-
4th Ağustos 2008

Bilim felsefesi

posted in BİLİM |

BİLİM FELSEFESİ

Bilim felsefesi, bilimin ne olduğunu, bilimsel kuramların özgül yapısını, bilimsel bilginin epistemolojik statüsünü, bilimsel yöntemin (ya da yöntemlerin) anlamını, bilim alanı ve bilimsel bilginin nesnesini, bilimin gelişiminin anlamını, özet olarak bir bütün bilimin konumu, gelişimi ve iç-yapısını değerlendiren, bunu kuramsal düzlemde ortaya koymaya çalışan felsefe bölümüdür. Bilim tarihinden farklı olarak bilim felsefesi bu sözkonusu tarihin kuramsal düzlemde açıklanmasını ve değerlendirilmesini üstlenir. Cemal Yıldırım, bilim felsefesinin amacını “bilimi anlamak” olarak belirtmektedir.

Bilim ve Felsefe: Bilim felsefecileri bir bakıma hem felsefe hem de bilim alanında yer alırlar, her iki alana birden hakim olmaya çalışırlar. Özellikle başlangıçta bilim insanları belirli bir felsefi etkinlik içinde de olmuşlardır. Başlangıçta bilimler felsefenin içinde yer almaktadır; filozoflar aynı zamanda çoğu noktada bilim insanlarıydılar, birçok bilimsel alanda bilgi sahibiydiler ve onların sentezleriyle felsefe yapmaktaydılar. Fizik’i ve Metafizik’i yazan Aristotales bunun tipik bir örneğidir. Bilginin gelişimi, özerk dallara ayrılması ve her bölümün kendi içinde cok daha fazla uzmanlık gerektirmesiyle zaman içinde bilimler felsefeden ayrışmaya başladı. Önce doğa bilimleri denilen bilimler, sonra giderek sosyal bilimler ayrışmaya çalışmıştır. Ancak felsefenin bilimle ilişkisi ve bilime yönelik ilgisi süreklidir. Bu süreklilik felsefe ve bilim tarihinde gösterilebilir. Başlangıçta filozofların bilimle ilgilenen kişiler olması ve daha sonra giderek felsefenin bilim üzerine düsünmesi şeklinde bu ilişki süregelmiştir. Yalnızca filozofların bilimle ilişkili insanlar olması dolayısıyla değil, bilimin ne olduğu üzerine üretilen düşüncelerin felsefi niteliği dolayısıyla da böyledir.

Bilim felsefesine ait metinlerin çok uzun tarihsel bir geçmişi vardır. Aristotales’ten itibaren bu iz sürülebilir. Ama bilim felsefesi, felsefenin bir alt bölümü olarak özellikle bilimlerin felsefeden ayrışmasının bir sonucu olrak belirginleştiği için modern zamanların ürünüdür. Francis Bacon’ın Novum Organon’u, René Descartes ’ın Metot Üzerine Konuşma’sı, Isaac Newton ’un “Felsefi Akıl Yürütmenin Kuralları” , Henri Poincaré’nin Bilim ve Hipotez’i, bir anlamda bilim felsefesinin öncü klasik metinleri sayılabilir. 20. yüzyıldan itibaren ise bilim felsefesi tamamen özerk ve kapsamlı bir bölüm haline gelir.

Pozitivizm, 19. yüzyılın son çeğreğinden itibaren önermeleriyle hem bilimssel bir pratiği temellendiriyor, hem de felsefenin sorunlarını yanıtlıyordu. Soyut bir sistem olarak felsefenin sonu gelmiş varsayılıyordu. Ancak öyle olmadığı düşüncesi giderek yaygınlık kazandı. Bizzat pozitizm denilen bilim düşüncesinin aşırı derecede felsefe içerdiği otrtaya konuldu. Bilimin ya da bilimsel yöntemin ilkeleri sayılan bir düzine kural durmadan değişime uğradı ve yerine yenileri önerildi. Nedensellik ilkesi Belirsizlik ilkesiyle savaşır durumda buldu kendisini. Kuantum fiziği gibi bilimsel gelişmelerin yolaçtığı kuramsal sorunlarla bilim felsefesi özellikle 1960‘lı yıllardan itibaren belirleyici bir güncellik kazanmıştır. Bilime duyulan güvenin sarsıldığı bir dönemde, bilim felsefesi öne çıkmaya başlar. Bunda Karl Popper, Thomas Kuhn, Imre Lakatos, Paul Feyerabend gibi ünlü ve çok etkili bilim felsefecilerinin özgün çalışmaları da belirleyici bir rol oynamıştır.

 

KARL POPPER

Karl Popper (d. 28 Temmuz 1902 – ö. 17 Eylül 1994) Avusturya kökenli İngiliz felsefeci. Bilim felsefesine önemli katkılarda bulunmuştur.

Bilim Felsefesi

Yanlışlanabilirlik ilkesi, Popper’in bilim kuramının temelidir. Onun bilimsel yöntem görüşü, “bütün sistemleri zorlu bir sınamadan geçirerek, sonunda nispeten elverişli” sistemi seçmek amacıyla, her kuramı yanlışlamaya tabi tutmaya dayanır. Çünkü Popper’e göre, tümevarım ilkesinin geçersizliği nedeniyle, kuramlar hiçbir zaman deneysel olarak doğrulanamaz. Ama yanlışlanabilir. O halde, bir teorinin bilimsel olabilmesi için yanlışlanabilir olması gereklidir. Popper, Einstein’ın görecelik kuramı, Marx’ın tarih anlayışı, Freud’un psikanaliz kuramı ve Alfred Adler’in bireysel psikoloji kuramlarına ilgi duydu. Özellikle Einstein’ın kuramının ileri sürdüğü bir yaklaşım (güneşin yakınından geçen ışık ışınları, güneşin yerçekimi alanının etkisine girerek eğilmeye uğrarlar) 1919’da güneş tutulmasının olması sırasında doğrulanması Popper’i etkiledi. Popper’i etkileyen kuramın öndeyişinin doğru çıkması değildi. Ön-deyinin doğru çıkmaması halinde, yanlışlanmış olacak olan kuram derhal reddedilecekti. Önemli olan kuramın yanlışlanmaya açık biçimde formüle edilmesiydi. Popper, diğer kuramların (Marx, Freud, Adler) sahiplerinin hangi koşullarda kuramlarından vazgeçeceklerini belirtmediklerine dikkat çekti. Doğrulayıcıları çok olan fakat yanlışlayıcıları belirsiz olan bu kuramlar ona göre bilimsel olmayan kuramlardı. Popper, hangi kuram olursa olsun belli koşullarda deneysel destek bulmanın kolay olduğunu; bilimselliğin ampirik destek sağlamada değil, kuramın hangi koşullar altında yanlış olduğunu belirlemeyi esas aldı. Eğer bir kuram yanlışlanabilir ise, bilimseldir. En iyi kuram “zamana bağlı olarak yanlışlanabilir, çürütülebilir olan kuramdır” demiştir Karl Popper.

Toplum Bilimleri: Popper’e göre yöntembilim kuralları hem doğa bilimlerine hem de toplumbilimlerine uygulanabilir. Popper bütün bilimlerin temelde aynı tür olaylarla ilgili olduğu anlamında, tek bir bilimden hiç söz etmemiştir. Buna karşılık görece soyut bir düzeyde kalınması koşuluyla, tüm bilimlerde aynı yöntembilimin uygulanabilirliğine inanır. Ona göre, toplumsal olayların doğal olaylardan daha karmaşık olduğu tezi her zaman geçerli değildir

Popper’in tarih bilimi üzerine de özel bazı görüşleri vardır: Ona göre, olayların peş peşe gelişi hakkındaki bilimsel açıklamalar, eğilimler ve ön-deyiler kanun değildir. Eğer mutlaka bir şey denecekse bir yönelimdir. Yönelim ise kanunun aksine genel olarak bilimsel ön-deyilere dayanak olarak kullanılamaz. Popper’in gösterdiği gerekçeler şunlardır:

1. Beşeri tarihin akışı, beşeri bilginin artışından şiddetli bir şekilde etkilenir.

2. Akli veya bilimsel metotlarla, bilimsel bilgimizin gelecekteki artışını önceden haber veremeyiz.

3. Bu sebeple, beşeri tarihin gelecekteki akış yönünü önceden haber veremeyiz.

4. Bu demektir ki, teorik bir tarihin yani teorik fiziğe tekabul eden bir tarihi sosyal bilimin imkanını reddetmemiz gerekir. Tarihsel ön-deyi için temel görevi yapacak herhangi bir bilimsel tarihsel gelişme teorisi olamaz.

5. Bundan dolayı tarihselci metodların ana hedefi yanlış kavranmıştır; ve böylece tarihselcilik çökmektedir.

Bu durumda, Popper’e göre, örneğin kuramsal fizik gibi bir kuramsal tarih disiplini olamaz. Tarih gösteriyor ki, sosyal realite tamamen farklıdır. Tarihsel gelişmenin akışı, ne kadar mükemmel olursa olsun, teorik inşalarla asla şekillendirilemez.

Çünkü eğer bu tür yeni bir bilimsel sosyal takvim yapılmış olsaydı ve başkaları tarafından da bilinir hale gelseydi (böyle bir şeyin uzun süre gizli tutulması mümkün olmazdı; çünkü ilke olarak, herhangi bir kimse tarafından yeniden keşfedilebilirdi), bu durum hiç şüphesiz bu etkinin öndeyilerini altüst edecek eylemlere sebep olacaktı. Mesela, hisse senetlerinin fiyatlarının üç gün yükselip daha sonra düşeceğinin öngörüldüğünü farz edelim. Açıktır ki, piyasayla ilgili herkes elindeki senetleri üçüncü gün satacak ve böylece fiyatların o günden düşmesine yol açarak, söz konusu öndeyiyi yanlışlayacaktı. Kısacası, kesin ve ayrıntılı bir sosyal olaylar takvimi fikri kendi kendisiyle çelişkilidir ve bu sebeple kesin ve ayrıntılı bilimsel öndeyiler imkansızdır. O halde tarih nasıl yazılır? Önce tarihe belirli bir bakış açısından bakmaya karar verilir; sonra da tarihteki bu görüş açısından geçerli olaylar betimlenir. Popper, bu bakış açısına, tarih anlayışı adını verir ve bir tarih anlayışına sahip olmaksızın tarih yazılamayacağını savunur. Bir tarih anlayışına sahip olmadıklarını söyleyenler de, bunun bilincinde olmasalar bile, böyle bir anlayışa sahiptirler. Tarih anlayışları sınanamaz ve dolayısıyla, doğru ya da yanlış oldukları söylenemez.

 

Paul Feyerabend

Bilgi anarşisti Paul Feyerabend: Paul Karl Feyerabend (d. 13 Ocak 1924, Viyana – ö. 11 Şubat 1994), Avusturyalı filozof ve bilim felsefecisi. Karl Popper‘ın öğrencisidir, ancak daha sonra tamamen Popper’a karşıt bir kuramsal konumda düşüncelerini temellendirmiştir. 20. yüzyıl felsefesinde ve özellikle bilim felsefesi alanında Karl Popper, Thomas Kuhn ile birlikte en önemli ücüncü isimdir. Kuhn’un görelikçi kuramına yakın ancak bilimin hem teorik hem de toplumsal statüsüne dair radikal bir kuramsal reddiye konumuna sahiptir. “Anarşist bilgi kuramının” en önemli isimlerinden biridir.

Biyografisi: Paul Feyerabend, 1946 yılında Viyana’da Tarih, Sosyoloji,Fizik, Astronomi ve Matematik okumaya başladı. Viyana Çevresi grubuna ait filozof ve bilim felsefecisi Victor Kraft‘ın yanında felsefe doktora sınavını verdikten sonra, British Consul‘dan burs kazandı ve Londra‘ya gitti. Burada, Ludwig Wittgenstein‘ın yanında asistan olarak çalışmaya başlamayı istiyordu. Bu zaman içinde Wittgenstein’ın ölmesi sonucunda Feyerabend, Karl Popper’ın yanında göreve başlamaya karar verdi. Feyerabend ve Popper arasındaki sevgi-nefret ilişkisi böylece temellendi. Feyerabend’in çoğu eseri, esas bakımdan açık ya da örtük olarak hocası Popper’ın eleştirisini içermektedir. 1955 ve 1990 yılları arasında Berkeley, Hamburg, Auckland, Kassel, New Haven, Londra, Berlin gibi birçok yerde bulundu, aynı zaman içinde Berkeley ve Zürih’teki Teknik Üniversite’de profesörlük yaptı. 1990’da her ikisinden birden emekliye ayrıldı. Feyerabend, Thomas Kuhn ile birlikte esas olarak sosyolojik bilgi yönelimli görelikçi bilim felsefesinin savunucularından birisidir. Yalnız Kuhn’dan daha farklı olarak Feyerabend, mantıksal tutarlılık bakımından teorik iddialarını daha fazla sonuna kadar götürmekte ısrar eder ve bu nedenle daha fazla tartışmalı bir konumda bulunur.

Feyerabend’in Bilim felsefesindeki yeri: Feyerabend’in bilim felsefesindeki düşünceleri 1968’lerden sonra farklı bir gelişim göstermeye başlar. Feyerabend hocası Popper’ın eleştirel akılcılığını ve bu temelde bilimi temellendirme gişimini kabul edilmez bulur. Akılcılığın bilim felsefesinden arındırılmasına yönelir, çünkü Feyerabend’e göre rasyonalizm, öncelikle ve esas olarak “yasa ve düzen” rasyonalizmidir. Dolayısıyla o bilim felsefesinde görece bir bilim anlayışını savunur. Bu bakımdan Feyerabend’in çalışması, bilim felsefesi alanında, bilinen bir Anarşizm kuramı ya da felsefi bir Dadaizm olarak anlaşılır. Feyerabend, bilimin ortodoks dogmatizmine karşı ya da başka bir deyişle bilimin ortodoks dogmatik tarzda anlaşılışına karşı isyan eder.

Feyerabend, “Akla Veda” diyen öncü isimlerden biridir. Aklı tek ve bütünsel bir nitelik, onun yönteminin de tek bir yol izlediği fikri Feyerabend’in karşısına aldığı bir görüştür. Bunun yanı sıra bilimsel kuramlara ve yönteme tanınan ayrıcalığa da itiraz eder. En önemli metinlerinden birinin adı “Yönteme Hayır”dır. Bilimsel kuramlar tarihsel olarak görelidirler ve bilgi bakımından diğer kaynaklardan üstün ya da ayrıcalıklı bir konuma sahip olamazlar. Feyerabend’in geç dönem yazıları, bir anlamda, Popper’in eleştirel rasyonalizminin geçersizliğini göstermek üzerine kuruludur. Ahmet İnam, Feyerabend’in bilime yönelik anarşist girişimini şöyle değerlendiriyor;

Bilim düşmanlığı savunulmuyor burada: Bilimin sınırlan, yeri yurdu, ortaya konuyor, tartışılıyor. Bilimde yaratıcı olabilmiş, bilime katkıda bulunmuş Batılı insan için anarşizmin bir anlamı var: Zincirlerinden kurtulmaya çalışıyor. Kör bilimciliğin tehlikelerini görüyor. Feyerabend, deyim yerindeyse, bilimi ‘ti’ye alıyor, yer yer bir kara mizah yapıyor bilim üstüne. Buna hakkı var: Bilimi tanıyor, bilim tarihi üstünde ayrıntılı, kapsamlı çalışmalar yapmış, son gelişmeleri üstüne yabana atılmayacak görüşler ileri sürmüş. . .

Feyerabend’in en keskin ifadesi olan “Her şey uyar” (Anything goes) sözü, onun bilimi, din ya da sanat ile aynı noktada ya da onlarla birlikte, mümkün olan bilgi olanaklarından biri olarak ele almasının bir sonucu şeklinde ortaya çıkar. Bilim, din, sanat bunların her biri bilgi edinmenin farklı yollarıdır, birbirlerinden daha üstün ya da öncelikli ya da ayrıcalıklı değillerdir. Gerçekliğe ulaşmanın farklı yollarıdır bunlar. Birbirleriyle ölçülebilir ya da kıyaslanabilir değillerdir. Tek bir yönteme indirgenemezler. Buradan Feyerabend ve Kuhn “Eş-ölçülemezlik” sorununa gelirler. Bu kavram özellikle Kuhn’a ait görünmektedir; yalnız Kuhn bu meseleyi bilim içi farklı kuramların eş-ölcülemezliği bağlamında değerlendirirken, Feyarabend daha ileri giderek bilimin kendisinin öteki bilgi kaynaklarıyla eş-ölçülemezliği meselesi olarak ele almıştır.

Feyerabend’den Alıntılar: “O zamanlar, hatta daha da yenilerde, çağcıl bilimin yükselişiyle yirminci yüzyıldaki gözden geçirilişi sırasında, Bayan Us, araştırmanın güzel, yardımsever ancak zaman zaman fazlasıyla koruyucu olabilen tanrıçasıydı. Bugün onun felsefi koruyucuları (ya da pezevenkleri mi demeliyim?) Bu tanrıçayı ‘olgun’, yani geveze fakat dişleri dökülmüş bir kadına çevirdiler. ”

Bilgi Üzerine Üç Söyleşi’nin kapak arkasından; “Düşünceler, tıpkı kelebekler gibi, yalnızca varolmakla kalmaz; gelişir, başka düşüncelerle ilişkiye girer, etkide bulunurlar.  Platon düşüncelerle yaşam arasındaki uçurumun söyleşiyle aşılabileceğini düşünmüştü – kendisince, geçmiş olayların yüzeysel bir anlatımı olan yazılı söyleşiyle değil değişik ortamlardan gelen kişiler arasında gerçek, sözlü bir alışverişle. Söyleşinin denemeden daha esinleyici olduğuna ben de katılıyorum. Savlar, uslamlamalar üretebilir. Savların, uslamlamaların işin içinde olmayanlar ya da başka bir okuldan uzmanlar üzerindeki etkilerini gösterebilir, bir denemenin ya da kitabın gizlemeye çalıştığı açık uçları ortaya serer, en önemlisi yaşamımızın en sağlam olduğuna inandığımız parçalarının kuruntuluğunu tanıtlayabilir. Sakıncalı yanı, bütün bunların yaşayan kişilerin, gözlerimizin önündeki eylemlerine değil, kağıt üzerinde yapılması. Yine bir tür arıtkan etkinliğe katılmaya çağrılıyoruz. Yine, “salt” bilgi de içinde olmak üzere, yaşamlarımızı gerçekten biçimleyen düşünce, algı, duygu arasındaki savaşlardan çok uzağız. . ”

Kitapları: Yönteme Hayır, Türkçesi: Ahmet İnam, Paradigma yayınları,Haziran-Ağustos,1987 Akla Veda, Ayrıntı yayınları  Anarşizm Üzerine Tezler, Öteki yayınevi. Özgür Bir Toplumda Bilim, çeviren; Ahmet Kardam, Ayrıntı yayınları, 1999. Bilgi Üzerine Üç Söyleşi,çeviren. Cemal Güzel, Levent Kavas, Metis yayınları, 1997. Vakit Öldürmek, Nedim Çatlı, Ayrinti yayınları, 1997.

 

Thomas Samuel Kuhn

Thomas Samuel Kuhn (d. 18 Temmuz 1922 – ö. 17 Haziran 1996) ABD’li filozof ve bilim tarihçisidir. Kuhn’un en önemli yapıtı “The Structure of Scientific Revolutions” adlı kitabıdır.

HAYATI: Thomas Samuel Kuhn 1922 senesinde Cincinnati´de bir musevi ailenin cocuğu olarak dünyaya gelir. Babası mühendis olarak çalisir. 1940´da babasının da okuduğu Harvard Üniversitesi´nde fizik okur. Üniversite döneminde ayrıca felsefe ve edebiyat dersleri alır ve öğrenciler tarafindan yayımlanan Harvard Crimson gazetesinde yazarlık yapar.

Lisans sonrası 1943´de Harvard´da bulunan bir radyo araştırma laboratuvarında calışır. Orada, Ingiltere´de ve Fransa´da radar teknisyeni olarak calışır. Ikinci dünya savaşından sonra Harvard´a döner. Master´ı aldıktan sonra 1949 senesinde sonrakı Nobel ödüllüsü Jophn H. van Vleck´in yanında doktorasını tamamlar. O zamanlar asıl korucusu Harvard´in Rektörü James B. Conant´dır. Conan Kuhn´u bir fizikci için çok sıradışı olan Harvard Crimson´daki çalışmaları ve bir edebiyat-felsefe külübüne katılmasından dolayı protejesi olarak seçmiştir. Conant´in isteği üzerine Kuhn, henüz doktorasını tamamlamadan önce bir bilim tarihi kursu vermiş. Bu verdiği kurs kendisini o kadar etkiler ki, bunun ardından bir fizikci olmaktan vazgeçer ve bir tarihci ve felsefeci olmaya karar verir.

Yine Conant´in önerisi üzerine Kuhn Harvard´daki Society of Fellows birimine üye olur. Orada bilim tarihi ile ilgilenir, asıl ilgisi ancak her zaman bunun felsefeye olan etkisi olmuştur. Kuhn 1956´da Berkeley Üniversitesi´nde bilim felsefesi ve tarihi dalında yardımcı profesör olarak başlar, ve bir kaç sene sonra full profesörlüğü kabul eder. Berkeley´de Bilimsel Devrimlerin Yapisi adlı eserini yazar. Bu kitap, kendisi onun için „Essay“ der, aslında International Encyclopedia of Unified Science ansiklopedisinin bir paçrası olarak tasarlanmştı. Kuhn´un çıkış noktası o zamanlar henüz pek tanınmayan ve Ludwik Fleck tarafından yazılan ve Kuhn´un kendi görüşlerinin coğunu içinde barındıran Entstehung und Entwicklung einer wissenschaftlichen Tatsache adlı eserdir

1964´ten 1979´a kadar Princeton Üniversitesi´nde öğretim üyesidir. Sonra MIT Massachusetts Institute of Technology, Cambridge MA)´ye geçer ve burada 1991´de emekliliğe ayrılana kadar kalır. Kuhn International Academy of Science´ın kurucularından. Bu çok etkilediği kurum tarafından Thomas Kuhn Award ödülü verilmekte.

Thomas Samuel Kuhn 1996´da 73 yaşında kanser yüzünden vefat eder.

Kuhn’un bilimsellik görüşünde iki önemli kavram vardır. Bunlar paradigma ve bunalım kavramlarıdır.

Kuhn’un felsefe etkinliği üç aşamalıdır. İlki normal (olağan bilim etkinliği) ikincisi olağan üstü bilim etkinliği ve sonuncusu bunalımdır. Olağan bilim, bir paradigma var olduğu zamanki dönemdir. Paradigma iki yanlıdır. İlk olarak yeni gelenek başlatır. Eski geleneğe inananları kendine bağlar. Diğeri ise örnek sorunlar ve çözümler sunmasıdır. Gelecek nesillere yeni soru ve sorunlar bırakacak kadar geniş uçludur. Büyük başarıyı temsil eden,ilişkin olduğu alanda nesneyi başarılı olarak açıklayabilen, bilimsel gelişmelere açık olan, gelecek kuşaklara çözülecek problem bırakan yapıtlar paradigma oluştururlar.

Doğa yasalarını andıran ona sığmayan birtakım sanılardan oluşan çerçevelere paradigma denir.

Bir bilim topluluğunda bir paradigma oldugunu düşünelim. Bu bir süre iş görür. Bir süre sonra bir yerde kuramla olgu arasında uyuşmazlık çıkar. Bunu ele almak bunalıma yol acar. Paradigmanın çözemeyeceği bir durum olduğunda bunalım derinleşir. Bu paradigmanın işe yaramadığını gösterir. Yeni paradigmaya yemin hazırlar. Yalnız, aykırı tek bir örnekten ötürü paradigma yanlıslandı diye kenara bırakılamaz.

Paradigmanın güvenli olmadığı durumlarda,yeni açıklayamadığı bir şey olduğu durumlarda bunalım yaratmak gerekir. Eski paradigmaya inanan bilginler kopsun diye yapılır bu. Böylece olağan üstü bilim etkinliği dönemi gelir. Bu yeni paradigma ortaya çıkana dek sürer. Olağan üstü bilim etkinliği iki paradigma arasındaki bir geçiş dönemidir. Bu geçiş birikimsel değil, devrimseldir.

Kuhn bilimin bu işleyisini bilim tarhine bakarak bildiğini söyler.

Bilimin iki türlü boyutu vardır: SOSYOLOJİK BOYUT: Bilgi saf toplumda yaşamaz. Mutlaka çevre etkisi vardır. Topluluk onları belirler. Bu nedenle birtakım paradigmalar olmak zorundadır. PSİKOLOJİK BOYUT: Yeni paradigma oluştururken ki durumdur. Eski paradigmadan yeni paradigmaya bağlanmak zordur. Kuhn bunu din değiştirmeye benzetir.

KUHN’LA GELEN TUTUM DEĞİŞİKLİKLERİ: Bilim tarihini hesaba kattı. Geçmişte bilimsel başarılar ortaya koyarken bilginler nasıl yol izledi? Bilim tarihine bakarız ve “nesnellik ve saf deneyci tutumun” olmadığını görürüz.

Sosyolojik boyutu hesaba kattı. Önceden bilginler yalıtık varlıklarmış gibi davranıyorlardı. Buluş bağlamı sırasında bilgin tüm kabulerden bağımsız olmalı gibi bir düşünce vardı.

Psikolojik boyutu hesaba kattı. Bilginler yeni paradigmayı kabul ettirebilmek için us dışı yöntem (ikna etme) kullanırlar. Eski paradigmayla iş gören toplumlar kendi inançlarını sürdürmekte israrlı olurlar.

 

Werner Heisenberg

Karl Werner Heisenberg, 5 Aralık 1901 Würzburg‘da doğdu, 1 Şubat 1976 Münih‘te öldü. Kendi ismiyle anılan Belirsizlik İlkesi‘ni bulan Alman fizikçi, atom yapısı bilgisine katkılarından dolayı 1932 yılında fizik dalında Nobel Ödülü’ne layık görüldü.

Münih Üniversitesi’nde Arnold Sommerfeld ile beraber araştırmalar yaptı. Daha sonra Max Born, David Hilbert ve Niels Bohr gibi meşhur fizikçilerle çalıştı. 1941 yılında atom bombası yapımında Almanya‘ya destek olması için Bohr’u ikna etmeye çalıştı, ancak ahlaki nedenler yüzünden Bohr teklifi redetti.

Heisenberg (1925‘te) ve Erwin Schrödinger (1926‘da) çok yakın zamanlarda birbirlerinden bağımsız olarak atomun kuvantum (dalga) mekaniğini farklı olarak, fakat matematik yönünden eşit şekilde formüllendirdiler. Bu teoriler 1928 senesinde İngiliz teori fizikçisi Paul Dirac tarafından genişletilip geliştirildi. 1927‘de Leipzig Üniversitesi fizik profesörlüğüne tayin edildi. Aynı yıl meşhur belirsizlik prensibini ortaya koydu.

1941 senesinde şimdiki Max Planck Enstitüsü‘nün müdürü olan Heisenberg, 1958‘de, atomun içindeki temel parçacıkların yapısını izah eden, birleşik şaha teorisinin formülünü ortaya koydu. Heisenberg, hiçbir fizik bilgininin açıklama yapamadığı bir konuyu da aydınlattı. Bu konu, atom çekirdek yapısına ait olup; Mezon Alan Teorisi olarak isimlendirilmiştir.

Mezon Alan Teorisi: Atom çekirdeğinde protonlar ile nötronlar bulunur. Protonlar artı (+) yüklü olduğundan bir arada bulunamazlar. İşte bunun nasıl mümkün olduğunu açıklar Mezon Alan Teorisi.

Heisenberg’in Belirsizlik Prensibi: Bir elektronun yerini tespit edebilmek için dalga boyu kısa olan ışınlara ihtiyaç vardır. Bu ışınlar da enerji paketlerinden (fotonlardan) ibaret olduğundan, elektrona çarparak onun yerini değiştirirler (Compton Olayı). Elektrona çarparak onu etkilememesi için fotonları çok küçük ve dalga boyu uzun olan ışınların kullanılması gerekir. Bu suretle elektronun hareketinde önemli bir değişme olmayacaktır. Fakat uzun dalgalı ışınlar kuvvetli bir görüntü sağlamadığından, ancak çok belirsiz bir görüntü elde edilir. Şu halde, bir elemanın yerini tespit etmek mümkün değildir. Genel ifadeyle; birbirine bağlı iki büyüklük aynı anda, yüksek duyarlılıkla ölçülemez (birinin ölçülmesindeki duyarlılık arttıkça diğerinin ölçülmesindeki duyarlılık azalır). Enerji-zaman, açısal konum-açısal momentum, konum- momentum bu fiziksel büyüklükler olup, bu iki büyüklüğün ölçüm hatalarının çarpımı Planck sabitine büyükeşittir.

1956 senesinde İstanbul’a gelip konferanslar veren Heisenberg, bir konferansında sözlerini şöyle bitirmiştir: “Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifade edilebileceğini anlattım. Şimdi aklımıza haklı olarak, şu soru gelmektedir: Bu muazzam kudreti, küçücük yere kim ve nasıl koydu?” [1]

Popüler Kültürde Heisenberg: Heisenberg’in hocası Bohr ile II. Dünya Savaşı sırasında ideolojik fikir ayrılığına düşmesi ve Heisenberg’in Bohr’u 1941 yılında Kopenhag‘da ziyaretinde aralarında geçen konuşma bir çok spekülasyona neden olmuş ve herhangi bir resmi kaydı olmadığı için aydınlatılamamıştır. İngiliz yazar Michael Frayn‘ın 1998 sahnelenen Kopenhag adlı oyunu bu görüşmeyi anlatmaktadır.

 

René Descartes

René Descartes (Röne Dekart okunur) (31 Mart 159611 Şubat 1650) Fransız matematikç i, bilimadamı ve filozof. Batı düşüncesinin son yüzyıllardaki en önemli düşünürlerinden biri.

Hayatı: 1596 yılında La Haye (şimdi Descartes), Touraine, Fransa‘da doğan ünlü düşünür, eğitimini Anjou‘da bulunan bir Cizvit kolejinde gördü. Sağlık bakımından zayıf olan Descartes, özellikle çocukluğunda sık sık hastalıklarla boğuştu. 1616 yılında Poitiers Üniversitesinden hukuk diplomasını aldı. Gençlik yıllarında çeşitli dönemlerde orduda hizmette bulundu. Bu hizmetlerin dışında Avrupa’nın birçok ülkesine yolculuklar yapıp, çeşitli şehirlerde yaşadıktan sonra 1628 yılında Fransa’ya geri döndü ve felsefe ve optik üzerine değişik deneyler yaptı. Aynı yıl Hollanda‘ya yerleşti.

Hayatı boyunca geç kalkma alışkanlığı oldu. 1649 yılında, zamanın İsveç Kraliçesi Christina’nın davetiyle Stokholm‘a yerleşti ve burada kraliçeye dersler vermeye başladı. Kraliçenin isteğiyle, filozofun uyanık olmaya alışık olmadığı kadar erken bir saat olan, sabah beşte yapılan dersler ve ülkenin soğuk iklimi yüzünden Descartes, İsveç’e gelişinin birkaç ay ardından 11 Şubat 1650’de zatüreden dolayı yaşamını yitirdi.

Descartes bilime ve matematiğe önemli katkılarda bulunmuştur. Optikte yansımanın temel kanununu bulmuştur; geliş açısı gidiş açısına eşittir. Matematiğe olan en büyük katkısı ise analitik geometri üzerine olmuştur. Cebirin geometriye uygulanması üzerine çalışmıştır. Kartezyen Geometri ifadesini ortaya atmıştır. Eğrileri onları üreten denklemlere göre sınıflandırmıştır. Alfabenin son harflerini bilinmeyen çokluklar için, ilk harflerini de bilinen çokluklar için kullanmıştır.

Descartes’ın felsefe tarihindeki önemi, kilise odaklı orta çağ felsefesini içinde bulunduğu darboğazdan çıkarıp Yeni Çağ‘a taşımasından kaynaklanmaktadır. Descartes’ın çalışmaları “Akılcılık” akımının doğmasına yol açmıştır.

Başta Spinoza ve Leibniz olmak üzere eserleri pek çok önemli filozofu etkilemiştir.

Filozofun görüşleri, başta “Düşünüyorum öyleyse varım” (Cogito ergo sum) çıkarımı olmak üzere, günümüzde de halen pek çok eserde alıntı olarak bulunabilmektedir. “Kesin olan bir şey var. Bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek. Şüphe etmek düşünmektir. Düşünmek ise var olmaktır. Öyleyse var olduğum şüphesizdir. Düşünüyorum, o halde varım. İlk bilgim bu sağlam bilgidir. Şimdi bütün öteki bilgileri bu bilgiden çıkarabilirim. “

Düşünceleri kendinden sonraki bütün filozofları etkilemiştir. 17 ve 18. yüzyıllarda Descartes’ın etkisi kolayca görülebilir. Locke, Hume, Leibniz ve Kant; Descartes’ın düşüncesine yanıt vermeye çalışmışlardır. Bu bakımdan modern felsefenin babası sayılmaktadır.

 

Imre Lakatos

İmre Lakatos (9 Kasım, 19222 Şubat, 1974), bilimsel gelişmeye ilişkin araştırma programlarıyla ün kazanmış olan çağdaş bilim felsefecisi. Lakatos, aynı zamanda klasik bilim anlayışına yönelik itirazlarıyla tanınmıştır.

Düşünceleri: Pozitivist bilim ideali ve anlayışının eleştirisini yapan Lakatos’a göre, bilimde nihai doğrulama ve nihai yanlışlama yoktur. Bilim yanılabilir, hataya düşebilir. Bilimde kesin doğrularla, kesin yanlışların olamayacağını söyleyen Lakatos’a göre, bilimde hakikati garanti edecek, doğruluğu teminat altına alacak, genel-geçer, evrensel ve rasyonel yöntemler yoktur. Bundan dolayı, bilimin kesin ve değişmez bir yöntemi olamaz. Bu bakımdan Paul Feyerabend‘i etkilemiştir; onun Yönteme Hayır adlı ünlü kitabının Lakatos ile yazışmalarının bir ürünü olduğu bilinmekltedir. Karl Popper, Thomas Kuhn ve Feyerabend arasında meydan gelmiş olan bilimin niteliğine, geçerliliğine, yöntemine, kuramsal statüsüne dair tartışmalarda kendine özgü bir yol izlemiştir. Bu yolda Lakatos bilimin rasyonel bir şekilde ilerlediğini kanıtlamaya çalışır. Hem Popper hem de Kuhn karşıtı önermeleri sözkonusu olmakla birlikte Lakatos, daha çok bunlar arasında bir tür sentez arayışında bir bilim felsefecisi olarak görünmüştür.

Bilim felsefesindeki yeri: Popper’ın öğrencisi olmakla birlikte onun yanlışlanabilirlik ilkesiyle temellendiridiği bilim anlayışını eleştirmiştir. Onun düşüncelerinin özgünlüğü Popper ile Kuhn arasındaki tartışmalarda bir tüz sentez arayışıyla hareket etmiştir. Biliminin anomalilerle her zaman bir arada bulunduğunu ileri sürmüş, belirli bir teorinin doğrulanma ya da yanlışlanmasının belirli bir anda olanaklı omadığını savlamıştır. Bilimsel bir teori bu belirli anomalileri zaten ad hoc varsayımlarla kanıtlamaya çalışır, ki bu nedenle belirli bir teoriyi reddedebilmek sanıldığı kadar kolay değildir.

Belirli bir teorinin diğer ya da önceki teoriden daha geçerli olması, bu yeni ya da farklı teorinin daha fazla şeyi açıklayabiliyor olmasıyla ilgilidir ona göre. Bu yaklaşım biçimi teoriler arasında bir süreklilik ilişkisi kurar. Buna göre, çelişiyor göründüklerinde bile, teorilerin belirli bir şekilde birbirlerini kapsamaları sözkonusudur. Bir tür birikimci bir bilgi anlayışı ortaya konulmaktadır Lakatos tarafından, ancak Kuhn’un bu birikim olanağını geçersiz ilan eden varsayımlarına bir açıklama getirilmemektedir. Öte yandan Lakatos bilimsel gözlemin nesnel bir şekilde yapılmasını öngörerek, bir anlamda ampirist bilgi anlayışlarına olanak verir. Bu da sert eleştirilere maruz kalan pozitivizm ve ampirizm konularında kesin olmayan bir önerme olarak görünür.

“Realist rasyonalizm“: Rasyonalizm ve empirizm konularında da Lakotes’in sentez arayışında olduğu, ve bu noktada eleştiriyor olsa da Popper’a Kuhn’dan daha yakın durduğu söylenebilir. Lakatos bu anlamda, Popper’ın kimi görüşleriyle kendi temel savları arasında çelişmekle eleştirmiş olan Popperci çevreye dahil edilebilir. Onun girişimleri Kuhn’un varsayımlarını en önemli oldukları noktada yadsımaya yönelik olarak görünmektedir. Birikimci bilgi anlayışıyla Kuhn’un paradigma kavramına da itiraz etmiştir Lakatos. Feyerabend daha sonra Lakatos’ın önermelerini farklı noktalardan eleştirecek, Kuhncu görelikciliği uç noktalara taşıyacaktır. Lakatos’ın aksine Feyerabend bilimdeki teorilerin birbirlerini yadsıyarak ortaya çıktıklarını öne sürer. Feyerabend onun rasyonalist eksenli düşüncelerini “realist rasyonalizm” olarak eleştirir.

Henri Poincaré

Henri Poincaré 29 Nisan 1854 Nans‘de doğdu, 17 Temmuz 1912 Paris‘de öldü. Fransız matematikçi ve fizikçi.

1881 yılında ölümüne dek Sorbonne Üniversitesi’nde profesörlük görevinde bulundu. Poincaré, her yıl çok değişik konularda çok parlak dersler vermiştir; bunlar arasında, potansiyel kuramı, ışık, elektrik, ısının iletilmesi, elektromagnetizma, hidrodinamik, gök mekaniği, termodinamik gibi matematiksel fizik konuları ile olasılık teorsisi gibi matematik konuları bulunmaktadır.

Poincaré vermiş olduğu derslerin yanı sıra, yazmış olduğu çok sayıdaki yapıtla da etkili olmuştur. Türkçe’ye de çevrilen “Bilimin Değeri” ve “Bilim ve Varsayım” gibi bilim felsefesiyle ilgili kitapları bunlardan sadece birkaçıdır. Ayrıca otomorfik ve Fuchs fonksiyonları, diferansiyel denklemler, topoloji ve matematiğin temelleri hakkında makaleler yayımlamış, diferansiyel denklemlerin çözümü için genel bir yöntem bulmuştur. Matematiğin temelleriyle ilgili olarak, matematiksel düşünmenin gerçek aracının matematiksel indüksiyon olduğunu düşünmüş ve bu yöntemin sezgisel olarak daha basit bir yönteme indirgenebileceğine ihtimal vermemiştir.

Newton, matematik astronomiye çok sayıda problem getirmişti. Euler, Lagrange ve Laplace bu alanda çok ileri adımlar attılar. Bu matematikçiler ulaşılmaz devler gibi görülüyorlardı. Cauchy, karmaşık fonksiyonlar kuramını geliştirince, Poincaré’ye bir silah depo kalmıştı. İşte bu kuvvetli silahlarla gök mekaniği Poincaré gibi dev bir matematikçiyi bulmuştu. Böylece, matematik astronomi son şeklini Poincaré ile buldu. Bu alandaki en büyük başarısını 1889 yılında üç cisim problemiyle elde etti. İsveç Kralı II. Oscar, n cisim problemini yarışmaya sundu. Poincaré bu n cisim problemini çözemedi. Fakat, Weierstrass, Hermite ve Mittag-Leffler’in de bulunduğu jüri, dinamikteki diferansiyel denklemlerin genel tartışması ve üç cisim problemi üzerindeki denemesi nedeniyle bu ödül Poincaré’ye verildi. 2500 kronluk ödülü Poincaré aldı ve Fransa da İsveç Kralından aşağı kalmamak için ona Fransızların büyük bir rütbesini verdi.

Poincaré gök mekaniği ile de ilgilenmiş, özellikle Üç Cisim Problemi üzerinde durmuştur. Bu alanla ilgili olan ıraksak serileri incelemiş, Asimptot Açılımları Kuramını geliştirmiş, yörüngelerin düzenliliği ve gök cisimlerinin biçimleri gibi konularla ilgilenmiştir. Aynı konular Laplace‘ın da ilgi alanı içine girmektedir; ancak Poincaré her yönüyle özgündür. Görelilik, kozmogoni, olasılık ve topolojiyle ilgili modern kuramların hepsi Poincaré’nin araştırmalarından oldukça etkilenmiştir.

 

Nedensellik

Nedensellik, genel olarak nedensellik ilkesi olarak bilinen ve olay ve olguların birbirine belirli bir şekilde bağlı olması, her şeyin bir nedeni olması ya da her şeyin bir nedene bağlanarak açıklanabilir olması ya da belli nedenlerin belirli sonuçları yaratacağı, aynı nedenlerin aynı koşullarda aynı sonuçları vereceği iddiasını içeren felsefe terimi.

Tanım: Aynı neden aynı sonuca yol açtığına göre neden–sonuç bağlantısı kesin ve değişmezdir. Bu anlamda evrendeki tüm olay ve oluşlar, kesin, değişmez ve öngörülebilirdir. Diğer bir anlatımla evren, gözlemcinin ya da deney yapanın iradesinden bağımsızdır.

Aynı genellik içinde, belli bir olguyu bilmek onun nedenini bilmek olarak anlaşılır ve bu bakımdan “Neden? sorusu” bilimin temel sorusu olarak görülür. 20. yüzyılın başlarına kadar bilimin temel yasası olarak Nedensellik ilkesi öne sürülmüştür. Kuantum fiziğiyle birlikte bilimin ilkesi olarak nedensellik tartışmalı bir konuma gelmiştir ve bu tartışma hem bilim kuramcıları hem de felsefeciler tarafından değerlendirilmeye devam edilmektedir.

Felsefe tarihi boyunca nedensellik tartışılagelen bir konu olmuştur. Epistemoloji, ontoloji, metafizik alanlarında nedensellik ilkesi üzerine çok geniş bir tartışma tarihi bulunmaktadır. Nedensellik-belirsizlik, nedensellik-özgür irade, nedensellik-olumsallık, nedensellik-belirlenimsizlik, nedensellik- raslantısallık vb. konu başlıkları felsefe tarihi içindeki bazı tartışılagelen konu başlıklarını göstermektedir. Felsefi bir kavram ve eğilim olarak determinizm nedensellik ilkesi üzerinde temellenir.

Gerekircilik: Gerekircilik, evrendeki tüm olay ve süreçlerin nesnel gerçeklik olduğunu kabul eden bir yaklaşım olarak, nedensellik ilkesi üzerine kurulu bir felsefi yaklaşım biçimidir. Buradaki nesnel gerçeklik, tüm olay ve süreçlerin nesnel yasalarca belirlendiği anlamındadır. Son tahlilde nesnel gerçeklik, neden – sonuç ilişkisine dayanır, her sonuç bir nedene dayanır ve her sonuç başka bir sonucun nedenidir.

Dünyaya gerekirciliğin bakış açısıyla bakmak, farklı yorumlarla ortaya çıkmıştır. Bu görüş temelinde insan iradesi ve özgürlüğünün yok sayılması da, insan iradesine çok geniş bir özgürlük alanı açılması da sözkonusu olabilmektedir.

Nedensellik ilkesi ve gerekircilik hem metafiziğin hem de bilimsel düşüncenin içinde temel rol oynayan kavramlardan başlıcalarıdır. Bilimsel düşünce açısından nedensellik insana, nesnel dünyanın bilinebilir ve olanaklar çerçevesinde değiştirilebilir olduğunu göstermiştir. Herhangi bir olayda neden – sonuç ilişkisi biliniyorsa, nedenin değiştirilmesiyle sonuç da değişecektir. Bilimsel gelişmenin temelinde yatan en önemli öncüllerden biridir bu bakış açısı.

Dinsel nedensellik: İnanç gerekirciliğinde (ilkel şekli ihmal edilirse) dünyadaki her şeyin bir gayesi olduğuna ve ilahi bir kudret dahilinde belirlenen bir sonun mevcut olduğuna inanılır. Bu nedenselliğin ve gerekirciliğin ilkel şeklini Saint-Augustin ile Dante, çağdaş biçimini ise Hegel savunmuştur. Bu çeşit düşüncelerle determinizm temellendirilmiştir bir anlamda.

“Neden?” sorusu

“Neden?” sorusu bilimsel düşünmenin gelişiminde etkili olmuş ve tarih boyunca ele alınışı değişimlere uğramıştır. Belirli gelişmelerin sonrasında ise neden sorusundan nedensellik kavramına geçildiği görülür. Özellikle Newton’un bulguladığı bilimsel gelişmeler ve doğa bilimlerinin o dönemdeki ilerlemesi sonucunda nedensellik kavramının öne çıktığı söylenebilir. Nedensellik bir şeyin nedenini bilmek, ve bu da, bir şey meydana gelmişse ondan önce başka bir şey meydana gelmiştir düşüncesine sahip olmak anlamına geliyordu ve böylece, buradan da gelecegin kestirilebilir/bilinebilir bir şey olduğu fikrine varılıyordu. Eğer bir olayın geçmişteki nedeni biliniyorsa gelecekteki sonucuda bilinebilir olarak ele alınıyordu. newton fiziğinde, blirli bir anda eğer bir sistemin durumu biliniyorsa gelecekteki durumunun da ne olacağı tespit edilebilir olarak alınır. Nedensellik bu anlamda bir neden-sonuç ilişkisi olarak anlaşılmaktadır. Werner Heisenberg ve benzer kuantum fizikcilerinin itirazı tam da bu noktaya ilişkindir;çünkü belirli durumlarda (atom altı dünyada) bir şeyin konumunu ve hızını aynı anda bilmenin olanaklı olmadığı, bunun çeşitli olasılıksal hesaplara bağlı olduğu sonucu ortaya çıkmıştır. Böylece nedensellik ilkesinden giderek belirsizlik, olasılıksallık, rastlantısallık gibi kavramlara yönelim sozkonusu olmuştur.

Bilimde nedensellik: İlk Çağlardan 20. yüzyıl başlarına kadar gelişerek ve derinleşerek gelmiş olan bilin düşüncesinde ve bilim teorisinde geçerli olan nedensellik anlayışı ya da nedensellik kavramının kavranılışı, ünlü bilim insanı Albert Einstein‘ın popüler sözü “Tanrı zar atmaz” değişinde ifadesini bulur. Herşeyin birbirine bağıntılılığı, her gelişmenin ya da sonucun bir önceki olayın ya da etkinin ürünü olduğu düşüncesi, geriye doğru gidildikçce sonsuz bir neden-sonuç ilişkisinin varolduğu düşüncesi bu bağlamda değerlendirilir. Bu düşünceye göre bilimin temel sorusu, Neden? sorusudur.

Ayrıca, benzer nedenlerin benzer koşullarda aynı sonucu vereceği önermesi de nedensellik ilkesinin temel önermelerinden biridir. Francis Bacon, doğa bilimlerindeki gelişmelerle nedensellik ilkesinin açık bir şekilde bilimin temeli olarak kanıtlandığını öne sürmüştür. Özellikle fizik bilimi uzun yıllar nedensellik ilkesi altında tanımlanmış ve değerlendirilmiştir. Kuantum fiziginin gelişiminden itibaren ise, bilimin bütün ilkelerinin yanı sıra en çok tartışılan ilkesi nedensellik ilkesi olmuştur.

Bilim felsefesi 20. yüzyılda bilimin niteliği üzerine önemli tartışmalar kaydetmiştir ve bilinen anlamda nedensellik ilkesinin eleştirisi yaygın bir eğilim olarak şekillenmiştir. Bilim kuramcıları ve bilim felsefecileri kaos, olumsallık, belirsizlik, belirlenimsizlik, olasılık, raslantı gibi kavram ve kategoriler aracılığıyla bilimsel nedensellik fikrini karşılaştırmakta, farklı yollar aramaktadırlar. Belirsizlik ilkesi, nedensellik ilkesi karşısında giderek öne çıkmış ve güçlenmiştir. . Özellikle pozitivizmde nedensellik kavramına belirleyici bir önem ve yer verildiği görülür. Bu anlayışta nedensellik ilkesiyle, geçmiş olayları bilerek bugünü görecegimiz ve hatta geleceği bilecegimiz ileri sürülür.

Bu yaklaşım günümüzde çok az destek görmektedir. Einstein’in Kuantum fizikcilerine itiraz etmek için öne sürdüğü “tanrı zar atmaz” sözüne rağmen olasılık ve raslantı kavramlarının bilimsel düşüncede giderek güçlendiği söylenebilir. Eistein’ın bu görüşüne karşı “tanrı’nın ne yapacağını bilemeyiz” cevabı verilmiştir.

Her olayın maddi veya manevi birtakım nedenlerin zorunlu sonucu olduğunu kabul eden felsefi görüş determinizm olarak adlandırılır. Determinizm bütün olayların, hiç kimsenin değiştiremeyeceği bir şekilde, doğaüstü bir güç tarafından saptanmış olduğunu kabul eden fatalizme (sabit kadercilik) karşı çıkar. Determinizme göre insan kaderini kendisi yaratır, fakat evrensel yasalar çerçevesinde. Her olayın maddi ve manevi bazı nedenlerin sonucu olması kuralı ise nedensellik kuralı olarak adlandırılır. Nedensellik kuralı rastlantı diye bir şeyin olmadığını ortaya koyar.

 

Belirsizlik ilkesi

Nicem fiziğinde Heisenberg’in Belirsizlik İlkesine göre, bir parçacığın etmeni ve konumu aynı anda tam doğrulukla ölçülemez (etmenin değişimi = kütle değişimi x hız değişimi). Belirsizlik ilkesini 1927 yılında Werner Heisenberg buldu. Belirsizlik ilkesini daha da genellenmiş olarak anlatmak istersek şunları söyleyebiliriz. Kökleşik fizikten ayrı olarak Nicem fiziğinde her fiziksel niceliğe denk gelen bir reel sayı değil, bir işletmen vardır. Bu işletmenler kökleşik mekanikten ayrı olarak sayısal değerler ile değil matrisler ile temsil edilir. Dolayısyla, nicem mekaniğinde ölçülen fiziksel niceliğin ölçüm sırası önemlidir. Herhangi iki fiziksel niceliği (örneğin: konum ve etmen) ele alalım. Eğer bu fiziksel niceliklere denk gelen iki isletmenler yer değiştiremiyorsa bu iki niceliğin (örneğin: etmen ve konum) aynı anda ölçülmesi olanaksızdır. Bu durumda kesin sonuçlardan değil, bir ortalama değer yakınlarında dalgalanan değerlerden sözedebiliriz.

Genel bakış: Bir parçacığın konumu ne denli doğrulukla ölçülürse (yani konumunun belirsizliği ne denli küçük olursa), buna karşılık etmeninin belirsizliği aynı oranda büyük olur. Tersine, etmendeki belirsizlik küçüldükçe, aynı oranda konumunun belirsizliği büyür. Ancak bu belirsizlik deneysel ölçümlerden değil doğrudan matematikten elde edilmiştir. Fourier analizinde x ve k uzayları arasındaki dönüşümler ele alınırsa eşitsizliğinden yola çıkılarak De Broglie-Einstein denklemlerinden etmen ile ilgili anlatım yerine konulursa

elde edilir. Burada Δx, x konumunda ki belirsizliği, Δpx ise x yönündeki etmendeki belirsizliği temsil eder. Görüldüğü üzere birbirine dik eksenlerde herhangi bir belirsizlik yoktur, diğer bir deyişle y yönündeki konumla x yönündeki etmen aynı anda sonsuz duyarlılıkla elde edilebilinir.

Belirsizlik ilkesi enerji ve zaman ilişkisi için de geçerlidir. Belirsizlik ilkesinin daha iyi anlaşılması için benzer bir örnek: Bir elektromanyetik dalganın sıklığını (titreşim sayısını) Âölçmek için belli bir süre beklemek gerek. Yani dalganın sıklıgını belli bir anda ölçmek olanaksızdır. Bekleme süresi uzadıkça zaman belirsizleşir. Titreşim sayısı ve enerji nicelği az Dalga boyu uzun Bekleme süresi uzun Belirsizlik büyük

Titreşim sayısı ve enerji nicelği çok Dalga boyu kısa Bekleme süresi kısa Belirsizlik küçük

Enerji niceliği ne denli azsa, aynı oranda dalga boyuyla bağlantılı olarak bekleme süresi uzar ve ölçülen zaman belirsizleşir. Tersine; Enerji niceliği ne denli çoksa, aynı oranda dalga boyuyla bağlantılı olarak bekleme süresi azalır ve ölçülen zamanın belirsizliği azalır. Bu da determinizm ele verir.

 

This entry was posted on Pazartesi, Ağustos 4th, 2008 at 03:16 and is filed under BİLİM. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

There are currently 2 responses to “Bilim felsefesi”

Why not let us know what you think by adding your own comment! Your opinion is as valid as anyone elses, so come on... let us know what you think.

  1. 1 On Ağustos 7th, 2014, ALİ İHSAN ÇİFTCİ said:

    Güzel bir çalışma olmuş.Elinize sağlık.
    http://danismend.com/kategori/altkategori/bilim-felsefesi/ makale ile ilgili görüşlerinizi alabilirsem memnun olurum
    Saygılarımla.
    0 542 241 79 23

  2. 2 On Ağustos 9th, 2014, admin said:

    Teşekkürler. Yazınız bilgilendirici….

Yorum Yaz