-
13th Aralık 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN’A GÖRE AMEL AYNI ZAMANDA İMANDIR

Haksöz: Modern dönemde insanlar dinden uzaklaşıyorlar mı?

Said Şimşek: Çağın başlarında ilmi keşiflerin ard arda başarılar kazanması kiliseye tepki gösteren ve bu sebeple dini dışlayan kesimin konumuna güç kazandırmıştır. Bir de, elde edilen bu başarılar, bazı kimselerde şoka sebep olmuş ve bu şaşkınlık içinde ilmin, inancın yerini alacağı sanılmıştır. Oysa Modern ilmin alanıyla dinin alanı büyük oranda biribirinden farklıdır. Nihayet bu şok atlatıldıktan sonra yeniden dine dönüş hareketi başlamıştır. Bunu sadece belli bir dine mensup olanlar arasında değil, bütün dünyada müşahede etmekteyiz.

Haksöz: Bu şaşkınlık din ile bilimin bilgi türü açısından aynı alanda görme yanlışından kaynaklandığını söyleyebilir miyiz?

Said Şimşek: Kesinlikle. Aslında din bilimin bittiği yerde başlamaktadır. Çünkü dinin temel alanı, gayb alemidir. Halbuki, bilim müşahede alemiyle ilgilenir, konusu maddedir. Bilim ile dinin örtüştükleri alanda ise çatışma söz konusu değildir. Çünkü din Allah’ındır ve evreni yaratan da O’dur. O’nun dini ile yarattığı tabiata hakim kurallar arasında bir çelişki olamaz. Tabii ki burada Allah’ın indirdiği, tahrife uğramamış gerçek dinden söz ediyoruz.

 

İman ve şirk

Haksöz: Mümin bir kimse inancının gereğini yerine getirmeden de Müslüman olarak kalabilir mi?

Said Şimşek: Kur’an; ameli, iman olarak da ifade etmektedir. Kıblenin değişikliği nedeniyle kılınan önceki namazların akıbeti hakkındaki tereddütleri gidermek için Allahu teala şöyle buyurur: “Allah, sizin imanınızı zayi edecek değildir” (Bakara 2/143) Yani amel iman ile ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiş iki temel unsurdur. Salih amel artırıldıkça imanın kuvveti artacak, güzel işlerden uzak durdukça imanın gücü azalacak ve salih amel tamamıyla terk edildiğinde iman da varlık gösteremeyecektir. Yani iman ile amel arasında bire bir bir ilişki vardır. Allah’ın emirlerinden birinin yerine getirilmemesi ya da yasaklarından birinin çiğnenmesi, imanı bütünüyle ortadan kaldırmaz ama zayıflatır.

Kur’an, bütün iyiliklerin kaynağında imanı görürken bütün kötülüklerin kaynağında da küfrü görmektedir. Bu sebeple kötü davranışlar Kur’an’da daima küfür ehline nispet edilmektedir. İman sahibi kişinin kötülük işlemesi, arizi bir durumdur. Bu yaptığını iyi bir davranış olarak görmez ve farkına vardığında tövbe eder. Bu sebeple iman sahibi kişinin işlediği bu kötülük, yapısının bir parçası haline gelmez. Halbuki, imanı olmayan kişinin işlediği kötülük, yapısının bir parçası haline gelir. Kalıcı bir özelliğe sahiptir.

Haksöz: İşlenen günah şeytanı kafir yaparken, Hz. Adem’i günahkar kılıyor. Aradaki farkı nasıl izah edebiliriz?

Said Şimşek: Şeytan, işlediği günahı savunmuş ve haklı olduğunu savunmuştur. Aslında şeytanın tavrı bir isyandır, Allah’a isyan etmektir. Allah’a isyan etmeyi savunmuştur ve bunda ısrar etmiştir. Oysa Hz. Âdem, hatasının farkına vardığında pişman olmuş; Allah’tan kendisini affetmesini dilemiştir.

 

Haksöz: Şirk ve küfür arasında bir ayırım yapabilir miyiz?

Said Şimşek: Şirk, tevhidin zıddıdır. Allah’ı uluhiyetiyle, rabliğiyle ve isimleriyle birlemeyen her inanç şirktir. Tevhidin zıddı olmakla, imanın da zıddı olan şirk, küfrün kendisidir. Şirkte küfrün hem nankörlük yönü ve hem de inançsızlık yönü vardır. Her iki terim Kur’an’da eş anlamlı olarak da kullanılmaktadır: “Herkesin kazandığını gözetleyip muhafaza eden, (hiç böyle yapamayan gibi olur mu?). Onlar Allah’a ortaklar koştular. De ki: “Onlara ad verin (onlar necidir?). Doğrusu Yoksa siz Allah’a yeryüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yahut boş laf mı ediyorsunuz?” İnkâr edenlere hileleri süslü gösterildi ve onlar doğru yoldan alıkonuldular. Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.” (Rad 13/33)

 

KUR’AN’DA ALLAH

Haksöz: Kur’an, Allah’ın varlığına dair doğrudan deliller verir mi? Yoksa Kur’an’in ilgi alanı daha ziyade O’na ortak koşmanın kötülüğü ile mi ilgilidir?

Said Şimşek: Kur’an’da Allah’ın varlığının delilleri dolaylı delillerdir, Allah’ın varlığını tartışmaya açma şeklinde değildir. Çünkü Allah’ın varlığı, ispata ihtiyaç duyulmayacak kadar açıktır. Ayrıca Allah’ın varlığı konusundaki bilgi insanın fıtratına yerleştirilmiştir: “Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.” (Araf 7/172)

Çocuğun soyut anlamları ancak belli yaşa geldikten sonra anladığını biliyoruz. Mesela çocuk, annesinin ve çevresinin kendisine yaptıkları fedakârlıkları müşahede ettiği halde fedakârlığın iyi bir davranış olduğunu ancak belli bir yaşa geldikten sonra kavrar. Allah’ın hiçbir benzeri bulunmadığı halde “Allah” kavramını fedakârlığın iyi bir davranış olduğunu anlamasından daha önce anlar.

 

Haksöz: Kur’an’da Allah’ın eli, yüzü, gözü olduğuna dair lafızlar mevcut bu tür ayetleri nasıl anlamak gerekir?

Said Şimşek: Kur’an’da Allah hakkında kullanılan istiva/kurulmak, mecî/gelmek, nuzûl/inmek gibi fiili sıfatlarla yed/el, vech/yüz, ayn/göz gibi haberî sıfatların nasıl anlaşılması gerektiği konusunda alimler arasında ihtilaf vardır. Selef dediğimiz ilk dönem alimleri bu sıfatları oldukları gibi kabul etmiş, tevil etmemişlerdir. Gerçekten de bunları tevil etmeden kabul ettiğimizde, Allah’ı yaratıklarına benzetmiş olmayız. Nasıl Allah’ın duyduğunu söylediğimizde O’nu insanlara benzetmiş olmuyorsak, bu sıfatları öylece kabul ettiğimizde de Allah’ı yaratıklarına benzemiş sayılmayız. Mesela bizim duymamız, hava dalgacıklarının kulak zarına çarpması, zarın orta kulakta bulunan örs ve çekici harekete geçirmesi ve bu işlemin beyne iletilmesi ile gerçekleşir. Oysa Allah’ın duyması böyle değildir. Buna rağmen biz, Allah’ın duyduğuna inanıyor ve bu inancımızla O’nu yaratıklarına benzetmiş olmuyoruz. Aynı şekilde Allah’ın Arş’ına kurulduğuna, el ve yüzünün bulunduğuna inanır fakat bunların insanın tahtına oturmasına ya da insanın eline benzetmeden inanırız. Allah hakkında kullanılan bu sıfatların nasıllığını da bilemeyiz.

 

Haksöz: Allah’ın rab oluşu insan için neyi ifade etmektedir?

Said Şimşek: Allah’ın, evrenin sahibi, yaratıcısı ve yöneticisi olduğunu kabul etmek ve bu konularda ortağının bulunmadığını itiraf etmektir. Rızkın O’nun tarafından verildiğine, zarar ve yarar vermenin sadece O’nun gücü çerçevesinde bulunduğuna, dirilten ve öldürenin O olduğuna inanmaktır. Rabliğin anlamlarından biri de, itaat edilen yani verdiği emirlere uyulandır: “Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah’tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” (Araf 7/54)

 

Haksöz: 90’lı yıllarda A. Bulaç tarafından, Kur’an’da hakimiyet Allah’ındır formunda bir ifadenin bulunmadığı şeklinde bir bakış açısı gündeme gelmişti. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Said Şimşek: Sayın Ali Bulaç’ın söz konusu ettiğiniz görüşünü okumuş değilim, bu sebeple neyi kasdettiğini bilmiyorum. Yüce Allah, evrenin yaratıcısı ve sahibi olduğuna göre, aynı zamanda hakim ve yöneticisidir de. Evreni dilediği şekilde düzenlemiş ve onu dilediği şekilde yönetmektedir. İzni olmadıkça hiçbir kimse, gerek kendisi hakkında ve gerek diğer varlıklar hakkında tasarruf yetkisine sahip değildir. İnsan da evrenin bir parçasıdır ve o da evrenin diğer parçaları gibi Allah’ın hakimiyet ve tasarrufu çerçevesindedir. İnsan Allah’ın izni olmadıkça evrende hiçbir tasarruf yetkisine sahip değildir.

Hakimiyet, Allah’ın hükmetme eylemini ifade eder ki kozmolojik alan dahil evrenin tamamında ve tüm alanlarda Allah’ın hakimiyetini ifade eder. Örneğin insanın, Allah’ın emirlerine muhalefet etmesi, Allah’ın hükmüne aykırıdır ama hakimiyetine aykırı değildir. Çünkü insana, hükümlerine muhalefet etme iznini veren kendisidir. O halde insanın Allah’ın emirlerine muhalefet etmesi, Allah’ın hakimiyetinin dışında bir şey sayılmamalıdır.

Allah, insanı imtihan için yarattığından ve insana irade verdiğinden, hükmüne muhalefet etmesine izin vermiştir. Bu nedenle hükmün Allah’a ait olduğu belirtildikten sonra, eninde sonunda insanın Allah’a döndürüleceği ve O’nun huzurundan hesap vereceği hatırlatılmaktadır. Yine bu nedenle Allah’ın indirdikleriyle hükmedilmesi istendikten sonra hükmünün güzelliğine adalet ve hikmete uygunluğuna işaret edilerek hükmünden başkasını tercih edenler tehdit edilmektedir. Eğer zorunlu bir hükümden, yani kozmolojik alandaki Allah’ın hakimiyetinden bahsediliyor olsaydı, hükmünün güzelliğinden ve hükmüne uymayanların bulunduğundan söz edilerek bunlar tehdit edilmezdi: “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır. Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” (Maide 5/49-50) Bu ayetler Allah’ın hakimiyetinin anlamının kozmik olmadığını ortaya koymaktadır. Özet olarak Allah’ın hükmü ile hakimiyeti kavramlarını biri birinden ayırmak gerekir.

 

Haksöz: İslam’da teokrasi var denebilir mi?

Said Şimşek: Allah’ın indirdiği ile hükmedenler, Allah adına bunu yapmazlar. Onlar Allah’ın temsilcisi de değillerdir. O’nun emrine itaat eden kullar olarak yaparlar. Yani insan Allah’ın halifesi değildir. Bu sebeple Kur’an’ın öngördüğü yönetim teokrasi değildir. Burada hemen şunu belirteyim ki, ne Kur’an’da ve ne de Peygamberin hadislerinde “Allah’ın halifesi” şeklinde bir ifade geçmemektedir.

 

Haksöz: İnsanın ilahi irade karşısında bir yaprak gibi savrulduğu anlayışı ile tam bir hürriyete sahip olduğunu savunan düşünceleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Said Şimşek: İlahi irade karşısında insanın konumu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu farklı bakış açıları müslümanlara has bir olay da değildir. Bütün dinlerde aynı problem vardır. Filozofların olaya bakışı da farklı farklı da olmuştur. Biribirine tamamen iki ters görüşü zikredecek olursa bunlardan birine göre insanın olaylar karşısında hiçbir iradesi bulunmamaktadır. Bunun zıttı olan görüş ise, insanın hiçbir kayıt olmaksızın tamamen hür olduğu şeklindedir.

Kur’an-ı Kerim’de zahirde bu farklı iki bakış açısını destekleyen âyetler vardır. Âyetlerin ne demek istediklerine bakmaksızın yani üzerlerinde düşünmeksizin ve âyetlerin birbirlerini açıkladıklarına bakmaksızın biri birine zıt bu iki görüşün Kur’an’da var olduğunu sanabiliriz. Oysa mesele, olaya farklı açılardan bakmakla ilgili bir hadisedir. Bu farklı bakış açılarını şöyle bir olay ile izah etmemiz mümkündür:
Bir anneyi düşünün, küçük çocuğu kendisinden izin alarak oynamak üzere dışarı çıkmıştır. Bir müddet sonra bir arabanın çocuğuna çarptığı haberini alır. Böyle bir annenin bile bile, araba çarpsın diye çocuğunu dışarı salması düşünülemez. Ama olan olmuştur. Anneyi teselli etmek için söylenecek: “Allah’ın takdiridir, çocuğun eceli gelmişti, elbette sen de çocuğuna araba çarpacağını bilemezdin vs” gibi sözler olacaktır.
Bu olayı baz alırsak, Kur’an’da bazen tamamen kaderci, bazen de tamamen hürriyetçi ifadeleri de zihnimize yaklaştırabiliriz. Böyle bir olayda anneye yaklaşımımız, tamamen kaderci bir yaklaşım olacaktır. Anneye, Allah’ın takdiridir, der ve onu bu şekilde teselli ederiz. Şoföre ise niçin dikkatli davranmadığını, çocukların oyun oynadıkları yerde neden bu kadar hızlı araba sürdüğünü söyler ve onu cezalandırırız. Şoföre takındığımız tavır, kader konusunda tamamen hürriyetçi bir tavırdır. Kur’an’da birbiriyle bu konuda çelişkiliymiş gibi görünen ayetlerin bir kısmı da bu bağlamda değerlendirilmelidir.

 

PEYGAMBERLER, FİLOZOFLAR, EVLİYALAR

Haksöz: Peygamberlerin gönderiliş amacı nedir?

Said Şimşek: Peygamberler toplumlarını tevhid anlayışına çağırmak için gelmişlerdir: Kur’an “Andolsun ki biz, “Allah’a kulluk edin ve Tâğut’tan sakının” diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik” diyor. Demek ki imanın odak noktası ve temel dayanağı tevhidin bu kısmıdır. İnsan bunun için yaratılmış ve peygamberler bunun için gönderilmişlerdir. Kişiyi müşrik olmaktan kurtarıp muvahhid (Allah’ı birleyen) kılan da budur.

 

Haksöz: Varlık konusunda niçin sorusunu gündeme getiren sadece peygamberler midir?

Said Şimşek: Bu sorunun cevabı ile resullerin dışında bir de filozoflar ilgilenmektedir. Peygamberler hep aynı vurguyu -Allah’ın birliği vurgusunu- yapmalarına rağmen, filozoflar birbirlerinden çok farklı şeyler söylemişlerdir. Peygamberler arasındaki bu birlik, onların aynı kaynaktan beslendiklerini göstermektedir. Söz konusu kaynak, Allah tarafından kendilerine gönderilen vahiydir.

 

Haksöz: Hz. Muhammed (s.)’in doğumu ve daha sonrasında bazı olağanüstülüklerin vuku bulduğuna dair rivayetleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Said Şimşek: Hz. Muhammed (s.) kendisine peygamberlik gelinceye kadar peygamber olacağını bilmiyordu: “Sen, bu Kitab’ın sana vahyolunacağını ummuyordun. (Bu) ancak Rabbinden bir rahmet (olarak gelmiş) tir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma!” (Kasas 28/86) Buna rağmen kimi eserlerde peygamber daha doğmazdan önce annesine bir peygamber doğuracağının haber verildiği, doğum esnasında birtakım harikuladeliklerin vuku bulduğu Basra’ya ticaret için giderken yolda Bahira adlı bir rahibin, peygamber olacağını haber verdiği, hatta bir bulutun daima peygamberi güneşin sıcağından koruduğu ve benzeri hususlar anlatılmaktadır. Bu rivayetler ayette bize anlatılan gerçeğe uymamaktadır.

 

Haksöz: Hz. Muhammed (s.)’in önceki peygamberlerden farklı olarak tüm insanlara gönderildiği iddiası doğru mudur?

Said Şimşek: Peygamber, ister istemez bir kavimden olacaktır ve davetine çevresinden başlar. Peygamberimiz de böyle yaptı. Ancak hayatta iken hem Araplar dışında diğer milletlerden bazı fertler ona inanmıştı ve hem de kendisi çevre milletlerin büyüklerine mektuplar göndererek onları İslam’a davet etmişti. Aslında belli bir kavme gönderilmiş olan önceki peygamberler de, başka milletlerden insanlarla karşılaşma imkanı bulduklarında, onları da hak dine davet ediyorlardı. Mesela Hz. İbrahim’in, Irak, Filistin, Mısır ve Arabistan gibi geniş bir alanda davet görevini yürüttüğü bilinmektedir. Aynı şekilde Hz. Mûsâ’nın, İsrailoğullarını dine davet ettiği gibi farklı bir kavme mensup olan Firavun ve çevresini de dine davet etmiştir. Önceki peygamberlerin yerellikleri dönemlerindeki iletişim imkansızlıklarından kaynaklanmaktadır. Ayrıca belli bir dönem için gönderildiklerinden çağrıları uzak yörelere ulaşma olanağı bulamamıştır.

 

Haksöz: Kur’an’da “Allah’a ulaşmak için vesile arayın cihad edin” denilmesine rağmen, kutsal kabul edilen kişiler aracılığıyla Allah’tan yardım istemek doğru mudur?

Said Şimşek: Sonraki asırlarda ve günümüzde aracılığı/tevessülü meşru göstermek için İslam’la bağdaşması mümkün olmayan birtakım gerekçeler ileri sürülmüştür. Bu görüşü benimseyenler derler ki: Birinci olarak kralın ya da önemli bir devlet adamının huzuruna çıkmak için mutlaka bir aracı koymak gerekir. Allah’ın huzuruna çıkmak için de böyle bir aracıya ihtiyaç vardır. İkinci olarak diyebiliriz ki, kişi belki günahkar biridir, direkt olarak Allah’ın huzuruna çıkacak yüzü yoktur. Bu nedenle Allah’ın sevdiği veli bir kulunu aracı yapmakta, onun yüzü suyu hürmetine bağışlanmasını dilemektedir. Üçüncü olarak da denilebilir ki, dua edilirken, istek Allah’tandır, salih kişilerden değildir. Dua ile ibadeti karıştırmamak gerekir.

 

Haksöz: Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu bakış açısınız?

Said Şimşek: Her şeyden önce böyle bir benzetme, Allah’ı yaratıklarına benzetmek olur ki, temelinden tutarsızdır. İkinci olarak, vatandaşını aracısız kabul etmeyen idareci, ya huzuruna gelecek vatandaşı hakkında bilgi sahibi değildir, böylece aracılık yapan, vatandaş hakkında bilgi verecektir veya zalim biridir, vatandaşlar arasında ayrım yapmaktadır. Yüce Allah bu iki kusurdan da münezzehtir. O halde ileri sürdükleri ikinci gerekçe de Kur’an’ın anlattıklarıyla bağdaşmamaktadır. Kur’an, şeytanın bile, Allah’a aracısız olarak dua ettiğini ve duasının kabul olduğunu haber vermektedir: “(Allah dedi ki:)Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır! (İblis:) Rabbim! Öyle ise, (varlıkların) tekrar dirileceği güne kadar bana mühlet ver, dedi.” (Hicr 15/35-36)

Aynı şekilde Kur’an, müşriklerin dualarının da kabul edildiğini ifade eder: “Bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah’a halis kılarak: “Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız” diye Allah’a yalvarırlar. . Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık ediyorlar. Ey insanlar! Sizin taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizedir; (bununla) sadece fâni dünya hayatının menfaatini elde edersiniz; sonunda dönüşünüz yine bizedir. O zaman yapmakta olduklarınızı size haber vereceğiz.” (Yunus 10/22-23) Şeytana, müşriklere verilen aracısız dua etme hakkı Müslümanlardan mı esirgenecek de onların duaları aracısız kabul edilmeyecek?

 

Haksöz: Kişilere aşırı kutsallık atfetmek sadece İslam dünyasına has bir yanlış mıdır?

Said Şimşek: Dini duyguları olan her toplumda bu problem yaşanmaktadır. Nitekim Kur’an, Hıristiyanları da bu konuda eleştirmektedir. Günümüzde de bazı Müslümanların Allah’a ait olan şefaati Peygamber (s.)’den istemeleri, yine ondan medet ummaları ve ahirette sanki Hz. Muhammed (s.) tarafından yargılanacaklarını ifade etmeleri böyle bir eğilimin göstergesidir. Peygamber (s.) bile hata işlemişse (Abese 80/1-4), diğer insanların da hata edebileceği ve bunların normal olduğu kabul edilmelidir. Büyük başarılar elde etmiş fertler de, eğer peygamberler hakkında Kur’an’da yer alan bu uyarılardan ibret alacaklarsa, hatalarının daha çok olabileceğini teslim etmeli, eleştirilere kulak vermelidirler.

 

Kur’an hükümlerinin tarihselliği iddiası

Haksöz: Kur’an’ın Rasulullah(s)’in yanında Hz. Aişe’ye atılan iftira ve Hz. Zeynep ile evliliğinden bahsediyor. Bu gibi hususlar Kur’an’ın tarihsel hükümler taşıdığı anlamına gelir mi?

Said Şimşek: Aslında peygamberimizi ilgilendiren bu tür meseleler kıssa hükmündedir. Olay olarak Kur’an’da yer alan bütün kıssaların tarihi bir yönü vardır. Ancak kıssalar, olay yönüyle değil, ibret alınacak yönleriyle Kur’an’da yer alırlar. Birçok kıssanın sonunda: “Bunda akıl sahipleri için alınacak ibretler vardır” ifadesinin yer alması bu sebepledir. Gerek Peygamberimiz ve gerek hanımlarıyla ilgili Kur’an’da zikredilen özel hükümler, Peygamberlik inancını yakından ilgilendiren hususlardır. Peygamberlik inancı ise, tarihsel değildir. Böylece söz konusu hususlar da tarihsel olmaktan çıkmakta ve her dönemde ibret alınacak hususlar haline gelmektedir.

 

Melekler ve cinler

Haksöz: Meleklerin iradesiz varlıklar olduğunu bu nedenle insanların “kazanılmış” erdemleriyle onlardan bile üstün olduklarını söylemek mümkün müdür?

Said Şimşek: Kur’an, melekleri itaatlerinden dolayı övmektedir: “Göklerde ve yerde kimler varsa O’na aittir. O’nun huzurunda bulunanlar, O’na ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar. Onlar, bıkıp usanmaksızın gece gündüz (Allah’ı) tesbih ederler. O’ndan (emir almazdan) önce konuşmazlar; onlar, sadece O’nun emri ile hareket ederler.” (Enbiya 21/19-20 ve 27) Kur’an, onların, Allah’ın emirlerine karşı gelemediklerini değil, gelmediklerini ifade etmektedir. Bu sebeple Kur’an, onları Allah’ın emirlerini yerine getiren “değerli kılınmış kullar” olarak nitelemektedir. Allah’ın emirlerini otomatik olarak ve iradeleriyle seçerek yerine getirmemiş olsalardı, bu şekilde övülürler miydi? Ayrıca insanın yerine kendilerinin halife olmaları gerektiğini ima etmişlerdir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda irade sahibi olduklarını ve karşı gelmeden Allah’a itaat ettikleri için meleklerin insanoğlundan daha üstün olduklarını söylemek mümkündür.

 

Haksöz: Peygamber (s.)’in alemlere rahmet olarak gönderilmesi onun cinlerin de peygamberi olduğu anlamına gelir mi?

Said Şimşek: Kur’an’da cinlerin vahyi dinledikleri haber verilir. “Hani cinlerden bir gurubu, Kur’an’ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Kur’an’ı dinlemeye hazır olunca (birbirlerine) “Susun” demişler, Kur’an’ın okunması bitince uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi.” (Ahkaf 46/29; Cin 72/1-5) Ayetten anlaşılan, cinlerin Peygamber (s.) ile Hz. Musa’ya gelen vahiylerden haberdar olduklarıdır. Kur’an, Hz. Süleyman’ın emrinde çalıştıklarından da söz etmektedir. Ancak tıpkı insanlar gibi mükellef olmalarına rağmen peygamberlere gelen vahiylere muhatap olup olmadıkları Kur’an’da belirtilmemektedir. Peygamberler de kendi cinslerinden olmalıdır. Gaybi konularda, dini nasların belirttikleri sınırda durmak en tutarlı yoldur. Kur’an yeryüzünde yürüyenler insanlar olduğu için onlara bir insan peygamber gönderdiğine göre (İsra 17/95), cinlerin de peygamberleri kendilerinden olmalıdır.

 

Kur’an

Haksöz: Kur’an ile önceki kitapların korunmuşluk konusunda bir farkı var mıdır?

Said Şimşek: Önceki kitapların korunması insanlara bırakılmıştı. Oysa Kur’an’ın korunmasını yüce Allah’ın kendisi üstlenmiştir. Bu konuda İslam ümmeti, hafızlık kurumunu sıkı bir şekilde tesis etmiştir. Bu duyarlılık, Allah’ın ümmetin iradesine müdahalesi olarak da yorumlanabilir. Yani yüce Allah, Kur’an’ın korunmasını,
insanları bu işe musahhar kılmakla gerçekleştirmektedir.

 

Haksöz: Kur’an’ı diğer kitaplardan farklı kılan yönler nelerdir?

Said Şimşek: Önceki kitaplar belli bir dönem için gönderilmişlerdir. Oysa Kur’an böyle değildir. İndirildiği günden itibaren kıyamete kadar sürekli kalıcıdır. Kur’an’ın diğer kitaplardan diğer bir farkı az önce sorduğunuz soru ve bu soruya verilen cevaptır. Önceki kitapların korunması insanlara bırakılmışken Kur’an’ın korunmasını bizzat yüce Allah üstlenmiştir.

Kur’an-ı Kerim, diğer kitaplardan sonra indirildiğine göre önceki kitaplarda bulunmayan birtakım hususları da ihtiva etmektedir. Aslında Kur’an, kendisinden önceki kitapları da kapsayan bir kitaptır. O halde Kur’an-ı Kerim önceki kitaplardan çok daha kapsamlıdır.

 

Haksöz: Salih amelin kapsamı namaz ve oruç gibi ibadetlerle sınırlanabilir mi?

Said Şimşek: Salih amelin boyutuyla ilgili şu ayet anlamlıdır: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (Rum 30/41). Ayet ekolojik dengenin bozulmasını da fesat olarak değerlendirmektedir. Toprağın, havanın ve suyun sanayi atıkları ve şehir çöpleri yüzünden dizginlenemeyen bir şekilde kirlenmesi, bitki örtüsü ve denizlerin artan bir şekilde zehirlenip yok olması, yaygın uyuşturucu ve görünürde “faydalı” ilaç kullanımı sebebiyle insanda ortaya çıkan bedensel bozukluklar… Bütün bunlara cinsel sapıklıkları, suçları ve şiddeti ve son aşamada nükleer dehşeti ilave edebiliriz. İnsanoğluna zarar veren bu problemleri ortadan kaldırmaya yönelik her çaba salih amel kapsamında değerlendirilebilir. O halde salih amelin kapsamı, vakti ve şekli belirlenmiş namaz ve oruç gibi ibadetlerle sınırlı değildir.

 

Haksöz: İslami duyarlılığa sahip insanların cemaatle namaz kılma konusundaki zaaflarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Said Şimşek: “Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin.” (Bakara 2/43) ayetinden cemaatle namaz kılmanın tercih edildiğini anlıyoruz. Rukûa gidenlerle birlikte rukûa gidin, şeklindeki ayet de cemaatle namaz kılmaya işaret etmektedir. Ayrıca cemaat halinde kılınan namazın faziletine dair pek çok hadis bulunmaktadır. Böylece namaz, ferdi eğitmenin yanında Müslümanlar arası dayanışma ve tanışmanın da bir aracı kılınmıştır.

Sorunuzdaki konuya gelince, sanırım bunda şu anda camiye devam eden cemaatin genelde camiye devam etme dışındaki dinî konulara hassasiyetlerinin bulunmaması, başka bir iş yapamayan yaşlı insanlar olmaları, başka bir meşgaleleri bulunmadığı için her şeye müdahale etmeleri ve ne yazık ki din konusunda kapsamlı ve tutarlı bir bilgiye sahip olmamalarıdır. Ama ne olursa olsun, dinî hassasiyeti olanların cemaate devam etmemeleri bir eksikliktir.

 

Haksöz: Tarih olarak bizden önce yaşamış insanlar takva olarak daha üstün oldukları söylenebilir mi?

Said Şimşek: Bu konuda farklı fikirler söylenmiştir: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız: Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Al-i İmran 3/110) ayetinde hayırlı olmak iyiliği emredip kötülüğü nehyetmeye bağlanmıştır. Taberi’nin ifade ettiği gibi, ümmet İslam tarihinin hangi döneminde bu görevini yerine getiriyorsa, en hayırlı ümmettir.

 

Haksöz: Adem’in yaratılışı ile ilgili ayette “bir tek nefisten” yaratılmayı ifade eden ayeti nasıl anlıyorsunuz?

Said Şimşek: Konu ile ilgili “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının.” (Nisa 4/1) ayetin zahirinden anlaşılan Havva’nın Adem’den yaratıldığıdır. Bu konuda Peygamber (s.)’den nakledilen hadisler de vardır. Ayrıca Tevrat da bu görüşü açıkça ortaya koymaktadır. Ayette, o nefisten eşinin yaratıldığı belirtilmektedir ki şayet ileri sürüldüğü gibi o nefis Adem olmasaydı, o takdirde Havva’nın, o insanlık özü denilen şeyin eşi olurdu. O halde tek nefisten kasıt Adem olmalıdır. Şayet tek nefisle insanlık özünün kastedildiğini söyleyecek olursak “zevceha” terkibindeki “ha” zamirini göndereceğimiz zamir bulunmamaktadır.

 

Haksöz: Havva’nın Adem’den yaratılmış olması Adem’in üstünlüğüne işaret eder mi?

Said Şimşek: Hayır. Kur’an, İsa’nın babasız olarak Hz. Meryem’den doğduğunu belirtir. Şayet Havva’nın ondan yaratılmış olması nedeniyle Adem’in üstün olması gerekseydi, Hz. Meryem’in de Hz. İsa’dan üstün olması gerekirdi. Bu sebeple ayetten böyle bir anlam çıkarılamayacağını düşünüyoruz.

 

Haksöz: İyiliği emir kötülüğü nehiy sorumluluğu sadece bir zümrenin görevi midir yoksa ümmetin tümü bu sorumluluğu yüklenmeli midir?

Said Şimşek: İyiliği emir görevi İslam ümmetinin temel görevidir: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız: Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Al-i İmran 3/110). Bu sorumluluk, ümmetin eğitilmesi açısından çok önemlidir. Bu konuda herkes üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmelidir. Mesela her baba ve anne, kendi çocuklarını belli bir seviyeye kadar eğitebilirler. Eğitim konusunda uzman olan kimseler de bu etkinlikte yer alırlar. Doğru olanın yaygınlaşması ve kötü olanın ortadan kalkması çabası toplum olarak verilmesi gereken bir mücadeledir.

 

Haksöz: Kur’an muhalif düşünce sahiplerine fikirlerini açıklama özgürlüğü verir mi?

Said Şimşek: Birçok ayette muhaliflerden Kur’an’ın bir benzerinin getirilmesi istenmekte ve bu konuda meydan okumaktadır. Kur’an incelendiğinde onun, inanç, ibadet, ahlak ve sosyal kurumlarla ilgili hükümler içerdiği görülecektir. Kur’an’la ilgili bu meydan okumaya karşılık, birileri bu alanın birinde veya hepsinde Kur’an’dan üstün görüş ve hükümlere salip olduğunu ileri sürecek olsa, din adına, bu kimsenin görüşlerini anlatmasına engel olmamız mümkün değildir. Aksi halde, meydan okumanın hiçbir anlamı kalmaz. Bu iddia sahiplerine yapılacak tek şey, görüşlerinin doğru olmadığını ilmi bir üslupla ortaya koymaktır.

Haksöz: Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederiz. (Sait Şimşek-12.02.2002 – Haksöz-Murat Kayacan)

http://haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=3209

posted in Download | 0 Comments