-
20th Mayıs 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İSTİHARE

Yapılması düşünülen bir işin Allah katında hayırlı olan şekliyle gerçekleşmesini isteme.

Sözlükte “hayırlı olanı isteme” anlamına gelen istihare, terim olarak “bir iş veya davranışta Allah katında hayırlı olanı kılı­nan nafile bir namaz ve dua ile talep etme” mânasında kullanılır. İnsanların, yap­mak istedikleri bir işin kendileri hakkında iyi veya kötü sonuçlar doğuracağını anlamak için fal vb. uygulamalara çok eski­den beri başvurdukları bilinmektedir. Nitekim Câhiliye Arapları bir işe başlama­dan önce, üzerine “evet” veya “hayır” yazılı “ezlâm” denilen fal oklarıyla karar ve­rirlerdi. Kur’ân-ı Kerîm “şeytan işi'” olarak nitelendirdiği bu uygulamayı yasaklamış(5Maide/3,90) peygamberler dahil hiç kimsenin gaybı ve dolayısıyla bir işin kendisi için hayırlı olup olmadığını bilemeyeceğini, Allah’ın dilemesi dışında ken­disine fayda veya zarar verecek bir güce sahip bulunamayacağını bildirmiştir.(7A’raf/188)

Hayr kelimesi ve çeşitli türevleri Kur’an’da sıkça geçmekle birlikte aynı kök­ten türeyen istihare yer almaz. Ancak in­sanın şer zannettiği bir şeyin hayır olabileceğini(24Nur/11) bir şey hayırlı ol­duğu halde ondan hoşlanmayabileceğini, şer olduğu halde sevebileceğini(‘Bakara/216) Allah’ın her türlü noksanlıktan münezzeh olup dilediğini yaratarak seçtiğini(28Kasas/68) her türlü hay­rın O’nun elinde bulunduğunu, her şeye gücünün yettiğini (3Al-i İmran/26) bir işe girişirken başkalarına danışmak ve karar verince de Allah’a güvenip dayanmak ge­rektiğini, böyle yapanlara Allah’ın yetece­ğini (3Al-i İmran/159; 65Talak/3) ifade eden âyetler İslâm’da istiharenin istinat ettiği temel çerçeveyi oluşturur.

Âlimle­rin sünnet veya müstehap saydıkları isti­harenin meşruiyeti Câbir b. Abdullah’tan rivayet edilen şu hadise dayandırılmakta­dır: “Resûlullah, Kur’an’dan bir sûre öğretir gibi işlerimizin tamamında bize is­tihareyi öğretiyor ve şöyle diyordu: ‘Biriniz bir şey yapmaya niyet edince farz dışında iki rek’at namaz kılsın ve arkasından şu duayı yapsın: Allahım! Senden, se­nin ilim ve kudretinden hayır beklerim. Senin büyük lutfundan talep ederim. Sen kadirsin, benimse gücüm yetmez, sen bilirsin, ben bilmem. Sen bütün gizlilikleri bilensin. Allahım! Şu benim işim dinim için, dünyam ve âhiretim için senin ilmin­de hayır diye yer almışsa onu bana nasip et, onu kolaylaştır… Eğer şu işim dinim için, dünya ve âhiretim için senin ilminde kötü diye yazılmışsa onu benden, beni de ondan uzaklaştır. Hayır nerede ise onu nasip et ve gönlümü ona yönelt!’… (Müsned, III, 344; Buhârî, Da’avât\49, “Tevhîd”, 10; İbn Mâce, ‘İkâme”, 188)…

Enes b. Mâlik’ten nakledilen istihare hadisinin devamında Resûl-i Ekrem, “Sonra kalbine ilk doğan duyguya düşünceye bak, ona uygun davranman hayırlı olur” demiştir. (Münâvî, I, 450) Buna göre isti­harenin sonucunda insanın içine ferah­lık, genişlik ve iç huzuru gelirse o işi yap­ması, sıkıntı, huzursuzluk ve darlık hali doğarsa yapmaması daha hayırlı görül­müştür.

İbnü’l-Hâc el-Abderî, hadislerde ifade edildiği şekliyle meşru istiharenin bundan ibaret olduğunu, ayrıca bir işaret almak amacıyla kişinin veya bir başkasının onun adına rüya görmek üzere uyumasının, gün ve kişi adlarından uğur çıkarma gibi davranışlara başvurmasının bid’at oldu­ğunu belirtir.( el-Medhat, IV, 37-38) İbnü’l-Hâc ayrıca, istihare ile birlikte istişare etmesinin de sünnete uygun bulunduğunu söyleyerek kişinin her ikisini de ihmal et­memesi gerektiğini kaydeder. (a.g.e., IV, 40)

Bazı kaynaklarda rüyada beyaz veya yeşil görülmesinin o işin hayırlı olduğuna, siyah veya kırmızı görülmesinin şer oldu­ğuna delâlet ettiğine dair nakledilen gö­rüşler (İbn Âbidîn, II, 27) şahsî tecrübelere dayanmakta, dolayısıyla dinî bir mahiyeti bulunmamaktadır. (Semîr Karanî Muhammed Rızk, s. 42-43)

İstihare, kişinin gerekli bütün çabayı sarfedip araştırma ve istişarelerini ta­mamladıktan sonra hakkında hayırlısını takdir etmesi için Allah’a dua etme, kul­luk şuurunu canlı tutma ve ortaya çıkacak sonuca rızâ göstererek ruh sağlığını koruma gibi çok amaçlı metafizik bir olaydır. Bu sebeple de iyi veya kötü olduğu açık şekilde bilinen bir şeyi yapıp yapmama konusunda değil, gerek dünyevî ge­rek uhrevî bakımdan kişi hakkında hayır­lı olup olmayacağı kestirilemeyen işlerde söz konusu olabilir. Dinen iyi ve hayırlı olduğu bilinen işlerin zamanı, şekli vb. hususunda da istihare yapılabilir. İnsan geleceği bilemediğinden bir şeyi ilk bakışta iyi zannetse de onun sonucundan emin olamaz. Bu sebeple bir iş yapacağı ve ile­riye yönelik önemli bir karar vereceği za­man istihare yoluyla her şeyi bilen Allah’ın kılavuzluğuna ve yönlendirmesine başvurması, O’ndan yardım istemesi, kişinin davranışlarındaki sorumluluğunu kaldır­mamakla birlikte onda bir güven hissi doğuracağı ve takdire rızâ göstermesini sağlayacağından önem taşımaktadır. Do­layısıyla istiharenin dinî öğretideki kader, tevekkül ve sabır anlayışıyla yakın ilgisi bulunur.

Hz. Peygamber’in tavsiyesi doğrultusunda istihare eskiden beri İslâm dünyasında âdet olmuş ve önemli önemsiz bir­çok hususta günlük hayatın bir parçası haline gelmiştir. Kumandanlar sefere çıkmadan, sultanlar veliahtlarını belirleme­den önce istihare yapar ve bunun sonucuna genellikle uyarlardı. Evlilik öncesin­de ve çocukların isimlerinin konması es­nasında da istihare yapmak âdet olmuş­tur. Ayrıca birtakım tartışmalı dinî meselelerde fetva verirken bazı âlimler ulaştıkları sonucu istihareyle destekleme yoluna gitmişlerdir. (İbnü’s-Salâh. 1. 293, 396; II, 434, 484, 485, 507) (Diyanet İslam Ansiklopedisi, istihare maddesi)

posted in KAVRAMLAR | 0 Comments

11th Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN’DA İRADE, ŞEY VE FITRAT

Şey (شَيْء), kader ve irade; birbirleriyle ilişkisi olan kelimelerdir. Şey varlık; kader varlıktaki ölçü, irade de bir şeyi var etme isteği veya kararıdır. Fıtrat ise varlıkların yapısını oluşturan, geliştiren ve değiştiren kanunlar bütünüdür.

Şey (شَيْء) hem mastar hem isimdir. Mastar, kelimenin türetildiği kaynaktır. “Şey”den mimli mastar olarak () meşîet türetilmiştir. Bu kelime Kur’ân’da yoktur. Bazı zayıf hadislerde ve bir kısım edebi eserlerde az da olsa rastlanabilir. Arapların pek bilmediği meşîete, sonraları bir delile dayanmadan irade anlamı verilmiş, bu anlam Kur’ân’da çokça yer alan şâe (şâe) fiiline taşınmış ve daha sonra da şöyle bir kural oluşturulmuştur:

”LA FARKA BEYNEL MEŞİETİ VE’L-İRADE İNDE’L-EHL-İSUNNET”

“Ehl-i Sünnet’e göre meşîet ile irade arasında fark yoktur[1].”

Hâlbuki şâe () de tıpkı meşîet () gibi şey (شَيْء)’den türemiştir. Dolayısıyla ona, şey (شَيْء)’in anlamından farklı anlam yüklenemez. Ama olan olmuş ve şâe ()’nin anlamı değiştirilmiştir. Bu da Müslümanların şeyi (çoğulu eşya) doğru anlamalarını engellemiş, İslâmî ilimleri hayattan yani fıtrattan koparmış ve kaderciliği bir inanç esası haline getirmiştir. Bu sebeple konu, son derece önemlidir.

A.İRÂDE

 

İrâde, ravd () kökünden, bir noktadan bir hedefe gidip gelme anlamındadır. Bu, konaklamak ve otlak yeri aramak için gidip gelen kişinin yani râid’in, yaptığı iştir. Râid gider, dolaşır ve en iyi yeri tercih eder. بَعَثْنا رائداً يرود لنا الكَلأَ والمنزِلَ = Râid gönderdik, bize otlak ve konaklama yeri arayacak; denir[2].

İrâde (), ravd ()’in if’âl babına nakli ile oluşmuş, lazım iken müteaddiye dönüşmüş, ravd ()’ın faili, iradenin mefulü olmuştur. Yani irâde, râidi göndermektir.

İnsanın içinde, râid gibi gidip gelen, istek ve kararlarını oluşturan bir yetenek vardır. İrâde, o yeteneği harekete geçirmektir; istek ile başlar, bir karar veya kararsızlıkla biter. Bu sebeple irade ikiye ayrılır; birincisi istek, ikincisi kararlılıktır.

Şu âyet, hem Allah’ın, hem insanların istek anlamındaki iradesini gösterir.

 

وَاللّٰهُ يُرٖيدُ اَنْ يَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَيُرٖيدُ الَّذٖينَ يَتَّبِعُونَ الشَّهَوَاتِ اَنْ تَمٖيلُوا مَيْلًا عَظٖيمًا

Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister; arzularının peşine takılanlar da büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler. (Nisa 4/27)

Allah’ın istek anlamındaki iradesi yerine gelmeyebilir. Ama karar anlamındaki iradesi kesin olarak yerine gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

 

خَالِدٖينَ فٖيهَا مَا دَامَتِ السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُ اِلَّا مَا شَاءَ رَبُّكَ اِنَّ رَبَّكَ فَعَّالٌ لِمَا يُرٖيدُ

Senin rabbin irade ettiği şeyi yapar. (Hûd 11/107)

Bu ayetteki iradenin Allah’ın kararı anlamında olduğunu şu ayet de gösterir:

 

بَدٖيعُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاِذَا قَضٰى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونَ

Allah bir işe karar verdi mi, ona sadece “ol!” der, o da oluşur. (Bakara 2/117)

İnsanın kararlılığı anlamını taşıyan iradeye şu ayet örnektir.


وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ اَوْلَادَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ اَرَادَ اَنْ يُتِمَّ الرَّضَاعَةَ

Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Bu, emzirmeyi tamamlama kararında olanlar içindir. (Bakara 2/233)

İnsan, verdiği kararı ancak Allah’ın desteği ile uygular. Mesela çocuğu emzirmek için Allah’ın vereceği imkânlara sahip olmak gerekir. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle buyurur:


فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلٖينَ

Bir şeye karar verdin mi Allah’a dayan. Allah kendine dayananları sever. (Al-i İmran 3/159)

İrade ayrı, irade edilen şey ayrıdır.

B. ŞEY (

 

شئ)

Kur’ân’da şey (شئ); kendi veya kaderi oluşturulmuş varlık anlamına gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:


اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْپًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

“Bir şeyi irade ettiğinde yaptığı, sadece ona “ol” demektir; sonra o şey oluşur.” (Yasin 36/82)

Ayetteki شَيْئاً (= şey’en) mastar, ondaki tenvîn ise muzafun ileyhten ıvazdır. Yani شيْئَ شَيئٍْ iken muzafun ileyh olan şey شَيئٍْ kaldırılmış yerine tenvîn konmuştur. Kaldırılan شَيئٍْ isimdir ve mastar olan شَيئٍْ’in mef’ûlüdür. Ayetteki كُنْ tam fiildir[3] ve faili, şey (شَيئٍْ)dir. Şey (شَيئٍْ)’in kendisi henüz oluşmamış olsa da ölçüsü yani kaderi oluştuğu için emre muhatap kılınmıştır.

Her şey (شَيئٍْ) bir kadere yani bir ölçüye göre oluşur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:


قَدْ جَعَلَ اللّٰهُ لِكُلِّ شَیْءٍ قَدْرًا

“Allah her şey için bir kadr (ölçü) koymuştur.” (Talak 65/3)

Ayetteki كُنْ emrinin cevabı olan فَيَكُونُ (fetekûnu) da tam fiildir. Bu sebeple âyetin (إِذَا أَرَادَ شَيْئاً) bölümüne; = bir şeyi var etmek ve oluşturmak istediği zaman[4]’. anlamı verilmiştir. Çünkü tam fiil olan كُنْ = kün’ün anlamı, kevvin كوِّنْ = oluşmaya başla!” veya “uhdus = varlık sahnesine çık” şeklindedir. Buradan hareketle mastar olan شَیْ’in, ihdas () ve tekvîn () anlamında olduğu ortaya çıkar. İhdas, yokken var etmek, tekvîn ise oluşturmaktır. Bize göre tekvîn kelimesi daha uygundur.

Henüz kaderi dahi oluşmamış olana şey denmez. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

 

اَوَلَا يَذْكُرُ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ قَبْلُ وَلَمْ يَكُ شَيْپًا

İnsan bilmez mi, daha önce hiçbir şey değilken onu biz yarattık. (Meryem 19/67)


هَلْ اَتٰى عَلَى الْاِنْسَانِ حٖينٌ مِنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُنْ شَيْپًا مَذْكُورًا

İnsan, mezkûr bir şey oluncaya kadar çok zaman geçmiştir. (İnsan 76/1)

Mezkûr; zikrolunmuş, zikre konu anlamındadır. Zikir, kullanıma hazır, doğru bilgidir[5]. “İnsan, mezkûr bir şey oluncaya kadar…” sözü; “o kişiyle ilgili bilgi üretilinceye kadar” demek olur. Bu bilgi onun ölçüsü yani kaderidir.

Şey (شَيْء) mastarından (şâe) fiili türetilmiştir. Aslı (شَيَأَ)dir. Yâ (ي)’dan önce fetha olduğu için yâ elife dönüşmüş ve (şâe) olmuştur. Mastar ile fiil arasında anlam farkı olmaz; tek fark fiilin bir zaman dilimi içinde olmasıdır. Bu sebeple (شَاء) “şeyi oluşturdu” demektir. Şey mastarının anlamı () tekvîn olduğu için şâe ()’nin anlamı da “(كوَّن) kevvene =oluşturdu” olur.

Ölçüleri yani kaderi belirlenmiş ama henüz yaratılmamış olana da şey (شَيْء) dendiğine göre (şâe) fiilinin fiilinin mef’ûlü oluşmamış şey ise anlamı “şeyin ölçüsünü oluşturdu = كوَّنَ قَدَرَ الشيئ” ; oluşmuş şey ise anlamı, “şeyi oluşturdu = كوَّنَ الشيئَ” olur. Bir de şâe (şâe) fiili daima müteaddîdir[6]. Oluşturulan şey cümlenin akışından anlaşıldığı için çoğu zaman söylenmez yani mef’ûlü hazfedilir.

Her şey, Allah’ın koyduğu kanunlara göre oluşur. Bu, dünya işleri gibi din işleri için de geçerlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

مَنْ كَانَ يُرٖيدُ الْعَاجِلَةَ عَجَّلْنَا لَهُ فٖيهَا مَا نَشَاءُ لِمَنْ نُرٖيدُ ثُمَّ جَعَلْنَا لَهُ جَهَنَّمَ يَصْلٰیهَا مَذْمُومًا مَدْحُورًا وَمَنْ اَرَادَ الْاٰخِرَةَ وَسَعٰى لَهَا سَعْيَهَا وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَاُولٰئِكَ كَانَ سَعْيُهُمْ مَشْكُورًا

“Kim hemen olanı isterse orada, onun için oluşturacağımız kadarını istediğimiz kişiye verir, sonra cehennemi onun yeri yaparız; yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. Kim de ilerisini (Ahireti) ister ve onun için gereken çabayı inanarak gösterirse bunların çabaları teşekkürle karşılanır.” (İsrâ 17/18-19)

Bu ayetlere göre beşeri fiiller bir çabayla oluşur. Öyleyse faili insan olan şâe (şâe)’ye (كوَّن) anlamı verilebileceği gibi (سَعَى لَهَ سَعْيَهَ) “oluşum için gerekli çabayı gösterdi” anlamı da verilebilir.

Şu âyetler, (şâe)’nin bütün anlamlarını göstermesi bakımından önemildir:

وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَيْطَانٍ رَجٖيمٍ فَاَيْنَ تَذْهَبُونَ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمٖينَ لِمَنْ شَاءَ مِنْكُمْ اَنْ يَسْتَقٖيمَ وَمَا تَشَاؤُنَ اِلَّا اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمٖينَ

“O (Kur’ân) başka değil, âlemler için bir zikir, doğru bilgidir. İçinizden doğruluğu ölçü alanlar için. Siz bir şey oluşturamazsınız; varlıkların sahibi Allah’ın oluşturduğu ölçüye göre olursa başka.” (Tekvîr 81/25-29)

Şimdi âyetlere neden bu anlamın verildiğine bakalım:

لِمَن شَاء مِنكُمْ أَن يَسْتَقِيمَ ayetinde شَاء’nin mef’ûlü يَسْتَقِيمَ أَن ifadesidir. شَاءye كوَّن anlamı verince âyetin tefsiri şöyle olur.

لِمَن

“İçinizden doğruluğu ölçü alanlar için.”


وَمَا تَشَاؤُنَ اِلَّا اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمٖينَ

Bu bir istisna cümlesidir. وَمَا تَشَاؤُونَ ile başlayan olumsuz anlam, إِلَّا ile olumluya çevrilmiş ve mef’uller hazfedilmiştir. Mef’ulleri yerlerine koyarsak âyet şöyle olur:

Bu âyetin anlamını şöyle de ifade edebiliriz:

Siz varlıkların sahibi Allah’ın koyduğu ölçüye uymazsanız doğruluğu oluşturamazsınız.

Ayetlere göre şey (شَيْء), yedi safhada oluşur. Birincisi irâde, ikincisi kaderin tekvîni (تكوين قدر الشيئ), üçüncüsü ilham, dördüncüsü onay, beşincisi kayda geçme, altıncısı şeyin tekvîni (تكوين الشيئ) yedincisi o şeye güç verme yani takdîr safhasıdır.

1.İrâde

 

Buradaki irâde, bir şeyi oluşturmaya karar vermektir. Bu konu yukarıda geçmişti.

Kaderin Tekvîni

Kader, ölçü demektir. Allah, yaratacağı şeyin önce kaderini oluşturur. İlgili âyetler şöyledir:


اِنَّا كُلَّ شَیْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ

“Biz, her şeyi bir kadere (ölçüye) göre yaratmışızdır”.

(el-Kamer 54/49)

 

وَكَانَ اَمْرُ اللّٰهِ قَدَرًا مَقْدُورًا

Allah ’ın işi, kaderi (ölçüsü) tam belirlenmiş şekildedir. (el-Ahzâb 33/38)



اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ

“Allah her şeye bir kader (ölçü) koyar” (Bakara 2/20)

Yani Allah her şeyi olması gereken ölçüye göre yaratır; eksiği de fazlası da olmaz[7].

İnsanın kaderi ile eşya ve hayvanların kaderi farklıdır. Allah Teâlâ yere ve göğe; “İsteyerek veya istemeyerek emrime gelin” dediği zaman ikisi de; “İsteyerek geldik” demişlerdi.[8] Ama istemeseler de onun emrinden çıkamazlardı. İnsanla ilgili olarak da şöyle buyurmuştur:


اِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّبٖيلَ اِمَّا شَاكِرًا وَاِمَّا كَفُورًا

Biz ona yolu gösterdik, ister teşekkür etsin, ister nankör olsun. (İnsan 76/3)

Yani insan, istemezse Allah’ın emrine uymaz. Bu sebeple dinde zorlama olamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:



لَا اِكْرَاهَ فِى الدّٖينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَىِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمٖيعٌ عَلٖيمٌ

Dinde zorlama olamaz[9]. Doğru ile eğri birbirinden iyice ayrılmıştır. Kim azgınları tanımaz[10], Allah ‘a inanırsa, kopması imkânsız en sağlam kulpa yapışmış olur. Allah işitir, bilir. (Bakara 2/256)

Önceki âyette geçen (شَاكِرًا) ve (كَفُورًا) kelimeleri önemlidir. Şâkir, (شَاكِر) şükr () kökündendir. Şükr, nimeti akla getirmek, onu vereni övmek ve karşılığını vermektir[11]. İnsan her şeyini Allah’a borçludur. Bir âyet şöyledir:


وَاٰتٰیكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَا

O size istediğiniz her şeyden vermiştir; Allah’ın nimetini saysanız bitiremezsiniz. (İbrahim 14/34)

Bu nimetler insanın Allah’a olan borcudur. Arapçada borca deyn (الدين) denir. Deyn insanı itaate zorlar. Allah’a olan borca karşılık, ona itaati öngören sisteme din () denir. Din ile deyn aynı köktendir. Allah’a olan borcun sürekli kabarmasına rağmen onu görmezlik eden ve emirlerine uymak istemeyen insan çoktur.

Görmezlik edene kefûr ( كَفُور) denir. Kefûr ( كَفُور) küfr () kökünden ism-i faildir; kâfir da aynıdır. Nimete küfr, onu örtmek ve şükrünü yerine getirmemektir[12]. Bu nankörlüktür. En büyük nankörlük Allah’a karşı yapılır. Birçok insan, Allah ile ilişkilerini, olması gerektiği gibi değil de kendi istediği gibi kurar. Verdiği nimetin kıymetini bilmez ve onun düzenini bozacak işlere girişir. Bu, insana verilen hürriyetten dolayıdır. Bunun hesabı kıyamet gününde görülecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

اِنَّ الَّذٖينَ يُلْحِدُونَ فٖى اٰيَاتِنَا لَا يَخْفَوْنَ عَلَيْنَا اَفَمَنْ يُلْقٰى فِى النَّارِ خَيْرٌ اَمْ مَنْ يَاْتٖى اٰمِنًا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ اِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصٖيرٌ

Âyetlerimiz karşısında yamukluk yapanlar bize gizli kalmazlar. Ateşe atılan mı hayırlıdır, yoksa Kıyamet günü güven içinde gelen mi? Tasarladığınız şeyi yapın, Allah ne yaptığınızı görür. (Fussilet 41/40)

Kur’ân’da (şâe) fiili ve türevlerinin faili ya Allah ya da insandır. Bir başka varlık bu fiile fail yapılmamıştır. Allah, her şeyin hem kaderini hem kendini mükemmel bir şekilde oluşturur. Ama insanın gücü sınırlıdır. Oluşturduğu şeyler, Allah’ın emirlerine ve fıtrata uyarsa güzel, uymazsa kötü olur. Her ikisini de yapacak hürriyete sahip olduğundan insan, medeniyet kurma, medeniyet yıkma, savaş, barış, çevreyi bozma veya ıslah gibi birbirine zıt işler yapabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:


تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللّٰهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ وَاٰتَيْنَا عٖيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَاَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذٖينَ مِنْ بَعْدِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلٰـكِنِ اخْتَلَفُوا فَمِنْهُمْ مَنْ اٰمَنَ وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَ وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلٰـكِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يُرٖيدُ

Biz o elçilerden kimini kimine üstün kıldık. Kimiyle Allah konuştu, kimini derece derece yükseltti. Meryem oğlu İsa’ya da açık deliller verdik. Onu Kutsal Ruh ile destekledik. Allah zorlayıcı kader oluştursaydı, onlardan sonrakiler o açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşamazlardı. Ama ayrılığa düştüler; kimi inandı, kimi görmezlik edip kâfir oldu. Allah, zorlayıcı kader oluştursaydı, birbirleriyle savaşamazlardı. Ama Allah dilediğini yapar.

(Bakara 2/253)

Ayetteki lev şâellahu (

لَوْ شَاء اللّهُ) ifadesinin başındaki lev (لَوْ), “ikincisi olmadığı için birincinin olamayacağını gösteren şart edatı”dır. Cümlenin akışına göre şâe (şâe) fiilinin hazfedilen mef’ûlü “şeyi’in kaderi = قدرالشَيْء” kelimesidir. Buradaki kader, (لَوْ شَاءَ اللّٰهُ) cümlesiyle insanda olmadığı vurgulanan zorlayıcı kaderdir.

لَوْ شَاء اللّهُ) ifadesinin başındaki lev (لَوْ), “ikincisi olmadığı için birincinin olamayacağını gösteren şart edatı”dır. Cümlenin akışına göre şâe (şâe) fiilinin hazfedilen mef’ûlü “şeyi’in kaderi = قدرالشَيْء” kelimesidir. Buradaki kader, (لَوْ شَاءَ اللّٰهُ) cümlesiyle insanda olmadığı vurgulanan zorlayıcı kaderdir.

 

Kavram kargaşasına meydan vermemek için insan için belirlenen kadere “” diğerine de “zorlayıcı kader = القَدَر المُجْبِر” demek uygun olur. Hazfedilen mef’ûlleri yerine koyunca âyet şöyle olur:

Allah zorlayıcı kader oluştursaydı, onlardan sonrakiler o açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşamazlardı. Ama ayrılığa düştüler; kimi inandı, kimi görmezlik edip kâfir oldu. Allah, zorlayıcı kader oluştursaydı, birbirleriyle savaşamazlardı.

Burada kader yerine sistem kelimesi konabilir. O zaman meal şöyle olur:

Allah zorlayıcı sistem oluştursaydı, onlardan sonrakiler o açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşamazlardı. Ama ayrılığa düştüler; kimi inandı, kimi görmezlik edip kâfir oldu. Allah, zorlayıcı sistem oluştursaydı, birbirleriyle savaşamazlardı.

Kur’ân’da bu anlamın verilmesi gereken ayet çoktur. Buna birkaç örnek verelim:

وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلٰـكِنْ لِيَبْلُوَكُمْ فٖى مَا اٰتٰیكُمْ فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ اِلَى اللّٰهِ مَرْجِعُكُمْ جَمٖيعًا فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ فٖيهِ تَخْتَلِفُونَ

Allah zorlayıcı sistem oluştursaydı hepinizi bir tek ümmet kılardı, ama verdiği şeyde sizi yıpratıcı imtihandan geçirmek için böyle yaptı. Öyleyse hayırlarda yarışın. Dönüşünüz Allah’adır; nelerde ihtilâf ettiğinizi size haber verecektir. (Maide 5/48)


وَاِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكَ اِعْرَاضُهُمْ فَاِنِ اسْتَطَعْتَ اَنْ تَبْتَغِىَ نَفَقًا فِى الْاَرْضِ اَوْ سُلَّمًا فِى السَّمَاءِ فَتَاْتِيَهُمْ بِاٰيَةٍ وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ لَجَمَعَهُمْ عَلَى الْهُدٰى فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْجَاهِلٖينَ

Onların yan çizmeleri sana ağır gelir ve gücün de yeterse yerde bir tünel veya göklere çıkacak bir merdiven arar onlara bir mucize getirirsin. Allah zorlayıcı sistem oluştursaydı elbette onları hidayet üzere toplardı. Sakın cahillerden olma. (En’âm 6/35)


وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ مَا اَشْرَكُوا وَمَا جَعَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفٖيظًا وَمَا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَكٖيلٍ

Allah zorlayıcı sistem oluştursaydı müşrik olmazlardı, biz seni onlara bekçi göndermedik, sen onlara vekil de değilsin. (En’âm 6/107)

وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ لَاٰمَنَ مَنْ فِى الْاَرْضِ كُلُّهُمْ جَمٖيعًا اَفَاَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتّٰى يَكُونُوا مُؤْمِنٖينَ

Eğer rabbin zorlayıcı sistem oluştursaydı yeryüzünde kim varsa hepsi topluca iman ederlerdi. Mümin olsunlar diye onlara sen mi baskı yapacaksın? (Yunus 10/99)


وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَهُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلٰـكِنْ يُدْخِلُ مَنْ يَشَاءُ فٖى رَحْمَتِهٖ وَالظَّالِمُونَ مَا لَهُمْ مِنْ وَلِىٍّ وَلَا نَصٖيرٍ

Allah zorlayıcı sistem oluştursaydı hepsini bir tek ümmet yapardı. Ama gayret göstereni rahmetine sokar. Zalimlere gelince onların ne dostu ne de yardımcısı vardır. (Şura 42/8)

Fıtratta kadercilik yoktur. Allah Teâlâ, bu iddiada bulunanları şu âyette kınamıştır.


سَيَقُولُ الَّذٖينَ اَشْرَكُوا لَوْ شَاءَ اللّٰهُ مَا اَشْرَكْنَا وَلَا اٰبَاؤُنَا وَلَا حَرَّمْنَا مِنْ شَیْءٍ كَذٰلِكَ كَذَّبَ الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِهِمْ حَتّٰى ذَاقُوا بَاْسَنَا قُلْ هَلْ عِنْدَكُمْ مِنْ عِلْمٍ فَتُخْرِجُوهُ لَنَا اِنْ تَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَاِنْ اَنْتُمْ اِلَّا تَخْرُصُونَ

“Müşrikler diyeceklerdir ki: “Allah hidayeti oluştursaydı ne biz şirke düşerdik ne atalarımız. Bir şeyi haram da kılmazdık.” Onlardan öncekiler de yalana böyle sarıldılar ve sonunda azabımızı tattılar. De ki: “Yanınızda bununla ilgili bir bilgi var mı ki, çıkarıp bize gösteresiniz. Siz sadece zannınızın peşine takılmışsınız; siz sadece atıyorsunuz.
De ki, susturucu delil Allah ’ınkidir; eğer hidayeti oluştursaydı elbette hepinizi yola getirirdi.”
(En’âm 6/148–149)

Âyetin akışına göre hazfedilen mef’ul hidayet ()’tir. Onu yerine koyunca şöyle olur:

= Allah hidayeti oluştursaydı şirke düşmezdik; babalarımız da öyle..

Buna karşılık Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

= Allah hidayeti oluştursaydı elbette hepinizi yola getirirdi. (Birinizi mümin, birinizi müşrik yapmazdı)

Müşrikler demiş oluyorlar ki, “Allah, bizi böyle yaratmış, bunda bizim suçumuz yoktur.” Her insan gibi müşriklerin de temel bilgi kaynağı fıtrat, yani yaşadıkları hayattır. Herkes bilir ki, Allah insanı, nasıl üzüm veya şarap üretmeye zorlamazsa yola gelmeye veya yoldan çıkmaya da zorlamaz. Ayet, kaderciliğin yalan ve boş bir kuruntudan ibaret olduğunu, bu iddianın ispatlanamayacağını bildirmektedir.

İnsan da bir şeyi oluşturmak istediğinde Allah’ın koyduğu kanuna göre hareket ederek önce onun kaderini yani ölçüsünü belirler. Mesela canı çorba çekiyorsa önce zihninde istediği çorbanın ölçüsü oluşur. Eğer o ölçü tam ise çorbayı, kendisi de pişirebilir.

Allah’a kulluk da insanın zihninde başlar. Her insan kendi zihninde, Allah ile ilişkilerinin ölçüsünü oluşturarak ona kul olması gerektiğini anlar. Sonra başka şeyler öne geçer ve bu ilişkiler bozulur. Bu da Allah’a kul olma isteğinin karara dönüşmesini engeller. Bazısı akılını kullanarak Allah’ı birinci planda tutar ve ömür boyu ona kulluk eder. Bazısı da zorda kalınca ona kulluk ihtiyacı duyar, sıkıntı geçtikten sonra, Allah’ı yine ikinci plana iter. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:


وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِهٖ

Allah’ın gerçek değerini ölçemediler. (En’âm 6/91)

İnsan, bir şey yapmayı kararlaştırırsa Allah o kişiye önce, onun iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu ilham eder.

2.İlhâm

 

İlham; Allah’ın, kulunun kalbine bir şeyi do­ğur­masıdır[13]. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Nefse isyankâr­lı­ğını ve takvâsını ilham ede­ne yemin olsun,
Onu arındıran um­du­ğuna kavuşmuş, kirle­tip karartan da kaybetmiş olur.”
(Şems 91/1-10)

Karar verdiği şeyin takvâ mı yoksa isyankarlık mı olduğu kişinin kalbine ilham edilir. Bundan sonra o, ya devam eder ya da vazgeçer. Doğru karar verenin içi giderek daha da rahat eder. Karar yanlışsa üzüntü, vicdan azabı ve bunalımlara kadar varan sıkıntılar olur. Şu âyet, ilhamın her iki çeşidini de göstermektedir:


فَمَنْ يُرِدِ اللّٰهُ اَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِ وَمَنْ يُرِدْ اَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَاَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِى السَّمَاءِ كَذٰلِكَ يَجْعَلُ اللّٰهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ

Allah kimi hidayete erdirme kararı vermişse onun gönlünü İslam’a açar. Kimi de saptırma kararı vermişse onun içini daraltır; sanki göğe yükseliyor gibi olur. Allah o pisliği inanmayanların üstüne işte böyle yığar. (En’âm 6/125)

Allah Teâlâ, hidayete erdireceği kişilerle ilgili şu ölçüleri koymuştur:


وَيَهْدٖى اِلَيْهِ مَنْ اَنَابَ

“Allah , kendine yöneleni yola getirir.” (R’ad, 13/27)


وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِىَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ

“Kim Allah ’a bağlanırsa kesinkes doğru yola iletilir” (Al-i İmran, 3/101)

Allah Teâlâ; kâfirlik, fâsıklık, zalimlik, yalancılık, nankörlük, müsriflik ve âyetlerine inanmazlık edenleri, tevbe edinceye kadar yoluna kabul etmez. Aşağıdaki âyetler bunu göstermektedir:


وَاللّٰهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الْكَافِرٖينَ

“Allah kâfirler topluluğunu yola getirmez.” (Bakara, 2/264)

وَاللّٰهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الْفَاسِقٖينَ

“Allah fâsıklar topluluğunu yola getirmez.” (Maide, 5/108)


اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمٖينَ

“Allah zâlimler topluluğunu yola getirmez.”(Maide, 5/51)

اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدٖى مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ

“Allah nankör yalancıyı yola getirmez.”( Zümer, 39/3)


اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدٖى مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ كَذَّابٌ

“Allah yalancı müsrifi yola getirmez.”(Mü’min, 40/28)


اِنَّ الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ لَا يَهْدٖيهِمُ اللّٰهُ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ

“Âyetlerine inanmayanları Allah yola getirmez.”( Nahl, 16/104)

Vabısa b. Mabed di­yor ki, Muhammed sallal­lahu aleyhi ve selleme git­tim buyurdu ki; “İyi­likten ve günahtan sormak için mi geldin? “

Evet, dedim.

Sonra parmaklarını bir araya getirerek göğsüne vurdu ve üç kere şöyle dedi: “Nefsine danış, kalbine danış Va­bısa! İyilik, nefsin yatış­tığı, kalbin yatıştığı şeydir. Günah da içe dokunan ve göğüste te­reddüt do­ğuran şeydir. İsterse in­san­lar sana fetva vermiş, yaptığını uygun bul­muş ol­sunlar.[17]”

Muhammed sallallahu aleyhi ve selemin bir sözü de şöyledir: “Seni işkillendiren şeyi bı­rak, işkillendirmeyene geç. Çünkü doğru­luk iç hu­zuru verir, yalan da şüphe ve te­reddüt doğu­rur[18].”

Allah Teâlâ yanlış davranış gösterenlerle ilgili şöyle buyurur:


لَا يَزَالُ بُنْيَانُهُمُ الَّذٖى بَنَوْا رٖيبَةً فٖى قُلُوبِهِمْ اِلَّا اَنْ تَقَطَّعَ قُلُوبُهُمْ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ حَكٖيمٌ

Kurdukları bina, içlerinde bir şüphe olarak devam edecektir; kalpleri parça parça olursa başka. (Tevbe 9/110)

3. Allah’ın onayı

 

Kur’an’da onay vermeyi ifade eden kelime izin () dir. Arapça’da kulağa üzün (الأذن), kulakla alınan veya kulağa duyurulan bilgiye izin (), o bilgiyi yüksek sesle bildirene müezzin () bildirilen şeye de ezan () denir[19]. Allah’ın onayı çıkmadan hiçbir şey olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:


مَا اَصَابَ مِنْ مُصٖيبَةٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِ وَمَنْ يُؤْمِنْ بِاللّٰهِ يَهْدِ قَلْبَهُ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَیْءٍ عَلٖيمٌ

“Meydana gelen her şey Allah’ın onayıyla (izniyle) olur. Kim Allah’a inanırsa kalbini doğrultur. Allah her şeyi bilir.” (Teğâbun 64/11)

İnsan kararını kendi içinde oluşturur; onu Allah’ın dışında, melekler dâhil, kimse bilemez. Allah Teâlâ şöyle buyurur:


اِذْ يَتَلَقَّى الْمُتَلَقِّيَانِ عَنِ الْيَمٖينِ وَعَنِ الشِّمَالِ قَعٖيدٌ مَا يَلْفِظُ مِنْ قَوْلٍ اِلَّا لَدَيْهِ رَقٖيبٌ عَتٖيدٌ

İki alıcı (melek) sağda ve solda oturur; ağzından bir söz çıkmaya görsün hemen yanında gözetleyici (melek, yazmak için) hazır bulunur. (Kaf 50/17–18)

وَاِنَّ عَلَيْكُمْ لَحَافِظٖينَ كِرَامًا كَاتِبٖينَ يَعْلَمُونَ مَا تَفْعَلُونَ

Üzerinizde koruyucular vardır, değerli yazıcılar; bütün işlediklerinizi bilirler. (İnfitâr 82/10–12)

Allah’ın izni yani onayı olmazsa kişi kayıtlara mümin olarak geçmez. Çünkü her insan, kendine göre Allah’a inanır ama Allah, her imanı onaylanmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:


وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ اَنْ تُؤْمِنَ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِ وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذٖينَ لَا يَعْقِلُونَ

Hiç kimse, Allah’ın onayı (izni) olmadan mümin olacak değildir. Allah pisliği, aklını kullanmayanların üzerine yığar. (Yunus 10/100)

4.Kayda geçirme

 

Allah, iznini önce yazıcı meleklere bildirir. Onlar bunu hemen kayda geçerler. Oluşum bu kayıttan sonra başlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:


مَا اَصَابَ مِنْ مُصٖيبَةٍ فِى الْاَرْضِ وَلَا فٖى اَنْفُسِكُمْ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَبْرَاَهَا اِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَسٖيرٌ

Yeryüzünde ve kendinizde olan her şey[20], onu ayrı bir varlık olarak yaratmamızdan önce mutlaka bir kitaba kaydolunur. Bu, Allah için kolaydır. (Hadîd 57/22)

Kayda geçmeyen hiçbir şey meydana gelmez. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle dememizi emretmiştir:


قُلْ لَنْ يُصٖيبَنَا اِلَّا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَنَا هُوَ مَوْلٰینَا وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ

De ki, bize Allah’ın yazdığı dışında bir şey olmaz. O bizim dostumuzdur. Müminler yalnız Allah’a güvensinler. (Tevbe 9/51)

Kaydın güzel olması için şöyle dua etmemiz öğütlenmiştir:


وَاكْتُبْ لَنَا فٖى هٰـذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الْاٰخِرَةِ اِنَّا هُدْنَـا اِلَيْكَ

“Bu dünyada bize iyilik yaz, Ahirette de… Biz sana yöneldik.. (Araf 7/156)

Kayıttan sonra tekvîn yani şeyin oluşumu başlar.

5.Şeyin tekvîni ()

 

Allah’ın şeyi tekvîni yani oluşturması ile insanın tekvîni farklıdır. Allah, tekvînine karar verdiği şey için sadece “ol” der, o şey oluşmaya başlar.

Allah, ölçünsü belirlediği her şeyi yapacak güçtedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:


يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَهُوَ الْعَلٖيمُ الْقَدٖيرُ

Allah kaderini belirlediği şeyi yaratır. O bilir ve ölçüyü koyar. (Rum 30/54)

قَالَ رَبِّ اَنّٰى يَكُونُ لٖى غُلَامٌ وَقَدْ بَلَغَنِىَ الْكِبَرُ وَامْرَاَتٖى عَاقِرٌ قَالَ كَذٰلِكَ اللّٰهُ يَفْعَلُ مَا يَشَاءُ

Zekeriya dedi ki; “Yarab! Benim oğlum nasıl olur; ihtiyarlık gelmiş çatmış, karım da kısır? Dedi ki, bu böyledir, Allah ölçüsünü belirlediği şeyi yapar. (Al-i İmran 3/40)

İnsanın böyle bir gücü yoktur. O, bir şeyi, ancak Allah’ın koyduğu kanunlara göre oluşturabilir. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle buyurur:


وَلَا تَقُولَنَّ لِشَاىْءٍ اِنّٖى فَاعِلٌ ذٰلِكَ غَدًا

اِلَّا اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ وَاذْكُرْ رَبَّكَ اِذَا نَسٖيتَ وَقُلْ عَسٰى اَنْ يَهْدِيَنِ رَبّٖى لِاَقْرَبَ مِنْ هٰـذَا رَشَدًا

“Hiçbir şey için yarın bunu yapacağım, deme; “Allah şartları oluşturursa” dersen başka.” (Kehf 18/23–24)

Her oluşum için belirlenen şartlar vardır. Üzüm üretmek isteyen kişi, toprağa, suya, üzüm kütüklerine, gübreye, tarım aletlerine, uygun tabiat şartlarına, bilgiye ve beceriye vs. ihtiyaç duyar. Gereken çabayı da gösterirse üzümü üretir. Bundan sonra “bunu ben ürettim” diyebileceği gibi “bunu Allah yarattı” da diyebilir. Çünkü Allah o kanunları koymasa ve şartları oluşturmasaydı üzüm üretilemezdi. Şarap üreticisi de benzer durumdadır. Allah, üzümü helal, şarabı haram kılmıştır ama insanı, ne üzüm üretimine zorlar, ne de şarap üretimine engel çıkarır. Bütün insan fiilleri böyledir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:


وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى

İnsanın kendine ait bir şeyi yoktur; çaba gösterdiği başka. (en-Necm 53/39)

Yani kişinin bir çabası yoksa kendinin sayılacak işi de yoktur. Miras, hediye ve sair yollarla eline geçen şeylerde kendi katkısı olmadığından bu kişi iyi veya kötü diye vasıflandırılamaz.

6.Şey’i güçlendirme

 

Takdîr, bir şeyin ölçüsünü oluşturmak veya ona güç vermektir[21]. Yaratılış bir kadere göre olduğundan, âyetlerde yaratılıştan sonrasını gösteren takdîr kelimeleri, bir şeye ölçülü güç verme anlamındadır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الْاَعْلٰى اَلَّذٖى خَلَقَ فَسَوّٰى وَالَّذٖى قَدَّرَ فَهَدٰى

Yaratan ve düzenleyen odur. Güç veren, arkasından yolu gösteren odur. (Alâ 87/1-3)

Birinci âyette geçen سَوَّى (sevvâ) tesviye etti, yani eşitledi, yaratılışını tamamladı, demektir. Allah her varlığı, kendi cinsine ait ölçülerde yaratır. Armut, elma olmaz; hangi cins armut ise o cinsin şeklini ve özelliklerini alır.

İkinci âyette, yaratılıştan sonrasını gösteren قَدَّرَ (kaddere) kelimesi, o şeye kudret, yani belli ölçüde güç vermeyi ifade eder. Demek ki Allah, yarattığı her varlığın içine bir güç koymaktadır.

İkinici âyetteki (fe hedâ) “arkasından yolu gösterdi” anlamındadır. Bütün varlıklar Allah’ın gösterdiği yola girerler. Bu özellikleri sebebiyle eşya Allah’a muhatap hale gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:


ثُمَّ اسْتَوٰى اِلَى السَّمَاءِ وَهِىَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِیَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَا اَتَيْنَا طَائِعٖينَ

Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: «İsteyerek veya istemeyerek emrime gelin» dedi. İkisi de: «İsteyerek geldik» dediler. (Fussilet 41/11)

Varlıkların أَتَيْنَا طَائِعِينَ = (eteynâ tâiîn = isteyerek geldik) demeleri önemlidir. Bu, onlardaki şuurun ve gerçeği gördüklerinin delilidir. Bunu şu âyet daha açık ifade eder:


تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَیْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ وَلٰـكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْبٖيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلٖيمًا غَفُورًا

Yedi gök, yer ve bunlardaki varlıklar onu tesbih ederler; Onu hamdi sebebiyle tesbîh etmeyen bir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. (İsrâ 17/44)

Hamd; birini, yaptığı iyi bir işten dolayı övmektir[22]. Allah’ı, hamdi sebebiyle tesbih etmek, yaptığı her şeyi güzel yaptığı için tesbih etmektir. Bu da eşyanın şuurunu gösterir.

İnsanı, diğer varlıklardan farklılaştıran güç ana rahminde, yaratılışın tamamlanmasından sonra verilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:


مِنْ نُطْفَةٍ خَلَقَهُ فَقَدَّرَهُ

İnsanı nutfeden (döllenmiş yumurtadan) yaratmış sonra ona güç vermiştir. (Abese 80/19)

Onun farklı hale gelmesi[23] ruhun üflenmesinden sonradır. Bu safha şöyle açıklanır:


ثُمَّ سَوّٰیهُ وَنَفَخَ فٖيهِ مِنْ رُوحِهٖ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْپِدَةَ قَلٖيلًا مَا تَشْكُرُونَ

Sonra Allah o cenini (organları itibariyle diğer insanlara) eşitledi ve ruhundan üfledi. Böylece sizde dinleme özelliği, gören gözler ve (karar veren) gönüller oluşturdu. Ne kadar az şükrediyorsunuz! (Secde 32/9)

Bu safhada köklü değişiklikler olur. Kulak, dinledikleri sesleri ayrıştırarak bilgi edinme aracına, gözler; olayların arka planını görecek özelliğe, kalp ise sevginin, nefretin, imanın, küfrün ve her türlü kararın merkezi olacak yapıya kavuşur.

C.FITRAT

 

Fıtrat, varlıkların yapısını oluşturan, geliştiren ve değiştiren kanunlar bütünüdür. Bu kanunlar, Allah’ın şey () için oluşturduğu ölçülerin ve şeyler arası ilişkilerin incelenmesi ile ortaya çıkar. İnsanların, hayvanların, bitkilerin, yerin, göğün, kurumların, kavramların hâsılı her şeyin yapısı ve işleyişi fıtrata göredir. Kur’ân’da bu kanunlar ve onlarla oluşan varlıklardan her biri birer âyet sayılmıştır. Bu âyetlerle Kur’ân âyetleri arasında tam bir bütünlük vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:


فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّٖينِ حَنٖيفًا فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّتٖى فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدٖيلَ لِخَلْقِ اللّٰهِ ذٰلِكَ الدّٖينُ الْقَيِّمُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

“Sen yüzünü dosdoğru bu dine, Allah ’ın fıtratına çevir. O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. İşte sağlam din bu dindir. Ama insanların çoğu bunu bilmezler.” (Rum 30/30)

Bu âyete göre din, fıtrattır. Bundan dolayı Kur’ân’da, sık sık fıtrata vurgu yapılmış ve Kur’ân’daki örneklerin tamamı fıtrattan yani doğadan seçilmiştir.

Fıtrattaki şeylerin, kendi içinde ve diğer şeylerle ilişkisinde bir sistem vardır. Bunu her insan, bilgisi ve tecrübesi ölçüsünde bilir. Tıpkı bunun gibi, Kur’ân’daki dini hükümlerin de kendi içinde ve diğerleri ile ilişkisinde bir sistem vardır. Bu sistem fıtratla birebir uyumludur. Öyle olmasaydı örnekler fıtrattan seçilemezdi.

Kur’ân’da, kendisinden şey () diye bahsedilen talakın, kendi içinde nasıl bir sisteme sahip olduğu, örnek olarak verilebilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Ey Peygamber! Kadınları boşadığınızda iddetleri içinde boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz Allah ’tan çekinin; onları evlerinden çıkarmayın. Onlar da çıkmasınlar; açık bir fuhuş yapmış olurlarsa başka. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa kendine kötülük etmiş olur. Bilemezsin, belki Allah bunun ardından yeni bir durum ortaya çıkaracaktır.

Kadınlar sürelerinin sonuna geldiklerinde onları ya mâruf [24] ile tutun veya mâruf ile ayırın. İçinizden güvenilir iki kişiyi şahit tutun; şahitliği Allah için yerine getirin. İşte bu size, içinizden Allah’a ve Ahiret gününe inanan kimseye verilen öğüttür. Kim Allah’tan çekinirse o, ona bir çıkış yolu açar.

Beklemediği yerden ona rızık verir. Kim Allah ‘a güvenirse o, ona yeter. Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey () için bir ölçü koymuştur.” (Talak 65/1–3 )

“Allah her şey () için bir ölçü koymuştur” buyrularak talak da ölçüleri belirlenmiş bir şey () sayılmıştır.

Eşini boşamak isteyen erkeğin uyacağı bu ölçüler şöyle sıralanabilir:

1.Boşanma iddet içinde olmalı yani kadın adetli olmamalı, temizse o temizlik dönemi içinde eşiyle ilişkiye girmemiş olmalıdır.

Bu dönemde, hem adetin kadına verdiği sıkıntıdan, hem de eşinin onunla ilişkiye girememesinden dolayı erkekte huzursuzluk olur ve karısını kolayca boşayabilir.

Adetten temizlenmiş olan eşiyle ilişkiye giren erkek, arzusuna kavuşmuş olacağından eşini yine kolayca boşayabilir. Her iki durumda da boşamanın geçersiz sayılması fıtrat gereğidir.

2.İddeti erkek saymalıdır. Boşadığı kadının, evde geçireceği günleri kocanın sayması, bu dönemde onunla yakından ilgilenmesi demektir.

3.Kadını evinden çıkarmamalıdır. Üç ay kadar sürecek bekleme dönemini, birlikte geçiren çiftler, bir şekilde anlaşabilirler. Eğer anlaşamazlarsa sıkıntı büyük demektir.

4. Kadın da evden çıkmamalıdır. Kadının evi terk etmesi halinde araya soğukluk girer ve eşleri birleştirme işi zorlaşır.

5.Erkek, süre içinde veya süre sonunda eşine iyilikle dönmeli veya iyilikle ayrılmalıdır. Zoraki evlilik olmaz; bu aileye zarar verir. İyilikle ayrılırlarsa daha sonra yeni bir nikâhla birleşebilirler.

6.Gerek boşarken gerek dönüş sırasında ve gerekse ayrılırken iki kişiyi şahit tutmalıdır.

Böylece durumdan haberdar olan Müslümanlar Nisa 35. âyete göre erkeğin ve kadının ailesinden birer hakem görevlendirip eşleri barıştırma yollarını ararlar.

Erkeğin, iddet bitmeden karısında dönmesi, iyi niyetli olmasına bağlıdır (Bakara 228). Bunun da şahitlerle tespiti gerekir.

Ayrılma halinde de şahit tutulur ki, evliliğin sona erdiğini herkes öğrensin.

1. ve 6. şartlar, yapısı gereği olmazsa olmaz şartlardır. Bunlar yerine gelmezse talak oluşmaz.

Bu, birinci boşamadır. Erkek karısını bu ölçülere göre bir kere daha boşayabilir. Üçüncüsünde 1. ve 6. şart dışında bir şart yoktur. Bunların tamamı fıtrat gereğidir.

SONUÇ

 

Görüldüğü gibi şey (شَيْء), kader ve irade; birbirleriyle ilişkisi olan kelimelerdir. Tarihi süreçte bu ilişkinin koparılması, dinin bilimden ve fıtrattan ayrı düşmesine yol açmış, Kur’an’ın doğru anlaşılmasını engellemiştir.

Bize göre çağımızın en önemli problemi din-bilim ilişkisinde odaklanmaktadır. Bilimin kaynağı fıtrattır. Din ile fıtrat arasında da birebir ilişki kurulabilirse insanlığa çok büyük bir hizmet yapılmış olur.

Bu çalışmanın, bu hizmete katkısının olduğunu ümit etmekteyiz.

Dipnotlar:
————————————————–


[1] Nuruddin es-Sabûnî, el-Bidâye fî usûl’id-dîn, Ankara 1995, s. 72. Eş’ârîlerin aynı mealde ibareleri için bkz. İbrahim b. Muhammed el-Beycûrî (öl. 1277 h./1860 m.), Şerhu cevhereti’t-tevhîd, Beyrut 1403/1983, s. 65.[2] Cemalüddin Muhammed b. Manzur, Lisanu’l-arab, Beyrut tarihsiz, (

 

رود

) mad.[3]

 

كان ya tam, ya nakıs fiil olur. Tam fiil olduğu zaman fail alır. Nakıs ise mübteda ve haberin başına gelir, mübtedayı kendine isim yapar, haberi de mensup kılar. Mübtedânın, bir zaman diliminde haber ile vasıflandığını gösterir. Bazen de كان الله عليما حكيما da olduğu gibi süreklilik ifade eder. Eğer كان

tam olursa burada olduğu gibi fail alır.[4] Bkz. El-Hazin, Ali b. Muhammed b. İbrahim el-Bağdâdî, Lübâb’ut-tevîl fî meânî’t-tenzîl (telifi h. 725’te tamamlanmış) Matbaa-a Amire 1319 h. C. V, s 223 (Kitabu mecmuatin min’et-tefâsîr içinde.) Konuyla ilgili bir başka âyet şudur:

 

وَإِذَا قَضَى أَمْراً فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ Allah Bir işe karar verdi mi, onun için sadece “ol!” der, o da oluşur. (Bakara 2/117) Buradaki قَضَى kelimesi ‘irâde etti’ أَمْر kelimesi de ‘şey’ anlamındadır. Tenvîn ise muzaftan ıvazdır. إِذَا قَضَى أَمْراً= bir şeyi oluşturmak isterse, anlamındadır. Kurtubî bunu; إذا أراد خلق شَيْء

= bir şeyi yaratmak isterse, şeklinde ifade etmiştir. (Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed el- Ensarî el-Kurtubî, el-Cami li ahkâm’il-Kur’ân, Dar’ul-Kutub’il-ılmiyye, Beyrut 1408/1988, c. II, s. 61.)[5] Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, (nşr. Safvan Adnan Dâvûdî), Dımışk ve Beyrut, 1412/1992,

 

ذ كر

mad.[6] Şu âyette (

 

شاء)’in mef’ulü شَيْئًا olarak geçmektedirِ إِلاَّ أَن يَشَاء رَبِّي شَيْئًا { الأنعام

(80}[7] Müfredat,

 

قدر

maddesi.[8] Fussilet 41/11

[9]- Dinin özü imandır. İmanın temeli onu içten kabul etmek, yani kalp ile tasdiktir. Kalpteki tasdiki bir o kişi, bir de Allah bilir. Orası in­sanın en hür ol­duğu yerdir. Bu se­beple hiç kimse bir inancı kabule veya inkara zorlanamaz. Zorla ibadet de olmaz. Çünkü ibadet için niyet şarttır. Niyetin yeri de kalptir; kalpten yapılmayan niyet geçersizdir. Kimseye zorla niyet ettirilemeyeceğinden ibadet de yaptırılamaz.

[10]- Yoldan çıkmışlara boyun eğmez.

[11] Müfredat,

 

شكر

maddesi.[12] Müfredat,

 

كفر

maddesi.[13]- Fahrüddin er-Razî, et-Tefsîr’ül-Kebîr, Matbaa-i Amire, c.VIII, s. 583.

[14] Bakara, 2/264; Maide, 5/67; Tevbe, 9/37; Nahl, 16/107.

[15] Maide, 5/108; Tevbe, 9/24, 80; Saff, 61/5; Munafıkun, 63/6.

[16] Bakara, 2/258; Al-i İmran, 3/86; Maide, 5/51; En’am, 6/144; Tevbe , 9/19, 109; Kasas, 28/50; Ahkaf, 46/10; Saff, 61/7; Cuma, 62/5.

[17]-Sünen-i Dârimî, Büyû’, 2.

[18]-Tirmizî, Kı­yame, 60.

[19] Mucemu mekayîs’il-luğa, Müfredat

[20] Ayette geçen

 

مُّصِيبَةٍ musibet, savb (صوب) kökündendir. Mucemü mekâyîs’il-luğa’ya göre savb, bir şeyin nüzulü ve yerine yerleşmesi (يدلُّ على نزولِ شيءٍ واستقرارِهِ قَرَارَه) anlamına gelir. Bu sebeple âyete, ister iyi ister kötü olsun ‘olan her şey’ anlamını verdik. Sonraki âyet de bu anlamı doğrulamaktadır. Ayet şöyledir:

لِكَيْلَا تَأْسَوْا عَلَى مَا فَاتَكُمْ وَلَا تَفْرَحُوا بِمَا آتَاكُمْ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ

Bunun böyle olması, kaybettiğinize üzülmeyesiniz, Allah’ın verdiği şeyle şımarmayasınız diyedir. Allah, kendini bir şey zannedip övünen hiç kimseyi sevmez.

[21] Müfredat

 

والقدر يدلُّ على مَبْلَغ الشَّيء وكُنهه ونهايته. والتقدير إحداثه أو أعطا الشَّيء القدرة

[22] Müfredat

 

حمد

maddesi.[23] (Müminûn 23/14)

[24] Maruf, bilinen şey demektir. Bu bilgi, ya gelenek ve göreneklerden ya da Kitap ve Sünnetten elde edilir. Gelenekten elde edilmişse Kitap ve Sünnete aykırı olmaması gerekir. Böyle bir bilgi fıtratı yansıttığı için evrensel nitelikte olur. http://www.suleymaniyevakfi.org/modules/nsections/index.php?op=viewarticle&artid=94

 

posted in KAVRAMLAR | 0 Comments

21st Eylül 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

NESİH VE RECİM CEZASI

Nesih sözlükte, ‘iki şeyi yan yana getirip birindeki yazıyı diğerine aktarma’ anlamına gelir. ‘Bir şeyi uygulamadan kaldırıp yerine başka bir şey koymaya’ da nesih denir. Bir âyetteki hükmün başka âyetle hafifletilmesi böyledir. Birinci âyete mensuh ikincisine nâsih denir.[1]

Buna göre bir kişinin, yazdığı bir yazıyı bir başka yere aktarması nesihtir. Bu kişi o yazının bir bölümünü çıkarır, bir bölümünü değiştirir, büyük bir bölümünü de aynen aktarır. İkinci yazı birinciyi nesheder ve onun yerine geçer. Allah’ın son Kitabı, öncekilerin yerine geçmek üzere indirilmiştir. Allah, öncekilerde olan hükümlerin bir kısmını son Kitab’ına almamış, bir kısmını daha iyisi ile değiştirmiş, büyük bir bölümünü de aynen aktarmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah, Nuh’a buyurduğunu sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: Dini ayakta tutun, o konuda ayrılığa düşmeyin…” (Şûrâ 42/13)

Kur’an’da yeni âyetler vardır. Bunlar, öncekilerde olan hükümleri hafifletmişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı bulacakları ümmî Peygambere uyanlara; işte onlara o Peygamber iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar. İyi şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Sırtlarından ağır yükleri, boyunlarından demir halkaları kaldırır atar …” (A’raf 7/157)

Önceki kitaplarda olduğu halde insanlardan gizlenmiş ve zamanla unutulmuş âyetler vardır. Bunların bir kısmı Kur’an’a alınmış, bir kısmı alınmamıştır. Kur’an’da olduğu halde elimizdeki Tevrat ve İncil’de olmayan âyetlerin sebebi budur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Ey Ehl-i Kitap,[2] Kitap’tan gizlediğiniz bir çok şeyi size açıklayan bir çoğunu da affeden Elçimiz geldi. Size Allah’tan bir nur ve açık bir kitap geldi.” (Mâide 5/15)

Önceki Kitaplara, insanlar tarafından yapılan ilaveler de vardır. Bunu da şu âyetten anlıyoruz:

“Vay o kimselere ki, kendi elleriyle yazar sonra biraz karşılık almak için “bu Allah katındandır” derler. Vay o ellerinin yazdığından dolayı onlara! Vay o kazandıklarından dolayı onlara!..”[3] (Bakara 2/79)

Bu tür ilaveler, bütünlüğü bozduğu için onları anlamak zor olmaz. Ehl-i Kitap, bu ilavelere değil, Allah’ın kendilerine indirdiğine uymalıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Tevrat’ı biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nur vardı. Allah’a teslim olmuş peygamberler Yahudiler arasında onunla hüküm verirlerdi. Hocalar ve alimler de Allah’ın kitabından hafızalarında olanla hükmederlerdi. Onlar bu hükme şahit idiler. Siz, insanlardan korkmayın; benden korkun. âyetlerimi bir kaç paraya değişmeyin. Her kim Allahın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse onlar kafirlerin ta kendileridir.” (Mâide 5/44)

“İncil’i bilenler, Allahın o kitapta indirdiği ile hüküm versinler. Kim Allah’ın indirdiğine göre hükmetmezse onlar fasıkların ta kendileridir.” (Mâide 5/47)

İncillerle kiliseler arasında derin kopukluk vardır. İncillerin hiçbirinde İsa’nın tanrı olduğu yazılı olmadığı halde kiliseler, aldıkları konsil kararlarıyla bugünkü Hıristiyanlığı İsa’nın tanrılığı inancı etrafında oluşturmuşlardır. Konu ile ilgili kısa bilgiler, Giriş Bölümünde “Bugünkü Hıristiyanlık” başlığı altında verilmiştir.

Önceki kitaplara yapılan ilaveleri tespit için Kur’an’a başvurmak gerekir. Çünkü o kitaplardaki doğruları koruma görevi Kur’an’a aittir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Kendinde olan âyetlerle[4] öncekileri tasdik eden ve koruma altına alan bu kitabı, sana hak olarak indirdik. O halde aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen doğruları bırakıp onların arzularına uyma. Her birinize bir şeriat ve bir yol belirledik. (Gayretiniz olmadan) Allah (imanınızı) yaratsaydı hepinizi tek bir ümmet yapardı. Oysa verdiği hükümlerle sizi denemek için böyle yaptı. Artık hayırlı işlerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O, uyuşmazlığa düştüğünüz şeyleri size bildirecektir.” (Mâide 5/48)

Bu âyetler gösteriyor ki Kur’an, Allah tarafından indirilmiş kitapların son nüshası olup önceki kitapları neshetmiştir. Artık uyulması gereken odur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı bulacakları ümmi Peygambere uyanlara; işte onlara o Peygamber iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar. İyi şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Sırtlarından ağır yükleri, boyunlarından demir halkaları kaldırır atar. Ona iman eden, onu saygıyla destekleyen, ona yardımcı olan ve onunla beraber indirilen Nur’a (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte umduklarına kavuşacak olanlar onlardır… “ (A’raf 7/157)

Sünnetin Kur’ân âyetlerini neshedip edemeyeceği konusunda gereksiz tarışmalar yapılmıştır. Sünnet Kur’ân’a tabidir. Tabi olana ayrı bir hüküm verilemez.[5] Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Rabbinden sana ne vahy olunuyorsa ona uy. Ondan başka ilâh yoktur. Sen o müşriklere bakma.” (En’am 6/106)

“Âyetlerimiz onlara açık belgeler halinde okununca, bizimle karşılaşmak istemeyenler şöyle dediler: “Ya bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir.” De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem, olacak şey değildir. Ben, bana ne vahyolunursa sadece ona uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım.” (Yunus 10/15)

Bir âyet neshedilince, Peygamberimizin onunla ilgili söz ve uygulamalarının da neshedilmiş olacağı açıktır.

Âyetin lafzının neshedilip manasının kaldığı da iddia edilir. Bir âyet, ancak bir başka âyet ile neshedileceğinden sonraki âyet, öncekinin lafzı gibi manasını da nesheder.

Neshin tarifini veren âyet şudur:

“Biz bir âyeti nesheder veya unutturursak, yerine daha hayırlısını, ya da dengini getiririz. Bilmez misin, Allah’ın gücü her şeye yeter.” (Bakara 2/106)

Bir âyet de şöyledir:

“Bir âyeti bir başka âyetle değiştirince, ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilir, şöyle dediler: “Sen sadece iftiracısın.” Yok, onların pek çoğu bilmezler.” (Nahl 16/101)


Bu âyetler, nesih için iki şeyi şart koymuştur:

1. Âyetler arasında olması.

2. Nesheden âyetin, önceki âyetle aynı hükmü veya ondan daha hayırlı bir hükmü taşıması.

Sonuç olarak Kur’an âyetlerinin büyük bir bölümü, önceki kitaplarda olan âyetlerle aynı hükümleri taşımakta, bir kısmı da hafifletici hükümler içermektedir. Hafifletmeye zina cezası örnek olabilir.

Tevrat ve İncil’de zinanın cezası ölümdür. Bunu Peygamberimiz de bir süre uygulamıştır. Kur’ân o hükmü önce müebbet hapse çevirmiş daha sonra da 100 değneğe indirmiştir. Şimdi bu konu ile ilgili neshin Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’daki seyrini izleyelim.

A- TEVRAT’TA ZİNA CEZASI

Levililer Bap 20’de şu hükümler yer alır:

10 Biri başka birinin karısıyla, yani komşusunun karısıyla zina ederse, hem kendisi, hem de zina ettiği kadın kesinlikle öldürülecektir.

11 Babasının karısıyla yatan, babasının namusuna leke sürmüş olur. İkisi de kesinlikle öldürülecektir. Ölümü hak etmişlerdir.

12 Bir adam geliniyle yatarsa, ikisi de kesinlikle öldürülecektir. Rezillik etmişler, ölümü hak etmişlerdir.

13 Bir erkek başka bir erkekle cinsel ilişki kurarsa, ikisi de iğrençlik etmiş olur. Kesinlikle öldürülecekler. Ölümü hak etmişlerdir.

17 Bir adam anne ya da baba tarafından üvey olan kız kardeşiyle evlenir, cinsel ilişki kurarsa, utançtır. Açıkça aşağılanıp halkın arasından atılacaklardır. Adam kız kardeşiyle ilişki kurduğu için suçunun cezasını çekecektir.

19 Teyzenle ya da halanla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü yakın akrabanın namusudur. İkiniz de suçunuzun cezasını çekeceksiniz.

20 Amcasının karısıyla cinsel ilişki kuran adam, amcasının namusuna leke sürmüş olur. İkisi de günahlarının cezasını çekecek ve çocuk sahibi olmadan öleceklerdir.

21 Kardeşinin karısıyla evlenen adam rezillik etmiş olur. Kardeşinin namusunu lekelemiştir. Çocuk sahibi olmayacaklardır.

Tesniye Bap 22’de şu hükümler yer alır:

22 Eğer bir adam başka birinin karısıyla yatarken yakalanırsa, hem kadınla yatan adam, hem kadın, ikisi de öldürülecek. İsrail’den kötülüğü atacaksınız.

23 Eğer bir adam kentte başka biriyle nişanlı ergen bir kızla karşılaşır ve onunla yatarsa,

24 İkisini de kentin kapısına götürecek, taşlayarak öldüreceksiniz. Çünkü kız kentte olduğu halde yardım istemek için bağırmadı; adam da komşusunun karısıyla ilişki kurdu. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız.

25 Eğer bir adam kırda nişanlı bir kızla karşılaşır, onu yakalayıp tecavüz ederse, yalnız tecavüz eden adam öldürülecek.

26 Kıza hiçbir şey yapmayacaksınız. Çünkü kızın ölümü hak edecek bir günahı yoktur. Bu, komşusuna saldırıp onu öldüren adamın davasına benzer.


B- İNCİL’DE ZİNA CEZASI


Yuhanna 8. bölümde şu olay yer alır:

3-4 Din bilginleri ve Ferisiler, zina ederken yakalanmış bir kadın getirdiler. Kadını orta yere çıkararak İsa’ya, «Öğretmen, bu kadın tam zina ederken yakalandı» dediler.

5 Musa, Yasa’da bize böyle kadınların taşlanmasını buyurdu, sen ne dersin?

6 Bunları İsa’yı sınamak amacıyla söylüyorlardı; onu suçlayabilmek için bir neden arıyorlardı. İsa eğilmiş, parmağıyla toprağa yazı yazıyordu.

7 Durmadan aynı soruyu sormaları üzerine doğruldu ve, «Aranızda günahsız olan, ona ilk taşı atsın!» dedi.

8 Sonra yine eğildi, toprağa yazmaya koyuldu.

9 Bunu işittikleri zaman, başta yaşlılar olmak üzere, birer birer dışarı çıkıp İsa’yı yalnız bıraktılar. Kadın ise orta yerde duruyordu.

10 İsa doğrulup ona, «Kadın, nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı?» diye sordu.

11 Kadın, «Hiçbiri, efendim» dedi. İsa, «Ben de seni yargılamıyorum» dedi. «Git, artık bundan sonra günah işleme!»

İsa aleyhisselam bu sözüyle recmi kaldırmamış, sadece günahkar insanların şahitliğine dayanarak bu kadar ağır bir cezayı vermemiştir. Matta İncil’inde onun şu sözüne yer verilir:

17 Kutsal Yasa’yı ya da peygamberlerin sözlerini geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın. Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim.

18 Size doğrusunu söyleyeyim, gök ve yer ortadan kalkmadan, her şey gerçekleşmeden, Kutsal Yasa’dan ufacık bir harf ya da bir nokta bile eksilmeyecek.

19 Bu nedenle, bu buyrukların en küçüklerinden birini kim çiğner ve başkalarına öyle yapmayı öğretirse, Göklerin Egemenliğinde en küçük sayılacak. Ama bu buyrukları kim yerine getirir ve başkalarına öğretirse, Göklerin Egemenliğinde büyük sayılacak. (Matta 5)

C- HADİSLERDE RECİM CEZASI
Muhammed aleyhisselamın önünden yüzü karartılmış ve değnekle dövülmüş bir Yahûdi geçirildi. Onları çağırdı, dedi ki; “Kitabınızda zinanın cezası böyle midir?” “Evet” dediler. Sonra onların alimlerinden birini çağırdı ve “Musa’ya Tevrat’ı indiren Allah adına soruyorum, Kitabınızda zina cezası bu şekilde midir? dedi. Dedi ki; “Eğer böyle sormasaydın söylemezdim, orada recm cezası vardır. Ama üst düzey kişiler arasında zina çoğaldı. Onlardan birini yakalarsak serbest bırakırdık, zayıfı yakalarsak ona o cezayı uygulardık. Dedik ki; gelin, üst düzeye de zayıfa da uygulayacağımız bir ceza üzerinde anlaşalım. Sonra recmin yerine yüz karartma ve değnek cezası koyduk. Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi:

“Allah’ım! Senin emrini ilk hayata sokan ben olacağım, çünkü onlar öldürmüşler.”

Hemen emir verdi, o Yahûdi recmedildi, yani taşlanarak öldürüldü. Sonra Allah Teâlâ şu âyeti indirdi:

“… Kimi Yahûdiler … sözleri yerleşik manasından kaydırır, tahrîf ederler. Derler ki; hakkınızda şu karar verilirse uyun, bu karar verilirse uymayın…” (Mâide 5/41)

Çünkü diyorlardı ki, “Muhammed’e gidin; yüz karartma ve değnek cezası verirse uyun, recm yani taşlayarak öldürme cezası verirse kaçın.” Sonra bütün kafirlerle ilgili şu âyetler indi:

“… kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse onlar kafirlerin ta kendileridir.”

“… kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse onlar zalimlerin ta kendileridir.”

“… kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse onlar fasıkların ta kendileridir.” (Mâide 5/44-47)[6]

Bir Yahûdi kadınla erkek zina etmişlerdi. Biri birine dedi ki; “Bizi şu peygambere götürün. Çünkü o, hafifletici hükümlerle gönderilmiştir. Eğer recmden hafif bir ceza verirse kabul ederiz, Allah’ın yanında bize bir dayanak olur, deriz ki; “Peygamberlerinden birinin kararına uyduk”. Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme geldiler. Mescitte ashabı arasında oturuyordu. Dediler ki; “Ebû’l-Kasım![7] Zina etmiş bir erkekle kadın hakkındaki görüşün nedir?” O, hiçbir şey söylemeden Beyt-i midraslarına yani Tevrat eğitim ve öğretimi yaptıkları kuruma[8] geldi. Kapıda durdu ve dedi ki: “Musa’ya Tevrat’ı indiren Allah adına soruyorum, evli iken zina edenin cezası, Tevrat’ta nedir?” Dediler ki; yüzü kül ile karartılır, değnek vurulur ve eşeğe ters bindirilerek dolaştırılır. İçlerinden bir genç sessiz kaldı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onun suskunluğunu görünce yemin verdirerek ısrar etti. O genç dedi ki: “Allahım! … Sen bize yemin verdin… Biz Tevrat’ta recm cezasını görüyoruz…” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Allah’ın emrine karşı ilk çıkışınız nasıl oldu?” Dediler ki: Başkanlarımızdan birinin bir yakını zina etti. O, ona recm uygulamayı erteledi. Sonra halktan biri zina etti. Başkan onu recmetmek istedi. Onun kavmi araya girdi ve dediler ki, “Senin yakınını getirip recmetmezsen bizim yakınımız recmedilemez.” Sonra uygulanacak ceza konusunda anlaştılar. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki: “Ben Tevrat’ta olan ile hükmediyorum.” Emir verdi, ikisi de recmedildi.

Zührî dedi ki: Bizdeki bilgiye göre şu âyet bu konuda inmiştir:

“Biz Tevrat’ı indirdik. Onda doğru yol ve nur vardır. Allah’a teslim olmuş peygamberler onunla hükmederler.” (Mâide 5/44) Peygamberimiz de onlardandır. [9]

Bir gün Muhammed aleyhisselama bir Yahûdi erkek ile bir Yahûdi kadın getirilmişti. Birlikte suç işlemişlerdi. Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki: Bu konuda Kitabınızda ne buluyorsunuz? Alimlerimiz yüzlerinin külle karartılması ve hayvana ters bindirilmeleri cezası koydu dediler.

Abdullah b. Selam dedi ki: “Ey Allah’ın Elçisi, söyle, Tevrat’ı getirsinler.” Tevrat getirildi. Biri elini recm âyeti üzerine koydu. Öncesini ve sonrasını okumaya başladı. Abdullah b. Selam; “Kaldır elini” dedi. Elinin altında recm âyeti hemen göründü. Allah’ın Elçisi emir verdi, ikisi de taşlanarak öldürüldü.[10]

Allah’ın Elçisi’nin Yahûdilere hükmü, ancak Allah’ın hükmü olabilirdi. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Sana bu Kitab’ı; önceki kitapları haklı bulur ve onları güven altına alır biçimde, doğrularla dolu olarak indirdik. Öyleyse onların arasında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen bu doğruları bırakıp onların arzularına uyma…” (Mâide 5/48)

Aşağıdaki âyetin, bu zina olayı ile ilgili olduğu bildirilmiştir:[11]

“Seni nasıl hakem yapıyorlar? Yanlarında Tevrat var ve onda Allah’ın hükmü var. Sonra bunun arkasından sırtlarını çeviriyorlar! Onlar inanan kimseler değillerdir.” (Mâide 5/43)

Bu âyet, Tevrat’taki zina hükmünün Allah’ın hükmü olduğunu kesinleştirmiştir. Yahûdilerin Peygamberimize gelmeleri, bu cezadan kaçmak içindi. Bu yüzden gönderdikleri kişilere; “… Hakkınızda şu karar verilirse uyun, bu karar verilirse uymayın…” (Mâide 5/41) demişlerdi.[12]

Tevrat’taki hüküm, Allah’ın hükmü olduğuna göre Peygamberimiz başka bir ceza veremezdi. O, bir süre, zina eden Müslümanlara da Tevrat’ı uygulamıştır. Şu hadis bunu göstermektedir:

Ebû Hureyre ve Zeyd b. Halid dediler ki, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yanındaydık. Bir adam kalktı ve şöyle dedi: “Allah için, aramızda sadece Allah’ın kitabıyla hükmetmeni istiyorum.” Davalısı daha anlayışlıydı, o da kalktı ve şöyle dedi; “Aramızda Allah’ın kitabı ile hükmet ve beni dinle.” Peygamberimiz, “konuş” dedi, o da şöyle konuştu:

“Oğlum bunun işçisiydi, karısıyla zina etti. 100 koyun ile hizmetçi köleyi fidye olarak verdim. Bilenlere sordum, oğluma 100 değnek ve bir yıl sürgün, kadına da recm gerektiğini söylediler.”

Peygamberimiz dedi ki: Canım elinde olana and içerim, aranızda elbette şanı yüce Allah’ın kitabı ile hükmedeceğim. 100 koyun ile köle geri alınır. Oğluna 100 değnek ve bir yıl sürgün gerekir. Üneys, şu adamın karısına git, suçu kabul ederse recmet. Gitti kadın suçu kabul edince recmetti.[13]

Burada sözü edilen “Allah’ın kitabı”nın Tevrat olduğu kesindir. Çünkü Kur’ân’da zina ile ilgili bir âyet henüz inmemişti. İnen âyetlerin hiçbirinde de recm cezası bulunmamaktadır.

Elimizdeki Tevrat’ta değnek cezası yoktur. Bu ceza, Medine Yahûdilerinin elindeki nüshada olabilir.

D- RECİM CEZASININ KALDIRILIŞI

Nisa Suresindeki âyetlerle recm, yani taşlayarak öldürme cezası, kadınlar için ev hapsine çevrilmiş ayrıca kadın ve erkeğe, kendilerini düzeltinceye kadar eziyet edilmesi, hükme bağlanmıştır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:

“Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse onları evlere kapatın. Bu, ölüm canlarını alıncaya, ya da Allah onlara bir yol açıncaya kadar böyle gitsin.

İçinizden bu suçu işleyen çiftlere eziyet edin. Eğer tevbe edip kendilerini düzeltecek olurlarsa bırakın. Allah tevbeleri kabul eder, ikramı boldur.” (Nisa 4/15-16)

Bu âyetler hem Tevrat’taki recm, yani taşlanarak öldürme cezasını kaldırmış, hem de bekârlara verilen 100 değnek ve sürgün cezasını hafifletmiştir. Bakire bir kadının bir yıl sürgünde kalması, yeni bir âyetle önünün açılmasına kadar evinde kalmasından zordur. Burada evli – bekâr ayrımı da yapılmamıştır.

Birinci âyette geçen, “…Allah onlara bir yol açıncaya kadar…” ifadesi, cezanın daha da hafifletileceğini gösterir. Hafifletme Nur Suresinin ikinci âyetiyle olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüz değnek vurun. Eğer Allah’a ve o son güne inanıyorsanız, Allah’ın verdiği cezayı yerine getirirken onlara karşı yumuşamayın. İnananlardan bir takım da onlara yapılan azabı gözleriyle görsün.” (Nur 24/2)

Bu âyet, kadın-erkek, evli-bekâr ayırımı yapmadan zina cezasını 100 değnek olarak hükme bağlamıştır. Bu ceza, Nisa suresinde geçen, ölünceye kadar ev hapsinden ve kendini düzelttiği kanaati doğuncaya kadar eziyet görmekten hafiftir.

Kur’ân, Tevrat’ta yer alan, Peygamberimizin de bir süre uyguladığı zina ile ilgili hükümleri neshetmiştir. Peygamberimizin önceki uygulamalarına bakarak Nur Suresinin, bekârlara verilecek cezayı düzenlediği, Kur’ân’da evlilerle ilgili hüküm olmadığı, onlara recm cezası gerektiği kanaatine varanlar olmuştur. Halbuki üç âyette, evlilere verilecek cezanın da 100 değnek olması gerektiği açıkça gösterilmiştir.

1. Karısına Zina İftirası

“Karılarına zina suçu atan ve kendileri dışında şahitleri olmayanlar… Böyle birinin şahitliği, kesinkes doğru söylediğine dair dört defa Allah’ı şahit tutması ile olur. Beşincisinde, eğer yalan söylüyorsa Allah’ın lanetine uğramayı diler. Kadından o azabı (el-azab) giderecek olan şu şekilde dört defa şahitlik etmesidir: Allah şahit, kocası kesinkes yalan söylüyor. Beşincisinde, eğer doğru söylüyorsa Allah’ın gazabına uğramayı diler.” (Nur 24/6-9)

8. âyetteki “o azab=el-azab” ifadesi, dört âyet önceki 100 değnek cezasını gösterir. “el” takısı ahd içindir; başında bulunduğu kelimeye, önceden belirlenmiş bir anlam yükler. Zina konusunda Kur’ân’da belirlenmiş azab 100 değnektir. Arapça bakımından o kelimenin başka bir şeyi göstermesi mümkün değildir. Yukarıdaki kadının evli olduğu da kesindir.



2. Peygamber Eşleriyle İlgili Âyet

“Ey peygamberin hanımları! İçinizden kim açık bir fahişelik yaparsa onun için o azab (el-azab) ikiye katlanır.” (Ahzab 33/30)

Peygamber hanımlarının evli olduğu açıktır. Onlara verilebilecek bir cezanın katlanabilir cinsten olması gerekir. Ölüm cezasının iki katı olmaz ama 100 değnek ikiye katlanabilir.

Bu âyetlerde geçen el-azab kelimesi de, sadece Nur suresindeki 100 değneği gösterir. Çünkü onlardaki “el” takısı da ahd içindir.

 

3. Evli Cariyelerin Zinası

“… ellerinizin altındaki mümin cariyeler… Evlendikleri zaman fahişelik yaparlarsa hür kadınlara verilen o azabın (el-azab) yarısı gerekir…” (Nisa 4/25)

Evli hür kadınların cezası recm olsa, taşlanarak öldürmenin yarısı olmaz. Çünkü bazıları tek taşla ölür, bazıları için çok sayıda taş gerekir. Yarıya bölünebilecek olan, sadece yüz değnektir.

Sonuç olarak zina suçunun tek cezası 100 değnektir. Bu kadar açık delillerden sonra bunun aksi iddia edilemez. Zaten Allah’ın Elçisi şöyle demiştir: İmkan buldukça şüphelerle had cezalarını düşürün.[14] Bu kadar açık delil varken şüpheli delile dayanarak recm cezası savunulamaz.

Böylece Kur’ân, zina cezası konusunda hem Tevrat’ı, hem de İncil’i neshetmiş olmaktadır.

 

4. Recmin Kalktığını Gösteren Hadisler

eş-Şeybânî dedi ki; Abdullah b. Ebî Evfâ’ya “Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem recim cezası uyguladı mı?” diye sordum. “Evet” dedi. “Nur suresinden önce mi, sonra mı” dedim. “Bilmiyorum” dedi.”[15]

Ancak aşağıdaki rivayet, recim uygulamasının Nur Suresi’nin inmesinden önce olduğunu göstermektedir:

Bir erkek zina itirafında bulunmuştu. Allah’ın Elçisi sopa istedi. Kırık bir sopa getirildi. “Daha iyisi olsun” dedi. Yeni bir sopa getirildi, budakları yontulmamıştı. “Bundan hafif olsun” dedi. Düzgün, yumuşak bir sopa getirildi. Allah’ın Elçisi emretti, adama sopa vuruldu. Sonra şöyle dedi:

“Ey insanlar! Artık Allah’ın koyduğu sınırlardan kaçınmanızın zamanı geldi. Kim bu pisliklerden bir şey yaparsa Allah’ın örtüsüyle örtünsün.[16] Çünkü bize yüzünü gösterene Allah’ın Kitabını uygularız.”[17]

Burada evli, ya da bekâr olduğuna bakılmaksızın, suçluya 100 değnek vurulması, sonra Allah’ın kitabının uygulandığının söylenmesi, bütün şüpheleri kaldıracak mahiyettedir. Çünkü Allah’ın Kitabı’nda 100 değnek dışında bir ceza yoktur.

——————————————————————————–
KAYNAK: Prof. Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2007, s: 280-294.

 

[1] el-Ayn mad.
[2] Elinde Allah tarafından indirilmiş kitaplardan olan topluluklara verilen genel ad.
[3] İnsanları din yoluyla sömürenler, kitaplarına kutsallık vermek için onların kendilerine Allah tarafından yazdırıldığı havasını verirler. Bu yolla aldatılanlar oldukça fazladır.
[4] âyette kelimesi muarref b’il-lâm olarak iki kere tekrarlandığı için ikisine de Kur’an anlamı verilmiştir. Çünkü Kur’an, önceki kitaplarda olup kendinde de olan âyetleri tasdik eder; yoksa onlara sokuşturulmuş şeyleri tasdik etmez. Zina edenin recmedilmesi gibi ağır hükümlerin hafifletilmesi de bir çeşit tasdiktir. Kur’an, Allah tarafından korunduğu için önceki kitapların bu tür hükümleri de korunmuş olmaktadır.
[5] Açıklamalı Mecelle (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye), Kont. Ali Himmet Berki, İstanbul, 1978, m. 48.
[6] Müslim, Hudud, 28.
[7] Kasım’ın babası demektir. Araplar bir kişiyi ilk oğlunun adıyla çağırırlar. Peygamberimizin ilk oğlu Kasım idi..
[8] Ahmet Önkal, “Beytülmidras”, DİA, c. VI, s. 95.
[9] Ebû Davûd, Hudud, 26.
[10] Buhârî, Hudûd, 24.
[11] et-Taberî, Tefsir, c. IV s. 583; el-Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, c. II, s. 438; el-Kurtubî, el-Cami li ahkâmi’l-Kur’ân, c. VI, s. 122.
[12] et-Taberî, Tefsir, c. IV, s. 577.
[13] Buharî, Hudûd, 30.
[14] Tirmizi, Hudud, 2.
[15] Buhârî, Hudûd, 21.
[16] Tevbe etsin.
[17] Muvatta, Hudûd, 2/12.

posted in KAVRAMLAR | 0 Comments

20th Eylül 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ALLAH’IN KALPLERİ MÜHÜRLEMESİ, NE DEMEKTİR?

Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; gözlerinin üzerinde perdeler vardır.Büyük azap da onlar içindir.Bakara 7

Mushafı (ister orijinal ister meal) eline alan kimse hemen 13 ayet sonra yukarıdaki ayeti okumaktadır. Bilinçli bir okuyucu ise ister istemez aklına “kafirlerin kafirliğinin kaderleri olduğu, ne yapsalar kafirlikten kurtulamayacakları ve de onlara hiçbir uyarının yararı olmayacağı, onların mutlaka cezalandırılacakları” anlayışı gelecektir. Bu durumda da kafasına “Bunlar kalpleri ve kulakları mühürlenmek, gözleri perdelenmek suretiyle cebren/zoraki Allah tarafından kafir kılınıyorlarsa onlara azap edilmesinin mantığı nedir, bu durum adalet ilkesine ters düşmez mi?” sorusu takılacaktır.

Müslümanlar farkında olmasalar da Kur’an’da söz konusu ettiğiniz ayetten başka bu anlama paralel daha bir çok ayet mevcuttur. Bunları konu akışı içerisinde göreceğiz.

Yüce Rabbimiz zalim değildir. Kimsenin iman etmesine engel değildir. İnsanları özgür bırakmış, dileyenin kafir dileyenin de mümin olabileceğini bildirmiştir. Yani kafirliği ve müminliği kimseye cebir/zoraki kader olarak yazmamıştır. Öyleyse bu ayetlerin ifade ettiği anlamlar nelerdir! İşte bunları Kur’an üslubu ile Kur’an’dan anlamaya çalışalım. Kur’an’da kalplerin, mühürlenmesinden başka daha başka şekillerde de etki altında bırakıldığı açıklanmaktadır. Konuyu anlayabilmek için bunları da bilmek zorundayız. Bunlar:

a)Kalpleri mühürlemek.

Bakara suresi ayet 7:

“Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Büyük azap da onlar içindir.” Enam suresi ayet 46:

“De ki: “Gördünüz mü/düşündünüz mü hiç; eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah`tan başka getirebilecek ilah kimdir?” Bak, biz ayetleri nasıl açıklıyoruz da onlar yine sırt çevirip-engelliyorlar?” Casiye suresi ayet 23:

“Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah`ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah`tan sonra ona kim hidayet verecektir? Yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz?”

b)Kalpleri damgalamak.

Münafikun suresi ayet 3:

“Bu, onların iman etmeleri sonra inkâr etmeleri dolayısıyla böyledir. Böylece kalplerinin üzerine damga vurulmuştur (mühürlemiştir), artık onlar kavrayamazlar.”

Nisa suresi ayet 155:

“ Onların kendi sözlerini bozmaları, Allah`ın ayetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir” demeleri nedeniyle (onları lanetledik.) Hayır; Allah, inkârları dolayısıyla ona (kalplerine) damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar.”

c) Kalplerin sıkışması.

En’am suresi ayet 125:

“Ve sonra Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam`a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir.”

d) Kalplerin hastalanması.

Bakara suresi ayet 10:

Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırdı. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azab vardır.”

e) Kalplerin ölmesi.

En’am suresi ayet 36:

“Ancak dinleyenler icabet eder. Ölüleri (ise,) onları da Allah diriltir. Sonra O`na döndürülürler.”

En’am suresi ayet 122:

Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamıyanın durumu gibi midir? İşte, kafirlere yapmakta oldukları böyle `süslü ve çekici` gösterilmiştir.”

f)Kalplerin paslanması.

Muttaffifin suresi ayet 14:

“ Asla, hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur.”

g) Kalplerin katılaşması.

Bakara suresi ayet 74:

“Bundan sonra kalpleriniz katılaştı; taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan habersiz (gafil) değildir.”

Zümer suresi ayet 22:

“Allah, kimin göğsünü İslam`a açmışsa, artık o, Rabbinden bir nur üzerinedir, (öyle) değil mi? Fakat Allah`ın zikrinden (yana) kalpleri katılaşmış olanların vay haline. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.”

h) Kalplerin Hakk’tan yüz çevirmesi (insiraf).

Tevbe suresi ayet 127:

“Bir sûre indirildiğinde, bazısı bazısına bakar (ve): `Sizi bir kimse görüyor mu?` (der.) Sonra sırt çevirir giderler. Gerçekten onlar, kavramayan bir topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların kalblerini çevirmiştir.”

ı) Kalplerin taassubu (hamiyet).

Feth suresi ayet 26:

“Hani o inkâr edenler, “gurur ve soy asabiyetini” (hamiyeti), cahiliyenin `gurur ve soy asabiyetini’ kendi kalplerinde alevlendirip-kışkırttıkları zaman, hemen Allah; elçisinin ve mü`minlerin üzerine `(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu` indirdi ve onları `takva sözü` üzerinde `kararlılıkla ayakta tuttu.` Zaten onlar, buna layık ve ehil idiler. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.”

i) Kalplerin inkarı.

Nahl suresi ayet 22:

“Sizin ilahınız tek bir ilahtır. Ahirete inanmayanların kalpleri ise inkarcıdır ve onlar müstekbir (büyüklenmekte) olanlardır.”

Bu ayetler hep aynı soruyu gündeme getirmektedir, “Allah Teala insanların iradesine müdahale edip onları sapıklık içinde mi bırakmaktadır ?”

Bu soruyu cevaplayabilmemiz ve zihnimizdeki sorunu cevaplayabilmemiz için Kur’an’a başvurmamız gerekmektedir. Bu başvuru Kur’an’da Rabbimizin belirlediği ilkeler çerçevesinde olacaktır. Kur’an’daki bir konuyu iyi anlayabilmek için o konuyla ilgili tüm Kur’an ayetlerini dikkate almak bu ayetleri de özet olandan tetay olana sıraya koymak gerekir. Bu yöntemler Allah’ın bizlere kesin talimatıdır (direktifidir).

Ta Ha suresi ayet 114:

“Hak olan, biricik hükümdar olan Allah yücedir. Onun vahyi sana gelip-tamamlanmadan evvel, Kur`an`ı (okumada) acele etme ve “Rabbim, ilmimi artır.” de.”

Hud suresi ayet 1:

“Elif, Lam, Ra. Bu, Hakim ve her şeyden haberdar olan biri tarafından ayetleri pekiştirilmiş, sonra da açıklanmış bir Kitap’tır.”

Bu konuyu kavrayabilmemiz için önce “kalp”, “mühür”, “mühürleme” ve “kalbin mühürlenmesi” ifadelerinin anlamını sonra da “Allah’ın kalpleri mühürlemesi” ifadesininanlamını aslına uygun tarzda bilmemiz gerekiyor. Biz bu hususları İbn-i Manzur’un Lisan-ül Arab ve Ragıb el İsfehani’nin El Müfredat’ını esas olarak alıp bu ifadeleri takdim ediyoruz.

Kalp:

“Kalb” sözcüğü: Kalp sözcüğü bireyin ortası, özü demektir. Bundan dolayı “yürek”e de kalp denmiştir. Araplar yüreği düşünce ve tefekkürün merkezi olarak bilmekteydiler. Giderek akla da kalp demeye başladılar. Bu kullanım” mahalliyet” mecazı mürseli idi. Bazı kullanımlarda akıl ve kalp kelimeleri eşanlamlı isimler olarak görülmeye başlandı. Ve dünyada hiç kimse bu kullanımın doğru bir temele dayanıp dayanmadığına aldırış etmedi. O nedenledir ki Kur’an’da kalp sözcüğü, kan pompalayan organ olarak değil aklın, düşüncenin, tüm zihinsel fonksiyonların merkezi olan beyin anlamında kullanılmıştır.

Hatem/Mühür:

“Üzerinde bir kimsenin veya bir kuruluşun adının tersine kazılı bulunduğu ve imza yerine geçen maden, lastik veya başka bir maddeden yapılmış alet, damga” demektir.

Hatm/Mühürleme:

Mühürleme, Tab’/damgalamak demektir. Tab’/damgalamak ise hılkat ve cibilliyet (yaratılışta şekil verme) demektir. Tabii, Tabiat, tabiyyet sözcükleri hep bu tab’/basmak anlamındaki sözcüğün türevleridir. Daha sonra kulların sonradan eşyaya şekil vermelerine de “tab’” denilmiştir. Örneğin kılıç yapımı (demire şekil vererek kılıç haline getirmek), Para basımı (madene şekil vermek) için de “tab’” sözcüğü kullanılır olmuştur. Daha sonra kitap, dergi, gazete basımlarına da “tab’” denilir olmuştur. Ki bugün için en yaygın anlam da budur. Matbuat (yazılı medya), matba/basımevi bu sözcüğün türevlerindendir.

Tab’/basmak sözcüğü hatm/mühürleme sözcüğünden daha geniş, nakş sözcüğünden daha dar bir anlam taşır.

Aşağıda konumuz olan ayetlerde göreceğiniz gibi Tab’/damgalamak sözcüğü Hatm/mühürleme sözcüğü ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır.

Mühürlemek sözcüğünün mecazi anlamı ise “Bir şey üzerine örtü örtmek, içine bir şey girmemesi için kilitlemek” demektir. Konumuzdaki “Allah’ın kalpler üzerine mühür vurmasını (kalpleri mühürlemesini) işte bu anlam ekseninde inceleyeceğiz.

Kalbin mühürlenmesi:

Kalbin mühürlenmesi “aklın yollarının tıkanması, iyi düşünmeye, bilgilenmeye engel olmak, aklı işe yarar olmaktan çıkarmak” demektir.

Allah’ın kalpleri mühürlemesi ve damgalaması:

Konumuzun ana hatlarını oluşturan sözcüklerin anlamını öğrendikten sonra Allah’ın kalpleri, kulakları mühürlemesi konusuna geçebiliriz. Konuyla ilgili ayetlere geçmeden evvel konumuz ayetlere üç açıdan bakacağımızı belirtelim.Bunlar:

1- Kulların fiillerinin yaratılması.

2- Konumuzda yer alan ayetlerdeki kişilerin belirginliği.

3- Ayetlerin geleceği haber verme noktasından mucizelikleri.

Kulların Yaptığı İşlerin Yaratılması

(Halk-ı Ef’al-ı Ibad)

Bu konu kelam ilminin temel konularından birisidir. Konu üzerinde uzun tartışmalar yapılmış ve bu konuda; Mutezile, Kaderiyye, Cebriyye, Cehmiyye, Eşariyye ve Maturidiyye gibi ekoller oluşmuştur. Her mezhep kendi açısından akli ve nakli kaynak ileri sürmüşlerdir. Biz bu tartışmaları Kelam kitapları sayfaları arasuında bırakıp konunun özünü ve neticesini takdim edelim. İlgilenenler Mevkıful beşer tahte sultanil kader, Şerh-I mevakıf, şerhı makasıt, şerhı akaid Fıkhı ekber Aliy yül Kari şerhi ve Maturidinin Kitabüttevhid adlı kitaplardan detaylı okuyabilirler.

Bu konuyla ilgili tartışmasız ilkeler şunlardır:

Allah birdir, ortağı ve benzeri yoktur. O, ibadete layık tek yaratıcıdır.

Allah, bütün yaratıkların iradeleri olmadan zorunlu yaptıkları işlerin (uyumak, düşünmek, büyümek, kalp atışı vs. …. ) yaratıcısıdır.

Kulların kendi seçkileriyle yaptıkları işler Allah’ın işi değil kulların işidir. Allah bu işlerin yaratıcısıdır. Yapıcısı değildir.

Kul fiilinin faili, kasibidir. Allah ise her şeyin ve her faaliyetin yaratıcısıdır. Madde-enerji, canlı-cansız tüm varlıkların yaratıcısı olduğu gibi, iyi-kötü, güzel-çirkin, hayır-şer kulların yaptıklarının da yaratıcısıdır.

Ne var ki Allah Kulların kötü iş işlemelerinden dolayısıyle kendisinin de kötülüğü yaratmasından hoşnut değildir. Ama kulunu özgür bıraktığından kulun kötülük yapmasına engel olmaz. Ki sorumluluk gerçekleşsin.

Kısacası kul yaptığı işlerin failidir Allah ise kulun yaptığı işlerin yaratıcısıdır; kula kabiliyet ve imkanları verendir. Buradan her şeyin kontrolünün Allah’ın tasarrufunda ve bilgisi dahilinde olduğunu anlamamız gerekir.

Saffat; suresi ayet 96:

Oysa sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.”

En’âm suresi ayet 102:

İşte Rabbiniz Allah! O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse, O’na kulluk edin. O, her şeyin yönetenidir.

Ra’d suresi ayet 16:

De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki: “Allah’tır”. De ki: “Allah’tan başkalarını, o kendi kendilerine ne bir fayda, ne de bir zarar verebilenleri yardım eden yol gösteren bir yakın (Veli) mı ediniyorsunuz?” De ki: “Hiç kör ile gören bir olur mu? Hiç karanlıklarla aydınlık bir olur mu?” Yoksa Allah’a, O’nun gibi yaratan bir takım ortaklar buldular da, bu yaratış kendilerince birbirine benzer mi göründü? De ki: “Allah, her şeyi yaratandır. O, birdir. Her şeye üstün ve kahredicidir.”

Zümer suresi ayet 62:

Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye kefildir.

Mümin suresi ayet 62:

İşte, her şeyin yaratıcısı Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka ilâh yoktur. Ne kadar da döndürülüyorsunuz!

Ayetlerde görüyoruz ki Allah her şeyin ve her işin asıl yaratıcısıdır. Bu durum, ilâhlığının olmazsa olmaz gereğidir. Şu hâlde dalâleti de, hidayeti de yaratan Allah’tır. Ama bunları (dalâleti ve hidayeti) isteyen ve o yönde meyil gösteren ise kulun kendisidir.

Kur’an’ı baştan başa tararsanız kulların yapmış olduğu iyi ve kötü bir çok fiilin faili kul değil Allah olarak yer aldığını görürsünüz. Bu Allah’ın, kullarının fiillerinin yaratıcısı olması açısındandır. Yoksa cebr uygulamasından değildir

Bu anlayış içerisinde aşağıdaki ayetleri anlamaya çalışalım.

Tin suresinin 5. Ayeti:

Sonra onu esfeli safiline çevirdik

Yunus suresi ayet 100:

“Allah`ın izni olmaksızın, hiç kimse için iman etme (imkanı) yoktur. O, aklını kullanmayanların üzerine iğrenç bir pislik kılar.”

Enam suresi ayet 125:

“Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam’a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir.”

Enfal suresi ayet 53:

“Bu, bir kavim (toplum), kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah’ın, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici olmayışınedeniyledir. Allah şüphesiz işitendir, bilendir.”

Ra’d suresi ayet 11:

“Onun (insanın) önünden ve arkasından onu Allah`ın emriyle gözetip-koruyan izleyenleri (takipçileri) vardır,. Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç bir (biçimde imkan) yoktur; onlar için O’nun astlarından yardım eden,yol gösteren bir yakın ( bir veli) yoktur.”

İsra suresi ayet 16:

“16- Bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, onun ‘varlık ve güç sahibi önde gelenlerine’ emrederiz, böylelikle orda bozgunculuk çıkarırlar. Artık oranın üzerine söz hak olur da, orayı kökünden darmadağın ederiz.”

A`raf suresi ayet 94-101:

94- Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk ve sıkıntıyla yakalayıverdik.

95- Sonra kötülüğün yerini iyilikle değiştirdik, öyle ki onlar, çoğaldılar ve: `Atalarımıza da şiddetli sıkıntılar refah ve genişlikler dokunmuştu` dediler. Bunun üzerine, biz de onları kendileri bilinçli davranmazlarken apansız kıskıvrak yakalayıverdik.

96- Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem yerden bolluklar açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları KAZANAGELDİKLERİ NEDENİYLE yakalayıverdik.

97- O ülkeler halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler?

98- Ya da o ülkeler halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu-azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler?

99- Onlar, Allah`ın tuzağından güvende mi idiler? Allah`ın bir tuzak kurmasından, hüsrana uğrayan bir topluluktan başkası (akılsızca) güvende olmaz.

100- (Bütün bunlar,) Sakinlerinden sonra yeryüzüne mirasçı olanları doğruya erdirme(ye veya ortaya çıkarmaya yetme)z mi? Eğer biz dilemiş olsaydık onlara GÜNAHLARI NEDENİYLE bir musibet isabet ettirirdik; ve kalplerine damgalar vururduk da onlar böylelikle işitmeyenler olurlardı.

101- İşte bu ülkeler, sana onların `haberlerinden aktarmalar yapıyoruz.` Gerçekten, onlara elçileri apaçık belgelerle gelmişlerdi. Ama daha önceden YALANLAMALARI NEDENİYLE iman eder olmadılar. İşte Allah, inkâr edenlerin kalplerine böyle damga vurur/mühürler.

Yunus suresi ayet 74:

74- Sonra onun ardından kendi kavimlerine elçiler gönderdik; onlara apaçık belgeler getirmişlerdi. Ama daha önce onu yalanlamaları nedeniyle inanmadılar. İşte biz, haddi aşanların kalblerini böyle damgalarız/mühürleriz.

En’am suresi ayet 25.

“ Onlardan sana kulak verenler vardır; oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) KALPLERİ ÜZERİNE KAT KAT ÖRTÜLER VE KULAKLARINDA BİR AĞIRLIK KILDIK. Onlar, hangi `apaçık-belgeyi` görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o inkâr edenler, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: `Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir` derler.”

En`am suresi ayet 42- 46 :

42- Andolsun, senden önceki ümmetlere/toplumlara elçiler gönderdik de onları dayanılmaz zorluk (yoksulluk) ve sıkıntılarla çeviriverdik. Umulur ki yalvarırlar diye.

43- Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici gösterdi (süsledi).

44- Derken kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar umutları suya düşenler oldular.

45- Böylece zulmeden topluluğun kökü kesildi. Ve hamd, alemlerin Rabbi olan Allah`adır.

46- “De ki: “Gördünüz mü/düşündünüz mü hiç; eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah`tan başka getirebilecek ilah kimdir?” Bak, biz ayetleri nasıl açıklıyoruz da onlar (yine) sırt çevirip-engelliyorlar?

En’am suresi ayet 125:

125- Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam`a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir.

Nahl suresi ayet: 104- 109:

104-Allah`ın ayetlerine inanmayanları Allah hidayete ulaştırmaz ve onlar için acı bir azab vardır.

105-Yalanı, yalnızca Allah`ın ayetlerine inanmayanlar uydurur. İşte yalancıların asıl kendileri onlardır.

106- Kim imanından sonra Allah`a (karşı) inkâra sapıp da, -kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkâra göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah`tan bir gazab vardır ve onlar içindir büyük azap.

107- Bu, ONLARIN DÜNYA HAYATINI AHİRETE GÖRE DAHA SEVİMLİ BULMALARINDAN ve şüphesiz Allah`ın da inkâr eden bir topluluğu hidayete erdirmemesi nedeniyledir.

108- Onlar, Allah`ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini damgaladığı/mühürlediği kimselerdir. Gafil olanlar onların ta kendileridir.

109- Şüphesiz, onlar ahirette ziyana uğrayanlardır.

Muttaffifin suresi ayet 14:

Asla, hayır; ONLARIN KAZANDIKLARI, kalpleri üzerinde pas tutmuştur.

Bakara suresi ayet 88:

Ve ‘Bizim kalplerimiz ÖRTÜLÜDÜR/sünnetsizdir.’ Dediler. Hayır; Allah, inkârlarından dolayı onları lanetlemiştir. Bundan dolayı pek azı iman eder.

Bakara suresi ayet 93:

Hani sizden misak almış ve Tur’u üstünüze yükseltmiştik: ‘Size verdiğimizi (Kitaba) kuvvetlice alın ve dinleyin.’ Demişlerdi ki: ‘Dinledik ve isyan ettik.’ İNKÂRLARI YÜZÜNDEN buzağı (tutkusu) kalplerine sindirilmişti. De ki: ‘İnanıyorsanız, inancınız size ne kötü şey emrediyor?’

Nisa suresi ayet 155-157:

155- Onların kendi sözlerini bozmaları, Allah`ın ayetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: ‘Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir’ demeleri nedeniyle (onları lanetledik.) Hayır; Allah, İNKÂRLARI DOLAYISIYLA ona (kalplerine) damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar.

156- (Bir de) İnkâra sapmaları ve Meryem`in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri,

157- Ve: `Biz, Allah`ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa`yı gerçekten öldürdük` demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (bir) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler.

158- Hayır; Allah onu kendine yükseltti. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.

159- Andolsun, Kitap ehlinden, ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet günü, o da onların aleyhine şahit olacaktır.

Münafikun suresi:

1- Münafıklar/ikiyüzlüler sana geldikleri zaman: ‘Biz gerçekten şehadet ederiz ki, sen kesin olarak Allah`ın elçisisin’ dediler. Allah da bilir ki sen elbette O`nun elçisisin. Allah, şüphesiz münafıkların yalan söylediklerine şahidlik eder.

2- Onlar, yeminlerini bir kalkan edinip Allah`ın yolundan alıkoydular. Doğrusu ne kötü şey yapıyorlar.

3- Bu, ONLARIN İMAN ETMELERİ SONRA İNKÂR ETMELERİ DOLAYISIYLA BÖYLEDİR. Böylece kalplerinin üzerini mühürlemiştir, artık onlar kavrayamazlar.

4- Onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Söyledikleri zaman da onlara kulakverirsin. (Oysa) Sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler. (Bu dayanıksızlıklarından dolayı da) Her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp-sakının. -Allah onları kahretti-; nasıl da çevriliyorlar.

5- Onlara: `Gelin Allah`ın Resûlü sizin için mağfiret (bağışlanma) dilesin,` denildiği zaman başlarını yana çevirdiler. Sen, onların büyüklük taslamışlar olarak yüz çevirmekte olduklarını görürsün.

6- Senin onlar adına mağfiret dilemen ile mağfiret dilememen onlar için birdir. Allah, onlara kesin olarak mağfiret etmeyecektir. Şüphesiz Allah, fasık bir kavme hidayet vermez.

7- Onlar ki: `Allah`ın Resûlü yanında bulunanlara hiç bir infak (harcama)da bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler,` derler. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah`ındır. Ancak münafıklar kavramıyorlar.

8- Derler ki, ‘Andolsun, Medine`ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp-çıkaracaktır.’ Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah`ın, O`nun Resûlü’nün ve mü`minlerindir. Ancak münafıklar bilmiyorlar.

9- Ey iman edenler, ne mallarınız ne çocuklarınız sizi Allah`ı zikretmekten ‘tutkuya kaptırarak-alıkoymasın’; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.

10- Sizden birinize ölüm gelip de: ‘Rabbim, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve salihlerden olsam’ demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin.

11- Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiç bir kimseyi kesinlikle ertelemez de. Ve Allah, yaptıklarınızdan haberdârdır.

Saff suresi ayet 5.:

Hani Musa, kavmine/halkına: `Ey kavmim, gerçekten benim sizin için Allah`tan gönderilmiş bir elçi olduğumu bildiğiniz halde, niçin bana eziyet ediyorsunuz?` demişti. Ne zaman ki ONLAR EĞRİLİP-SAPTILAR Allah da onların kalplerini eğriltip saptırdı. Ve Allah, fasık bir kavmi hidayete erdirmez.

Tevbe suresi ayet 87 :

(Savaştan) GERİ KALANLARLA BİRLİKTE OLMAYI SEÇTİLER. Onların kalbleri de damgalandı/mühürlendi. Bundan dolayı kavrayıp-anlamazlar.

Tevbe suresi ayet 93:

“Yol, ancak o, ‘ZENGİN OLDUKLARI HALDE (SAVAŞA ÇIKMAMAK İÇİN) SENDEN İZİN İSTERLER VE BUNLAR GERİDE KALANLARLA BİRLİKTE OLMAYI SEÇEN’ kimseler aleyhinedir. Allah da onların kalpleri üzerine damga/mühür basmıştır. Bundan dolayı onlar, bilmezler.”

Ayetlere dikkat ettiğimizde şu gerçeği görüyoruz: Allah’u Teala insanların kendi davranışlarının sonucu olarak, kendi iradeleri ile yaptıklarının sonucu, kendi isteklerinin sonucunda onların kalplerini mühürlemektedir…çünkü kendileri bunu istemektedir! Kâfirler kendi akıllarına çok güvendikleri için Allah’ın uyarılarını dinlememekte, Peygamberleri küçümsemekte, akıllarını doğru kullanmamaktadırlar. Sonuç itibariyle kendi hür iradeleriyle küfür yolunu seçmektedirler. Onlar, Allah kalplerini, kulaklarını mühürlediği/damgaladığı için kafir olmuyorlar bilakis onlar kafir oldukları için kalplerini, kulaklarını ilime, uyarıya kapıyorlar. Akletmez, tefekkür etmez duruma düşüyorlar. Çünkü onların işine gelen budur.

Hal böyle iken batıl inançlara dalan, kendini müsteğni sanan, zevk ve sefaya dalan, hevasını ilah edinen kimseler kalplerini, kulaklarını tıkayıp başka bir inancın girmesine, duyulmasına kulak asmazlar. Kâfirler, kalpleri mühürlü olduğu için, istedikleri kadar peygamberle fiziki olarak yan yana gelseler de, Kitab’ı alıp okusalar da onlara ayetlerin hiçbir tesiri olmamaktadır. Çünkü kalpleri taştan daha beter bir katılık içindedir. Bunların durumları Kur’an’da şöyle açıklanır:

Enam suresi ayet 111.

“Gerçek şu ki, biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, -Allah`ın dilediği dışında- yine inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu cahillik ediyorlar.”

Fussılet suresi ayet 5.

“Dediler ki: ‘Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalblerimiz bir örtü/zırh içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır. Artık sen, (yapabileceğini) yap, biz de gerçekten yapıyoruz.’”

İsra suresi ayet 45-47:

“Kur’an okuduğun zaman seninle ahirete inanmayanlar arasında görünmez/gizli bir perde kıldık.

Ve onların kalbleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kur`an`da sadece Rabbini ‘bir ve tek’ (ilah olarak) andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin geriye giderler.

Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o zalimlerin: ‘Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz’ dediklerini çok iyi biliriz.”

Sebe suresi ayet 31:

“İnkâr edenler ‘Biz kesin olarak, ne bu Kur`an`a inanırız, ne ondan önceki (indirile)ne.’ dediler. Sen o zulmedenleri, Rableri huzurunda tutuklanmış, sözü (suçlamaları) birbirlerine karşı evirip-çevirip birbirlerine atıp dururken bir görsen! Za`fa uğratılan (müstaz`af)lar, büyüklük taslayanlara `Eğer sizler olmasaydınız, gerçekten bizler mü`min (kimse)ler olurduk.` diyecekler.”

Ra’d suresi ayet 31:

“Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin parçalandığı veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur`an olsaydı (yine bu Kur`an olurdu). Hayır, emrin tümü Allah`ındır. İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki, eğer Allah dilemiş olsaydı, insanların tümünü hidayete erdirmiş olurdu. İnkâr edenler, Allah`ın va’di gelinceye kadar, YAPTIKLARI DOLAYISIYLA ya başlarına çetin bir bela çatacak veya yurtlarının yakınına inecek. Şüphesiz Allah verdiği sözden dönmez. (Veya miadını şaşırmaz.)”

A’raf suresi ayet 179:

“ Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır.”

Maide suresi ayet 103:

“Allah Bahriye`den Saibe`den Vasiyle`den ve Ham`dan hiç birini (meşru) kılmamıştır. Ancak inkâr edenler, Allah`a karşı yalan düzüp-uyduruyorlar. Onların çoğu akıl erdirmez.”

Muhammed suresi ayet 12:

“Şüphesiz Allah, iman edip salih amellerde bulunanları, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. İnkarcılar ise, metalanırlar ve hayvanların yemesi gibi yerler; ateş, onlar için bir konaklama yeridir.”

Hıcr suresi ayet 10-15:

“10- Andolsun, senden önce geçmiş topluluklara da elçiler gönderdik.

11-Onlara herhangi bir elçi gelmeyegörsün, mutlaka onunla alay ederlerdi.

12- Böylece biz onu (alayı), suçlu-günahkarların kalblerine sokarız.

13- Onlar ona (indirilen kitaba) inanmazlar, oysaki evvelkilerin sünneti geçmiştir.

14- Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler bile,

15- Mutlaka: `Gözlerimiz döndürüldü, belki büyülenmiş bir topluluğuz` diyeceklerdir.

A’raf suresi ayet 146:

Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri ayetlerimden engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları dolayısıyladır.”

Bu ifadelerden Allah’ın kafirlerin kalbinin mühürlemesinin/damgalamasının mahiyetini Allah’ın kulların fiillerini yaratması cihetinden olduğunu anlıyoruz. Aslında kullar kalplerini kendileri mühürletmektedirler. Buna göre sözü edilen kafirler kalplerini, mühürlemek, damgalamak, katılaştırmak….kulaklarını mühürlemek, gözlerini perdelemek istiyorlar. Allah da onların isteklerini halk ediveriyor. Çünkü kullar kâsip, Allah Halik’tır.

Allah, iman eden kişilerin kalplerini, kulaklarını da açıyor. Onların sürekli gelişmelerini; bilgilenmelerini, akletmelerini, tefekkür etmelerini sağlıyor. Bu da Kur’an’ın muhtelif ayetlerinde görülebilir.

Görülüyor ki kâfirlik kâfirler için bir kader değildir. Kafirlikleri Kendi seçkileridir. Onların kâfir olmalarını Allah kesinlikle istemez. Çünkü Allah kullarının küfrüne razı değildir.

Zümer suresi ayet 7:

“Eğer inkâr edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin (yararınız) için ondan razı olur. Hiç bir (suçlu) günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı bilendir.”

Böyle olmasaydı Allah elçiler göndermez, kitaplar inzal etmezdi. Üstelik de kâfirleri, akıbetlerini baştan kendisi kader olarak takdir ettiği halde cehenneme göndermesi zulüm olurdu. Oysa Allah zulüm yapmaz.

2-Ayetledeki kişilerin belirginliği:

Konumuz çerçevesinde okuduğumuz ayetlerde konu edilen “kalpleri, kulakları mühürlenen/damgalanan uyarının fayda vermeyeceği, inanmayacak olan kafirler” Peygamberimize işaret edilen belli, belirli kişilerdir. Ayetlerde bunlar İsm-i Mevsul dediğimiz “ellezine” sözcüğüyle ifade edilmişlerdir. İsmi mevsuller Muarrafattandır yani “belirtilmiş” ifadelerdendir. Biz bu ifadeleri kafir bildiğimiz kimselere kullanamayız. Biz her kafirin iman edebileceği ümidiyle onlara ulaşmaya yaklaşmaya çalışmalıyız. Şüphesiz günümüz kafirleri içinde de kalpleri mühürlü olup iman etmeyecekler bulunabilir ama onları bize gösteriveren yok. Biz bundan mahrumuz. Bu lütfu Rabbimiz Peygamberimize sağlamıştı.

3-Konumuz ayetlerin mucize özelliği:

Konumuz olan ayetlerin bir başka özelliği de istikbale ait haberler vermek suretiyle mucizelk arzetmeleridir.. Şöyle ki tıpkı Ebuleheb örneğinde olduğu gibi ömür boyu inanmayacaklarını bilen Allah onların bu durumlarını bildiriyor. Ve bu işaret edilen belli kişiler ile fazla oyalanılmamasını ihtar ediyor. Yukarıda sunduğumuz ayetler istikbali (geleceği) önceden bildirmeleri açısından birer mucizedirler. Çoğunda ismi mevsul ile belirtilen bu kalpleri mühürlü kimseler ömür boyu mühürlü durmuşlar (akıllarını başlarına almamışlar) Rabbimizin bildirdiği gibi cehennemlik olarak ölüp gitmişlerdir. (Hakkı Yılmaz) http://www.istekuran.net/?p=99

posted in KAVRAMLAR | 1 Comment