-
8th Ekim 2008

Hangi İslam, Müslüman ve İnançla İlgili Kavramlar

posted in ISLAM |

 

Buna karşılık sizden bir ücret de istemiyorum.

Benim ücretim, ancak alemlerin Rabbine aittir.” ( Şuara 109 )

İÇİNDEKİLER

1- Hangi İslam?

2- Nasıl Müslüman Olunur?

3- Kavramların Önemi

a- Sabır kavramı

b- Zikir kavramı

c- İbadet kavramı

d- Veli kavramı

4- Sünnet ve Hadis Anlayışı

5- Sünnet Nedir?

6- Hadis Nedir?

7- Peygamber ve Peygamberliği Yanlış Anlamak

8- Şefaat Etme Hakkı Var mıdır?

9- Alimlerin Görüş ve D üşüncelerini Ölçü Almak

10- Allah ile Kul Arasındaki Aracılar

11- Geleneksel Kültürün Etkisi

12- Tevhidi Düşünceyi Gereğince Anlayamamış Olmak

13- Hidayet ve Sapmayı İnsan Seçer

14- Müslüman Olmayanlarla İlişkilerimiz Nasıl Olmalı?

 

 

1-Hangi İslam?

İyiligi sonsuz, ikramı bol olan Allahın adıyla..

Hamd ancak Allah içindir. Ona Hamd eder, Ondan yardım diler. Ona sığınır ve yalnız ona tevekkül eder ve onun afvını isteriz… Nefislerimizin şerrinden, amellerimizin kötülüğünden ona sığınırız. Hakikat şu ki: Allah kimi hidayete erdirirse onu saptıracak, kimi de saptırırsa onu hidayete erdirecek kimse yoktur.

Allahtan başka ibadete layık ilah olmadığına şahadet ederim. O tektir ve şeriki yoktur. Mülk onun, her türlü medh-u sena onundur ki O her şeye kadirdir. Ve yine şahadet ederim ki, Hz.Muhammed(s.a.v) onun kulu ve rasulüdür.

Değerli Kardeşlerim; Buradaki konular asla Müslümanların kafasını karıştırmak veya alimlere dil uzatmak veya alimleri devre dışı bırakmak gibi asla alğılanmamalıdır.! Gayemiz araştırarak, okuyarak, anlayarak, manalarını iyi etüd ederek saglam bir İslam Akidesine sahip olabilmektir.

Hangi İslam ?

Oldukça garip bir soru. Ne demek hangi İslam? Kaç tane İslam var ki? Elbetteki îslam bir tanedir. O da Kur’an’daki İslam’dır. Ancak böyle bir ayırım yapmadan gerçeği anlatabilmek oldukça zordur.

Çünkü, îslam oldukları iddiasında olan ve temel referansları itibariyle birbirinden büyük farklılıklar gösteren anlayışlar hakkında bir yargıda bulunmak için bu ayırımı yapmak zorunluluk arz etmektedir.

Diğer bir anlatımla, gerçek olan Kur’an’daki İslam’la, uydurulmuş (kültürel/ilahî din) olan lslam’ı(!) birbirinden ayırabilmek için bu soruyu sorduk– Bu iki anlayışı (dini) dayandıkları değerlere göre tanımlayabilir veya kavrayabilirsek o oranda doğruyu seçmemiz mümkün olacaktır.

Yoksa; yarısı hak, yarısı batıl olan bir anlayışı din edinmiş oluruz ki; bu bizi ‘şirk‘e düşürür. Evet, gerçek din ile gerçek din adına uydurulmuş dinleri birbirinden ayırmak için bildiğimiz doğruları ortaya koymaya çalışırken, ‘ne diyorsak tamamen ve tek doğru bizim dediklerimizdir’ iddiasında değiliz; isabet ettiğimiz gibi yanıldığımız da olacaktır.

Yine de doğru olduğuna inandığımız şeyleri başkalarına ulaştırmak ve özellikle “Tevhid‘i” bozan, hakka batılı karıştıran, geleneksel kültürlerini din haline dönüştüren ve üstelik bunu îslam adına yapan Müslümanların(!) durumlarım yeniden değerlendirmelerine katkıda bulunabilirsek amacımıza ulaşmış olacağız.

Müslümanların parçalanıp bölündükleri; her bir grubun kendisini ‘hak’, diğerini ‘batıl saydığı bilinen bir gerçektir. Temel kaynağı Kur’an olan ve kendisini peygaınber (sav)le pratize eden îslam, ne yazık ki, Peygamberimizin ölümünden hemen sonra ki yıllarda başka görüş ve düşüncelerin kaynaklan ile kirlenmeye başladı. Bu kirlilikle birlikte Müslümanlar da giderek ana kaynaklarından uzaklaşmaya başladılar.

Böylece farklı ‘din anlayışları ortaya çıktı, öyle ki, bizzatihi Allah’ın korumasında olan Kur’an’ın metni dışında, İslam’a ait bütün değerler az veya çok bu değişiklikten nasibim aldı. Bütün bu olumsuzluklara rağmen tarihi süreç içinde, her dönemde Allah’ın ipi Kur’an’a tutunabilen mü’minler, dini Allah’a has kılarak bu değişmenin/ sapmanın dışında kalmayı ve Tevhidi inançlarını korumayı başardılar.

Bunu başaramayanlar ise “Kur’an İslamı” yerine geleneksel/kültürel bir inanca sahip oldular. Ve böylece bu sürecin neticesinde Müslümanlar temelde iki ana gruba ayrılmış oldular: Kur’an İslam’ına bağlı olanlar ve Kur’an îslamı’ndan sapanlar.

Tevhidi İslami düşünceyi koruyan Kuran İslamı’nın bağlıları, dinin esası sayılmayan konularda zaman zaman farklı görüş geliştirmiş olmaları onların Kur’ani çizgiden uzaklaştıktan veya saptıkları anlamına gelmemelidir. Dinin teferruatına dair düşünce farklılığı tamamen Sünnetullah’ın gereğidir ve insan olmanın doğasından (fıtratından) kaynaklanmaktadır.

Tevhidi İslam’ın yolunu sürdüren, Kur’an ve Sahih sünneti ölçü alan bu kimselerin yoluna “Hak” yol diyoruz. Öte yandan, Kur’an İslam’ından uzaklaşanlar, inançlarında Kur’an a da yer vermekle birlikte, beşeri görüş, düşünce ve geleneksel kültürleriyle ve özellikle İslam öncesi sahip oldukları eski dinlerinin kutsallarıyla hak ve batılın birbirine karıştığı kültürel-ihali yeni bir din oluşturdular.

İsminden başka İslam’la ilgisi kalmayan bu dinin bağlıları, dinlerini oluşturdukları değerlere göre birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Örneğin daha çok kültürel değerlerden etkilenen kişinin din anlayışı ile eski dininin kutsallarına öncelik veren kişinin din anla* yışı arasında bu önceliklerine göre farklılıklar oluşmaktadır.

Birisinde, inancın merkezinde geleneksel kültür varken, bir diğerinde merkezi atalar dini işgal etmektedir. Bu grupta yer alanları Tevhidi İslam’dan sapanlar olarak nitelemekteyiz. Bu yol ise “batıl” yoldur. Anlaşılması ve içinden çıkılması en zor olan konu ise, “hatırda olanların kendilerini gerçek îslam olarak görmeleri ve “hak yolda olanları dinden sapma ve sapıklıkla suçlamalarıdır. Oysa herkesin kabul ettiği gibi gerçek birdir.

Burda temel sorun, gerçeğin neye göre tesbit edileceğidir. Yani doğru ve yanlışı belirlemede neyin ölçü alınacağıdır. Bu sorunun cevabı kuşkusuz ölçü Kur andır* şeklinde olacaktır, o halde şimdi Kur’an’ı ölçü alarak “hak” ve “batılın ne olduğunu ortaya koymaya çalışalımalıyız.

 

 

2-Müslüman Olmak (Nasıl Müslüman Olunur)

Bir kimse öğrenci olmadığı halde, kendisine öğrenciyim demekle, memur olmadığı halde memurum demekle, mühendis olmadığı halde mühendisim demekle iyi insanım demekle, dürüstüm, erdemliyim demekle, filanca yaşam biçimini benimsiyorum demekle, yani sadece ‘ben buyum” demekle dediği şey olmuş olur mu?

Elbetteki olmaz. Zira her şeyin kendisine göre şartlan vardır. O şartlar oluşmadan, yerine getirilmeden, elde edilmeden hiçbir şey olunmaz. İslam’la ilgisi olmadığı, İslam’a ters düştüğü, İslam’ı gerçek anlamda benimsemediği veya gereklerini yerine getirmediği, şartlarına uymadığı halde kendisine “Elhamdülillah Müslümanım” dedigi için kimse Müslüman sayılmaz.

Her şeyin olduğu gibi Müslüman olmanın da kendine özgü şartları vardır. Bu şartlara uymayan, bu şartları bulundurmayan veya bu şartlan taşımayan kişinin kendisini Müslüman olarak görmesi, gerçekten birşey ifade etmez.

O Müslüman olmanın başta gelen şartı, Allah’a ve Kitab’ına inanmaktır, ikinci şartı da, bu inanış biçiminin Allah’ın istediği şekilde olmasıdır. Yani, hiç kimsenin, ben, istediğim gibi inanırım demeye hakkı yoktur.

Bir kimse, Allah’ın kitabında belirlendiği şekilkide inanmadıkça, inancının bir değeri yoktur. İman üç bölümden oluşur. Birinci şartı, inanmaktır.

İkinci şart ise, inanmanın geçerli olabilmesi için, doğru biçimde olmasıdır. Yani Kur’an’ın belirlediği biçimde olmasıdır. Üçüncüsü de, inandığını yaşamaktır. Yaşama dönüşmeyen inancın, doğru olmayan inanç gibi bir değeri yoktur. Örneğin okula kayıt yaptırmak tek başına yeterli değildir.

Öğrenci olmak için okula/öğrenime devam etmek şarttır. Tıpkı bunun gibi yalnızca inanmak tek başına yeterli değildir, İnanıyorum demekle inanç gerçekleşmez. İnancın gerçekleşmesi için, inanılan şeye nasıl inanılması gerekiyorsa öyle inanmak gerekir. Bu da Müslümanlığın öngördüğü şartları yerine getirmekle olur. Bu değerlendirmemizin ışığı altında kendilerine Müslümanız demelerine rağmen İslam’la ilgisi olmayanları dört gruba ayırabiliriz.

Bunlar:

a -İslamı bilmeyenler
b -Yanlış bilenler, hak ile batılı birbirine karıştıranlar
c -Münafıklar
d -İnancını hayata geçiremeyenler.

 

Yaşadığı hayatı İslam’a göre düzenlemeyi amaç edinmeyen ve bu amacı gerçekleştirmek için gayret göstermeyen bir kişinin inancının gereği yaptığı bütün işler geçersizdir. Ne var ki her Müslümanın inancında ihlaslı olmada ve inancını yaşama geçirmede farklılıklar olabilir.

Hatta Mü’min bîr kimse, zaman zaman günah olan bir fiili isleyebilirken, diğer bir mü’minde takvada yarışanlardan olabilir. Bu bakımdan, Müslümanın zaman zaman hata yapması, günah işlemesi onun Müslüman olma özelliğini iptal etmez. Ancak bir Müslümanın günahında ısrarcı olması ve günah işlemeyi alışkanlık haline getirmesi onu “mücrim” yapar.

Günümüzde öylesine garip bir durumla karşı karşıyayız ki İslam’ın koyduğu kuralları geçersiz ve gereksiz saydığı halde, İslam’ın bir kısmını çağdışı gördüğü halde, İslam’ı yeterli ve akılcı bulmadığı halde yine de Müslüman olduğunu söyleyenler var.

Bu durumun nasıl bir çelişki olduğunu sorgulamak ve ortaya gerçeği çıkarmak için Müslümanlığın ve Müslüman olmanın ne demek olduğunun tanımını yapmak bir zorunluluk olmuştur. Evet, nedir Müslüman olmak? Müslüman olabilmek veya Müslüman sayılabilmek herkese göre değişen bir şey midir?

Bunun Kur’ an’a dâyâlı, kendine özgü bir tanımı yokmu? Kendine göre şartları yok mu Müslüman olmanın? Bu şartları kim belirlemelidir?
Bu konuda Allah’tan başka belirleyici var mı? Bu soruların cevabını ararken önümüze iki ayrı yol çıkmaktadır:

1-Müslüman olmanın şartlarını Allah’ın kitabı belirler. Allahin koyduğu ölçülerin esas alınması zorunludur.

2-Herkes bu şartları istediği şekilde belirleme hakkına sahiptir.

İkinci yolun kabul edilmesinin mümkün olmadığına iman etmek zorunda olduğumuza göre, Müslüman olmanın şartlarını Allah’ın kitabı belirler. Herkes Allah’ın yaptığı tanıma (Kitabına) bakmak ve Müslüman olup olmadığına Ona göre karar vermek zorundadır.

Şimdiye değin yapılan Müslümanlık tanımlarının yetersiz veya yanlış oluşu ve dileyenin dilediği gibi (işine geldiği gibi) anlamasına uygun oluşu veya yeterince açık ve net olmayışından olsa gerek, kendilerini Müslüman olarak tanımlayıp öyle gördükleri halde Kur’an’daki İslam’ı bilinçsizce reddedenler ortaya çıkmıştır,

Bir karşılaştırma yapacak olursak;

 

Dinini Allah’a has kılarak O’na kulluk yapmayı, yaşamının ana gayesi sayan da Müslümanım diyor; Allah’la birlikte birçok ilah edinmiş, yaşamını, insanlarca belirlenen esaslara göre düzenleyen, heva ve hevesine göre yaşayan da.

Allah’ın Kitabına uymayı, Müslümanlığının esası sayan da; Kitab’a yalın bir saygı duymanın ötesinde O’nunla ilişkisini tamamen kesmiş olanlar da.

İslam en üstün hayat nizamıdır diyen de; … Yalnız mü’minleri dost edinenler de; mü’minleri bırakıp, kafirleri dost edinenler de. İçinde bulunduğu İslam dışı hayatı İslam’la değiştirmenin mücadelesini veren de; o hayatı benimseyen, hatta onu İslam’a karşı korumaya çalışan da.

Küfrü reddeden de; ona rıza gösteren de. Doğru ve yanlışı Allah’ın kitabı ve sahih sünnet belirlemelidir diyen de; heva ve hevesini, bidat ve hurafeleri din edinen de. Kur`anın öngördüğü şekilde inanan ve yaşayan da; mürşidinin, şeyhinin veya cemaatinin öngördüğü şekilde inanan, ve yaşayan da.

Velî olarak Allah yeter diyen de; Allah ‘la kendi arasında tayin ettiği aracıları veli edinen de.

Mürşit Kur`andır diyen de; insanları mürşid edinen de. Rehber Kur`andır diyen de; biz Kur’an’ı anlamayız, bize üstadlarımızın dedikleri yeter diyenler de.

Allah’tan başka şefaat edici olan yoktur diyen de; Allah’tan başkalarını şefaatçi seçen/tayin eden de.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Peki bu kadar zıt kutupların hepsinin Müslümanlık olması mümkün olmadığına göre, Müslümanlık hangisi? Acaba yanlışlık nerede? Yanlışlık kuşkusuz ki İslam’da ve Müslümanlık’ta olamaz. Yanlışlık İslam’ı ve Müslümanlığı gereğince bilmemektedir. Maalesef kendilerine Müslümanım diyen birçok kimse, İslam’ı da Müslümanlığı da gerçek anlamı ile bilmiyor, îşte bundan dolayı kime Müslüman deneceğini açıklamaya, kim Müslüman, kim değil; kim inanan, kim inanmayan; kim mü’min, kim kafir sorularına cevap aramaya çalışacağız.

Geleneksel kültürümüzde yeretmiş, bütün yanlışların başı veya başlangıç noktası olarak gördüğümüz bir batıl inançtan başlayarak bu konu yu açıklamaya çalışalım.

Şimdiye değin yığınla insanımız „la ilahe illallah“ sözünü söyleyen ve kabul eden Müslümandır, yalanı ile aldatıldı. İyi niyetle ortaya konmuş olduğuna inandığımız bu ilke, başlangıçta doğru gibi algılansa da sonuçta nasıl bir yanlışın ve sapmanın alt yapısını oluşturduğu, Müslüman’ın tanımını yaptığımızda ortaya çıkacaktır.

Müslüman, Allah’a eş koşmadan inanan, Kur’anı inancının ve hayatının ana kaynağı olarak gören, İslam’ı sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi alarak benimseyen, İslam’ı hayata hakim kılmanın mücadelesini veren ismi ne olursa olsun, …. onları İslam’la değiştirmeyi Allah’a kulluğunun şartı sayan, Dini yalnızca Allah’a halis kılan, din adına ortaya çıkan bid’at ve hurafeye dayalı aracıları (veli, şeyh, mûrşid v.s) ilahlaştırmayı şirk sayan, Peygamber’in nasıl yediğini, içtiğini, nelerden hoşlandığını değil, O’nun İslam’ı nasıl yaşadığını, küfre, zulme ve haksızlıklara karşı nasıl mücadele verdiğini sünnet olarak görendir. Kur’an’a göre Müslüman olmanın iki boyutu vardır; biri itikadı (teorik) boyut, diğeri amelî (pratik) boyut. Müslümanlık yalnız inanmaktan ibaret olmadığı gibi amelden de ibaret değildir.

Teori ve pratik birbirini tamamlar; biri olmadığı zaman, diğeri de bir değer ifade etmez. Müslüman sayılmada sözde inanmanın bir önemi yoktur. Hayatı Kur’an’ın ilkelerine göre düzenlemeyi benimsemeden/istemeden, bütün özellikleri ile (hüküm koymada, helal ve haramı belirlemede, Rızık vermede, kullukta, otoritede…) Allah’ı birlemeden Müslüman olunmaz. Müslüman yalnız şehadet kelimesini söylemekten değil, Kur’an’ın tümünden sorumludur. Kur’an’ın tümüne muhataptır. İslam’ın şartı sadece beş değildir: Kur’an’ın iki kapağı hepsi İslam’ın şartıdır. Teoride Müslüman olmak yetmez.

Kur’an, yolunu sürdürenleri, peşinden gidenleri Cennete götüreceğine dair söz vermektedir. Kur’anın belirlemediği hiçbir yol sahibini Cennete götürmez. Cennet Kurana göre inanmanın ve yaşamanın karşılığıdır. Kim ki Cenneti istiyorsa Müslüman olmak; kim ki Müslüman olmak istiyorsa Allah’ın kitabında gösterdiği yoldan gitmek ve o yolun dışındaki bütün yolları reddetmek zorundadır.

Yani, bir kimse hem Müslüman, hem de başka bir görüşün benimseyeni olamaz hem Allah’ın yolunu, hem de başka yolları gidilecek yol olarak göremez. Böyle yapan ya cahil ya yanılmakta, ya da münafıktır.

Kısaca Müslümanlık, herkesin işine geldiği gibi anladığı, tanımladığı ve uyguladığı bir din değil. hal bole olunca ister istemez şu söz gerçekleşiyor ben inandım Müslüman oldum ama ben Kurana değil Kuran bana uyacak mantığı ortaya çıkıyor…iyi düşünmek lazım…..Kur’an bizden nasıl inanmamızı ve yaşamamızı istiyorsa öyle inanmak ve yaşamak zorundayız. Şehadet kelimesi ise bu kabulün sadece bir parçasıdır.

İslam’ı bir bütün olarak benimseyen ve ona göre yaşamak isteyen kimse Müslümandır. O bütünü parçalara ayırmak, ayıranı dinden çıkarır. Ve o kimse günde binlerce kez la ilahe illallah da dese, gerçekten hiçbir şey ifade etmemiş olur.

Yani, sadece la ilahe illallah demekle Müslüman olunmaz.

 

 

3-Kavramların Önemi

Kavramlar tıpkı yazı yazmada ve okumada kullanılan harfler (alfabe) gibidir. Nasıl ki okuyup yazmak bu harfleri bilmeye bağlıysa, harfler bilinmeden okuyup yazmak mümkün değilse; tıpkı bunun gibi Kur’anî kavramları bilmeden de Onu gereğince anlamak mümkün değildir.

Her düşünce ve inancın kendisini en doğru ve anlaşılır olarak, ancak kendi kavramları ile ifade edebileceği bir gerçektir. Bu bakımdan, bir düşünceyi, görüşü anlamak veya tanımlamak için en uygun yöntem o düşüncenin kavramlarını kullanmaktır. kur’an’in kavramları da Kur’an’ın alfabesi gibidir.

Kim ki Kur` an’ı gereğince anlamak istiyorsa Kur’an’ı kavramları bilmek zorundadır.

Örneğin, ilahın, ibadetin, dinin, Rabbin, sabrın, tagutun, şirkin, velinin, zulmün, şükrün… kavram olarak anlamlan bilinmeden, Kur’an’m mesajım anlamak, Kur’an ı Kur’an’ca kavramak ve ölçü edinmek mümkün olamaz. Kavramları bilmek öylesine önemlidir ki, bir tek Tevhid kavramının bile ne anlama geldiğini bilmediğimiz zaman, Kur’anın bizim için hiçbir anlamı olmayan, bomboş bir kitap halice dönüşeceğini görürüz.

Kur’an’la ilk muhatap olan toplumun, kavramları bilmeme gibi bir sorunları yoktu. Zira Kur an, onların anlamlarını bildiği kavramları kullanmış ve onların dili ile vahy edilmişti. Onlar kendilerine söylenen her sözün doğru anlamını biliyor ve Kur’ an’ın kendilerinden ne istediğini anlıyorlardı.

Ne var ki Kur’ani kavramlar, tarihi süreç içinde harici etkilerle ya anlamlarını yitirdi ya da anlam değisikliğine uğradı. Böylece, Kur’an’ın onlara yüklediği anlam, yerini değişik ve tamamen karşı anlamlara bıraktı. Bunun neticesinde de bugün Kur’an’ın orjinal mesajı, muhatabında istenilen inanç ve anlayışı gerçekleştirememektedir.

Deyim yerinde ise, Kur’an, bu şekilde susturulup söz hakkı elinden alınmıştır.

Kavramlardaki bu değişiklik Kur’an’ın anlaşılmasına yansıdığı için, Kur’an sözcük olarak, metin olarak hiçbir değişikliğe uğramadığı halde, anlamda değişikliklere uğrayarak etkisiz hale dönüştü. Hatta yer yer olumsuz etkiler yapan(yaptırılan) bir kitap oldu. Konunun daha iyi anlaşılmasına ve öneminin kavranmasına katkıda bulunmak için örnek bazı kavramların gerçek tanımlarını yapmaya çalışalımcagiz:

a-Sabır

b-Zikir

c-İbadet

d-Veli

 

a-Sabır Kavramı

Kur’an’da, direnme, karşı koyma, yılmama, dayanma, inancının mücadelesini vermede her türlü zorluğa ve zulme direnme, başa gelen acı ve kötü olaylara karşı dayanmanın ve umutsuzluğa (ye’se) düşmemenin karşılığında kullanılan sabır; aynı zamanda harama ve günaha sürükleyecek nitelikteki nefsin arzu ve isteklerine karşı koymak anlamına da gelmektedir.

Ne var ki zamanla gerçek anlamını yitiren ve anlam değişikliğine uğrayan sabır kavramı, Müslümanın anlayışında da değişiklik yaparak onu zulme seyirci yapmış, haksızlıklara karşı rıza göstererek boyun eğdirmiş, her türlü kötülüğe ve fitneye karşı sessiz hale getirmiş, izzet ve şerefinin ayaklar altında çiğnenmesine tepki gösteremez hale düşürmüştür.

Oysa ki, Müslüman’dan istenen sabır, küfre, zulme ve haksızlığa karşı verdiği mücadelede, Allah’ın dinini yeryüzüne hakim kılmak için yaptığı cihad’da karşılaşacağı her türlü zorluğa karşı direnmek, başına gelecek her türlü belaya karşı yılmadan, usanmadan yoluna devam etmede kararlı olmak ve her türlü çileye karşı dayanmaktır:

ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ (10)

” Rabb’in, türlü eziyete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra savaşan ve sabredenlerin yanındadır. Elbette bütün bunlardan sonra Rabb’in bağışlayan, esirgeyendir” (Nahl-110)

Sabır korkaklık ve ürkeklik değil, cesaret ve yiğitliktir. Sabır, yeis değil, umuttur. Kur’an’da sabır, genellikle

sabretmek ve salih amel işlemek“,

cihad edip sabretmek,”

‘sabredip takva sahibi olmak” kalıplan ile kullanılmaktadır,

Bu nitelemeler de bize, sabrın, salih amelle, cihad etmeyle, takva ile içice ve birlikte olduğunu göstermektedir.

Sabrın Kur’an’daki anlamı budur günümüzde anlam değişikliğine uğradığından veya kavram olarak gerçek anlamı her yönü ile bilinmediğinden, Müslümanlar sabır adına zulme rıza gösteren, kötülüğe seyirci kalan pısırık insanlar olmuşlardır. Acizlik ve uyuşukluk sabır sayılmıştır. Zillete rıza sabır olmuştur. Kur’an’a baktığımızda yüce Allah, kulunu sürekli sabırla imtihan etmektedir. Sabretmeyenler, imtihanı kaybedenler olarak nitelenmekte ve Cennetten yoksun bırakılacakları bildirilmektedir.

Kim ki direnir; cesaretle, umutla hakka sarılır, zulme baş kaldırışında uğradığı bütün belalara karşı koyar ve hak yolunda her türlü zorluğa katlanır ve sabırla Allah’a yönelirse imtihanı kazanacaktır,

إِلَّا الَّذِينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُوْلَئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ كَبِيرٌ (11)

“Ancak sabredip iyi işler yapanlar böyle değildir. İşte onlar için magrifet ve büyük mükafat vardır.” (Hud -11)


أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمْ اللَّهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ (12)

“Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri (sınayıp) bilimden, sabredenleri(sınayıp) bilmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Al-i imran 142)

Her konuda olduğu gibi, sabır konusunda da Resuller bizim için en iyi örneklerdir. Onlar Kur’an’ın rehberliğinde Allah’ın yolunda yürürlerken karşılaştıkları her türlü engeli (zulmü, işkenceyi,) sabırla, sabırdan aldıkları güçle nasıl ki aşmışlarsa, onların yolunu sürdürme iddiasında olan Müslümanlar da kötü olana, harama, günaha, zorluğa, zulme karşı direnmede sabra sığınmalıdırlar….

 

 

b- Zikir Kavramı

Sözcük olarak, anma, anımsama anlamlarına gelmektedir. Kur’an’da, evreni kavrama, Kuranı anlama, Allah’a yönelme, Kur’an’ın ve vahyin diğer bir ismi, Allah’ı anma, hatırda tutma gibi anlamlarda kullanılmıştır. Zikir kelimesi türevleri ile birlikte Kur’an’da 300 den fazla yerde geçmektedir, Kur’an’ın kendisi de bir zikirdir. Çünkü O, bize Allah’a yönelmenin yolunu göstermekte, Onu tanımamız ve bilmemiz konusunda yardımcı olmak amacıyla evrende olan canlı ve cansız birçok şeyi dikkatimize sunmakta ve onlarla bize hatırlatmada bulunmaktadır. Allah’ı zikretmek, kulluğumuzun en büyük özelliği olmalıdır. Zikir, sanıldığı gibi sadece belli sözlerin tekrarı ile gerçekleşmez.

Zikir, Allah’ı düşüncemizde ve yaşantımızda söz sahibi yaparak, Onun yasalarına göre hareket etmek ve O’nun koyduğu ölçülere göre yaşamakla gerçekleşir. Zikir, insanın Allah’ı yüceltmesidir ki o yüceltme, yaşantımızı düzenlemede tercihlerimizle ortaya çıkar. O’nun verdiklerine karşı nankörlük etmemek ve verdiklerini rızasına en uygun şekilde kullanmaktır. Kısacası zikir Allah’ın Kur’anını yaşamaktır, belli, sözlerin tekrarı değildir.

Zikir, “Ey Allah’ım, senin olmadığın hiç bir yer senin görmediğin hiçbir şey senin duymadığın hiçbir söz olamaz. O halde ben bu bilinçle, yani seni bu şekilde, sürekli aklımda tutarak, sanki devamlı benimle birlikteymişsin gibi düşünerek, bütün davranışlarımda senin koyduğun kurallara göre hareket etmeliyim“ ifadesiyle somut anlamını bulur. Öyle ya, Allah’ı bu şekilde anan (zikreden) bir kimsenin, bu anışı(zikri) gönlünde ve aklında yaşattığı sürece, Allah’ın gösterdiği yoldan sapması mümkün olabilir mi? Yukanda da değindiğimiz gibi, zikir, sanıldığı gibi bir takım sözlerin veya kelimelerin belirli sayılarda tekrar edilmesi demek değildir.

Zikir, Allah’ı sürekli akılda tutarak, onun gösterdiği yoldan gitmektir. Zikir. Allah’ı sözle anmak değil, gönülden onaylayarak bilinçli bir şekilde O’nun hükümlerine teslim olmaktır. Teslim olmak ise, istenilen şeyi yapmakla gerçekleşir. Yoksa yüzlerce kez ‘La ilahe illallah’ sözünü tekrar etmekle Allah zikretmiş sayılmayız.

Allah’tan başka ilah yoktur (la ilahe illallah) deyiminin yüzlerce, binlerce kez tekrar etmeyi zikir sayanlar, sözde bir saygınlıkla Ona saygıda bulunanlar, bütün hayatı kapsaması gereken bir gerçeği, bazı sözlerin tekrar edilmesi işine hapsederek, amacından uzaklaştmmş bulunuyorlar. Kaldı ki bu çevreler ‘zikrin’ kelime olarak geçtiği 300’ün üzerindeki ayeti dikkate almamakta, bu konuda kullandıkları kimi ayetleri de yanlış algılamakta ve anlatıldığı gibi değil, anlamak istedikleri şekilde anlamlandırarak kendi hakim kültürlerine uydurmaktadırlar. Zikrin söz konusu edildiği bazı ayetlere bakmakta yarar var, Kuran, kendisinin bir zikir olduğunu belirtmektedir.

“O zikri (Kitab’ı) Biz indirdik Biz; ve Onun koruyucu da elbette biziz“ (hicr 9 )

Evet görüldüğü gibi Allah Kur’an’ında zikirin Kur’an olduğunu ve Kur’anı yaşamanın zikir olduğunu söylemektedir.Ne varki günümüzde zikir anlam değişikliğine ugrayıp Kur’anı bir yaşayışdan sadece birkaç kelimeleri tekrar etmekle yetinme yerini almıştır.

Ya da şöyle diyebiliriz bu gibi kavramların tahrifi ile Kur’an’ın değişmeyeceğini, koruyucusu da Allah olduğuna göre, Kur’anın değişmeyeceğini bilen İslam düşmanları, bizleri kavram yanılgısına ugrattıgını düşünmek yerinde olacak sanırım.

Her şey açık ve nettir. Ayetle devam edelim:

“O zikri (Kitab’ı) Biz indirdik Biz; ve Onun koruyucu da elbette biziz” (Hicr9)

Vahyin karşılığında kullanılmıştır. Demek ki, zikir kelimesi günümüzde sanıldığı gibi sadece Allah’ı bazı söz ve hareketlerle anmak anlamına gelmemektedir, Kuşkusuz Kur’an’da zikir, Allah’ı anmak anlamında da kullanılmıştır.

Ve Allah, bizden kendisini anmamızı istemektedir. Bizim yanlıştır dediğimiz şey, bu anmanın yerine getiriliş biçimidir. Elbetteki Allah’ı anmak(zikretmek) şarttır. Ama bu anma nasıl olacaktır? Allah’ı anmak, mutlaka tesbihle ve belli sözlerin tekrar edilmesi ile mi olmalıdır?

Yoksa, namazla, zekatla, haccla, cihadla, kısaca Allah’ın bütün hükümlerine karşı boyun eğerek, itaat ederek, helal ve haramlara dikkat ederek hayrı ve şerri gözeterek, yani ne yaparsak yapalım Allah’ın bizimle beraber olduğu düşüncesini taşıyarak, Allah’ı aklımızdan hiç çıkarmayarak mı olmalıdır?

Bir takım sözleri tekrar ederek mi, yoksa O’nu razı etmeyi esas alarak, O’ndan korkarak, O’na gönülden yalvararak, O’na sığınarak, güç ve destek isteyerek mi? Zikretmeyi tesbih çekmek ve birtakım sözleri belirli sayılarla tekrar etmek olarak görenlerin

الَّذِينَ آمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللَّهِ أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ (28)

“Onlar inanan ve Allah’ı anmakla (zikretmekle) gönülleri huzur bulan kimselerdir. Bilin ki gönüller ancak Allah’ı anmakla huzur bulur (13 Rad -28)

ayetini delil göstererek kendilerini haklı saymaları, zikir kavramını gerçek anlamı ile yani, Kur’an’da ifade edilmek istenen anlamda değil, ona kendi anlayışlarına göre anlam vermelerinden kaynaklanmaktadır. Elbetteki, mü’minler ancak inanmakla ve gönüllerinin Allah’ı anmasıyla huzur bulurlar. Buna hiçbir müminin itirazı olamaz. Ancak, gönüllerin Allah’ı anması nasıl olacaktır? Önemli olan bu soruya doğru cevap vermektir. Herkes eline tesbihi alsın ve günde beşyüz veya bin kez la ilahe illallah desin ve bu şekilde gönlü Allah’ı anmış olsun diye bilir miyiz?

Böyle yapan gerçekten bu ayetin gereğine uymuş mu olur? Önce bu ayetin neyi ifade ettiğinej neyi anlatmak istediğine bakalım. Ayetin, gerçekten neyi anlatmak istediğini, daha iyi anlamamız için bir önceki ve sonraki ayetlerle birlikte ele almamızda yarar var:

“İnkar edenler: “Ona Rabb’inden bir ayet (belge l mucize) indirilmeli değil miydi? diyorlar. De ki: “Allah, dilediğini (bu tür sözlerle) saptırır. Yöneleni de kendisine iletir.(13 Rad 27)

“Onlar inanan ve Allah’ı anmakla gönülleri huzur bulan kimselerdir. iyi bilin ki gönüller ancak Allah’ıanmakla huzur bulur .(13 Rad 28)

“İşte mutluluk ve güzel gelecek o inanıp güzel işler yapanlarındır” (13 Rad-29).

Ayet, önceki ve sonraki ayetlerle birlikte değerlendirildiğinde ortaya şu gerçeği koymaktadır:

Müşrikler her fırsatta Peygamberimizi (Ra’d-27’de olduğu gibi), peygamberliğini kanıtlamaya davet ediyorlardı. Peygamberden, peygamber olduğuna dair mucizeler istiyorlardı. Eğer peygamberse diğer peygamberler gibi mucize göstermeliydi. “Ona gökten yardımcı melekler inmeli“, ”kendisine Rabb’inden hazineler verilmeli‘, “ölüleri diriltmeli“, ”altından ırmaklar akan bağları, bahçeleri olmalı değil mi?” diyorlardı.

Allah da inanmakta direnen ve bahane arayanlara cevaben: Bu bahanelerle doğru yoldan saptıklarını, bu tür bahanelere kanmayıp Kitab’a yönelenlerin de doğru yolu bulduğunu, ve onları, Allah’ın, kendisine ileteceğim söylemektedir. (Ra’d-27’nin devamı Ra’d-28’de) de yüce Allah şöyle demektedir: Allah’ın zikrine -ki burada zikir Kitap anlamında kullanılmıştırgönülden inananlar bu inançlarında kuşkusuz olduklarından, gönülden kabul ettiklerinden huzurludurlar. Çünkü kuşkusuzca inanmaları onlara huzur vermektedir, Allah’ın zikri, Allah’ın sözü demektir.

Kim ki bu zikre/söze gönülden inanırsa en güzel işi yapmış ve o, Allah’a yönelmiştir. Yani, Mümin Allah in zikrine inanmakla en güzel işi yapmış, mutluluk ve güzel geleceği haketmiştir. Görüldüğü gibi, zikir, Kur’an’ın diğer bir ismi anlamında kullanılmıştır.

“Allah’ı zikretmekle, yani Allah’ın, sözünü kuşku duymadan kabul etmekle gönüller huzur bulur” anlamına gelen ayeti, hergün belli bir sayıda bazı sözleri tekrar etmeye dayanak göstermek, ona yanlış anlam vermekten veya onu kendi doğrularına uydurmaktan başka birşey değildir Diğer bir ayette:

“Beni zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara – 152)

diyen Rabb’imizin bu ayetini tasavvuf anlayışı ile açıklarsak o zaman Allah; “Siz tesbih çekerek, beni zikrederseniz ben de size, tesbih çekerek karşılık veririm (zikrederim)” mi demek istiyor?

Yoksa: “Siz bana kulluk yaparsanız, ben de bunun karşılığında yaptığınızı unutmayarak size nimetler veririm’ mi demek istiyor? Elbetteki bizim Allahı zikretmemiz demek, kulluğumuzu ona has kılmaktır;

Rabb’imizin bizi zikretmesi de bize mükafat olarak Cennet de dahil vereceği nimetlerdir. Yoksa bu ayete ‘Allah’ın hergün ve belli sayılarda ‘ey kulum…, ey kulum/ diyerek kullarım anar şeklinde bir anlam vermek asla doğru olamaz.

 

 

c- İbadet Kavramı

İbadet, düşüncenin, inancın pratiğe dönüşmesinin adıdır denilebilir. Kişinin inancı adına, inandığı değerler adına yaptığı herşey ibadet kapsamına girer, ibadet kavramı bütün bir düşünceyi ve hayatı kuşatan, insanın yapmakta olduğu herşeyi kapsamına alan bir kavramdır.

Ne var ki günümüzde., bütün bir hayatı kuşatan bu kavram, alabildiğine dar bir alanla sınırlandırılarak, sadece bazı şeyler için kullanılan bir deyim, olmuştur. Bu kavram, İslamın bütün pratiğini kapsarken, bunun daraltılması ve sadece bazı hareketlere (namaz, oruç, hac,.,,) indirgenmesi ile İslam da hayatın bütününden koparılarak sadece bazı alanların dini haline dönüştürülmüştür.

Onun için Müslümanın inancında ibadet kavramı gerçek değerini/yerini almadıkça İslamın bir bütün olarak kavranması ve yaşanması mümkün değildir. Bu yüzden diyoruz ki ; ibadet kavramı doğru anlaşılmadıkça, İslam doğru anlamak mümkün değildir. İbadet, kulun her şeyini borçlu olduğu varlığın, kendisine çizdiği rotada yürümesidir. Bir yanda Mabud, diğer yanda abid. ibadet, kulun (abidin) yaratıcının (Mabud’un) ipine tutunmasıdır.

Ve bu tutunma sadece belli şeylerde değil, hayata dair ne varsa hepsinde olmalıdır. Yaşadığı hayatı Allah’ın koyduğu esaslara göre düzenlemeyi amaç edinen bir kulun yaptığı meşru her şey ibadettir.

Evet, o kulun çalışması, okuması, yemesi, içmesi, gezmesi… ibadettir.

İslamı bir yaşam biçimi olarak almayan ve İslamı hayata hakim kılmayı hayatının amacı saymayan bir kimsenin yaptığı hiçbir iş ibadet sayılmaz. İslam adına, din adına yaptığı her sey boşa gider. Ne namazı, ne orucu, ne haccı ona fayda sağlamaz; kısaca yaptığı her sey boştur. Onun yaptıkları, ibadet değil adettir.

Bir işin ibadet sayılması için, o işi yapanın yeryüzünden fitnenin kaldırılması ve dinin tamamen Allah’a ait olması amacını taşıması gerekir. Evet, bîr davranışın ibadet olabilmesinin ölçüsü budur. Ve sevap, bu ibadet ölçüsü içinde yapılan işe verilen karşılıktır. Ölçüsü bu olmayan işe karşılık verilecek sevap yoktur. o iş boşa gitmiştir. Yapana hesap gününde hiçbir yarar sağlamaz.

Yapılan işin iyi, güzel ve doğru bir iş olması bu gerçeği değiştirmez. Ayrıca davranışın ibadet sayılmasının önündeki en büyük engellerden biri de riya‘dır.

Riya ibadeti öldürür, hatta şirke kapı açar. Amaçsız, ruhsuz ve özsüz davranışlar/hareketler- şekil olarak ibadet görülse de- alışkanlıkların körü körüne sürdürülmesinden başka bir anlam içermez.

İşin dindarlık ve Allah adına yapılıyor oluşu bu gerçeği değiştirmez, Tanımından da anlaşıldığı gibi, ibadet, sadece bazı şeyleri yapmakla sınırlı bir şey olmayıp, kişinin bütün iş ve davranışlarını kapsar. Her alanda olduğu gibi, ibadette de Tevhidi korumak zorundayız. Yani ibadet yalnızca Allah’a ait olmalıdır. Allah’ın dışında hiçbir varlığa ibadet edilmez.

Kurallarını İslam’ın belirlediği, yüce Allah’ın Kitab’ında açıkladığı esaslara göre yapılmayan ibadet sahih değildir:

Allahu teaale şöyle buyurur:

“Ben cinleri ue insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Za-riyat-56).

İbadet kavramı sadece bazı davranışlarımıza karşılık kullanıldığı ve anlamı doğru bilinmediği için, kul da kapsamı daraltılmış anlam içinde ibadet olarak nitelenen işleri yapmakla kendisini yeterli görmüş ve böylece Allah’ın dinini heva ve hevesine dayalı bir inanca dönüştürmüştür.

Görünürde Allah’a, yönelmiş olsa da özde atalar dininin izleyicisi olmuştur. İbadet, İslam’a ait ne varsa, Allah’ın ne kadar hükmü varsa, bunların davranışa dönüşmesi demek iken onu sadece bazı davranışlardan ibaret (namaz oruç, zekat,,/) sayanlar bu anlayışın gereği olarak da dinin çok az bir bölümünü yerine getirdikleri halde, tümüne uyduklarını sanmaktadırlar.

Oysa ki ibadet, Allah’a bütün hükümlerinde… itaatin pratiğe dönülmesindeki içtenlik, uygunluk ve istekliliktir. İtaat etmenin biçimidir, emrin yerine getirilmesidir.

Diğer önemli bir husus ta, ibadetin kime yapılacağıdır. Bu soruyu her Müslüman tereddütsüz bir şekilde Allah’a diye yanıtlarken bu pratikte gerçekleşmemekte ve ibadetin, gerçek anlamını ve kapsamını bilmeyen kimi Müslümanlar(!) Allah’la birlikte bir çok varlığa ibadet etmektedirler. Zira, inanıyoruz ki hiçbir Müslüman, Allah’la birlikte veya Allah’a rağmen başka bir varlığa bilinçli bir şekilde ibadet etmeyi asla kabul etmez.

Ve yine inanıyoruz ki, kul kimin, koyduğu kuralları davranışa dönüştürüyorsa ona ibadet etmiş olacağını kavrarsa Allah’tan başka ibadet ettiği bütün varlıkları ve varlıkların kurallarını terk edecektir. Yani, birçok Müslüman ibadetin anlamını yanlış bildiği için, Allah’la birlikte başka varlıklara da ibadet etmek durumuyla karşı karşıya kalmaktadır. Şu gerçek çok iyi bilinmelidir ki, Allaha ibadet etmek demek Allah’a itaat etmek demektir.Tağuta itaat edende Taguta ibadet etmiş olmaktadır.

“Allah’ı herşeyden üstün görenler ve O’nu herşeyden üstün sayarak yüceltenler Onun koyduğu yasalara boyun eğerek ve o yasalarını içtenlikle uygulayarak, ibadetlerini Allah’a; bunun dışında kalanlar., yani kendi yanlarından uydukları kuralları benimseyip, onlan pratiğe geçirenler de kurallarına uydukları varlıklara ibadet etmiş sayılırlar. Bu da onların Allah için ve din adına yaptıkları herşeyin iptal olmasına geçersiz sayılmasına neden olmaktadır:

“Bu böyledir. Çünkü inkar edenler batıla uymuşlar; inananlar ise Rabb’lerinden gelen hakka uymuşlardır. (Allah da böylece herkesin hakettiğini vermiştir). İşte Allah, onların durumlarını, insanlara böyle anlatır” (Muhammed-3).

Kur’an’da ibadet kelimesi kulluk, itaat ve dolaylı olarak ilahlık iddiasında bulunma anlamında kullanılmıştır.

Her ne amaçla olursa olsun, insanın, başkasını ibadete değer görmesi veya Allah’a ibadette başka bir varlığı aracı yapması, yapacağı işin (ibadetin) şirke dönüşmesi ile karşı karşıya kalmasına neden olur. Zira, insanların, kimi kişilere, değerlere, güçlere bağlanması, onların koyduğu hükümlere itaat etmesi, onlara, ibadet etmesi anlamına gelmektedir.

Müslümanın inancında, hüküm Allah’ın’dır ve itaat de O’na olmalıdır. Allah’tan başka veya Allah’la birlikte bazı kişi, kurum ve kuruluşların koydukları hükümlere uymak onlara itaattir. Ve bu itatin gereği yapılan her türlü iş de ibadettir. Ve bu ibadet şekli, sahibini küfre düşüren bir ameldir.

Tağut’a kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a içten yönelenler ise; onlar için bir müjde vardır, öyleyse kullarıma müjde ver. “ (39 Zümer- 17).

İbadet kelimesini itaatten, ilahlık iddiasından soyutlayarak, dar bir alana sıkıştırmak Kur’an’ı anlamada ve yaşamada da aynı daralmaya neden olmaktadır. Ve bunun sonucunda İslam yanlış anlaşılmakta, insanlar delalete ve sapıklığa düşmektedirler.

İbadet Allah’a has kılınmalıdır, ibadeti Allah’a has kılmak ise yalnız ve yalnız Onun koyduğu kuralları geçerli sayarak pratiğe geçirmeyi gerektirir:

“De ki: Bana dinî yalnız Allah’a halis kılarak O’na kutluk etmem emredildi” (39 Zümer-11).

 

 

d) Veli Kavramı

Sözcük olarak, dost, arkadaş, yardımcı ve gözeten anlamlarına gelmektedir. Kur’an’da veli kelimesi Allah’a atfen kullanıldığı gibi, kul için de kullanılmıştır. Evliya kelimesi velinin çoğuludur. Veliyyullah, mümin için kullanılan bir terimdir; Allah’ın kendisine veli ve mevla olduğu kişi demektir. Mevla sadece Allah için kullanıllır. Allah, kulun mevlasıdır.

Fakat, kul Allah’ın mevlası olamaz. Veli, Allah’ın sıfatı olduğu gibi kulun da sıfatıdır. Yani, Allah kulun velisi olduğu gibi, kul da Allah’ın velisi olabilir. Günümüzde velilik kavramına gerçek anlamından başka anlamlar yüklenerek amacından saptırılmış ve onunla İslam inancına birçok bid’at ve hurafe sokulmuştur. Bu kavramın yanlış anlaşılmasından dolayı dine sokulan bidat ve hurafelerden kurtulmak için, bu kavramın doğru anlamını bilmek gerekir. Zira şu bir gerçektir ki, İslamın kavramları bozulmadan îslami anlayışın bozulması mümkün değildir, îslami kavramlar doğru anlaşılmadan da İslam doğru anlamak mümkün değildir.

Din ve dine ait bütün kavramlar kendi mensuplarınca tarihi süreç içinde başka faktörlerin de devreye girmesiyle öylesine tahrip edildi ki, dinin ortadan kaldırdığı ne kadar cahili adet, sapıklık, bid’at ve hurafe varsa yeniden Müslümanların hayatında yer etmeye başladı. Öyle ki dine ait ne varsa hepsi tersyüz edildi, îşte velilik kavramı da tersyüz edilen kavramlardan bir tanesidir. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi, Veli, dost, arkadaş, yardımcı demektir. Ve kim, kimin dostuysa onun velisîdir.

Keza isteyen istediğine veli (dost) olabilir- Ancak dini ifsad edenler (bozanlar) Veli’lik sıfatını, Allah’ın kendisine yakın gördüğü, diğer kullarından üstün değeri olan kimselere verdiği bir armağan (rütbe) olduğunu öne sürerek insanları aldatmaktadırlar.

İşin doğrusu şudur: Allah’ı seven ve onun emirlerine/hükümlerine gönülden/isteyerek boyun eğen bağlanan her kul Allah’ın velisidir. Velilik belirli kişilerin tekelinde olmayıp, her mü’mün’in sahip olabileceği bir özelliktir.

Veliliği bazı kişilere has bir özellik (sıfat) olarak algılamak ve bu sıfatı taşıyor olma özelliğinden dolayı onları olağanüstü konumda görmek, söz ve davranışlarda kutsamak şirktir. Allah’ın bazı kullarına olağanüstü özellikler verdiğini ve bu kulların da gelecekten haber verme, görülmeyeni görme , bilinmeyeni bilme, masum olma, şifa dağıtma, görüş ve düşüncelerinde yanılmaz olma gibi üstün özellikler taşıdıkları iddiası İslam dışıdır ve bir kuruntudan ibarettir.

Kuruntu ise dinde asla ölçü değildir. Bilakis bu tür iddialar Kur’an tarafından lanetlenerek reddedilmektedir. Allah, elçisi de dahil hiçbir kulunu gayb’ına ortak etmediğini Kitab’ında bildirmektedir. Bu gerçeğe rağmen veli olduğu söylenen / sanılan bazı kimselerin gelecegi bildiklerini iddia etmek, kavramın ne kadar yanlış değerlendirildiğinin, en somut örneğidir.

Yine Kuran, Allah’a , Kitabına ve Elçisine bağlanmayı, kurtuluşa ermenin ancak böyle mümkün olacağını çok açık bir biçimde bildirmiştir. Buna rağmen bazı kimselerin ölü veya diri insanlardan, falcılardan, muskacılardan, şeyhlerden, mürşidlerden, sihirbaz ve kahinlerden yarar ummaları ve onların kurtarıcılığına umut bağlamaları kuruntudan başka bir şey değildir. Ve bu kimseler “deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar” umduklarına kavuşamayacaklardır.

Evet, Allah mü’minlerin velisidir;

اَللَّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ اٰمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنْ الظُّلُمَاتِ اِلٰى النُّورِ وَالَّذِينَ كَفَرُوا اَوْلِيَاۤؤُهُمْ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنْ النُّورِ اِلٰى الظُّلُمَاتِ اُولَۤئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (257)

“Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri de tağuttur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî olarak kalırlar.“ (2 Bakara- 257).

Mü’minler Allah’ın velisidir.

Mü’minler, Rasulü ve Mü’minleri veli edinirler:

إِنَّمَا وَلِيُّكُمْ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذِينَ آمَنُوا الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ (55)

“Sizin veliniz yalnızca Allah, O’nun Rasulü ve namaz kılan, zekat veren ve rüku eden mü’münlerdir” (5 Maide – 55).

Müminler, Şeytanı (4/119 ), kafirleri (3/28), yahudi ve hiristiyanları (5/51), zalimleri (Şura – 8) veli edinmezler.

Öyle ki , İslam’ı dışlayan, ona karşı koyan/ Allah’ın Düşmanlarıyla dost olan kimse, baba veya kardeş de olsa, yine de veli (dost) edinilmez:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا آبَاءَكُمْ وَإِخْوَانَكُمْ أَوْلِيَاءَ إِنْ اسْتَحَبُّوا الْكُفْرَ عَلَى الْإِيمَانِ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ (23)

“Ey iman edenler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşılık küfürden hoşlanıyorlarsa, onları veliler (dost) edinmeyiniz. Sizden her kim onları veli (dost) edinirse işte onlar da zalimlerin ta kendileridir” (9Tevbe 23)

Gerek yukarıdaki ayetlerde ve gerekse diğer birçok ayette, veli kavramının ne anlama geldiğini Kur’an gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Buna rağmen, başta tasavvuf inancını/düşüncesini benimsemiş olanlar olmak üzere daha birçok din mensubu, dine ait birçok konuda yaptıkları ifsadı bu kavramda da yaparak, veliliği seçilmis /atanmış kişilerin özelliği olarak nitelendirdiler. Onlara göre, Allah, seçtiği bu kullarını bütün kötülüklerden koruyor ve bütün isteklerini kabul ediyor.

Bu anlayışın veliliğe yüklediği anlam, neticede onların Allah’ın tasarruf alanına girmesine yol açmaktadır. Sonuçta bu insanlar, oradan edindikleri güçle de, yağmur yağdırma, kötülükleri savma, dünyanın batmasına ve gökten başımıza taş yağmasına engel olma, isteyenin yardımına ulaşarak onlan kötülerden ve kötülüklerden koruma/kurtarma gibi üstün özellikleri olan, bilim kurgu filmlerindeki süpermenlere bile taş çıkartan , süper kullardır.

Tasavvufun bu velileri öylesine süpermenlerdirler ki öldükten sonra bile kurtarıcılığa devam etmektedirler. Öyle ki bir çok kimse bu ölülere dua ederek onlardan yardım dilemektedir.

İnsanların Kur’an’ı anlamaları ve hayatlarını Ona göre düzenlemeleri, Müslüman olabilmenin şartıdır. Kuran anlaşılmalıdır.

O anlaşılmadan, Müslümanlık adına hiçbirşey doğru anlaşılmaz. Kuşkusuz bu konuda kavramlara büyük bir iş düşmektedir. Kavramların gereğince bilinmesi, doğru olanla yanlış olanın birbirinden ayrılmasına, hakla batılın iyice açığa çıkmasına yardımcı olacaktır. Buraya kadar yukarıda sıraladığımız örneklerle kavramların önemini vurgulamaya çalıştık.

Anlaşılan o ki kavramlar anlaşılmadan, doğru ve kendine özgü anlamları ile kavranmadan, Kuranın gereğince anlaşılması mümkün değildir.

 

 

4-Sünnet ve Hadis Anlayışı

Bilinen genel ve klasik tanıma göre sünnet, Hz, Muhammed (sav)’in söz, fiil ve takrirlerinin bütününü ifade eden terimdir.

Sözcük olarak da alışılmış yol, tutulan yol, izlenen örnek, adet gibi anlamlara gelmektedir. Bu genel çerçevenin içinde Peygamber’in Kur’an ı pratîze etme şekline sünnet, söyledikleri sözlere de hadîs diye tanımlama yapabiliriz.

Yukarıdaki tanımlan geçerli ve doğru olduğunu kabullenirsek o zaman sünneti de hadisi de yok saymak, inkar veya reddetmek demek Peygamberi devre dışı bırakmak demektir. Ki buda dinin bir kısmım yok saymayla eş değer bir cürümdür. Zira, Peygambe sav’in fonksiyonel gerçekliği Kur’an’la sabittir. Kur’an varsa Peygamber(sav) de vardır; Peygambe(sav) varsa yaptıkları ve söyledikleri de vardır. Bu imanı bir hakikattir.

Sünnet ve hadis konusu, 1400 yıldır Müslümanlarca üzerinde en çok tartışılan ve konuşulan bir konudur. Ne yazık ki yapılan bütün çalışmalar, konunun açıklığa kavuşmasına bir katkı sağlamamış, daha da tartışılır hale getirmiştir. Herkes kendi yanındakini doğru, diğerlerininkini yanlış ve İslam dışı olarak nitelemektedir.

Aslında bu fazla yadırganacak birşey de değildir. Çünkü kaynak olarak sıralamada birinci, fakat başvuruda sıralamaya bile alınmayan Kur’an, doğru anlaşılmadıkça ve sıralamada olduğu gibi kaynak alınmada da birinci sıraya konmadıkça doğru bir sonuç elde etmek mümkün olamaz. Ne zaman ki, Kur’an ölçü olarak alınır; doğru ve yanlış O’na göre belirlenmeye başlanırsa, ancak o zaman sünnet ve hadis de gerçek anlamını bulur ve dindeki gerçek işlevine kavuşur.

Sünnet ve hadis, İslamın ilk yıllarında, daha doğrusu Peygamber(sav) hayatta iken, kavram olarak tanımları yapılmış ve kayda geçirilmiş şeyler değildi. Kur’andan sonra İslam’a referans olarak alınan sünnet ve hadisin kavram olarak tanımlarına, dileyen dilediğince anlam vermiş ve verdiği anlama göre de bir inanç şekli ortaya koymuştur. Sözlük tanımları üzerinde hemen hemen aynı şeyler söylenirken, kavramsal tanımlarda aynı birliktelik sağlanamamıştır,

Günümüzde ise yeniden Kur’an’a dönüş hareketi ile beraber, zaman içinde İslamî anlamları ya tamamen kaybolmuş veya kısmeti İslamî olan inançlar, Kur’an’a göre sorgulanmaya başlanmış; Kur’ana uygunluk esası çerçevesinde herşey gerçek anlamına göre anlaşılmaya ve değerlendirilmeye başlanmıştır.

Tarihî süreç içinde, Müslümanlar belki de üç kez ve bu oranda ciddi bir şekilde Kur’an’a dönüşü yaşamaya başladılar denilebilir.

Ölçü Kur’an alınınca, İslam adına İslam’a sokulan ne kadar hurafe varsa, onların İslamî olmadıkları anlaşılmaya başlanmış ve Müslümanlar, Kuran’ın öngördüğü bir bakış açısına kavuşmuşlardır.

İsminden başka İslam’la hiçbir ilgisi olmayan, sözde İslamî olan anlayış ve düşünce sahipleri Mekkeli Müşriklerin benzeri bir tutumla, yeniden Kur’an’a dönen Müslümanları suçlamakta ve İslam adına gerçek İslam’a ve taraftarlarına acımasızca saldırmaktadırlar.

Öyle anlaşılıyor ki, Sünnet ve Hadis konusu doğru anlaşılmadıkça, İslamî anlayışın Kur’anla bütünleşmesi mümkün olamayacaktır.

Ve Kur’an İslamî ile sünnet ve hadis adına uydurulmuş İslam olmak üzere, birbirinden farklı iki ayrı İslam varlığını sürdürmeye devam edecektir. Sünnet ve hadisi Kuran açısından tanımlayıp gerçek anlamlarına göre değerlendirmeden sahih bir inanca sahip olmak mümkün değildir.

 

 

5-Sünnet

Sünnet; Peygamber (sav)in insan olma sıfatıyla şahsına ait yaptıkları şeyler değil; Peygamber olarak Allah’ın hükümlerini, yani Kuranı pratize etmesi ile din adına yaptığı uyguladığı ve yaşanarak bize ulaşan hal ve hareketlerdir. Peygamber (sav) in kişisel olarak yaptıkları şeyler bu tanımın kapsamı dışındadır. Peygamber(sav), Allah’ın hükümlerim pratiğe geçirmede bizim için örneklik teşkil etmektedir.

Ve Peygamber, elçi Hz.Muhammed olarak yaptıkları ile bizim için bağlayıcıdır, insan hz.Muhammed olarak yaptıklarını yapmak gibi bir sorumluluğumuz yoktur.

Sünneti, Kur’an’ın pratize edilmesi olarak görüyor ve bu pratiğin de yaşanarak bize ulaştığını kabul ediyoruz. Bu anlamı ile hadis de sünnetin kapsamı dışındadır.

Sünnetin tanımını şimdiye değin yapılan tanımlardan ayırıyor ve İslami anlayışımıza uygun olarak sünnete:

‘Peygamberin Kur’an hükümleri ve bu hükümler çerçevesinde dine dair kuralların uygulanış biçimidir’ diyoruz. Yani, hükmü Allah’a ait olup ta uygulaması Peygamberce yapılan davranışa sünnet diyoruz

Ayrıca peygamber (sav)’ın kendi içtihadı ile hayata geçirdiği ve yaşanarak sürdürülen fiilleri de sünnet kapsamındadır.

Bu fiiller sözle (hadisle) bize intikal etmiş de olsa pratiğe geçirildiği için sünnet sayılmaktadır. Bu tanımın dışında kalan fiil ve sözleri sünnetin kapsamı içinde görmüyoruz.

 

 

6-Hadis

Hadis;Pratiği olmayan ve yaşama geçirilmemiş, rivayet olarak bize intikal etmiş “Peygamberin söylediği söylenen sözlerdir

Söz (hadis), sünnet gibi değildir. Zira, söz bir konu ile ilgili bir kez söylenmiştir. Sünnet ise, sürekli ve defalarca tekrar edilerek (yaşanarak) bize kesin bir bilgi (mütevatir) olarak ulaşmış ve sabitleşmiştir.

Söylenen sözü dinleyen veya duyan onu bir başkasına aktarırken sözün orjinalini değil, sözden ne anlamışsa, aklında ne kalmışsa onu aktarır. Çünkü, insanın yaratılışı gereği bir şeyi olduğu gibi (tamamiyle) aklına yerleştirmesi ve bir başkasına da orjinal biçimi ile aktarması mümkün değildir. Kişi, ancak kendisine söylenenden veya duyduğundan ne anlamışsa onu aktarır. Onun için ”hadisleri, Peygamberin sözleri olarak değil,
peygamberin söylediği söylenen sözler olarak görüyoruz
. Bu konumu île hadislere, içinde Peygamber (sav)in sözleri olabilir ihtimali ile bakmaktayız.

Zira, Kıır’an’dan sonra İslam’ın ikinci derecede kaynağı kabul edilen Kütûb-i sitte diye anılan hadis kitaplarına baktığımızda bu kitapların ortalama hicri 200. yılda yazıldığını ve derlendiğini görmekteyiz. Ayrıca, bu kitaplardaki dokuz/onbin civarındaki hadisin yüz binlerce (yedi yüzbin/sekiz yüzbin) hadisin içinden seçildiği eser sahiplerince ifade edilmektedir.

Şimdi, Peygamberimizden yaklaşık ikiyüz yıl sonra ve bir milyona yakın hadis içinden dokuz/on bin hadisin seçilmiş olması bu konudaki haklılığımızı pekiştirmektedir.

Öyle ya, bir milyona yakın uydurulmuş hadisin içinden doğru olabilir diyerek tekrarları da saymazsak- dört bin, beş bin civarında hadis seçilerek kayda geçirilmiştir. Bu oran bile hadisler konusunda nasıl bir çıkmazla karşı karşıya bulunduğumuzu açıkça ortaya koymaktadır.

Işin diğer bir boyutu da sahih diye kitaplarda yer etmiş hadislere baktığımızda bir çoğunun Kur’an’a açıkça ters olduğu görünmektedir.

Peygamberimizin Kur’ana ters birşey söylemesinin mümkün olmadığı gerçeği göz önünde bulundurulursa, bu kitablarda yer etmiş bir çok hadisinde uydurma olduklarınıda rahatlıkla söyleyebiliriz.

Mesela en ufak bir araştırma yaparsaniz göreceksinizki; bırakalım Peygamberimizden 200 yıl sonra hazırlanan hadis kitablarınıda, daha Peygamberimizden hemen sonra, Hz.Ebu Bekir Hz.Ömer Hz.Osman.Hz Ali dönemlerinde hadisler ile nasıl hüküm verildiğine bir göz atın.

Bu konu ile ilğili (hadislerin anlaşılması adlı bölüme mutlaka bakın)

Hadisleri değerlendirirken şu gerçeği göz önünde bulundurmakta yarar var.

Hadisleri gerçeğe yakınlığına göre üç bölüme ayırmak gerekir:

1- Sahabenin kendisinin de Peygamberle beraber yaptığı bir işe dair rivayetler.
2- Yapıldığına şahid olunan bir hareketi anlatan rivayetler.
3- Herhangi bir konu ile ilgili duyulan veya anlatılan sözler
.

 

Kişi yaptığı bir hareketi bir başkasına aktarırken daha az yanılır. Bu gerçekten yola çıkarak diyoruz ki, Peygamber(sav)le birlikte yaptığı bir işi başkasına aktarmada daha az yanılma olduğundan, bir hareketi anlatan hadis, sadece duyduğunu aktaran hadis gibi değildir. Keza, insan gördüğü bir şeyi de, duyduğu şeyden daha az yanılma payı ile ifade eder.

O bakımdan hadis, yapılan veya görülen bir işi aktarıyorsa; bu hadis, sadece duyulan bir sözün rivayeti olan hadisten daha güçlüdür. Şu da bir gerçektir ki hiçbir hadisin Peygamber(sav)e ait olduğu konusunda kesinlik yoktur. Bütün sözler rivayete dayanmaktadır.

Rivayete dayanan bir şeyde de zann (sanı) vardır. Bu bakımdan gerek sünnet ve gerekse hadis, inançta itikad’da esas alınmaz. Amelde ise bizim tanımladığımız biçimiyle sünnet bağlayıcı özelliğe sahiptir.

Hadis ise, değerlendirme amacıyla kendisine gidilmesi gereken bir kaynaktır. Zira iman etmek, kuşkusuz olmayı; yüzde yüz emin olmayı gerektirir. Bu eminlik özelliğine ise yalnızca Kuran sahiptir. Çünkü, Kur’an Allah tarafından korunmuştur. Hadis ise, ne Kur’an gibi korunmuş, ne de zamanında kayda geçirilmiştir.

Peygamber(sav)in hadis yazımını yasaklamasından dolayı Kur’anın pratize edilişi olarak tanımladığımız sünnet ise, Kur’an gibi olmasa da yaşanarak bize kadar ulaşmıştır. En azından yapılan işin hükmü Kur’an’da olduğundan doğruluğu sabittir. Ancak zamanla bazı değişikliklere uğramış olabilir.

Yine de hükmü Kur’an’da olduğundan uyulması şarttır. Şu gerçek çok iyi kavranmalıdır; Eğer hadis îslam’ın olmazsa olmaz şartı olsaydı tıpkı Kur’an gibi koruma altına alınırdı. Oysa mevcut kaynaklara göre hadis yüz- yüzelli yıl sonra derlenmeye ve yazılı metinlere geçmeye başlanmıştır.

Bu işi yapanların ifadelerine göre bize sunulan hadisler yüzbinlerce hadisin içinden seçilmiştir. O bakımdan hiçbir hadise kesinlikle Peygamberi s a v)in sözüdür denilemez. Ancak Peygamber(sav)in sözü olduğu ihtimali vardır denilebilir. İhtimaller de inanca esas teşkil etmeyeceğine göre, hadislere yararlanma amacıyla gidilmelidir.

Bu anlayış sünneti ve hadisi dışlayıcı bir anlayış değil, tersine onlara gerçek anlamlarım (işlevlerini) kazandıran bir anlayıştır.

Değil sünnet ve hadisi dışlamak, Müslüman, Kur’an’ca belirlenen alanın dışında kalan konularda bir şey yaparken bu iş daha önce nasıl yapıldığının bilgisine ulaşmak ister. Ve öncelikle o konuda Peygamber(sav)in, ashabının, kendisinden önce yaşamış İslam alimlerinin yaptıklarına ve düşüncelerine bakar, onlardan da yararlanarak karar verir. Değil Peygamber(sav) ve sahabesi, en sıradan birisinin bile ne düşündüğünden, nasıl yaptığından yararlanmak Müslüman için kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Burada dikkat edilmesi gereken bu yararlanmada Kur’an’ın ölçü alınmasıdır. Doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü, yapılması ve kaçınılması gerekenleri belirlerken, geçmişin bilgisine ihtiyaç vardır. O bakımdan Peygamberin elçilik ve insanî boyutundan da, hadisten de, ashabının söyledikleri ve yaptıklarından da, İslam alimlerinden de yararlanırız.

Ancak, Kur’an’a uyanı alır; Kur’an’a rağmen olanı ve Kur’an’a uymayanı da atarız.

Tarihi tesbitlerle bize ulaşan Peygamberimizin tercihleri, tavırları, kararları bizim için davranışlarımıza kaynak ve referans teşkil eder. Söz gelimi, müşriklerle bir sözleşme yapacaksak ve bunun daha önce Peygamberce bir uygulaması varsa, Peygamberce yapılmış bu uygulama bizim için örneklik teşkil eder. Bu boyutu ile Peygamberin Kur’an’ın kapsamı dışındaki uygulamaları da mü’minleri bağlayıcı bir esastır.

 

 

7-Peygamber ve Peygamberliği Yanlış Anlamak

Peygamberi ve peygamberliği doğru anlamadan, İslamı doğru anlamanın mümkün olamayacağı bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği, Kurana götürerek, mevcut anlayışımızı yeniden gözden geçirmek ve Kur’an’ın şaşmaz doğrularına uymayan yanını atmak zorundayız. Biliyoruz ki:

Peygamber, Allah’ın vahyini kullarına sunmak için, kulları içinden seçtiği elçidir, Onu diğer insanlardan ayıran, farklı ve üstün kılan, elçilik boyutudur.

İnsan Muhammed ile Peygamber Muhanımed(sav) ayrı ayrı değerlendirilmeden, peygamberliği doğru tanımlamak mümkün değildir, insan olma boyutu ile Hz. Muhammed (sav), fiziki anlamda bizden farklı olmayan, bizim gibi acıkan, susayan, yorulan, üzülen, sevinen, öfkelenen, unutan” bir insandır.

قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَاءَ رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا (110)

“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım, ancak bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahy ediliyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa salih amel işlesin ve kulluğunda Rabbine hiç kimseyi ortak koşmasın” (18 Kehf-110).

Gerek ”sünnetle‘, gerek “hadisle‘ ilgili değerlendirme yaparken, peygamberin bu yönünü dikkate almak zorundayız. Peygamberin kendi şahsı ile ilgili yaptıkları, bizim için yapılması ve uyulması şart olan şeyler değildir, Diyelim ki, Peygamber(sav) renklerden beyazı seviyor diye, bizim de beyazı sevmemiz; yemeklerden kabağı seviyor diye, bizim de kabak yemeğini sevmemiz gerekmez.

Bizi bağlayıcı olan ve asıl uyulması gereken O’nun peygamberlik boyutudur. Ne var ki peygamberlik boyutu, bağlılarınca doğru değerlendirilmediğinden sünnet de yanlış anlaşılmaktadır. Öncelikle ifade edelim ki, Peygamber ( sav), ne Allah’a, ne de O’nun gönderdiği dine ortak olmadığı gibi, kendiliğinden din adına hüküm koyan da değildir.

O, sadece konulmuş olan hükümleri açıklayan, bildiren ve uygulayandır, insanları kendine değil, Allah’a çağırandır. Hüküm koyucu yalnız Allah’tır.

Kimi ayetlerde, Peygambere itaat etmemizi isteyen Allah bu itaat emri ile peygamlerlerin şahsen söyledikleri sözlere değil, vahye ait hükümleri açıklayan sözlerine itaat etmemizi kastetmektedir:

إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ وَلَا تَكُنْ لِلْخَائِنِينَ خَصِيمًا (105

” Şüphesiz, Biz, Kitab’ı sana, insanlar arasında, Allah’ın sana gönderdiği şekilde hükmetmen için hak ile gönderdik. Hainlerden taraf olma“ (4 Nisa-105).

Peygambere tabi olmak demek, o’nun kendisine değil, O’nun şahsında (O’nun Kuran’a uyduğu gibi) Kur ana uymak demektir, Çünkü, O bir elçiydi ve insanları Allah’a çağırıyordu:

قُلْ لَا أَقُولُ لَكُمْ عِندِي خَزَائِنُ اللَّهِ وَلَا أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَا أَقُولُ لَكُمْ إِنِّي مَلَكٌ إِنْ أَتَّبِعُ إِلَّا مَا يُوحَى إِلَيَّ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (50)

“De ki: “Size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.” De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?” ” (6 En’am-50).

Peygamberliğin doğru anlaşılması için, Peygamberliği, Kur’anın bir bütün olarak ifade ettiği anlam içinde ele alarak ve bütün ayetleri göz önünde bulundurarak değerlendirme yapmak gerekir. Ve bunun için de önce ‘Peygamberlik nedir?‘ sorusuna doğru cevap verilmelidir.

 

 

Peygamberlik Nedir?

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (28)

“Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler. (34 Sebe-28).

فَذَكِّرْ إِنَّمَا أَنْتَ مُذَكِّرٌ (21) لَسْتَ عَلَيْهِمْ بِمُسَيْطِرٍ (22)

“Onlara öğüt ver; zira sen ancak bir öğütçüsün. Yoksa sen onlara musallat olmuş bir zorlayıcı değilsin” (88 Gaşiye-21,22).

وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَلِينَ إِلَّا مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ فَمَنْ آمَنَ وَأَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (48)

“Peygamberleri ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndeririz. Kim iman edip kendini düzeltirse bilsin ki onlar ne korkar ne de üzülürler” (6 En’am-48).

Bu ayetlerde de açıkça görüldüğü gibi, “,” însanlara, kendilerine indirileni açıklamak için,,.” (Nahl-44) seçilen Peygamberimizi adeta açıklama yerine kendiliğinden “din” koyma gibi bir konuma getirmek ve buna da sünnet demek, Allah’ın dini yanında başka bir din icat etmektir.

Oysa sünnet başka bir din değil, Kur’an’ın pratize edilişidir. “Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmayan.,.” (En’am-38) ve ”dininizi tamamladım (Maîde-3) diyen Allah, elçisine de bunu açıklama görevini vermiştir. Kur’anın pratize edilişi olan sünnet, İslam’ın “olmazsa olmaz’ şartıdır.

Ancak, Kur’an’ın özünü kavrayamayanlar aşağıda yazılı ayetleri delil göstererek sünneti Kur’an’ın açıklaması olarak değil, Peygamberin din adına koyduğu kurallar ve bu kurallara uymayı da Allah’ın emri olarak nitelendirmektedirler. Bu anlayış ile Tevhid inancı bozulmuş, bid’at ve hurafe sünnet ve hadis adı altında dîne sokulmuştur.

Boylece Kur’ana güç yetirmeyen şirk, sünnet/hadis postuna bürünerek İslamı can evinden vurmayı başarmıştır. Sürekli olarak Kendisi ile birlikte Rasulüne itaat etmemizi; Rasulü bize neyi uygun görmüşse, ona uymamızı, sakındırdıklarından sakınmamızı, aramızdaki ihtilafları Rasule götürmemizi, O’nun vereceği kararlara içtenlikle uymamızı isteyen Allah’ın, bu hükümleri sanki Rasulüne dinde kural koyma yetkisi vermiş gibi anlaşılmaktadır.

Oysa ki Allah kendisinden başka hiç bir varlığa, dinde hüküm koyma hakkı/yetkisi vermediğini, Kitab’ında çok açık birşekilde ortaya koymaktadır. Peygambere hüküm koymada yetkisi verme gibi görülen bu ayetler Kur’an bütünlüğü içinde değerlendirildiklerinde, peygamberin hüküm koyma hakkına sahip olduğunu belirten ayetler değil, peygamberlik konumunu ifade etmektedirler.

Zira, Kitap ve Peygamberlik vahy bütünlüğünü oluşturan iki ayrı parçadır. Yoksa, hiçbirimize Allah’tan, doğrudan peygamberin Hz.Muhammed (sav) olduğunu, Kur’an’nın Allah tarafından Hz,Muhammed (sav)’e gönderildiğini bildiren özel bir haber/ayet gelmedi, Biz Allah’ı da, Kitab’ı da Peygamberin aracılığı ile biliyoruz.

Böyle olunca da elçilik, vahyin bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu özelliğinden dolayı da elçiye itaat etmek, vahyi onaylamanın bir gereğidir. Bu konumundan dolayı peygambere itaat etmek peygamberin kendisine değil, O’nun şahsında vahye uymaktır. Peygamberi onaylamadan getirdiklerini onaylamak mümkün değildir. Kur’an’ın bütünlüğü içinde peygamberliğin/ sünnetin konumu bu olmasına karşılık, günümüz anlayışında peygamber Allah’a dinde ortak edilmiş bir konumdadır. Bu genel değerlendirmeden sonra söz konusu ayetlerden anlaşılması gereken anlam üzerinde biraz durmakta yarar var:

مَنْ يُطِعْ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللَّهَ وَمَنْ تَوَلَّى فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا (80)

“Peygambere itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilesin kir biz seni onlara bekçi göndermedik” (4 Nisa-80).

Bizce bu ayetten anlaşılması gereken gerçek şudur: Yüce Allah demektedir ki,

Peygamberin size bildirdiği hükümler var ya, onlar Benim tarafımdan ona bildirilen hükümlerdir (Kur’an’ın ayetleri dir). Siz o hükümlere uymakla, o’na değil Bana itaat etmiş olursunuz.
Onun açıkladıklarına / söylediklerine itaat etmezseniz, aslında Bana itaat etmemiş olursunuz. Çünkü, o hükümler Bana aittir. Onun için, siz, o’na uymakla Bana uymuş olursunuz, Ve o, yaptığı çağrıda sizi kendisine değil, sizin de, O’nun da Rabb’i olan Bana çağırmaktadır.

Gerçek bu iken, bu ayetten yola çıkarak peygamberi dinde hüküm sahibi olarak görmekse Kur’an’ı ve Peygamberi yanlış değerlendirmenin sonucudur.

Tevhidin bozulması, hurafe ve bid’atların dini kirletmesi, şirkin inancımızda ve hayatımızda yer etmesi konusunda, peygamberlik ve sünnet anlayışımızdaki yanlışlığın, büyük payı var.

İslam adına işlenen bu cinayetlere kim ki ortak olmak istemiyorsa, bu konudaki yanlış inancını Kur’an’a göre sorgulamalı ve dini Allah’a halis kılan Müslümanları da Sünneti inkar edenler olarak suçlamayı bir kenara bırakıp, sünneti doğru anlamaya çalışmalıdır.

 

Aslında sünnetin yanlış anlaşılmasından dolayı geldiğimiz noktayı anlamak için, günümüz Müslümanların yaşadığı İslam’a bakmamız yeterlidir. Küfür, İslam’ın üstünü öylesine örtmüş ki, hayatın temel dinamiklerinin, küfrün oluşturduğu anlayışa göre belirlenmesi bile önemsenmez olmuştur. Daha da kötüsü dinin, mevcut anlayışa uyan kısmı kabul edilmiş, uymayan kısmı ise ya reddedilmiş, ya da gerektiği gibi önemsenmeyerek hayattan dışlanmıştır.

Başka bîr ayette:

 

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru sözü söyleyin ki Allah’ta amellerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve rasulüne itaat ederse işte o büyük bir kazanç elde etmiş olur” (Ahzap -70,71)

buyurulınaktadır. Bu ayet, iman edenlere kurtuluşun yolunu göstermektedir.

Nedir o yol? Allah’a ve Rasulüne itaat etmek ve bu yolun dışında kurtuluşa götürdüğünü iddia eden bütün yolları reddetmektir. Diğer bir ifade ile Allah’a ve Peygamberine uymadıkça, kurtuluşa ermek mümkün değildir. Allah’a ve peygamberine tabi olmayı ise Allah’ın koyduğu hükümler ve Peygamberin koyduğu hükümler olarak ikiye ayırıp, her birine ayrı ayrı uymak olarak anlaşılmamalıdır.

Geleneksel kültürümüzde yer etmiş ve İslam’a mal olmuş anlayışla bu ayete anlam verdiğimiz zaman kurtuluşa götüren iki yol vardır: Kurallarını Allah’ın koyduğu yol ile, kurallarını peygamberin koyduğu yol, îki ayrı hüküm koyucu !!

Bu, Allah’a eş koşmak değil midir? Denilebilinir ki, Peygamber kendi adına koyduğu kurallarda tamamen vahye dayanmaktaydı. Böyle olunca da bu kurallara uymak demek, Kur’an’a uymak demektir. İşte bir çoğumuzun yanıldığı ve çelişkiye düştüğü nokta burasıdır. Bu görüşü doğru sayarsak, Peygamberi Allah’ın dinine ortak kabul etmiş sayılacağımızdan, Tevhidi inancı bozmuş oluruz. Ayrıca dinin bir bölümü olduğuna inanılan ve Peygamberce konulduğu iddia edilen kurallar, Kur’an gibi korunmaya alınmadığından, dinin bir kısmı (Peygambere ait olanı) zamanla tahrif olduğundan, bir kısmı tahrif olmuş bir dine nasıl hak din denilebilir? Çünkü Allah yalnızca kendi Kitabını korumuştur.

Şayet peygamberin kendi adına ayrıca koyduğu iddia edilen kurallar dinîn bir parçası olsaydı, Kur’an gibi koruma altına alınması gerekmez miydi? Kaldı ki Peygamber ashabına (arkadaşlarına) kendisine ait olan sözlerin yazılmasını, vahy ile karıştırılmasın diye yasaklamıştır, bu konu ile ilgili hadisler bölümünü mutlaka okuyun.

Zaten Peygamberimizin’de en korktugu olaylardan biride diğer ümmet’lerin peygamberlerini uçurdukları gibi kendisinide bu ummetin sevme adına onu uçurmasından korkuyordu.

Önceki ümmetlerin dinlerinden sapmalarının nedenlerinden olarak, onların Peygamberlerinin sözlerini vahye karıştırmış olmalarını göstermiştir. Peygambere itaat etmekten de O’nun verdiğini almaktan da, yasakladıklarından sakınmaktan da maksat, O’nun kendisine değil. O’nun tarafından açıklanan ayetlere uymaktır.

Çünkü, o bize ayetleri/ vahyi getiriyordu. Getirdiği ayetler, bizim uymamız ve sakınmamız gereken şeyleri bildiriyordu. Peygambere itaat etmek demek, bu ayetlerin hükmüne uymak demektir. Nasıl kî Müslümanların dinine uyun dediğimiz zaman, Allah’ın dinine uyun demiş oluyorsak, Resule itaat edin emri de vahye uyun demektir, Allah’ın dini de desek, peygamberin dini de desek, Müslümanların dini de desek netice de aynı şeyi üç değişik şekilde ifade etmiş oluruz. İşte, “Allah’a ve peygambere itaat etmek sözü de bu anlamda kullanılmıştır. Peygambere itaat edin sözünden Peygamberin şahsına ait olan değil, Allah’a ait olan anlaşılmalıdır.

Tekrarlarsak, Peygamber din adına kural koyucu değil, dinin kurallarını pratize edendir. ‘Peygamberi sünnet’ te Kur’an’ı yaşayış biçimidir. Bu boyutu ile peygambere uymadan İslam yaşanamaz. Çünkü, sünnet Kuran’in hayata aktarılış biçimidir. Peygamber din adına kural koysun diye değil, insanlara Allah’ın dinini açıklasın ve onlara örnek olsun diye seçilmiştir.

وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ (44) لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ (45)

ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ (46) فَمَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ (47)

“Eğer (Muhammed) bizim hakkımızda sözler uydurmuş olsaydı( Eğer o kendi sözlerini vahiymiş gibi sunmaya kalkışsaydı), onu kıskıvrak yakalar, sonra da şah damarını koparırdık. Hiçbiriniz de onu kurtaramazdınız!” (69 Hakka 44,45,46,47).

قُلْ لَا أَمْلِكُ لِنَفْسِي نَفْعًا وَلَا ضَرًّا إِلَّا مَا شَاءَ اللَّهُ وَلَوْ كُنتُ أَعْلَمُ الْغَيْبَ لَاسْتَكْثَرْتُ مِنْ الْخَيْرِ وَمَا مَسَّنِي السُّوءُ إِنْ أَنَا إِلَّا نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (188)

De ki, ben kendi kendime Allah’ın dilediğinden başka ne bir menfaat elde etmeye, ne de bir zararı önlemeye malik değilim. Ben eğer gaybı bilseydim daha çok hayır yapardım ve kötülük denilen şey yanıma uğramazdı. Ben iman edecek bir kavme müjde veren ve uyaran bir peygamberden başka biri değilim. ( 7Araf – 188)

وَإِذَا لَمْ تَأْتِهِمْ بِآيَةٍ قَالُوا لَوْلَا اجْتَبَيْتَهَا قُلْ إِنَّمَا أَتَّبِعُ مَا يُوحَى إِلَيَّ مِنْ رَبِّي هَذَا بَصَائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (203)

Onlara bir ayet getirmediğin zaman: ”kendin bir tane uydursaydın ya” derler. De ki: “Ben ancak, Rabbimden bana vahy olunana uymaktayım. Bu iman eden kimseler için Rabbinizden gelen basiretler, bir hidayet ve rahmettir” (7 Araf- 203).

 

 

8-Şefaat Etme Hakkı Var mıdır?

Şefaat terim olarak, bir kimsenin bağışlanmasını dilemek yardım etmek, bir kimseden, başkasına yardımcı olması için aracı olmak başkasının işini görmek için aracılık yapmak, suçlunun affı için aracılık etmek veya günahı olan kimsenin bağışlanması için Allah’la kul arasında aracılık yapmak anlamlarına gelmektedir.

Geleneksel kültürümüzde ise, Peygamberlerin, evliyanın ve kimi seçkin kimselerin, günahkar ve muhtaç olan kulların günahlarının bağışlanması için aracılık yapacakları ve Allah’ın da bu aracıların hatırına, günahkârların günahını bağışlaması olarak bilinmektedir.

Bu, aynı zamanda, Allah’ın değer verdiği kuluna bir ikramı, günahkâr kuluna da rahmetidir. Bu anlayışa göre, Allah, hesap günü peygamberlerine ve iyi/seçkin kullarına, günahı olan kimselerin bağışlanması için yetki verecek, onlar da uygun gördükleri kimselerin günahlarının bağışlanmasına ve cennete girmesine aracı (şefaatçi) olacaklardır.

Diğer İslamı kavramlarda olduğu gibi, şefaat kavramına da gerçek anlamından başka anlamlar yüklenilerek, Müslümanların inançlarında büyük sapmalara neden olunmuştur. Şefaat kavramının yanlış anlaşılması neticesinde, insanların çoğu, seçkin (!) takva sahibi ve Allah’ın yanında yeri olduğu söylenen veya sanılan kimselere, hesap gününde kendilerine şefaat edecekler diye yönelmektedirler.

Bu da onların aldatılmalarına, uyutulmalarına ve sömürülmelerine neden olmaktadır. Şefaat, Kur’an bütünlüğü içinde yer almış, o bütünün bir parçasıdır. Böyle olduğu için de, Kur’an bütünlüğü içinde ele alınıp, Kur’an’ın ruhuna uygun bir tanım yapılacağına, Kur’an’ın bütünlüğüne ve özüne ters, gerçeklere aykırı bir tanımlama yapılmıştır.

Büyük bir çoğunluk, Kuran gerçeğine aykırı bu tanıma göre inancını şekillendirdiğinden, hesap günü yardımını umdukları (şefaat edeceklerine inandıkları) kimselere muhtaç oldukları inancıyla, onlara sığınmakta ve bu kurtancılara yönelmekte sıkı bir bağlılıkla bağlanarak Allah’a yaptıkları kulluktan daha fazla kulluk eder hale gelmektedirler.

Diğer yandan da, nasıl olsa “Peygamber bütün ümmetine şefaat ederek, bağışlanmalarını sağlayacaktır” inancı, Müslümanlarca dinin temel anlayışı haline getirildiğinden, birçok kimse “nasıl olsa şefaat edilerek bağışlanacağım’ düşüncesi ile Allah’a gereğince kulluk etmeyi bırakıp, şeytanın adımlarına uymaktadır.

Ona göre, işlediği günahlardan dolayı göreceği cezadan, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ümmeti olduğu için, Peygamber şefaat edecek ve kendisini kurtaracaktır. İşte bu anlayışın sahipleri, dini yaşanan hayatın belirleyicisi olmaktan çıkarmış, kuru bir inanca dönüştürmüşlerdir.

Şefaat inancı, Mekke dönemi müşriklerinin çok önemseyip öne çıkardığı bir inançtı. Müşrikler, Peygamber(sav)’den gelen çağrıyı reddediyor, inandıkları ve ibadet etikleri ilahların (Lat, Uzza, Menat , .} kendilerine şefaatçi olacaklarına inanıyorlardı.

Allah ta onlara verdiği cevapta, şefaat etme hakkının kendisinde olduğunu ve O’ndan başka hiçbir varlığın böyle bir hakka sahip olmadığını ve şefaat etme hakkının ancak Allah tarafından verilebileceğini ki öyle bir hakkı da hiç kimseye vermediğini ortaya koyarak, onların bu beklentilerim boşa çıkarıyordu, şimdi efendim bu şefaat meselesinde Allahın müşriklere verdiği cevap idi yani o zamanlar Müslümanların şefaat diye bir sorunu bile yoktu .!!! Müslümanlar Allahın ayeti ile müşriklere cevap veriyorlardı. Ne diyorlardı… Şefaat yoktur…!!!!!!! Sizi ancak Allah kurtaracak gelin iman edin diyorlardı. Onlar da hayır bu taptıklarımız bize şefaat edecek diyorlardı. Bu şefaat diyalogu böyle başladı. “Dilediğine şefaat etme hakkı verecektir” ifadesi şu anlama gelmekteydi:

“Ey mürşrikler! Hiçbir varlık şefaat etme gücüne ve hakkına kendiliğinden sahip olamaz. Çünkü böyle bir hakkı vermek sadece benim elimdedir. Bu hakkı ancak ben dilediğime veririm. Ben vermedikten sonra sizin yöneldiklerinizin kendiliklerinden böye bu hakka sahib olamayacağını bilin, Ve bilin ki, Peygamber de dahil, şefaat etme hakkını hiçbir varlığa vermedim/’ Keza yüce Kuran:

اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ مَا لَكُمْ مِنْ دُونِهِ مِن وَلِيٍّ وَلَا شَفِيعٍ أَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ (4)

Allah; gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra arşa istiva etti. Sizin O’nun dışında bir yardımcınız ve şefaatçiniz yoktur. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz? (32 Secde – 4) diyerek bu gerçeği ifade etmektedir.

Yine Kur’an’a baktığımızda, iyi veya kötü, az veya çok kim ne yaptıysa karşılığını görecektir: ‘Kim zerre kadar iyilik işlemişse karşılığını görür.

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَه (7)

وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَه (8)

Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür.
Kim de zerre kadar kötülük işlemişse karşılığını görür
(99 zilzal 7,8)

Allahü taale şöyle buyurur:

وَاتَّقُوا يَوْمًا لاَ تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ هُمْ يُنْصَرُونَ (48)

Ve hiç kimsenin, hiç kimse adına bir şey ödemeyeceği, hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği, hiç kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının

(2 Bakara 48);

يَوْمَ لَا تَمْلِكُ نَفْسٌ لِنَفْسٍ شَيْئًا وَالْأَمْرُ يَوْمَئِذٍ لِلَّهِ (19)

 

“O gün kimsenin kimseye faydası dokunmaz. O gün hüküm bütünüyle Allah’ındır, (82 înfıtar 19)

Herkesin tek başına hesaba çekileceğini:

كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ رَهِينَةٌ (38)

“O gün herkes, yaptığının hesabını vermek için alıkolnur(74 Müddesir. 38)

Tartıların kurulacağını, tartısı ağır gelenlerin cennetlik, hafif gelenlerin cehennemlik olduğunu:

فَأَمَّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ (6) فَهُوَ فِي عِيشَةٍ رَاضِيَةٍ (7) وَأَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ (8)

فَأُمُّهُ هَاوِيَةٌ (9) وَمَا أَدْرَاكَ مَا هِيَهْ (10) نَارٌ حَامِيَةٌ (11)

“Kimin sevabı ağır gelirse., işte o memnun olacağı bir hayata kavuşacaktır. Kimin günahı ağır gelirse, onun yeri de haviye (kavurcu ateş) tir,” (101 Kaaria -6,7,8,9)

Cennetlik olanların ancak iman eden ve salih amel işleyenler olacağını:

“İman edip salih amel işleyenler de temelli kalmak üzere cennetliktirler.” (2 Bakara – 82) ayetiyle açıkça ortaya koymaktadır. Zira Allah adildir, adalet sahibidir;

“Kim salih amel işlese lehine, kim de kötülük işlerse aleyhinedir. Rabbin, kullarına asla zulmetmez.” (fusilet -19) Allah’ın yanında torpil yapmak söz konusu olamaz. Herkese hakkı tam verilecektir, Cehennemi hak edenler cehenneme gidecektir;

“Hayır, kim kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, işte onlar, içinde temelli kalmak üzere cehennemliktirler” (Bakara – 81); onları hiç kimse kurtaramaz:

O gün kimsenin kimseye faydası dokunmaz, o gün hüküm bütünüyle Allah’ındır (İnfîtar – 19) Yani herkese yaptığının karşılığı vardır. Cennet ve Cehennem bu dünyada yaptıklarımıza karşılıktır.

Adam kayırma, torpil yapma, Allah’ın razı olacağı bir hâl değildir. Kim neyi hak ediyorsa, ancak hak ettiğini alacaktır. Allah hak edenlere hak ettikleri kadar şefaat(yardım/bağışlama) edecektir. Gerçek bu olmasına karşın, şefaat konusunun kaynaklarımızda ve inancımızda yer alış şekline kısaca değinmeye çalışalım.

“Muhammed (sav): Her peygamberin bir duası vardır. Ben ise inşaallah duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek için saklamak istiyorum’ buyurmuştur. (Buhari, Davut-1, Tevhid-31).

“Her Peygamber kendi ümmetine şefaat edeceklir” (Buhari).

“Hz. Peygamber (sav) hadislerinde büyük günah işleyenler de dahil mü’minlerin şefaatına nail olacaklarını söylemiştir” (Buhari-Rikak, 51/Ebu Davut-Es-Sünne, 2o/Tirnıizi-ll-66).

“Peygamberler içinde ilk defa şefaat edecek ve şefaati kabul olunacak peygamber, Hz. Muhammed’dir (sav). (Müslim-Fedail, 2).

 

Hz. Peygamber (sav)’in bir çok hadis kitabında zikredilen bu büyük şefaatinin ana hatları şöyledir:

Allah, insanların hepsini düz ve geniş bir sahada hüküm ve hesap için toplayacaktır. Orada insanların meşakkat ve gamı dayanılmayacak bîr dereceye varacaktır. Bu sırada insanların bir kısmı, diğer bir kısmına “size erişen şu faciayı görüyor musunuz, Rabbinize size. şefaat edecek birisine gidiniz’ derler, Sırasıyla Adem (as), Nuh (as), İbrahim (as), Musa (as) ve îsa (as) peygamberlere gelirler.

Bu peygamberlerden her biri onları diğerine gönderir. Nihayet Hz. İsa, onları Hz. Muhammed (sav)’e gönderir. O vakit Peygamber (sav) arşın altında secdeye kapanır. Allah O’na secdesinde yapılacak hamdlerin en güzelini ilham eder. O Allah’a hamd ettiği sırada “başını kaldır, iste, verdim. Şefaat eyle, şefaatin kabul olunur” cevabını alır. Muhakemeye başlanır. Bundan sonra Hz. Peygamberin şefaati ile imanlılardan bir miktar cehennemden çıkarılır.

Rasülullah bir kaç defa daha secdeye kapanarak Allah’a hamd ve dua eder. En nihayet o’nun şefaatiyle, Allah’ın izin ve takdiri dahilinde mü’minlerden büyük bir çoğunluk cehennemden çıkarılacaktır, işte Hz. Peygamberin, haiz olduğu bu şefaat makamı Makam-ı Mahmud’tur.

(El – îsra 79, Buhari-Tevhıd 24, Müslim-İman 84)”/Şamü İslam Ansiklopedisi/Şamil Yayınevi/6. Cilt sh18)-

“Allah ancak seçkin kullarına, peygamberlerine ve velilerine şefaat izni verecektir. Çünkü onlar Allah’ın razı olduğu seçkin kullandır. Hiç kuşkusuz. bunların başında da Hz. Muhammed(sav) gelir. Ama oradaki şefaatin bizim bildiğimiz anlamda bir şefaat olması da mümkün değildir. Çünkü bildiğimiz şefaat, aracılık yaparak birine hak etmediği bir çıkar sağlamak demektir ki Allah böyle bir şey yapmaktan uzaktır, yücedir.o şefaatin niteliğini Allah bilir. Zira Ahiret ahvali dünyaya benzemez/’

Başta hadis kitapları olmak üzere diğer birçok kaynak kitapta, şefaatle ilgili yukarıda aktardığımız türden yığınla bilgi verilmektedir. Şefaat kavramına Kur’an’ın özüne aykırı anlam vererek Müslümanların inancına sokan mantık başka bir hadîsi (!) (la ilahe illallah diyen cennete gidecektir) ölçü alarak bir tek sözle herkesi Cennete göndermektedir.

Bu yalanı Hz. Peygambere mal edenlere şunu sormak gerekir: “Madem ki bu söz hadistir, o zaman şefaate ne gerek var?.. Nasıl olsa la ilahe illallah diyen herkes Cennete girecek..!!

Oysa ki yukarıda verdiğimiz ayetlerde de görüldüğü gibi şefaat etme hakkı hiç kimseye verilmemiştir. Sadece Allah’a mahsustur. Yalnızca Allah dilediğine şefaat edecektir. Kur’an kimlerin Cennete, kimlerin Cehenneme gideceğini hiçbir tartışmaya yer vermeyecek bir açıklıkla bildirmektedir, Şefaat konusunu Kur’an ve Kur’an’ın ortaya koyduğu ölçüye göre değerlendirmek gerekir.

Yoksa, konu Kur’an’ın bütünlüğünden kopuk, sadece kendi kapsamı içinde değerlendirildiğinde ya yanlış anlaşılacak ya da eksik ve boşlukta kalacaktır. Şefaatle ilgili ayetler Kur’an’ın bir bütün olarak ifade ettiği gerçek göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir. Oysa ki bu yapılmamakta ve bundan dolayı da çelişkili sonuçlara varılmaktadır.

Şimdi şefaatin olduğuna delil gösterilen bazı ayetlere birkez daha bakalım:

“… O’nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?” (2 Bakara 255).

يَوْمَئِذٍ لَا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَانُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا (109)

“O gün Rahmanın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez“ (20 Taha- 109)


يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يَشْفَعُونَ إِلَّا لِمَنْ ارْتَضَى وَهُمْ مِنْ خَشْيَتِهِ مُشْفِقُونَ (28)
“Allah, onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bilir. Onlar, O’nun razı olduğundan başkasına şefaat edemezler. Kendileride, O’nun korkusundan titrerler” (21-Enbiya-28)

وَلَا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ عِنْدَهُ إِلَّا لِمَنْ أَذِنَ لَهُ حَتَّى إِذَا فُزِّعَ عَنْ قُلُوبِهِمْ قَالُوا مَاذَا قَالَ رَبُّكُمْ قَالُوا الْحَقَّ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ (23)



“Allah katında, sadece O ‘nun izin verdiği kimselerin şefaati geçerlidir. Bekleyiş içinde olanların korkuları yatışınca: “Rabbiniz ne söyledi” derler. “Hakkı söyledi?” diye cevap verirler. O çok yücedir, çok büyüktür”
(34 Sebe 23)


وَلاَ يَمْلِكُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الشَّفَاعَةَ اِلاَّ مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ (86)
“Bilerek hakka şehadet edenler müstesna, (yani hariç)O’nun yanısıra yalvardıkları, şefaate güç yetiremezler ‘(43 Zuhruf 86)

Bu ayetlerden yola çıkarak. Yüce Allah’ın bazı kimselere/varlıklara şefaat yetkisi vereceğini düşünenler yanılmaktadırlar: Bunlar Kur’an bir bütün olarak göz önünde bulundurmadan, sadece ayetlerin ne dediğine bakarak, ne demek istediğini kavramadan; ayetlerin yalın kelime anlamlarından hareket ederek ve atalar dini ile geleneksel kültürün etkisinde de kalarak şefaat etme hakkının Allah’tan başka varlıklarda da olacağı neticesine varmaktadırlar.

Oysa ki varılan netice doğru sayıldığında bu sonuç diğer ayetlerle çelişmekedir. Bu da anlamın doğru verilmediğini göstermektedir. Allah’ın kitabında asla çelişki olmadığına göre, o halde bu ayetler neyi ifade etmektedir? Bakara 255’tekî

“O’nun izni olmadan kim şefaat edebilir?”

ayetinden yüce Allah’ın şefaat izni vereceği anlamını çıkarmak mümkün değildir.

Çünkü bu bir cevap ayetidir. ‘Kendilerine bir takım, şefaat edici uyduranlara karşı, siz bunu nereden uyduruyorsunuz? Sizin için şefaat edici olarak gördüklerinize, şefaat etme hakkını/yetkisini kim verdi? diye müşriklere cevap veriyor burada Allah.

Çünkü ayetin iniş sebebi çok önemlidir. Allaha yönelin dediklerin hayır bize Allah katında şefaat edecektir ilahlarımız diyenlere cevapdır.

Müslümanların şefaat diye bir sorunu yoktu.. Başka bir ilah daha var da o mu verdi? Bilesiniz ki böyle bir yetkiyi ancak ben veririm. Ben de vermediğime göre yani bu konuda hiç kimseye yetki/izin vermeyeceğime göre; benim izin vermediğim kimselere kim izin verme gücüne sahiptir ki, siz uydurduğunuz şeylerden şefaat umuyorsunuz. Siz istediğiniz kadar kendinize şefaatçi uydurun. Ben hiç kimsenin size şefaat etmesine izin verecek değilim.

Her şeyin yaratıcısı ve tek sahibi olan Allah’a; peygamberlerin, meleklerin ve seçkin kimselerin söz geçirebileceği veya vereceği karara etki edebileceği anlayışını reddeden bu ayet, aynı zamanda başka varlıklara güvenen kimselerin bu güvenlerini boşa çıkarmaktadır. Gerek,

“O gün Rahmanın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez,..” (Taha – 109)

ve gerek, “Allah’ın katında sadece O’nun izin verdiklerinin şefaati geçerlidir (Sebe -23) ayetinden hesap gününde Rahmanın bazı kimselere şefaat izni vereceğini ve sözünden razı olduğu kimselerin şefaat edebilecekleri anlamını çıkarmak ilk etapta doğru gibi görülebilir. Bu ayetler şefaatin olduğunu göstermektedir denilebilir.

Ancak bu yanlış bir anlayıştır. Şöyle ki: Bu ayetler müşriklere cevaben hesap gününde geçen bir sahneyi anlatmaktadır. Ve burada şefaat bağışlama değil yardım etme anlamında kullanılmaktadır. Sebe -23 ayetinin öncesinde yer alan ayetlere baktığımızda:

“Sura ûfürülecek günde mücrimlerin kör olarak toplanılacağı, onların hiçbir tarafa sapmaksizın, kaçabilecekleri bir yer bulamadan, kendilerini çağıranları izlemek zorunda ve mecburiyetinde kalacakları ve Rahmanın korkusundan bütün seslerin kırılacağı sonucu çıkar ve işte o gün Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığı kimseler birbirlerine destek olacak ve yardım edeceklerdir.

Bir yardımlaşma ve dayanışma içinde olacaklardır. Mü’minler birbirlerine yardım ederken; mücrimler böylesi bir yardımdan yoksun bırakılacaklardır. Evet, ayetteki şefaat kavramı yardım etme anlamında kullanılmıştır, bağışlama anlamında değil. Çünkü, şefaatin yalnızca ‘bağışlanma’ anlamına gelmediğini aynı zamanda yardımcı olma anlamına geldiğinide biliyoruz.

Bu ayetler ‘ne diyor? anlayışı ile değerlendirildiğinde ve Kur’an’ın bir bütün olarak bu konuda ifade ettiği anlam dikkate alınmadığında; sanki Allah’tan başka şefaat edici varmış gibi anlaşılabilir. Oysa ki kıyamet/hesap/amel/ödül/ceza/yârgılanma gibi konularda, insanların muhatap olacakları hesaba çekilmeye dair Kur’an’ın ortaya koyduğu gerçekten hareket edilerek bu ayetler dikkate alınırsa, ‘ayetler ne diyor?’ değil, ‘ne demek istiyor

?’ anlayışı ile değerlendirilirse ve bu konuda biraz sonra değineceğimiz ayetlerden de yararlanılırsa, elde edeceğimiz sonuç, Allah’tan başka şefaat edicinin olmadığı gerçeğini ortaya koyacaktır.

-Evet şimdi de şefaatin söz konusu edildiği diğer ayetlere bakalım;

 

“… Sizin O’ndan başka veliniz de şefaatçiniz da yoktur ‘ (32 Secde 4).

“O gün kîmsenin kimseye faydası dokunmaz. O gün hüküm tümüyle Allah’ındır” ( infitar 19)

وَاتَّقُوا يَوْمًا لاَ تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ تَنْفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ هُمْ يُنْصَرُونَ (123)

Hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı ve hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının. (2 bakara 123 )

يَاۤاَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَ بَيْعٌ فِيهِ وَلاَ خُلَّةٌ وَلاَ شَفَاعَةٌ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ (254)

“Ey iman edenler! Alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmayacağı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan infak edin. Kafirlere gelince işte onlar zalimlerdir” (2 Bakara – 254).


فَالْيَوْمَ لَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا وَلَا تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ (54)

İşte bugün hiç kimseye (hiç) bir şeyle zulmedilmez ve siz de yaptıklarınızdan başkasıyla karşılık görmezsiniz. (36 Yasin 54).

Allah, ahirette dilediğine şefaat edeceği gibî bu dünyada da şefaat eder/etmektedir Keza insanlar da şefaat ederler. Ancak, bu Allah’ın şefaat etmesi gibi değildir. Yani bîr kimse, başkasına yaptıklarının hesabını verirken, ona yardımcı olarak kurtulmasına sebep olamaz, insan insana ancak bu dünyada ve ancak belirli ölçüde şefaatçi yardımcı) olabilir.

Kişi, bir başkasına, ancak iyi ve kötü olanı göstererek, iyi işler yapması konusunda, onu uyararak yardımcı olabilir. Maddi ve manevi katkı sağlayabilir. Başkasının kendi şahsına karşı işlemiş olduğu hatayı veya suçu bağışlayabilir.

Başkasının o’nun herhangi bir sıkıntısını gidermesinde yardımcı olabilir. Kulun, kula şefaati bu şekilde olur. Yoksa, hiç kimse yaptıklarına karşılık hesap verme konusunda Allah’ın kendisine vereceği cezadan, başkasının aracılık etmesiyle kurtulamaz. Zaten bu Allah’ın adaletine de yaraşır bir şey değildir, Allah meleklerden, nebilerden ve diğer varlıklardan şefaat umanlara cevap olarak: “Allah’ın izni olmadan hiçbir varlık şefaat edemez” demektedir. Bu, Allah’ın bu kimselere ‘şefaat etmeleri konusunda vereceği “anlamına gelmez tam aksine böyle bir beklentinin boş oIduğunu belirten bir cevaptır, bunun boş bir avunma olduğunu ortaya koyan bir açıklamadır, Zira yüce Allah, tapındıkları putların kendi katında onlara şefaat edeceğini söyleyenlere de aynı şekilde cevap vermektedir. Bu Kur’an’ın anlatım yöntemi/tekniğidir.

Kur’an bu yöntemi sık sık kullanmaktadır. Örneğin, “Ben dilemedikçe doğru yolu bulamazsınız” ayeti aynı yöntemle vahy edilen ayetlerden biridir. Bu ayetten yola çıkarak, yani bu ayete yalın olarak ifade ediş biçimine göre anlam verirsek, şu sonuç ortaya çıkar; Allah’ı ve Kitab’ın ve o Kitabın hükümlerini reddeden bir kimsenin hiçbir sorumluluğu yoktur.

Böylece kafir olan bir kimsenin, kafir oluşundan dolayı hiçbir günahı yoktur. Çünkü onun kafir olmasını Allah dilemiştir neticesine varırız. Böyle bir netice Kur’an’a “aykırı ve onunla çelişen bir netice değil inidir?

Yalın olarak böyle anlaşılsa da öz olarak ve gerçekte bu ayet hidayeti seçmeyenlerin hiçbir sorumluluklarının olmadıkları anlamını içermemektedir. Zira Kur’an birçok ayetinde insanın dilediğini seçme ve alma hakkına sahip olduğunu; dilerse hidayeti dilerse küfrü seçebileceğini, bu konuda tamamen özgür bırakıldığını söylemektedir!

Dolayısıyla bu ayetle söylenen gerçek şudur: Hidayeti seçmeyenlerin sorumluluğu kendilerine aittir. Ve kafir olan bu kimseler tercihlerinde öylesine kararlı kimselerdir ki bir müdahale olmadan kendiliklerinden girdikleri yolu değiştirmeleri, verdikleri kararı bozmaları mümkün değildir.

Ancak Allah müdahale ederse, onları girdikleri yoldan zorla alıp, hidayete iletirse doğru yola erişmeleri mümkün olur. Kuşkusuz Allah dilerse bunu yapar. Çünkü,, Allah’ın her şeye gücü yeter. Ne var ki, Allah, kuluna dilediğini seçme hakla vermiş olduğundan, böyle bir müdahaleyi yapacak değildir, Bu hîtap(ayet) bir durum tesbitidir.

Adam sapıklığı seçmiş ve kararlı bir biçimde de yolunu sürdürmektedir. Ona hiçbir uyan yarar sağlamamaktadır. Bu öylesine bir hal almıştır ki, iş tamamen Allah’a kalmıştır. Ancak Allah müdahale ederse o kimse düzelecektir. Yani, “ey sapık adam, sen öylesine sapıtmış ve küfre girmişsin ki ancak Allah müdahale ederse (Allah dilerse) düzeleceksin. Allah dilemedikçe müdahale ettmedîkçe) senin kendiliğinden düzelmen, doğru yolu bulman, hidayete ermen mümkün değildir” denmektedir.

Tekrar konumuza dönüp düşünmeye devam edelim; Bir kimseyi yapacağı kötü bir şeyden caydırmaya çalışmak, ona engel olmak, onu ikna etmek bütün bunları yaparak ona şefaat etmek/ yardımcı olmak bizim için bir görev ve sorumluluktur.

Ancak, diyelim ki o kimse suç işledi ve mahkeme huzuruna çıkarıldı, işlediği suça karşılık hakim de ona ceza verdi. Hakimin ona vereceği cezayı engellemek, aracı olup onun affedilmesini sağlamaya çalışmak nasıl ki doğru bir davranış değilse, -kötülüğe destek ve yardımcı olmak anlamına gelmekse veya adaleti çiğneyerek zulüm işlemekse-nasıl ki böyle bir iş yapmamız şefaat olarak nitelen-dirilemeyecekse, tıpkı bunun gibi, Hesap Gününde bir takım kimselerin suçlu ve günahkarlara aracı (şefaatçi) olarak bağışlanmalarına yardımcı olabilecekleri anlayışı AlIah’ın adaleti ile çelişmektedir.
Yüce Allah’ın:

وَاتَّقُوا يَوْمًا لاَ تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ هُمْ يُنْصَرُونَ (48)

“Kimsenin başkasının cezasını çekmeyeceği, kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği, kimseden fidye alınmayacağı ve kimsenin yardım da görmeyeceği günün, azabından korkun” (Bakara – 48)

hükmüne rağmen nasıl oluyor da, kimileri kendilerine şefaatçi edinme arayışına giriyorlar?

Allah’a rağmen kur’ana rağmen bir arayış değil mi?

De ki: ‘Allah’ın dilemesi dışında, kendim için zarardan ve yarardan (hiç bir şeye) malik değilim. Her ümmetin bir eceli vardır. Onların ecelleri gelince, artık ne bir saat ertelenebilirler, ne öne alınabilirler (10 Yunus – 49) peygamberin, bütün müminlere şefaatçi olacağını ve onları kurtaracağını varsayan mantık Kurana ters düşen bir mantıktır.

Yarattığı kullarının içinden seçerek, vahyi île muhatap etme şerefine erdiren, O’nu yüceler yücesi olan Elçilik makamına çıkaran Rabb’imiz, şayet O’na şefaat etine hakkı tanısaydı veya böyle bir yetki verseydi, bu konuya bir tek ayetle olsun değinmez miydi?

Alemlere rahmet olarak gönderilmek ayrı, (ki burada rahmet, insanlığın kurtuluşu için gönderilen hidayet yolunun ortaya konması elçilik anlamında kullanılmıstır. Yoksa kötülük yapanların günah işleyenlerin, suçluların bağışlanmasına aracılık değildir) şefaatçi olmak ayrıdır.

Gerçekten de, Rasulullah (sav), insanlara doğru yolu gösterdiği ve bu dinin nasıl yaşanacağı konusunda örnek olduğu için en büyük rahmettir. Peygamberin rahmet olması bundan dolayıdır- Yoksa, günahkara torpil yapması değildir,

“Onlar için bağışlanma dilesen de, dilemesen de birdir. Onlar için yetmiş kez bağışlanma dilesen de Allah onları bağışlamayacaktır. Bu, Allah ve Rasulünü küfretmelerinden dolayıdır, Allah, fasıkları doğru yola iletmez“ (9 Tevbe- 80).

Evet, Allah, elçisine ve mesajına uymayanların, vahyin öngördüğü, şeyleri dikkate almayıp ihlal edenlerin bu seçimleri yüzünden hak edecekleri cezayı çekeceklerini ve bu konuda peygamberine dahi söz hakkı vermeyeceğini açıkça bildirmektedir.

Allah, öyle bir Allahtır ki yaptığı ve yapacağı hiçbir şeyi başka bir varlığa danışmaz. Zaten bu Allah’a yaraşmaz da. Allah, “Bu Kitap’ta asla çelişki bulamazsınız’ demiyor mu?

O halde bunca ayete rağmen şefaatle ilgili delil getirilen ki bu ayetler yukarıda da izah ettiğimiz gibi yanlış anlamlandırılmaktadır. Bazı ayetlerle Kur’an bütünlüğüne ve onun gerçeğine aykırı bir neticeye nasıl varılabilir ? Bir yandan “zerre miktarı da olsa kim ne yaparsa karşılığını görecek” diyen Allah, diğer yandan da insanların işledikleri günahları/kötülükleri, başkalarının aracılığı ile affedecek.

Bu nasıl bir mantık? “Ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? Ve yine ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? O kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür! O gün buyruk, yalnız Allah’ındır“( infitar 17,18,19)

kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. Yüce Rabb’imiz böyle diyor. Buna rağmen, nasıl oluyor da başkalarının yardım edebileceğine dair bir inanç benimsenebiliyor?

Kur’an’dan edindiğimiz bilgi odur ki, hiçkimse

(peygamberler de dahil), kimseye bağışlanması konusunda aracılık edemeyecektir, Allah, bu konuda (günahların bağışlanması konusunda) hiç kimseye yetki ve hak vermemiştir.

Herkes hakettiğinîn karşılığını alacaktır. Sadece yüce Rabbimiz dilediğini bağışlayacaktır. Bu bağışlama (şefaat) bizim için niteliği ve niceliği yönünden müteşabihata girmektedir ve ne olduğunu gerçek olarak sadece Rabb’imiz bilmektedir.

 

 

SONUÇ OLARAK DİYEBİLİRİZ Kİ:

Büyük günah işleyenlerin Peygamberimizin şefaatiyle cehennemden kurtulabilmesi mümkün değildir. Böyle bir şey söz konusu olamaz. Gelenekçi anlayışa sahip olan din yorumcuları; bazı rivayetleri esas almış ve bir-iki ayeti de bu rivayetleri destekleyecek şekilde tefsir ederek bu sonuca ulaşmıştır.

Bize göre bu sonuç; İslam’ın temel hükümlerine uymamaktadır. Şefaat meselesi; Kur’an-ı Kerim’de tam 27 ayette geçmiş olmasına rağmen, bu ayetleri bütünlük içerisinde değerlendirmeyen alimler tarafından, yanlış yorumlanmıştır. Bu yanlış yorumlamanın sonucunda, ümmetin içerisindeki büyük günah işleyenlerin bile, Peygamberin aracılığıyla cehennemden kurtulacağına inanılmıştır. Gelenekçi anlayışta, Peygamberin şefaatinden başka; şehitlerin, salihlerin, ölmüş kız çocuklarının …vb bile şefaat edeceklerine inanılmaktadır. Hele toplum içinde kendilerini “Allah’ın veli kulu” diye tanıtmış tiplerin çoğunun, nerdeyse sınırsız bir şefaat yetkisinin olduğuna inanılmaktadır.

Biz yukarıda saymış olduğumuz inançların, İslam dininin; temel inanç esaslarına aykırı olduğuna inanıyoruz. Çünkü, bize göre; yüce Allah adaletlidir, hiçbir zaman kullarına zulmetmez. Ne hak etmiş olanı cennetten çıkartır, Ne de hak etmeyeni –torpilli dostlarının aracılığıyla- cennete koyar. Biz okuyucularımıza, “Peygamberimizin veya bir başkasının şefaatine değilde, işlemiş olduğunuz salih amellere güvenin” diyoruz.

Kur’an-ı Kerim, kıyamet günü peygamberlere de, inananlara da Allah’ın yardım edeceğini açıklamıştır.[2] O günde, kendisi yardıma muhtaç olanların, diğerlerini ateşten kurtarabilmesi mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’deki “(Ey Muhammed)…Sen ateşte bulunanı mı kurtaracaksın?” [3] ayeti de zaten bu gerçeği açıkça beyan etmektedir.

İslam dini hakkında yeterli birikimi olmayan okuyucularımız için, bu sorunun cevabı burada bitti. Bu okuyucularımızın sorunun cevabına yapmış olduğumuz, aşağıdaki açıklamaları okumalarına gerek yoktur. Çünkü bu açıklamaları, daha önce bu konuları okuyup araştırmasına rağmen, Kur’an merkezli düşünemeyen okuyucularımızı uyarmak için yazıyoruz.

Bize göre, şefaatle ilgili şu beş temel esas unutulmamalıdır.

1. Şefaat konusu inançla ilgili bir konudur. Bu konuda, Kur’an ayetlerine taban tabana zıt olan hiçbir hadise itibar edilemez. Aşağıda meallerini vereceğimiz onlarca ayeti görmezden gelip, sadece bir-iki ayeti, peygambere fatura edilen hadisleri kabullenmek adına te’vil ederek Kur’an’a rağmen bir şefaat anlayışı ortaya koymak doğru değildir.

Geçmişte yaşamış olan bazı din yorumcuları bu esasa riayet etmedikleri için, Kur’an’a tamamen zıt olan birçok hadis, hadis kitaplarında yer alabilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Rahmanın izin verdiğinden başkasının şefaat edemeyeceğini [4] açıklanmaktadır. Hadislerde ise; Peygamberin, şehitlerin, ölen kız çocuklarının…vb şefaatlerinden bahsedilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de; şirk dışındaki günahları Allah’ın dilediğine bağışlayabileceği [5]açıklanmaktadır. Hadislerde ise; şirk koşmadan ölenlerin şefaatle kurtulacağı belirtilmiştir. (Kütüb-i Sitte 14. cilt Sh: 403) Bu hadislerin manalarının ayetlerin manalarına zıt olduğu ortadadır. Ancak, bu zıtlık sadece bu hadislerle sınırlı değildir. Hadis kitaplarımızda senedi sahih olarak nakledildiği halde, metni problemli olan daha birçok hadis vardır. Örnek olarak, şefaatle ilgili olan ve sahih olduğuna inanılan şu iki hadise bakalım. Bu hadislerden bir tanesi; “Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir” hadisidir. (Kütüb-i Sitte 14. cilt Sh:404) Diğeride “Kalbinde hardal tanesi imanı olanların ve daha sonrada La ilahe illallah diyenlerin hepsinin cehennemden çıkartılacağı” hadisidir. (Kütüb-i Sitte 14. cilt Sh:407) Kitaplarımızda, şefaatle ilgili, Peygamberin sözü olduğuna inanılan zayıf hadislerde vardır. [6] Bize göre, metni Kur’an-ı Kerim’in temel ilkelerine zıt olan [7] bu hadislerin hiçbirisinin Peygambere aidiyeti mümkün değildir. Bu tür rivayetler üzerine inanç bina edilemez.

2. İlk başta şunu net olarak söyleyebiliriz ki; Kur’an-ı Kerim’in ayetlerine bakıldığında; şefaatçi aramanın mü’minlerin değil, müşriklerin vasfı olduğu görülür. Kur’an-ı Kerim’deki “Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de yarar veremeyen şeylere tapıyorlar ve “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir!” diyorlar… “ [8] ayeti bunu açıklamaktadır. Kur’an-ı Kerim’deki “ (Allah’a) ortak (koştukları put)larından da kendilerine hiçbir şefaatçi çıkmaz. O zaman ortaklarını inkar ederler. “ [9] ayeti de şefaatçi sanılanların şefaat edemeyeceklerini açıklamaktadır.

3. Kur’an-ı Kerim’de, gelenekçi anlayışa göre şekillenmiş olan; “aracılık sonucu bedava cennete girme” şeklindeki şefaat anlayışının yeri yoktur. Çünkü, böyle bir anlayış, ilahi adalete de ters düşmektedir. Yukarıda kaynağını vermiş olduğumuz hadiste; sadece “La ilahe illallah” diyenlerin şefaatten faydalanacakları ve cehenneme atılmayacakları anlatılmıştır. Halbuki, Allah’ın ayetleri, “aracılık sonucu kolay cennet” anlayışının mümkün olamayacağını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Mesela, Kur’an-ı Kerim’deki “Sizden öncekilerin başına gelenlerin durumu, sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz?...” [10] ayetini düşünelim. Bu ve benzeri ayetlere[11], bakıldığında, “aracılık sonucu kolay cennet” anlayışının imkansız olduğu görülecektir. Zaten böyle bir aracılığın olabileceğine inanmak; Allah’ın adaletli olduğu gerçeğinede ters düşer.

4. Kur’an-ı Kerim; her ümmetin peygamberlerinin onlara şahitlik edeceğinden bahsetmektedir. Kur’an-ı Kerim’deki

Her ümmet içinde, kendilerinden, kendi üzerlerine bir şahit getirdiğimiz gün, seni de bunların üzerine şahit getirmiş olacağız…” [Nahl 89 ]

ayeti bunu açıklamaktadır. Ayete dikkat edilirse, peygamberimizin “torpilli kurtarıcı” olmaktan ziyade “gerçekleri açıklayacak olan bir şahit” olduğu ortaya çıkacaktır. Kur’an-ı Kerim’deki

O gün ruh ve melekler, sıra sıra dururlar. Rahman’ın izin verdiğinden başka kimse konuşamaz. O da doğruyu söyler. “ [Nebe 38 ] ayeti de bu gerçeği açıklamaktadır. Kur’an-ı Kerim’in bir başka ayetindede

“…Kitap konuldu, peygamberler ve şahitler getirildi ve aralarında adaletle hükmedildi. Onlara asla zulmedilmez. Herkese yaptığının karşılığı tam verildi…[Zümer 69 ]buyurularak Allah’ın adaletli olduğu gerçeği bir kez daha vurgulanmıştır. Yani Kur’an’daki şefaat herkesin sandığı gibi; hak etmeyeni cennete koymak değil, peygamberin şahitlik etmesidir. Bu gerçeği, Kur’an-ı Kerim’deki

“Ondan başka yalvardıkları şeyler, şefaat sahibi değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır. “ [Zuhruf 86 ]

ayeti de net bir şekilde ortaya koymaktadır.

5. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayeti, geleneksel İslam anlayışındaki “şefaat” anlayışının mümkün olamayacağını açıklamaktadır. Ne yazık ki, alimlerimiz bu ayetleri görüp gereğini açıklamaktan çok, te’vil etmeyi tercih etmişlerdir. Ayetlerde “sakın ha! şefaatçiler aramayın, onların hiçbir faydası olmaz. Cennete girmek ve cehennemden kurtulmak istiyorsanız amel edin” mantığı verilmeye çalışılırken, alimlerimiz, bu ayetler Müslümanlardan değil, kafirlerden bahsetmektedir diyerek ayetleri te’vil etmiştir. Aşağıdaki ayetler bu meseleyi te’vile ihtiyaç bırakmayacak şekilde açık ve net olarak açıklamaktadır.

“Ey iman edenler! Ne alışverişin, ne dostluğun ve ne de şefaatin olmadığı gün gelmezden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın….” [Bakara 254 ]

“Ve öyle bir günden sakının ki, o gün kimse, kimsenin cezasını çekmez, kimseden şefaat da kabul edilmez, kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz.” [Bakara 48 ]

“Dinlerini bir oyun ve eğlence edinenleri ve dünya hayatı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur’an’la) hatırlat ki, bir nefis, kendi kazandıklarıyla helake düşmesin; Allah’tan başka ne bir velisi, ne de bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabul olunmaz, işte onlar kazandıkları nedeniyle helake uğrayanlardır…” [En’am 70 ]

“Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an’la uyar. Onlar için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır. ..” [En’am 51 ]

“İnanan kullarıma söyle; namazı kılsınlar, ne alışverişin, ne de dostluğun olmadığı bir gün gelmeden önce, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık hayır etsinler.” [İbrahim 31]

“O, kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. O gün hüküm yalnız Allah’ındır.” [İnfitar19]

Bu ayetler; mü’minlerin cennete girmek için şefaatçi aramamaları gerektiğini net bir şekilde ortaya koymaktadır.

6. Yukarıdaki ayetlere rağmen, illa da gelenekçi anlayıştan vazgeçemeyen kişiler varsa, onlara da şu tavsiyeleri yapıyoruz.[12]

a) Şefaat yetkisinin Allah’a ait olduğunu unutmayınız. Bu yüzden şefaati Allah’tan isteyiniz. Sakın ola, bu ayetleri görmezden gelerek “şefaat ya Rasullah” demeyin, aksi takdirde, şirk koşma tehlikesiyle karşı karşıya kalırsınız. İlla da peygamberden istemekte ısrar ederseniz. En azından “Rabbim, beni peygamberimizin şefaatinden mahrum bırakma diye dua edin.[13] Hiç unutmayın ki, İslam dini tevhid dinidir. Tevhid dininde de ihtiyaçlar sadece Allah’tan istenebilir.

b) O’nun izin verdiğinden başkasının şefaatinin olamayacağı unutmayınız. Bu yüzden, uyduruk şefaatçilerin peşine düşmeyiniz. Bilindiği gibi, Allah’a ait olması gereken bazı sıfatların kendilerinde de bulunduğunu iddia eden bazı tipler vardır. Bu tipler kendilerinin Allah’ın velisi olduğuna cahil kitleleri inandırarak onları aldatmaktadır. Sakın ha! bu istismarcıların tuzaklarına düşmeyin.

 

 

9-Alimlerin Görüş ve Düşüncelerini Ölçü Almak

Hadis için söylenenler, alimler için de geçerlidir. Elbette bilenle bilmeyenin bir olmadığını; “her bilenin üstünde bir bilenin.” olduğunu kabul etmekteyiz. Ancak bir şey daha biliyoruz ki, o da hiç kimsenin herşeyî bilemeyeceğidir.

Çünkü her şeyi bilmek, sadece Allah’a ait bir özelliktir. Hiçbir varlık, bu özelliği Allah’la paylaşamaz. Bu gerçekten hareketle diyoruz ki, kimileri, her şeyi doğru bilenler olarak gördükleri kimselere göre, İslam’ı anlamak gerektiği inancındadırlar. Bu da İslam’ı Kur’an’a göre değil, onların anladığına göre anlamayı doğurmaktadır.

Onların Kur’an’dan anladıklarını, Kur’an’ın yerine geçirmektedirler. Böylece, alimlerin kimi yanılgıları Kur’an’a mal edilmekte, inancımızda ve hayatımızda belirleyici bir fonksiyona dönüşerek, Kur’an adına, o yanılgıları yaşamamıza neden olmaktadır,

Alimlerin görüşünü ölçü almak ve Kur’an’ı onlar nasıl anlamışsa (onların her dediğini doğru varsayarak) öyle anlamaya çalışmak, Kur’an’ı onların anlayışlarında dondurmak ve sınırlamaktır. Oysa ki? onların görüş ve düşüncelerini, görüş ve düşüncemize katkı sağlaması bakımından değerlendirmek büyük bir yarar sağlayacaktır.

Kaldı ki alimlerin görüş ve düşünceleri de bağlılarınca zaman içinde öylesine bir deformasyona uğramıştır ki başlangıçta çoğunlukla Kur’an merkezli olan bu görüş ve düşünceler, giderek büyük bir oranda îslamî olma özelliğim yitirmiştir, îslamla sapıklık yer değiştirmiş, bidat ve hurafeler İslamın yerini almıştır.

Buna paralel olarak, hidayetle sapıklık yer değiştirmiş; sapıklığa düşenler, hidayet üzerinde olanları sapıklıkla suçlar hale gelmişlerdir. Ve bu konuda yapılan uyanlara da ‘siz alimlerden daha iyi mi biliyorsunuz?’ anlayışı ile kulaklarım gerçeğe karşı tıkamışlardır.

Kendilerini izledikleri kişilere endekslediklerinden, onların kafaları ile düşünmekte ve böylece akıllarını devre dışı bırakarak, vahy gerçeğine kapalı hale gelmektedirler.

Doğru yolu, Kitap’ta değil, bir takım kimselerin izinde arayanlar; onların açıklamalarım Allah’ın hükümleri gibi görerek din adına her dediklerine uymayı, Allah’a uyma saymaktadırlar:

“İnsanlara, Allah’a giden yolda Kur’an’a uyun, doğru yol ancak O’na uymaktır” diyeceklerine,

“doğru ancak bizim düşündüğümüz ve bildiğimiz gibidir; bizim dediklerimize uyarsanız doğru yolda olursunuz” demektedirler.

Allahü taala şöyle buyurur:

وَإِنَّ مِنْهُمْ لَفَرِيقًا يَلْوُونَ أَلْسِنَتَهُمْ بِالْكِتَابِ لِتَحْسَبُوهُ مِنْ الْكِتَابِ وَمَا هُوَ مِنْ الْكِتَابِ وَيَقُولُونَ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَمَا هُوَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَيَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ (78)

“Orılar’dan bir takımı, Kitap’ta olmadığı halde, Kitap ‘tan zannedesîniz diye dillerini eğip bükerler. O, Allah katından olmadığı halde: ‘Allah katındandır’ derler, bile bile Allah’a karşı yalan söylerler” (3 Ali-îmran 78).

Kendi anlayışını din haline getirip, insanları aldatmak için, ‘bu da İslamdandır’ diyerek, Allah’a karşı yalan uyduranlar, Allah’ın lanetine uğrayacak olanlardır:

اِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَاۤ اَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ اُولَۤئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللَّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللاَّعِنُونَ (159)

”Gerçekten indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu Kitap’ta insanlara açıkladıktan sonra gizleyen kimseler var ya, onlara hem Allah lanet eder, hum lanetliler lanet eder” (2 Bakara -159).

 

Gerekçesi ne olursa olsun, ister iyi niyetle, ister insanları doğru yola iletmek, ve insanları uyarmak düşüncesiyle, ister İslam’a hizmet amacıyla olsun hiç kimsenin kendi yanından dine bir şey ilave etmeye hakkı yoktur.

Doğru olan, din ne diyorsa, dediği kadarı ile kabul etmektir:

فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِاَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَذٰا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ لِيَشْتَرُوا بِهِ ثَمَنًا قَلِيلاً فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ اَيْدِيهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ (79)

“Vay, Kitab’ı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, -Bu Allah katındandır- diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!” (2 Bakara – 79)

Alim olarak nitelendirilenler, bu özelliklerinden dolayı etraflarında yığınla insan toplananlar, insanların kendilerine değil de Kur’an’a gitmelerini şart koşsalardı, kurtuluşun kendilerinde değil, Kur an’da olduğunu söyleselerdi, vahdet bozulmaz ve alimlerin görüşleri dinin yerini almazdı.

 

 

 

10-Allah ile Kul Arasındaki Aracılar

Dinlerini, Allah’ın Kitab’ı yerine, Kitabın açıklayıcısı olarak gördükleri kimselerden (aracılardan) öğrenmeyi ve her dediklerini kesin doğru kabul edenler; aslında Kitab’a değil, O aracıların Kitap adına uydurdukları şeylere uymaktadırlar.

Aracı, Kitapla ilgisi olmadığı halde? Kitap adına ortaya ne koyuyorsa; konulan şeyin Kitab’a uygun olup olmadığına bakılmaksızın, kendisine uyan da onun gibi anlıyor ve inanıyor. Böyle olunca da Kitabın yerini, aracının görüş ve düşüncesi almış oluyor.

Zamanla kurumlaşarak toplum tarafından kendilerine dokunulmazlık özelliği de verilen bu aracılar, din adına kurallar koymaya başladılar. Konulan kurallar dinin önüne geçerek insanların gerçek dini anlamasına engel oluşturdu.

Mürşit, alîm, üstad, şeyh, veli, müftü, imam., hoca, molla, seyda, diyanet, ağabey, efendi… gibi isimi ve sıfatlarla anılan bu aracılar insanlara Allah’a ve Allah’ın Kitabına gitmelerini önermek yerine, onları kendilerine çağırarak, Allah’a ve Kitab’a gitmede, kendilerini işin şartı olarak görüyorlar. Kul da bunlara takıldığı sürece Kitab ‘ın kendisine asla kavuşamadığından; deyim yerinde ise hayatını ‘kitapsız’ olarak tüketmektedir.

Evet, ismi ve sıfatı ne olursa olsun, kim kendisini işin şartı olarak görüyorsa, o aracı konumundadır. Bu tür aracıların yollarına uyanlar, Allah’ın yolundan uzaklaşırlar:


وَأَنَّ هَذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبِيلِهِ ذَلِكُمْ وَصَّاكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ (153)

“İşte Benim dosdoğru yolum badur ona uyun. Başka yollara uymayın ki Benim yolumdan uzaklaşmayasınız. sakınasınız diye Allah size böyle buyuruyor” (6 Enam-153)

وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ (16)

“Andolsun, insanı Biz yarattık, kendi kendine ne fısıldadığını biliriz; Biz ona şah damarından daha yakınız” (50 Kaf-16)

diyen Allah ile kulu arasında aracılık görevine soyunanlar, kendilerine itaat etmenin ve saygı göstermenin, Allah’a itaat ve saygı gösterme sayılacağını ileri sürerek

وَأَنَّ الْمَسَاجِدَ لِلَّهِ فَلَا تَدْعُوا مَعَ اللَّهِ أَحَدًا (18)

Şüphesiz mescidler Allah’ındır. O halde Allah’la birlikte kimseye yalvarmayın” Cin -17)

hükmüne rağmen insanları kendilerine itaat etmeye çağırmaktadırlar. Bu çağrılara uyanlar Allah’a kulluk yapalım derken, kula kul oluyorlar. Oysa ki Müminler ancak

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ (5)

“(Rabbimiz) Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım dileriz” (1 Fatiha-5)

sözüne uyan kimseler din Kur’an’in koruyucu kanatları altına girmeden, Ona sığınmadan, O’nun yol göstericiliğine ve yoluna bağlanmadan, o’nu ahlak edinmeden, Ona teslim olmadan ” Kur’an’a bağlıyız” sözü boşta kalır.

Arınmak isteyen, inancını ve kendisini korumak isteyen, Kur’an’a teslim olmalıdır. Kur’an adına uydurulmuş olanlara uymayı, Kur’an’a uymuş gibi görmek, uyulanları Allah’a denk tutmaktır. Onlara, “haham, rahip ve Meryem’in oğlu Mesih” konumunu vermektir:

“Onlar ancak tek İlaha kulluk etmekle emrolundukları halde, hahamı, rahibi ve Meryem oğlu Mesih’i Allah’ın yanısıra rabler edindiler. O’ndan başka ilah yoktur. Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir” (Tevbe-31)

Allah’a koşulan ortak, Lat, Uzza, Menat olunca şirk oluyor da, mürşit veya şeyh olunca niçin şirk olmasın? Değil şeyh veya mürşit, Allah’ın hükmü yanında, kendisine hüküm koyma hakkı tanınan Peygamber de olsa, bu şirktir, Peygamberlerin varisleri ancak onlardır kî: insanları yalnızca Kur’an’a çağınr ve Kur’an’a uymalarını isterler; kendi görüş ve düşüncelerine değil.

Ebu Cehil’in varisleri ise insanların Kur’an’a uyabilmek için kendilerine uyulması gerektiğini şart koşanlardır. Bir yanda, doğrudan Kur’an’a çağıranlar, diğer yanda Kur’an adına kendilerine çağıranlar! Hangi çağrı uyulmaya değer?

3 اتَّبِعُوا مَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ وَلَا تَتَّبِعُوا مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ

„Râbbinizden size indîrilen kitaba uyun. Ondan başka velilere uymayın. Ne kadar’da az düşünüyorsunuz (7 Araf-3)

diyen Allah, bize uyacağımız çağrının ne olduğunu göstermiyor mu? insanları doğrudan Allah’ın kitabına çağıran, onlara referans ve ölçü olarak O’nu sunan, kendisini dini anlamada ve uygulamada işin şart olarak görmeyen,bilgi ve birikimi ile başkalarına yardımcı olmayı amaçlayan, insanları güzel öğüt ve hikmetle Allah’ın yoluna çağıranların çağrısı mı? yoksa din adına oluşturulmuş fakat dinle ilgisi olmayan; din dışı, şirke bulaşmış kurum ve kuruluşlarına, cemaatlerine çağıranlar mı?

يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَالَيْتَنَا أَطَعْنَا اللَّهَ وَأَطَعْنَا الرَّسُولَ (66)

وَقَالُوا رَبَّنَا إِنَّا أَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرَاءَنَا فَأَضَلُّونَا السَّبِيلَ (67)

66-Yüzleri ateşte kızartıldığı gün: “keşke Allah’a ve Rasule itaat etseydik” derler.” 67-“Derler ki: “Rabbiniz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize uyduk.Fakat onlar bizi doğru yoldan saptırdılar“(33 Ahzap 66/67)

Allah, Peygambere bile yüzünü (yönünü) yalnızca kendisine çevirmesini isterken, aracılara ne oluyor ki insanları kendilerine çağırıyorlar?

فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (30)

“Sen yüzünü, Allah’ı birleyici olarak doğrudan dine çevir. Allah’ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler” (30 Rum-30).

Kitab’a uymak, uyanları doğru yola, Allah’ın razı olacağı yola götürmeye, onları cennetlik yapmaya yetecektir.

Şu gerçek iyice bilinmelidir ki: Rasulullah yirmi üç yıl süren elçiliği boyunca insanları kendisine değil, yalnız ve yalnız Allah’ın kitabına davet etmiş ve bu daveti Allah’ın kitabıyla yapmıştır. Yani insanları Kur’an’a Kuranla çağırmıştır. Sıfatımız ne olursa olsun, kim olursak olalım bizler de insanları kendimize değil Allah’ın kitabına çağırmalıyız ve bu çağrıyı da Allah’ın kitabıyla yapmalıyız. Vesselam

 

 

11-Geleneksel Kültürün etkisi

Kültürün bizde oluşturduğu ön bilgilerle/yargılarla Kurana yaklaşmak, ondan elde edilmesi gerekeni elde etmemize engel olur. Mevcut bilgilerimizi Kur’an’a göre değiştirme veya düzeltme yerine, Kur’an’a onaylatmaya kalkışırsak hak ile batıl birbirine karışır.

Günümüzde Müslüman geçinenler, aradan geçen 1400 yıllık bir süre içinde birikmiş olan bilgi, kültür ve değer yargılarının kendilerinde oluşturduğu bakış açısı ile Kur’an’ı anlamaya çalışırken; anlayışlarını Kur’an’a uyumlu hale getireceklerine, Kur’an’ı kendi anlayışlarına uydurmuş olmanın, çelişkisini yaşamaktadırlar.

Miras yolu ile atalardan devralınan cahili kültür, din adına korunmuş ve kutsallıklarına kutsallık katılarak yüce değerler halini almıştır. Bu kutsallara göre düşüncelerini oluşturanlar, atalarının yolunu sürdürmeyi Allah’ın yoluna, uymaya tercih etmiş kimseler olduklarından, Rabbimiz onları şöyle uyarmaktadır:


وَاِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَاۤ اَنْزَلَ اللَّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَاۤ اَلْفَيْنَا عَلَيْهِ اٰبَاۤءَنَا اَوَلَوْ كَانَ اٰبَاۤؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ شَيْئًا وَلاَ يَهْتَدُونَ (170)
Onlara; ”Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği zaman, “Hayır atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” derler. Ya ataları bir şey düşünemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler(2 Bakara-170).

Onlara,

وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا إِلَى مَا أَنزَلَ اللَّهُ وَإِلَى الرَّسُولِ قَالُوا حَسْبُنَا مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ شَيْئًا وَلَا يَهْتَدُونَ (104)

“Allah’ın indirdiğine ve Allah’ın elçisine gelin” dendiği zaman, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter” derler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler”

(5 Maide-104).

Özelikle İslam’ın hızla yayıldığı dönemlerde kitleler halinde Müslüman olanlar, İslam öncesi inanç ve kültürlerine ait olan değer yargılarını da kendileri ile beraber İslam’a taşıdılar. Böylece, geçmişlerine ait cahili inanç, kültür, örf ve adetler, mânâ ve özde hiçbir değişikliğe uğramamış olduğu için, Vahy İslam’ı, Kültür İslam’ına dönüştü.

 

İslamı, cahili kültürle kirletme, ilk dönemin özel şartlarından dolayı mümkün olamamıştı. Çünkü, ilk yıllarda îslamı seçenler bilinçli olarak seçim yapıyorlardı. Neye evet dediklerini biliyor ve kendilerini cahili hayata ait olan herşeyden arındırarak İslama giriyorlardı İlk yıllarda insanlar birer birer Müslüman olurlarken, daha sonraları topluluklar halinde İslam’lama girilmeye başlandı.

İslam’a birer birer girenler, cahili hayatlarına ait neleri varsa hepsini İslamın kapısında bırakıp öyle girerlerken, topluluklar halinde girenler ise bu hassasiyetten uzak bir şekilde kendileri ile birlikte cahili hayatlarına ait olanların büyük bir bölümünü de İslam’a soktular.

İlk zamanlar, Müslüman olmak demek, zulüm görmek, malından, canından yurdundan ve sevdiklerinden olmak demekken, daha sonraları (İslam devlet olunca) Müslüman olmak birçok avantajı da beraberinde getirmeye başladığından, insanlar da avantajlı olanı tercih etmeye başladılar.

Deyim yerinde ise işlerine de geldiği için Müslümanlığı sevenler çoğalmaya başladı, Müslüman olmanın insana avantaj sağladığı, güç ve itibar kazandırdığı dönemde İslam’ı seçenler, mallarını ve canlarını ortaya koyarak seçenler gibi, İslam’a teslim olarak değil, aynı zamanda çıkarlarına da uygun olduğu için seçtiler.

İlk zamanlar seçilen şey zor olandı. Sonraları kolayı seçmek oldu. İşte kitleler halinde İslam’a girenlerin büyük bir çoğunluğa çıkarlarına ters düşmeyen konularda İslam’a uyarlarken, çıkarlarına ters düşen konularda da İslamı kendilerine uydurdular.

İslamı kendilerine uyduranlar bunu –Kur’an’ın kendisini değil– ondan anlaşılması gerekeni değiştirerek yaptılar.

Konuyu özetlersek, ilk dönem Müslümanları özlerinde olanı İslam’la değiştirerek Müslüman olurlarken, daha sonra kitleler halinde İslam’a girenlerin bir çoğunda bu değişiklik sözde bir değişiklik olmaktan öte gitmemiştir.

Böyle olunca da, dışta ve kabukta İslam olanlar, içte ve özde kültürlerini ve geçmişe ait olan değerlerini dîn olarak yaşamaya devam ettiler.

 

 

12-Tevhidi Düşünceyi Gereğince Kavrayamamış Olmak

Kuşkusuz Tevhid, Allah’ı birlemektir, Allahı birlemek ise, sanıldığı gibi sadece bir olduğuna inanmak ve ondan başka ilah olmadığını kabul etmek değildir. Günümüzde büyük bir çoğunluk, Allah’ı sayı olarak birlediği halde, bir çok alanda müşrik konumuna düşmektedir.

Çünkü, Allah’ı sadece sayı olarak birlemek, tek başına yeterli değildir. Allahı sayıda olduğu gibi, özellikleri ile de birlemedikçe Tevhid gerçekleşmez. Yani, Tevhid, Allah sayı ve özellikleri ile birlemektir. Allah’a ait bir özelliği O’nun dışında başka bir varlığa tanımak/vermek/görmek şirktir.

Örneğin, her insan bir takım şeyler bilir, fakat her şeyi bilemez, Her seyi ancak Allah bilir. Kim ki birilerine her şeyi bilir diye inanırsa şirke düşmüş olur.

Keza, Gayb’ı ancak Allah bilir, kim ki gaybı bilme özelliğini kendinde veya bir başkasında görürse, bu özelliği ile Allah’a eş koşmuş olur. Çünkü bu Allah’a ait bir özelliktir.

Hüküm koyma, helal ve haramı tesbit etme hakkı Allah’a aittir. Kim ki Allah’a ait olan bu hakkı kendisinde veya bir başkasında görürse şirke düşmüş olur. Çünkü bu Allah’a ait bir özelliktir.

Sayı olarak Allah’ı birlediği halde, özelliklerinde Allah’a bir çok ortak koşmuş ve böylece Allah’la birlikte bir çok ilah edinmiş olan günümüz müslümanları, müşriklik sayılacak bu kabullerinden vazgeçmedikçe, Tevhid’î inancı kavramadıkça Kuran’ı gereğince anlamaları mümkün olamaz, ister Kur’an’ı yüzlerce kez okusunlar, ister Arapça’yı en detaylı şekilde bilmiş olsunlar yine de Kur’an’ın mesajını kavrayamazlar.

Çünkü, Kur’an Tevhid esası üzerine kurulmuştur. Kur’an’dan, Tevhidi çıkardığımız zaman Kur’an, gerçekten hiçbir şey ifade etmeyen ve bomboş bir kitap haline dönüşmüş olur. Tevhidin zıddı sirk Şirk, Allah’ı varlık olarak kabul ettiği halde, O’na başka birşeyi eş koşmadır. Allah’a ait özellikleri başka bir varlıkta da görmek şirktir. Nitekim, Mekke’li Müşrikler de Allah’ı var kabul ettikleri halde, Onunla birlikte veya o’na rağmen başka ilahlar edinmişlerdi.

Örneğin, Allah’ın koyduğu yasaları değil, kendi yanlarından koydukları yasaları geçerli sayıyorlardı. Oysa kî yasa/hüküm koymak hakkı sadece ve sadece Allah’a ait bir özelliktir. Keza, helal ve haramı da belirleme hakkı sadece Allah’a aittir. Kim kî Allah’ı yaratıcı olarak kabul ettiği halde, helal ve haramı belirleme hakkını ve yetkisini başka bir güçte, otoritede, varlıkta veya kendisinde görürse. Allah’a ait bu özelliği Allah’tan başka şeylerde gördüğü/tanıdığı için şirk işlemiş olur; yani müşrik olur.

“Andolsun onlara “Gökleri ve yeri kim yarattı, Güneşi ve Ayı kim (sizin yararınıza) boyun eğdirdi” desen; “Allah”, derler. O halde nasıl Allah’ın birliğinden döndürülüyorsunuz?” (Ankebut – 61)

ayetinde de görüldüğü gibi müşrikler, Allah’ı kabul ettikleri halde, o’na ait birtakım özellikleri, başka varlıklara tanıdıkları için müşrik olarak sayılmışlardır.

Bu gerçek apaçık ortada olduğu halde, günümüzde bir takım insanlar Allah’a açıktan eş koştukları halde, müslümanlıklarına toz kondurmamaları, kendilerini aldatmaktan başka bir anlam ifade etmez. Tevhidi inancı bozulmuş, şirkle kafası kirlenmiş bir kimsenin Kur’an’ı elbetteki gereğince anlaması söz konusu olamaz. Onun için, tevhidi gereğince anlamadan Kur’an’ı gereğince anlamak mümkün değildir.

 

 

13-Hidayeti ve Sapmayı İnsan Seçer

Hidayete ermek/kavuşmak ve iman etmek ile kafir olmak veya sapınçı seçmek konusu yanlış anlaşılan konulardan biri olarak günümüzde de düşünce hayatımızda karışıklıklara neden olmaya devam etmektedir.

Konuya girmeden önce şu gerçeğin bilinmesinde yarar var: inancımızda büyük öneme sahip olan bu konunun, yanlış anlaşılmasının temelinde kuşkusuz ki, Kur’an’a bütüncül bir anlayışla yaklaşmamak yatmaktadır.

Kur an’ın bir bütün olarak ifade ettiği genel anlamı gözönünde bulundurmazsak, yani ayetleri tek başına ve yalın olarak ifade ettikleri anlamlarıyla anlamaya çalışırsak, anlaşılması gerekenin yerine kendi anladığımızı geçiririz. Bu da yanılmamıza, yanlışa düşmemize neden olur. îşte bu konuda da, böylesine bir yanlışa düşmüş olmanın çelişkisini yaşamaktayız.

Bir ayetin ne dediğini anlamaya çalışırken, anlaşılması gerekenin ne olduğu konusunda, Kur’anın genel anlayışına ve özellikle aynı konuyu içeren diğer ayetlere uygunluk sağlamasına dikkat edilmelidir. Bu dikkati göstermeyenler, söylenen şeyle, söylenmek istenen şey arasında yanlış bağlantı kurdukları için, farklılık ve çelişki ortaya çıkmakta ve söylenmek istenen şey yanlış anlaşılmaktadır.

Kur’an, insanın seçme iradesine/özgürlüğüne sahip olarak yaratıldığını, dileyenin dilediği yolu, seçme hakkına sahip olduğunu defalarca ve açık bir biçimde belirtmiştir. Kur’an, insanlar, hidayete erip, doğru yolu bulsunlar diye, Allah tarafından gönderilen bir kitaptır.

Bu, Allah’ın, insanlar arasında hiçbir ayırım gözetmeksizin, hepsinin doğru yolu bulmaları, hidayete ermelerini istediği anlamına gelir. Allah’tan, doğru yolu gösterici elçilerin, hidayete erdirici kitaplar (rehber)’ın, doğru ile yanlışı açıklayıcı/ayir dedici vahyin gönderilmesi, bütün insanların hidayete ermeleri ve iman etmeleri için değil midir?

Kitabın insanlar ikna olsunlar diye, herşeyi örnekleyerek açıklaması, insanın sonunun nasıl olacağını bildirmesi ve bizatihi Kur’an kendisinin insanları doğru yola, hakka çağıran bir mesaj olduğunu, iyi yolla, sapık yolu iyice ayırarak, bunların neler olduğunu apaçık gösterici olduğunu belirtmiş olmasına rağmen; Kur’an, dünyanın imtihan dünyası olduğunu, Allah’ın insanları sınamakta olduğunu bildirmesine rağmen; kimi müslümanları,

“İnananı ve inanmayanı, mümini ve kafiri, hidayete ereni ve sapmışı Allah belirlemektedir. Allah seçici olarak, dilediğini hidayete, dilediğini de sapıklığa yöneltmektedir“ diye düşünmeleri ve inanmaları doğru olabilir mi?

Kuşkusuz bu düşünce ve inanç Kur`ana ters düşmektedir. Çünkü şayet öyle olsaydı iman eden ve etmeyenin, hidayete erenin ve sapıklığı seçenin, hiçbir suçu ve sorumluluğu olmaması gerekirdi, öyle ya, insan yapmadığı veya seçmediği birşeyden ne diye sorumlu tutulsun ki? Düşünebiliyor musunuz!

Allah, kullarından bir kısmına iman vermeyecek, onları hidayete erdirmeyecek; onları inkarcı yaparak, sapıklığa itecek; ondan sonra da inanmıyorlar diye/sapık oldular diye cezalandıracak. Böylesi bir çelişkiyi Allah’a yakıştırmak nasıl doğru olabilir? Hangi akıl sahibi bunu kabul edebilir?

Bu yanlışı İslam’a mal etmeye çalışan zihniyetin Kur’an’dan ne kadar uzak ve kopuk bir zihniyet olduğu bîr kez daha açıkça belli olmuyor mu? Şayet bu konuda seçici ve belirleyici Allah ise o zaman ne diye küfredenleri Cehenneme göndersin? Veya bunun tersi olarak iman edenleri ne diye Cennete göndersin? Çünkü, iman edenler, bu tercihi kendi iradeleri ile yapmamış olup, bunda bir payları yoktur.

Oysa ki birşeyi hak etmek için, ne gerekiyorsa yapmak gerekir, îman edeni Allah belirlediğine göre, onu ne diye Cennetle ödüllendirsin? İnanan ve inanmayanı, kabul eden ve etmeyeni Allah belirliyor diyorsak, o zaman bunun neticesinde insanın bir suçu, günahı veya sevabının olmadığı neticesine varırız. Öyle ya, mademki bu seçimi Allah yapmıştır o zaman insan ne diye suçlu olsun ki?

Bu gerçeğe rağmen Kur’an daki kimi ayetleri, iman ve inkar edenleri Allah belirler, hidayet Allah’tandır; Allah dilemedikçe kimse hidayete eremez, Allah dilediğine hidayet, dilediğine sapıklık verir şeklinde anlamak, anlamlandırmak nasıl doğru sayılabilir? Ne var ki örnek olarak seçtiğimiz aşağıdaki ayetler ve benzer ayetler dikkate alınarak, sanki “insanların neyi seçeceğine Allah karar vermektedir” şeklinde anlaşılabilmektedir.

Bir çok kimse yaptığı yanlışların sorumluluğunu Allah’a yükler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

سَيَقُولُ الَّذِينَ أَشْرَكُوا لَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا أَشْرَكْنَا وَلَا آبَاؤُنَا وَلَا حَرَّمْنَا مِنْ شَيْءٍ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ حَتَّى ذَاقُوا بَأْسَنَا قُلْ هَلْ عِنْدَكُمْ مِنْ عِلْمٍ فَتُخْرِجُوهُ لَنَا إِنْ تَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنْ أَنْتُمْ إِلَّا تَخْرُصُونَ (148) قُلْ فَلِلَّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَلَوْ شَاءَ لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ

148- “Şirke düşmüş olanlar şöyle diyeceklerdir: “Eğer Allah dileseydi şirke düşmezdik, babalarımız da öyle. Hiçbir şeyi haram da kılmazdık.” Onlardan öncekiler de aynı yalanı söylediler de baskınımıza uğradılar. De ki, “Elinizde, gösterebileceğiniz bir bilgi var mı?” Siz ancak kuruntuya uyuyor ve sadece tahmin yürütüyorsunuz.

149- De ki: “En kapsamlı delil Allah’ınkidir. O dileseydi hepinizi yola getirirdi”. (En’am 6/148-149)

Allah’ın dilemesi yani iradesi iki türlüdür; biri teşriî, diğeri tekvînî iradedir. Tekvînî irâde Allah’ın bir şeyi yaratma konusundaki iradesidir. Yaratmak istediği şeye, “ol” deyince oluverir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ (82)

Bir şeyi istediği zaman onun işi sadece “ol” demektir; o iş hemen oluverir.” (Yasin 36/ 82)

Allah’ın teşriî iradesi ise insanların davranışları ile ilgili iradesidir. O, koyduğu kanun ve kurallara uyulmasını ister ama kimseyi zorlamaz. Bu iradenin yerine gelmesi, insanın gayretine bağlıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“De ki: Bu gerçek Rabbinizdendir; isteyen inansın, isteyen de göz ardı etsin. Ama biz, yanlış yapanlara öyle bir ateş hazırladık ki, dumanı onları içine alacaktır. yardım isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri kavuran su ile yardımlarına koşulacaktır. Ne kötü içecek ve ne fena birliktelik!” (Kehf 18/29)

Allah Teâlâ, din konusunda baskı yapmadığı gibi kimsenin baskı yapmasına da razı olmaz. O bu konuda Muhammed aleyhisselamı şöyle uyarmıştır:

وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ لَآمَنَ مَنْ فِي الْأَرْضِ كُلُّهُمْ جَمِيعًا أَفَأَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتَّى يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ (99)

99- “Rabbin dilese, yeryüzünde kim varsa hepsi toptan inanır. İnanıncaya kadar insanları, sen mi baskı altında tutacaksın?” (Yunus 10/99)

وَإِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكَ إِعْرَاضُهُمْ فَإِنْ اسْتَطَعْتَ أَنْ تَبْتَغِيَ نَفَقًا فِي الْأَرْضِ أَوْ سُلَّمًا فِي السَّمَاءِ فَتَأْتِيَهُمْ بِآيَةٍ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَجَمَعَهُمْ عَلَى الْهُدَى فَلَا تَكُونَنَّ مِنْ الْجَاهِلِينَ (35)

35- “Onların yüz çevirmesi sana ağır geldiğinde yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya ve onlara bir mucize getirmeye gücün yetiyorsa hiç durma! Allah dilese onları kolayca doğru yolda top­la­yıverir. Sakın ha, cahillerden olma!” (En’am 6/35)

Allah Teâlâ, istekli olmayan hiç kimseyi yola getirmez. O, şöyle buyurur:

يَاأَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللَّهُ يَعْصِمُكَ مِنْ النَّاسِ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ (67)

67- “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, peygamberlik görevini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur Allah kâfir toplumu yola getirmez.“ (Maide 5/67)

“Allah zalim toplumu yola getirmez“ (Tevbe 9/19)

“Allah fasık toplumu yola getirmez. “ (Tevbe 9/24)

Allah, yalnızca istekli olanları yola getirir. Bu konuda şöyle buyuruyor:

وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (4)

4- “Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara açıklamayı iyi yapsın. Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir.[15]Güçlü olan o, doğru karar veren odur.” (İbrahim 14/4)

İnsanın yola gelmesi, istekli olarak Allah’a yönelmesine bağlıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ قُلْ إِنَّ اللَّهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ أَنَابَ (27)

27- İnkar edenler, “Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi,” diyorlar. De ki: “Allah, isteyeni sapıklıkta bırakır, kendine yöneleni de yola getirir.” (Ra’d 13/27)

İyiliği sonsuz Allah, yola geldikten sonra yanlış işler yapan bir kulunu uyarmadan yoldan çıkmasını onaylamaz. Bu konuda şöyle buyurur:

وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُضِلَّ قَوْمًا بَعْدَ إِذْ هَدَاهُمْ حَتَّى يُبَيِّنَ لَهُمْ مَا يَتَّقُونَ إِنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (115)

115- “Allah, bir kavmi hidayete erdirdikten sonra, nelerden sakınacaklarını kendilerine iyice açıklamadıkça dalalete düşürmez. Gerçek şu ki, Allah her şeyi bilir..” (Tevbe 9/115)

Sapıtanlar, açık uyarıları dikkate almayanlardır. Böyle bir toplum, önce refaha kavuşur, sonra hiç beklemediği bir anda cezaya çarptırılır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Ne zaman ki yapılan uyarıları göz ardı etti­ler, biz de üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik. Kendilerine verilenlerle tam ferahladıkları bir sırada onları kıskıvrak yakaladık. Hepsi bir anda umut­suzluğa düştüler.” (En’am 6/44)

Allah, uyarılmamış bir topluma ceza vermez. Bu konuda şöyle buyurur:

مَنْ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولًا (15)

15- “Kim yola gelse kendi için gelir. Kim de sapsa kendi aleyhine sapar. Kimse kimsenin günahını çekmez. Bir elçi gönderinceye kadar kimseye azap etmeyiz.” (İsra 17/15)

Bu anlayışın yanlış olduğunu yukarıda izah etmeye çalıştık. Buna ilave olarak, konu ile ilgili yüzlerce ayetten örnek olsun diye birkaçını vererek izahımıza devam edeceğiz. Ancak öncelikle konunun yanlış anlaşılmasına neden olan ayetlerden bir kaçına değinmeye çalışalım:

“Bizim ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah dilediği/dileyen kimseyi şaşırtır, dilediği/dileyen kimseyi de doğru yola koyar (Enam-39).

“Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanmaz ve (Allah) pisliği (huzursuzluğu, azabı), akıllarını kullanmayanların üzerine kor” (Yunus-100)

“(Ey Muhammed), sen onların yola gelmelerini ne kadar istesen de Allah şaşırttığını yola getirmez ve onların yardımcıları da olmaz!” (Nahl-37)

”Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat (o), dilediğini/dileyeni saptırır, dilediğini/dileyeni doğru yola iletir. Ve siz mutlaka yaptığınız şeylerden sorulacaksınız (Nahl-93).

Kur’an’da, hidayet ve sapıklık veya iman ve inkar etme konusunda bu ayetlerle aynı anlama gelebilecek daha birçok ayet bulunmaktadır. Bu dört ayetin analizini yaparak ilahi murada yani söylenen şeyle, ne söylenmek istendiğine dair yapacağımız açıklama, benzer ayetler için de geçerlidir. Konu ile ilgili ayetlere yaklaşımda şu hususa çok iyi dikkat edilmelidir:

Kur’an’da hiçbir yerde doğrudan “Allah dilediğini saptırır, dilediğine hidayet verir” şeklinde başlayan veya yalnızca bu cümleden ibaret olan bir ayet göstermek mümkün değildir. Buraya örnek olarak aldığımız ayetlerde de görüleceği gibi “ayetleri yalanlayanlar“, “akıllarını kullanmayanlar“, “öğüt almayanlar“, “yanlışta ısrar edenler“, gerekçe gösterilerek, hidayet ve sapıklık söz konusu edilmektedir.

Bu ayetlerde olduğu gibi, konu ile ilgili bütün ayetlerde iman ve küfür bir gerekçeye dayandırılmaktadır. Söz konusu gerekçeleri gözardı edenler, karşı koyanlar, yok sayanlar muhatap alınarak onlara şöyle denmek istenmektedir:

“Sizler bu gerçeklere (gerekçelere) aldırmayıp ve söylenenleri kabul etmediğiniz için, tavrınız sadece sizi bağlamakta ve gerçekten kaybeden de sizler olmaktasınız. Tercih hakkı size bırakıldığından, bu tercih hakkım kötüye veya iyiye kullanmış olmanın bedeli de size aittir. ‘Hidayeti ve sapıklığı’; seçme ve tercih etme hakkını size kullandırıcı olarak ve bu konuda izin vererek yani dilediğinizi seçmeye müsaade ederek, seçmenize karışmayarak Biz vermiş oluyoruz/ işte Kur’an “dilediğimize hidayeti, dilediğimize sapıklığı veririz ” bu anlamda kullanmıştır.

Ey insanlar! Eğer size seçme hakkı vermeseydim veya hidayeti ve sapıklığı biz yaratmasaydık sizin birşey yapmaya (hidayeti veya sapıklığı seçmeye) gücünüz yetmezdi, iyi ve kötü olanı biz yaratıyoruz, siz ise sadece seçiyorsunuz. Yani yaratıcı olarak hidayet ve sapıklığı biz veriyoruz (size sunuyoruz); seçici olarak da sîzler seçiyorsunuz, işte vermek bu anlamdadır, istenilen mevki Allah’tır, Diğer bir deyimle veren mevki Allah’tın insan alandır, insan, Rabbi tarafından kendisine verilen hidayet ve sapıklıktan dilediğini alır.

Bu konuda tercih etme ve seçme hakkı tamamen ona aittir; Yalnız bu alma işinde Allah, insanı iyi olanı alması için Kitap ve elçi ile desteklemektedir. Kötüyü alırsa cezalandıracağı, iyiyi alırsa ödüllendireceği ikazında bulunarak, iyi olanı alması için uyararak, Allah, kullarından yana tavır almaktadır.

Rabb’imizin, “Biz dilemedikçe hidayete eremezsiniz” ve “Biz dilemedikçe doğru yolu bulamazsınız” şeklinde de birçok ayeti bulunmaktadır. Bu tür ayetler bir durum testaiti yapmaktadır. Bir şeyin olmasını istemek veya karar vermek değil- birşeyin sonucunu açıklamaktadır bu ayetler. Rabb’iniz, öncelikle kullarına doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü, imam ve küfrü açıkça göstererek onları iyi olanı seçmeleri konusunda uyarmaktadır.

Ancak bu gerçeğe rağmen kimi kullar yanlış olanı ve küfrü seçmektedirler. Bu kimseler hiçbir uyarıya aldırmamakta, inat ve tam bir kararlılıkla bu tavırlarım sürdürmektedirler, îşte bu hal üzerinde olanlara, Allah demektedir ki: “Onları girdikleri yoldan ancak Ben döndürebilirim. Onlar kendi kararları ile artık dönmezler; onlar, ancak benim kararımla dönebilirler .yani ben dilemedikçe dönmezler. Onların doğruyu bulmaları ancak benim müdahale etmeme ve onlara verdiğim seçme hakkını iptal etmeme seçeneğiniz yoldan değil benim gösterdiğim yoldan gitmek zorundasınız dememe bağlı İşte Allahın dilemesi bu şekilde olursa ancak ozaman bu kimseler doğru yolu bulurlar seçerler.

Aksi halde bu mümkün olmaz. Yani Allah dilemedikçe (dönmelerine karar vermedikçe) onlar yanlış yoldan dönmezler… Allah dilemedikçe deyiminin vurgusundan da bu işin düzelmesinin tamamen Allahın dilemesine kaldığını bunun dışında hiçbir şeyin yararının olmadığı anlaşılmaktadır.

Allah her şeye güç yetiren olduğu için şayet isterse en azmışı dahi zorla doğru yola döndürür. Diğer bir deyimle Allah inanmayan ve sapıtmışlara demektedir ki siz öylesine azmış ve sapıtmışsınız ki sizin doğruyu bulmanıza hiçbir şeyin gücü yetmemektedir.

Ancak ben müdahale edersem ancak ben dilersem düzelirsiniz. Başka türlü düzelemezsiniz. Allah’ın dilediğine hidayet verdiği dilediğini de saptırdığı gerçeğinin böyle anlaşılması gerektiğine inanıyor ve son sözün Kur’an a bırakıyoruz.

Bu sizin ellerinizin yapıp öne sürdüğünün karşılığıdır. Allah kullara asla zulmedici değildir. (al-i İmran-182)

(Allah’a) ortak koşanlar diyecekler ki Allah isteseydi ne bizi ne de babalarımız ortak koşmazdık hiçbir şeyi haram yapmazdık. Onlardan önce yalanlayanlar da böyle demişlerdi de nihayet azabımızı tatmışlardı. De ki yanınızda bize (çıkarıp) göstereceğiniz bir bilgi (yazılı belge) var mı? Siz sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.(en’am-148)

Her nefis ölümü tadacaktır. Biz sizi sınamak için şerre de hayra da müptela kılıyoruz. Ve sonunda bize döndürüleceksiniz. ( Enbiya -46)

Kim iyi iş yaparsa yararı kendisinedir. Ve kim kötülük yaparsa zararı kendisinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir. (fussilet-46)

Kim ahiret ekinini istiyorsa onun ekinini artırırız kim dünya ekini istiyorsa ona da dünyadan bir şey veririz.fakat onun ahirette bir nasibi olmaz…(Şura-20)

Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ındır. (bunları yaratmıştır.)ki kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırsın güzel davrananlarıda güzellikle mükafatlandırsın (Necm-31)

Biz ona yolu gösterdik: Ya şükredici veya nankör olur (insan-3)

Kısa ve doğru yolu Allah gösterir. Ama o yoldan sapan da var Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi (Nahl-9)

İman ettikten,Rasulün hak olduğunu gördükten ve kendilerine açık deliller geldikden sonra inkar eden bir topluma Allah nasıl yol gösterir?Allah zalim toplumu doğru yola iletmez. (Al-i imran-86)

 

 

14-MÜSLÜMAN OLMAYANLARLA İLİŞKİLER

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

لَاا يَنْهَكُمْ اللَّهُ عَنْ الَّذِينَ لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَلَمْ يُخْرِجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ أَنْ تَبَرُّوهُمْ وَتُقْسِطُوا إِلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ (8)

إِنَّمَا يَنْهَاكُمْ اللَّهُ عَنْ الَّذِينَ قَاتَلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَأَخْرَجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ وَظَاهَرُوا عَلَى إِخْرَاجِكُمْ أَنْ تَوَلَّوْهُمْ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ (9)


“Allah, din hususunda sizinle savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik etmenizi ve değer vermenizi yasaklamaz. Allah değer bilenleri sever. Allah sadece, din hususunda sizinle savaşmış, sizi yurdunuzdan çıkarmış ve çıkarılmanıza destek vermiş kimselere yakınlık göstermenizi yasaklar. Onlara yakınlık gösterenler zalimlik etmiş olurlar.” (Mumtahane 60/8–9)

Ayetlere göre gayrimüslimlerle ilişkide üç kırmızı çizgimiz vardır:


1- Dinimizden dolayı bizimle savaşmaları,
2- Bizi yurdumuzdan çıkarmaları,
3- Yurdumuzdan çıkaranlara destek vermeleri
.

Bu çizgileri çiğneyenlerle dostluk kuramayız.

Tevbe 5. âyet:
Bu âyetin, Müslüman-gayrimüslim ilişkisinde esas alındığı iddia edilir:

 

“Haram olan aylar (onlara tanınan dört aylık süre) sona erince o müşrikleri nerede bulursanız öldürün; yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Tevbe eder, namazı kılar ve zekâtı verirlerse onları serbest bırakın. Allah bağışlar, ikramı boldur. (Tevbe 9/5)

Bu âyet, kırmızı çizgilerin tamamını çiğnemiş, Hudeybiye barış antlaşmasını bozmuş, Mekke’nin fethinden sonra kendilerine bir yıl dokunulmamış, ayrıca dört aylık ek süre verilmiş olan Mekkeli müşriklere yapılan son uyarı ile ilgili ayetlerdendir. Benzer durumlar olmadıkça bu hükümler uygulanmaz. Ayeti farklı anlama çekmek doğru değildir.

 






a-Gayrimüslimlerden Hakaret

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Mallarınız ve canlarınız konusunda yıpratıcı bir imtihandan geçirileceksiniz; bir de sizden önce Kitap verilenlerden ve müşriklerden çok üzücü sözler işiteceksiniz; bunlardan kaçış olmaz. Eğer sabreder, korunursanız, işte bu kararlılık gerektiren işlerdendir. (Al-i İmran 3/186)

Üzücü söz ve hakaret, kırmızı çizgilerden olmadığı için böylelerine karşı; sabırlı, tedbirli ve kararlı olma dışında bir yol gösterilmemiştir.

Peygamberimiz, önce Müslüman olan, sonra dinden dönen ve problem kaynağı olan ikiyüzlülerden çok çekmiş ama onlara karşı fiili harekette bulunmamıştır. Munafikun Suresi bu açıdan önemlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“O münafıklar sana geldiklerinde: “Biz şahidiz ki, sen, gerçekten Allah’ın elçisisin” dediler. Allah biliyor ki, sen elbette onun elçisisin. Ama Allah şahit, o münafıklar kesinlikle yalancıdırlar. Yeminlerini kalkan edip Allah’ın yolundan çekildiler. Ne kötü davranıyorlar!.. Bu, şundandır: Onlar önce inandılar, sonra kâfir oldular. Sonra kalplerinde yeni bir yapı oluştu, artık anlamazlar. Onları gördüğün zaman kalıpları seni imrendirir. Konuşurlarsa konuşmalarını dinlersin. Sanki dayalı kütükler gibidirler. Her gürültüyü aleyhlerine sayarlar. İşte düşman onlardır. Onlara karşı dikkatli ol. Allah canlarını alsın, nasıl da yalana sürükleniyorlar!

Onlara: “Gelin; Allah’ın elçisi sizin için bağışlanma dilesin” dendiği zaman, başlarını çevirirler. Bakarsın ki; kendilerini büyük görerek geri çekiliyorlar. İster bağışlanmalarını dile, ister dilme; sonuç değişmez. Allah onları bağışlayacak değildir. Çünkü Allah karıştırıcılar takımını yola getirmez.

Onlar şu sözü bile söylediler: “Allah’ın elçisinin yanındakilere bir şey vermeyin, dağılıp gitsinler”. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır, ama o münafıklar anlamazlar. Şöyle dediler: “Hele Medine’ye dönelim, güçlü olan, güçsüz olanı, elbette sürüp çıkaracaktır.” Oysa güç Allah’tadır, Elçisindedir ve inananlardadır, ama münafıklar bilmezler.” (Munafikun 63/1–8)

Zeyd b. Erkam bu âyetlerle ilgili şunları anlatmıştır: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte bir savaşa gitmiştik. Ordu sıkıntılar içine girmişti. Abdullah b. Ubeyy arkadaşlarına şöyle dedi: “Allah’ın Elçisi’nin yanındakilere nafaka vermeyin ki dağılsınlar. Hele Medine’ye dönelim, güçlü olan, güçsüz olanı oradan çıkaracaktır.” Bunu hemen Peygamber‘e haber verdim. Abdullah b. Ubeyy’i çağırtıp sorguladı. O da böyle bir şey söylemedim diye yemin etti. “Zeyd yalan söyledi” dediler. Bu bana çok ağır geldi. Sonra Allah Teâlâ Munafikun suresini indirdi[1]”.

Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR bu konuda özetle şu bilgileri verir:

Abdullah’ın kavmi içinde itibarı vardı; büyük sayılırdı. Üseyd b. Hudayr geldi. “Ey Allah’ın Elçisi!” dedi. “Ona aldırma, nazik davran. Vallahi, Allah seni gönderdiği sırada kavmi ona taç giydirmek için boncuk diziyordu. O seni, krallığını elinden almış görür”.

Abdullah b. Ubeyyin oğlu Abdullah temiz bir mümin idi. Babasının yaptıklarını öğrenince Allah’ın Elçisi’nin huzuruna geldi «Ey Allah’ın elçisi! İşittim ki Abdullah b. Ubeyy’i size ulaşan sözünden dolayı öldürmek istiyormuşsunuz. Eğer yapacaksanız bana emredin, başını ge­tireyim. Vallahi, bütün Hazrec bilir ki içlerinde babasına benden saygılısı yoktur. Korkarım ki, başka birine emredersiniz, o babamı katleder, ben de babanım katilinin halk içinde gezmesine tahammül edemem, tutar onu vururum. Bir mümini bir kâfire karşılık öldürmüş olur bu sebeble ateşe girerim“ dedi. Allah’ın Elçisi şöyle dedi:

Hayır. Biz ona nazik davranırız. Aramızda olduğu müddetçe iyi­ davranırız[2].“

Abdullah’ın davranışı her ne kadar çok kötü ise de üç kırmızıçizgiden birini çiğnemediği için yukarıdaki âyetler gereğince Peygamberimiz ona iyi davranmıştır. Bu gibileri en çok rahatsız eden, doğruların söylenmesidir. Ayetlerde olduğu gibi yanlış davranışlarını sayıp döktükten ve cezayı hak ettikleri konusunda kamu oyu oluşmasını sağladıktan sonra iyi davranılması, onları yanlızlığa sükrükler ve yandaşları dahi kendilerini terk etmeye başlar. Nitekim peygamberimizin iyi davranışı, Abdullah’ın çevresindekilerini İslam’a kazandırmıştır.

 

 

 

b-Dinden Dönenin ve Peygamberi Aşağılayanın Öldürülmesi

 

Yukarıdaki âyetlerde yer alan …önce inandılar, sonra kâfir oldular.. ifadesi bu şahısların mürted olduğunu açıkça göstermektedir. Bu ve benzeri âyetlere rağmen mezhepler, mürtedin öldürülmesi konusunda ittifak etmişlerdir.

Ayetler; İşte düşman onlardır. Onlara karşı dikkatli ol… hükmünden başka bir hüküm içermediği halde yine sağlam bir delile dayanmadan; Peygamberi aşağılayan, ona söven ve hakaret eden kişilerin öldürülmesi konusunda da mezhepler ittifak etmişlerdir. Oysa bu Kur’an’a aykırı bir anlayıştır.

Bugün en büyük sıkıntı, Müslümanları Kur’an çizgisine getirme sıkıntısıdır. (Derleyen :Dipl.-Ing. Mustafa Ateş)

http://tevhidnesli.de.tl/HANG%26%23304%3B-%26%23304%3BSLAM–f-.htm

 


[1] Ali Umuç, www.aliumuc.com dan alıntı yapılmıştır.

[2] Mü’min suresi 51. ayet

[3] Zümer suresi 19. ayet

[4] -“O gün Rahmanın izin verip sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” Ta-ha suresi 109. ayet

[5] Nisa suresi 48, 116. ayetler

[6] -Bu hadislerden bir kısmını, Şia’nın sahabeler hakkındaki eleştirilerinden rahatsız olan Sünniler uydurmuşlardır. Buna “Ashabıma dil uzatandan başka, herkese şefaat edebilirim” rivayetini örnek verebiliriz. Bir kısmını da, Ehl-i Beyt’e aşırı sevgi besleyen bazı Şii’ler uydurmuşlardır. Buna da “Ümmetimden, Ehl-i Beytimi sevenlere şefaat edeceğim” rivayetini örnek verebiliriz. Bu rivayetler için Seadet-i Ebediyye (Tam İlmihal) adlı kitaba bakınız. Sh:448 Görüldüğü gibi, her fırkanın siyasi görüşlerinin açıkça belirtilmiş olduğu bu sözler, zaman içerisinde peygambere fatura edilerek hadisleştirilmiştir. Bu olay, fırka taassubuyla uydurulan rivayetlerin, akaid konularına bile sokulduğunun apaçık bir göstergesidir.

[7] -Bu hadislerin manalarına inanıldığında, ahirete iman konusundaki birçok şeyin hiçbir işe yaramaz formaliteler olduğuna inanılmış olacaktır. Bu hadisleri kurtarmak adına; amel defterlerinin yazılmasını, amellerin tartılmasını, ceza ve mükafatın konulmasını …vb gereksiz olduğunu iddia etmiş oluruz.

[8] -Yunus suresi 18. ayet

[9] -Rum suresi 13. ayet

[10] Bakara suresi 214. ayet

[11] -Mü’min suresi 58. ayet, Casiye suresi 21. ayet, A’li imran 142,

[12] Bu kişileri; hastalıklarının tedavisi için aslında ameliyat gereken, ancak ameliyattan korktuğu için doktordan ilaç yazmasını isteyen tiplere benzetebiliriz. Biz doktor olarak kendilerine ilk beş maddedeki önerilerimize uymalarını tavsiye ediyoruz. Ama bundan kaçanlara, tedavi edilmeyeceğini bilmemize rağmen, hastalığın etkilerini azaltmak için ilaç tedavisi yapıyoruz. Ama çözümün de ameliyat olduğunu kendilerine söylüyoruz.

[13] Şefaati, olsa olsa cehennemi hak edenleri, cehennemden çıkartma şeklinde değil de; cehennemdeki azabının hafifletilmesi şeklinde anlamaya çalışın. Aksi halde, her büyük günahın sahibinin, şefaatle cehennemden kurtulacağına inanmak, ilahi imtihanın sağlıklı olup-olmadığının tartışılmasına yol açacaktır

[14] Bu tipler; hurafe merkezli İslam anlayışına göre “Evliyaullah” kabul edilmektedir. Bize göre, bu tipler çağımızın Lat, Menat ve Uzza’larıdır. Mekke müşriklerinin putlarına duydukları saygının aynısı günümüzde bu tiplere de duyulmaktadır. Kur’an-ı Kerim’e göre, bunlar sağa sola şefaat etmek şöyle dursun. Kendilerini bile kurtaramayacaklardır. Çünkü, Nahl suresinin 25. ayetinde onların hem kendi veballerini, hem de saptırdıkları kimselerin veballerini yüklenecekleri açıklanmıştır. Bu yüzden, bu kimselere, itimat edip “eteklerine yapışmanın” hiçbir mantığı yoktur.

[15] [15][1] Ulaşabildiğimiz mealler ayete şu anlamı vermişlerdir: “Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de yola getirir. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.”

Bu meal, hem Arapça dil kurallarına, hem de Kur’an’ın bütünlüğüne aykırıdır. Allah dilediğini yola getirecek ve dilediğini saptıracaksa neden elçi göndersin? Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş Allah’a yakıştırılabilir mi?

Çelişkiler, “يَشَاء = ister” fiilinin faili olan “o” zamirini, Arap dili kurallarına aykırı olarak, Allah lafzını gösterir saymaktan kaynaklanmıştır. Halbuki zamir, yanı başında bulunan “مَن = kim’i gösterir. Uzağı göstermesi için karine gerekir. Burada böyle bir karine yoktur. Ayetin doğru anlamı şöyledir: “… Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir…”

This entry was posted on Çarşamba, Ekim 8th, 2008 at 12:33 and is filed under ISLAM. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

There is currently one response to “Hangi İslam, Müslüman ve İnançla İlgili Kavramlar”

Why not let us know what you think by adding your own comment! Your opinion is as valid as anyone elses, so come on... let us know what you think.

  1. 1 On Aralık 15th, 2010, sedef said:

    tşk

Yorum Yaz