-
6th Temmuz 2008

Büyü-Diyanet İslam Ansiklopedisi

posted in BÜYÜ-SİHİR |

BÜYÜ (Öz):

“Büyü menfaat kökenli bir disiplindir; Allah, peygamber, din tanımaz. Bazı du­rumlarda onları ve kutsal metinleri is­tismar eder. Büyüde Tanrı’nın irade ve kudreti üstünde işler başarılabileceği id­diası vardır. Bütün bunlar büyücüye pey­gamberden de Tanrı’dan da daha bü­yük değer vermek anlamını ortaya çıkar­maktadır. Büyücülerin her şeyi bildiği, başaramayacakları şeylerin bulunmadı­ğı tarzındaki inançlar İslam’a ters düş­mektedir. Bu yüzden bazı müslüman bil­ginler büyüyü, hiçbir gerçekliği bulun­madığı, aldatmacadan ibaret olduğu dü­şüncesiyle tamamen reddetmişlerdir.” (Bkz.Türkiye Diyanet Vakfı İSLAM ANSİKLOPEDİSİ Büyü maddesi)

BÜYÜ (Genel):

Tabiat üstü güçler yardımıyla tabiatı etkileyerek olağan üstü sonuçlar elde etme esasına dayanan faaliyetler için kullanılan bir terim…

Büyü, “tabiat üstü gizli güçlerle ilişki kurula­rak yahut kendilerinde gizli güçler bu­lunduğuna inanılan bazı tabii nesneler kullanılarak zararlı, faydalı veya koruma gayeli bazı sonuçlar elde etmek için ya­pılan işler” şeklinde tarif edilebilir. Kut­salla ilişkisi bulunmaması ve ahlâkî amaç taşımaması büyünün en temel özellik­leridir; başlıca gayesi ise daima çıkar sağlamaktır. Büyünün asıl amacı insana ve olaylara etki ederek bol ve çok avla­ma, balık tutma, hayvan yetiştirme, düş­manı yenme, zarara uğratma veya öl­dürme, çocuk, ürün ve mal çoğaltma, kadın elde etme, hastalıktan kurtulma, kısacası bitkileri, hayvanları, insanları, tabiat olaylarını ve güçlerini kontrol ederek şu veya bu kişi yahut kişilere iyilik ya da kötülük etmek suretiyle bir men­faat sağlamadır. Büyü, olağanüstü etki­leyici bir güç veya bilgiye sahip olduğu­na inanılan bazı insanlara yaptırılır. Bun­lar büyücü, şaman, sihirbaz, hekim gibi toplumlara göre adları değişen kimse­lerdir. Bunların güçlerini iyiye de kötüye de kullanabileceklerine inanılır. Büyüde araç olarak ruhlar, cinler, şeytanlar, can­lı veya ölmüş bazı hayvanlar, cisimler, şekiller, hatta adlar kullanılır. Tarih bo­yunca büyüye başvurulduğu gibi günü­müzde de en gelişmiş toplumlarda bile büyü yapanlara ilgi duyanlar vardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de geçen sihir kelime­si büyü anlamını da taşımakla birlikte sihir büyüden daha geniş kapsamlıdır; büyü ile sihrin bazı şekilleri arasında farklar vardır. Öte yandan Türkçe’de bü­yücü ile sihirbaz aynı anlama gelmemek­tedir. Sihirbazlıkta gözü, görüşü alda­tan, hokkabazlık, el çabukluğu ve renk yanıltmasına dayanan bir sanatı yürüt­me anlamı da vardır. İllüzyonizm, man­yetizma, hipnoz, telepati gibi teknikleri uygulayan sihirbazdır. Büyücü ise iyi ve­ya kötü varlıkların yardımını sağlayan, büyü tekniğini, usullerini, tılsımlı sözle­ri, iksirleri, uygun materyali, muskaları, diğer ilgili maddeleri bilen ve kullanan kimsedir. Cadılar ve kâhinler büyücüler­le karıştırılırsa da aslında onlarınki bir teknik değil şahsî kabiliyettir.

Din ve Bilimle İlişkisi. Antropoloji, et­noloji, sosyoloji, fenomenoloji, dinler ta­rihi, mitoloji gibi bilim dallarıyla uğra­şanlar büyünün nitelik ve özellikleri, ta­rif ve tasnifi, dinle büyünün ilişkisi, ben­zer ve farklı yönleri üzerinde durmuşlar­dır. Bunlar arasında E. B. Tylor, J. G. Fra-zer, Levi-Strauss, M. Mauss, Liyy Bruhl, B. Malinovvski gibi bu konudaki araştır­ma ve iddialarıyla meşhur kimseler var­dır. Antropolojik yönden büyüyü ilk de­fa inceleyen E. B. Tylor (ö. 1917) onu bir ölçüde bazı psikolojik temellere dayan­dırmakla birlikte daha çok içtimaî plan­da ele almıştır. Tylor Phmitive Culture adlı kitabında büyüyü sonradan Frazer’in de benimseyeceği şekilde “sahte bilim” olarak nitelendirip ilkel kabile mensup­larının büyü ile olaylar arasında kendi­lerine göre bir sebep-sonuç ilişkisi kur­duklarını belirtti ve dinle büyünün aynı düşünce sisteminin ayrı parçaları olduğu­nu ileri sürdü. J. G. Frazer (ö. 1941), The Golden Bough adlı kitabında Tylor’ın gö­rüşlerini geliştirdi. Frazer büyünün din ve bilimle ilişkisi üzerinde durdu ve bunları birer tekâmül merhalesi olarak yo­rumladı. Ona göre bütün dinlerin kay­nağı büyüdür. İnsanlar tabiatı kontrol etme çabalarında büyünün yetersizliği­ni anlayınca bu kontrol gücüne sahip ru­hanî varlıklar inancına yer veren din or­taya çıkmıştır. Büyü insan ve tabiata ait olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkisi­ne sembolik anlam yükleyen kültürler­de önem taşımaktadır (günümüzde bu görüş, yazı öncesi toplumlarının düşünce tarzlarının yanlış anlaşılmasından ileri gel­diği şeklinde değerlendirilir). J. G. Frazer’in büyünün dinden önce geldiği şeklindeki görüşüne K. Th. Preuss de katılmıştır. K. Beth ise büyü ve dinden önceki bir dönemde şahsî olmayan bir kudrete inanmanın varlığını ileri sürmüş ve din­le büyünün iç içe, yan yana olduğu üze­rinde durmuştur. Frazer’in görüşüne kar­şı F. W. Schmidt Der Ursprung der Got-tesidee adlı on iki ciltlik eseriyle onun bir özeti mahiyetindeki L ‘Origine de la foi en Dieu adlı kitabında bir tek Tanrı’ya tapmanın dinin başlangıcı olduğu­nu, fakat bu inancın zamanla bozulma­sı üzerine büyüsel davranışlar ve çok tan­rıcılığın ortaya çıktığını, daha sonra ilâhî vahye dayalı dinler ortaya çıkıncaya ka­dar bu durumun böylece sürdüğünü sa­vunurken aralarında A. Loisy, E. Durk-heim, R. R. Marett, J. H. King, A. Lang’ın da bulunduğu bazı araştırmacılar Fra­zer’in görüşünün aksine büyünün din­den çıktığını ileri sürmüşlerdir. M. Mauss, Livy Bruhl gibi bilginler ise büyü ve di­nin ortak bir kökten çıkma iki ayrı kol olduğunu savunmuşlar, nihayet Mali­novvski ve Goldenvveiser de büyü ile di­nin birbirine benzer bazı özelliklere sa­hip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre din adamı ve büyücü aynı pratik gayeyi gütmektedir; büyü de din de mi­tolojik bir temel ve geleneğe sahiptir.

Büyüyü ferdî ve zihnî bir mesele, fer­din tabiatı algılayış şekli olarak açıkla­yan geleneğe karşı E. Durkheim (ö. 1917), M. Mauss (ö. 1950) gibi sosyologlar onun içtimaî yönü üzerinde durdular. Durkheim büyünün müşterileri, dinin ise cemaati olduğunu, büyücünün kutsal nesnelere müşterileri için başvurduğunu belirtti. Ona göre büyü ferdî bir iştir, din gibi iç­timaî birleştiricilikten uzaktır. Daha son­ra Radcliffe Brovvn (ö. 1955) ve bir ölçü­de B. Malinovvski de bu görüşe katıldı­lar. R. Brovvn büyünün içtimaî önemi ve gayesi üzerinde durdu. Malinovvski ise eserlerinde daha çok büyüye inanışının psikolojik sebeplerini konu edindi. Ona göre büyü dinin karşıtı olup ferdin psikolojik ihtiyaçlarıyla ilişkilidir. Büyü insanların bilgi ve gücünün yetmediği yer­de güven, teknolojisi zayıf toplumlarda bir ümit kaynağıdır. Bu iki bilgin büyü­yü bir inanç meselesi olmaktan ziyade sosyal hayattaki yeri bakımından ince­lediklerinden araştırmaları bugün de önemini korumaktadır…

Din ile büyü arasında benzerlik bu­lanlara karşı şu görüşler ileri sürülmüş­tür: Din her şeye gücü yeten bir varlı­ğa, büyü ise tabiattaki bir güce yönel­mektir. Dinin bir cemaati, büyücünün ise sadece müşterisi vardır. Dinde günah an­layışı varken büyüde yoktur. Dinde açık­lık, büyüde kapalılık ve gizlilik, dinde ita­at, bağlanma, büyüde muvakkat bir men­faat hesabı vardır. Dindeki dua, ibadet, ahlâk, dayanışma, birlik gibi temel un­surlar büyüde yoktur. Büyüde dinî uy­gulamalardaki manevî, ruhanî özden, derunî inanıştan çok dış unsurlar, katı şartlar, maddî araçlar ön plandadır. Bü­yü ilâhî otorite ve ahlâkî kuralların dışın­dadır. Büyü, inanışa göre, Tanrı veya tan­rıların kudretinin üstünde bir şey yap­mak veya onları zorlayarak bir gayeyi gerçekleştirmek iddiasındadır. Halbuki dinde Tanrı’ya itaat etmek, O’nun hoş­nutluğunu kazanmak, gazabından sa­kınmak, ceza veya mükâfatına göre ta­vır almak söz konusudur. Büyünün te­mel gayesi menfaat temini olduğundan yerine göre dince kutsal sayılan şeyleri de kendi gayesi için kullanarak dini istis­mar edebilir. Büyüde şahsî, dinde hem şahsî hem de içtimaî gaye söz konusu­dur. Dinin devamlılığına karşılık kişinin bilgi, yetenek ve imkânı bitince veya ga­yesini gerçekleştirince büyü olayı sona erer.

Büyünün bilim ve teknikle ilgisi bulu­nup bulunmadığı da tartışılmıştır. J. G. Frazer büyünün ilkel bir bilim olduğu, bilimin ortaya çıkması ve gelişmesine yardım ettiğini ileri sürmüştür. Golden-vveiser’e göre her ne kadar bu iki disip­lin arasında benzer yanlar varsa da bü­yüde başarısızlık halinde ona olan inanç sarsılmaksızın yeni ve değişik bir büyü­ye başvurulur. Halbuki bilim adamı yal­nız gerçek ve doğruyu bulmak ve belir­lemek ister. Lehmann ise bilimin bir sis­teme göre düzenlenmiş, doğruluğu belgelenebilen bilgiler bütünü olduğunu, onun pratikte kullanılışına teknik denil­diğini, halbuki büyünün doğru temelle­re, gözlemlere dayanmadığını, başarı­sızlık halinde sebebin ya başka etkiler­de arandığını veya farklı büyü tarzları­na başvurulduğunu söylemektedir. Bü­tün bunların yanında büyünün bilimler­deki gelişmelerde ve insanların tabiata hükmetmesinde itici bir güç olduğu, sim­yanın kimyayı, astrolojinin astronomiyi hazırlaması gibi büyünün de bugünkü teknolojiyi hazırladığı düşünülmektedir…

Tarihte Büyü.

A) Muhtelif Kültürlerde. Büyü, Paleolitik devrede bile örnekleri bulunan çok eski bir uygulamadır. “Ben­zer benzeri meydana getirir” şeklindeki büyüsel anlayışla çizilmiş kargı saplı hay­van resimlerinin çok eski tarihli mağara duvarlarında tesbit edilmesi bunu gös­termektedir. Ayrıca o dönemlerden kal­ma, mumya gibi bir balçık türünün ko­ruduğu cesetlerin kırmızı boya ile kap­landığı görülmekte, benzer benzeri mey­dana getirir inanışına uygun olarak ka­na benzeyen kırmızı rengin ölü için bir hayat özü şeklinde düşünüldüğü, böyle­ce kırmızıya boyanarak büyülenmiş ce­sedin yeniden dirileceğine inanıldığı sa­nılmaktadır.

Eski Mezopotamya ve Mısır’dan kal­ma, tılsımlı sözler ve büyü formülleri ih­tiva eden çok sayıda metin günümüze kadar gelmiştir. Onların törenlerinin ço­ğu büyü ile ilgiliydi. Milâttan sonra I-IV. yüzyıllara ait Yunan ve Mısır papirüsle­rinde hayvanlar ve insanlarla ilgili büyü formülleri, büyü törenleri, büyünün tut­ması için gerekli görülen temizlenme usullerini içinde bulunduran büyü örnek­leri çoktur. Mezopotamya bölgesinde ra­hipler aynı zamanda büyü ile ilgili tören­leri yürütmekte idiler. Akkadlar, Bâbilli-ler ve Asurlular’da kötü cinlerden ko­runmak için muskalar kullanılmaktaydı. Özellikle Bâbilliler’de toplum hayatı bü­yü üzerine kurulmuştu. Sanat, ticaret, savaş, din, av vb. faaliyetler hep büyü ile iç içe idi. Eski Mısırlılar büyü yoluyla hayat ve ölümü etkileyebileceklerini, ta­biat güçlerini denetimleri altına alabile­ceklerini sanıyorlardı (aktif büyü). Mısır tanrıları aldatılabilir, zorlanabilir, itaat altına alınabilirdi. Bu yüzden Mısırlılar büyüsel jestler ve tanrıları kendi istek­lerine uydurabilecek âyinlerle büyücüle­rin ölülere iyi davranmayan tanrılara ce­za verebileceğine inanıyorlardı.

Eski Çin’de büyü taoizmle özdeşleş­mişti. Konfüçyüsçülük genelde büyüye karşı çıkınca eski büyücülerin işlerini taoist veya Budist rahipler sürdürdüler. Çin’de büyü insanı hayatta ve ölüm öte­sinde güçlendirmeyi ve böylece ruhları hatta tanrıları bile kontrol altına almayı gaye edinmişti. Bu yüzden büyü hayatı sarmış, halk dinini istilâ etmiş, halk kül­türü büyüsel temalar ve ruhlarla ilgili alı­şılmışın üstündeki maceralarla dolup taşmıştı.

Eski Japonlar’da çeşitli büyü uygula­maları görülmekle birlikte şinto âyinle­rinde büyü ile tanrılara isteklerini su­nan büyücü rahiplerin büyüsel formül­leri ve afsunlarına yer veren dualara pek rastlanmaz. Ancak zühd hayatı yaşayan kimseler büyü, cincilik ve gizli bilimlerle uğraşırlardı. Japonya’ya Budizm girdik­ten sonra bu eski uygulamalar gelişmiş Budist gizli bilimciliğiyle kaynaştırıldı. Konfüçyüsçü telkinler Japonya’da büyü­cülüğü bir ölçüde engellediyse de şim­diki şinto mezhepleri hastalıkların te­davisinde büyü, kehanet ve cinciliğe hâ­lâ büyük önem vermektedir.

Hinduizm’de büyücülük geniş yer tu­tar. Vedalar’da büyü ile ilgili olanla ol­mayanı ayırmak zordur. Sonraki Vedik devrede büyüye ilginin daha da arttığı göze çarpar. Hindistan’da tıp uygula­maları büyü ile yakından ilgiliydi. Zen­gin olsun fakir olsun herkes, adak ada­yarak hastalıktan kurtulmaktan büyü­sel-yarı büyüsel uygulamalara kadar bir­çok büyü çeşidine ilgi duyardı.

Eski Yunan’da Hekata sırlı bir kişiliğe sahip olması yanında büyü ilahesi ola­rak da benimsenmişti. Şehirlerde büyü­cüden geçilmezdi. Bütün eski Yunan fi­lozofları büyüye inandılar; hatta içlerin­de Porphyrius gibi kendini büyüye has-redenler de oldu. Büyücüler Pisagor’un rakamlarından faydalanarak sayıları bü­yülü daireler içinde kullandılar. Pisagor-cular büyü nazariyeleri yanında büyü uy­gulaması da yaptılar.

Romalılar büyüyü boş ve anlamsız, bü­yücüleri hilekâr ve yalancı saymakla be­raber onlarda da büyücülük geniş çap­ta yer almıştı. Mısırlılar’la Kaldeliler’in büyülerinden etkilenmiş olan eski Ro­ma büyücülerin merkezi haline gelmiş­ti. İmparatorlar sık sık bunlara başvu­ruyorlardı.

Eski İran’da dinle büyü, başka hiçbir yerde görülmemiş ölçüde birbirine ka­rıştırılmıştı. Gatha’lardan da anlaşıldığı gibi Zerdüşt sadece tevhidi yerleştirmekle kalmadı, aynı zamanda başta büyü ol­mak üzere bâtıl inançlarla da mücadele etti. Sonraki Avesta bölümlerinde bile bü­yücüler ve cadılar lânetlenmişse de za­manla oluşan yeni dinî yapıda Zerdüşt’­ten kalan telkinlerle halkın sürdürdüğü ve içinde büyü ile ilgili elemanların da yoğun olarak yer aldığı inançlar bir ara­ya geldi ve daha sonraki safhada müs-lümanların Mecûsî diye adlandırdığı di­nî sentez ortaya çıktı. İyiliğin kötülüğe galip gelmesi şeklindeki aslî gayeye uy­gun olarak iyi cin ve ruhların yardımıyla kötü cin ve ruhların zararlı etkileri gi­derilmek ve büyücülerin kötülükleri ön­lenmek istendi. Zerdüşt devrinin melek­leri ateş, sığır ve yer cinlerine, kurban büyü âyinine, dualar da afsunlara dö­nüştü. Hastalıklardan, kötü varlıklardan kurtulmak için afsunlar, büyüler yapıldı. Airyaman adlı eski İran sağlık tanrısına başvurularak Angra Mainyu tarafından yaratıldığına inanılan 99.999 hastalığa çare bulunmaya çalışıldı. Airya­man şimdiki Parsîlik’te göğün “izad”ı olarak devam etmektedir. Ancak onun iyileştirici gücü Feridun’a verilmiştir. Es­ki İran’da ateş kültünde de büyünün ye­ri vardır. Parsîler’le Hindistan’da ve İran’­da bulunan çok az sayıdaki Mecûsî ba­kiyesi (Ceberler) hâlâ büyüsel âyinler ic­ra ederler.

Ken’ânîler’de büyü ile ilgili materyal Sümer -Akkad geleneği kadar çok de­ğildir. Bununla beraber Eski Ahid kayıt­larından Ken’ânîler’in büyüleri hakkında bilgi edinilebilmektedir. Ayrıca Ugarit metinleri milâttan önce 2000 yıllarında­ki büyücüler ve yaptıkları hakkında bil­gi vermektedir.

B) Türkler’de. Çeşitli Türk kavimlerin­de büyü, kehanet, falcılık, cincilik vardı. Şaman Türkler’de kam kelimesiyle ifa­de edilirdi. Kam ruhlar, tanrılar ve cin­lerle ilişki kurabildiğine inanılan kimse idi. 0 afsun (arvaş) ve büyü yapar, afsun­lu sözler söyler, kâhinlik (ırk) yoluyla in­sanın içinden geçenleri bilir, gaipten ha­ber verir, cin çarpmasını ve hastalıkları tedavi ederdi; anlaşılmayan afsunlu söz­ler söyler, üfürür, davul döver, kendin­den geçerek görünmeyen varlıklarla iliş­kiye girerdi. Kam ve üfürükçüye (afsun­cu, arbağçı) ürüng denilen bir ücret veri­lirdi. Eski Türkler’de çocuklar cinlere ve göz değmesine karşı ilâçla afsunlanırdı. Yine göz değmesine karşı bağ, bostan ve bahçelere korkuluk (abakı) ve nazarlık (kösgük) dikilirdi. Cin çarpan kimsenin yüzüne soğuk su serpilir, sonra “kovuç kovuç” (kaç kaç) denilerek üzerlik ve öd ağacıyla tütsülenirdi. “Kovuz” (Oğuzlar’da “kovuç”) cin çarpmasına karşı afsun, üfü­rük olarak söylenirdi. Yel “cin”, yelvi “bü­yü”, yelviçin “büyücü” anlamında kullanı­lırdı. Orta Asya Türk lehçelerinde arbağ da (Kıpçaklar’da arbav) “büyü” anlamına gelirdi. Yılanı ininden çıkarmak yahut zehrini gidermek için yılan afsunu oku­nurdu. Dudaklardaki uçuk kötü bir ruh­tan bilinir, özel bir törenle afsunlanarak tedavi edilir, buna uçuklama, tedavi ede­ne de uçukçu denirdi. Havayı etkileyerek yağmur, kar ve dolu yağdırmakta kulla­nılan afsunlanmış taşa ya da, cada ve yat gibi isimler verilmiştir. Kâşgarlı Mah-mud yatı “taşlarla yağmur ve rüzgâr ge­tirmek için yapılan büyücülük” şeklinde tarif eder (Dlvânü lügati’t-Türk Tercü­mesi, I, 159). Eski Türkler atın boynuna nazarlık olarak moncuk denilen bir taş ve bir çeşit muska (Kazak ve Kırgızlar’da “tumar”) takarlardı. Başkırtlar hastalığı tedavi etmek veya korkuyu yatıştırmak için kurşun eriterek hastanın başında bulunan kap içindeki suya döker ve bu sudan hastaya içirirlerdi. Kurşun döken kadın kurşunun suda aldığı şekle baka­rak hastalığın sebebini söylerdi; sudan alınan kurşun hastanın elbisesinin göğ­süne muska olarak dikilirdi. İslâm’dan önceki Türk boylarında her türlü belâ ve âfetlere karşı koruyucu etkisine inanılan muska-tılsım âdeti yaygındı. VIII-XIV. yüzyıllar arasında Doğu Türkistan’da, aralarında Budist ve Maniheist Türkler’in de yaşadığı bölgede yapılan arkeolojik kazılarda tılsım – muskalar (üzerinde af­sun formülleri yazılı levhalar, tahta mater­yal) bulunmuştur. Budist Uygurlar’ın di­nî kitaplarında da tılsım şekillerine rast­lanmıştır. Budist Türkler’in dinî eserle­rinde “tılsım-muska” anlamına gelen vu kelimesi Çince’dir. Bu kelimeyi onlara Çinli Budist rahipler öğretmişlerdir. Türk­ler müslüman olduktan sonra vu yerine bitig (yazı) kelimesini kullanmışlardır.

X. yüzyılda Türk boylarının büyük kit­leler halinde Müslümanlığı kabul etme­lerinden sonra da İslâm’ın şiddetle ya­saklamasına rağmen büyü-sihir, İslâm’­dan önceki devreden kalan âdetlerle, ay­rıca eski İran, Mezopotamya, Mısır ve ni­hayet Anadolu kültürlerindeki katkılar­la günümüze kadar varlığını sürdürebil­miştir. Türkler’in müslüman olmaları sı­rasında bu geniş âlemin kamları, Budist ve Maniheist rahipleri yeni dinin yayıl­masını önleyemeyince eski gelenekleri­ni yaşatmak ve meslekî çıkarlarını korumak için kendi hurafelerini başka mil­letlerden öğrendikleri âdet ve inançlar­la birleştirip bunlara biraz da dinî bir gö­rüntü vererek cincilik, üfürükçülük, mus­kacılık ve afsunculuğa yeni bir şekil ka­zandırmışlardır.

Yûsuf Has Hâcib tara­fından XI. yüzyılın ikinci yansında yazıl­mış olan Kutadgu Bilig’üe kamlar ota­ denen hekimlerle birlikte anılmış, her derdin bir dermanı ve iyi edecek kamı bulunduğu belirtilmiştir. Yûsuf Has Hâ­cib, “muazzim”lerin (üfürükçü ve muskacı­lar) okuyup üfleyen, muska yazan kim­seler olarak yel (cin) ve şeytan hastalık­larını tedavi ettiklerinden, “afsuncular” ve “emçiler”in oluşturduğu sınıfın top­lumdaki ruhî, cinnî hastalıkların iyileşti­rilmesinde gerekli görüldüğünden bah­seder. Ancak afsuncularla hekimlerin arasındaki münasebeti şöyle belirtir: “Otacı onamas muazzim sözin / Muazzim otacıga evrer yüzin // Ol aymış otuğ ye­se iğke yarar / Bu aymış bitig tutsa yek­ler ırar” (Hekim üfürükçünün sözünü be­ğenmez. Üfürükçü hekimden yüzünü çevi­rir. O, ilâç yerse hastaya iyi gelir, demiş. Bu, muska bulundursa şeytanlar ırak olur, demiş). Böylece eski kam ve rahip gele­neğini yürütenlerin artık “muazzim” adı­nı aldıkları, eski afsun geleneğine dinî-İslâmî bir veçhe vermek niyetiyle Kabe, levh-i mahfuz, arş, kürsî, zemzem vb. terimleri, Kur’an’dan bazı âyet ve sûre­leri büyü unsuru veya malzemesi olarak kullandıkları görülmektedir. Doğu Tür­kistan azâimcileri, mesleklerinin Hz. Fâtıma’ya dayandığını ispat etmek için Ri-sâle-i Perihan’ı yazmışlardır. Aslında Mezopotamya, İran ve Mısır büyü gele­neklerinin karışımı olan bu telakki, Ana­dolu’da eski putperest dinlerin ve Hıris­tiyanlığın da dahil olduğu kültür etkile­riyle daha çok çeşitlendiBu çeşit eserlerin en meşhuru Şemsü’l-ma’ârifi’l-kübrâ idi. Yazarı XIV. yüzyılda yaşamış Ahmed b. Ali el-Bûnî olan bu Arapça eserde 400’e yakın tılsım şekilleri ve bin­lerce afsun vardır. Bu kitapta melek, cin, ifrit isimleri diye verilenler (hımtıhılgıyail, hımtıyail, similhiyail… hışıtışalkikuş, keşik-şeliğuş, bıhelhelşıtuş… gibi) ve afsunlar (beheltif seltığ azmatun atvan hekeş bu-kaş hiyuruş behliyur alarkiyaz…, muhabbet afsunu) cahil halkı inandırmak ve korkut­mak için hiçbir dilde bulunmayan saçma sapan anlamsız sözlerdi. Eski Mısır bü­yü geleneğinden kalma bu afsunlara iti­mat telkin etmek için Kur’an’dan âyet­ler, esma-i hüsnâ, çeşitli dualar vb. dinî metinler de karıştırılmıştı. Müellif Bûnî Cezayirli olduğundan İspanya Yahudilerinin, “kabala” denilen ve hem Hıristiyanları hem de Müslümanları etkileyen mistik rakamsal sistemlerinden etki­lendiği anlaşılmaktadır. Bunu, sonu hep “il” ile biten adlar da doğrulamaktadır. Böylece eski Mısır tılsımlı sözleri, eski Yunan Pisagor rakamları Yahudi gele­neğinde, özellikle kabalada birleşmiş ve Bûnî yoluyla İslâm dünyasına girmiştir. Bir diğer eser de yazarı Süleyman el-Hüseynî olan Kenzü’l-havâs Keytiyyet-i Celb ve Teshîr adlı Türkçe kitaptır. As­lında Ahmed el-BÛnFnin Şemsü’l-macâ-rifi’l-kübrâ’smm Türkçe’ye çevirisinden ibaret olan bu eser, katılan dualar ve di­ğer ilâvelerle aslının iki misline çıkmış­tır. Eserde hırsızı bulmak, kısmeti bağlı kızların kısmetini açmak, çiçek hastalı­ğını önlemek, uyku bağlamak, uykuyu hafifletmek vb. gayeler için tılsım, afsun ve âyetlerden gülsuyu, safran, misk, ka­ranfil tozu, koyun barsağına kadar çeşitli büyü elemanlarına yer verilmiştir.

Halen Türkiye’nin çeşitli yörelerinde değişik uygulamalar içinde büyü gele­neği varlığını sürdürmektedir. Hunlardan günümüz Türk toplumlarına kadar uzun bir gelişme çizgisi takip eden bü­yü bugün Türkiye’de genellikle kötü ni­yetle yapılmaktadır. Karı koca veya baş­ka kişilerin arasını açmak, insanın bazı kabiliyetlerini, dilini, bahtını, cinsî gücü­nü, idrarını bağlamak, sakatlamak, uyut­mamak, malına, canına, hayvanına za­rar vermek, kız kaçırmak, kız veya er­keklerin bahtını bağlamak, kadının gön­lünü çalmak gibi kötü niyetli kara büyü yanında kişinin kendisini, ailesini, mal mülkünü koruma gayesine yönelik büyü örnekleri de görülmektedir. Taklit ve temas büyüsü örnekleri de vardır. İçinde tılsımlı yazılar, şekiller, âyetler, dualar bulunan muskalar muhabbet ve şifa maksadıyla, düşmanlık, cin, hasım ve benzerinden korunmak için muska­cılara yazdırılır. Karı-koca, baba-oğul, gelin-kaynana, iki kardeş vb. arasını aç­mak için yazdırılan muskaların birçok çeşidi vardır. Büyü türlerine ve çeşitli yörelere göre değişen büyü maddele­rinden en çok kullanılanları başta mus­ka olmak üzere saç, elbise parçası, tır­nak, sabun, iğne, resim, ip, teşbih, çakı, kilit, düğme, at nalı, kazık, demirci örsü, kurşun, demir, bakır vb. maden parçası, toprak, yumurta, koyun işkembesi, ho­roz kanı, sıpa dili, bal mumudur. Bu tür büyülenmiş nesnelerin saklanıldığı veya konulduğu yerler arasında boyun, kol­tuk altı, cep, yatak veya yastık altı, kapı eşiği, ocak arkası, merdiven dibi, kör kuyu, mezar gibi yerler sayılabilir.

İlâhî Dinlerde Büyü.

A) Yahudilik. Yahudi kutsal kitabında başlıca üç bü­yücü tipi verilir. 1. Esas işi gelecekten haber verme olan kimseler. Bunlar falcı (meonen), müneccim (kösem kesamim) ve gaipten haber veren kâhinlerdir (mena-heş). 2. Doğrudan doğruya büyü ile uğ­raşan, büyücü-afsuncu (mekhaşef), bü­yü ve tılsımla bağlayan (hover, hever) kim­seler. 3. Cincilik ve bakıcılık yaparak, ölü ruhlarından bilgi edinerek hem kehanet hem de büyü ile uğraşanlar. Bu büyücü listesi, bozan benzer terimler kullanıla­rak yahudi kutsal kitabında ufak farklı­lıklarla defalarca geçer (bk. II. Krallar, 21/6; II. Tarihler, 33/6; Mika, 5/11; krş. Yeremya, 27/9). İçinde kralların da yer aldığı büyü ile ilgili uygulamalar olduk­ça çoktur. İsrâiloğullarının ilk kralı Saul cincileri ve bakıcıları ülkeden kovmuş­ken Filistîler karşısında zayıf düşünce bir cinci kadın buldurdu ve onun vasıta­sıyla ölmüş Samuel’le görüştü (I. Samuel, 28/3, 7 vd.). Kral Yoram’ın annesinin af-sunculuğu (II. Krallar, 9/22), Manasse’-nin oğullarını ateşten geçirmesi, münec­cimlik, sihirbazlık, afsunculuk etmesi ve cinciler, bakıcılar kullanması (II. Krallar, 33/6) gibi daha başka örnekler de var­dır. Halk da falcıları, afsuncuları, mü­neccimleri, sahte peygamberleri dinliyor­du (Yeremya, 27/9; Hezekiel, 13/18-20).

Bâbil ve Mısır’daki kadar çeşitleri ve usta uygulayıcıları bulunmasa da Yahudi kutsal kitabındaki şiddetli yasakla­malardan anlaşılmaktadır ki Yahudi di­ni büyüsel kavramların etkileri altındaki bir kültür çevresinde gelişti. Aslında Yahudi dinine göre büyünün etkisine inan­ma, Tanrı iradesinin beşerî maksatlara alet olması anlamına geleceğinden, tek bir Tanrı’nın dünyayı idare etmesi inan­cına ters düşer. Bu sebeple Yahudi kut­sal kitabında, “Afsuncu kadını yaşatma­yacaksın” denilmiştir (Çıkış, 22/18). Ay­rıca, “Cincilere ve bakıcılara dönmeyin”; “Sihirbazlık etmeyeceksiniz ve münec­cimlik etmeyeceksiniz”; “Ve cinci yahut bakıcı olan erkek veya kadın mutlaka öl­dürülecektir” (Levililer, 19/26, 31, 20/ 27) gibi yasaklamalar yanında afsuncu­luk, büyücülük, müneccimlik, yıldızlara bakıcılık ve benzerlerinin başa gelecek şeylerden kurtaramayacağı açıklaması da yer almaktadır (İşaya, 47/8-14)... Büyüye karşı sert ya­saklama Talmud’da, özellikle Mişna’da da bulunur. Mişna’da büyü puta tapıcılıkla bir tutulur. Ortaçağ’da ve asrımızın ortalarında Yahudiler ve Hıristiyanlar ta­rafından büyücüler şeytanın halkı olmak, tabiat üstü sırlara sahip olmaya kalkış­makla suçlanmıştır [EJd, XI, 714-715).

B) Hıristiyanlık. Hıristiyanlık’ta da bü­yü ile ilgili yasaklama devam eder. An­cak Yeni Ahid’de bu konuya ayrılan yer Eski Ahid’e göre oldukça azalmıştır. İsâ Mesih’in doğumunda doğudan gelme müneccimlerin doğumu müjdeledikleri sadece bir İncil’de yer alır (Matta, 2/1-12). “İsâ’da beelzebul (şeytanların başı) denilen bir gizli güç var, cinlerin reisi olan bu güç vasıtasıyla cinleri çıkarıyor” di­yenlere karşı Hz. îsâ, bu haksız iddiaları ortaya atanların Rûhulkudüs’e murdar ruhu dediklerini hatırlatıyordu (Markos, 3/22-30; Yuhanna, 7/20). Benzer cin çı­karma işini İsa’dan sonrakiler de yapı­yordu. Nitekim Pavlus, bir defa falcı ru­huna sahip ve gaipten haber veren hiz­metçi kızdaki ruha “çık” dedi; o da çıktı (Resullerin İşleri, 16/16). Bir başka se­fer Pavlus, beraberinde Barnabas var­ken yalancı peygamber olan bir büyücü Yahudi’nin gözlerine gözlerini dikerek onun gözünü görmez etti (Resullerin İş­leri, 13/6-8). Samiriyeli büyücü Simon’un yaptıkları herkesi hayrete düşürüyordu (Resullerin İşleri, 8/9-24). Yeni Ahid’de cinlere ve putlara secde edenler, katil­ler, zina veya hırsızlık vb. kötülükler ya­panlar gibi büyücülükten tövbe etme­yenler de şiddetle kınanmaktadır (Vahiy, 9/21, 21/8, 22/15; Galatyalılara, 5/20). Ancak dikkat çekicidir ki eldeki İncil­lerde büyü ile ilgili bir anlatım görülme­mektedir.

Yahudiler büyüyü daha fazla Yahudi olmayanlara ait bir uygulama olarak gör­dükleri gibi Hıristiyanlar da bu işi Hıristiyan olmayanların yürüttüğünü söyle­diler. XV-XVII. yüzyıllar arasında birçok yahudinin engizisyon mahkemelerine çı­karılarak büyücülükle, cadılıkla suçlan­dığı, cezalandırıldığı ve öldürüldüğü bi­linmektedir [EJd, XI, 714-715). Hıristiyan dünyasında büyücüden daha fazla cadı­dan korkulur. Ancak cadıya atfedilen bü­yücülük, hortlaklık, yamyamlık, kan em­me gibi tesirlerin abartma olduğu he­men anlaşılmaktadır. Aslında hayatta iken vücuttan ayrılabilen ruh anlayışı ya-hudilerde görülmez. Hıristiyan kutsal kitabında da cadı kavramına uygun bir anlatıma bir iki belirsiz temas dışında açıklıkla rastlanmaz (bk. Resullerin İşle­ri, 16/16). Tanrı’nın Şehri ve İtiraflar kitaplarının yazarı Aziz Augustinus da­hil kilise babaları ve ilk önemli yazarlar büyüyü putperest kavimlerin bir âdeti olarak gördüler. Onlara göre bu din dışı uygulama dinin iyi öğretilmesiyle önle­nebilirdi. Kilisenin büyüye bakışı bu çiz­giyi takip ettiyse de halkta, özellikle şe­hir dışı yörelerde büyü geleneği devam etti. Buna zaman zaman varlıklı şehirli­lerin büyü iptilâları da eklendi. Bütün bu gelişmeler, 1320’de çıkarılan ve bü­yücülükle cadılığın her ikisini de dinsiz­lik sayan papalık fermanıyla noktalan. Artık engizisyon kayıtlarında “cadılar setti”, “kara şeytan tapınması” deyim­leri geçmeye başladı… 1484’te Papa VIII. İnnocent tarafından cadılık zındıklık olarak ilân edildi. Bu fer­man engizisyon mahkemeleri tarafından başta İspanya, Fransa, Almanya ve İn­giltere olmak üzere Avrupa’nın çeşitli yerlerinde, 200 yıl boyunca içlerinde pek çok masum insanın da bulunduğu on binlerce kişinin suçlanmasına ve eziyet­le öldürülmesine yol açtı.

C) İslâmiyet. Câhiliye devrinde büyü-sihir yaygındı. Cincilik, kehanet, fal ok­ları, yıldızlara bakmak, küçük kareler çizip içlerine harf veya sayı yazmak, dü­ğüm atmak ve üflemek gibi yollarla bü­yü yapmak son derece yaygındı. Bütün bu işler putperestlikle birlikte yürütü­lüyordu. Araplar büyücülerden çekinir ve onlara saygı duyarlardı.

İslâm dini büyük günahlar arasında saydığı büyücülüğe şiddetle karşı çık­mış, Kur’an ve hadiste sihir kökünden türeyen kelimeler kullanılmak suretiyle bu iş açık ve kesin şekilde yasaklanmış­tır. Ne gariptir ki müşrikler, önceki üm­metlerde olduğu gibi Kur’an’ın, Hz. Peygamber’in ve İslâm’ın başarısını sihir di­ye nitelendirmişler, peygambere “sâhir” diyebilmişlerdir (bk. Sâd 38/4; ez-Zâri-yât 51/52).

Büyü menfaat kökenli bir disiplindir; Allah, peygamber, din tanımaz. Bazı du­rumlarda onları ve kutsal metinleri is­tismar eder. Büyüde Tanrı’nın irade ve kudreti üstünde işler başarılabileceği id­diası vardır. Bütün bunlar büyücüye pey­gamberden de Tanrı’dan da daha bü­yük değer vermek anlamını ortaya çıkar­maktadır. Büyücülerin her şeyi bildiği, başaramayacakları şeylerin bulunmadı­ğı tarzındaki inançlar İslâm’a ters düş­mektedir. Bu yüzden bazı müslüman bil­ginler büyüyü, hiçbir gerçekliği bulun­madığı, aldatmacadan ibaret olduğu dü­şüncesiyle tamamen reddetmişlerdir (bk. SİHİR).-Hikmet Tanyu (Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Büyü maddesi)

This entry was posted on Pazar, Temmuz 6th, 2008 at 13:25 and is filed under BÜYÜ-SİHİR. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz