. Buna karşılık dönemin muhafazakâr âlimleri, Kur’an’da sık sık vurgulandığı gibi [81] Ehl-i kitabın fikir ayrılığına düşmesi yüzünden, dinin tahrife mâruz kalması olgusundan kaygılanarak İslâm’ı eleştirenlerden zi­yade Mu’tezile kelâmcılarına karşı cephe almışlardır. Daha sonra Selefıyye diye ad­landırılan bu grup. kendi tezini ortaya ko­yarken Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminde usûlü’d-dînde ihtilâf edilmediği yolundaki fiilî delili ileri sürmüş [82] sünnete uyma ve bid’attan uzak kalmayı telkin eden birçok rivayeti nakletmiştir. Böylece hadis de iman esaslarının önemli bir kaynağı ola­rak göz önünde bulundurulmuştur. IV. (X.) yüzyılın başlarından itibaren Mu’tezile’nin aşırılığa kaçan akılcılığı ile Selefiyye’nin ihtiyaca cevap vermeyen koyu mu­hafazakârlığı arasında mutedil bir yön­tem benimseyen Sünnî kelâm ekolleri İslâm dünyasında etkinlik kazanmaya başlamıştır. Ebü’l-Hasan el-Eş’arî ile Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’ye nisbet edilen ve sonraki dönemlerde Müslümanlann bü­yük çoğunluğunu kendilerine çekebilen bu ekoller, temelde Kur’an’dan hareket etmekle birlikte ağırlıklı olarak aklî istid­lale başvurmuş, hadislere ise daha çok sem’iyyât bahisleriyle mezhepler arası fikrî tartışmalarda yer vermiştir. İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye, İbnü’l-Vezîr gibi Selefiyye’nin müteahhir temsilci­leri ise iman esaslarıyla ilgili eserlerinde Kur’an ve hadisi kaynak olarak kullanma­ya özen göstermişlerdir.

İslâm dünyasında Hz. Ali’nin hilâfeti dö­neminde ortaya çıkan Şiî ve Haricî tema­yüller, gerek ortaya çıkış sebepleri gerek­se sürekli biçimde savundukları görüşler ve sergiledikleri tavır itibariyle siyasî fırka olarak kabul edilmiştir. Her iki mezhep de amelin imandan cüz olduğu görüşün­de Mu’tezile ile birleşirken devlet başkanlığı (hilâfet) konusuna dinin temel hüküm­leri arasında yer verme açısından ondan ayrılmıştır. Şîa, halifenin Hz. Ali neslinden olmasını şart koşup bunun dışındakile-ri gayri meşru saymış, Hâriciler ise halife için dinî erdemlerin tamamını içeren tak­vadan başka hiçbir şart ileri sürmemiştir.[83] İmamet ve onunla bağlan­tılı olan konular dışındaki kelâmı mesele­lerde Şîa genellikle Mu’tezile’ye bağlı kal­mış ve mevcudiyetini korumuşken Mu’­tezile kendi adıyla varlığını sürdüreme­miş. Haricîler de çok küçük İbâzî grupla­rı dışında günümüze intikal etmemiştir. Ameli imandan cüz görmeyen Sünnî gruplara, günahkâr müminler hakkında müsamaha ilkesine dayalı görüşleri sebe­biyle Mürde denmişse de bunun mezhep­ler arası fikrî ihtilâfın ötesinde bir gerçek­lik taşımadığı ve esasen Mürcie’nin kim­liği hakkında açık bir şey söylenemediği anlaşılmaktadır.[84]

Dinin esası ilgilendirmeyen hükümleri­ni konu edinen fıkıh alanındaki ihtilâflar tekfir gibi ağır bir sonuç doğurmadığı hal­de akaid konularındaki aşırı iddiaların sa­hibini iman sınırının dışına çıkarabileceği kabul edilmiştir. Bununla birlikte iman-küfür konusunda ilk ciddi değerlendirme­yi yapan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin ortaya koyduğu, ehl-i kıbleden olanların tekfir edilemeyeceği ilkesi genel kabul görmüş [85] bu ilke sa­yesinde İslâm tarihi boyunca oluşan yüz­lerce mezhep mensubu içinde din dışı sa­yılabileceklerin oranı yüzde bir civarında kalmıştır.[86]

İlâhiyyât

Kur’ân-ı Kerîm, her insanın kâinatı yaratan ve yöneten bir yüce varlı­ğın mevcudiyetini kabul edeceğini öngö­rür. İnsan böyle bir özellikte yaratılmış [87] ve bu kabulü fıtrat diliyle de ikrar etmiştir.[88] Kur’an, inançsızlığı fıtratın suni şekilde örtülüp etkisiz ha­le getirilmesi olarak değerlendirir. Nite­kim 500’den fazla âyette geçen “küfür” kavramının kök anlamı “bir şeyi örtmek ve etkisiz kılmak”tır. Hz. Peygamber’in her çocuğun selim fıtrat üzere dünyaya geldiğini, fakat anne baba ve çevrenin on­da sapmalar meydana getirdiğini bildi­ren hadisi de bu gerçeği vurgular.[89]

Kur’an’da kör taklit, kibir, bayağı arzu­lara mahkûm olma, iradesizlik gibi engel­leyici âmillerin bertaraf edilmesi durumunda Allah’ın varlığının tabii olarak ka­bul edileceği fikrinden hareketle beşer için en büyük tehlike görülen şirkin red­dine önem verilir. Çeşitli âyetlerde insanın imana açık olan selim yaratılışı hatırlatıla­rak iç gözlem yapılması istenir.[90] Kur’an’da ta­biatın işleyişine dikkat çeken gaye ve ni­zam delili de kullanılır. Yaratılış delili kelâmcılar tarafından hudûs, İslâm filozof­ları tarafından imkân delili şeklinde tak­rir edilerek zengin bir literatür oluşturul­muş, Sûfiyye ise keşif ve ilham yolunu tercih etmiştir.[91]

İslâm dininin itikadı bakımdan en be­lirgin özelliği tevhid ilkesine verdiği önem­dir. Tevhid, Allah’tan başka yaratıcı(DİYANET BU KONUDA DELİLSİZ????????????) ve mâbud kabul etmeme esasına dayanır. Gerek şirk ve tevhidle gerekse Allah’ın insana yönelik esmâ-i hüsnâsıyla ilgili âyetler, ayrıca Hz. Peygamberin dua ve niyazlarında kullandığı ifadelerden anla­şılacağı üzere [92] yaratanla yaratılan arasındaki temel bağ sevgiden ibarettir. Cenâb-ı Hakk’ın “ruhundan üfleyerek hayat verdiği” [93] in­sana yönelik sevgisi Kur’an’da doğrudan doğruya “hub” (sevgi) ve “velayet” (dost­luk) kavramlarıyla ifade edildiği gibi [94] rahman, rahîm, raûf, afüv, gafur, şekûr gibi isim­leriyle de bu sevginin açılımları tekrarlan­mıştır.[95] Bu­nun yanında çeşitli âyet ve hadislerde “ittika, havf, haşyet” vb. kavramlar kullanı­larak Allah’tan korkma faktörü de vurgu­lanmıştır. Ancak bu tür kavramlar içinde en çok tekrarlanan ittikânın “korunmak” şeklindeki temel mânası ve ilgili âyetlerin içinde yer aldığı kompozisyon göz önün­de bulundurulduğu takdirde buradaki korku, hâkim faktör olan Allah’a yakinlığm ve sevginin kaybedilmesi istikametin­dedir. Bu durumda Allah’tan uzak kalan ve temel bağı koparan kişi kendi haline terkedilerek azaba müstahak olur. Tev­hid inancının ilâhî ve beşeri olmak üze­re iki yönünün bulunduğunu söylemek mümkündür. İlâhî yönü Allah’ın otorite­sinin hiçbir şekilde paylaştırılmamasıdır. Beşerî yönü ise kulun en üst düzeyde se­vilmeye ve sayılmaya lâyık tek varlık olarak Allah’ı kabul etmesi, başka hiçbir var­lığa beşer üstü bir sevgi ve itaat hissi duymamasıdır. Kur’an, önceki peygam­berlerin tebliğ ve irşad faaliyetlerinin odak noktasını da tevhid ilkesinin oluş­turduğunu bildirir. “Senden önce hiçbir resul göndermedik ki ona, ‘benden baş­ka ilâh yoktur, sadece bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım [96] mealindeki âyet bu gerçeğe işaret etmektedir.

Kur’an’da şirk inancı ilâh, şerik, şefi’, velî, nasîr gibi kavramlarla da ifade edi­lir. Bu kavramları şekillendiren kelimele­rin ekseriyetle çoğul olarak kullanılması, putların dünyada da âhirette de tapan­lara bir fayda sağlamayacağının belirtil­mesi [97] ayrıca Kur’an’da Allah elçilerine karşı mücadele edip top­lulukları saptıranların genellikle servet ve itibar sahibi kimseler olduğunun bil­dirilmesi [98] şirkin ferdî olmaktan çok belli menfaat ve amaçlar etrafında şekillenen bir zümrenin davranış biçimi olduğunu gösterir.

Monoteist dinlerde ilke olarak müminin Allah ile doğrudan münasebet kurması, dua, niyaz ve ibadetlerini O’na yöneltme­si, bağışlanmasını aracısız olarak O’ndan talep etmesi istenir. Duyular üstü yüce varlıkla ancak O’nu niteleyen kavramlar yoluyla ilişki kurulabilir. Kelâm literatüründe ilâhî isimler için daha çok sıfat te­rimi kullanılmıştır. Söz konusu kavramlar, İslâm’ın ulûhiyyet anlayışını eğitim öğre­time elverişli bir şekilde anlatmak ama­cıyla Allah’ın zâtını tanıtan (zatî) ve kâina­tı yaratıp idare ettiğini ifade eden (fiilî) sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır. Duyular ötesi bir varlığın tanıtılması için tecrü­be dünyasında kullanılan, benzeşmeyi ve mâna ortaklığını çağrıştıran kelimelere başvurmaktan başka bir imkân bulunma­maktadır. Bu sebeple sıfatlar tenzîhî (selbî) ve sübûtî olmak üzere iki grupta mü­talaa edilmiştir. Tenzîhî sıfatlar yaratıl­mışlara mahsus acz ve eksiklik ifade ettiklerinden zât-ı ilâhiyyeden nefyedilmesi gereken nitelikler olup Allah’ın varlığı için başlangıcı ve sonuç belirlememek (kıdem, beka), yaratılmışlara benzeme­mek (muhâlefetün li’l-havâdis), başkasına muhtaç olmamak (kıyam bi nefsih) ve şe­riki bulunmamak (vahdâniyyet) şeklinde özetlenir. Sübûtî sıfatlar da Allah’ın ezelî ebedî diri (hayat), bilen, işiten ve gören (ilim, sem’, basar) olması, irade ve kudrete sahip bulunması, peygamberleri vasıta­sıyla kullarına mesaj (kelâm) göndermesi diye sıralanır.

Sıfatların zâta nisbeti (İspat) konusun­da, nasların zahirî mânalarına bağlı kalıp ispata önem veren muhafazakârlarla ten­zihe önem verip bazı sıfatları te’vile tâbi tutan serbest düşünceli âlimlerin telak­kileri hakkında kelâm ve mezhepler tari­hi kitaplarında birçok ayrıntı yer almak­tadır. Selefiyye, Eş’ariyye-Mâtürîdiyye, Mu’tezile-Şîa ve İslâm filozofları şeklin­de sıralanabilecek ekoller arasında kesin nasların Allah’a izafe ettiği sıfatları red­deden bir ekol yoktur. Gazzâlî’nin, ilim sı­fatının alanını daralttıkları düşüncesiyle İslâm filozofları hakkında verdiği tartış­malı tekfir hükmü bir yana [99] sözü edilen mezheplerden sıfat telakkisi se­bebiyle İslâm dışı kabul edilecek bir âlim bulunmamaktadır.

Kader

Aslında ilim, kudret ve irade sı­fatlarıyla ilgili olan, fakat genellikle müs­takil bir başlık altında ele alınan kader bahsi, Allah’ın hükümranlığının mutlak-lığı ile kulun özgürlüğünün kesiştiği ya­pısal bir özelliğe sahip bulunduğundan inanç ve düşünce tarihinin temel prob­lemlerinden birini oluşturmuştur. İnsan­lara ait ihtiyarî fiillerin meydana gelişin­de ilâhî bir müdahalenin bulunup bulun­madığı, böyle bir müdahale varsa bunun mahiyetinin ne olduğu sorusu meselenin odak noktasını teşkil eder. Müdahalenin bulunmadığını söyleyenlerin (Kaderiyye-Mu’tezile) Allah’ın ilim, kudret ve irade sıfatlarının etki alanını daralttıkları, bu­lunduğunu benimseyenlerin ise (Cebriy-ye) kulun özgürlüğünü kısıtladıkları veya tamamıyla ortadan kaldırdıkları kabul edilmiştir.

İlâhî ilmin insanın irade alanına giren fiillerine önceden (ezelde) taalluk edip et­mediği sorusunu kader probleminin ni­rengi noktası olarak görmek mümkün­dür. Aslında bu problemin sebebi zaman faktörüdür. Zât-ı ilâhî zaman ve mekân­dan münezzehken insana mahsus idrak ve eylemler bu iki faktörden bağımsız düşünülemez. Bu noktada kader bir sır ör­tüsüne bürünmektedir. Esasen metafi­ziğin ve gayp âleminin zirve noktasında bulunan ulûhiyyet konularının tam bir açıklıkla bilinmesi mümkün olmadığı gibi bu konudaki aşırı tereddüt ubûdiyyetin gerektirdiği teslimiyet ilkesiyle de bağ­daşmaz. Sonuçta kader de insanın özgür­lüğü ve sorumluluğu da bir iman konusu olarak kalmaktadır.

Nübüvvet

Kur’ân-ı Kerîm’de daha çok “resul” (mürsel) ve “nebî” kelimeleriyle ifa­de edilen peygamber, Allah ile kul arasın­da hem bir haberci hem de bir elçi olup imanın hayata geçirilmesini sağlar, dinin fert ve toplum yaşantısmdaki boyutları­nı ve sınırlarını çizer. Kur’an’da, imanın hayata yansıması ve hak dinin sunduğu mutluluğun yaşanabilmesi için kişinin ya­ratana ve yaratılmışlara yönelik görevle­rine yer verilir ve bu amaçla ibadet şekil­leri, ahlâk kuralları, örnek olması açısın­dan insanlar arası bazı hukukî işlemler zikredilir: birçok husus da Resûl-i Ek­rem’in sözlü ve fiilî sünnetinde açıklanır. Bunun yanında Kur’an’da peygamberle­rin mücadelelerine geniş yer verilir. Kur-‘ân-i Kerîm’de Resûl-i Ekrem’in muhataplarının iman etmemesi sebebiyle duydu­ğu derin üzüntüye temas edildikten son­ra [100] Hz. Mûsâ ile Hârûn, İb­rahim, Nûh, Hûd, Salih. Lût Şuayb’ın ve Hz. Muhammed’in mücadeleleri zikredil­miş, bu “güvenilir elçifer”in kavimlerinden Allah’tan korkmalarını ve kendilerine ita­at etmelerini istedikleri, ayrıca içinde bu­lundukları içtimaî ve ahlâkî düşüklükler sıralanarak bunlardan kurtulmaları için peygamberlerine uymalarını telkin ettik­leri bildirilmiştir. Peygamberlerin görev­leri ve konumları son nebinin şahsında şöyle belirtilmiştir: “Ey Peygamberi Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uya­rıcı, Allah’ın izniyle O’nun yoluna bir da-vetçi ve nur saçan bir kandil olarak gön­derdik.[101]

Kur’ân-ı Kerîm’in nübüvvetin ispatını tarih olgusuna, akla ve mucizeye dayan­dırdığını söylemek mümkündür. Yine Kur’an’da adı geçen peygamberlere ta­biat kanunlarını aşan, duyularla algıla­nabilir (hissi) olaylar nisbet edilmektedir.[102] Özellikle muhafazakâr âlimlerin eserlerinde ve Sünnî kelâm lite­ratüründe Resûl-i Ekrem’e de hissî mu­cizeler nisbet edilmektedir; fakat birçok sahâbînin huzurunda cereyan ettiği nak­ledilen bu tür olayların sonraki nesillere aktarılırken tevatür derecesine ulaşma­mış olması dikkat çekicidir. Diğer taraf­tan Kur’an, Hz. Peygamber’den hissî mu­cize İsteyenlere tabiatın işleyişini gözlem­leyip akıllarını kullanmalarını tavsiye etmektedir.[103]

Şüphe yok ki kul ile Allah arasında elçi­lik görevi yapacak kişilerin güvenilir ol­ması gerekir. Ahd-i Atîk’te, bazı peygam­berler hakkında Allah elçilerinin günah­tan korunmuşluğu (masumiyet) ilkesini ze­deleyen beyanların yer almasına karşılık [104] Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberlerin elçilik hüviyetlerindeki korunmuşluğa vurgu yapılır. A’râf ve Şu-arâ sûrelerinde [105] peygamberlerin her yönden gü­venilir, özverili, iyi niyetli ve iyilik sever ki­şiler oldukları ifade edilir. Aralarında ba­zı farklı görüşler bulunmakla birlikte bü­tün kelâm âlimleri peygamberlerin elçi­lik görevlerinde hatadan korundukları, Özel hayatlarında ise şahsiyet zedeleyici ve manevî liderlik vasfına halel getirici davranışlardan uzak bulundukları nokta­sında müttefiktirler. Naslarda peygam­berlere izafe edilen ve ilk bakışta hata gibi görünen bazı davranışların yorumu için kelâm literatüründe “ismetü’1-enbi-yâ” adıyla bir telif türü oluşmuştur.

Kur’an’da Hz. Muhammed’in son pey­gamber olduğu ifade edilmiş [106] Resûlullah’ın kendisi de çeşitli beyanlarında bunu dile getirmiştir.[107] Onun zuhurundan günümüze kadar geçen on dört asır içinde ciddiye alınabilecek bir nübüvvet iddiasının bulunmayışı da bu­nun fiilî kanıtını oluşturur.

Dünyadaki Müslüman nüfusun en bü­yük azınlık grubunu oluşturan İsnâaşeriy-ye Şîası, nübüvvetin Hz. Muhammed’Ie sona erdiğini kabul etmekle birlikte pey­gamberlere has olan gayb bilgisiyle günahtan korunmuşluk vasfının on iki imamda devam ettiğini kabul etmiştir. Onlara göre ilk meşru halife Hz. Ali’dir. İki buçuk asır boyunca Ali neslinden ge­len on bir imamla devam eden hilâfet için 265 (879) yılında on ikinci imamın canlı olarak ortadan kaybolmasıyla bir durak­lama ve bekleyiş dönemi başlamıştır. O günden bu yana hayatta olan on ikinci imam bir gün ortaya çıkacak ve Şiî ikti­darını hâkim kılacaktır. Doğrudan vahiy alamayan bir insanın bilinmesi gereken her şeye vâkıf olması, son imamın on bir asrı aşkın bir zamandan beri hâlâ bir yerlerde yaşaması, dünyanın çokyönlü güç dengeleri karşısında zafer kazanıp Şîa ik­tidarını hâkim kılması vb. hususlar dikka­te alındığında nübüvvetin siyasî bir oto­rite olarak imametle devam ettiğini be­nimsemek mümkün görünmemektedir.

Nübüvvet ilkesi içinde mütalaa edilecek konulardan biri kitaplara imandır. Kur­’ân-ı Kerîm’de her peygamberin vahye muhatap olduğu bildirilir; bunlar arasın­da Nûh, İbrahim, İsmail. İshak, Ya’küb, torunlar, Mûsâ, îsâ, Eyyûb, Yûnus, Hâ­rûn, Süleyman ve Dâvûd ismen anılır.[108] Vahiyleri bir araya getiren metinlerden “suhuf” diye bahsedilir ve bunlar Hz. İbrahim. Mûsâ ve Muhammed’e nisbet edilir.[109] Ayrıca Davud’a Zebur [110] Musa’ya Tevrat, îsâ’-ya İncil [111] ve Hz. Muhammed’e Kur’an’m verildiği bildirilir.

Kur’an’ın baş tarafında, kurtuluşun şartlan içinde Hz. Muhammed’e indiri­len vahyin yanında ondan önce indirilen­lere de iman edilmesi zikredilmiş [112] Hz. Peygamber de geçmiş ne­bilerden saygı ile söz etmiş, kendilerine iman ettiğini belirtmiş, bazılarının adını zikretmiş ve onları kardeş diye nitelemiş­tir.[113] İslâm’ın bu kucaklayıcı açılımının uygulamada daralmasının se­bebi kadîm vahiylere arız olan tahriftir. Kur’ân-ı Kerîm bu vahiylerin metinlerinde insanlar tarafından yapılan değişiklikle­re [114] içerikle­rinin gizlenmesine [115] dikkat çekerek günümüze intikal eden Kur’an öncesi vahiylerin yer yer aslî hüvi­yetini kaybettiğini belirtir. Bunun yanın­da insanların geçirdikleri değişikliklere paralel olarak ilâhî vahiylerde de bazı de­ğişikliklerin meydana gelmesi tabiidir. Kur’an’da nesih kavramıyla ifade edilen bu husus [116] elde mevcut Ahd-i Atîkve Ahd-i Cedîd metinlerinin içerdiği hükümlerle amel edilmesini güçleştirmekte ve bu durum konunun, asliyetini korumuş olup önceki vahiylerin kalıcı hükümlerini ihti­va eden son vahyin onayına sunulmasını gerekli kılmaktadır. Hz. Peygamber’den rivayet edilen ve Ehl-i kitabın tasdik edil­mesinin yanında yalanlanmasını da me-neden hadis bu hususu İfade etmektedir.[117]

Cibrîl hadisindeyer alan inanç esas­larından biri de meleklere imandır. “El­çi, güçlü kuvvetli, tasarrufta bulunan, yöneten” mânalarına gelen melek keli­mesi Kur’an’da seksen sekiz yerde geç­mektedir. Kur’an meleklerin şekli hakkın­da iki, üç veya dört kanatlı olduklarından başka [118] herhangi bir bilgi ver­memekte, onların ilke olarak insanlar ta­rafından görülemeyeceğini ifade etmek­tedir.[119] Melek­leri konu edinen âyet ve hadislere daya­narak onların görevlerini şu şekilde özet­lemek mümkündür: Allah’ı takdis etme, peygamberlere salavat getirme, mümin­lerin bağışlanması için dua ve niyazda bulunma, Allah ile peygamberler arasın­da elçilik yapma, başta peygamberler ol­mak üzere Allah’a yönelen mümin kulla­ra manevî güç verme, sıkıntılı ve üzüntü­lü anlarında onları teselli etme. Bunlar­dan başka meleklerin, tabiatın yaratıcının koyduğu düzen (tabiat kanunları) çerçevesinde yönetilmesinde ve kıyametin kopmasıyla başlayacak olan âhiret hayatının tanziminde de görev aldıkları anlaşılmak­tadır.

Meleklerden bahseden âyetlerle çok sa­yıdaki hadisin içerikleri geniş ölçüde in­sanla ilgilidir. Meleklerin insanla ilişkisi Hz. Âdem’e ve dolayısıyla onun nesline saygı göstermekle başlamıştır.[120] Meleklere ana rahminde döllenmenin oluştuğu andan itibaren insana yönelik görevler verilmiştir.[121] “Kişinin önünde ve arkasında kendisini kötü olaylardan koruyan takip­çiler vardır [122] mealindeki âyette yer alan “takipçi I er” den maksat müfessirlerin çoğunluğuna göre koruyu­cu meleklerdir.[123] Meleklerin aynı zamanda kişinin iyi ve kötü davranışlarını kaydettiği bildiril­mektedir.[124] Dünya hayatına veda etme ölüm meleğinin ruhu kabzetmesiy-le gerçekleşir. İslâm’ın insana verdiği de­ğeri belirten çok sayıdaki âyet ve hadis­ten hareketle kelâmcılar melekle insan arasındaki üstünlük konusunu tartışmış­lardır. Sünnî kelâmcıların büyük çoğunlu­ğu insanların meleklerden üstün olduğu kanaatindedir.[125] İlgili âyetlerin genel muhte­vasından, peygamberlerle maiyetlerin-deki sınırlı bazı kişiler dışında hiç kimse­nin melekleri dünya hayatında göreme­yeceği anlaşılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm esas olarak insana hi­tap etmekte ve İslâm dini insan İçin gön­derilmiş bulunmaktadır. Bununla birlik­te Kur’an, insanlar tarafından algilana-mayan şuurlu canlılara da “cin” adı altın­da atıflar yapmaktadır. Cin kelimesinin sözlük anlamı “Örtmek, giz!emek”tir. Bu­na göre duyularla algılanamayan yaratıl­mış varlıkların hepsi cin diye anılır. Râgib el-İsfahânî’nin kaydettiği üzere “ruhanî­ler” diye de bilinen bu grup saf iyileri teş­kil eden melekler, bütünüyle kötü olan şeytanlar, iyi ve kötü zümreleri bulunan cinlerden oluşur.[126] Kur’ân-ı Kerim’inyetmiş ikinci sûresi “Cin” adını taşımakta, bundan başka yirmi üç âyette [127] ve çeşitli hadislerde [128] cinlerden söz edilmektedir. Konuyla ilgili âyet ve ha­dislerin muhtevası cinlerin insanlar gibi mükellef, fakat onlardan ayrı şuurlu bir canlı türü oluşturduğunu göstermekte­dir.[129] Kur’an’da ilke olarak algı­lanabilen, ancak fiilen idrak edilemeyen cinler gibi bazı varlık alanlarından bahsedilmesinin, ilâhî ilim ve kudretin enginliğini vurgulamak yanında tabiatın ve var­lık alanlarının keşfedilmesi uğrunda ça­ba sarfetmeye teşvik gibi bir faktörünün de olduğunu söylemek mümkündür.

Ruhanî varlıklardan biri de şeytandır. Şeytanın sözlük anlamlan arasında “ha­yırdan ve rahmetten uzak olan” mânası da bulunmaktadır. İlgili âyetlerin genel muhtevasından anlaşılacağı üzere şeytan (İblîs), ilâhî takdir ve iradenin kötülüğün temsilcisi ve tahrikçisi olarak planladığı gerçek(zihnin dışında mevcut) bir varlık­tır. Şeytan, imtihan dünyasında yaşayan insanın kendi tercihine bağlı olarak kö­tülük işlemesine yardımcı olur. Ancak Al­lah şeytanın apaçık bir düşman olduğu­nu bildirmiş ve ona kapılmamaları konu­sunda insanları uyarmıştır.[130] Kur’ân-ı Kerîm’de şeytanın oynadığı rolü bazı insanların da üstlenebileceği ifa­de edilir.[131] Şeytanın hile ve aldatma yöntemleri ve bunlardan kurtulmanın ça­releri hakkında Hz. Peygamber’den nak­ledilen birçok hadis mevcuttur.[132]

Âhiret

Temel iman esaslarının üçün­cüsünü oluşturan âhiret kıyametin kopmasıyla başlar. Kur’ân-ı Kerîm’in yaklaşık kırk âyetinde dünyanın son anından bah­sedilirken onun ansızın vuku bulacağı, za­manının yakın olduğu, fakat kimse tara­fından bilinemeyeceği vurgulanır.[133] Kı­yametin kopmasının yakın olduğu husu­su Hz. Peygamber’den sahih olarak nak­ledilen şu hadisle de desteklenmektedir: “Benim nübüvvetle görevlendirilişimle kı­yametin kopması şu iki parmağım gibi yakındır.[134] Bu tür naslarda sözü edilen yakınlık kavramı jeolojik zaman öl­çüsünde düşünüldüğünde aradan geçen on dört asırlık sürenin bu kozmik olay için önemsenecek bir zaman dilimi oluştur­madığı anlaşılır.

Kıyametin yaklaştığını haber veren alâ­metlerin neler olabileceği merak edilen konulardan birini teşkil eder. Bir âyette kıyamet alâmetlerinin belirdiği ifade edi­lir.[135] Cibrîl hadisinden başka kıyamet alâmetlerinin neler olabileceğine dair ipuçları veren birçok rivayet Hz. Peygamber’e nisbet edilmiştir.[136] Âyette sözü edilen alâmetler, müfessir-lerce âhir zaman peygamberinin zuhuru ve mucize göstermesi şeklinde yorumlanmıştır.[137] Kıyamet alâmetleriyle ilgili olarak hadis ve kelâm alanında kaleme alınan eserler zengin bir literatür oluşturmuştur. An­cak konu gaybî olma özelliğini korumuş ve bu alanda kesinlik ifade eden sonuç­lara ulaşılamamıştır.

Kabir hayatı âhiretin ilk merhalesi ola­rak kabul edilir. Kur’ân-ı Kerîm, ölümle kı­yamet hayatının başlangıcı sayılan sûra üfleniş arasında “berzah” adını verdiği bir âlemin bulunduğunu bildirmiştir.[138] Kur’an’da, son anlarını yaşamakta olan iyi kullara meleklerin müstakbel hayatın müjdesini verdikleri ifade edilir.[139] Ayrıca kötülerin kabirde azaba uğrayacaklarına işaret eden âyetler vardır.[140] Kabir hayatıyla ilgili ola­rak Kütüb-i Sitte’üe muhtelif hadisler mevcuttur.[141] Sünnî kelâm âlimleri bu tür naslara dayanarak kabir hayatının ger­çekliğini benimserken bazı Mu’tezile ve Şiîkelâmcıları, bu konuda delil olarak zik­redilen âyetlerin muhtevasında kabir hayatına açık bir atfın bulunmayışını, hadis­lerin de tevatür derecesine ulaşmaması­nı ileri sürerek böyle bir hayatın mevcu­diyetini kabul etmemişlerdir. Ölüm son­rası hayat gözlem ve deneylerin dışında kalan bir alana ait bulunduğundan duyu­lur âlemdeki bügi ve istidlallerle bu alan hakkında kesin hüküm vermek mümkün değildir. Mü’min sûresinde (40/11) işaret edilen, ölüm sonrası hayatın mevcudiye­ti ve devamının şartlarının insan tarafından bilinememesi hususu onun yokluğu­nu göstermez. Hadis olarak da nakledi­len, “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur” sözü [142] Müslümanlar ara­sında genel kabul görmüş bir inancı yan­sıtmaktadır. Kur’an’da ayrıca kâfir ve mü­nafıkların ölüm anında büyük bir pişman­lık duyup sıkıntıya mâruz kalacakları ifa­de edilmektedir [143] Nas-iarın bütünü göz önünde bulunduruldu­ğu takdirde kabir hayatının mevcut olma­dığını veya nimetle azaptan soyutlanmış olarak devam edeceğini söylemek müm­kün görünmemektedir.

Kur’ân-i Kerîm’de “her şeyi altüst eden sarsıcı olay, kulakları sağır eden ses [144] diye tasvir edi­len ve özellikle Amme, Tekvîr, İnfitâr, İn-şikâk, Kâria sûrelerinde meydana getire­ceği kozmik değişikliklere temas edilen kıyametin kopması, yine bir kozmik olay olduğu anlaşılan sûra üflenişle gerçekle­şecek, sûra ikinci üflenişle de bütün in­sanlar yeniden hayata kavuşturulacaktır.[145] Âhiretle ilgili birçok âyet ve bunları açıklayan çok sayıdaki ha­disin [146] genel muhtevasın­dan hareketle kıyamet hallerini üç nok­tada özetlemek mümkündür: Haşir, he­sap, cennet ve cehennem. “Toplamak” anlamındaki haşr hem yeniden hayata kavuşturmayı (ba’s), hem de sorguya tâbi tutulmaları için bütün insanları bir mey­dana toplamayı ifade eder. Birçok âyette kıyamet için tekrar edilen “hesap” kav­ramından başka “doğru ile yanlışın ayırt edileceği gün” mânasında yevmü’l-fasl, “ceza ve mükâfat günü” anlamında yevmü’ddîn terkipleri de yer almaktadır.[147] Âhiretteki hesap çerçe­vesine mîzan ve amel defteri de girmek­tedir. Kur’an’da “tartmak” mânasındaki vezn ile “teraziler” anlamındaki mevâzîn kelimeleri kıyamet için kullanılmıştır.[148] Türkçe’de “amel defteri” diye bilinen ve “kişinin dünyada­ki davranışlarının kaydedildiği sicil” ola­rak tanımlanan belge Kur’an’da “kitap” yazılmış, kayıt düşürülmüş kavramıyla anılır.[149] Bazı Mu’tezile kelâmcıları hesap, mîzan ve amel defteriyle ilgili nasları mecazi mânaya almış ve kastedilen şeyin adale­tin gerçekleştirilmesinden ibaret oldu­ğunu söylemişlerdir.[150] Kur’an’da kıyamet gününde kişilerin elleri, ayaklan, gözleri, kulakları ve tenlerinin, sahiplerinin gerçekleştir­diği davranışları haber vereceği ve onay­layacağı kaydedilmektedir [151] Bu tür beyanları, insa­nın kendi genleri veya bedenin bir parça­sı üzerinde oluşmuş kayıtlar şeklinde yo­rumlamak mümkündür.

Birçok âyette hesabın görülmesinden sonra nihaî varış yeri olarak cennet ve cehennem zikredilir. Cennetin ebedîliği hususunda kayda değer farklı bir görüş bulunmamakla birlikte cehennemin ebe­dîliği tartışma konusu olmuştur. “İşken­ce” mânasındaki azabın ilâhî adalet ge­reği sona ereceğini, ancak cehennem eh­linin ölümsüz olduğuna ve oradan hiçbir zaman çıkamayacağına dair nasların be­yanı çerçevesinde cehennemde bulunan­ların cennet ehlinin kavuştuğu nimetler­den yoksun kalma anlamındaki azaptan kurtulamayacaklarını söylemek isabetli görünmektedir.[152] Bekir Topaloğlu (Diyanet İslam Ansiklopedisi, İslam maddesi)

This entry was posted on Pazartesi, Ekim 6th, 2008 at 08:28 and is filed under ISLAM. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz