-
15th Ocak 2010

Salavat getirmek salat etmek midir? Ahmet Baydar

posted in SALAVAT |

Salavât getirmek salat etmek midir? (Değerlerin Derece Düzeni XIV) / Ahmet Baydar

İzleyen memur, amirine uymaktadır. İzleyen çocuk annesinden yardım istemektedir. Ama izleyen amir, memurunun sorunlarına eğilmekte, izleyen anne ise çocuğunu tehlikeden korumaktadır.

Yani astın üstü izlemesi ile üstün astı izlemesinde anlam, kuvvet ve işteşlik değişir. Fiiller çıkış yerlerine ve yönlerine göre anlam, ağırlık ve işteşlik imkanı kazanır.

Kur’ân’daki “Salat etme” fiili de böyledir. Kuşlar Allah’a, Melekler de Peygambere salat eder. Ancak Allah kuşlara, Peygamber de meleklere salat etmez. Allah, Peygamber ve müminler ise birbirlerine salat ederler:

“Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler! Ona salat edin.” (Ahzâb 33/56)

Bu ayetteki salât etmek, genelde Peygambere “salavat getirmek” şeklinde anlaşılmış, buna dayanılarak Allah’tan bir hacet isterken Peygambere salavat getirmeyi gerekli görenler olmuştur. Ancak bu, sahabe zamanında örneği bilinmeyen garip bir tevessül türüdür. Bundan daha garip olanı ise yine bu anlamdan doğan şu inançtır: “Hz. Peygambere salât, ibadetlerin en üstünüdür. Çünkü bunu bizzat Allah ve melekleri de üstlenmiştir.” (Nakleden, Kurtubî)

Son zamanlarda, salat sözcüğüne hemen herkes istediği anlamı veriyor. Dilediği yere çekiyor. Bu tür çalışmaların saikleri üzerine  söylenmesi gereken çok şey var. Ancak bu, başka bir yazı dizisinin konusu.

Oysa anlam tayini ve kontrolü için daha basit yöntemler de var. İlk surelerde salat etme fiili, zıddıyla birlikte kullanılmıştır. Zıddının, sırtını dönmek, yüz çevirmek, üstlenmemek anlamında olduğunda herkes ittifak hâlindedir. (Tevellâ kelimesi için bkz. Alak 96/10-13, Kıyamet 75/31-32)

Bu durumda salat etmenin, yönelmek, izlemek ve arka çıkmak anlamı açığa çıkmış olur. İlk dönem sözlükleri de bunu doğrular.

Fiilin farklı makam ve yönlerdeki anlam, kuvvet ve işteşlik farkı göz önüne alınırsa, bu, salatın Kur’ân’daki temsili dil sisteminde yerini bulan; “yardım istemek” terimsel anlamıyla da örtüştüğü görülür.

Yani yukardaki ayetteki, Allah’ın elçisine yardım etmesi üstün asta salâtıdır. Allah, Elçisine melekleriyle vahyeder, onun önünü açar. Ama Elçi bu yardımın tahakkukuna kadar geliş yönünün farkında olamaz. Çünkü Allah’ın salatının temelinde beşerin imkanlarını aşan ilahi ilim vardır. Müminlerin Peygambere, yani astın üste salâtı ise, müminlerin onu izlemeleri, ona bağlanmaları ve arka çıkmalarıdır. Nitekim bu ayet, “Tam bir kabulle bağlanın” ifadesiyle son bulmaktadır. (Aynı ifade için bkz. Nisâ 4/65)

İşte Peygamberin müminlere salavatı da bu mana ile anlam kazanır. (Tevbe 9/99) Peygamber, müminleri tanır, onlara yönelir, onlarla ilgilenir, onlar için dua ederse onlara salât etmiş, başka bir pasajda ifade edildiği gibi, kendisini izleyenlere şefkat kanadını indirmiş olur. (Şuarâ 26/215, Hicr 15/88) Kısaca, sözleşmelerini tasdik etmesinden, cenazelerinde onlara dua etmesine kadar bütün yaptıkları salât cümlesindendir. Nitekim ittiba etmeyenlere salât etmesi ve kabirleri başında durması da yasaklanmıştır. (Tevbe 9/84,103)

Allah’ın salavat ve rahmetinin kulların üzerine olması da, elbette onlara “salavat getirmesi” değil, her türlü yardım ve rahmetinin onların üzerine olmasıdır. (Bakara 2/157, Ahzâb 33/41-43)

Evet, Müddesir Suresinin 43. ayetindeki “musallin” kelimesi de “salat etmek” ten özne bir isimdir. “İzleyenler” demektir.

Yani buradaki de, ikame etmek ve muhafaza etmek fiilleriyle, bazen de vakitlerle mukayyet olarak zikredilen es-Salat değildir. “Salat” ile “Vusul” ün aynı kökten olmadığını fark edemeyen modern müçtehit rahat olsun.

Ama es-Salat kesinlikle onun sandığı gibi değildir. Kur’ân’ın sıkı dokunmuş üslubu her türlü şeytanlığa kapalıdır. (Ahmet Baydar http://www.fikritakip.com/news.asp?pg=1&yazi=2511 )

 

 

Salavât, kıyamla muhafaza edilir (Değerlerin Derece Düzeni XVI)

Bir kelimenin, söz üslubunda, siyakında ve sibakında kazandığı tali anlamlar, ilk anlamı kadar önemlidir. Daha doğrusu her kelime gerçek anlamını ve tesir kuvvetini deyimlerde ve sözdeki yerinde bulur. Özellikle kadim doğu dillerinde sözcüğün anlamı ancak sözdeki yerinde tamdır. Ne var ki modern mantık; ince farkları aynılaştırmaya, sözü küçümsemeye, üslubu hafifsemeye, siyak ve sibakı bölmeye düşkündür. Bilgisayar ortamındaki seç-kes-yapıştır garabeti de bu düşkünlüğün sonucudur.

Dinde ihlâsı arayanlar, bu tür keyfilik ve kolaycılıktan kaçınmalıdır.

S-L-V kök harflerinin izlemek anlamına geldiğine, bu nedenle Kur’ân üslubunda kimi zaman vahye de izlenmesi gereken cihetiyle salât dendiğine, zayiinden söz edilen salâtın da izlenmeyen vahye işaret olabileceğine temas etmiştik. Peki, muhafaza edilmesi gereken salât nedir? Nasıl muhafaza edilir?

Evet, izlenmesi cihetiyle vahyin adı salât, hatırlatması nispetiyle de zikirdir. Zikri Allah indirmiş ve onu korumayı da kendisi üstlenmiştir. (Hicr 15/9) Ama bu korumanın sebebi, zikrin kullar tarafından yaşanacak olmasıdır. Bu nedenle Allah’ın hıfzı, kullarının elinde gerçekleşmelidir.

Kullar vahyi yazar, hıfzeder, okur ve tebliğ ederler. Böylece vahyin metni ve telaffuzu korunmuş olur. Buna bir de uygulamanın eklenmesi gerekir. Böylece anlam da korunacaktır. Nitekim Kur’ân, bazı peygamberlerin Tevrat’la hükmettiğini, ulemanın da onunla hükmederek korumakla yükümlü olduklarını söylemiştir. (Mâide 5/44)

Salâtı korumayı konu edinen ayetlerdeki koruma, acaba bazılarının dediği gibi vakitli salâtları kaçırmamak için acele etmek veya onlara devam etmek midir? Yoksa Kur’ân dilindeki salat sözcüğü kapsamında ne varsa onu hıfz ve himaye etmek midir?

Salâtın korunmasını konu edinen ayetler, nüzul zamanlarıyla, siyak ve sibaklarıyla dikkatle okunursa, korunması istenen şey vakitli salat anlamına alınsa bile bunun, Kur’ân’ın tebliğinin daha bidayetinde, Mekke ve çevresinde bilinen şekilde ve sayıdaki salât olduğu anlaşılacaktır. Şu ayetteki gibi:

“Bu, sana indirdiğimiz, kendinden öncekileri onaylayan mübarek bir kitaptır. Ana-kent ile çevresinde yaşayanları uyarasın diye. Ahirete inananlar buna da inanırlar, onlar salâtlarını muhafaza ederler. (En’âm 6/92, Ayrıca bkz. Mü’minûn 23/7-11, Me’âric 70/34)

Bu ayetlerde salâtın beraberinde zekât yerine, emanet, ahit ve kitaptan bahsedilmiş, hıfzetme yerine de muhafaza fiili getirilmiştir. Muhafaza fiilinde ise, iman, emanet ve ahitte olması gereken karşılıklılık vardır. Salâtın karşılıklılığına, ayrıca Kitap ve zikirle olan yakınlığına da işaret etmiştik.  Bu durumda salâtın muhafazasının, izlenmesi gereken vahyin muhafazasıyla ilişkisi anlaşılmış olur.

Hicretten sonra nazil olan ve hukuki meselelerin tam ortasında yer alan şu ayetteki gibi:

“Salavâtı muhafaza edin.” (Bakara 2/238)

Muhafazası istenen salatın burada da vahiy olduğu açık değilse de, vakitli salât olduğu da sarih değildir. İstenen şey, delaleti tayin edilmemiş mutlak “salâtlar”ın muhafazasıdır. Ayet şöyle devam eder:

“Salavâtı muhafaza edin ve vustâ salâtı.”

alavât kelimesinin anlamı daraltılarak sırf bazı vakitlerde salât ikame etmeye indirgenirse, “vustâ salât”ın hangi vakit olduğu belirlenemez. Ayrıca aynı mantığın modern takipçileri, bu sayfadaki vakitli salata, hukuki meselelerin arasından daha uygun bir yer aramaya koyulurlar.

Oysa burada; önce tayin edilmemiş anlamıyla salavatın muhafazası istenmekte, ardından “vüstâ” salât tembih edilmekte, daha sonra da yeni bir “ve” ile vakitli salâta işaret edilmektedir:

“Salâtları muhafaza edin ve vusta salâtı ve Allah için kanit olarak durun.”

Demek ki muhafaza ancak “kanit” bir “kıyam”la mümkündür. Salavâtın muhafazası, izlenmesi gereken ayetlerin ve bu ayetlerde zikredilen can alıcı aile hukukunun, vakitli salavâtta kıraatiyle muhafazasıdır. Nitekim sonraki ayette şöyle denir:

“Eğer korku halinde iseniz yaya veya süvari giderken de (durun). Güvene erdiğinizde ise bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah’ı zikredin.”

İmdi sen eğer samimi isen, kimi zaman muhaliflerini ölümle cezalandırmış olan siyasi mezheplerin ilk nesline bakıver. Düşman kardeşler bile vakitli salâtta ve onun her şartta kalıcı ve değişmez tek öğesinin kıraat olduğunda ittifak ettiler.

Bunu biliyorken, nasıl olur da vahyi ve bu sayfada temas edilen ilkeleri salât kavramının dışında tutabilirsin?

Ya da Fıkhi olsun, Kelami olsun, siyasi olsun, hiçbir anlayışta kıraatsiz vakitli salât yokken, vakitli salâtı vahiyden ve bu ilkelerden nasıl ayırabilirsin?

Şimdi de diyeceksin ki; peki, güvene erilince nasıl zikredileceğini Allah müminlere ne zaman öğretti? (Ahmet Baydar http://www.fikritakip.com/news.asp?pg=1&yazi=2513 )

This entry was posted on Cuma, Ocak 15th, 2010 at 16:44 and is filed under SALAVAT. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz