-
9th Temmuz 2008

Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk 1- Prof. Abdulaziz Bayındır

posted in *ARACILIK ve ŞİRK |

Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk 1 -Prof. Abdulaziz Bayındır

Şeytan Allah’a şöyle demişti: “…And olsun, insanlar için senin doğru yolunun üstünde oturacağım. Sonra onlara; önlerinden, arkalarından, sağla­rından, sollarından sokulacağım. Göreceksin, onların çoğu sana teşekkür etmeyecektir.” (Arâf 7/16-17)

Şeytan insandan ve cinden olur[1]; tuzağını doğru yolun üstüne kurar. Onun en büyük tuzağı, şirk tuzağıdır. Çünkü “Allah şirki bağışla­maz, onun dışında kalanı dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa 4/48)

Şirk, ortak etmek demektir. Allah’a şirk koşmak, ona ait özelliklerden birini veya bir kaçını başka bir varlıkta da görmektir. Bu varlık daha çok Allah’a yakın sayılan din büyükleri arasından seçilir. Şeytanlar, onların Allah’ın dostu olduğunu, Allah ile olacak işlerde destek vereceklerini, arabulucu ve şefaatçi olacaklarını fısıldarlar. Onlara teslim olmak gerektiğini, üzerine basa basa söylerler.

Akıl ve Kur’ân, bu tuzağın iki büyük engelidir. Şeytanlar, engelleri aşmak için dinin akıl değil, gönül işi olduğunu ve Kur’ân’ı herkesin anlayamayacağını söylerler. İnsanların önüne, kendilerinin kutsadığı başka kitaplar koyar ve okumalarını isterler. Bu tuzağa düşenler, Kur’ân’a olan saygılarını kaybetmezler ama onu anlayamayacaklarını kabul ederek Kur’ân’ı, kendilerine kapalı sayarlar. Sonra bu şeytanlar, uydurdukları yeni ibadet türlerini devreye sokarak çokça ibadet tavsiye eder ve insanların doğru yolda olduklarından emin olmalarını sağlarlar. Onlar da bunları Allah’ın dostu bilip kul-köle olurlar. Sonunda kendilerine olan güvenleri kaybolur ve doğru yolla ilişkileri kesilir ama kendilerini o yolun ortasında sanırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Kim Rahman’ın Zikri’ni (Kur’ân’ı) görmezlik­ten gelirse onun başına bir şeytan sararız. O onun arka­daşı olur.

Onlar bunları yoldan çevirirler ama bunlar doğru yola girdiklerini hesap ederler.” (Zuhruf 43/36-37)

Allah adına konuşmak da çoğu insanın düştüğü tuzaklardandır. Bu konuda ya Allah’ın gücüne, ya büyüklerin sözlerine yahut kitaplardaki hurafelere dayanılır. Yanlış söz söylememek için Kur’ân’a bakmak gerekirken Kur’ân’ın, bu yanlışları destekleyecek şekilde yorumlanması işi çığırından çıkarır.

Bu kitabın amacı, iyi müslüman olmak için yola çıkanların kolayca düştüğü bu tuzakları, Kur’ân ışığında ortaya çıkarmak ve uyarılar yapmaktır. Bizim hatalarımızı görenlerin de aynı şekilde bizi uyarmasını bekli­yoruz.

Gerçeği anlamak kolay, kabul etmek zordur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bir cemaati yola getirdikten sonra, ne­den sakınacaklarını açıkça kendilerine bil­dirmeden Allah’ın onları yoldan çıkarma ihti­mali yoktur.” (Tevbe 9/115)

“Allah’a karşı yalan uyduran, ya da o gerçek kendisine gelince ona karşı yalan söyleyip durandan daha zalim kim olabilir? O nankörler için Cehennem’de yer mi yok?

(Allah diyor ki;) Her kim bizim uğrumuzda gayret gösterirse onları kesinkes yollarımıza sokarız. Allah, kuşku­suz iyi davrananlarla beraberdir”. (Ankebût 29/68-69)

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“De ki, Rabbim sadece şunları haram etti: “İster açık, ister gizli olsun, her türlü fuhuş[2], ism[3], haksız saldırı, Allah’ın hakkında bir belge indirmediği şeyi ona şirk koşmanız ve Allah hakkında bilmediğinizi söylemeniz.” (Araf 7/33)

Şirk, ortak etmek demektir. Allah’a şirk koşmak, ona ait özelliklerden birini veya bir kaçını başka bir varlıkta da görerek onu o konuda Allah ile ortak saymaktır. Bunu kabul edene müşrik denir. Müşrik, o varlığı Allah ile kendi arasında aracı yapar ve ona kul-köle olur. Kur’ân’ın hemen her sayfasında bununla ilgili uyarılar bulunur. Çünkü bu, bağışlanmaz bir suçtur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah şirki bağışla­maz, bunun dışında olanı dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa 4/48)

Müşrik tevbe ederse bağışlanır; ilk Müslümanlar, şirkten tevbe edip İslam’a girmişlerdi. Öyleyse şirkin dışında kalan günahları işleyen kişi, tevbe etmeden ölse bile, tamamen bağışlanabilir.

Şirk konusunda, peygamberler bile uyarılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “(Ya Muhammed,) Sana da, senden ön­ceki elçilere de şu, kesin olarak bildiril­miştir: “Eğer şirke düşersen yaptığın yanar gider ve sen kaybeden­lerden olursun. Hayır; yalnız Allah’a kulluk et ve şükre­den­ler­den ol.” (Zümer 39/64-66)

Peygamberlerin bile sertçe uyarıldığı şirk konusuna gereken önem verilmelidir. Yoksa yapılan iyi işlerin ve ibadetlerin sevabı yok olur gider.

I- DİN

Din konusunda insanı en çok aldatan, Allah’ı var ve bir kabul etmenin yeterli olacağı kuruntusudur. Oysa onun varlığını herkes kabul eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden nesillerini aldığında onları kendilerine karşı şöyle şahit tuttu: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onlar da: “Evet Rabbimizsin. Biz buna şahidiz.” dediler. Artık kıyamet günü; “biz bunun farkında değildik” diyemezsiniz. Şunu  da diyemezsiniz: “Önceden ortak koşanlar babalarımızdı. Biz ise onlardan sonra gelen bir nesil idik. O batıla sapanların işlediklerinden ötürü bizi yok mu edeceksin?” İşte o belgeleri böyle açık açık anlatırız. Belki dönerler”. (Araf 7/172-174)

Halk arasında “bezm-i elest’te alınan misak” veya “elestu birabbikum” denen bu olay, insanın, açık ve net olarak, Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmesi olayıdır. Ayet bu işlemin, Adem oğullarının “bellerinden nesillerinin alınması” sırasında kesinleştiğini bildirmektedir. Neslin belden alınması, nesli devam ettirecek tohumun alınmasıdır. Kişi bu duruma geldiği gün erginlik çağına girer.

İnsan, dünyaya gözünü açtığı andan itibaren Allah’ın âyetlerini okumaya başlar. Çünkü Allah’ın ayetleri yalnız Kur’ân’da olanlar değildir. Tüm varlıklarda; göklerde, yerde, hayvanlarda, bitkilerde hasılı her yerde onun ayetleri vardır[4]. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz onlara hem dış çevrede hem de kendi içlerinde olan ayetlerimizi göstereceğiz; sonunda onun (o Kur’ân’ın) doğru olduğu onlar açısından iyice ortaya çıkacaktır.” (Fussilet 41/52)

İnsanın dış çevresinde ve kendi iç aleminde okuduğu âyetler, ona bir yaratıcının olduğunu haber verir. Bu sebeple insan, henüz çocuk yaşta iken Allah ile ilgilenmeye başlar. Bu konuda çevresini soru yağmuruna tutar. Sonunda Allah’ın var ve bir olduğunu tam olarak kavrar. Karşısına çıkan bu âyetlerle sanki Allah ona, “Ben senin rabbin değil miyim?” diye sorar. O da tam bir kararlılıkla “evet, Rabbimsin, ben buna tanıklık ediyorum” der. İnsan bu âyetleri ömür boyu okuduğu için onun Allah ile ilgisi sürekli canlı kalır. Benzeri sorularla kendi iç aleminde hemen her gün karşılaşır.

Müşrik, ortak koşan demektir. Ortaklık için en az iki varlık gerekir. Bunlardan birincisi daima Allah’tır. Allah’ın var ve bir olduğunun sayısız delili olduğu halde ortak koşulan varlıklarla ilgili bir delil yoktur. Bu sebeple hiçbir müşrik, kendi için haklı bir gerekçe bulamayacak ve şu sözü söyleyemeyecektir:

“Önceden ortak koşanlar atalarımızdı. Biz ise onlardan sonra gelen bir nesil idik. Şimdi o batıla sapanların işlediklerinden ötürü bizi yok mu edeceksin.” (Araf 7/174)

Erginlik çağı önemlidir. Sorumluluk bu çağda başlar. Babaları aksini söylese de erginlik çağına giren insan, Allah’ın varlığına ve birliğine, onun tüm varlıkların sahibi ve efendisi olduğuna kesinkes tanık olur. Kimi bunu açığa vurur. Kimi de önemli olaylar karşısında ortaya çıkarır.

Kendilerine tanrıtanımaz diyen ateistler Allah’ı işlerine karıştırmak istemeyenlerdir. Onlar kendilerini tanrılaştırır ve kendilerinin efendisi olmaya çalışırlar. Diğer müşrikler ise Allah ile beraber başka efendiler bulur, onları Allah’a benzer konuma getirir ve ilişkilerini onlar aracılığıyla yürütmeye çalışırlar.

Kur’ân’da sıkça, zikir kökünden türemiş kelimeler geçer. Zikir, bir bilgiyi zihinde, kullanıma hazır tutma, onu kalbe ve dile getirme ve hatırlama anlamlarına gelir[5]. Zihinde var olan bilgiyi harekete geçirmeye de tezekkür denir. İnsan, doğumundan ölümüne kadar, Allah’ın ayetleri ile yüz yüze yaşar. Allah’ın âyetleri, onun indirdiği kitaplarda olanlarla sınırlı değildir. İnsanın hem dış çevresinde, hem de iç aleminde olan ayetler de vardır. İnsan, çoğu bilgiyi, dış çevreden ve kendi iç aleminden okuduğu âyetlerden alır. Bu sebeple onlar tabii hukukun ve ahlakın evrensel kurallarını gösterirler. Kur’ân’ın, Tevrat’ın, İncil’in ve diğer ilahi kitapların ortak adı da “Zikir”dir[6]. Çünkü dış çevrede ve insanın iç aleminde olan âyetlerle Kur’ân âyetleri arasında tam bir uyum vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz onlara hem dış çevrede hem de kendi içlerinde olan ayetlerimizi göstereceğiz; sonunda onun (Allah’ın gösterdiği yolun) doğru olduğu onlar açısından iyice ortaya çıkacaktır. ” (Fussilet 41/52)

Bu sebeple peygamberler insanları tezekküre, yani zihinlerine kazılı bilgilerden yararlanmaya çağırmışlardır. İbrahim aleyhisselamın müşriklere, “… tezekkür etmez misiniz?[7]yaniçocukluğunuzdan beri edindiğiniz bilgilerle benim sözlerimi karşılaştırıp yaptığınız yanlışı görmez misiniz?” demesi bundandır.

Bilindiği gibi İbrahim aleyhisselamın kavmi, gökleri ve yeri Allah’ın yarattığını ama “melekûtunu” yani yönetimini güneşe, aya ve yıldızlara bıraktığını iddia ediyorlardı. Bu varlıkları yerel yönetici gibi görüyorlar, her birine bir ruhâniyet veriyorlardı. Bu sebeple isteklerini onlara sunuyorlar, Allah ile ilişkilerini onlar aracılığı ile yürütmeye çalışıyorlardı. Onların heykelleri karşısında saygıyla eğiliyor, onlara kurbanlar sunarak ilgilerini çekmeye çalışıyorlardı. Bu, onları Allah’a ortak saymaktı. Sosyal yapıyı da buna göre oluşturmuşlardı. İbrahim aleyhisselam, yaptığı gözlemler sonucunda onların yönetimde pay sahibi olamayacağını açıklayınca tehlikeli olmaya başlamıştı. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“İşte böyle. İbrahim’e göklerin ve yerin yönetimini gösterdik ki, kesin bilgisi olanlardan olsun.

Gecenin karanlığı üzerine çökünce bir yıldız gördü, “Bu benim Rabbimdir” dedi. Işığı kaybolunca, “Ben ışığı kaybolanları istemem.” dedi.

Ayı doğarken gördü, “bu benim Rabbimdir” dedi. Onun ışığı da kaybolunca “Rabbim bana doğru yolu göstermezse gerçekten ben de yoldan çıkmış olan bu kavimden biri olurum” dedi.

Güneşi doğarken gördü “İşte benim Rabbim budur; bu daha büyük” dedi; onun ışığı da kaybolunca dedi ki; “Ey kavmim! Sizin ortak saydığınız ne varsa ben onların hepsinden uzağım.”

“Ben yüzümü dosdoğru, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben ortak koşanlardan değilim.”

Kavmi onunla tartışmaya girince İbrahim dedi ki, “Siz benimle Allah hakkında mı tartışıyorsunuz? Hem de bana doğruyu göstermişken. Ben ona ortak saydıklarınızdan korkmam. Ama Rabbim bir şeyi dilemişse o başka. Rabbim her şeyi bilgisiyle kuşatmıştır. Tezekkür etmez misiniz?” (En’am 6/75-80)

“Tezekkür etmez misiniz?” demek, “benim gördüğümü sizler de görüyorsunuz; bunların yönetimde etken olamayacaklarını, sizler de anlamışsınızdır. Bu bilginizi kullansanız olmaz mı?” demektir.

İbrahim aleyhisselam onlara; “Ben yüzümü dosdoğru, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben ortak koşan biri değilim.” Dediği zaman onlardan hiçbiri; “gökleri ve yeri yaratan da kim?” diye sormamıştır. Çünkü onu zaten biliyorlardı.

Sonra sözlerine şöyle devam etti: “Ona ortak saydığınızdan ben niye korkayım? Ama siz, delil olarak indirdiği bir şey yokken,  Allah’a ortak koşmaktan korkmuyorsunuz. Bu iki taraftan hangisi, güvende olmaya  daha layıktır? Eğer bilginiz varsa söyleyin.” (En’am 6/81)

Ortak koşan en az iki tanrı tanır. Bunların birincisi daima Allah’tır. Diğeri ise aracılık yaptığına inandığı şeydir. Bu konuda tek dayanağı, büyüklerinden duy­duklarıdır. Bunlar akıllarını kullanmazlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Onlara, “Allah ne indirmişse ona ve o Elçi’ye gelin” denince şöyle derler: “Atalarımızda ne bulmuşsak o bize yeter”. Ya ataları bir şey bil­mez, doğru yolu da tutmaz kimseler idiyse ne olacak?” (Maide 5/104) Allah o pisliği aklını kullanamayanların üs­tüne bırakır.” (Yunus 10/100)

Allah’ın var ve bir olduğunu şahsi gözlemlerimizle kavrarız. “Eşhedu en lâ ilâhe illallah” yani “Ben tanıklık ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur.” dememiz bundandır. Bunun için peygambere ihtiyaç olsaydı “Ben tanıklık ederim ki…“ yerine “Şu peygamberin bildirdiğine göre…” demek gerekirdi. Bu sebeple hiçbir peygamber Allah’ın varlığını ispatla meşgul olmamış, ama Allah’tan başka tanrı olmadığını, yalnız ona kul olmak gerektiğini anlatmakla meşgul olmuştur. Zaten aklını çalıştıran herkes bunun böyle olduğu kolayca görebilir. Peygamberlere karşı çıkanlar daima, yanlış inanç üzerine kurdukları düzenin bozulacağından korkanlar ile onların etkiledikleri kişiler olmuşlardır.

Peygambere ve getirdiği kitaba inananlar da zamanla kitabı kendilerine uydurmaya, bir çok ayetini görmemeye ve buna göre bir hayat kurmaya başlamışlardır. Yahudi ve Hıristiyanlar ile Müslümanlardan bazıları bu gruba girerler.

A- ALLAH İLE ALDANMA

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Ey insanlar! Allah’ın size olan nimetini düşünün. Size gökten ve yerden rızık veren, Allah’tan başka bir yaratıcı mı var? Hayır, ondan başka tanrı yoktur. Nasıl iftiraya sürükleniyorsunuz?

Sana yalan söylerlerse senden önce nice peygambere de yalan söylendi. Her işin sonu Allah’a varır.

Ey insanlar! Allah’ın verdiği söz doğrudur; sakın sizi bu hayat aldatmasın. O çok aldatan (şeytan), sakın sizi  Allah ile aldatmasın.

O Şeytan size düşmandır; onu düşman bilin. O, kendine taraf olanı, çılgın alevlere arkadaş olmaya çağırır.

Bu uyarıları göz ardı edenler, çetin bir azap görürler. İnanan ve iyi işler yapanları da bağış ve büyük bir ödül beklemektedir.” (Fatır 35/3-7)

“De ki: “Şu ortaklarınıza, Allah ile aranıza koyup yardıma çağırdıklarınıza dönüp baktınız mı? Gösterin bana, onlar bu toprakların hangi parçasını yaratmışlardır? Yoksa göklerde ortaklıkları mı var? Ya da onlara yazılı bir belge verdik de ondaki açık hükümlere göre mi davranıyorlar? Hayır; bu zalimlerden birinin diğerine verdiği söz, onu aldatma dışında bir anlam taşımaz.” (Fatır 35/40)

“Ey insanlar! Rabbinizden sakının; bir günün korkusunu taşıyın ki,, o gün ne baba oğlu adına ödeme yapabilecek, ne de oğul babası adına bir ödemede bulunabilecektir. Allah’ın verdiği söz doğrudur; sakın bu hayat sizi aldatmasın. O çok aldatan (şeytan), sakın sizi Allah ile aldatmasın. (Lokman 31/33)

Allah ile aldatmanın birkaç şekli vardır:

1- Allah ile Peygamberlerini Ayırma

Daha önce üzerinde durulduğu gibi her insan Allah’a inanır ve bu inancını bir şekilde ifade eder. Tanrıtanımaz diye adlandırılan ateist de öyledir. Adına ister Doğa, ister Gök Tanrı isterse ne denirse densin, Allah’ı inkar mümkün olmadığından tanrıta­nımaz, baba­sını tanımazlık edene benzer. O, sıkışınca nasıl ba­basının desteğini ararsa bu da Allah’ın desteğini arar. Allah’ın her şey vermesini ama emir vermemesini ister. Böyle birinin peygambere inanması beklenemez. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah’ı ve peygamberlerini göz ardı eden, Allah’la peygamberleri arasını ayırmak isteyen, Allah’a inanır peygamberi tanımayız, diyen ve ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçek kâfirlerdir. O kâfirlere aşağılayıcı bir azap hazırlamışızdır. Allah’a ve peygamberlerine inananlara ve onlardan birini diğerinden ayırmayanlara gelince  Allah, işte  onları ödüllendirecektir. Allah bağışlar, ikramı çoktur.” (Nisa 4/150- 152)

Peygamber tanımayanlarla yaptığımız bazı görüşmeler şöyledir:

Peygamber tanımaz– Benim Allah’ıma inancım sonsuzdur.

Bayındır– Allah’a herkes inanır, bu her insan için kaçınılmazdır.

Peygamber tanımaz– Ben zaman zaman Allah’ıma sığınır, onun yardım ve desteğini isterim. Böyle yaptığım zaman rahatlar, mutlu olurum.

Bayındır– Bunu herkes yapar. Zor olan Allah’ın emirlerine uymak, yani Peygambere uymaktır. Siz Peygambere uyma yerine gönlünüzce yaşamak istiyorsunuz değil mi?

Peygamber tanımaz– Elbette. Hayat benim hayatım; buna kim karışabilir?

Bayındır– O hayatı veren Allah karışamaz mı? İşte Allah’ın elçileri, onun bu konu ile ilgili emirlerini getirirler.

Peygamber tanımaz– Ama bu konuda, bir biriyle tutarsız, saçma sapan çok şey duydum. Bunların bir çoğu hurafeden ibaret, sonradan uydurulmuş şeyler.

Bayındır– Doğru karar vermenin yolu, dini kaynağından öğrenmektir. Dinin kaynağı Kur’ân’dır. Kur’ân’ı anlayarak okuyun. Eğer onun, ancak Allah’ın kitabı olabileceği kanaatine varırsanız, Muhammed aleyhisselamın da Allah’ın Elçisi olduğuna inanmak zorunda kalırsınız.

Eski bir peygamber tanımaz– Ben ateisttim. Eğer insanların din adına anlattıklarına baksaydım dinsiz kalırdım. Ben tıp doktoruyum. Bir gün Kur’ân’ı aldım ve inceledim. Maksadım Kur’ân’ın gerçekten Allah’ın kitabı olup olmadığını anlamaktı. Orada tıpla, bilhassa çocuğun ana rahminde geçirdiği safhalarla ilgili öyle bilgiler buldum ki, bunların o devirde bilinmesi mümkün değildi. Daha başka şeyler de gördüm ve kesin olarak anladım ki, bu Allah’ın kitabıdır. İşte o zaman müslüman oldum.

Bayındır- İşte böyle yapmak gerekir. Başkalarına bakarak değil, düşünerek ve araştırarak karar vermek gerekir. Bunun olmazsa olmaz şartı, Kur’ân’ı anlayarak incelemektir.

2- Sorumluluğu Allah’a Yükleme

Bir çok kimse yaptığı yanlışların sorumluluğunu Allah’a yükler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Şirke düşmüş olanlar şöyle diyeceklerdir: “Eğer Allah dileseydi şirke düşmezdik, babalarımız da öyle. Hiçbir şeyi haram da kılmazdık.” Onlardan öncekiler de aynı yalanı söylediler de baskınımıza uğradılar. De ki, “Elinizde, gösterebileceğiniz bir bilgi var mı?” Siz ancak kuruntuya uyuyor ve sadece tahmin yürütüyorsunuz. De ki: “En kapsamlı delil Allah’ınkidir. O dileseydi hepinizi yola getirirdi”. (En’am 6/148-149)

Allah’ın dilemesi yani iradesi iki türlüdür; biri teşriî, diğeri tekvînî iradedir. Tekvînî irâde Allah’ın bir şeyi yaratma konusundaki iradesidir. Yaratmak istediği şeye, “ol” deyince oluverir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Bir şeyi istediği zaman onun işi sadece “ol” demektir; o iş hemen oluverir.” (Yasin 36/ 82)

Allah’ın teşriî iradesi ise insanların davranışları ile ilgili iradesidir. O, koyduğu kanun ve kurallara uyulmasını ister ama kimseyi zorlamaz. Bu iradenin yerine gelmesi, insanın gayretine bağlıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“De ki: Bu gerçek Rabbinizdendir; isteyen inansın, isteyen de göz ardı etsin. Ama biz, yanlış yapanlara öyle bir ateş hazırladık ki, dumanı onları içine alacaktır. yardım isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri kavuran su ile yardımlarına koşulacaktır. Ne kötü içecek ve ne fena birliktelik!” (Kehf 18/29)

Allah Teâlâ, din konusunda baskı yapmadığı gibi kimsenin baskı yapmasına da razı olmaz. O bu konuda Muhammed aleyhisselamı şöyle uyarmıştır:

“Rabbin dilese, yeryüzünde kim varsa hepsi toptan inanır. İnanıncaya kadar insanları, sen mi baskı altında tutacaksın?” (Yunus 10/99)

“Onların yüz çevirmesi sana ağır geldiğinde yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya ve onlara bir mucize getirmeye gücün yetiyorsa hiç durma! Allah dilese onları kolayca doğru yolda top­la­yıverir. Sakın ha, cahillerden olma!” (En’am 6/35)

Allah Teâlâ, istekli olmayan hiç kimseyi yola getirmez. O, şöyle buyurur:

“Allah kâfir toplumu yola getirmez.“ (Maide 5/67)

“Allah zalim toplumu yola getirmez“ (Tevbe 9/199)

“Allah fasık toplumu yola getirmez. “ (Tevbe 9/24)

Allah, yalnızca istekli olanları yola getirir. Bu konuda şöyle buyuruyor:

“Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara açıklamayı iyi yapsın. Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir[8]. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.” (İbrahim 14/4)

İnsanın yola gelmesi, istekli olarak Allah’a yönelmesine bağlıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah, isteyeni sapıklıkta bırakır, kendine yöneleni de yola getirir.” (Ra’d 13/27)

İyiliği sonsuz Allah, yola geldikten sonra yanlış işler yapan bir kulunu uyarmadan yoldan çıkmasını onaylamaz. Bu konuda şöyle buyurur:

“Allah bir cemaati yoluna kabul ettikten sonra, ne­den sakınacaklarını kendilerine açıkça bil­dirmeden onları yoldan çıkarması ihti­mali yoktur.” (Tevbe 9/115)

Sapıtanlar, açık uyarıları dikkate almayanlardır. Böyle bir toplum, önce refaha kavuşur, sonra hiç beklemediği bir anda cezaya çarptırılır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Ne zaman ki yapılan uyarıları göz ardı etti­ler, biz de üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik. Kendilerine verilenlerle tam ferahladıkları bir sırada onları kıskıvrak yakaladık. Hepsi bir anda umut­suzluğa düştüler.” (En’am 6/44)

Allah, uyarılmamış bir topluma ceza vermez. Bu konuda şöyle buyurur:

“Kim yola gelse kendi için gelir. Kim de sapsa kendi aleyhine sapar. Kimse kimsenin günahını çekmez. Bir elçi gönderinceye kadar kimseye azap etmeyiz.” (İsra 17/15)

3- Yanlış Tevekkül

Tevekkül, bir işte aciz kaldığını kabul edip onu başkasına bırakmaktır[9]. Allah’a tevekkül ise, bir işte yapabileceği her şeyi yapıp gerisini Allah’a bırakmak olur. Fakat tevekkül zamanla, kendini yormadan “işi Allah’a bırakma” şeklinde anlaşılmıştır. Bazı âyetler de buna göre yorumlanınca tembelliğe açık ama gelişmelere kapalı ve sorumluluğu Allah’a yükleyen bir davranış biçimi ortaya çıkmıştır. Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İnsanın çalışmasından başkası kendinin değildir.” (Necm 53/39)

“İnsanlardan kimi der ki: “Rabbimiz! Bize ne vereceksen, bu dünyada ver!” Onun Ahirette alacağı bir şey kalmaz. Onlardan kimi de şöyle der: “Rabbimiz! Bize bu dünyada güzellik ver, Ahirette de güzellik ver. Bizi o ateşin azabından koru!

Onlardan her birine kazandıklarından bir pay vardır. Allah hesabı çabuk görür.” (Bakara 2/200-202)

Demek ki, dünyayı isteyen çalışmak zorundadır. Hem dünyayı hem ahireti isteyen de çalışmak zorundadır. Çalışmayana bir şey yoktur. Başarının iki şartı vardır; biri istemek, diğeri gerekli güce sahip olmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Senin Rabbin rızkı, isteyen ve gücü yeten için yayar. O, kullarının içini bilir ve onları görür.” (İsra 17/30)

Yeryüzünde ekmek, peynir, et vs. hazır vaziyette yoktur. Ama Allah, onları elde etme imkanlarını yaratmıştır. Bu imkanları kullanmayanlar, o nimetlere ulaşamazlar. O, şöyle buyurur: “Allah yeryüzündeki yiyecekleri, dört günde belirlemiştir. Bunlar araştıranlar için eşit uzaklıktadır.” (Fussilet 41/10) Kim gerekli çalışmayı yaparsa o nimetlere ulaşabilir.

Bulunduğumuz bölgede Allah, hangi nimet ve imkanları yaratmışsa ancak onları bulabiliriz. Allah kendine şöyle seslenmemizi istemiştir: “… Dilediğine hesapsız rızık verirsin.” (Al-i İmran 3/27)

İmkanlar bol olsa ama gerekli güce sahip olmazsak veya gücümüz olduğu halde çalışmazsak elimize bir şey geçmez. Bu sebeple gerekli gücü elde etmeli ve başarı için elden geleni yapmalıdır. Kuraklık, aşırı yağmur ve deprem gibi afetlere karşı gücümüz olmadığından o gibi konularda da bütün tedbirleri aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmeliyiz.

Tefsir ve meallerde bazı ayetlere farklı anlam verilerek, yanlış tevekkül anlayışı körüklenmiştir. Mesela yukarıda mealini verdiğimiz İsra 17/30. âyetine şöyle meal verilmiştir:

“Senin Rabbin dilediğine rızkı genişletir ve daraltır. O, kullarının içini bilir ve onları görür.”

Farklı anlamın sebebi, ayetteki “يَشَاء = ister” ve “ يقدر = gücü yeter” fiillerinin faili olan “o” zamirinin neyi gösterdiği ile ilgili tercihtir. Arapça’da zamir en yakınını gösterir, uzak için karine gerekir. Böyle bir karine olmadığından burada zamir, “مَن = kim’i gösterir. Ama tefsir ve meallerde zamirin, uzakta bulunan الله lafzını gösterdiği kabul edilmiştir. Buna bir örnek de Sebe’ suresinin 39. âyetidir. Elimizdeki mealler şu şekildedir:

“De ki: “Doğrusu Rabbim, kullarından dilediğine rızkı bol verir, dilediğine de kısar[10]

Arapça bakımından doğru anlam şöyle olur:

“De ki: “Rabbim, kullarından istekli olan ve gücü yeten herkes için rızkı yayar”

4- Allah’ın Affı ile Aldanma

Çok kimse, “Allah bize niye azap etsin ki?” “Yarattığı, besleyip büyüttüğü kuluna azap eder mi?” gibi sözlerle kendini aldatır. Kimileri de yaptıkları bazı iyi işlerin kurtuluşlarına sebep olacağını sanır. Bedir’de Peygamberimizin amcası Abbas ve arkadaşları esir olunca Müslümanlar onları müşrik oldukları için ayıplamışlardı. Abbas şöyle dedi: “Vallahi biz de Mescid-i Haramı ibadete açık tutar, sıkıntıda olanın sıkıntısını giderir, Kabe’yi korur, hacılara su dağıtırız.” Bunun üzerine şu ayet indi[11]:

“Siz, hacca gelenlere su vermeyi, Mescidi Haramı ibadete açık tutmayı, Allah’a ve ahiret gününe inanan ve Allah yolunda cihat eden kişinin yaptığı ile bir mi tutuyorsunuz? Hayır, Allah katında bunlar bir tutulamazlar. Allah zalimler topluluğunu doğru yola getirmez.” (Tevbe 9/19)

Kendini Allah’ın affı ile aldatanların ahiretteki durumu ile ilgili ayetlerden biri şudur: “Yanlış yapanların elinde bu dünyanın bütün malları ve bir o kadarı daha olsa, kıyamet günündeki azabın verdiği sıkıntıdan kurtulmak için feda ederlerdi. Çünkü onların Allah’tan beklemedikleri şeyler, karşılarına çıkacaktır.” (Zümer 39/47)

Allah inananları da bir çok imtihandan geçirecektir. O, bu konuda şöyle buyuruyor:

“Elif, Lam, Mim. İnsanlar ne sanıyorlar, inandık dediler diye denemeye tabi tutulmadan bırakılacaklar, öyle mi?

Doğrusu, biz onlardan öncekileri denedik. Allah, doğru olanları elbette ortaya çıkaracaktır. Elbette yalancıları da ortaya çıkaracaktır.

Yoksa, kötülük yapanlar elimizden kurtulacaklarını mı hesap ediyorlar? Ne de kötü karar veriyorlar!

Kim Allah’a kavuşma umudu içinde ise Allah’ın belirlediği vakit, kesin olarak gelecektir.  O işitir ve bilir.

Kim cihad ederse cihadı kendi için yapar[12].  Allah’ın kimseye ihtiyacı yoktur.

İnanan ve iyi işler yapanların kötülüklerini kesin örteriz. Alacakları karşılık da kesin olarak yaptıklarının daha iyisi ile olacaktır.” (Ankebut 29/1-7)

5- Allah’ın Gücü ile Aldanma

Bazı kimseler Allah ile ilgili olur olmaz şeyler söyler, delil olarak da “Allah’ın buna gücü yetmez mi?” derler. Bu konuda bir Şeyh ile aramızda geçen konuşma şöyledir:

Bayındır- Medine’de hacılarla soh­bet eder­ken gaybı Allah’tan başkasının bilemeyeceğinden bahsettim. Müridelerinizden bir hanım dedi ki; “öyle diyorsunuz ama biliyorum ki benim şeyhim, gece ya­takta kaç kere sağa sola döndü­ğümü bile bilir.”

Şeyh Efendi – Allah bildirirse bi­lemez mi? Allah’ın buna gücü yet­mez mi?

Bayındır– Allah’ın gücünün yetmediği ne var ki? Ama onun gücüyle delil getirilmez. Al­lah dilerse Elçisi Muhammed’i cehen­neme, şeytanı da cennete koyamaz mı? Onun buna gücü yetmez mi?

Şeyh Efendi – Elbette yeter.

Bayındır– Ama o, şeytanı cehenneme koyacağını Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi de cennette Makâm-ı Mahmud de­nen en üst ma­kama getirece­ğini bildirmiştir[13]. Artık Allah’ın gücü delil getirilerek buna aykırı bir iddia yapılamaz. Allah size gaybı bildire­cek değildir. (Al-i İmran 3/179) âyetinden sonra da kimse, Allah’ın gücünü delili getirip bunun aksini iddia edemez.

B- İMAN

İman, emn (أمن) kökündendir. Emn, korkuyu atıp rahatlama ve güven duyma anlamına gelir. İman, emn içine girmek, yani bir konu ile ilgili korkuları atıp ona güvenmek ve inanmak demektir. Bu sebeple iman, kesin bilgiye dayanmalıdır. Yukarıda belirtildiği gibi Allah konusunda her insan, yakın ve uzak çevresinde yaptığı gözlemlerle kesin bilgiye ulaşır. Kur’ân’da, Al­lah’ın varlığını ispatla ilgili ayet olmaması ve peygamberlerin bu konu ile uğraşmamaları  bundandır.

Allah, emirlerini peygamberleri aracılığı ile gönderir. Her peygambere, taklit edilmesi imkansız bir belge verir. Bu sebeple o belgeye mucize denir. Mucizeyi görenler, o şahsın Allah’ın peygamberi olduğunda şüphe etmezler. Son peygamberin mucizesi Kur’ân’dır.  Kur’ân üzerinde düşünen herkes, onun ancak Allah’ın Kitabı olabileceğini anlar. Onu getiren de, zorunlu olarak Allah’ın Peygamberi olacaktır.  O zaman Allah’a inanan ve güvenen her insanın, o Kitaba inanması ve güvenmesi kaçınılmaz olur.

Allah’ı bilmek ile Allah’a inanmak farklı şeylerdir. Tanıdığınız ve bildiğiniz biri için; “ben ona inanmam” dersiniz. Bu, ona güvenmediğinizi gösterir. Allah’a inanmak için ona güvenmek gerekir. Ona güvenmek, onun bütün emir ve yasaklarına güvenmekle olur. Herhangi bir konuda gösterilen güvensizlik, imansızlık sayılır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Ey İnananlar! Allah’a ve Elçisine inanın. Elçisine indirdiği bu Kitaba ve daha önce indirdiği Kitaplara da inanın. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve ahiret gününü göz ardı ederse, gerçekten derin bir sapıklığa düşmüş olur.” (Nisa 4/136)

“Ey ehl-i Kitap! Dininizde aşırılık etmeyin, Allah hakkında sadece gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, başka değil, yalnızca Allah’ın elçisidir, Meryem’e ulaştırdığı “ol” sözüyle olmuştur. O, Allah’tan bir ruhtur. Öyle ise Allah’a ve elçilerine inanın. “Tanrı üçtür” demeyin; bunu söylemekten vazgeçin, böylesi sizin için iyi olur. Allah tek Tanrı’dır, başkası da yoktur. Böyleyken onun çocuğa ne ihtiyacı olur!.. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi onundur. Koruyucu olarak Allah yeter.” (Nisa 4/171)

C- ŞİRK VE KÜFÜR

Şirk, Allah’a ait bazı özellikleri başka varlıklarda da görerek onlara tanrısal nitelik vermektir. Bu konu yukarıda geçmişti. Aşağıda daha geniş açıklamalar gelecektir.

Küfür, kâfirlik demektir. Kelimenin kökü küfr ve küfûr’dur, örtme ve görmezlikten gelme anlamına gelir. Yapılan iyilikleri görmezlikten gelen kişiye Arapça’da kâfir, Türkçe’de nankör denir. Allah’ın varlığı açık bir gerçek iken bir çok kimse, onu hesaba katmadan hayatını sürdürür. Allah’ı hesaba katanların bir çoğu, ilişkilerini aracılarla yürüttüğüne inandığı için onu, bu çerçevenin elverdiği kadar hesaba katar.

Kâfir ve müşrik kelimeleri, aynı şeyin iki farklı yüzünü gösterir. Yani her kâfir müşrik ve her müşrik kâfirdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ehl-i Kitaptan ve müşriklerden kâfir olanlar, kendilerine gerçekleri açıklayan biri gelinceye kadar çözülecek değillerdir.

O, Allah adına gelen bir elçidir; tertemiz sayfalar okur. O sayfalarda kesin ve  doğru hükümler vardır”. (Beyyine 98/2-3)

Ayette geçen “المشركين= müşrikler” kelimesi  marifedir. Belirli bir müşrik kesimi yani ehl-i kitabın dışında kalan müşrikleri ifade eder. Yoksa ehl-i kitabın müşrik olmadığını göstermez. Çünkü onlardan kâfir olanların müşrik olduklarını gösteren ayetler vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Hahamlarını ve papazlarını, Allah ile kendi aralarında aracı rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa onlara verilen emir, sadece tek bir Tanrı’ya kul olmaları idi. Ondan başka tanrı yoktur. Allah, onların şirkinden uzaktır.” (Tevbe 9/31)

Her toplumun geçmişinde bir peygamber vardır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Ya Muhammed, seninle o gerçeği (Kur’ân’ı), müjdeci ve uyarıcı olasın diye gönderdik. Her ümmetin geçmişinde bir uyarıcı, kesin vardır.” (Fatır 35/24) Mekke toplumunun geçmişinde İbrahim ve İsmail peygamberler vardı. Kureyşliler İbrahim soyundan gelmekle öğünür[14], ondan kalma hac ve umre ibadetlerini kesintisiz yerine getirirlerdi. Ama ellerinde ona ait bir ilahi kitap yoktu. Bu sebeple onlar ehl-i kitap değillerdi. Yahudilerin geçmişinde Musa aleyhisselamla birlikte bir çok peygamber ve onlardan kalma Tevrat vardır. Hıristiyanların geçmişinde ise İsa peygamber ve ellerinde İncil vardır. Bu sebeple onlar ehl-i kitap sayılmışlardır.

Tevrat ve İncil, ilk saflığı ile korunamamıştır. Ama temel konularda Kur’ân ile ortak hükümleri vardır. Bu sebeple Kur’ân onları, bu temel noktalara çağırır. Allah Teâlâ şöyle buyurur;

“De ki: “Ey Kitap ehli! Gelin, size göre de bize göre de doğru olan şu sözde birleşelim; Allah’tan başkasına kul olmayalım. Ona bir şeyi ortak koşmayalım. Hiçbirimiz Allah ile kendi arasına birilerini koyarak rabler edinmesin”. Eğer yüz çevirirlerse deyin ki: “Şahit olun, biz teslim olmuş kimseleriz”. (Al-i İmran 3/64)

Mekkeli müşriklerin ve diğerlerinin elinde böyle bir metin olmadığı için onlara, akıllarını ve bilgilerini kullanma çağrısı yapılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İşte bu, Rabbinin, dosdoğru yoludur. Aklını başına alacak kimseler için bu ayetleri uzun uzadıya açıkladık.” (En’am 6/126)

“Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra kim bu Elçi‘den ayrılır, inananların yolundan başka bir yola girerse onu döndüğü yöne çeviririz ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Nisa 4/115)

Tevrat ve İncil’e sahip olmaları, Yahudi ve Hıristiyanların müşrik olmalarına engel olamamıştır. Önemli olan bir ilahî kitaba sahip olmak değil, ona uymaktır. Elinde Kur’ân olan, hatta onu ezberleyen ve onun ilmini yapan nice müslümanın da şirke düştüğünü görüyoruz.

Allah’a tam güvenme ve kayıtsız şartsız boyun eğme, imanın olmazsa olmaz şartıdır. Ama insanların çoğu, Allah’a karşı bazı şartlar ileri sürerler. Kimileri şartları kendileri belirler, kimileri de bozulmuş bir dinin veya bir tarikatın ileri sürdüğü şartları uygun bulurlar. Kendini veya başkasını, Allah’a şart ileri sürecek seviyede gören, onu o konuda Allah ile eşit görmüş ve tanrı edinmiş olur. Bunlar zor durumda kaldıkları zaman koştukları bütün şartları unutur ve samimi olarak Allah’a yönelirler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Denizde başınıza bir sıkıntı gelse, yardıma çağırdığınız herkes kaybolur; yalnız Allah kalır. Allah sizi kurtarıp karaya çıkardı mı, yüz çevirirsiniz.  İnsan, yapılan iyiliği görmez.” (İsra 17/67)

Müşrikler birkaç kısma ayrılırlar:

1- Kendini Tanrı Edinenler

Allah’a inanmadıklarını söyleyenlerin tamamı müşriktir. Onların hepsi Allah’ı var ve bir bilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Onlara sorsan ki:“Gökleri ve yeri ya­ratan, Güneş’e ve Ay’a boyun eğdiren kimdir?” Kesinlikle “Allah’tır” derler. Öyleyse nereden destek alıyor da halden hale giriyorlar[15]? Allah rızkı, kullarından isteyen ve gerekli güce sahip olan için yayar. Allah her şeyi bilir. Onlara sorsan ki; “Gökten su indirip ölü toprağı  dirilten kimdir?” Şüphesiz “Allah’tır” diyeceklerdir. De ki; Allah neylerse güzel eyler. Ama onların çoğu bunu düşünmezler.” (Ankebut 29/61-63)

“Desen ki: Gökten ve yerden size rızık veren kim? Ya da işitmeyi ve görmeyi sağlayan kim? Kimdir o diriyi ölüden çıkaran, ölüyü de diriden çıkaran? Ya her işi çekip çeviren kim? “Allah’tır” di­yeceklerdir. De ki; öyleyse hiç sa­kınmaz mısınız? İşte sizin gerçek Rabbiniz Allah’tır. Hakkın ötesi sapıklık değildir de ya nedir? Nasıl da döndürülüyorsunuz?” (Yunus 10/31-32)

Allah, Adem’e secde emri verince İblis, kendi şartlarına uymadığı için secde etmemişti. Konu ile ilgili ayetler şöyledir:

“Bir gün Rabbin meleklere demişti ki: “Ben, kurumuş çamurdan, değişken kara balçık­tan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman ona secde edin. ”Bütün melekler hemen topluca secde ettiler. İblis öyle yapmadı. O, secde edenlere katılmamakta direndi. Allah dedi ki: “İblis! Senin neyin var ki, onlarla birlikte secde etmedin?” Dedi ki, “Kıvamına gelmiş ve kurumuş kara balçıktan yarattığın insana secde edemem.”Allah dedi ki, “Öyleyse çık oradan, çünkü sen kovuldun. (Hicr 15/28-34)

“O, direnmiş, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.” (Bakara 2/34)

İblis’in büyüklük taslaması Adem’e değil, Allah’a karşıydı. Çünkü uygun bulmadığı, Allah’ın emriydi. Bu yüzden Allah ona, “..İn oradan, orada büyüklenmek sana düşmez; çık, sen alçağın te­kisin” demişti. (Araf 7/13)

İblis, Allah’ın ne varlığını, ne birliğini inkar etmiştir. Sapık sayıldıktan sonra bile şöyle demiştir:

“..Doğrusu ben Allah’tan korkarım, Allah’ın cezası pek ağırdır.” (Enfal 8/48)

İblis ahirete de inanır. Çünkü kovulunca şöyle demişti: “Rabbim! Hiç olmazsa, tekrar dirilecekleri güne kadar bana süre tanı.” (Hicr 15/36)

Allah’ı, melekleri ve ahirette yeniden dirilmeyi kabul eden böyle birine bir çok kimse “iyi Müslüman” diye bakabilir. Üstelik İblis kâfir olduğu zaman, ne inanacağı bir pey­gamber ne de indirilmiş kitap vardı. Onun kâfirliği, bir konuda Allah’a şart ileri sürmesi ile başladı.

Tanrı tanımaz denen ateistler de öyledir. Onlar da her konuda, kendi şartlarına uyarlar. Allah’ın emirlerinden kendilerine uygun geleni beğenir, gelmeyeni reddederler. Sıkışınca da Allah’a sığınır ve ondan yardım isterler. Bunların tanrısı önce kendileri, sonra Allah’tır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Kendi arzusunu kendine tanrı edineni görmen gerekmez mi? Ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen zannediyor musun ki, onların çoğu söz dinler veya aklını çalıştırır? Onlar; koyun, sığır ve deve gibidirler; hayır, daha düşük seviyededirler.” (Furkan 25/43-44)

“Kendi arzusunu kendine tanrı edineni görebildin mi? Bilgili olduğu halde Allah onu sapık saymış, kulağına ve kalbine izler koymuş, gözünün önünde perde oluşturmuştur. Allah sapık saydıktan sonra onu kim yola gelmiş kabul edebilir? Kafanızı kullanmaz mısınız?” (Casiye 45/23)

Herkeste ebedi yaşama duygusu vardır. Her insan, hiç ölmeyecekmiş gibi davranır. Ahiret inancı bu duyguyu tatmin eder. Kendini tanrı edinenlerinden kimileri duygularını reenkarnasyon ile tatmine çalışırlar. Yani öleceklerini ve yeni bir bedenle tekrar dirileceklerini söylerler.

“Derler ki; “Bu dünyadaki hayatımızdan başkası yoktur. Ölürüz ve diriliriz; bizi mahveden, sadece yaşlanmadır.” Onların bu hususta bir bilgisi yoktur, sadece tahmin yürütürler.” (Casiye 45/24)

Kimileri de ölümle her şeyin biteceğini ve hesap gününün yalan olduğunu söyleyerek duygularını bastırmaya çalışırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“O yalan sayanların, o gün başlarına gelecek var!

Hesap gününü yalan sayanlar var ya, işte onların…

Onu, taşkınlık eden ve günaha düşkün olanlardan başkası yalan saymaz.

Onlara ayetlerimiz okununca “Eskilerin masalları…” derler.

Yok, öyle değil; aslında onların yapıp ettikleri şeyler kalplerini paslandırmıştır.

Onlar o gün Rablerinden uzak kalacaklardır.

Sonra onlar Cehennemde kızartılacaklardır.

Sonra onlara şöyle denecektir: “Sizin yalan sayıp durduğunuz işte budur. (Mutaffifîn 83/10-18)

2- Aracı Tanrı Arayanlar

İnsanlardan kimi, kendi ile Allah arasında aracılık yapacağını hayal ettiği şeylere tutulur. Oysa bu boş bir kuruntudur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: Biz bu Kitabı sana gerçeklerle dolu olarak indirdik. Öyle ise sen bu dini, Allah için saf ve duru halde tutarak Allah’a kul ol.” (Zümer 39/2)

Dini, Allah için saf ve duru tutmak, Kur’ân’a uymakla olur. Bunu, dini kullanarak dünyalık elde etmeyi düşünmeyenler yapabilirler. Onlar, din tebliği yaptıkları kişilere, peygamberlerin söyledikleri şu sözü söylerler:

“Sizden, bu yaptığıma bir karşılık beklemem. Bu herkese, sadece görevini hatırlatmadır, o kadar”. (En’am 6/90)

Dini kullanarak dünyalık elde etmek isteyenler, dini kendilerine uydururlar. Bunu ancak o din hakkında yeterli bilgiye sahip olanlar yapabilirler. Onların hedef kitlesi, doğru yolda olanlardır.

Her insan gibi, doğru yola girenlerin de bazı istekleri ve gelecekle ilgili endişeleri vardır. Tuzakçılar, asıl oyunu burada oynarlar. Din büyüklerine, Allah’a ait bazı özellikler yükler, onların aracılığı ile sunulan isteklerin kabul edileceğini ve Ahirette şefaatlerinden yararlanılacağını, üstüne basa basa söylerler. Allah’ın kitabını da buna uygun yorumlar, aykırı gelen ayetleri başka tarafa çekerler.

Hepsi de ölmüş olan o büyükleri, kendileri temsil ederler. Buna layık olduklarını göstermek için farklı giyinir, farklı konuşur ve farklı davranırlar. Büyüklere ait olduğunu söyledikleri hayali hikayelerle kendilerine destek ararlar.

Aklını kullanan herkes, bunun bir oyun olduğunu anlar, ama arzuları okşadığı için bir çok kimse bundan etkilenir. Böyle kimseler başlangıçta, akıllarıyla duyguları arasında çatışma yaşarlar. Sonra duyguları ağır basar ve tuzağa düşerler. Daha sonra en küçük tesadüfü tuzakçıların kerameti sayar, onlara kul-köle olurlar. Hepsi de bu oyunun farkında olduğu için bir suç çetesi gibi birbirlerine kenetlenirler.

Allah’a yönelen her insan bu tuzaklarla karşılaşır. Bu gibiler çoğunlukla duygu yüklü olurlar. Onların duyguları, çevrelerinde oluşturulan yoğun hurafe bombardımanı ile birleşince tuzağa düşmeleri kolaylaşır. Nesilden nesile yapılan eklemelerle Allah’ın dininden uzak, ama onu istismar eden büyük bir cemaat ortaya çıkar.

Müşrikleri biraz yakından görmeye çalışalım.

a- Müşrik, Allah’a İnanır

Müşrik, ortak koşan anlamınadır. Ortaklık en az iki şey arasında olur. Müşrik için bunların birincisi daima Allah’tır. Onun müşrik olması; bir varlığı, Allah’a has özeliklerden bazısına sahip görmesi sebebiyledir.

Hiç kimse, şirke sağlam bir gerekçe bulamaz. Ama Allah’a yakın olduğuna ve manevi yardım yapacağına inanılan kimselerin etrafında bir cemaat oluşur. Onlara katılanlar orada olmanın bazı faydalarını görebilirler. Bunları oraya bağlayan, bu menfaat ilişkisidir. Şu ayet, ona dikkat çekmektedir:

(İbrahim şöyle) “demişti: “Allah ile aranıza koyduğunuz putlara tutulmanız sadece bu hayatta birbirinize karşı bir sevgi ortamı oluşsun diyedir. Sonra, kıyamet gününde biriniz diğerini tanımayacak ve biriniz diğerine lanet edecektir. Varacağınız yer o ateştir; size yardım eden de  olmayacaktır.” (Ankebût 29/25)

Bunlar, din adı altında, menfaate dayalı bir örgüte katıldıklarının farkındadırlar. Bu sebeple, yarın Allah’a karşı şunu diyemeyeceklerdir:

“Önceden ortak koşanlar babalarımızdı. Biz ise onlardan sonra gelen bir nesil idik. Şimdi o batıla sapanların işlediklerinden ötürü bizi yok mu edeceksin?” (Araf 7/174)

Çünkü şirke düşenler; “…Allah’a verdikleri sözün kesinleşmesinden sonra caymış, Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi (yani Allah ile ilişkilerini) kesmiş olurlar.” (Bakara 2/27)

Bunlar kendilerini Allah ile aldatmış olurlar. Çünkü hedeflerinin Allah’a yaklaşmak olduğunu söylerler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“İyi bil ki, saf din Allah’ın dinidir. Onun yakı­nından veliler edinenler şöyle derler: “Bizim onlara kul olmamız, sa­dece bizi Allah’a iyice yaklaş­tırsınlar diyedir.” (Zümer 39/3)

Fakat bunların onları, Allah’a yaklaştıracağına dair belgeleri yoktur.

b. Müşrik Allah’a İbadet Eder

Hac ve umre, İbrahim aleyhisselamla birlikte başlamıştır. 9. hicri senede Mina’da, Ali tarafından  halka hitaben şu ayet okununcaya kadar Mekke müşrikleri bu ibadetleri, kesintisiz yap­mışlardı.

“Ey inananlar! Müşrikler sadece bir pisliktir. Artık bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaş­masınlar.” (Tevbe 9/ 28)

Arafat’ta vakfe, hac ibadetinin ana direğidir. Ama Mekkeli müşrikler hac için Arafat’a çıkmazlardı. Arafat, “hill” denen Mekke sınırlarının dışındadır. Diyorlardı ki, “Biz İbrahim’in oğullarıyız, saygın bir topluluğuz, Kabe’nin idarecileri ve Mekke’nin yerlileriyiz. Araplar içinde bize denk olan yoktur. Kimse bizim yerimize denk bir yere sahip değildir. Bizimle ilgili söylenenler hiçbir Arap için söylenmemiştir. Öyleyse hiçbir yere Harem kadar değer veremeyiz, yoksa Arapların bize olan saygıları azalır[16].” Allah Teâlâ bunu yasaklamış ve o eksiğin tamamlanmasını emretmiştir:

“Haccı ve umreyi Allah için, eksiksiz yerine ge­tirin….” (Bakara 2/196)

Hac mevsimi ile ilgili bir değişikliğin yapılmadığını da şu ayetten öğreniyoruz:

“Hac bilinen aylarda olur. Her kim o aylarda hac ibadetine başlarsa artık hac sırasında onun için eşine yaklaşmak, yoldan çıkmak ve dövüşme diye bir şey olamaz….” (Bakara 2/197)

Daha önce anlatıldığı gibi müşrikler hacılara su vermek ve Mescid-i ha­ram’ı ibadete açık tutmak gibi şeylerle övünürlerdi.

c- Müşrik Aracılara İnanır

Müşrik, Allah’ı yeryüzü krallarına benzeterek kendinden uzak sa­yar. Krala ulaşmak isteyenin, ona yakınlığı olan biri aracılığı ile ulaşmak istemesi gibi müşrik de Allah’a ulaşmak için ona yakın olduğuna inandığı birini aracı yapmak ister. Hıristiyanların İsa’yı Allah’ın oğlu, Mekkeli müşriklerin putlarını Al­lah’ın kızları[17], büyüklerinin ruhlarından yardım umanların da onları, Allah’ın özel dostları say­maları bundandır.

Müşrik aracıyı, manevi gücü olan bir varlık sayar, ona yakınlık için kurbanlar sunar, hatırası karşısında saygı ile eğilir. Onunla ilişkilerini canlı tutar ki, o da onun, Allah ile ilişkilerini canlı tut­sun. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“İnsanlar arasında Allah’ın yakınından endâd edinenler vardır. Onları, Allah’ı sever gibi sever­ler.” (Bakara 2/165)

Endâd, nidd’in çoğuludur. Nidd, Allah’a ben­zer bazı niteliklere sahip görülen ve aykırı şeyleri savunabileceğine inanılan varlıktır[18]. Allah’ın onları kırmayaca­ğına, gerekirse Allah’a, onun istemediği bir şeyi kabul ettirebileceklerine, onların bu gücü Allah’tan aldıklarına inanılır.

Bir de müşrikler, bu arabulucuların kendilerine şefaatçi olacaklarına inanırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah’a karşı yalan uydurandan veya onun ayetleri karşısında yalan söyleyenden daha zalim kim olabilir? Bu suçu işleyenler umduklarını bulamazlar.

Onlar, Allah’tan önce öyle şeye kul olurlar ki, onlara ne faydası olur ne de zararı. Derler ki, ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.’ De ki: “Göklerde ve yerde, Allah’ın bilmediği bir şeyi mi ona haber veriyorsunuz?” Allah, onların şirkinden uzaktır ve yücedir.” (Yunus 10/17-18)

Peygamberler insanları, yalnız Allah’a kul olmaya çağırmışlardır[19]. Yalnız Allah’a kul olan, yardımı yalnız ondan ister. Müslümanlar, namazların her rekatında Yalnız sana kul olur ve yalnız senden yardım dileriz.” (Fatiha 1/4) derler.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“De ki: “Allah ile kendi aranıza koyup yardıma çağırdıklarınıza kul olmam bana yasaklandı. Bu yasak, Rabbimden bana, açık âyetler geldiği vakit kondu. Ben varlıkların sahibine teslim olmam için emir aldım.

Sizi yaratan odur. O, önce topraktan, sonra nutfeden[20], sonra da alakadan[21] yaratır; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarır ki güçlü kuvvetli hale gelesiniz ve nihayet ihtiyar kişilere dönüşesiniz. Kiminiz daha önce ölür, kiminiz de, belirli bir süreye kadar yaşar. Belki aklınızı kullanırsınız.

Can veren odur; öldüren de o. O bir işe karar verirse, sadece “Ol” der, hemen oluverir.

Allah’ın ayetleri karşısında haklı çıkmaya çalışanları görmez misin? Bunlar nereden destek alarak halden hale giriyorlar[22]?

Bunlar öyle kimselerdir ki, hem Kitap karşısında, hem de elçilerimize gönderdiğimiz şeyler karşısında yalan söylerler. Ama  elbette öğreneceklerdir.

Hem de boyunlarında halkalar varken ve zincirlerle sürüklenirken öğreneceklerdir.

Kaynar suyun içinde sürüklenirken…Sonra ateşte kızartılacaklardır.

Sonra onlara şöyle denecek: O şirk koştuğunuz şeyler nerede? Allah ile kendi aranıza koyduklarınız vardı ya işte onlar? Diyecekler ki, “Onlar bizden ayrıldılar. Aslında biz, eskiden de Allah’tan başka bir şeyden yardım istemezdik.” Allah, o kâfirleri,  işte bu tavırlarından dolayı sapık sayar.

Başınıza gelen bu şeyler, yeryüzünde haksız yere şımarmanıza ve böbürlenmenize karşılıktır.

“Girin Cehennemin kapılarından; hiç çıkmamak üzere girin!” Kendini büyük görenlerin yeri gerçekten ne kötüymüş!” (Mümin 40/66-76)

İslam’ın dışındaki bütün dinlerde aracılık inancı vardır. Aracıların adının değişmesi ile dinlerin adı değişir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Şurası bir gerçek ki, insanı yaratan biziz. Ona şahdamarından da yakınız. Bu sebeple içinin ona ne fısıldadığını biliriz. (Kaf 50/16)

d- Müşrik, Aracıların Şefaatine İnanır

Allah Teâlâ şöyle buyurur: Onlar Allah’tan önce, kendilerine ne zarar ne de fayda verecek durumda olmayan şeylere kul olurlar. Derler ki, “Onlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir”. De ki; göklerde ve yerde Allah’ın  bilmediği bir şey var da siz onu mu haber veriyorsunuz? Öyle şey olur mu! Allah, onların şirklerinden uzaktır.” (Yunus 10/18)

e- Müşrik Şirki Reddeder

Müşrikler, asıl hedeflerinin Allah’a yaklaşmak olduğunu söylerler. Allah’a yakın saydıkları bir kısım varlıklara, aracılık ve şefaatçilik görevi yükle­meleri bundandır. Bu sebeple, hiçbir şeyi Allah’a, tam ortak saymadıklarını düşünürler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Onların hepsini bir araya toplayacağımız gün, ortak koşmuş olanlara şunu diyeceğiz: “Hani nerede o sizin kuruntusunu ettiğiniz şeyler?”

Onların kaçamak cevabı şu olacaktır: “Rabbimiz Allah’a and olsun ki bizler müşrik değildik.”

Bak işte, kendilerini nasıl da yalanladılar. Al­lah’a karşı eş koştukları şeyler kendilerinden na­sıl da uzaklaştı.” (En’am 6/22-24)

Müşrikler bu kaçamak tutumu dünyada da sergilerler. Mekkeli müşriklerin, Kabe’yi tavaf ederken söyledikleri şu söz de onların bu tutumlarını ele veriyor. “Emret Allah’ım, Senin hiçbir ortağın yoktur. Yalnız bir ortağın[23] vardır ki, onun da bü­tün yetki­le­rinin de sahibi sensin[24]. “

Müşriklerin kafası çok karışık olur. “O ortağın ve bütün yetkilerinin sahibi Allah’tır” demekle kendilerini kurtaracaklarını sanırlar. Kutup, gavs, evtad vs. adlarla andıkları kişilere olağa­nüstü yetkiler yakıştıran tarikatlar da öyledir. Onlar da bu yetkiyi Allah’ın verdiğini söyleyince işin için­den sıyrılacaklarını sanırlar.

Müşriklerin kendilerini hak yolda gördükleri ile ilgili şu ayetler üzerinde de düşünmek gerekir.

“Allah insanların bir takımını yola getirdi, bir takımı da sapkınlığa düşmeyi hak etti. Çünkü bunlar Allah’tan önce o şeytanları kendilerine evliya edindiler. Üstelik bir de kendilerini doğru yolu tutmuş sanırlar.” (Araf 7/30)

“Kim Rahman’ın Zikri’ni (Kur’ân’ı) görmezlik­ten gelirse onun başına bir şeytan sararız. O onun arka­daşı olur.

Onlar bunları yoldan çevirirler ama bunlar doğru yola girdiklerini hesap ederler.” (Zuhruf 43/36 37)

“O insanlar bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak, onlara kulluk ettiklerini kabul etmeyeceklerdir.” (Ahkaf 46/6)

“O saat geldiği gün suçlular ümitsizliğe gö­müleceklerdir.

Ortakları arasında kendilerine arka çıkan ol­mayacak, onlar da ortaklarını kabul etmez ola­caklardır.” (Rum 30/12-13)

f- Tanrı Edinilen Aracılar Müşrikleri Ka­bul Etmez

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Onların hepsini toplayacağımız gün, o müş­riklere şunu diyeceğiz: “Haydi yerlerinize! Hem siz hem de ortak saydıklarınız…” Artık onların aralarını ayırmışızdır. O ortak saydıkları şöyle diyeceklerdir: “Siz sadece bize tapmıyordunuz ki! Bizimle sizin aranızda tanık olarak Allah ye­ter. Doğrusu sizin bize taptığınızın farkında bile değildik.” (Yunus 10/27-28)

“Kendilerine dayanak olsun diye, Allah’ın yakı­nından tanrılar edindiler. Tam tersi; onlar bunların ibadetlerini tanıma­yacak ve bunlara düşman olacaklardır.” (Meryem 19/81-82)

g- Akıl Şirki Reddeder

Aklını kullanan hiç kimse şirki kabul etmez. Müşriklerin tek dayanağı, büyüklerden duy­dukları şeyler, yani gelenektir. Bu sebeple Kur’ân, insanı aklını kullanmaya çağırır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah o pisliği aklını kullanmayanların üs­tüne bırakır.” (Yunus 10/100)

Kur’ân bir de atalardan gelenleri akıl süzge­cinden geçirmeye çağırır. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur:

“Onlara, ‘Allah ne indirmişse ona ve o Elçi’ye gelin.’ Denince; ‘atalarımızda ne bulmuşsak o bize yeter’ derler. Ya ataları bir şey bil­mez, doğru yolu da tutmaz kimseler idiyse?..” (Maide 5/104)

Müşriklik boş bir kuruntudur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: Allah’ın yakınından ortaklar çağıranlar as­lında o ortaklara uymazlar; onlar sadece kendi kuruntularına uyarlar. Onlar sadece kendi ölçüle­riyle ölçer, yalan söylerler.” (Yunus 10/65)

“Şunu bilin ki, göklerde kim var,  yerde kim varsa hepsi Allah’ındır. Allah’ın yakının­dan ortak­lar çağıranlar neyin pe­şin­deler? Onlar kendilerini sadece bir kuruntuya kaptırmışlardır. Onlarınki sa­dece saçma­lamadır.” (Yunus 10/66)

Şirk konusunda Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem bile uyarılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra sa­kın seni onlardan çevirmesinler. Sen Rabbine çağır; sa­kın ha! Müşriklerden olma.  Allah’la beraber başka bir tanrı çağırma. Ondan başka tanrı yoktur. Her şey yok olacak yalnız onun zatı kala­caktır. Hüküm onundur ve ona döndürüleceksi­niz.” (Kasas 28/87-88)

Bu konuda, birikimi olan herkes uyarılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sizden önceki devirlerde yaşayanlardan biri­kimi olanlar, ortalıktaki kokuşmuşluğa karşı çık­malı değiller miydi? Kendilerini kurtardığımız pek azı bunu yapmıştır. O zalimler, kendilerine verilen  refahın peşine takıldılar da suçlu kim­seler oldu­lar. Yoksa senin Rabbin, halkı iyi duruma gel­miş­ken, o ülkeleri zulüm yüzünden helak edecek de­ğildi ya?” (Hud 11/116-117)

“Rablerinin huzurunda toplanacak­ları gün­den korkanları Kur’ân ile uyar; onların Alla­h’tan başka ne bir dostları ne de şefaatçileri vardır. Belki kendilerini korurlar.” (En’am 6/51)

“Allah’ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Sakın onların heveslerine uyma. Dikkatli ol, yoksa seni, Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından saptırırlar. Eğer yüz çevirirlerse bilesin ki, Allah bazı günahlarına karşılık onların başına bir kötülük gelmesini istiyordur. İn­sanlardan çoğu, gerçekten yoldan çıkmıştır.

Yoksa cahiliye devri[25] hükmünü mü arıyor­lar? İyi bilen bir millet için kimin hükmü Allah’ın hük­münden güzel olabilir?” (Mâide 5/49,50)

“İnananların gönüllerinin Allah’ı anması ve ondan inen gerçeğe içten bağ­lanması zamanı henüz gelmedi mi? Sakın daha önce kendilerine ki­tap verilen­ler gibi olmasınlar; üzerlerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. On­lardan çoğu yoldan çıkmıştır.” (Hadîd 57/16)

II- ARACILIK İNANCI

Kur’ân’ın şirkle ilgili âyetlerinde, tapılan ve yardıma çağrılan hayali ilahların yeri “من دون الله = Allah’ın dûnundan” kavramıyla ifade edilir. Dûn sözlükte; üstün zıddı, en üst merte­beden beri, ondan aşağıca, başka ve en yakın anlamlarına gelir[26].” Allah’ın dûnundan, sözü de Allah’tan aşağı seviyede demek olur. Müşrikler, Allah ile kendi aralarında aracılık yaptığına inandıkları varlığı insandan üstün, Allah’a yakın sayar; onu bir yönüyle insana, bir yönüyle de Allah’a benzetirler. Din büyükleri, ata ruhları ve din adamları da bu konuma getirilir. Hak dinin dışındaki dinler, böyle bir yapılanma içindedirler.

Allah Teâlâ, bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında şöyle buyurur: “Hahamlarını ve rahiplerini, Allah’ın yakınından rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa onlara verilen emir, sadece tek bir Tanrı’ya kul olmaları idi. Ondan başka tanrı yoktur. Allah, onların şirkinden uzaktır.” (Tevbe 9/31)

Adiyy b. Hatim diyor ki, Peygamber sallallahu aleyhi ve seleme geldim, boynumda altın haç vardı. “Adiyy, at o putu” dedi. Ondan şu ayeti işittim: “Hahamlarını ve rahiplerini, Allah’ın yakınından rabler edindiler…” Dedi ki, “Onlar bunlara ibadet etmediler, ama bir şeyi helal sayarlarsa helal saydılar, haram sayarlarsa haram saydılar[27].” Onları rab edinmeleri böyle oldu.

Doğru yolda, yani sırat-ı müstakimde olmak isteyen her insanın önüne engeller çıkar. Çünkü sırat-ı müstakim, Şeytanın çalışma sahasıdır. O, tuzaklarını orada  kurar. Şeytan, Allah’tan yetki alınca şöyle demişti: “Ne olursa olsun, onlar için, senin doğru yolunun üstünde oturacağım. Sonra onlara sağlarından sollarından, üstlerinden altlarından geleceğim. Göreceksin, onların çoğu, sana teşekkür etmeyecektir”. (Araf 7/17)

Şeytan ve yardımcıları, doğru yolun üstünde oturur, oraya gelenlere aracılardan bahseder, onların Allah’a yakın ve onunla dost olduklarını, Allah ile olacak işlerde desteklerine ihtiyaç olduğunu, arabulucu ve şefaatçi olabileceklerini söylerler. Hayali hikayeler anlatarak Allah’ın onları kırmayacağını iddia ederler. Dolayısıyla onlara teslim olma gereği üzerinde dururlar. Bu konuda en büyük desteği, aklını kullanmayan insanlardan ve gelenekten alırlar. Böylece o insanlar Allah’tan önce, aracı saydıkları varlıklara kul olurlar. Bu da onların Allah ile ilişkilerini keser. Buna iki örnek verilecektir; bir ehl-i kitaptan Katolikler, diğeri de Taoistlerdir.


[1] En’am 6/112; Nas 114/6.

[2] Fuhuş kelimesi Kur’an’da hem zina (İsra 17/32) hem de eşcinsellik (Neml 27/5458) anlamında kullanılmıştır.

[3] İsm (الإثم) “günah” diye tercüme edilir. Zenb ve cünah’a da aynı anlam verilince aradaki fark kaybolmakta, o zaman meselâ, Kur’an’da içkinin haram olduğuna dair bir hükmün olmadığını söyleyenler çıkmaktadır. Halbuki Bakara 2/219’a göre içki ve kumarda büyük bir ism vardır. İsm, Allah’ın haram  kıldığı şeylerden olduğuna göre içki haramdır. Bu sebeple kelimeyi tercüme etmedik.

[4] – İlgi duyanlar şu ayetleri inceleyebilirler: Bakara 2/164; Ali İmrân 3/190; En’am 6/97, 99; Araf  7/26, 58; Yunus 10/5, 6, 67, 92, 101; Yusuf 12/7, 35; Ra’d 13/2, 3, 4; Nahl 16/13, 65, 66, 67, 68, 69, 79; İsrâ 17/12;  Kehf 18/9; Meryem 19/10; Tâhâ 20/128; Ankebût 29/ 24, 33, 34, 35; Rum 30/21, 22, 23, 24, 28; Lokman 31/31, 32; Secde 32/26; Sebe’ 34/15; Zümer 39/42, 52; Mümin 40/13; Câsiye 45/3, 4, 5, 6; Zariyât 51/22, 23, 35, 36, 37; Kamer 54/12, 13, 14, 15.

[5] – Rağıb el-İsfahânî, Müfredât, (Tahkik: Safvan Adnan Davudî), Dımışk ve Beyrut, 1412/1992, zkr maddesi.

[6] – Bkz. Al-i İmran 3/58, Araf 7/63, Hicr 15/6,9; Nahl 16/44, Enbiya 21/2,50,105; Furkân 25/18, Yasin 36/11, Sâd 38/8, Kamer 54/25.

[7] – En’am 6/80,

[8] Ulaşabildiğimiz mealler ayete şu anlamı vermişlerdir: “Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de yola getirir. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.

Bu meal, hem Arapça dil kurallarına, hem de Kur’an’ın bütünlüğüne aykırıdır. Allah dilediğini yola getirecek ve dilediğini saptıracaksa neden elçi göndersin? Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş Allah’a yakıştırılabilir mi?

Çelişkiler, “يَشَاء = ister” fiilinin faili olan “o” zamirini, Arap dili kurallarına aykırı olarak, Allah lafzını gösterir saymaktan kaynaklanmıştır. Halbuki zamir, yanı başında bulunan “مَن = kim’i gösterir. Uzağı göstermesi için karine gerekir. Burada böyle bir karine yoktur. Ayetin doğru anlamı şöyledir: “… Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir…”

[9] Mütercim Asım, Kâmus Tercümesi  (Firuzabâdî’nin), Bahriye Matbaası 1305, vkl maddesi.

[10] Bu meal, Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir’den alınmıştır. Bu tefsir, Hayrettin KARAMAN, İbrahim Kâfi DÖNMEZ, Mustafa ÇAĞIRICI ve  Sadrettin GÜMÜŞ tarafından hazırlanmış olup 2004’te Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanmıştır.

[11] İsmail b. Ömer b. Kesir (v. 774 h. /1373.), Tefsîru ibn Kesîr, Beyrut 1401, c. II, s. 342.

[12] Faydasını kendi görür.

[13] “Geceleyin uyanıp, yalnız sana mahsus olarak faz­ladan namaz kıl. Bakarsın Rabbin seni Makamı Mah­mûda yükseltir.” (İsra 17/79)

[14] İbn Hişam, Siret’un-Nebî, M. Muhyiddin Abdülhamid’in tahkikiyle, Beyrut, 1401/1981, c. I, 216.

[15] Ayet doğru anlaşılsın diye tefsiri mana verilmiştir.

[16] İbn Hişam, Siret’un-Nebî, c. I, 216.

[17] Muhammed b. Cerîr etTaberî, Cami’ulbeyân fî tefsîr’ilKur’an (Taberi Tefsiri), Beyrut 1412/1992, c. 11, s 519, Necm 19. Ayet.

[18] Bkz. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, nidd maddesi, Daru Sâdır, Beyrut, c. III, s. 420.

[19] Konu ile ilgili ayetlerden bir kaçı şunlardır: En’am 6/56, Ra’d 13/36, Zümer 39/11.

[20] Meniden.

[21] Ana rahminde asılı duran canlı.

[22] Ayet doğru anlaşılsın diye tefsiri mana verilmiştir.

[23] Kabe’nin etrafındaki her put bir kabileye aitti. Herbiri kendi putu aracılığı ile Allah’a ulaşmaya çalıştığından her  müşrikin  bir putu vardı.

[24] Müslim, Hacc, 3,  22-1185.

[25] Mekkelilerin Müslüman olmadan önceki dönemine cahiliye devri denir.

[26] Dûn ile ilgili olarak Kâmus Tercümesinde şunlar yer alır: “Dûn, fevk’in zıddıdır, en üst merte­beden beri demektir, ondan aşağıca diye ifade edilir. Bazıları bunun dünüv’ün maklûbu oldu­ğunu söylemiştir. Kelime “gayr” manasına da gelir. “Akreb” manasına da olur ki, zarf olur. Ona çok yakın manasına “Haza dûnehu” denir. Dûne, kabl manasına da gelir. Bir şey öbüründen biraz aşağıda olunca “Haza dûne zâke” de­nir..

[27] Tirmizî, Tefsîr’ul-Kur’an, bab 10, hadis no 3095, İstanbul, 1981/1401, c. 4, s. 278.


Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk- Prof. Abdulaziz Bayındır

This entry was posted on Çarşamba, Temmuz 9th, 2008 at 07:42 and is filed under *ARACILIK ve ŞİRK. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz