-
13th Aralık 2010

Cinler_Cengiz Duman

posted in CİN-MELEK |

HZ.SÜLEYMAN, CİNLER, KUŞLAR, ATLAR, RÜZGÂR VE SEBE MELİKESİ

               Giriş

Kıssalarda geçen olaylarla peygamberimiz ve ashabına gay­ret ve sabır müjde bildirilmekte; Allah’ın ayetlerini yalanlayıp küfürde direnenler de uyarılmaktadır.

Daha sonraki çağlarda gelecek olan müminler için de bu kıssalar­ durum ve şartlarına göre ibret ­örnekler vardır. Zaten müminler bunlar üzerinde düşünmeye ve öğüt ­almaya çağırılmaktadır.

“Kur’an’daki kıssa ve haberlerin anlatımına geçilmezden önce ”Bil-Hak, Bil-İlim” ifadeleri yer alır. Bun­dan amaç, anlatılacakların anlatı­lanların gerçek ve doğru olduğu zaman ve zanla alakası bulunmadığıdır.­ “(Sami Börekçi, “Kur’an’ın Düşünceyi Değiştirmesi”, Kelime, Sayı 16,s. 15)

“Gerçekten resullerin kıssalarında akıl sahipleri için çok büyük bir ibret vardır. “(Yusuf/111)

AğırIıklı olarak Mekki surelerden; ­Neml, Sebe, Enbiya sure­lerinde, kıssası anlatılan Süleyman @ hakkında, Kur’an-ı Kerim’in in­diği dönemde Cahiliyye Araplarının bir takım bilgileri mevcuttu.

Arap müşriklerinin bu bilgileri evvela; Kitap ehliyle olan münase­betleri esnasında Tevrat ve İncil’den aktarılan rivayetlerden kay­naklanıyordu. Bunun yanı sıra Ku­reys suresinde belirtilen; kışın Yemen’e yazın Şam’a yapılan ticaret kervanlarının seferleri esnasında da bilgiler ediniyorlardı. Yemen ta­rafına yaptıkları “kış sefer”lerinde o bölge içersinde bulunan Sebe ile ilgili rivayet ve kalıntıları; Şam’a yapılan yaz seferlerinde ise o bölge yakınlarında bulunan şimdiki Kudüs’te hükümranlık sürmüş olan Süleyman @ hakkındaki riva­yet ve kalıntıları işitip görüyorlar­dı.

Böylece Cahiliyye toplumunun Süleyman @ kıssası hakkındaki altyapısı, henüz Kur’an inmeden önce oluşmuştu. Ne var ki bu altya­pı hidayete sevk edecek Tevhidi çizgiden uzaktı ve daha ziyade masa­lımsı ve efsaneviydi. Rivayetlerin kurgusu zenginlik, maddiyat ve aşk teması üzerineydi. Tevrat’ta ve İncil’deki metinler aslından uzaklaşmış; ta­rihsel, biyografik vakıa’lara dönüştürülmüşler­di.

Hz. Süleyman (a) hakkında bü­tün bu olumsuzluklara muhatap olan Cahiliye toplumuna Allah; Sü­leyman kıssasını vahyederek onlar­dan öğüt almalarını istedi. Bu kıs­sanın nüzulü, Müslümanlar için ib­ret ve öğüt, inanmayanlar için az­gınlıklarını daha da artıran sebep oldu.

 “Resul’lerin kıssalarında, senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz. Bunda sana hak ve ina­nanlar için bir öğüt ve ibret gelmiş­tir.” (Hud/120)

 

BİR / BABASI DAVUD @

 Hz. Süleyman’dan evvel, babası Davud’un, büyük bir hükümdarlığı vardı. Davud @ aynı zamanda resul seçilmiş ve kendisine kitap ve­rilmişti.

 ‘Andolsun ki biz, Resullerin kimini kimine üstün kıldık, Davuda da Zebur’u verdik.”(İsra/55).

Adil bir hükümdardı. Halkını ezmedi. “Ey Davud biz seni hükümdar yaptık. İnsanlar arasında adaletle hükmet (Sad/26)

Allah’ın verdiği nimetler seve­sinde egemenliği oldukça genişle­mişti.

 Onun mülkünü güçlendirmiş­tik.”( Sad/20)

 “Dağları ona ram et­miştik…”  (Sad/18)

 “Toplanıp gelen kuşları da. Hepsi onun nağmesine ka­tılırlardı.. .”(Sad/19).

Böylece otoritesini sağlamlaştı­ran Davud’a Allah; zırh yapımını öğretmek suretiyle savaşlarda üs­tünlük elde ederek egemenliğini daha da genişletmesini sağladı.

 “Savaşın şiddetinden korunmak için zırh yapma sanatını öğretmiştik.”(En­biya/80)

Calut’la yaptığı savaşı an­latan ayetler (Bakara/249-250) onun savaşma sanatındaki mahare­tini bize gösterir.

Davud’un bu muhteşem hü­kümranlığı altında yetişen Hz. Sü­leyman aynı zamanda onun karar­larına ortak oluyordu.

 “Davud ve Süleyman da milletinin koyunlarının yayıldığı ekin hakkında hüküm veri­yorlarken, Biz onların hükmüne şahit­tik.(Enbiya/78)

Babası Davud’un yanında tecrübe ve bilgisini gelişti­ren Hz. Süleyman, ülke yönetimin­de de derin bir tecrübe sahibi ol­muştu. Hz. Davud’un hükümdarlı­ğı ölümüne kadar sürdü. Onun ölümünden sonra tahtına Hz. Sü­leyman varis oldu. Kur’an-ı Ke­rim’in Neml Suresi 15. ayeti bu hu­susa şöyle işaret eder:            

“Süleyman, Davud’a mirasçı oldu.”

 

Tevrat’ta ise bu olay şöyle anlatılır:

“Yişay oğlu Davut bütün İsrail’de krallık yaptı. “

Yedi yıl Hevron’da, otuz üç yıl Yeruşalim’de olmak üzere toplam kırk yıl İsrail’de krallık yaptı. “

 ”Güzel bir yaşlılık döneminde öldü. Zenginlik, onur dolu günler yaşadı. Yerine oğlu Süleyman kral oldu. “  (Tevrat, 1. Krallar,1/26,27)

 

 

          İKİ. / SÜLEYMAN’IN @ HÜKÜMDARLIĞI

 Artık Süleyman (a) hem bir Melik, hem de resul olarak ülkesini yönetmeye başlamıştı. Babasından kalan hükümdarlıktan başka, Allah ona peygamberlik de vermişti. “Andolsun ki Davud ‘a ve Süleyman‘a İLİM verdik.”(Neml/15).

 

Tevrat’ta ise bu hususa şöyle değinilir.

“Ya RAB Tanrı, babam Davut’a verdiğin söz yerine gelsin! Beni yeryüzünün tozu kadar çok olan bir halkın kralı yaptın. “

“Şimdi bu halkı yönetebilmem için bana bilgi ve bilgelik ver. Başka türlü senin bu büyük halkını kim yönetebilir! “

“Sana bilgi ve bilgelik verilecektir. Sana ayrıca öyle bir zenginlik, mal mülk ve ün vereceğim ki, benzeri ne senden önceki krallarda görülmüştür, ne de senden sonrakilerde görülecektir. “(2. Krallar,1/9-10-12)

Hz. Sü­leyman, Tevrat’ta “Fırat Irmağı’ndan Filistiler bölgesine, oradan da Mısır sınırına dek uzanan bölgedeki bütün krallara egemendi. “  (2. Krallar,9/26) diye tarif edilen, bugünkü İs­rail  topraklarından daha da büyük bir araziye sahip devletin başına geçmişti. Ülkenin batısını teşkil eden topraklar Akdeniz’e sınırdı. Bu kıyılar deniz ticaretinin limanla­rını oluşturuyordu. Ayrıca Kızılde­niz kıyısında da limanlar mevcuttu.

Şimdi Süleyman peygamberin sahip olduğu imparatorluğun ve ona Allah’ın bahşettiği nimetlerin ayrıntılı incelemesine gecelim.

 

 A/ RÜZGÂR

  Tevrat’ın 1. Krallar bölümünde Süleyman’ın Edom’da, Kızıldeniz kıyısında gemiler yaptırdığı belirti­lir.

Kral Süleyman Edomlular’ın ülkesinde, Kızıldeniz kıyısında Eylat yakınlarındaki Esyon-Gever’de gemiler yaptırdı.”  ( 1.Krallar, 9/26)

 ”Hiram’ın gemilerinin yanı sıra, kralın da denizde tarşiş ticaret gemileri vardı. Bu gemiler üç yılda bir altın, gümüş, fildişi ve değişik maymunlarla yüklü olarak dönerlerdi. ”(1.Krallar, 10/22)

 

Kur’an’ın gösterdiği işaretler­den bakacak olursak Süleyman @ Allah’ın, kendisine bahşettiği rüzgâra hakimiyet gücünü kullanarak; istediği tarafa sevk ettiği “rüzgâr” sayesinde, denizde yelken açan bütün gemile­rin; rüzgârın itme gücü ile hareket ettiği o çağda, mallarla yüklü gemileri­nin daha hızlı seyretmesini sağla­yarak ticarette de büyük aşamalar kaydettiği düşünülebilir.

 “Bereketli kıldığımız yere doğru, Süleyman‘ın emriyle yürüyen şiddetli rüzgârı, Onun buyruğuna verdik…”(Enbi­ya/81).

 “Bunun üzerine Biz de, iste­diği yere onun buyruğu ile kolayca gi­den rüzgârı verdik.” (Sad/36)

 “Gün­düzün estiğinde bir aylık mesafeye gi­dip akşam da bir aylık mesafeden dö­nen rüzgârı Süleyman ‘ın buyruğu al­tına verdik.”(Sebe/12)

 

 “O halde rüzgâr Süleyman’ın emrindeydi ve o bir aylık uzağa deniz seferleri düzenleyebiliyordu. Çünkü rüzgâr onun gemileri için istediği yönde esiyordu.”(Mevdudi, Tefhimü’l-Kur’an, Cilt 3, s293, İnsan Yay., İstanbul, 1987)

Bazı müfessirler; “Süleyman aleyhisselama müsahhar kılınan bir “rıyh”(rüzgâr) mahsus idi… Yani Süleyman isterse bü­tün alemin rüzgârını tutabilirdi de­mek değil, havada bir cereyanına tasarruf edebilir ve onunla dilediği yere gidebilirdi… Süleyman bununla balon gibi mi yoksa tayyare gibi mi giderdi orasını Allah bilir. “Veya “Şam’da sabah taamını yer öğle vakti İstahırda bu­lunur, öğleden sonra Kabile varır orada beytutet ederdi… 0 rüzgâr emri veçhile istediği yere kürsüsü­nü ve kürsü üzerinde etbaını ve as­kerini alır götürürdü. “(Mehmed Vehbi, Hülasatü’l-Beyan, C_11-12, s. 241, İstanbul, 1987) diyerek Sü­leyman @’ın rüzgâra binerek seya­hat ettiği, hatta ordu dahil her şe­yin rüzgâra binerek böylece isteni­len yere gidildiği kanaatindedirler.

Eğer Hz. Süleyman rüzgâra bi­nip Kabile kadar gitmiş olsaydı; aşağı yukarı Kabil kadar bir uzak­lıkta olan Sebe diyarına da gider bizzat ora halkı hakkında bilgi edi­nirdi.

 “Ben, dedi, senin görmediğin bir şeyi gördüm ve Sebe’den sana ger­çek bir haber getirdim.(Neml/22) diye haber getiren Hüdhüd kuşuna gerek kalmazdı.

“Süleyman‘ın Cinlerden, insanlar­dan ve kuşlardan müteşekkil olan or­dusu toplandı. Hepsi toplu olarak gidi­yorlardı. Sonunda karıncaların bulun­duğu vadiye geldiklerinde bir karınca: Ey karıncalar! dedi, yuvalarınıza girin ki Süleyman ve orduları farkında ol­mayarak sizi ezmesinler.”(Neml/18)

Bu ayette ise Süleyman’ın ordusu­nun günümüz orduları gibi gayet düzenli bir yürüyüşle sevk edildiğini ve “bir karıncanın” diğer karınca­lara ezilmemeleri için uyarıda bu­lunmasından da Süleyman @’ın ordusunun rüzgâra binerek hareket etmediği anlaşılıyor.

Burada söylemek istediğimiz şudur: Hz Süleyman; Allah’ın kendisine tahsis ettiği egemenlikle rüzgâra emrederek, yarım günde yani on iki saatte, bir aylık mesafe hızındaki rüzgârı, denizlerdeki gemileri için kullanarak ticari üstünlük sağlamıştı. Akdeniz kıyısındaki limanlar Çin ve Yemen üzerinden deniz ve kara ipek yolundan gelen ticari malları Afrika ve Avrupa’nın en ücra köşelerine hızla sevk edebiliyordu. Onun rüzgâra hakimiyeti sadece denizler üzerindeydi.

 

   B/ İNŞAATÇILIK

 Süleyman @ aynı zamanda ya­pı işlerine de ağırlık vermişti. Yap­tırdığı binaların en görkemlisi Ku­düs’te inşasına başlanılan Mabeddi. Tevrat’ta Hz Süleyman’ın inşaatlarının çok büyük ve yıllarca süren yapılar olduğu anlatılır.

Süleyman iki yapıyı – RAB’bin Tapınağı’yla kendi sarayını – yirmi yılda bitirdi. “  (1.Krallar,9/10)

“Kral Süleyman RAB’bin Tapınağı’nı, kendi sarayını, Millo’yu ve Yeruşalim’in surlarını yaptırmak; ayrıca Hasor, Megiddo ve Gezer kentlerini onarıp güçlendirmek amacıyla angaryacıları toplamıştı. “(1.Krallar,9/15)

Emrinde inşaat işlerinde çalıştırdığı binlerce köle ve usta ve bunları gözetleyen kahyaları vardı. Kur’an bu hususu şöyle belirtiyor.

Ve Şeytanları: Her bina ustasını ve dalgıcı. Ve zincirlerle birbirine bağlanmış di­ğerlerini buyruğu altına verdik.”(Sad/37-38)

Bu sayede çok zor iş olan inşaatçılığa ağırlık verildi. Her şeyin insan emeğiyle yapıldığı o çağlarda başlanılan bir inşaat yıllarca sürüyordu. Binlerce köle besleyen, yıllarca süren yapılara, yığınlarca malzemeyi temin edebilen, Hz. Süleyman’ın hükümdarlığının istihdam gücünün ne denli büyük olduğu Tevrat’ın 1. Krallar bölümünde şöyle dile getiriliyor:

 “Ve Süleyman’ın yük taşıyan yetmiş bin ve dağlarda taş kesen seksen bin adamı; bunlardan başka Süleyman’ın işte çalışan kavmin üzerine hükmeden, işin başında bulunan üç bin altı yüz baş kahyaları vardı… Ve Süleyman on yıldır evini yapıyordu.” (2.Tarihler, 2/2)

 

   C./BAKIR

 “…Onun için su gibi erimiş bakır akıttık.” (Sebe/12)

Allah, Hz. Süleyman’a, bakır madenini bahşetti. Böylece babası Davud’a demiri yumuşatarak savaş malzemeleri yapma sanatını ihsan eden yüce Allah, Süleyman’a da bakır madenini su gibi akıtarak, Davud’dan kalan demircilik sanatının üzerine bakırcılığın da eklemesini sağladı. Böylece bakırcılık gelişti, bina dekorasvonları, heykeller, devasa kazan kaplar imal edilmeye başlandı.

“Süleyman için o ne dilerse; Mabedler, heykeller, büyük havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yaparlardı.”(Sebe/13)

Süleyman inşa ettiği mabedin süslemelerini bakırdan yaptırıyordu. İnşaatlarda çalışan binlerce işçinin yemekleri için dev kazanlar ve günlük yaşamda kullanılan kap kacakları bakırdan döktürmüştü. Bakır artık günlük hayatın bir parçası olmuştu.

Tevrat’ın 1. Krallar bölümünde her birinin dört arşın olduğu belirtilen tunçtan on kazan yaptığı belirtilir. Burada, Süleyman Ateş’in “Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri”isimli eserinde üzerinde durduğu “Kıtr” kaynağının katran olduğu iddiasına değinmekte yarar görüyoruz. Ateş; “Müfessirlere göre “Kıtr”kayn­ağı, erimiş bakır kaynağıdır.”de­dikten sonra “Fakat Muhammed İzzet Derveze’nin işaret ettiği gibi kıtr’ın, katran yani petrol olması daha uygundur.”Hz. Süleyman, o kaynaktan elde edilen katrandan yararlanmıştır. Akla uygun olan budur. Yoksa erimiş bakırın o zaman için sel gibi akıtılması akla uy­gun düşmemektedir.”(Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Cilt7, s. 241, İstanbul, 1990) diyerek, “Kıtr”ın bakır değil, katran olduğunu iddia etmektedir. Ateş; bu kanıya çağımızın en önemli kaynağı olan petrolün, o bölgede bulunma­sından dolayı varıyor. Oysa Sebe suresi 13. ayetinde belirtilen “kaleler, heykeller, havuzlar kadar büyük leğenler, sabit kazanlar’ın hangi madenlerden yapıldığı hakkında bir fikir serdetmiyor, o dönemde günlük hayatta kullanılması pek bir şey ifade etmeyen katranın “kıtr kaynağı”olduğunu savunuyor. Halbuki 12. ayetin siyak ve sibakı incelendiğinde bakır kaynağı olduğunu gösteriyor. Süleyman; Mabedin ve inşa ettirdiği diğer yapıların süsle­melerini, koca koca kazanları, kapları acaba hangi madenden yaptırıyordu? Bu bolca harcanan madenin bereketi nereden geliyordu?

    Onun için su gibi erimiş bakır akıttık. Rab­binin izniyle, yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bun­lardan buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık. Süleyman için, o ne dilerse, mabedler, heykeller, büyük havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yaparlardı. “(Sebe/12-13)

 

Tevrat metinlerinde ise bakır ve işçiliği ve eserleri hakkında şu ifadeler yer alır:

“Hiram kaplar, kürekler, leğenler yaptı. Böylece Kral Süleyman için üstlenmiş olduğu Tanrı’nın Tapınağı’yla ilgili işleri tamamlamış oldu: “

“On kazan ve ayaklıkları, “

“Havuz ve havuzu taşıyan on iki boğa heykeli, “

“Kaplar, kürekler, büyük çatallar. Huram-Avi’nin Kral Süleyman için RAB’bin Tapınağı’na yaptığı bütün eşyalar parlak tunçtandı.” (2.Krallar,4/11,14,15,16)

“Eşyalar o kadar çoktu ki, Süleyman hepsini tartmadı. Kullanılan tuncun hesabı tutulmadı. “(2.Krallar,4/47)

 

    Ç./ ATLAR

 Süleyman @’ın sahip olduğu nimetler arasında atlar da vardı.

Ordusunun süvari birliklerini, en iyi cins atlar olduğu bilinen Arap atları ile teçhiz etmişti.

“Süleyman savaş arabalarıyla atlarını topladı. Bin dört yüz savaş arabası, on iki bin atı vardı. Bunların bir kısmını savaş arabaları için ayrılan kentlere, bir kısmını da kendi yanına, Yeruşalim’e yerleştirdi. “(2.Krallar,1/14)

Kur’an’ı Kerim’de ise Süleyman’ın @ atları ve onun bu hayvanlara olan sevgisi üzerinde durulur.

Ona bir akşamüstü, çalımlı, cins koşu atları sunulmuştu. Süleyman:

“Doğrusu, ben bu iyi malları, Rabbimi anmayı sağladıkları için severim.”Demişti.” (Sad/31-32)

Bu ayet-i keri­me’den anlaşıldığı kadarıyla, kendi­sine bir beldeden (Tevrat’a göre Mı­sır’dan) getirilen cins atlarla, Hz. Süleyman bizzat ilgilenmiştir.

“Mısır’dan bir savaş arabası altı yüz, bir at yüz elli şekel gümüşe getirilirdi. Bunları bütün Hitit ve Aram krallarına satarlardı. “  (1.Krallar,10/29)

“Süleyman’ın atları Mısır ve Keve’den getirilirdi. Kralın tüccarları atları Keve’den satın alırdı. “(2.Krallar,1/16)

Süleyman @ Arap atlarının harika görünüşleri ve Allah yolunda kullanılan bir nimet olma­sı hasebiyle, atları sevdi­ğini söylemektedir.

 

Atları yarıştırıp deneyen Süleyman, onları yanına getirip ba­caklarını ve boyunlarını okşar. Bu ayetlerde belirtilen mal sevgisi; Al­lah tarafından verilen malların Al­lah’ı anmayı, onu hatırlamayı sağ­ladıkları için sevilmesi olayıdır; dünya hayatına tapan insanların mal sevgisi gibi olmadığını belirt­mesi içindir. Hz. Süleyman’ın mal sevgisi Allah’ın istediği nizamın te­mini için atların ve diğerlerinin bir vasıta olmasından dolayıdır. Hz. Süleyman her zaman Allah’a; ver­diği nimetler için şükreden bir kul­du. 0 denenmiş biriydi. Allah’a asi olması mümkün değildi. Bunu Al­lah, bir sonraki ayette şöyle belirtiyor:

 “And olsun ki Süleyman‘ı dene­dik, hükümranlığını zayıf düşürdük; sonra eski haline döndü. Süleyman:‘Rabbim, beni bağışla! Bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hü­kümranlık ver! Sen şüphesiz, daima bağışta bulunansın.’ dedi.”   (Sad/34-35)

 

“Koşup, toz perdesi arkasında kay­boldukları zaman: ‘Artık yeter, onları bana getirin.’ dedi. Bacaklarını ve bo­yunlarını sıvazlamaya başlamıştı. (Sad/33)

Müfessirlerden bazıları ise bu ayetlerde geçen “Meshetme” olayını Süleyman’ın atları seyrederken na­maz vaktini kaçırmasından ötürü atların boyun ve bacaklarını kesme­si olarak yorumlamışlardır. Namaz ibadetini tam yerine getirememe­sinden dolayı, buna sebep olan atları katlettiğini iddia eden müfessirler, böyle acayip bir yorumdan sonra olayı yumuşatmak için Sü­leyman’ın atları tasadduk ettiğini; bu yorumda da açık verince at etinin o zamanlar helal olduğunu bu sebeple fakirlere tasadduk edildiği­ni savunmuşlardır.

Ayetlerde anlaşılması gereke­nin Süleyman’ın mal sevgisinin; Al­lah rızasını kazanma yolunda bu malların bir vesile olduğunu itiraf etmesi iken, olmadık yorumlara gi­dilmesi sonucu, ayetlerin asıl mesa­jı kaybolmaktadır. Dolayısı ile olay hidayetle ilgili olmaktan ziyade ta­rihsel boyutlarda kalmaktadır.

 

   D./ CİNLER

   Hz. Süleyman babasının zama­nından devam edegelen bir hü­kümdarlığın sahibi idi. Bu hükümdarlığı tesis ederlerken çeşitli sa­vaşlar yapmışlar, bu savaşlardan aldıkları ganimetler yanında sava­şan düşmanlardan esirler, köleler edinmişlerdi.

Rabbinin izniyle, ya­nında iş gören “CİN”leri onun buyruğu altına verdik.”(Sebe/12)

Dalgıçlık yapan ve bundan başka işler de gören ŞEYTAN’lardan da onun buyruğu altına verdik.”(Enbi­ya/82)

Süleyman’ın CİNlerden, insan­lardan ve kuşlardan müteşekkil ordusu toplandı.”(Neml/18)

“…Bina kuran ve dalgıçlık yapan ŞEYTAN’Iarı, demir halkalarla bağlı diğerlerini onun buyruğu altına ver­dik.” (Sad/37-38)

Eğer emrinde böyle büyük bir güç mevcut olmasaydı, emeğe da­yalı işlerin yoğun olduğu o dönem­de Hz. Süleyman’ın yıllar sürecek binalar yapmaya girişmesi müm­kün olamaz. Ayrıca ticaret ve di­ğer el sanatlarının yoğun olarak ya­pılması mümkün olmazdı.

  

Tevrat metinlerinde Hz Süleyman’ın insanlar üzerindeki egemenliğini, o dönemin İsrail krallığının, insan popülasyonuna ait demografik yapı şu ifadelerle anlatılmaktadır.

  “Babası Davut’un yaptığı sayımdan sonra, Süleyman da İsrail’de yaşayan bütün yabancılar arasında bir sayım yaptı. Yabancıların sayısı yüz elli üç bin altı yüz kişi olarak belirlendi.” (2.Krallar,2/17)

İsrail halkından olmayan Hititler, Amorlular, Perizliler, Hivliler ve Yevuslular’dan artakalanlara gelince: “

Süleyman İsrail halkının yok etmediği bu insanların torunlarını angaryaya koştu. Bu durum bugüne kadar sürmektedir. “  (2.Krallar,8/7,8)

“Kral Süleyman adına halkı denetleyen iki yüz elli görevli de İsrail halkındandı. “(2.Krallar,8/10)

 Hz. Süleyman’ın büyük bir ordusu vardı. Bu ordunun mühim bir bölümü atlılardan, atlı arabalardan oluşan birliklerdi.

  ”Ancak İsrail halkından hiç kimseye kölelik yaptırmadı. Onlar savaşçı, birlik komutanı, savaş arabalarıyla atlıların komutanı olarak görev yaptılar.”(2.Krallar,8/9)

Bunun yanı sıra iki insan topluluğunun karşı karşıya gelerek çarpışması şeklinde yapılan savaşlarda ele ge­çirilen Cinler bazı yorumculara göre (esirler veya Tevrat ifadelerindeki deyimle angaryacılar) bu savaşlarda kullanılmış olsaydı, asıl ordu bir­likleri daha çok yıpranırdı. Neml Suresi 18. ayetinde verilen “Süley­man’ın CİNlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil ordusu toplan­dı.”Cin, insan ve kuş sıralaması, ordunun savaş düzeni hakkında bize, yukarıda serdettiğimiz Cinlerden kastın savaşlarda ele geçirilen esirler olabileceği ile ilgi­li fikirlerin isabetli olabileceğini hissettirmektedir.

Bütün bu tespitlerden sonra, Süleyman’ın emrindeki cin ve şey­tan olarak isimlendirilen kölelerin insanüstü yaratıklar olduğunu ile­ri sürenlere karşı, şunları da ifade etmekte yarar vardır.

1. Demir halkalarla bağlı” ifade­si günümüz filmcilerinin tarihi filmlerde köleleri hep boyunları ve ayakları bağlı olarak tipledikleri gi­bi, boyunları ayakları zincirlerle bağlı “insan” esirleri ifade ediyor olabilir. Yoksa insanüstü varlıkların zincire vurulması gibi garip bir yorum yapmak gerekirdi ki; bu mantıksız bir yorum olurdu.

2. Dalgıçlık yapan” Şeytanlar ifadesi ise İnci ve Sünger çıkarmak için denizin derinliklerine dalan in­sanları anlatmaktadır. Dünyanın birçok bölgesinde halen bu tip in­sanlar vardır ve geçimlerini bu yol­la temin etmektedirler. Kur’an’da denizin derinliklerinden çıkarılan inci ve mercan hakkında şu ayeti kerime geçmektedir. Bu iki deniz­den de inci ve mercan çıkar.”(Rah­man/22)

3. Süleyman‘ın Cinlerden, in­sanlardan ve kuşlardan müteşekkil olan ordusu toplandı.” ayetinde cin­lerin, ordunun en ön safında yer al­ması onların bir nev’i yem olarak öne sürülerek hem onların bu yolla cezalandırılması sağlanmış ve hem de karşı ordu yıpratılmış oluyordu. Esasen bu Cinler insanüstü varlık­lar olsalardı arkadan “insan” birlik­lerinin sürülmesine gerek kalmaz­dı. Çünkü kılıç, ok, mızrak işlemeyen bir orduya karşı hiçbir ordu karşı koyamazdı.

Bütün bu esirlere Cin ve Şeytan denilmesi, onların ele geçirilen ya­bancı kavimlerden olmalarından ileri gelmektedir. Aynı zamanda bu köleler Hz. Süleyman’a karşı çıkan kafirler olmalarından dolayı bu sı­fatlarla isimlendirilmiş olsalar gerektir.

 “Cin kelimesi insanlar arasında bir sınıf için de kullanılmaktadır. Hatta Şeytan kelimesi bile Kur’an’da bir çok defalar insanlar için kullanılmıştır. Fena insanlar­dan bir çok yerlerde Şeytanlar adı ile bahsedilmiştir (2/14; 3/175; 21/82 vs. olduğu gibi). Fakat Arap edebiyatında cin kelimesinin insan için kullanılması İslamiyetten ev­veldir. Musa Ibn Cabir’in, Cinlerim de kaçıp gitmedi, mısraı (Cin gibi olan arkadaşlarım da kaçıp gitme­diler) şeklinde tefsir edilmektedir. Burada cin kelimesinin insan ma­nasına geldiği açıkça görülmekte­dir. Tirmizi de (Araplar, işinde ça­buk ve zeki olan kimseleri Cinlere veya Şeytanlara benzetirler) der. İslamiyet’ten önceki şiirlerde Cin keli­mesinin, büyük ve cesur insanlar için kullanıldığını gösteren misaller vardır. Sonra Arap dilcileri cin keli­mesini “mu’zam al-nas”yani insanların ekseriyeti, yahut da beşeriye­tin kısmı küllisi olarak izah ediyor­lar.”(Mevlana Muhammed Ali, İslam Dini,s. 128,İstanbul, 1946)

Mantıken bir resulün emrine ŞEYTAN’ın verilmesi Kur’an espri­sine uygun düşmez. Çünkü Rasul ve Şeytan iki zıt kutuptur. İkisinin yan yana gelmesi Vahy’e gölge dü­şürür.

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.”(Enam-112)

Dolayısıyla Süleyman @’ın emrindeki şeytanları ele geçirilen esirler olarak yorumlanması bizce de en tutarlı yorumdur. Doğrusunu Allah bilir.

 

 E./ KUŞ MANTIĞI

 “Ey insanlar. Bize Mantıkut-Tayr öğretildi.” (Neml/16).

 Sebe Melikesi ile Hz. Süleyman arasına geçen olaylar öncesinde açıklanan bu özellik aynı zamanda Sebe’den haber getirip, diyalogu sağlayan Hüdhüd kuşunun Süleyman’la an­laşmasını izah etmiş oluyordu. “Şu yazımı onlara götür, onlara at. “(Neml/28)

Hz. Süleyman’ın kuşlarla olan ilişkisi, babası zamanında başlamış­tı:

“Doğrusu Biz, akşam sabah onunla beraber tesbih eden dağları, KUŞLARI da toplu halde onun buyruğu altına vermiştik.”(Sad/18)  Davud da kuşlarla ilgilenmişti, onun bu ilgisi Süleyman’da da devam etmişti. Da­ha sonraları Süleyman @, kuşların hareketlerini de anlamaya başlamış ve onları çeşitli işlerde kullanma imkanlarını elde etmişti.

“O yalnız kuşların sesleri veya hareketleri ile ifade ettikleri hisler­ini anlamakla kalmıyor, o hisleri idare eden mantıkı, ledünniyatı da biliyordu.”(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur‘an Dili, Cilt 5,s. 3665, İstanbul, 1979)

“Binaenaleyh kuşun muhtelif hisleri arasındaki münasebatı idare eden hassasiyet kuvvesi kuş mantı­ğı ve hislerini izhar için çıkardığı sesler de kuşdili demek olur. Me­sela horozun yem aramak için de­şinmesinde bir mantık vardır. Yemi bulduğu zaman “dik, dik”diye ta­vukları çağırması da bir nutuk, bir dil demektir.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur‘an Dili, Cilt 5,s. 3665)

Dolayısıyla kuş mantığını kav­rayan Süleyman @ onları istediği yerlerde kullanmayı başarmıştı. “Hz. Süleyman (as.) bu kuş birlik­lerini, muhtemelen haberleşme, avlanma ve buna benzer görevler için kullanıyordu.”(Mevdudi, a. g. e., Cilt 4,s. 88)

 

    ÜÇ./ SEBE MELİKESİ

Neml Suresi’nde anlatılan, Sü­leyman (a) ve Sebe melikesi arasın­da geçen olaylar; Kur’an-ı Kerim’in diğer surelerinde anlatılan Hz. Sü­leyman ile ilgili kıssaların iyice an­laşılmasından sonra daha iyi kavra­nacaktır.

“Süleyman‘ın cinlerden, insanlar­dan ve kuşlardan müteşekkil olan or­dusu toplandı. Hepsi toplu olarak gidi­yorlardı. “(Neml/18)

Hz. Süley­man ordusu ile bir sefere çıkar, fa­kat bir müddet sonra Hüdhüd ona bir haber getirir. Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe’den doğ­ru bir haber getirdim.”

Bu ayet-i ke­rimeden anlaşılan, Hz. Süleyman’ın Sebe’den haberi olmadığıdır. Allah onu, Hüdhüd vasıtasıyla Sebe’den, orada olanlardan haberdar eder ve bu vesileyle de Sebe ülkesine yönlendirir.

Burada haberleşmeyi; kıssanın an­latımına başlarken Ey insanlar! Bize KUŞ MANTIĞI öğretildi.” diye belirtilen “Mantıku’t-tayr”sayesin­de Süleyman’la Hüdhüd arasındaki diyalog sağlar. Tabi burada Hüd­hüd ile Süleyman arasındaki ko­nuşmalar sanki hüdhüd insan dili biliyor da konuşuyor gibi anlaşılı­yorsa da; aslolan MANTIKUT­TAYR’ı bilen Hz. Süleyman tarafın­dan Hüdhüd’ün mantığı kavrana­rak oluşan diyalog olduğu kabul edilmesi lazımdır. Bu hususa mer­hum Elmalılı Hamdi Yazır; Hak Di­ni Kur’an Dili adlı tefsirinde şöyle değinir: “…Süleyman’a kuşdili de­ğil, kuşa insan dili bildirilmiş olur. Halbuki ‘Bize mantıku’t-tayr öğre­tildi’ buyrulmuştur. Ehemmiyet ku­şun söylemesinden ziyade Süley­man’ın anlamasında ve anlayışının derinliğindedir.”

Hüdhüd’ün getirdiği haberde Sebe ile ilgili anlattığı detaylar Pey­gamberlik fonksiyonunun Allah ta­rafından Hüdhüd ağzıyla ifade edilmesidir. Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm.”Sebe kav­minin Allah’ı tanımadıkları, Allah zannıyla güneşe taptıklarını anlatı­yor. Bunu niçin yapıyorlar?   “…Şey­tan kendilerine, yaptıklarını güzel gös­termiş, onları doğru yoldan alıkoy­muştur.”0 halde ne olacaktır? Şeytan onlara eğri yolu süslü gös­terdiği için, doğru yolu bulamaya­caklardır. Onlara Allah’ın dinini bildirecek bir resul gereklidir. İşte Allah’ın Süleyman’ı Sebe’ye sevk etmesi; onlara doğru yolu bildirmek istemesinden kaynaklanıyor. Tabii ki bu ayetler bize, aynı zamanda peygamberliğin toplumdaki fonksi­yonunu anlatmış oluyor.

Hüdhüd’ün Süleyman’a Sebe kavminin durumunu bildirdikten sonra;

Süleyman (a) Melike’ye Hüdhüd vasıtasıyla bir mektup gönderir. Mektubu alan Melike, he­men mele’sini toplar.

 “Ey ileri ge­lenler! Vereceğim emir hakkında bana fikrinizi söyleyin; siz benim yanımda bulunmadıkça, bir iş hakkında kesin bir hüküm veremem. “ (27/32)

Bu ayet, Melikenin ülkeyi nasıl yönettiği hakkında bize bir fikir veriyor. Daha önce 23. ayette Melike’nin elde ettiği nimetler sayılır:

“Ora halkına hükmeden, her şeyden kendisine bolca verilen ve büyük bir tahta  sahip olan bir kadın buldum.”

Kendisine her şeyden bolca verilen, ifadesi Süleyman @ için de kullanılır ­Ey insanlar! Bize kuşdili öğre­tildi ve bize HER ŞEYDEN BOLCA VERİLDİ.“

Şu halde Melike büyük bir servet sahibidir ve ülkesini şura ile yönetmektedir. Sebe Melikesi Belkıs ile Hz. Süleyman arasında yapılacak bir kıyaslamada, ülke yö­netim tarzları ile sahip oldukları servetlerin birbirlerine yakın olduğunu gösteren verilerle karşılaşıyo­ruz. Her iki yönetim birbirinin aynı kapasiteye sahiptirler. Ancak Belkıs’ın yönettiği devlet ve tebaası şirke düşmüş, Allah’a isyan etmişler­dir. Hz Süleyman’ın yönetimi ise adaleti ile şöhret bulmuş, ele geçiri­len yerler ve tüm bölgede nam sal­mış, diğer idarelerin gözleri kork­muştu. Tabii bu Belkıs tarafından da duyulmuştu.

Yapılacak en iyi iş, Hz. Süley­man’ın mektubunu aldıktan sonra, Süleyman’ın zayıf taraflarını yokla­maktı. Neticede şura, Hz. Süley­man’ın hediyelerle denenmesine karar verir. Bu kararda şu psikoloji vardır: Krallar her ne kadar büyük bir servete sahip olsalar da, tebaları tarafından saygı ile karşılansalar da, yine de içlerinden elde ettikleri bu nimetlerden daha da fazlasını isterler. Bu onların zayıf tarafları­dır. Dolayısı ile iyi bir yönetici olan Melike, Süleyman’ı denemek ister. Fakat umdukları gibi olmaz. Süley­man (a) mala düşkün biri değildir. Allah bunu daha önce anlatmıştı.

 “(Süleyman) Doğrusu ben bu iyi mal­ları Rabbimi anmayı sağladıkları için severim.” (Sad/32)

Hz. Süley­man’ın, malı Allah’a hizmette bir vasıta olduğu için sevdiğini bilme­yen melikeye cevabı çok serttir:

 “Allah’ın bana verdiği size verdiğin­den daha iyidir. Ama belki de siz hedi­yenizle sevinirsiniz. Onlara dön! An­dolsun ki, güç yetiremeyecekleri bir or­du ile gelir onları oradan alçalmış ve küçük düşmüş olarak çıkarırız.” (27/36)

Bu sert cevap içerisinde Melike’nin da­ha önce ifade ettiği bir husus yer alır. O da; Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını bo­zarlar, onurlu kimselerini aşağılık yaparlar. (27/34) şeklindeki hükümdarlar hakkındaki tanımıdır.

Hz. Süleyman, bu sert cevabı yolladıktan sonra, Melike’nin tes­lim olacağından o kadar emindir ki şöyle bir çağrı yapar.

 Ey cemaat! Bana teslim olmalarından önce, hangi­niz o kraliçenin tahtını yanıma getirebilir?”(27/38)

Amacı ona kudretinin bü­yüklüğünü göstermektir. Buna bile gerek kalmaz çok zeki biri olan Me­like; Süleyman’ın hükümdarlığı hakkında tevatüren edindiği bilgi­lerle, bu mülkün Allah’ın yardımı olmadan olamayacağı kanaatine varır. Hz. Süleyman’la görüşmek üzere Kudüs’e doğru yola çıkar.

Tevrat’ta Süleyman peygamberin koltuğundan bahsedilmekte ise de; bu koltukla; Kur’an’da anlatılan Sebe ülkesinden gelen Sebe melikesinin koltuğu ile hiç irtibat kurmamaktadır.

“Kral fildişinden büyük bir taht yaptırıp saf altınla kaplattı.

“Tahtın altı basamağı, arka kısmında yuvarlak bir başlığı vardı. Oturulan yerin iki yanında kollar, her kolun yanında birer aslan heykeli bulunuyordu.

“ Altı basamağın iki yanında on iki aslan heykeli vardı. Hiçbir krallıkta böylesi yapılmamıştı. (1.Krallar,10/18,19,20)

Belkıs Kudüs’e doğru yol alır­ken onun Müslüman olduğundan haberi olmayan Hz. Süleyman, Kitap ilmine sahip birisi sayesinde Belkıs’ın tahtını getirttirerek, tahtı melike tarafından tanınamayacak hale getirtir. Süleyman’ın Melike’ye ilk sorusu, yanı başlarında duran tahtın kime ait olduğu idi. Belkıs’ın cevabı ise tahttan ziyade Allah’a teslim olması ile ilgiliydi. Sanki odur, daha önce bize bilgi verilmişti ve teslim olmuştuk. Rivayeten aldığı bu bilgilerle teslim olan Melike, Hz. Süleyman’ın sahip olduğu eserleri görünce kalbi daha mutmain olur ve şöyle der:

 “Rabbim! Şüphesiz ben kendime yazık etmişim. Süleyman’la beraber alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum. (27/44)

Böylece Allah’ın verdiği nimet­leri, O’nun yolunda kullanan bir yöneticinin ve toplumun ulaştığı seviye Belkıs’a gösterilmiş, onun da elindeki serveti Allah yolunda kul­lanması gerektiği anlatılmış oluyor­du.

 

     DÖRT./ SÜLEYMAN’IN ÖLÜMÜ

 ”Süleyman‘ın ölümüne hükmetti­ğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun ölümünü cinlere fark ettirdi. 0 ölü olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azab içinde kalmaz­lardı.”(Sebe/14)

 Süleyman @, babasından dev­raldığı hükümdarlığı adaletle; Al­lah’tan aldığı Resullüğü hak ile ye­rine getirip eceli geldiğinde vefat ettirilir. Emrindeki cinlerin bu olay­dan haberleri olmaz. Dolayısıyla azab içinde hayatları devam eder. Eğer Süleyman’ın ölümünden ha­berleri olsalardı isyan eder kurtu­lurlardı.

Müfessirler ise bu ayete farklı bir açıdan yaklaşırlar. Mehmed Vehbi Efendi’ye göre: “Nastan ay­larca uzlet edip hiç kimseyle ihtilat etmeksizin ibadetle meşgul olarak evvelden beri adeti olduğundan, herkes eski adetine hamletmiş ve ölümü hatırlarına gelmemişti. 0 zamanda asaya dayanarak ibadet etmek caiz olduğundan asa üzerine dayanması da adet-i sabıkaya muvafık olduğu cihetle tul-u müddet vefat ettiği halde asa üzerinde kala­cağı görülmüş bir şey olmadığın­dan hiç kimsenin şüphesini dai ol­madı. Halbuki cinniler biz gaybı bi­liriz diyerek halkı aldatıyorlardı.”(Konyalı Mehmed Vehbi Efen­di, Hülasat’ül-Beyan, Cilt 11-12, s 4493, İstanbul, 4. Basım )

Raziye göre: “Süleyman bazen tam bir gündüz gece ayakta Allah’a ibadet ederdi. Hatta bazen daha da uzatırdı. Bir asası vardı, ona daya­narak O’nun huzurunda dururdu. İşte böyle bir ibadeti sırasında değ­neğe dayanmış iken vefat ettirildi. Askerleri kendisini ibadette sanı­yorlardı. Böylece günler, aylar geç­ti. Sonra Allah işin ortaya çıkmasını isteyince kurt, Süleyman’ın değne­ğini kemirerek çürüttü ve Süley­man yere düştü. Süleyman’ın öldü­ğünü daha önce fark etmeyen ve kendilerinin gaybı bildiğini zanne­den cinler, bu durum karşısında gaybı bilmediklerini anladılar.”(Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Cilt 7, s 243, İstanbul, 1990)0

Ayeti açıklamak için müfessirle­rin yaptıkları yorumlar oldukça ilginç. Asa’ya dayalı olarak günler haftalar hatta aylar geçirip ibadet etmek gibi bir ibadet çeşidi buluna­rak olayı izah etmek çok acayip bir yorum olsa gerektir. Hal böyle olsa bile namazın sadece kıyam bölümünü ikmal edip diğer erkanlarını yerine getiremeyen biri derhal fark edilirdi. Hele hele asaya dayanarak namaz kılan birinin rahatsızlığından ötürü bunu yapsa gerektir ki eğer böyle ise oturarak namazı ­kılabilirdi. Büyük bir hükümdarlı­ğın sahibine bu uzun müddet içeri­sinde hiç bir şey danışılmaması mümkün olmazdı. Kırk gün toplu­mundan ayrılan Musa peygamberin, döndüğünde onları buzağıya tapar bulması; Süleyman’ın böyle çok uzun müddet toplumdan ayrı kalmasının mümkün olmadığına delalettir.

    Ömer Rıza Doğrul’a göre: “Süleyman’ın dayandığı değnek, onun saltanatıdır. değneğini yiyen kurt da oğlunun idaresizliği ve zaafıdır. Cinler de kendisinin emri altına gi­ren yabancılardır. Süleyman’ın ölü­münden sonra onun saltanatına musallat olan oğlu Rehoboam, sefa­      zevke daldığından, onun saltanatını kemirdi, çürüttü, sonunda İsrailoğulları’na hizmet eden, boyun eğen kabileler, artık onlara boyun eğmediler.“(Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Cilt 7, s 244)

Tevratta da Süleyman’ın ölümünden sonra yerine oğlu Rehobo­am’ın geçtiğini fakat; ülkeyi babasının yönettiği gibi iyi yönetemediği­ni anlatır.

Dolayısı ile Süleyman’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu adaletle ülkeyi yönetememiş, fakat emrindeki köleler, kavimler idare­ye tabi olarak itaatten ayrılmamışlardır. Ne zaman ki Süleyman’ın ölümünü haber almışlar o zaman idareye karşı gelerek, tabi olmaktan imtina etmeye başlamışlardır. Eğer Süleyman’ın ölümünü daha evvel haber almış olsalardı, itaat etmeyerek isyan edecekler ve baskıdan kurtulacaklardı.

Tevrat’ta Süleyman’ın @ ölümünden sonra oğlu Rehavam’ın ülkeyi idare edemediğini; yönetime hem İsrail halkı hem diğer tebaanın başkaldırdığı anlatılmakta ve bu durum İsrail krallığının Yahuda ve İsrail olarak ikiye bölünmesine kadar giden sürecle sonuçlandığı görülmektedir.

“İhtiyarların öğüdünü reddeden Kral Rehavam, gençlerin öğüdüne uyarak halka sert bir yanıt verdi: “Babamın size yüklediği boyunduruğu ben daha da ağırlaştıracağım. Babam sizi kırbaçla yola getirdiyse, ben sizi akreplerle yola getireceğim.”

“Kralın kendilerini dinlemediğini görünce, bütün İsrailliler, “

“Ey İsrail halkı, haydi evimize dönelim!

“Rehavam da yalnızca Yahuda kentlerinde yaşayan İsrailliler’e krallık yapmaya başladı.

“İsrailliler Kral Rehavam’ın gönderdiği angaryacı başı Hadoram’ı taşa tutup öldürdüler. Bunun üzerine Kral Rehavam savaş arabasına atlayıp Yeruşalim’e kaçtı. “

“İsrail halkı, Davut soyundan gelenlere hep başkaldırdı “(2.Krallar,10/13-19)

 Hz Süleyman’ın ölümü hakkında Tevrat’ta muharref ifadeler vardır.

 ”Kral Süleyman Firavunun kızının yanısıra Moavlı, Ammonlu, Edomlu, Saydalı ve Hititli birçok yabancı kadın sevdi. “

“ Bu kadınlar RAB’bin İsrail halkına, “Ne siz onların arasına girin, ne de onlar sizin aranıza girsinler; çünkü onlar kesinlikle sizi kendi ilahlarının ardınca yürümek üzere saptıracaklardır” dediği uluslardandı. Buna karşın, Süleyman onlara sevgiyle bağlandı.       

“Süleyman’ın kral kızlarından yedi yüz karısı ve üç yüz cariyesi vardı. Karıları onu, yolundan saptırdılar. “

“Süleyman yaşlandıkça, karıları onu başka ilahların ardınca yürümek üzere saptırdılar. Böylece Süleyman bütün yüreğini Tanrısı RAB’be adayan babası Davut gibi yaşamadı.   

“Saydalılar’ın tanrıçası Aştoret’e ve Ammonlular’ın iğrenç ilahı Molek’e taptı.”(1.Krallar,11/1-5)

 

Allah Tevrat’ta geçen Süleyman peygamber hakkındaki bu çirkin iftirayı şiddetle redde­der.

Şeytanların Süleyman’ın hü­kümdarlığı hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kafir değildi, ama insanlara sihri öğreten şeytanlar kafir olmuşlardı.”   (Bakara/102)

Gerek müfessirlerin yaptığı yo­rumlar, gerekse Ömer Rıza Doğrul’un yaptığı izah, sonuçta vakıayı anla­maya yönelik ferdi görüşler olarak alınmalı, ama nihai tespit olarak de­ğerlendirilmemelidir. Zira Rabbi­miz bu detay üzerinde Kur’an’da fazla durma­mış, asıl mesajı, öne çıkarmıştır:

“…Şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı al­çak düşüren bir azab içinde kalmazlar­dı.”

Bizler için önemli olan husus budur. Ölümün nasıllığının bilin­mesi bizlere pek bir şey kazandır­mayacaktır. Hatta belki de gerek­sizdir.

 

 

    BEŞ./ BİR TESBİT

 Müslümanlar, Kur’an’la olan iliş­kilerinin niteliğini zamanla kaybet­mişler, Kur’an’ın verdiği mesajdan ziyade kavramlar üzerinde uğraşır olmuşlardır. Süleyman kıssası da aynı akıbete uğramış, bu kıssa an­cak “karınca, kuş, Belkıs, taht, köşk, Süley­man (a)’ın ölümü”gibi ayrıntılar olarak zihinlerde yer etmiştir.

Dolayısıyla müfessirlerimizin tefsirleri; Süleyman kıssasının deği­şime uğramış kavramlarının yerlerine oturtturularak, müfessirlerin yaşadıkları çağlardaki toplumlarına; Süleyman kıssasının vermek is­tediği mesajı o çağlara yansıtarak vermeleri gerekirken ayrıntıların tartışıldığı metinlerle dolup taşmış­tır.

Kur’an’ı yüzünden okuyup içeri­ğine vakıf olamayan halk, Süley­man @ gibi nice krallık, imparator­luk kuranların gidişat ve çökmeleri hakkında ne bir değerlendirme ne de tepki gösterememişlerdir. Ser­vet, zevk-ü sefa peşinde, toplumu­nu unutarak yaşayan yönetimlerini uyarma arzusu gösteremediklerin­den her türlü eza ve cefaya maruz kalmışlardır.

 

 

   Sonuç

 Sonuç olarak Süleyman (a) kıs­sasının vermek istediği mesajları şöyle sıralayabiliriz:

a) Hz. Süleyman kıssasının nazil olmasının ilk sebebi Tevrat, İncil gi­bi muharref kitaplardan ve çeşitli rivayetlerden, Hz. Süleyman hak­kında bir takım yanlış fikirlere sa­hip olan cahiliyye toplumuna kıssa­nın doğrusunu bildirmektir. Çünkü hidayetle ilgili içerikten yoksun olan Süleyman@ kıssasından insanlar öğüt ve ibret alamazlardı.

b) Mekke’yi kendi heva ve he­veslerine göre yöneten Mekke Me­lelerine, toplumu hak ve adaletle yönetmeleri kıssa yoluyla bildiril­miş oluyordu.

c) Hz. Süleyman’ın kıssasının bütünü, ülke yönetiminde bulunan bir yöneticinin Allah’ın emirlerini gerek kendisine, gerek toplumuna, gerekse diğer toplumlara uygula­malarını ibret olarak vermektedir.

d) Ey Davud! Biz, seni yeryü­zünde halife yaptık. 0 halde insanlar arasında hak ile hükmet, hevana uyma yoksa seni Allah ‘in yolundan saptı­rır.”(Sad/26)

Babası Davud’a Al­lah’ın emrettiği bu ilke; Hz. Süley­man’ın da kavmini yönetirken uy­guladığı ilahi bir ilkedir. Allah böy­lece ülke yöneticilerinin toplumla­rına yapacakları davranışların nasıl olması gerektiğini iki İslami otorite olan Davud ve Süleyman’ın kıssası ile bildirmiş oluyordu.

e) Sebe melikesinin Melesi ile yaptığı istişare, ülke yönetiminde ŞURA prensibinin önemini göste­rir.

f) Allah’ın verdiği nimetleri onun kanunlarına göre değerlendi­rerek toplumun refahını artırmak… Diğer toplumların önüne geçmek…

Hz. Süleyman’ın gemiler inşa edip, rüzgârlardan faydalanarak ticarette ilerlemesi, zırh ve Arap atları ile teçhiz edilmiş kuvvetli bir orduya sa­hip olması, bakır madenini işleme sanatını geliştirmesi ve inşaat sana­tını ilerleterek elde ettiği göz alıcı binalar sayesinde kurduğu medeni­yet bizlere ibrettir. Böylece silah üs­tünlüğü sayesinde gelecek tehlike­lere karşı hem hazırlıklı olmak, hem de diğer kavimlere üstünlüğünü bu yolla kabul ettirmek mümkün ola­bilir. İyi değerlendirilen yeraltı ve yerüstü servetleri ve iyi yapılan ti­caret sayesinde ekonomik olarak hem kavmini refaha ulaştırmak ve hem de diğer kavimlere egemenlik sağlamak mümkün olabilir. İslam bunu yaparken insanlara adalet ve refah götürür. Fakat günümüzde ise aynı imkanlara sahip müşrik, emperyalist Batı ülkeleri kendi re­fah ve zenginliklerini, diğer millet­lerin sömürülmesine, aç kalmasına, yokluk ve sefalet içinde kalmasına dayandırmaktalar.

g) Yöneticiler geldikleri makama Allah’ın lutfu ile gelirler, dolayısıy­la böbürlenme, şöhret tutkusu ve tamahkarlık onlara yakışmaz. Elde ettikleri o mevkinin Allah’ın onlara bahşettiği ve sınandıkları bir mevki olduğunu her zaman hatırlamaları gerektiği kıssa yolu ile anlatılır.

h) Süleyman’ın @ Sebe melike­sini, İslam’a çağrı metodu olan mektup gönderme metodunu, daha sonra Peygamberimiz Hz. Muham­med aleyhisselatu vesselam’ın; çağdaşları diğer hükümdarları İslam’a davet ederken kullandığını görmekteyiz.

ı) Davud ve Süleyman kıssası, Allah’ın yeryüzündeki halifesi ola­rak İslam otoritesinin yapması ge­reken davranışların neler olduğu­nun; olması gerektiğinin örnekleri­ni veren bir ibret ve nasihat vesika­sıdır. (Cengiz DUMAN)

http://haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=433

This entry was posted on Pazartesi, Aralık 13th, 2010 at 12:50 and is filed under CİN-MELEK. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz