-
29th Aralık 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DABBETU’L-ARZ NEDİR??

[ÖZET SONUÇ: Dabbe, yeryüzünün canlı bir varlık gibi dile getirip konuşturulmasını ifade etmektedir. Kuran’ın, yerin, göğün, dağın, taşın, tabiatın, tarihin, güneşin, yıldızların, gecenin, gündüzün, tanyerinin, hatta insanın bizzat kendi ellerinin, gözlerinin, kulaklarının vs. dile gelip konuşturulması üslûbuna aşina olanlar için burada ne denmek istendiği gayet açıktır. “Yeryüzü dile gelip konuşacak, onlara üzerinde yaşadıkları sürece ne yaptıklarını bir bir haber verecek, günahlarını yüzlerine vuracak.”]

 

Kuran’da yer alan “Dabbetu’l-arz” ve “Yecüc ve Mecüc tabirleri bin bir türlü tartışma konusu olmaya devam ediyor. Öyle ki bu iki kelime üzerine başlı başına bir dini edebiyat üretildiğini söylememiz bile mümkündür.

Peki, Kuran bu tabirlerle ne anlatmaktadır?

Denmek istenen aslında nedir?

Bu yazının konusunu bunlar oluşturuyor.

DABBETU’L-ARZ; YERYÜZÜNÜN DİLE GELİŞİ

Kuran’da dabbetül-arz tabiri şöyle geçmektedir;

Harfi harfine: “Söz üzerlerine vaki olduğu zaman onlar için yeryüzünden bir ‘dâbbe’ çıkarırız. Onlara ‘kelime’ olur da insanların ayetlerimize kesin olarak inanmadığını söyler.” (Neml; 27/82)

Daha serbest çeviriyle; “Söz gerçekleştiği zaman, yeryüzünü canlandırıp dile getireceğiz. İnsanların ayetlerimize kesin olarak inanmadıklarını bir bir yüzlerine vuracak. (Neml; 27/82)

Daha sonra ayet şöyle devam ediyor; “O gün her milletten ayetlerimizi yalanlayanları ayrı bir grup olarak toplayacağız. Böylece topluca huzurumuza çıkarılacaklar. Huzura çıktıkları zaman Allah “Demek siz Benim ayetlerimi anlamadan dinlemeden yalanlıyordunuz? Değilse ne yapıyordunuz?” diyecek.” (Neml; 27/83-84)

Ayette geçen [DABBETU’L-ARZ] tabirinin “Yeryüzünün canlanışı” anlamında bir deyim olduğu anlaşılıyor. Sözlükte [DBB] kökü “Yavaş yavaş yürümek, yumuşak yürümek, emeklemek” anlamına geliyor.

Hastalık yavaş yavaş sirayet etti (dabbe’l-maraz), nehir yavaş yavaş aktı (dabbe’l-nehr), yavaşca yürütmek (idbâb), hayvan, yerde kımıldayan hayvan (dâbbe), ayı (debbu), tank (debâbe), emekleme, yavaş yürüyen, sürünen hayvan (debîb) kelimeleri bu köktendir…

Demek ki ayette geçen “Yeryüzünden bir ‘dâbbe’ çıkarırız, onlara ‘kelime’ olur da insanların ayetlerimize kesin olarak inanmadığını söyler” ifadesi bağlam içinde “Yeryüzünü canlı bir varlık gibi dile getirip konuştururuz; onlara ayetlerimize doğru dürüst inanmadıklarını, hep şüpheler içinde kıvranıp durduklarını söyler” anlamında kullanılmaktadır.

Kuran’ın, yerin, göğün, dağın, taşın, tabiatın, tarihin, güneşin, yıldızların, gecenin, gündüzün, tanyerinin, hatta insanın bizzat kendi ellerinin, gözlerinin, kulaklarının vs. dile gelip konuşturulması üslûbuna aşina olanlar için burada ne denmek istendiği gayet açıktır.

Ayette geçen [DBB] kelime kökünde yer alan “Yavaş yavaş yürümek” ile [KLM] kökünde yer alan “Kelâm etmek, yaralamak, yara açmak” anlamları ifadeye “Yeryüzü dile gelip konuşacak, onlara üzerinde yaşadıkları sürece ne yaptıklarını bir bir haber verecek, günahlarını yüzlerine vuracak” manası verir. Bu yorumu “varlığın dili ile konuşan Kuran’ın” metafizik gerilim içinde gelen üslûbundan çıkarıyoruz…

Yani burada durum şu ayetlerdeki gibidir;

Sonra duman halindeki göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de “İsteyerek geldik” dediler. (Fussilet; 41/11).

Cehenneme yaklaştıklarında kulakları, gözleri ve derileri dile gelip yaptıklarını bir bir anlatacak. Derilerine “Niçin dile gelip yaptıklarımızı bir bir anlattınız?” diyecekler. Onlar da “Bizi her şeyi söyleten Allah dile getirdi. Sizi de ilk defa O yarattı, yine O’na götürülüyorsunuz” diyecekler. Pervasızca günah işlerken kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin bir gün dile gelip aleyhinize tanıklık edeceğini hiç düşünmüyordunuz. Yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. (Fussilet; 41/20-22)

Öte yandan bununla kıyametten önce “dabbatu’l-arz” diye bir yaratığın ortaya çıkacağı, onun kıyamet alâmetlerinden olduğu da ileri sürülmüştür. Bu konudaki rivayetleri sıralayan Razi bu ayetin tefsirinde Allah’ın kitabında bunlara delâlet eden hiçbir delilin bulunmadığını söyler. Bu yorum “dabbe” kelimesine “bir yaratık” manası verilmesinden kaynaklanmaktadır. Burada bir isimden değil bir olaydan, bir fiilden bahsedildiğini düşünürsek, peri masallarına yatkın doğu kültürümüzde algılandığı şekliyle ağzından alevler saçan yedi başlı bir ejderhadan değil, bir dile gelmeden, bir tanık olmadan bahsedildiğini anlarız. Olay “Yeryüzünden canlı bir varlık çıkarmak” değil, mecazî olarak “Yeryüzünün canlı bir varlık gibi dile getirilişi”dir.

Şüphesiz bu Kur’an’ın tarihi olayları ve doğal çevreyi metafizik gerilim içinde konuşturan, hepsini tek bir organizma gibi kavrayan bakış açısının yansıtılmasıdır.
Bu bakış açısına göre bütün oluş ve akış tek bir organizma olup bölünmez bir bütündür. Hepsi birbiriyle etkileşim ve iletişim halindedir. Örneğin yeryüzü üzerinde yaşayan tüm canlıların ne yaptığını bir gün dile gelip ortaya dökecektir. İçine gömülü cesetlere “Haydi çıkın hesap vermeye” diyecektir. Güneş, ay, yıldızlar vs. hepsi dile gelerek kendilerini tanrılaştıranları ifşa edecektir. Gece dile gelip bağrında ne günahlar işlendiğini bir bir haber verecektir. Dahası insanın bizzat kendi eli, ayağı, gözü, kulağı vs. dile gelip ne günahlar işlendiğini haber verecektir.

Bu nedenle insanoğlu bizzat kendi organları başta olmak üzerine bastığı toprağın, içinde yaşadığı tabiatın ve yaşadığı tarihin tanıklığından kaçabileceğini sanmamalıdır. Çünkü hepsi tek bir canlı organizma olup, “Mutlak Oluş” un karakterini ve davranışı yansıtmaktadırlar. Nitekim Türkçede çok bilinen ‘Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı/Düşün altında binlerce kefensiz yatanı” (M. Akif) mısraı bu manayı çağrıştırır. İşte dabbetu’l-arz tabiri ile de buna benzer bir şekilde “Üzerinde yaşadığın yeryüzünü toprak diyerek geçme tanı/Düşün bir gün dile gelip her şeyi anlattığını” denmek istenmektedir… (R. İhsan Eliaçık- http://www.haber10.com/makale/2276/ )

posted in DABBE | 2 Comments

29th Aralık 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DABBET-ÜN-MİN-EL-ARZ

[ÖZET SONUÇ: Dabbe, Kur’an’daki her türlü canlı türü anlamına gelmektedir. Kütübü Sitte hadisçilerinden Buhari, Nesai, İbn Mace, Muvatta bu konuda hiç hadis zikretmemişlerdir. Diğer hadis kitaplarındakiler ise 27Neml/82 ayeti ile doğrudan ilişkili değildir.  Kıyamet alametleri arasında gösterilmesi, İsrailiyyat (Yahudi-Hıristiyan) kökenli bazı rivayetlerde yer almasındandır. 27Neml/82 ayeti, bağlam içinde 27Neml/67-85 ayetleriyle bütünsel olarak okunduğu zaman “Mahşerdeki hesap sorma ve hesap verme”den bahsedildiği görülür. “Dabbeh”, mahşerde ortaya çıkarılacak olan, yeryüzü maddelerinden mamul bir çeşit yayın aracıdır ki, kendisine yüklenmiş olanı (insanların Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıklarını) yayınlayacaktır/ anons edecektir.]

Kur’an’da yer alan bu ifade, izlenme oranlarını arttırma peşinde olan medya tarafından mesele yapılarak eskiden beri zaman zaman gündeme getirilmektedir. Geçtiğimiz günlerde de yine ısıtılıp ortaya çıkarılan bu konu hakkında, her zaman olduğu gibi bilir bilmez bir çok kişi ahkâm yürütmüştür. Ancak görülmüştür ki, konu hakkında ahkâm yürüten ve taşıdıkları unvan itibariyle bilgi sahibi olması gereken zevat, hazırlanmadan, ayet üzerinde herhangi bir çalışma ve araştırma yapmadan konuya yaklaşmışlar, sadece gelenekçiliğin ve kulaktan dolma, mesnetsiz bilgilerin üzerlerinde bıraktığı sağlamasız bilgi ve anlayışlarını ortaya koymuşlardır. Başka bir ifade ile, bu işe karışan kişilerin, bu konu hakkında yüzeysel bilgi sahibi oldukları ve ayetlerdeki gerçekleri fark edemedikleri kendi sözleriyle açığa çıkmıştır. Bu durumda konunun doğru bir şekilde ortaya konması ve hurafelerden temizlenmesi hususlarında, bilgi sahibi her Müslüman gibi bu fakire de işe karışmak görevi düşmüştür.

Konunun açıklığa kavuşturulması için harcayacağımız çabada Yüce Allah’tan yardım ve tevfikini esirgememek suretiyle bizi desteklemesini diliyor ve Rabbimizin bize nasip ettiği bilgileri herkesle paylaşıyoruz.

Dabbeh” nedir?

1) Sözcük anlamı:

“Dabbeh” sözcüğü, “debb” mastarından müştak (kökünden türemiş) ism-i fail kalıbında bir sözcüktür. Kök sözcük olan “debb”; “hafif yürüme, debelenme” anlamındadır. Bu sözcük genellikle vücuttaki bir çürüğün büyümesi, alkol veya uyuşturucunun bedene yayılması, manyetik yayılma, ışınım (radyasyon; bir kaynaktan çevreye parçacık akışı ya da dalga biçiminde enerji salınımı) gibi gözle takibi zor veya imkânsız olan hareketler ile haşerelerin, böceklerin hareketleri için kullanılır.

“Debb” kökünden türemiş olan “dabbeh” sözcüğü de ism-i fail kalıbıyla; “hafif hafif yürüyen, kıpırdayan (debelenen), gözle takip edilemeyecek kadar yavaş hareket eden veya hareketi gözle izlenemeyen şey” anlamına gelmektedir.

2) Kur’an’da “dabbeh”:

Bu sözcük Kur’an’da tekil ve çoğul olarak bir çok kez yer almıştır:

En’âm; 38: Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh/ canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler (önderli topluluklar) olmasın. Biz kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık. Sonra onlar Rabblerine toplanacaklardır.

Hud; 6: Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh/ canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. (Allah) Onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır. 

Hud; 56: Ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir dabbeh/ canlı yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir.

Nahl; 49: Göklerde ve yerde olan dabbehden/ canlılardan ne varsa ve melekler Allah’a secde ederler (boyun eğerler) ve onlar büyüklük taslamazlar.

Nahl; 61: Eğer Allah zulümleri nedeniyle insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun üstünde dabbehden/ canlılardan hiçbir şey bırakmazdı. Velâkin onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince de ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler.

Nur; 45: Allah her dabbehi/ canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimileri iki ayağı üzerinde yürümekte kimi de dört (ayak) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.

Ankebut; 60: Kendi rızkını taşıyamayan nice dabbeh/ canlı da vardır ki onları da, sizi de Allah rızıklandırır. Ve O, işitendir, bilendir.

Lokman; 10: (O), gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda her dabbehden/ canlıdan türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim olan çiftten bir bitki bitirdik.

Fatır; 45: Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun sırtında (yeryüzünde) hiçbir dabbehi/ canlıyı bırakmazdı, ancak onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah kendi kullarını görendir.

Şûra; 29: Göklerin ve yerin yaratılması ve onlarda (yerde ve gökte) her dabbehden/ canlıdan türetip yayması da O’nun ayetlerindendir. Ve O, dilediği zaman onların hepsini toplamaya güç yetirendir.

Casiye; 4: Ve sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı dabbehlerde/ canlılarda da kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.

Enfal; 22: Çünkü yeryüzünde devabbın/ canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan sağır-dilsizlerdir.

Görüldüğü gibi bu ayetlerde “dabbeh” sözcüğü, irili ufaklı tüm canlı yaratıklar için kullanılmıştır.

Sebe; 14: Ne zaman ki Biz onun ölümünü gerçekleştirdik, onun ölümüne onlara değneğini yiyen dabbetül arzdan (arz canlısından) başka hiçbir şey delâlet etmedi. (Onun öldüğünü onlara sadece değneğini yiyen dabbetül arz/ yer canlısı/ kurt bildirdi/ gösterdi, yani anlamalarına sebep oldu.) Ne zaman ki yüz üstü yere düştü ortaya çıktı ki: Cinler gaybı (Süleyman’ın bilmedikleri ölümünü) bilmiş olsalardı o alçaltıcı azap (hasret, gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk) içinde kalmazlardı.

Bu ayette ise “dabbeh” sözcüğü, diğerlerinden farklı olarak “dabbet-ül-arz” tamlaması hâlinde geçmektedir. Bu, farklı bir kullanım olup, “yer canlısı” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu ayetin, “dabbeh” sözcüğünün yine farklı bir tamlama içinde kullanıldığı Neml; 82 ayeti gibi, müstekıllen (bağımsız olarak) ele alınması ve incelenip açıklanması gerekir.

3) Hadislerde “dabbeh”:

“Sağlam” kabul edilen hadis kitabı yazarlarının birçoğu, başta Buharî, bu “dabbeh” rivayetlerine (söylentilerine) itibar etmemişlerdir. Bunlar içinden Tirmizi ise, kitabının “Tefsir” bölümünde “dabbeh” hakkında Ebu Hüreyre’den şu rivayeti nakletmiştir:

Ebu Hüreyre’den nakledildi ki, O şöyle dedi: “Dabbeh beraberinde Musa’nın asası ve Süleyman’ın mühürü olduğu halde çıkar. Asa ile Mü’minlerin yüzünü cilalar, mührü ile de kâfirlerin burnuna basar. Öyle ki, sofra ehli toplanınca biri diğerine “Ey mü’min!” der, diğeri de “Ey kâfir!” der.”

İmam Tirmizi bu rivayeti Neml suresinin 82. ayetinin tefsiri (!) ile ilgili olarak açıklamaya çalışsa da, ayet incelendiğinde bu rivayetin ayetle uzaktan yakından bir münasebetinin olmadığı görülmektedir. Diğer taraftan bu rivayet, İmam Ahmed, Tayalisî, Nâım İbn hammad, Abd ibn Hâmid, Hasen, İbn Mâce, İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Ebi Hatım, İbn Mevdüye, ve Beyhakî tarafından, hep kıyamet alâmetleri bahsinde konu edilmiştir.

İbni Cerir’in, Huzeyfe İbn Esid’den yaptığı rivayette ise bu dabbeh’in üç kere çıkacağı, çıkacağı yerler, ne zamanlar çıkacağı gibi hüccetsiz, mesnetsiz açıklamalar da bulunmaktadır.

Ayrıca, Müslim, Fitneler 118’de ve Ebu Davud, Melahim 12’de yer alan;

İbn-ü Amr İbn-ül-As anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: “Çıkış itibariyle, kıyamet alâmetlerinden ilki güneşin battığı yerden doğması, kuşluk vakti insanlara dabbehin çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de onun hemen peşindedir.”

rivayeti de kıyamet alâmetlerini konu almaktadır ve Neml; 82 ayeti ile hiç alâkası yoktur.

Bir çok hadisçinin itibar etmediği bu rivayetler, cahil zümrelerce allanıp pullanıp çeşitli şekillere sokulmuştur. Allama pullama işlemlerinin ilki; rivayetlerdeki “dabbeh” sözcüğünün, rivayet asıllarında olmamasına rağmen tercümelerin hepsine “el-arz” eklemesi ile “dabbet-ül-arz” olarak geçirilmesidir. Sonraki allayıp pullamaların tümü de bu uydurulmuş “dabbet-ül-arz” ifadesi üzerinden yapılmıştır. Dolayısıyla bu açıklamaların tamamı mesnetsizdir ve yapanların kişisel anlayışını yansıtmaktadır; dinî değeri yoktur, olamaz.

“Dabbeh” kıyamet alâmetlerinden midir?

Bu sözcük tamamen kıyamet alâmetlerinden biri olarak bahse konu edilmiş ve hakkında hep bu yönde martavallar uydurulmuştur. Bu sebeple de sözcük, bu anlam ekseninde kabul edilmiştir.

Aslında Neml 82 ayetinin yanlış anlaşılmasında, “dabbeh” sözcüğünün yanlış anlamda kabulü kadar, yabancı kültürlerin de payı vardır. Meselâ; Yuhanna İncili’nin Vahy bölümünün 18. kısmı ve devamı, böyle bir yaratıktan (yerden çıkan canavar) bahsetmektedir. Diğer taraftan Yahudilikte de buna benzer bir inanç mevcuttur. Nitekim yukarıda örneklerini verdiğimiz türdeki rivayetleri Müslümanlar arasına sokanlar, Ebu Hüreyre ve Vehb ibn Münebbih gibi Yahudi kökenli kimselerdir.

Sebebi ne olursa olsun, sonuç olarak “dabbeh” sözcüğü gerçek anlamı dışında zorlama ve uydurma anlamlar kazanmış, hatta kişiselleştirilmiştir. İşte bazı örnekler:

Ragıb-el-İsfehanî’ye göre “Dabbetül arz”, hayvan kabul edilen şerli, zararlı kimselerdir. Bu görüşü benimseyenler, günün adamı Usame bin Laden’i “dabbeh” ilân etmişlerdir.

Bazılarına göre de “dabbeh”; “casus” demektir.

Ali’ye göre “dabbeh”; “sakalı olan bir adam”dır.

Hamdi Yazır’a göre “dabbeh”; “tren, otobüs, uçak ve araba” olabilir.

Fethullah Gülen’e göre “dabbeh”; “Aids virüsü” olabilir.

Said Nursî’ye göre “dabbeh”; “bit salgınıdır, çekirge, kurbağa istilasıdır.”

Yaşar Nuri Öztürk’e göre “dabbeh”; “S. W. Hawking” olabilir.

Hüseyin Hatemi’ye göre de “dabbeh”; “Yaşar Nuri Öztürk’ün taa kendisidir.”

Asıl konumuz; Neml; 82 ayetidir.

Neml; 82: Söz üzerlerine vaki olduğu/ gerçekleştiği zaman onlar için, insanların ayetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara konuşan arzdan bir dabbeh de çıkardık.

Dikkat edilirse bu ayet bağımsız bir cümle olmayıp, bir paragrafın cümlelerinden birisidir. Yani ayetteki konunun, bu ayetten evvel ve sonra başka cümleleri de vardır. Bu ayet, konuyla ilgili diğer ayetler dikkate alınmadan tek başına değerlendirmeye alınırsa, ne zamirler mercilerine gönderilebilir, ne de ayetin ilk sözcüğü olan “vav-ı atıfe (ve bağlacı)” ilgili yere bağlanabilir. Bize göre şimdiye kadar yapılmış olan hatalar hep bu yüzden meydana gelmiştir. Dolayısıyla bu ayetin ve içinde geçen “dabbet-ün-min-el-arz” ifadesinin iyi anlaşılabilmesi için, ayetin içinde bulunduğu paragrafın tümünün (Neml; 67-85. ayetler) ele alınması gerekir:

Neml; 67-85: Ve şu inkâr edenler, “Biz ve atalarımız toprak olduktan sonra mı, gerçekten biz mi dirilip çıkartılacağız. Ant olsun, bu (azap ve dirilme tehdidi), bize ve daha önce atalarımıza vadedilmişti. Bu, ancak geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir.” dediler.

De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da, suçluların-günahkârların sonlarının nasıl olduğuna bir bakın.”

Sen onlara karşı hüzne de kapılma ve onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da sıkıntı içinde olma!

Ve: “Eğer doğruyu söyleyenler iseniz, bu vadedilen (azap) ne zaman?” diyorlar.

De ki: “Belki de çabuklaştırmakta olduğunuzun bir kısmı size yetişmiştir bile.”

ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, insanlara karşı büyük lütuf sahibidir de, velâkin onların çoğu şükretmiyorlar.

Şüphesiz, senin Rabbin, onların sinelerinin gizli tutmakta olduklarını da, açığa vurduklarını da kesin olarak bilmektedir de.

Ve gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın.

Gerçek şu ki, bu Kur’an İsrailoğullarına, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin bir çoğunu aktarıp anlatmaktadır.

Ve gerçekten o (Kur’an), müminler için bir kılavuz ve bir rahmettir.

Şüphesiz senin Rabbin onların arasında kendi hükmü ile karar verir. O, üstün olandır, bilendir.

Öyleyse sen, Allah’a tevekkül et; şüphesiz sen apaçık olan hak üzerindesin.

Gerçekten sen, ölülere dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçtıkları zaman sağırlara da çağrıyı işittiremezsin.

Sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete erdirici de değilsin; sen ancak, ayetlerimize iman edenlere -ki onlar teslim olanlardır- söz dinletebilirsin.

Söz üzerlerine vaki olduğu/ gerçekleştiği zaman onlar için, insanların ayetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara konuşan arzdan bir dabbeh de çıkardık.

Ve her ümmetten (önderli topluluktan) ayetlerimizi yalan sayanlardan bir grup topladığımız gün, artık onlar tutuklanıp  dağıtılırlar.

Ve geldikleri zaman, O (Allah) der ki: “Siz benim ayetlerimi, bilgi bakımından kavramadığınız hâlde yalanladınız mı? Ya da ne yapıyordunuz?”

Zulmetmelerine karşılık, SÖZ kendi aleyhlerine gerçekleşmiş bulunmaktadır, artık onlar konuşmazlar da.

Görüldüğü gibi bu paragrafta Yüce Allah bizleri uyarmak için mahşer ile ilgili ayrıntılar bildirmekte ve konumuz olan ayet de bu uyarı pasajının bir cümlesini teşkil etmektedir. Ancak, ayetin ve konunun anlaşılabilmesi için önceden öğrenilmesi lâzım gelen bir ifade vardır ki bu “SÖZ ifadesidir. Bu ifade Kur’an’ın başka ayetlerinde de geçmektedir:

Ya Sin; 7: Ant olsun, onların çoğu üzerine Söz hak olmuştur. Artık onlar inanmazlar.

Ya Sin; 70: Diri olanları uyarmak ve kâfirlerin üzerine Söz’ün hak olması için.

Neml suresinin 82. ve 85. ayetlerinde “gerçekleşmiş olan SÖZ” olarak vurgulanan “söz”ün ne olduğu ise yine Kur’an’dan öğrenilebilir:

Secde; 13: Ve eğer Biz dileseydik her nefse (kişiye) hidayetini verirdik. Velâkin Benden: “Bütün insanlar ve cinlerden (herkesten) cehennemi elbette tamamen dolduracağım.” sözü hak olmuştur.

Hud; 118-119: Eğer Rabbin dileseydi, insanları elbette tek bir ümmet (önderli topluluk) kılardı. Oysa onlar anlaşmazlığı sürdürmektedirler. Rabbinin rahmet ettiği kişiler hariç. Onları işte bunun için yarattı. Ve Rabbinin Söz’ü; “ANDOLSUN, CEHENNEMİ CİNLERDEN VE İNSANLARDAN, ONLARIN TÜMÜNDEN DOLDURACAĞIM.” tamamlanmıştır.

Ayetlerden açıkça görülüyor ki Yüce Allah bir karar vermiş, bir takdirde bulunmuştur. Buna göre Rabbimiz; kâfirleri cezalandırılacak, cehennemi ins ve cinnden (herkesten) dolduracaktır. Bunun için de insanları mahşerde toplayıp onlardan hesap soracaktır. İşte ayette konu edilen “söz” budur, yoksa bir çok mealdeki gibi kıyamet falan değildir.

Neml; 82 ayetinin tahlili:

Ayet “ve” bağlacıyla başlamaktadır. Bu ise, yukarıda vurguladığımız gibi, ayetin iptidaî bir kelâm olmayıp, bir konunun devamı olduğunu gösterir. Ama piyasadaki tefsir (!) ve meallerde bu husus maalesef hiç dikkate alınmamıştır.

Ayetteki “VAKAA” sözcüğü “fiil-i mazi”dir, yani geçmiş zaman kipindedir. Demek ki, kıyamet kopmuş, yeryüzü yok olmuştur. Zaman “haşr” zamanıdır, gün hesap verme günüdür. Suçlular, cehennemi doldurmak üzere hesaba çekilmektedir. Ayetteki ifadelerin, kıyametle veya kıyametin yaklaştığı bir zaman dilimiyle hiç mi hiç alâkası yoktur. Piyasalarda mevcut meal ve tefsirlerin (!), bu cümleyi İstikbal (gelecek zaman) kipiyle çevirmiş olanları kesinlikle yanlıştır. Zaten “dabbeh”i kıyamet alâmetlerinden sayan kabul de bu yanlıştan kaynaklanmaktadır.

Kur’an’da “dabbeh”in kıyamet alâmeti olduğuna dair hiçbir veri olmadığı gibi, “dabbeh”i kıyamet alâmeti olarak gösteren uyduruk kitap ve benzeri şeyler, bu asılsız iddialarına “sahih sünnet” denilen rivayetlerden bile bir destek bulamamışlardır; mesnetsizdirler. Kıyamet alâmetleri, yani kıyametin kopması sürecindeki olaylar Kur’an’da Kamer, Kıyamet, Tekvir, İnfitar, İnşikak, Ğaşiye ve Kaaria surelerinde bizzat Allah tarafından açıklanmıştır.

Neml suresinin 67-85. ayetlerinden oluşan paragrafta ise, “mahşerdeki hesap sorma ve hesap verme”den bahsedilmektedir. Bu ayetlerde mahşer anındaki olaylardan bir safha, insanlarca iyi anlaşılması için, temsilî bir anlatımla, sanki bir tiyatro sahnesi gibi gözler önüne sunulmuş, sergilenmiştir. Bilindiği gibi Yüce Allah, bizleri inzar/ uyarmak için mahşer sahnelerini oyuncularıyla, dekorlarıyla, aksesuarlarıyla ve de replikleriyle Kur’an’ın bir çok yerinde tekrarlamıştır. İşte iki örnek:

Fussılet; 19-25: Allah’ın düşmanlarının bir araya getirilip toplandıkları gün artık onlar, ateşe dağıtılırlar.

Sonunda oraya geldiklerinde, onların işitme, görme duyuları ve derileri yaptıkları şeyler ile ilgili kendi aleyhlerinde şahitlik ederler.

Ve onlar kendi derilerine, “Niye aleyhimize şahitlik ettiniz?” dediler. Dediler ki: “Her şeyi konuşturan Allah, bizi konuşturdu ve sizi ilk defa O yarattı ve ona döndürülmektesiniz.

Siz, işitme, görme duyularınız ve derileriniz aleyhinize şahitlik eder diye sakınmıyordunuz. Velâkin yapmakta olduklarınızın bir çoğunu Allah’ın bilmeyeceğine inandınız.

İşte bu sizin inancınız; Rabbiniz hakkında beslediğiniz inancınız, sizi bir yıkıma uğrattı, böylelikle hüsrana uğrayanlardan oldunuz.”

Şimdi eğer sabredebilirlerse, artık onlar için konaklama yeri ateştir. Ve eğer özür bildirmeye çalışsalar onlar özrü kabul edilecekler değildirler.

Biz onlara karinleri (bir takım yakınları/ İblislerini) kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar da, önlerinde ve arkalarında olanları kendilerine süslü gösterdiler. Cinnlerden ve insanlardan (herkesten) kendilerinden önce gelip geçmiş ümmetlerde  yürürlükte olan SÖZ onların üzerine hak oldu. Şüphesiz onlar, hüsrana uğrayanlar idiler.

Ya Sin; 63-65: İşte bu, size vadedilmiş olan cehennemdir.

İnkâr etmiş olduğunuz şeylere karşılık olmak üzere bugün oraya girin.

Bugün Biz onların ağızları üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik eder.

Min-el arzı / yeryüzünden

Ayetteki bu ifadede “harf-i cerr” olan “min” edatı için gelenekçiler, “çıkardık” fiilini müteallek olarak kabul etmişler ve ifadeyi “Yeryüzünden bir dabbeh çıkardık” mealinde aktarmışlardır. Bize göre ayeti anlamaya engel yanlışların bir tanesi de budur. Çünkü, mahşer anında bizim bildiğimiz yeryüzü olmayacaktır ki ondan (yeryüzünden) “dabbeh” denilen şey çıkarılsın. Arapça dil bilgisi kuralları gereği her “harf-i cerr”e mutlaka bir müteallek gerektiğine göre, bizim düşüncemiz ifadedeki “min” “harf-i cerr”ine müteallek olarak mukadder “kaineten veya “mamuleten” mana fiillerinin öngörülmesi yolundadır. Bu takdirde ifade; “yeryüzünden yapılmış bir dabbeh” anlamına gelmektedir. Yani “dabbeh”, arz/ yeryüzü maddelerinden yapılmıştır; canlı (bazılarının ileri sürdüğü gibi “melek” cinsinden) değildir.

İnsanların Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıklarını” konuşur

Dikkat edilecek olursa “dabbeh”, insanlarla değil, insanlara konuşacaktır. Bu demektir ki, bu konuşma “dabbeh” tarafından tek taraflı yapılacaktır. Yani insanlarla karşılıklı bir diyalog söz konusu değildir. Bu konuşma da sadece, insanlara, Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıklarının duyurulmasından ibarettir.

Peki, bu “dabbeh” ne olabilir? Cansız maddelerden yapılmış, hareket eden, konuşan bir şey? Sanki bir teyp, televizyon, video, bilgisayar, robot … ya da günümüzden kıyamete kadar olan zamanda geliştirilecek başka bir cihaz?

Tefsirciler (!) arasında “dabbeh” üzerinde en fazla duran ve meseleyi önemseyen İbn-i Kesir’dir. Ama o da “dabbeh” sözcüğünü kıyamet alâmetleri sadedinde açıklamış, bu konudaki rivayetlere (söylentilere) geniş yer vermiş ve bu rivayetleri (söylentileri) aşamamıştır. Konunun sonunu da “Bütün bunlar tartışma götürür.” diye bitirmiştir.

Bir diğer tefsirci (!) İbn-i-Abbas ise, ayette geçen “tükellimühüm (onlara konuşur)” ifadesini iyi anlayamadığı için, işin içinden çıkamamış ve ifadeyi “tekellimühüm (onları yaralar)” şeklinde okumuştur. İbn-i-Abbas’ın ifadeyi bu şekilde okuması, tabiî ki onun yaşadığı çağda cansız maddelerden yapılmış bir aletin, bir makinenin konuşmasının, hareket etmesinin hayal bile edilememesinden kaynaklanmaktadır.

İlerdeki çağlarda, bugünkü bilgimizle yukarıda saydığımız duyuru cihazları mutlaka “ilkel” olarak nitelenecek ve o zaman “dabbeh” sözcüğünü, yine cansız maddelerden yapılmış ve insanlara duyuru yapan, ama o zamanki günün modern araçları ifade edecektir.

Sonuç olarak “dabbeh”, mahşerde ortaya çıkarılacak olan, yeryüzü maddelerinden mamul bir çeşit yayın aracıdır ki, kendisine yüklenmiş olanı (insanların Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıklarını) yayınlayacaktır/ anons edecektir.

İşte Neml suresinin 82. ayetinin orijinalinde anlatılan bunlardır. Bu vesile ile bizim en büyük sevincimiz, yazımızı okuyanların Kur’an ile bir nebze daha tanışmış, yakınlaşmış olmasıdır.

(Hakkı Yılmaz) http://www.tebyinulkuran.com/index.php?page=48—neml

http://www.istekuran.com/index.php?page=neml

posted in DABBE | 0 Comments

29th Aralık 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DABBETÜ’L-ARZ-DİYANET İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

[ÖZET SONUÇ: Yahudi ve Hıristiyan teolojisine göre dabbe, dünyanın sonuna doğru gelecek olan canavardır (antichrist veya deccal).  Konuyla ilgili ha­dislere gelince, hiçbiri mütevâtir olma­yan bu hadislerin ilgili âyetten farklı ola­rak içerdikleri açıklamalar kesin bilgi de­ğil sadece zan ifade eder. Haber-i vâhid (tek kanallı) denilen bu çeşit rivayetlerin akaid ala­nında delil olamayacağı kelâm ilminin bir ilkesi olarak benimsenmiş ve bu tür açıklamaların bağlayıcı olmadığı kabul edilmiştir. Çoğu eşrât-ı saat (Kıyamet şartları) kitapla­rında geçen konuyla ilgili ayrıntılı bilgi­leri özetleyen Fahreddin er-Râzî kendi kanaatini şu cümlelerle bitirmektedir: “Şunu bilmelisin ki Kur’an’da bu husus­ların hiçbiri hakkında herhangi bir delil mevcut değildir. Eğer Hz. Peygamber’den sahih bir haber gelmişse kabul edi­lir, değilse hiçbir açıklama dikkate alın­maz“.]

  Kıyamet alâmetlerinden biri olarak kabul edilen yaratık.

….

Arapça’da “yavaş ve sessizce yürümek; nüfuz ve sirayet etmek” mânalarına ge­len debb veya debîb kökünden sıfat olan dâbbe “yeryüzünde yürüyen her tür can­lı” ve özellikle “binek hayvanı” anlamla­rında kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’in on dört âyetinde tekil, dört âyetinde de çoğul şekliyle (devâb) yer alan kelime, bazan sadece yeryüzünde yürüyen, bazan hem yerde hem gökte bulunan, bazan da yer belirtmeksizin mutlak olarak hareket eden bütün canlılar mânasına gelir. Bun­lardan Sebe’ sûresinde geçen dâbbetül-arz (34/14) Hz. Süleyman’ın asasını yi­yen “ağaç kurdu” anlamındadır.

Yahudi ve Hıristiyan teolojisinde İs­lâm’ın dâbbetü’l-arz telakkisine benze­yen bir yaratıktan beast dragon, leviathan ve rahabi gibi farklı adlarla söz edil­mektedir. Kozmo­gonik bir mit olarak kabul edildiği an­laşılan ve ejderha şeklinde tasvir edilen bir canavardan Ahd-i Atîk’İn çeşitli yer­lerinde söz edilmekte, bu garip yaratı­ğın dünyanın başlangıcında Rab Yahve tarafından öldürülmek veya bağlı tutul­mak suretiyle bertaraf edildiği ve sonunda Rabb’e boyun eğmek zorunda kaldı­ğı anlatılmakta, ancak bu canavarın dün­yanın sonuna doğru tekrar yeryüzüne dö­neceği belirtilmektedir.

Ahd-i Cedîd’de ise kendisinden genellikle şey­tanla özdeşleştirilerek söz edilen bu ca­navar ve taraftarlarının Tanrı’ya karşı sürdürdükleri amansız mücadelenin on­ların yenilgisiyle bittiği anlatılmaktadır. Tanrı ile mücadele ederek ye­nilen, ancak dünyanın sonuna doğru tek­rar zuhuru beklenen bu canavar-yaratık düşüncesinin Bâbil kültürüne dayandığı öne sürülmüştür. Bu anlayışın zamanla şeytan figürüyle birleştirilerek Hıristiyan­lığın “antichrist” (deccâl) telakkisine te­mel oluşturduğu kaydedilmektedir.

Bazı müsteşrikler, Müslümanlardaki dâbbetü’l-arz inancında Hıristiyanların “beast” telakkisinin etkisi bulunduğunu iddia etmişlerdir. Ancak ko­nuyu daha objektif kriterlerle inceleyen Batılı yazarlar, her iki dinin söz konusu telakkilerinden birinde “Tanrı’nın mut­lak mânada yanında ve emrinde olma”, diğerinde ise “Tanrı’ya ve emirlerine sü­rekli karşı olup O’nunla mücadele etme” gibi temelde birbiriyle çelişen bir fark bulunduğuna dikkat ederek her iki teo­lojinin bu konudaki telakkilerinde bir et­kileşimden söz edilemeyeceğini belirtmişlerdir.

Kur’an’da kıyametin yaklaştığını ifa­de eden âyetlerle bu dehşetli olayın alâmetlerine genel ola­rak işaret eden beyanların yer alması, Müslümanlar arasında yakın bir gelecekte kıyamet alâmetlerinin zuhur edeceği inancını doğurmuş, konuyla il­gili olarak Hz. Peygamber’den nakledi­len açıklamalar da bu inancı pekiştirmiş­tir. Birçok hadis kaynağında başlı başı­na bir bölüm oluşturan, müstakil eser­lere de konu teşkil eden “eşrât-ı saat” (kıyamet alâmetleri) büyük ve küçük, fiilen vâki olanlar ve kıyamete çok yakın bir zamanda gerçekleşecek olanlar şeklinde çeşitli taksimlere tâbi tutularak incelene gelmiştir. İslâm akaid ve kelâm kaynaklarında kıyamet alâmetleri sayı­lırken dâbbetü’l-arzın çıkışına da ayrı bir başlık altında yer verilmiş ve bu hu­sus, kıyamete çok yakın bir zamanda gerçekleşecek olağan üstü olaylar ara­sında sayılmıştır. Dâbbe kelimesinin İslâmî literatürde kabul edilen söz konusu eskatolojik anlamına en uygun kulla­nımı Kur’an-ı Kerîm’in sadece, lâyık ol­dukları azabın gerçekleşme zamanı ge­lince onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da bu varlık insanların âyetlerimize gerçekten inanmadıklarını kendilerine söy­ler” mealindeki âyette yer almıştır.

Müslim’in el-Câmi’u’s-sahîh’i ile Ebû Davud‘un es-Sünen’inde dâbbetü’l-arz konusuyla ilgili rivayetlerde bu varlığın özelliklerinden söz edilmeden sadece or­taya çıkışının bir kıyamet alâmeti oldu­ğu haber verilir.

Tirmizi’nin el-Câmi’u’s-sahîh’i ve İbn Mâce‘nin es-Sünen’inde Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadiste, dâbbetü’l-arzın Hz. Süleyman’ın mührü ile Musa’nın asasına sahip olacağı ve asâ ile mümi­nin yüzünü parlatırken mühürle kâfirin burnunu damgalayacağı ifade edilir.

Buhâri’nin el-Câmi’u’s-sahîh’i ve Nesâî’nin es-Sünen’inde ise konu ile ilgili her­hangi bir rivayet tesbit edilememiştir.

Kelâm literatüründe dâbbetü’l-arz ko­nusu, ilgili âyetlerle hadislerin ışığı altın­da sadece bir kıyamet alâmeti olarak ele alınmış, Ehl-i sünnet’in sem’iyyât alanına giren konularda yorum ve tah­minlerden kaçınma esası bu hususta da benimsenerek Kur’an’ın dehşetli bir ha­dise şeklinde takdim ettiği kıyametin kopmasına, bundan önce vuku bulacak bazı fevkalâde olaylara, bunlardan biri olarak da dâbbenin çıkışına inanmanın gerekli olduğu belirtilmiştir.

Dâbbetü’l-arzın şekli, çıkışı ve özellikleri hususun­da Kütüb-i Sitte dışındaki kaynaklarda yer alan ve bazı tefsirlere de intikal et­miş olan, ancak sened ve metin açısın­dan tenkit edilebilen İsrâiliyat (Yahudi ve Hristiyan kaynaklı uydurmalar) türünden rivayetler, eşrât-ı saat konusunda geniş bir literatür oluşturmuştur. Bu ayrıntılı rivayetlere göre, olağan üstü özellikler taşıyan dâbbetü’l-arzın 60 arşın boyun­daki vücudu tamamen kıllarla kaplı olup sakallı, boynuzlu, iki kanatlı, öküz baş­lı, domuz gözlü, fil kulaklı, aslan yeleli, kaplan renkli ve koç kuyrukludur. Bir kuşluk vakti elinde Hz. Süleyman’ın müh­rü ve Musa’nın asası olduğu halde Mek­ke’de bir ya­ğız at hızıyla ortaya çıkacak (bazı rivayet­lerde çıkışı üç gün sürecek veya üç günde vücudunun ancak üçte biri zuhur edebile­cek), başı bulutlara değen, boynuzlan arasında 1 fersahlık mesafe bulunan bu garip yaratık, inananlarla inanmayanla­rın birbirinden kolayca ayırt edilebilme­si için elindeki asâsıyla müminlerin yü­zünü parlatacak, mührü ile de kâfirlerin burnunu damgalayacak, onları zelil ve perişan edecektir.

Bazı müfessirler, ilgili âyette geçen lafızların etimolojik ve se­mantik özellikleriyle söz konusu ayrıntı­lı rivayetlerin ortak unsurlarını dikkate alıp âhir zamanda bir kıyamet alâmeti olarak zuhur edecek bu canlının bilinen bütün canlılardan farklı bir yapıya sahip bulunacağını ileri sürmüşler, söz konu­su âyette konuşma özelliğine işaret edil­mesinden ötürü onun bir insan, diğer rivayetlerde sakallı oluşunun belirtilme­sinden dolayı da erkek olarak düşünül­mesi gerektiği yolunda yorumlar yapmış­lardır. Bu arada, Ehl-i sünnet’e ters dü­şen düşünce ve beyanları sebebiyle Sün­nî âlimlerin ağır tenkitlerine hedef oldu­ğu bilinen Şiî muhaddis (hadisçi) Câbir el-Cu’fî’ye (ö 128/746) ait iddiaya göre dâbbe-tü’l-arz Hz. Ali’dir. Ancak bu görüşün rec’at (dönüş) fikriyle bağlantılı olduğu kabul edilmiş­tir. Aynı rivayetlerde yer alan mühür ve asâ motiflerinin hâkimiyet, idare ve sal­tanatı simgelemesinden hareketle dâb­betü’l-arzın, harikulade bir maddî ve ma­nevî saltanatın sahibi olarak sırf adalet ve hayır faaliyetlerinde bulunacak önem­li bir şahsiyet olması gerektiği düşünül­müştür. Dâbbetü’l-arzın, âhir zamanda artması beklenen ve manevî özellikleri itibariyle hayvan gibi olan, hatta onlardan aşağı seviyede bulu­nan şerîr insanları simgelemesi de muh­temeldir. Ana hadis kaynaklarının deccâl ile ilgili rivayetleri arasında yer alan Fâtıma bint Kays tarikli Temîm ed-Dâri kıs­sasında sözü edilen, vücudu kıllarla kaplı hayvanın dâbbetü’l-arz olduğu da ile­ri sürülmüştür.

Dâbbetü’l-arz âyetinde geçen “tükellimühüm” (onlara söyler) fiilinden hare­ketle dâbbetü’l-arzın hangi dille konu­şacağı bile tartışılmıştır. Ancak bu fiilin “ya­ralamak” anlamına da gelebileceğini ve ilgili âyetin buna göre değerlendirilmesi gerektiğini savunanlar da olmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’de dâbbetü’l-arzla ilgi­li tek kayıt olan Neml sûresinin 82. âye­tinden önceki altı âyette, hidayet ve rah­met vesilesi olan Kur’an’ın İsrâiloğulları’nın ihtilâf edegeldikleri konuların pek çoğunu vuzuha (açıklığa) kavuşturduğu, fakat onun tebliğcisi olan Hz. Muhammed’in, ger­çeğe tamamen sırt çevirmiş, manevî an­lamda kör, sağır ve ölü durumundaki kişilere çağrısını işittiremeyeceği ifade edilmektedir. Bu ifadelerin hemen ar­dından da söz konusu inkarcıların lâyık oldukları ilâhî hükmün (kavl) gerçekleş­me zamanı gelince yerden bir dâbbenin çıkarılacağı haber verilmektedir. Taberî bu âyette geçen “kavl” kelimesinin “ilâ­hî azap” anlamında olduğunu kaydeder. Neml süresin­deki bu âyetlerin birbirine bağlı olarak incelenmesinden anlaşılacağı üzere dâb­benin ortaya çıkışı, dinî gerçeklere karşı direnişlerin ileri boyutlara vardığı dö­nemlerde olacaktır. Bazı âlimlerin kana­atlerine göre dâbbenin zuhuru daha çok “emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker” görevinin ihmal edildiği zamanlarda ve sadece bir defa değil, üç defa vuku bu­lacaktır.

Dâbbe konusu il­gili âyet ve ondan önceki ayetlerin çiz­diği çerçeve dahilinde düşünüldüğü tak­dirde bu kavramın yeryüzündeki bütün insanları kapsamayan, belli olumsuz şart­ların ortaya çıkması halinde sadece be­lirli yerlerde vuku bulan veya vuku bu­lacak olan sosyal bir sarsıntıyı semboli­ze ettiği düşünülebilir. Bu sarsıntının, başka bir deyişle ilâhî azabın mahiyeti ve ayrıntıları hakkında Kur’an’da her­hangi bir beyan yoktur.

Konuyla ilgili ha­dislere gelince, hiçbiri mütevâtir olma­yan bu hadislerin ilgili âyetten farklı ola­rak içerdikleri açıklamalar kesin bilgi de­ğil sadece zan ifade eder. Haber-i vâhid (tek kanallı) denilen bu çeşit rivayetlerin akaid ala­nında delil olamayacağı kelâm ilminin bir ilkesi olarak benimsenmiş ve bu tür açıklamaların bağlayıcı olmadığı kabul edilmiştir.

Çeşitli kıyamet alâmetleri hak­kındaki hadisleri rivayet eden Buhâri’nin el-Câmi’u’s-sahîh’inde dâbbetü’l-arz­la ilgili herhangi bir kaydın bulunmama­sı. Kütüb-i Sitte’deki diğer rivayetlerin de ayrıntı vermemesi dikkat çekicidir. Bu durumda, Tirmizi’nin el-Câmi’u’s-sahîh’i ile İbn Mâce’nin es-Sünen’inde Ebû Hüreyre’den rivayet edilen hadisin verdiği kısa bilgi, dâbbetü’l-arz âyetinin “…insanların âyetlerimize gerçekten inan­madıklarını kendilerine söyler” mealin­deki son kısmının maddîleştirilmiş veya sembolize edilmiş bir açıklaması görü­nümündedir. Çoğu eşrât-ı saat (Kıyamet şartları) kitapla­rında geçen konuyla ilgili ayrıntılı bilgi­leri özetleyen Fahreddin er-Râzî kendi kanaatini şu cümlelerle bitirmektedir: “Şunu bilmelisin ki Kur’an’da bu husus­ların hiçbiri hakkında herhangi bir delil mevcut değildir. Eğer Hz. Peygamber’den sahih bir haber gelmişse kabul edi­lir, değilse hiçbir açıklama dikkate alın­maz“. (Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Dabbetu’l-arz maddesi)

 

posted in DABBE | 0 Comments