-
9th Temmuz 2008

Kur’an Işığında Tarikatçılık 5 -Prof. Abdulaziz Bayındır

posted in *ARACILIK ve ŞİRK |

Kur’an Işığında Tarikatçılık 5 -Prof. Abdulaziz Bayındır

F- ARACILIK İNANCI

Yukarıda Hıristiyanlıkta aracılık inancı olduğunu genişce anlatmıştık. Burada onu tekrarlamadan ona benzer bir inancın bir kısım tarikatlarda da olduğunu göstermeye çalışacağız. Aslında incelediğimiz tarikatların tamamında aracılık inancının var olduğunu gördük. Tarikatların hepsini incelemediğimiz için ihtiyatlı bir dil kullanmayı uygun bulduk. Tarikatlardaki aracılar, Hıristiyanlarda ve Taoistlerde olana benzer bir yapı oluşturmaktadır. Bu yapı, yaklaşık olarak şöyledir:

G- İNCELEDİĞİMİZ TARİKATLARDA ARACILAR

Allah’ı tanımlamada sıkıntı yoktur. Sıkıntı, Allah ile ilişkilerde ortaya çıkar. Allah Teâlâ şöyle buyuru­r: “Şurası bir gerçek ki, insanı yaratan biziz. Ona şahdamarından da yakın olduğumuzdan biz, içinin ona ne fısıldadığını biliriz. (Kaf 50/16)

“Kullarım sana beni sorarlarsa, ben onlara yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına karşılık veririm. Onlar da bana karşılık versinler; bana güvensinler. Belki olgunlaşırlar.” (Bakara 2/186)

İncelediğimiz tarikatların her birinde, Allah’ın insana şah damarından yakın olduğuna ve içten geçen her şeyi bildiğine inanılır. Hıristiyanlara göre de Allah insanlara yakındır[1] ve her şeyi bilir[2], insanların yüreklerinin derinliklerine iner[3]. Taoistlere göre de Allah her şeyi açıkça görür ve bütün işlerde insanlarla beraberdir[4]. Bunlara rağmen, Allah ile insanlar arasına aracılar konur. İncelediğimiz tarikatlarda aracı yapılanlar şunlardır:

1- Hakîkat-i Muhammediye

Bu tarikatlara göre Hakîkat-i Muhammediye varoluşun baş­langıcıdır. Onunla Allah, aynı gerçeğin ön ve arka yüzleridir. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar ondan ve onun için yaratılmıştır. O, bütün peygamberle­rin ve velilerin ledünnî ve bâtınî bilgileri aldıkları kaynaktır[5].

Hakîkat-i Muhammediye inancı; Katoliklerdeki İsa inancı ile Taoistlerdeki Te inancının harmanlanması gibidir. Meselâ Hıristiyanlar “İsa Allah’tır” derler. Hakikat-i Muhammediye inancında da “Muhammed Allah’tır” anlamına gelen sözler söylenir. Bu konu yukarıda geçmişti.

2- İnsan-ı kâmil

İncelediğimiz tarikatlarda insan-ı kâmil Muhammed’dir. Ama onun tarihi şahsiyeti değil, Adem balçık halindeyken peygamber olan Muhammed, yani Hakikat-i Muhammediyedir. İnsan-ı kâmil, varlığın ve hilkatin gayesidir. Zira ilâhî irade an­cak onun aracılığıyla gerçekleşir. Eğer in­san-ı kâmil olmasa Allah bilinemezdi. … İnsan-ı kâmil, maddî-manevi bü­tün kemâl mertebelerini kapsar. Onun kalbi Arş’a, benliği Kürsü’ye, makamı Sidre-i müntehâya, aklı Kalem-i a’lâ’ya, nefsi Levh-i mahfûz’a, tabiatı anâsır-ı erbaaya bağlantılıdır[6]”.

Birçok kimse insan-ı kâmil terimini, olgun ve örnek insan diye algılar ama tarikatlar, bu terimle Katoliklerdeki Kilise inancına benzer bir inanç oluşturmuşlardır. Kilise, nasıl yaşayan İsa ise, onlara göre İnsan-ı Kamil de yaşayan Hakikat-i Muhammediye’dir. Her tarikat kendi şeyhini insan-ı kâmil bilir. Derler ki: “İnsan-ı kâmil alemde daima vardır, birden fazla olmaz. İnsan-ı kâmil için mülkte, melekûtta ve ceberûtta hiçbir şey gizli değildir. O eşyayı ve eş­yanın hikmetini olduğu gibi bilir…” “Bu hakikat, her devirde değişen isim ve suretlerde peygamber veya veli olarak ortaya çıkar[7]. “Said Nursî’ye yakıştırılan olağanüstü özellikler” başlığı altında bu konuya tekrar dönülecektir.

“Mülkte tasarruf” Allah’a ait yetkileri kullanma demektir. Melekût da mülk anlamınadır, ama yalnız Al­lah’a ait mülk demektir[8]. Ceberût da mana alemi ve göklere hakimiyet anlamlarına gelir[9].

Tarikatlar insanları sınıflara ayırırlar. Sırlarını bilenlere havass’ul-havas, az bilenlere havas, diğerlerine avam derler. Bildiklerini iddia ettikleri sırlar, tamamen hayal ürünü şeylerdir. Kendilerini, din büyükleri ve Allah ile ilişkide göstererek farklılıklarını vurgulamaya çalışırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah’a karşı yalan uydurandan veya kendine bir şey vahyedilmediği halde ‘Bana vahiy gelir’ diyenden, bir de; ‘Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim’ diyenden daha zalimi kim olabilir? Bu zalimleri can çekişirlerken bir görsen!.. Melekler ellerini uzatır şöyle derler: “Verin bakalım canlarınızı! Siz, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylerdiniz, kendinizi onun âyetlerinden yukarı bir yerde görürdünüz. Ona karşılık bugün alçaltıcı bir cezaya çarptırılacaksınız.

Bakın bize teker teker geldiniz; tıpkı sizi ilk defa yarattığımız gibi. Size yaptığımız ikramları arkanızda bıraktınız. Yanınızda şefaatçilerinizi de göremiyoruz; onların size eşlik edeceğini umuyordunuz. Bakın, aranızdaki bağlar tümüyle kopmuş. Umut besledikleriniz sizden ayrılıp gitmişler.” (En’am 6/93-94)

3- Kutb’ul- İrşad

İmam Rabbânî’ye göre[10] Kutb’ul-irşad son derece az bulunur. Uzun zamanlar ve asırlar geçtikten sonra ortaya çıkar, hidayet ve zuhurunun nuru ile karanlık cihanı aydınlatır. Onun irşadı bütün cihana yaygındır. Arştan yeryüzünün merkezine kadar her kime rüşt, hidayet, iman ve marifet ulaşırsa onun yolundan ulaşır ve ondan alınır. Onun aracılığı olmadan bu devlet kimseye nasip olmaz. Onun nuru, mesela büyük okyanus gibi cihanı kaplamıştır da bu denizde hiçbir hareket meydana gelmemiştir, sanki donmuş gibi durmaktadır. Ona yönelen ve samimiyetle inanan, yahut onun yöneldiği talibin -yönelme sırasında- sanki kalbinden bir pencere açılır ve bu yoldan, yöneliş ve samimiyeti nispetinde nasip alır ve doyar. İnkar ettiği için değil de onu tanımadığı, bilmediği için (doğrudan) Allah’ın zikri ile meşgul olan ve gönlünü Allah’a yönelten kimse de – tıpkı o kutba yönelenler gibi- ondan istifade ederler; ancak birinci durumdaki istifade daha ziyadedir. “Kutbu inkar eden, yahut ondan rahatsız olan kimselere gelince, Allah’ı zikir ile meşgul olsalar bile gerçek rüşd ve hidayetten mahrum olurlar. Onu inkar ve rahatsız etmek kişinin feyz yolunu tıkar, kutub onu faydalandırmamayı, ona zarar vermeyi istemese bile o gerçek hidayetten uzak kalır. Onda bulunan, ancak rüşt ve hidayetin görünüşüdür (suretidir). Manadan uzak, içi boş suretin faydası da azdır. O kutbu seven ve ona içten inanan kimseler, ona gönülleriyle yönelmeseler, Allah’ı zikir ile meşgul olmasalar dahi, yalnızca sevgileri sebebi ile rüşt ve hidayetin nuru onlara ulaşır[11].

Demek ki, Kutb’ul-irşad denen şahsı inkar eden, Allah’ın zikri ile meşgul olsa dahi gerçek rüşt ve hidayetten mahrum kalırken, onu seven ve ona içten inanan, Allah’ın zikri ile meşgul olmasa bile rüşt ve hidayetin nuruna kavuşuyor. Bunlar, açıkça Allah’a iftiradır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalimi kimdir? Onlar Rablerinin huzuruna çıkarılacaklar ve hallerine tanık olanlar şöyle diyeceklerdir: ‘İşte bunlar, Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir’. Bilin ki Allah’ın laneti o zalimlerin üzerindedir.

Onlar Allah’ın yoluna engel koyar,  geri çevirmeye çalışırlar. Onlar ahireti göz ardı eden kimselerdir.

Bunlar yeryüzünde Allah’ı aciz bırakacak değillerdir. Allah’tan başka dostları da yoktur. Azapları ikiye katlanacaktır. Onlar gerçekleri, ne işitmeye ne de görmeye tahammül edebilirler.

Onlar değerlerini yitirmiş  kimselerdir. Uydurdukları şeyler de kaybolup gidecektir.

Hiç şüphesiz ahirette en çok kayba uğrayacak olanlar bunlar olacaktır.

İnanan ve iyi işler yapanlar ve Rablerine içten boyun eğip başka bir arayışa girmeyenler var ya, işte onlar cennetliklerdir; orada temelli kalacaklardır.

Bu iki kesimin durumu, hem kör hem sağır olan ile görmesi ve işitmesi iyi olan kimsenin durumu gibidir. Bunlar hiç eşit olabilirler mi? Artık bilgilerinizi gözden geçirmeyecek misiniz?” (Hûd 11/18-24)

4- Rical’ul-Gayb

Bunlar, kimliklerini gizlediğine inanılan ve kutup, gavs, evtâd, revâsî , nukebâ, ve nucebâ adı verilen kimselerdir. Bu terimler şu anlamlarda kullanılmıştır:

5- Kutup

En büyük velî bilinir. Tarikatçılara göre, erenlerin başı  ve Allah’ın izniyle kâinatta tasarruf sahibidir. Yani evreni yönetmede yetki sahibidir.

6- Gavs

Tarikatçıların darda kalınca sığındıkları ve yardım istedikleri kutuptur. Darda kalan sûfiler, “Yetiş ya Gavs!” diye gavsa sığınır­lar. Gavs olarak bilinenler, esmâ ve sıfât-ı ilahî mazharı sayılırlar. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarının onların şahsında ortaya çıktığına inanırlar. Abdülkadir Geylânî, “Gavs-ı azam = en büyük gavs” lakabıyla ünlüdür.

7- Revâsî”

Dağlar, evtâd direkler anlamına gelir. Onlara göre felaket za­manında kullar evtâda, evtâd da revâs­îye yönelir. Revâsîyi Kutup idare eder.

Kutuptan sonra gelen iki kişiye “imâmân” derler. Bunlardan birine “imam-ı yemîn”, diğerine “imam-ı yesâr” adı verilir. İmam-ı yemîn (sağdaki imam) kutbun hükümle­rine, imam-ı yesâr (soldaki imam) da haki­katine maz­har sayılır. Yani biri kutbun kararlarını, diğeri de gerçek yönünü bilir, derler. Kutup ölünce yerine imam-ı yesâr geçer. Kutup ile iki imam, üçleri oluşturur.

Bunlardan başka, sayıları se­kiz veya kırk olan “nücebâ” ile, sayıları on veya üç yüz olan “nukebâ” bulunduğu ve onların in­san­ların iç dünyalarından haberdar olduğu kabul edilir[12].

Bunlar, Kur’ân’ın, küfür ve şirk sayarak yasakladığı şeylerdir. Müslümanlar, namazın her rekatında “Yalnız sana kul olur ve yalnız senden yardım isteriz” (Fatiha 1/5) diyerek zihinlerini canlı tutarlar ki, bu hale düşmesinler.

8- Tarikat Şeyhi

Tarikatta şeyh her şeydir. O, hem insan-ı kâmildir ve Hakikat-i Muhammediyeyi temsil eder; hem kutup, hem de gavstır. Mürit, Allah ile bitecek işin, ancak şeyhin araya girmesi ile olacağına inanır[13]. Tarikatta mürid, nefsini öldürme adına çok alçaltılır. Derler ki, “Şeyhe karşı mürit, yıkayıcı önündeki ölü gibi olur[14]

Allah müşahhas yani elle tutulan ve gözle görülen bir varlık değildir. Tarikata göre onu kavramak için kulun zihnen ve manen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas (somut) bir şeye ihtiyaç görülür. Tasavvufta bu obje Al­lah’ın en mükemmel tecellilerinin mazharı sayılan “insân-ı kâmil” konumundaki şeyhtir. Yani Müridin Allah’a ge­reği gibi kul olması için önce şeyhe kul olması ve kulluk eğitiminden geçmesi istenir. Bunu sağ­lamak için râbıta gerekli görülmüştür. “….Sâlik önce insan-ı kâmil olan şeyhe, ardından Rasûl’e, onun ardından Allah’a kalbini bağlamalı ve bu su­retle huzur-i kalbe erip fena fillâh’a varmalıdır” derler. Çünkü râbıtayı Allah ile murâkabeye var­mak için yaparlar[15].

Onlara göre; “murâkabe ve teveccühe devam eden kişiye vezaret, yani bakanlık ve­rilir. Buna sahip olan, mülk ve melekûtta ko­layca tasarrufa (haşa Allah’ın yetkilerini kullanmaya) başlar; hatırlardan geçen işlere vâkıf olur. Gönülleri hidayet nuruyla aydınlatmak da onun için mümkündür[16]”.

Tarikatçılara göre; “şeyhin bakışı kalp hastalıklarına şifadır. Yüzünü göstermesi, manevi hastalıkları giderir. O, anlatılan olgunlukların sahibi, vaktin imamı, zamanın halifesidir. Kutuplar, bedeller onun ma­kamları sayesinde yetişip yaşarlar. Evtâd, nücebâ, onun kemalât denizinden akıp gelen bir katredir. Onun irşadı güneş misalidir. Kendi iste­meden her şeye feyzini yağdırır…[17]”.

Râbıta yapan mürit, şeyhinin dışında her şeyden ilgisini kesmek ve kalbinde yalnız ona yer vermek zorundadır[18]. O, şeyhin suretini alnı­nın ortasında hayal eder, sonra onu kalbinin or­tasına indirir, kendini yok, şeyhini var bilir[19]. Biri doğuda, biri batıda da olsa, şeyhin ruhaniyeti onu râbıta ile terbiye eder ve Allah’a ulaştırır[20].

Tarikatçılara göre hakiki şeyh, müritle Allah arasında vasıtadır. Ondan yüz çevirmek Allah’tan yüz çevirmektir[21]. Mürit inanır ki, şeyhini nerede düşünse, ruhaniyeti orada hazır olur. Yine inanır ki, şeyhin ruhani tasarrufları Allah’ın tasarruflarıdır[22].

İncelediğimiz tarikatlarda Şeyh, tümüyle Allah’ın yerine konur. Kilisede de papaz öyledir. Bu şirkten Allah’a sığınmak gerekir.

Bu tarikatlara göre “Mürit şeyhinin kendisine emrettiği şeyi yap­makta acele etmeli, onu derhal yerine getirmelidir. Hiçbir tevil ve tehir yoluna sapma­malıdır. Zira tevil ve tehir yol kesicilerin en büyü­ğüdür[23].”

“Sâlik, mürşidinin yanında ve uzağında daima onun rızasını elde edeceği yolda yürümeğe bak­malıdır. Mürşidinin nelerden hoşlanacağını anla­mak ve ona göre çalışmak zorundadır[24].”

İslamla uzaktan yakından alakası olmayan iddialarını şöyle sürdürürler: “Mürşidler Allah Teâlâ’nın bulunduğu oturumda bulunurlar, dolayısıyla Allah Teâlâ’yı zikirle elde edilecek fayda, bu zatları görmekle aynen elde edilir. Allah’ın Elçisine tam uymayı, bu kamil şeyhin sevgisi ile bir tutmak gerekir[25].”

Bunlar hiçbir delile dayanmadan bazı kimselere kul olmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah ile kendi aralarına koydukları öyle şeylere kul olurlar ki, Allah onun hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onunla ilgili kendilerinin de bir bilgisi yoktur. O zalimlerin yardımcısı olmaz.” (Hacc 22/71)

Sonuç olarak Kur’ân’da “من دون الله = Allah’ın dûnundan” ifadesinin geçtiği yerlerin büyük bir bölümü, aracı sayılan tanrılara yakıştırılan yer anlaşılır. Yukarıdaki iddialar, o aracıların ne gibi hayali yetkilerle donatıldığını göstermektedir.

Aşağıdaki resim Tarikatçıların inancını özetler mahiyettedir:

H- ARACILARIN GAYBI BİLDİĞİ İNANCI

Gayb, kişinin duyularından uzak ve hakkında bilgi sahibi olmadığı şeye denir[26]. Kıyametin vakti gibi Allah’tan başkasının bilemeye­ceği şeyler gayb-ı mutlak, yani tam gaybdır. Hakkında bir bilgi ve belge kalmamış tarihi olaylar da mutlak gayba dönüşür. Bir başkasının bildiği şey ise göreceli gayb olur. Mesela içinizden ne geçtiğini ben bil­emem ama siz bilirsiniz. O, bana göre gayb olur; size göre olmaz.

Gaybı ne insan, ne melek ne cin ne de Allah’ın Elçileri bilebilirler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki, göklerde ve yerde, hiç kimse gaybı bilmez, onu sadece Allah bilir.” (Neml 27/65)

Şu ayetler, özellikle meleklerle ilgilidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Şurası bir gerçek ki, insanı yaratan biziz. Ona şahdamarından da yakın olduğumuzdan biz, içinin ona ne fısıldadığını biliriz.

Sağında ve solunda oturmuş iki kayıt memuru bulunur.

Bu sebeple ağzından çıkan her sözü kayıt için hazır bekleyen bir gözcü mutlaka vardır”. (Kaf 50/16-18)

Demek ki, Allah kişinin içini bildiği halde melekler ancak ağızdan çıkan sözü bilebilirler.

Cinlerin gaybı bilemeyecekleri ile ilgili olarak da şöyle buyurulur:

“… Rabbinin izniyle, yanında çalışacak cinleri Süleyman’ın emrine verdik. Onlardan hangisi buyruğumuzdan çıksa ona alevli ateşin azabını tattırırdık.

Süleyman’ın  istediği her şeyi, yüksek binaları, heykelleri ve büyük havuzlara benzer çanakları ve taşınması güç kazanları yaparlardı. «Ey Davud ailesi, şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır» dedik.

Süleyman’ın ölümüne karar verdiğimiz zaman, onun öldüğünü gösterecek bir işaret yoktu; yalnız bir güve böceği değneğini yiyordu. Ne zaman Süleyman yere yıkıldı, iyice ortaya çıktı ki eğer cinler gaybı bilselerdi, kendilerini küçük düşüren o azap içinde kalmazlardı.” (Sebe 34/12-14)

Peygamberler sadece Allah’ın ken­dilerine vahyettiği şeyleri bilirler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“De ki: “Ben size, Allah’ın ha­zineleri yanım­dadır, demiyorum. Gaybı da bilmem. Size, “işte ben bir meleğim.” de demiyorum. Ben bana vah­yolu­nandan başkasına uymam.” De ki: “Görenle görmeyen bir olur mu? Hiç zihninizi yormaz mısı­nız?(En’am 6/50)

“De ki: “Eğer gaybı bilseydim, daha çok iyi­lik yapmak isterdim ve bana kötülük de gelmezdi. Ben, inanan kesim için bir uyarıcı ve bir müjdeciden başka bir şey değilim.” (Araf 7/188)

Gayb ile ilgili bazı haberler, Allah Teâlâ tarafından peygamberlerine vahiy yoluyla bildirilir, biz de bunları o şekilde öğrenebiliriz. Ancak gerek Hıristiyanlar ve gerekse kimi tarikat ve cemaatler gaybın bilinebileceği iddiasındadırlar.

1- Katoliklerde Gayb Bilgisi

Daha önce görüldü ğü gibi Katolikler Mesih İsa’ya ve Kutsal Ruh’a Tanrı derler. Onlara göre Episkoposluk aşamasını alan kişi Mesih’in yerine geçer ve onun görevini üstlenir. Böyle birinin gaybı bileceğine tam bir inanç bulunur. Papazlar ise episkoposların yardımcılarıdır; onlar da gaybı bilirler. Katoliklerin konu ile ilgili görüşleri şöyledir:

“Mesih İsa’nın havarilerine emanet ettiği misyonu Kilise Ruhbanlık sırrı ile devam ettirir[27]. Episkoposluk ruhbanlık sırrının en yüksek derecesidir[28].  Episkoposluk aşamasını alan kişi, seçkin ve açık bir şekilde Efendi, Çoban ve Rahip olan Mesih’in yerini alır ve onun görevini üstlenmiş olur. Kendine verilmiş olan kutsal ruh sayesinde episkoposlar manevi krallık ya da çobanlık ve peygamberlik yetkilerine sahip olurlar[29]. Papazlar, episkoposların yardımcıları olarak Mesih’in emanet ettiği görevin gerçekleşmesine çalışırlar[30]. Kutsal ruhun özel lutfu, ruhbanlık sırrını alan kişiyi rahip, öğretmen ve çoban olarak tam Mesih İsa’ya benzetir[31].”

2- Tarikat ve Cemaatlerde Gayb Bilgisi

Bazı tarikat ve cemaatler, Allah’ın veli kulu diye niteledikleri bazı kişilerin gayb bilgisine sahip olduklarını iddia ederler. Mesela Said Nursi’ye göre, Hz. Ali ve Abdülkadir Geylani gibi zatlar gaybı bildikleri için asırlar öncesinden kendinden bahsetmişlerdir. O, iddiasını şöyle bir soru ve cevapla ortaya koyar:

Soru: Abdülkadir Geylânî gibi büyük veliler, bazı zamanlarda, geçmişi ve geleceği bugün gibi görüp bildikleri halde neden geçmişle ilgili olanları açıkça söylüyorlar da, gelecekten üstü kapalı simgeler ve gizli işaretlerle söz ediyorlar?

Cevap: “Gaybı Allah’tan başkası bilmez.” Ayeti ile, “O bütün gaybı bi­lir, gaybını kimseye açıkla­maz. Ancak dilediği peygamber bunun dışında­dır[32].” Ayetinin koyduğu kutsal yasağa karşı kulluğa yakışır bir güzel edep takınmak için açıklama yapmayıp işaretle söyleme yoluna girmişler, işaret ve simgeler kullanmışlardır ki, gayb ile ilgili bu bilginin, kendilerinin tercihi veya niyetiyle değil, Allah’ın öğretmesiyle olduğu anlaşılsın. Çünkü geleceğe ait gayb bilgileri kişinin şahsi tercihi ve niyeti ile verilmediği gibi niyet ile işe girmek, o yasağa karşı itaatsizlik havası veriyor[33].

Bu iddia beş açıdan yanlıştır:

a- Gaybı Kimse Bilemez

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah sizi, gaybı bilir hale getire­cek değildir.” (Al-i imran 3/179)

Allah Teâlâ, açıklamak istediği gaybı, peygamberleri yoluyla açıklar. Bunun özel bir usulü vardır. O, şöyle buyurur:

“Allah bütün gaybı bilir, gaybını kimseye açıklamaz.

Dile­diği peygamber bunun dışın­dadır. Onun önüne ve arkasına gözcüler diker.

Böylece o (peygamber) bilsin ki, onlar (o melekler) Allah’ın gönderdiklerini tastamam ulaştırmış, (kendisi de) onların yanında olanı kav­ramış ve her şeyi bir bir say­mıştır.” (Cin 72/26-28)

Vahiyden sonra o bilgiler gayb olmaktan çıkar. Meleklerin gözcü yapılması, gelen bilgilerin Allah’tan olduğu konusunda, peygamber kuşku duymasın, diyedir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Senden önce gönderdiğimiz bir tek nebi ve elçi yoktur ki, bir şeyi arzula­dığı za­man, şeytan onun arzusuna vesvese sokuşturmuş olmasın. Allah şey­tanın sokuşturduğunu giderir, sonra Allah kendi âyetlerini pekiştirir. Allah bilendir, hakîm­dir. (Hacc 22/52)

Bazı tefsirlerde, En’am suresinin inişi ile ilgili olarak Enes b. Malik’ten gelen şöyle bir rivayetten bahsedilir: “Allah’ın Elçisi dedi ki: Kur’ân’dan En’am suresinin dışında bir sure bana toptan in­medi. Şeytanlar, bu sure için toplandıkları ka­dar hiçbir sure için toplanmamışlardı. Bu sure bana, Cebrail ile, beraberinde elli bin melek ol­duğu halde gönderildi. Bunu kuşatmışlar, bir düğün debdebesiyle getirdiler[34].”  Böylece o Elçi, ken­dine gelenin vahiy me­leği olduğuna ve vahye, şeytan vesvesesi karış­madı­ğına güvenmiş olur.

Said Nursî, Peygamberlere vahyin nasıl geldiğini bildiren yukarıdaki ayeti, velilerin gaybı öğrenebileceklerine delil getirmiştir. Doğrusu bu, çok şaşırtıcı bir iddiadır.

b- Geçmiş Gaybı Kimse Bilemez

Said Nursî diyor ki; “Abdülkadir Geylânî gibi büyük veliler, bazı zamanlarda, geçmişi ve geleceği bugün gibi görüp bildikleri halde…. [35].”

Böyle bir iddia nasıl kabul edilebilir! Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki, göklerde ve yerde, hiç kimse gaybı bilmez, onu sadece Allah bilir.” (Neml 27/65) Ayet, sadece insanların değil, meleklerin ve cinlerin de gaybı bilmediklerini bildirmektedir.

Allah Teâlâ Nuh aleyhisselamın başından geçenleri anlattıktan sonra Peygamberimize şöyle buyuruyor:

“Bunlar gayb haberlerindendir, onları sana vahyediyoruz. Bundan önce onları ne sen bilirdin, ne de senin kavmin.” (Hud 11/49)

Bu konuda çok sayıda ayet vardır. Şu ayetlere de bakılabilir: Ali İmran 3/44; Araf 7/101; Hud 11/120-123; Yusuf 12/102

c- “اللَّهُ لَّا يَعْلَمُ الْغَيْبَ إِلَّا” (Gaybı Allah’tan başkası bilmez.) diye bir ayet yoktur. İçinde bu anlam olan ayet şöyledir: “قُل لَّا يَعْلَمُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ الْغَيْبَ إِلَّا اللَّهُ” “De ki, göklerde ve yerde, hiç kimse o gaybı bilmez, onu sadece Allah bilir.” (Neml 27/65) (Bu ayetten az önce bahsedilmişti.)

c- Kudsî Yasak İddiası

Allah’tan başkasının gaybı bilemeyeceği konusu “kudsî yasak” diye ifade edilmiştir. Sanki Allah Teâlâ, “gaybı kimse bilemez” dememiş de ”Kimse, gelecekle ilgili bir açıklama yapmasın” diye yasak koymuştur. Bu iddia kişiyi, Allah karşısında çok kötü bir duruma sokar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “… Allah size gaybı bildirecek de değildir…” (Ali-İmran 3/179)

Yukarıda iki yanlış iddia daha vardır: Abdülkadir Geylânî gibi büyük velilerin gaybı bilmesi, “kendi tercihleri ve niyetleriyle değil, Allah’ın öğretmesiyle imiş.(!) İsteyerek gaybı bilme işine girişmeleri itaatsizlik havası verirmiş.(!)”

Demek ki, Allah, hem “Gaybı kimse bilmez, onu kimseye açıklamam” diyecek, hem de tutup bazı kimselere açıklayacak! O kimseler de geçmişle ilgili olanları açıklamakta bir sakınca görmeyecekler ama gelecekle ilgili gaybları, anlayan anlasın diye örtülü işaretlerle geçiştirecekler! Bunu, Allah’a karşı bir itaatsizlik havası doğmasın diye yapacaklar! Bu inançtan Allah’a sığınmak gerekir.



[1] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 206.

[2] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 208.

[3] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 2766.

[4] Tümer, Küçük, a.g.e . s.  63.

[5] Mehmet DEMİRCİ, “Hakikati Muhammediye”, DİA, c. XV, s. 179-180.

[6] Hasan Kâmil YILMAZ, İnsânı Kâmil, Altınoluk Mecmuası, Temmuz 1996, sayı 125, s. 31.

Arş: Tüm alemi kuşatan, insan aklının kavrayamayacağı en yüksek kat, gökler, Cennet, Sidre ve Kürsü hep onun altında düşünülür. Kürsü: Allah’ın kudret ve hakimiyetinin sembolü. Sidre-i müntehâ: Yedi kat göğün üstünde bir makam, Cennet’ülme’vâ onun yanındadır. Kalemi a’lâ: İlahi bilgilerin yazıldığı en yüksek kalem. Levh-i mahfûz: Allah’ın ilminin, kainatta olmuş ve olacak şeylerin yazılı olduğu levha. Anâsırı erbaa: Maddi alemin kendisinden meydana geldiğine inanılan toprak, su, hava ve ateş.

[7] Hasan Kâmil YILMAZ, a.g.e, s. 31.

[8] Rağıb el-İsfahânî, Müfredât, mlk maddesi.

[9] Şemseddin Sami, Kâmûsi Türkî, Dersaadet 1317, CBR maddesi.

[10] İncelediğimiz tarikatların tamamı İmam Rabbânî’ye büyük önem verir ve onun Mektubat’ını önemli kaynaklardan görürler. Bu sebeple bu konuyu onun kitabından alıyoruz.

[11] İmam Rabbânî, el Mektûbât, Arapça nusha, tarih ve yer yok, c. I, s.254, 260. mektubun son bölümü. Yukarıdaki tercüme için bkz. Hayreddin Karaman, İmamı Rabbani ve İslam Tasavvufu, İstanbul 1992, s.  219220.

[12] Hasan Kamil YILMAZ, Altınoluk Mecmuası, Aralık 1995, s. ?

[13] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, (Mütercim: Abdulkadir AKÇİÇEK), İstanbul, 1396/1976. s. 172.

[14] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 173.

[15] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 268.

[16] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 268.

[17] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 238.

[18] Sadık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri I, s. 39-40.

[19] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 239-242.

[20] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 239-242.

[21] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 244.

[22] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 239-242.

[23]Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 172, 173.

[24] Sadık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri I, s. 41-42. Metin sadeleştirilmiştir.

[25] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 235.

[26] Rağıb el-İsfahânî, Müfredât, ğyb maddesi.

[27] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par.  1536

[28] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par.  1555

[29] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 1558

[30] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 1562

[31] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par.  1585

[32] Cin 72/26-27

[33] Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sekizinci Lem’a, c. II, 2091.

Yukarıdaki ifadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir:

Suâl: Gavsı A’zam gibi büyük velîler, bazı evkâtta, mazi ve müstakbeli hazır gibi müşâhede ederler. Neden mâziye ait cihette sarahat sûretinde haber veriyorlar da, istikbalden hafî remizlerle gizli işaretlerle bahsediyorlar?

Elcevap: “lâ ya’lemu men fi’s-semavati ve’l-erdi’l-gaybe illa’llah” âyetiyle,

“Âlimu’l-ğabı fela yuzhiru alâ gaybihi ahadâ; illâ men’irtedâ min resûl.”

Ayeti ifade ettikleri, kudsi yasağa karşı ubûdiyetkârâne bir hüsn-ü edep takınmak için, tasrihten işaret mesleğine girmişler. Tâ ki, işaretler ile, remz ile anlaşılsın ki, ihtiyarsız, niyetsiz bir sûrette tâlim-i ilâhî ile olmuştur. Çünkü istikbâlî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi; niyet ile de müdâhale etmek, o yasağa karşı adem-i itâat-ı işmam ediyor”.

[34] Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1936, c. III, s. 1861-1862.

[35] Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sekizinci Lem’a, c. II, 2091.

Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk- Prof. Abdulaziz Bayındır

This entry was posted on Çarşamba, Temmuz 9th, 2008 at 09:08 and is filed under *ARACILIK ve ŞİRK. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz