-
26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Türkiye’de ayrımcılık, ırkçılık, nefret suçları ve nefret söylemi ile ilgili mevzuat örnekleri

1- ANAYASA

Anayasa yasalar önünde eşitliği 10. maddesinde düzenlemiştir. Bu düzenleme ile ayrımcılık da anayasal düzeyde yasaklanmıştır.

“X. Kanun önünde eşitlik Madde 10 –

Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.

Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”

Yine Anayasa’nın çeşitli maddelerinde farklı konularla ilgili ayrımcılığı yasaklayan düzenlemeler söz konusudur. Bunlar arasında 68. maddede siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemlerinde, 70. madde de ise kamu hizmetlerine girme hakkı açısından ayrımcılık yasaklanmıştır:

“III. Siyasi partilerle ilgili hükümler
A. Parti kurma, partilere girme ve partilerden ayrılma

MADDE 68- …

Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.

 

IV. KAMU HİZMETLERİNE GİRME HAKKI
A. HİZMETE GİRME
MADDE 70 – Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir.
Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez.”

 

2- KANUNLAR

a- Türk Ceza Kanunu (5237 sayılı)

2005 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu ile ayrımcılıkla ilgili bazı düzenlemeler yapılmıştır. Bunların başında ise kanunun uygulanması sırasında ayrımcılığın yasaklanmasıdır. 3. maddenin 2. fıkrasında:

“Ceza Kanununun uygulamasında kişiler arasında ırk, dil, din, mezhep, milliyet, renk, cinsiyet, siyasal veya diğer fikir yahut düşünceleri, felsefi inanç, milli veya sosyal köken, doğum, ekonomik ve diğer toplumsal konumları yönünden ayrım yapılamaz ve hiçbir kimseye ayrıcalık tanınamaz.” denilmektedir.

Ceza Kanunu’nun bir diğer düzenlemesi ise ayrımcılığı başlı başına bir suç haline getirmesidir. Madde metni biraz karışık ve kapsamı dar olsa da geçmişe nazaran oldukça ileri bir düzenlemeyi yansıtmaktadır. Ancak madde içeriğine bakıldığında maddenin pratikte kullanılması çok mümkün gözükmemektedir. Yine de Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü 122. madde ile ilgili istatistik toplamaya başlamıştır. 2006 ve 2007 yıllarında bu madde yalnızca bir kez gündeme gelmiştir.

 

“Ayırımcılık
Madde 122- Kişiler arasında dil, ırk, renk, cinsiyet, özürlülük, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım yaparak;

a) Bir taşınır veya taşınmaz malın satılmasını, devrini veya bir hizmetin icrasını veya hizmetten yararlanılmasını engelleyen veya kişinin işe alınmasını veya alınmamasını yukarıda sayılan hallerden birine bağlayan,

b) Besin maddelerini vermeyen veya kamuya arz edilmiş bir hizmeti yapmayı reddeden,

c) Kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasını engelleyen,
Kimse hakkında altı aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası verilir.”

Nefret söylemi bağlamında değerlendirilebilecek bir maddeye de bu konuda toplumda oluşabilecek kin ve düşmanlığın önüne geçmek için TCK’da yer verilmiştir. TCK’nın 216. maddesine göre, ırkçı veya başka biçimde ortaya çıkabilecek çeşitli hakaret içeren veya şiddete yönelik, ifade ve hareketleri kamu düzeni için tehlike doğurduğu veya açık ve mevcut bir tehlikenin ortaya çıktığı durumlarda cezalandırmaktadır. Bu maddenin eski düzenlemesi genellikle düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlama amaçlı kullanılmışsa da özellikle maddenin 2. fıkrası farklı etnik kökene ya da din veya inanca sahip toplumsal grupları yoğun olarak hedef alan söylemler için de kullanılabilmesi mümkündür ve bu amaçla olumlu bir düzenleme olarak kabul edilebilir.

“Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama
Madde 216-

(1)                      Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2)                     Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(3)                     Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

TCK’da nefret suçları açısından ibadethanelere ve mezarlıklara zarar verme suçunu düzenlemiş ve düzenlemede “tahkir maksadıyla zarar verme” ağırlaştırıcı neden olarak yer almıştır.

 

“İbadethanelere ve mezarlıklara zarar verme Madde 153 –

(1)                       İbadethanelere, bunların eklentilerine, buralardaki eşyaya, mezarlara, bunların üzerindeki yapılara, mezarlıklardaki tesislere, mezarlıkların korunmasına yönelik olarak yapılan yapılara yıkmak, bozmak veya kırmak suretiyle zarar veren kişi, bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2)                      Birinci fıkrada belirtilen yerleri ve yapıları kirleten kişi, üç aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır.

(3)                      Birinci ve ikinci fıkralardaki fiillerin, ilgili dini inanışı benimseyen toplum kesimini tahkir maksadıyla işlenmesi halinde, verilecek ceza üçte biri oranında artırılır.”

Kişilerin inanç ve düşüncelerinin açıklanması veya gereklerinin yerine getirilmesinin engellenmesi noktasında da düzenlemeler mevcuttur.

 

“İnanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme Madde 115 –

(1)                      Cebir veya tehdit kullanarak, bir kimseyi dini, siyasi, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya veya değiştirmeye zorlayan ya da bunları açıklamaktan, yaymaktan men eden kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2)                     Dini ibadet ve ayinlerin toplu olarak yapılmasının, cebir veya tehdit kullanılarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla engellenmesi halinde, yukarıdaki fıkraya göre ceza verilir.”

 

b- Devlet Memurları Kanunu (657 sayılı)

Kamu hizmetlerinde yararlanma hakkı bağlamında halen yürürlükte olan 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 7. maddesi kamu hizmetini alanlara yönelik ayrımcılığı yasaklamıştır. Söz konusu madde metni şu şekildedir.

“Devlet memurları… görevlerini yerine getirirlerken dil, ırk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep gibi ayırım yapamazlar…”

Bu eylemi gerçekleştiren memurlar için bazı yaptırımlar öngörülmüştür. Aynı kanunun disiplin cezalarını düzenleyen 125. maddesinin D fıkrasının I bendinde, kademe ilerleme cezasını gerektiren fiiller arasında ayrımcılıkta sayılmıştır. Söz konusu fıkrada şu ifadelere yer vermiştir:

“Görevin yerine getirilmesinde dil, ırk, cinsiyet, siyasî düşüncü, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı yapmak, kişilerin yarar veya zararını hedef tutan davranışlarda bulunmak,..”

 

c- Siyasi Partiler Kanunu ( 2820 sayılı)

Siyasi haklar ve özgürlükler bağlamında ayrımcılığı engellemek için Siyasi Partiler Kanunu’nda Anayasa’nın 10. maddesi ile de öngörülen “kanun önünde eşitlik” ilkesini düzenlemiştir. Kanunun 82. maddesi bölgecilik veya ırkçılığı yasaklarken, 83. maddesi siyasi partilerin ayrımcılık içeren faaliyetlerde bulunmasını yasaklamıştır:

 

“Bölgecilik ve ırkçılık yasağı Madde 82 – Siyasi partiler, bölünmez bir bütün olan ülkede, bölgecilik veya ırkçılık amacını güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.

Eşitlik ilkesinin korunması Madde 83 –

Siyasi partiler, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu prensibine aykırı amaç güdemez ve faaliyette bulunamazlar.”

Yine kanunun 12. maddesi ile parti tüzüklerinde üye olacak kişiler için ayrımcılık içeren ifadelere yer verilemeyeceği düzenlenmiştir.

 

“Üyeliğe kabul şartları Madde 12 –


Siyasî parti üyesi olmaya kanuna göre engel hali bulunmayanların üyeliğe kabul şartları parti tüzüklerinde gösterilir. Tüzükte üyelik için başvuranlar arasında dil, ırk, cinsiyet, din, mezhep, aile, zümre, sınıf ve meslek farkı gözeten hükümler bulunamaz.”

Siyasi partilerin amaçları ve faaliyetleri ile ilgili yasaklar kapsamında ayrımcılığı yine yasaklamıştır.

 

“Demokratik devlet düzeninin korunması ile ilgili yasaklar MADDE 78 – Siyasi partiler:

a) …Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak; Amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler…”

 

d- İş Kanunu (4857 sayılı)

Ayrımcılığın gündeme geldiği en önemli alanlardan biri olan iş yaşamında da ayrımcılığı engelleyen düzenlemeler yapılmıştır. 4857 sayılı İş Kanunu eski düzenlemenin aksine bu şekilde bir düzenlemeyi 5. maddesinde getirmiştir:

“Eşit davranma ilkesi Madde 5 –

İş ilişkisinde dil, ırk, cinsiyet, siyasal düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep ve benzeri sebeplere dayalı ayırım yapılamaz.

İşveren, biyolojik veya işin niteliğine ilişkin sebepler zorunlu kılmadıkça, bir işçiye, iş sözleşmesinin yapılmasında, şartlarının oluşturulmasında, uygulanmasında ve sona ermesinde, cinsiyet veya gebelik nedeniyle doğrudan veya dolaylı farklı işlem yapamaz.
Aynı veya eşit değerde bir iş için cinsiyet nedeniyle daha düşük ücret kararlaştırılamaz.
İşçinin cinsiyeti nedeniyle özel koruyucu hükümlerin uygulanması, daha düşük bir ücretin uygulanmasını haklı kılmaz.

İş ilişkisinde veya sona ermesinde yukarıdaki fıkra hükümlerine aykırı davranıldığında işçi, dört aya kadar ücreti tutarındaki uygun bir tazminattan başka yoksun bırakıldığı haklarını da talep edebilir. 2821 sayılı Sendikalar Kanununun 31 inci maddesi hükümleri saklıdır.

20 nci madde hükümleri saklı kalmak üzere işverenin yukarıdaki fıkra hükümlerine aykırı davrandığını işçi ispat etmekle yükümlüdür. Ancak, işçi bir ihlalin varlığı ihtimalini güçlü bir biçimde gösteren bir durumu ortaya koyduğunda, işveren böyle bir ihlalin mevcut olmadığını ispat etmekle yükümlü olur.”

Bu düzenleme olumlu olmakla beraber söz konusu maddenin uygulaması karşılıklı bir iş ilişkisinin doğumundan itibaren geçerli olmaktadır. Ülkemizde farklı etnik kökene ya da din veya inanca sahip gruplara mensup kişilerin, işe girişte maruz kaldıkları/kalabilecekleri ayrımcılık bu maddenin kapsamı dışında tutulmuştur. Bu sebeple madde ancak istihdam dâhilindeki kişilere karşı ortaya çıkabilecek ayrımcılık durumunda geçerli olabilecektir.

 

e- Milli Eğitim Temel Kanunu (1739 sayılı)

Eğitim hakkını ilgilendiren düzenlemeler arasında 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu ayrımcılıkla ilgili düzenlemelere yer vermiştir. Söz konusu kanunu 4. maddesinde “eşitlik” bağlamında ayrımcılık yasaklanmış, 7. maddesinde herkesin eğitim hakkı olduğu vurgulanmış ve 8. maddesinde de herkesin fırsat eşitliğine sahip olduğu ifade edilmiştir:

“I – GENELLİK VE EŞİTLİK Madde 4 –

Eğitim kurumları dil, ırk, cinsiyet ve din ayırımı gözetilmeksizin herkese açıktır. Eğitimde hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.”

 

IV – EĞİTİM HAKKI MADDE 7 –

İlköğretim görmek her Türk vatandaşının hakkıdır.
İlköğretim kurumlarından sonraki eğitim kurumlarından vatandaşlar ilgi, istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde yararlanırlar.

V – FIRSAT VE İMKÂN EŞİTLİĞİ MADDE 8 –

Eğitimde kadın, erkek herkese fırsat ve imkân eşitliği saklıdır.
Maddî imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin en yüksek eğitim kademelerine kadar öğrenim görmelerini sağlamak amacıyla parasız yatılılık, burs, kredi ve başka yollarla gerekli yardımlar yapılır.

Özel eğitime ve korunmaya ihtiyaç çocukları yetiştirmek için özel tedbirler alınır.”

 

f- Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun ( 3984 sayılı)

Nefret söylemi bağlamında değerlendirilebilecek bir diğer düzenleme de yayın yoluyla nefret söyleminin önüne geçmek için söz konusu kanunun 4. maddesinde yer almaktadır. 4. madde de yayınların sahip olması gereken nitelikler arasında, 4 bentte ayrımcılığı, kin ve düşmanlığa tahriki, nefret söylemini ve ırkçılığı ilgilendiren düzenlemelere yer verilmiştir. Bu ilkelere aykırı hareketler ise 33. madde yer alan müeyyidelere tabi tutulması öngörülmüştür:

“Madde 4 –

a)… Radyo, televizyon ve veri yayınlarında uyulması gereken yayın ilkeleri şunlardır:

b) Toplumu şiddete, teröre, etnik ayrımcılığa sevk eden veya halkı sınıf, ırk, dil, din, mezhep ve bölge farkı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik eden veya toplumda nefret duyguları oluşturan yayınlara imkân verilmemesi…

d) İnsanların dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri nedenlerle hiçbir şekilde kınanmaması ve aşağılanmaması…

u) Kadınlara, güçsüzlere, özürlülere ve çocuklara karşı şiddetin ve ayrımcılığın teşvik edilmemesi…
v) Yayınların şiddet kullanımını özendirici veya ırkçı nefret duygularını kışkırtıcı nitelikte olmaması”…”

 

g- Medeni Kanun ( 4721 sayılı)

Çok kapsamlı bir şekilde toplumsal ilişkileri düzenleyen Türk Medeni Kanunu’nda derneklerle ilgili olan maddeler arasında yer alan 68. madde dernek faaliyetleri kapsamında ayrımcılığı ortadan kaldırmak amacını taşımaktadır. Ancak maddenin kapsamı sadece bir derneğe üye olan kişiler arasında ayrımcılığı yasaklamaktadır. Ayrımcı faaliyetleri hedefleyen derneklerin kuruluşunu ya da bu şekilde faaliyetler yürüten derneklerin faaliyetlerini yasaklamamaktadır.

 

“DERNEKLER
III. Kapsamı
1. Üyelerin hakları
a. Eşitlik ilkesi
MADDE 68.-

 

Dernek üyeleri eşit haklara sahiptirler. Dernek, üyeleri arasında dil, ırk, renk, cinsiyet, din ve mezhep, aile, zümre ve sınıf farkı gözetemez; eşitliği bozan veya bazı üyelere bu sebeplerle ayrıcalık tanıyan uygulamalar yapamaz. Her üyenin, derneğin faaliyetlerine ve yönetimine katılma hakkı vardır. Dernekten çıkan veya çıkarılan üye, dernek malvarlığında hak iddia edemez.”

 

h- Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu (2828 sayılı)

Korunmaya, bakıma veya yardıma muhtaç aile, çocuk, özürlü, yaşlı ve diğer kişilere götürülen sosyal hizmetlere ve bu hizmetleri yürütmek üzere kurulan teşkilatın kuruluş, görev, yetki ve sorumluluklar ile faaliyet ve gelirlerine ait esas ve usulleri düzenleyen bu kanunda sosyal hizmetlerden yararlanacaklar arasında ayrımcılık yapılamayacağı bir takım eksikliklere karşın (cinsiyet vs.) düzenlenmiştir.

 

“GENEL ESASLAR MADDE 4 – Sosyal hizmetlere ilişkin genel esaslar şunlardır:

d) Sosyal hizmetlerin yürütülmesi ve sunulmasında sınıf, ırk, dil, din, mezhep veya bölge farklılığı gözetilemez, hizmet talebinin hizmet arzından fazla olması halinde öncelikler, muhtaç olma derecesi ve başvuru veya tespit sırası esas alınarak belirlenir.
…”

 

ı- Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun (5275 sayılı)

Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazına ilişkin usul ve esasları düzenlemek amacıyla çıkarılan kanunun 2. maddesi temel ilkeler arasında hükümlüler açısından ayrımcı muameleyi yasaklamaktadır.

 

“İnfazda temel ilke MADDE 2.- (1) Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazına ilişkin kurallar hükümlülerin ırk, dil, din, mezhep, milliyet, renk, cinsiyet, doğum, felsefi inanç, milli veya sosyal köken ve siyasi veya diğer fikir yahut düşünceleri ile ekonomik güçleri ve diğer toplumsal konumları yönünden ayırım yapılmaksızın ve hiçbir kimseye ayrıcalık tanınmaksızın uygulanır…” (Ulaş Karan)

http://www.nefretme.org/index.php/2009/12/turkiye-de-ayrimcilik-irkcilik-nefret-suclari-ve-nefret-soylemi-ile-ilgili-mevzuat-ornekleri/

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Millet ve Milliyet Kavramlarının Tahrifi

Türkçede kavim, kabile veya belli bir topluluk anlamında kullanılan “millet” kavramı İslâm kültüründe daha farklı mânâ lara gelmektedir. “Millet” sözlükte, tutulan ve gidilen yol demektir. Bu yol eğri de olabilir, doğru da. Bu anlamdan hareketle ‘millet’ kelimesi ‘din ve şeriat’ yerine kullanılmaktadır. Çoğulu, milel’dir. Kur’an’ da ve İslâm kültüründe millet, din anlamında kullanılmıştır.

Esasen din, şeriat ve millet kelimeleri birbirine yakın mânâda olup, her biri başka yönlerden yaklaşık aynı anlamı ifade ederler. ‘Millet’ kavramı, tıpkı din terimi gibidir. Yüce Allah’ın, peygamberleri aracılığı ile kulları için belirlediği hükümler manzûmesidir. İnsanlar bu hükümlere uyarak O’nun rızâsına kavuşurlar Millet ile din arasındaki fark; millet kavramı, gönderildiği peygamberin adıyla söylenir. “İbrahim milleti”, “Mûsâ milleti” gibi. “Allah’ın dini” denilebilir ama, “Allah’ın milleti” demek yanlış olur (Râğıb el-Isfahanî, Müfredât, Çıra Y., c. 2, s. 620).

İmam Kurtubî şu açıklamada bulunur: Millet, din demektir. Yüce Allah’ın kitaplarında ve peygamberlerinin aracılığıyla kulları için koyduğu şeriatın adıdır. O bakımdan millet ile şeriat arasında fark yoktur. Din ile millet ve şeriat arasında ise belli bir fark vardır. Çünkü millet ve şeriat, Allah’ın kullarını yerine getirmeye çağırdığı şeyin adıdır. Din ise kulların Allah’ın emrine uygun olarak yaptıkları şeye denir. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c. 2, s. 301)  

“Millet” kelimesinden murâd, dindir. Çünkü örfen millet sözünden: Allah Teâlâ’nın, Peygamberleri vâ sıtasıyla kullarına meşrû kıldığı şey kastedilir. Ancak, mecâzen bâtıl dinlere de ıtlak edilerek: “Küfür tek millettir” denilir ve “küfür dinlerinin hepsi bir yoldur” mânâsı kastedilir. Millet kelimesi örfen hak dine mahsus olduğu için bazı kelâm ulemâsı, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: “millîler şöyle demiştir…” ifadesini kullanırlar (Ahmed Dâvudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Y. c. 1, s. 429)

İtikat ve iman yönünden din, amel ve uygulama bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite yönünden de millet kavramları kullanılır. İtikat edilen (inanılan) şeyler, genelde amel edilen (pratikte uygulanan) şeylerdir. Amel edilen ve uygulanan şey ne ise, üzerinde birlik sağlanan şey de odur. Buna göre ‘millet’, bir toplumun etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, kitlenin uyduğu ve bağlı olduğu ilkeler ve takip ettiği yoldur. Bu yolun hak olanı da, bâtıl olanı da olabilir.

“Millet”, kabile veya kavim demek değildir. Millet kavramı, daha çok, din etrafında bir araya gelen insanlar topluluğunu anlatır. Millet, toplumun adı olmaktan çok; toplumun üzerinde toplandığı inancı ifade etmektedir. “Ehl-i millet” denildiği zaman, bir millete uyan kimseler anlatılmış olur ki, bu hiç bir zaman “nation” anlamındaki kavim, ırk, kabile, ulus anlamına gelmez. Müslüman millet deyince, Allah’ın dini İslâm’a inanan ve ona uyan topluluklar akla gelir. Türk kavmi, Arap kavmi, Alman ulusu demek doğrudur. Ama-İslâm kültürüne ve Kur’an’daki kullanıma göre-Türk milleti, Fransız milleti… demek doğru değildir. Çünkü millet kelimesi, bir inancı, o inanç etrafında bir araya gelen topluluğu ifade eder.

 

  Kur’ân-ı Kerim’de Millet Kavramı

Millet” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 15 yerde geçer. Bütün bu âyetlerdeki “millet” kelimesi “din” anlamında kullanılır. Din; yani inanç sistemi ve şeriat. Birkaç örnek verelim: “Kendini bilmez beyinsizden başka kim İbrahim milletinden yüz çevirir?!” (2/Bakara, 130) “İbrahim milleti” şeklindeki tamlama Kur’an’ da sekiz yerde geçmektedir (2/Bakara, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 12/Yûsuf, 38; 16/Nahl, 23; 22/Hacc, 78).

Yusuf (a.s.), Allah’a inanmayan bir topluluğun milletinden yüz çevirdiğini, onların dinlerine tâbi olmadığını söylüyor (12/Yûsuf, 38). Zâlim ve puta tapan yöneticilerin dinini terkedip Tevhid dinine inanan “Kehf ashâbı”, birbirlerine; “…Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya sizi milletlerine (dinlerine) geri çevirirler; bu durumda ebedî olarak kurtuluş bulamazsınız.” diyorlardı (18/Kehf, 20).

Şu âyet millet kavramının anlamını daha açık bir şekilde ifade etmektedir: “Sen onların milletlerine (dinlerine-inanç sistemlerine) uymadıkça, yahûdi ve hıristiyanlar senden kesinlikle râzı (hoşnut) olacak değillerdir…” (2/Bakara, 120). Yahûdi ve hıristiyanlar ne Peygamberi, ne de O’na inanan müslümanları, kendi inanç sistemlerine, kendi uydukları yola, yaşama biçimlerine uymadıkça sevmezler. Tarihte olanlar ve içinde yaşadığımız şartlar bunu açıkça isbat etmektedir.

Hz. Şuayb (a.s.)’i tehdit eden müşrikler diyorlardı ki; “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız, veya mutlaka bizim milletimize (dinimize) geri döneceksiniz.” Şuayb (a.s.) ise, onların milletine (dinlerine) dönmeyi Allah’a iftira etmek olarak değerlendiriyor (7/A’râf, 88-89).

Görüldüğü gibi millet kavramının Türkçedeki ‘ulus, kavim’ kelimesiyle ilgisi yoktur. “Millet” kelimesinin Türkçede ulus, ırk ve toplum anlamında kullanılması kesinlikle ve büyük bir yanlıştır. Bu kavram, belirli bir dine inananlar topluluğunu anlatmaktadır. Ümmet ise, belli bir peygamberi takip eden mü’minleri anlatır. Türkçede, ‘şoför milleti’, ‘kadın milleti’, ‘erkek milleti’ gibi söyleyişler de yanlış kullanılan sözlerdir. Halk, millet kelimesini belli bir topluluk adı olarak kullanmakta ise de bu galattır, Kur’an kültürüne terstir.

‘Küfr’ün tek millet olduğu gerçeğini hatırlarsak, bu kavramın ifade ettiği anlam biraz daha iyi anlaşılmış olur (Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 414-415).   

(Millet kelimesinin geçtiği diğer âyetler için bkz. 3/Âl-i İmrân, 95; 4/ Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 7/A’râf, 88-89; 12/Yûsuf, 37-38; 14/İbrâhim, 13; 18/ Kehf, 20; 22/Hacc, 78; 38/Sâd, 7).

Kur’ân-ı Kerim’de “millet” kavramı, hep din mânâsında kullanılmıştır. Hatta bir âyet-i kerimede; “kavim” ve “millet” bir arada kullanılmıştır. Hz. Yusuf (a.s.)’un kıssası beyan edilirken; “De ki; size rızıklanacağınız bir yemek gelecek oldumu, ben muhakkak onun ne olduğunu, size daha gelmezden evvel haber veririm. Bu Rabbim’in bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allah’a inanmayan bir kavmin milletini (dinini) -ki onlar âhiret gününü inkâr edenlerin ta kendileridir- terkettim” (12/Yûsuf, 37) buyurulur. Bu âyette geçen “Allah’a inanmayan bir kavmin milletini terkettim” ibaresi, kavim ile milletin ayrı ayrı anlama sahip olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla “Türk kavmi” vardır, ama “Türk milleti (şeriatı) yoktur. Türk kavmine mensup insanlardan; mü’min olanlar bulunduğu gibi; olmayanlar da mevcuttur. Farklı dinlere tâbi olmaları, onların “Türk kavmi”nden olma özelliğini ortadan kaldıramaz. Çünkü insanlar, hangi kavimden olacaklarına bizzat kendileri karar veremezler. Ancak hangi milletten (dinden) olacakları konusunda irâde beyan etme hakları vardır. Ya iman ederek “İslâm milleti”nden olurlar; ya inkâr ederek “küfür milleti”ne geçerler.

Millet, ortak bir itikada sahip olmakla birlikte, bir imam etrafında toplanmayan fertlerin durumunu beyan eder. Her müslüman, İslâm milletinin bir ferdidir. Eğer bir imama bey’at ederlerse, “ümmet” olarak anılırlar. Dünya üzerinde yüzlerce kavim vardır. Bu kavimlerin fertleri içerisinde “İslâm milleti”ne tâbi olanlar bulunduğu gibi, “küfür milleti”nden olanlara da rastlanabilir. Dolayısıyla yeryüzünde iki millet vardır. Birisi İslâm milleti, diğeri de küfür milletidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Hz. Ebû Dücâne’yi mezara koyarken “Bismillâh! Alâ millet-i Rasûlillâh (Allah’ın ismiyle ve Rasûlullah’ın milleti/dini üzere)” demiştir. Hangi kavimden olursa olsun; her mü’ min mezara konurken aynı sözler tekrar edilir (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 248-249 ).  

 

Hadis-i Şeriflerde de “millet” kelimesi, din anlamında kullanılır:

“Kim ki İslâm’dan başka bir millet (din) adına yalan yere ve kasden yemin ederse, o kimse dediği gibidir. Kim de keskin bir âletle kendini öldürürse, bu kimse de Cehennem ateşinde o âletle azâb olunur.” (Buhârî, Edeb, Cenâiz; Tecrîd-i Sarih Terc. c. 4, s. 558; Müslim, İman 176, 177 (110); Ebû Dâvud, Eymân ve’n-Nüzûr; Tirmizî, Eymân; Nesâî, Eymân; İbn Mâce, Keffârât) Millet, din mânâsınadır. Millet-i İslâmiyye, millet-i yahûdiyye, millet-i nasrâniyyet (İslâm milleti, yahûdi milleti, hıristiyan milleti) gibi İslâm’dan başka bir dine edilen yeminin sûreti, din-i Nasârâya, din-i yahûda, yahut milel-i kefereden (kâfir milletlerden/dinlerden) herhangi bir milletin nâmına yemin etmektir (S. Buhârî Muht. Tecrîd-i Sarih Terc. c. 4, s. 560).

 

  Küfür Tek Millettir

Aralarında Ebû Hanife, Şâfiî, Dâvud, Ahmed bin Hanbel’in de bulunduğu bir grup ilim adamı, Bakara sûresinin 120. âyet-i kerimesine dayanarak küfrün tek bir millet olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Yüce Allah; “Onların milletine (dinine)” (2/Bakara, 120) diye buyurarak (hıristiyan ve yahûdiler iki ayrı dine mensup oldukları olduğu halde) “millet” kelimesini tekil olarak zikretmiştir. Bunlar ayrıca; “Sizin dininiz size; benim dinim bana” (109/el-Kâfirûn, 6) buyruğunu, Hz. Peygamber’in de: “İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz” (Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 16; İbn Mâce, Ferâiz 6; Ahmed bin Hanbel, II/187) hadisini de delil gösterirler. Yani burada iki ayrı milletten kasıt, İslâm ve küfürdür. Bunun delili ise Peygamber Efendimiz’in: “Müslüman, kâfire mirasçı olmaz.” (Buhârî, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz1; Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 15) anlamındaki bir başka hadisidir. İmam Mâlik ve kendisinden gelen bir başka rivâyette Ahmed bin Hanbel ise küfrün ayrı milletler olduğu görüşündedir. Buna göre yahûdi hıristiyana mirasçı olmadığı gibi; yahûdi ve hıristiyan da mecûsiye mirasçı olmaz. Onlar bu görüşlerine Peygamber Efendimiz’in “İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz” hadisinin zâhirini delil alırlar (İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c. 2, s. 301).  

Millet kelimesinin çoğulu “milel”dir. Din tarihi hususunda tartışılmaz otorite olan Şehristanî’nin meşhur eserinin adı el-Milel ve’n-Nihal’dir. Bilindiği gibi “nihal” kelimesi “nıhle”nin çoğuludur. Nıhle ise; “kupkuru zan ve vehim” mânâsına gelir. Dolayısıyla “el-milel”, vahye dayanan dinlerin (milletlerin) tarihi, “en-Nihal” ise, vahye dayanmayan sistemlerin (milletlerin) mâhiyetidir.

 

  Millet Kavramının Tahrifi

Kur’an’ın ve dolayısıyla İslâm’ın kelimelere yüklediği anlamı atıp, o kelime ve kavramlara çok farklı mânâlar yüklemek, insanla Kur’an arasındaki köprüleri yıkmaktan daha fecî bir duruma sebep olmaktadır. Bu tavır; tahrif, dejenerasyon, ihânet, hakka bâtılı karıştırmak, bâtıla hak maskesi takmak şeklinde ifade edilebilir.  

Nice Kur’an kavramının başına gelen bu durumdan, millet kavramı da nasibini almıştır. Millet, İslâm kültürüne göre din anlamında kullanıldığından, “İslâm milleti”, “küfür milleti” tâbirleri doğrudur. Türk milleti, Yunan milleti… gibi ifadeler yanlıştır. Millet kelimesinin kavim/ulus anlamında kullanılması, 19. asırdan sonra ve özellikle 20. asırda yaygınlaş(tırıl)mıştır. Bu galat, Kur’an kavramlarının câhiliyye tarafından içinin boşaltılıp sapık inançlar doğrultusunda doldurulmasına açık bir örnektir. Millî: Millete âit, millete has, milletle ilgili demektir. Millet hangi anlama geliyorsa, millî de ona ait anlamında kullanılır. Yani, aslında “dinî” demek olan bu kelime, “kavmî/ ulusal” anlamında kullanılmaktadır. Milliyet: Aynı milletten, yani aynı dinden olma hali, bir milleti diğer bir milletten ayıran unsurların toplamına denir. Aynı millete mensup olanların tamamı anlamındadır. Sonradan “milliyet” kelimesi de, kavmiyet; inanç, tarih, dil, gelenek, kültür, ideal ve vatan birliği anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Milliyetçilik de; milletin, milliyet topluluğunu/kendi dininden olanları esas alan, milletini sevmek ve yüceltmek ana fikrine dayanan görüş demektir.

“Türk milleti” deyiminin yanlışlığı gibi, “millet meclisi”, “milletvekili” gibi ifadeler de, aslında çok farklı anlama gelmesi gerektiği halde, şimdi bunlarla anlaşılanlar konusu, önemli kavram sapmalarındandır. Asıl anlamı “dinî” demek olan “millî” kelimesinin bugünkü kullanılışı, millete/dine terslik açısından, meselâ “millî piyango” ifadesi ne kadar trajikomik bir durum arz etmektedir! Millî kumar olduğuna göre; “millî fuhuş”tan, “millî fâiz” ve “millî hırsızlık”tan söz etmek nasıl olur dersiniz?

Millî duygular, millî takım, millî marş, millî kimlik, millî eğitim, millî tarih, millî coğrafya, millî bayram, millî egemenlik, millî güvenlik, millî birlik, millî mücâdele, millî görüş, millî gazete, millî kültür, millî gelir… gibi ifadeler de, millet ve millî kelimelerinin asıl anlamlarından ne kadar farklı kullanıldığı açısından değerlendirilmelidir. Kavram kargaşasına yol açmak istemeyen ve Kur’an kelime ve kavramlarının tahrif edilmesine karşı olan kimselerin, örnek tamlamalarda kullanılan “millî” kelimesi yerine “ulusal” sözcüğünü, “millet” yerine  “ulus” kavramını tercih etmesi gerekir. Çünkü millet kelimesi örfen hak dine mahsus olduğu için kelâm âlimleri, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: “millîler şöyle demiştir…” ifadesini kullanırlar.  

Yahûdilik ve daha çok da siyonizm, milliyetçilik/ırkçılık konusunda, hem bunun ideolojileşmesi ve hem de ırkçı tutumlara yol açması ve karşı ırkçılık dâvâları açısından önemlidir. Bir taraftan yahûdi ırkını öne çıkarıp diğer ırkları kendisine hizmet etmek zorunda olan “eşek” görür ve bu anlayışı muharref Tevrat’a dayandırırken, diğer taraftan bu tavra tepki olarak faşizmi ve yahûdi düşmanlığını da hazırlamış oldu. Birinci ve özellikle İkinci Dünya Savaşının sebep ve soykırımları incelendiğinde bu anlayış ve tavır hemen göze çarpacaktır. Bu anlayış, yani ırkçılık ve arka planındaki siyonizm. 

Emile Durkheim’den adapte edilerek nation karşılığı olarak ulus denilmesi gerektiği halde “millet” denilerek tanımı yapılan kavram: Dil, toprak, ülkü, tarih ve din birliği ile birbirlerine bağlı topluluk. Gerçi globalleşen ülke anlayışının egemen olduğu günümüz modern dünyasında hâlâ eskimiş sosyoloji kuramlarının modası gülünç ve uygulama dışı kabul edilmektedir. Ama insanımıza okullarda, medyada hâlâ milletin tanımı olarak Ziya Gökalp’in yahûdi sosyologdan tercüme ettiği anlayış, bilim ve tek gerçek diye öğretiliyor. İslâm ise, milletin tanımını dinin tanımıyla eşit görüyor. O yüzden müslüman halk, Türk olmadığı halde müslüman olan sözgelimi İngiliz Yusuf İslâm’ı, Çeçen mücâhidini veya Filistinli Arap bir müslüman genci, Türk olduğu halde İslâm düşmanı insanlardan kendine daha yakın görüyor, İslâm milleti arasındaki meselâ Hac toplantısını, kerhanedeki, meyhanedeki Türk topluluklarına tercih ediyor.              

Osmanlı’nın son zamanlarında, aydınlarda İslâm dâvâsı ve idealizmi kaybolduğundan, özellikle Tanzimat sonrası yeni idealler aranmaya, ülkenin içinde bulunduğu durumdan kurtuluş için İslâm’ın dışında yönelişler baş gösterdi. “Denize düşen yılana sarılmalı mıdır?” sorusu sorulmadan ve “denize ne kadar düştük, niçin düştük?” diye muhâsebe yapılmadan, denize düşürenlerin ip şeklinde uzattıkları yılanlara sarılmak, dinden uzaklaşmış aydınlar için kolay çözüm idi. Ve önce, kurtuluş reçeteleri ithal edildi Batıdan. Düşman, sunduğu zehirleri hemen her zaman altın kâselerde sunacaktır. Tanzimat’la birlikte yazarlar, şâirler, siyaset adamları, okuyup yazması olan mekteplilerin kalem ve dillerinden birkaç parlak kavram çıkıyordu: “Vatan, millet, eşitlik, özgürlük”  Neydi vatan? Ne demekti millet? Nasıl bir özgürlüktü istenen? Bunlarla kimse uğraşmıyor ve bu kurtarıcı sloganların içine, ne anlama geldiğine ve ülkeyi nasıl kurtaracağına kimse bakmıyordu. Varsa yoksa; Vatan, millet, özgürlük (sonraları, bir de “demokrasi”)!

Evet, tümüyle boş birer slogandır, Batılılaşan aydınların ağızlarından düşmeyen sakız ve kalemlerinden ha bire dökülen mürekkep şeklindeki vatan, millet… Kurulacak yeni sosyal birliğin, millî birlik ve bütünlüğün en önemli unsuru olarak “vatan” fikrinin öne çıkarılması, içi boş bir kavram olarak ve ne kastedildiği müphem şekilde vatancılık, Tanzimat aydınlarının yeni ideolojilerindendir. Sözgelimi Vatan şairi Namık Kemal, vatan kavramıyla ne demek istemektedir? Hangi tezi sunmaktadır? Halkın “vatan, millet, Sakarya” edebiyatı diye, süslü fakat içi boş sözleri böyle değerlendirmesi boşuna değildir. Ziya Gökalp, 1923’te Türkçülüğün Esasları adlı kitabını yayınlar ve bu özellikle Emile Durkheim’in etkisinde kalarak oluşturduğu sosyoloji ve ideolojisiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin fikir babası olur. Evet, milliyetçi (daha doğrusu Türkçü/Turancı) Ziya Gökalp, T.C.’nin teori olarak kurucusu, teorisyenidir. Uygulama da bir başka kurtarıcıya bırakılmıştır. Gelinen nokta mı? Halkın bunca fedâkârlığına ve sabrına rağmen gelinen durum, “millet” kavramına çağdaş aydınlardan çok farklı anlam veren Osmanlı’nın gerilemeye başladığı zamanlarla bile mukayese edilirse daha net ortaya çıkacaktır. 600 küsür sene ayakta kalan koca çınar, etrafını saran zehirli bitkiler ve içine atılan kurtlarla çürümeye başlamıştır. Düşman Batının gözüyle Tanzimat’tan sonra Osmanlı, artık “hasta adam!”dır. Batı aşılarıyla çınarın gübreleri üzerine yerleştirilen genç fidanın durumunun hem içten ve hem de dıştan nasıl görüldüğünü düşünmek yeter. Osmanlı, ölümcül yatağında iken bile “adam”dı, iyileşmemesi için ilaçlarına zehirler katılan, bin bir tuzak kurulan “hasta adam!”. Şimdi T.C.’yi adam yerine koyan ülke var mı, bilmem. Osmanlının dünkü vilâyeti, bir vali ile yönettiği şehri Yunanistan ve sözgelimi Suriye’nin bile ciddiye almadığı bir ülke… İçinde yaşayan vatandaşların da en milliyetçisinin bile onlarca şikâyeti… “Ya sev, ya terket!”mi? Kim kimi kimin yurdundan kovuyor, kim ve ne hakla işgali ve zulmü sevmeyi emredip dayatıyor?   

 

    Kavmiyetçilik, Irkçılık 

Milliyetçilik, yani doğru ifadelendirmeyle kavmiyetçi fikir ve ideolojiler Avrupa’dan ithal birer frenk mikrobudur. Kur’an, câhiliyyenin her çeşidi ile savaşmış ve insanlara vahyin, yani hakkın, yani ilmin nûrunu ulaştırmıştır. Peygamberimiz her çeşit ırkçılık ve kavmiyetçiliği câhiliyye âdeti olarak değerlendirmiş ve tümünü yasaklayıp kaldırmıştır. İran’lı Selmân (Fârisî), Bizans’lı Süheyl (Rûmî) ve Habeşistan’lı Bilal’ı (Habeşî) hiçbir yönden ırklarından dolayı farklı bir ayrıma tâbi tutmamış, herhangi bir Mekke’li veya Medine’li Arapla her yönden eşit görmüştür. “Arabın Acem’e (Arap olmayan), Acem’in de Araba üstünlüğü yoktur; üstünlük sadece takvâdadır” hükmünü koyan İslâm, bu kardeşliğin tatlı meyvelerini dünya huzuru şeklinde de insanlığa sunmuştur. Osmanlı’nın altı yüz sene gibi ülkeler tarihi açısından uzun sayılabilecek bir medeniyetinin, temel sebep ve dayanaklarından biri her ulustan müslümanları hiçbir ayrıma tâbi tutmadan “İslâm milleti”nin bir ferdi ve tüm müslümanların birbirleriyle “kardeş” olduğu anlayışıdır. Türkiye’nin cumhuriyet sonrası önmeli sancılarından birisi, kendi vatandaşlarına ulusçu, ırkçı yaklaşımları ve millet tanımındaki yanlış tutumlarıdır.     

Adına nasyonal faşizm de denilen ve Türkçede yanlış olarak “milliyetçilik” kavramıyla ifadelendirilen ırkçılık ve kafatasçılık; nice kavga, savaş ve zulümlere yol açmış şeytanî bir anlayış ve ilkel bir câhiliyye ideolojisidir. Kur’an’ın atalarıyla övünüp onların yolunu körü körüne tâkip etmeyi ısrarla kınaması (2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 11/Hûd, 1097/A’râf, 70, 173…) bu konudaki hassâsiyeti gösterir. Arap câhiliyyesi dönemindeki kabile savaşlarının sebebi ırkçılık olduğu gibi, hemen her dönemdeki soykırımların temelinde de ırkçılık vardır. Bu asra kadar bütün dünyadaki savaşların toplamından daha çok ölüme ve vahşete sebep olan 20. asırdaki iki dünya savaşının her ikisinin de temel sebebi, ırkçılıktır.

 

Irkçılık Dâvâsını İlk Başlatan Şeytandır:

Bilindiği gibi İblis, Allah’ın Âdem’e secde emrine itaat etmedi. Gerekçe olarak da kendisinin ateşten, Âdem (a.s.)’in de topraktan yaratıldığını gösterdi. Bu, kendi elinde olmayan yaratılışında maddî özelliklere itibar etmek, yani ırkçılık yapmaktı. İblis’in bu üstünlük ölçüsü geçersizdir. Kişiye değerini kendi hammaddesi veya soyu değil; Allah’ın koyduğu ölçü verir. O yüzden ilk ırkçı, şeytandır. Irkçılık ve soy üstünlüğü iddiası, şeytanî bir mantıktır.

Kur’an’a göre üstünlük takvâda (49/Hucurât, 13), ilimde (39/Zümer, 9) ve cihaddadır (4/Nisâ, 95). Kim, kendi aslını, soyunu, ırkını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi sayarsa, onda İblis/şeytan anlayışı var demektir. İblis, bu yanlış çıkarım sonucu Rabbine istikbar edip isyan ettiği gibi, her çeşit ırkçılık da istikbâra ve isyana yol açan tehlikedir.

İblis, Adem’in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün görmüş ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır. Halbuki Allah’ın bütün işlerinin hikmetleri, her birinin kendine ait sırları vardır. Adem’i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Materyalizm/maddecilik şeytanî bir felsefedir. Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi (38/Sâd, 71-85). Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen, Adem’in halifelik ve ilâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden gelmişti.

Şeytan, Âdem’de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet görmemiş;  ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri bahşeden Allah’ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, ilâhî hükümleri, kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis tarafından böyle atılıyordu. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmak, şeytanca bir yanılgıdır.  Ahmed Kalkan

http://www.mutefekkir.com/?vuslat=yazi&p=&id=1885&yazar=&sayi=&shf=&k=70&kelime=

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

IRKÇILIK İslam Ansiklopedisi

 Sosyal grupların kalıtımla geçen bedenî özellikler sebebiyle farklılaştığını ve bu farklılıkların onlar arasındaki statü ve ilişkinin belirleyicisi olması gerektiğini iddia eden akım.

Irk kelimesi Arapça’da “kök, bit­kinin gövdesi, yaprağın sapı. damar, asıl, İrsî özellik, nesep, menşe, ata” gibi anlamlara gelir.[91] İbn Manzûr’un naklettiği bir beyit eski Araplar’da ırk ke­limesinin “soy üstünlüğü ve asalet” anla­mında kullanılabildiğini göstermektedir. İslâmî dönemde buna yakın bir anlam­da, fakat çoğunlukla reddedici bir yaklaşımla yine bir Câhiliye dönemi kavramı olan asabiyet kullanılmaktaydı. Ancak bu kelime, çağdaş bir kavram olan ırkçılığın anlam genişliğinden uzak olup genellikle kabilecilik çerçevesinde bir içerik taşıyor­du. Zamanla bilhassa İranlılar’ın müslü-man olmaya başlamasıyla birlikte kısmen ırk ayırımını ve buna dayalı çekişmeleri de ifade eden şuûbiyye kelimesi kullanıl­maya başlandı.

Günümüz Türkçe’sinde aralarında kan bağı bulunan, aynı soydan gelen büyük insan toplulukları ırk kelimesiyle ifade edilmekle beraber aynı anlamda veya da­ha az içerikte olmak üzere nesil, nesep, zürriyet, soy, sülâle gibi başka kelimeler de bulunmaktadır. Sosyal grupların kalı­tımla geçen bazı özellikleri sebebiyle fark­lılaştığını, bu farklılıkların onlar arasında statü ve değer farklarına da yol açtığını ileri süren akımlara ise ırkçılık denmek­tedir.

Modern Arapça’da ırk kelimesi genel­likle yukarıdaki sözlük anlamıyla sınırlı ka­lırken şa’b, nesil, ümmet, cîl, cins, kavim gibi kelimeler kısmen belli bir insan soyu­nu veya zümresini ifade etmekte. Türk­çe’deki ırk karşılığında genellikle unsur, ırkçılık karşılığında ise unsüriyye kullanıl­maktadır. Zaman zaman unsur-unsûriyye yerine cins-cinsiyye, kavim – kavmiyye kelimelerinin kullanıldığı da görülmek­le birlikte özellikle kavmiyyenin (kavmiyet) Türkçe’deki milliyetçilik karşılığında kul­lanımı daha yaygındır.

Irk kelimesinin karşılığı olarak Batı dil­lerinde Latince asıllı race, rasse, ırkçılık teriminin karşılığında ise racisme, racialisme, racism veya rassismus gibi kelime­ler kullanılmaktadır. Batı dillerinde bu te­rimler ırkın, insanın özelliklerinin ve ka­pasitesinin temel belirleyicisi olduğu ve ırkî özelliklerin, bir ırkın diğerine üstün­lüğünü doğurduğu inancını ifade etmek­tedir[92]

 

Modern disiplinlerde ırk kavramı baş­lıca şu anlamlan içermektedir:

1. İnsan türünün alt sınıfları. [93]

2. Etnik grup. [94]

3. Belli bir sosyokültürel grup. Bu son tanım­lama nesnel ölçülere dayanmaz. Meselâ Kuzey Amerikalılar’a göre siyah ırk men­supları Brezilya’da beyaz olarak tanımlan­maktadır.[95] Modern Batı’da ırkçı teoriler de üç farklı iddia se­bebiyle birbirinden ayrılmaktadır. Bir iddi­aya göre insan türü biyolojik olarak farklı gruplardan oluşmaktadır; İrsiyet, tevarüs edilmiş yetenek ve eğilimlerin açıklanma­sını mümkün kıtan bir faktördür. İkinci görüşte grup özelliklerinin kanla geçtiği ileri sürülürken son görüş ırkçılığın teoris-yenlerince ortaya atılmış olup bazı insan gruplarının diğerlerinden fizikî, zihnî ve manevî açıdan üstün olduğunu iddia eder.[96]

Eski Mısır, Yunan ve Roma dinleriyle Hinduizm, Şintoizm, Jainizm, Taoizm, Konfüçyanizm, Zerdüştîlik, Mecusîlik, Ya­hudilik ve eski Türk dinleri gibi millî din­ler bir milletin veya ırkın dini olarak orta­ya çıkmış olup sadece o milletin Tanrı ve­ya tanrılarla münasebetini düzenler ve kurtuluşunu amaçlar. Ancak bunlardan Yahudilik dışında kalanlar, belli bir ırkın üstünlüğüne ve diğer ırklar üzerindeki emellerine vurgu yapmaz. Hinduizm de sınıfçı bir yapıya sahiptir ve kendi men­suplarını kast diye bilinen farklı katego­rilere ayırır. İnsanların bu şekilde men­sup oldukları kast içinde kalma mecburi­yetleri dinî bir hüküm olup her kastın di­nî uygulamaları farklıdır. İrk ayırımı bakı­mından en ilgi çekici din Yahudilik’tir. Ya­hudi teolojisi İsrâiloğullan’nı seçilmiş ırk olarak görür. Her ne kadar daha çok Ame­rika Birleşik Devletleri’ndeki modern ya-hudiler arasında liberal bir kanat yahudi ırkından olmayanların da ihtida yoluyla Yahudiliğe girmesine yol açılması gerek­tiğini savunuyorsa da hâkim anlayışa gö­re söz konusu dine ihtida yoluyla girmek mümkün değildir. “Yahudilik mühtedi ka­bul etmez.[97] Bu an­layış yahudilerin yahudi olmayanlarla (goyim) İlişkilerine de yansımıştır. Yahudi ol­mayanlarla ilişkileri düzenleyen özel hu­kuk kuralları vardır.[98] Meselâ erkek veya kadın bir goyimle ev­lenmek yasaktır, onların mülkiyet hakları yahudilerinkinden farklıdır. Yahudiler ara­sında faiz uygulaması yasak olduğu halde goyimlerden faiz almak caizdir.

Yahudilik’teki bu ayırımcı anlayışın te­meli Hz. Nuh’un oğullarına kadar götürü­lür. Tevrat’a göre ırklar tufandan sonra Nuh’un Sam, Hâm ve Yâfes adlı üç oğlun­dan türemiştir.[99] Hâm babasına karşı bir saygısızlığından dolayı onun lanetine uğradığı için soyun­dan gelenler de Sâm ile Yâfes’in nesline köle olmaya mahkûm edilmiş [100] böylece ırklar arasında kalıtımla geçen derece farkları ortaya çıkmıştır. Bu derecelenmede en üstün, hatta tek üstün yer Sâm’ın soyundan geldiğine inanılan yahudilere tahsis edilmiştir. Buna gö­re, “Rab yer üzerinde olan bütün kavim­lerden üstün olarak kendisine has bir ka­vim olmak üzere” İsrâiloğullan’nı seçmiş [101] bu suretle onlar “Allah’ın kavmi” olmuşlardır [102] Tevrat’ta buna dair şöyle denil­mektedir: “Ve onlardan nefret ettim. Fa­kat size dedim: Siz onların topraklarını miras alacaksınız… Ve bana mukaddes olacaksınız.[103] “İşte şimdi bildim ki bütün dünyada Allah yok­tur, ancak İsrail’de vardır.[104] Kitâbı Mukaddes’te yahudilerin üs­tünlüğünü ifade eden daha birçok açık­lama yer alır.[105] Tevrat’a göre yahudiler bu üstünlükleri dolayısıyla diğer milletleri idare etme hakkına sahiptir. “Bütün göklerin altında olan kavimler üzerine bugün senin deh­şetini ve korkunu koymaya çalışacağım, onlar senin haberini işitecekler ve senin yüzünden titreyip kıvranacaklar.[106]

Yahudiliğin ırka bağlı din anlayışını Hı­ristiyanlık onaylamamıştır. Ancak Avru­palı hıristiyan milletler gerek sömürge­cilik dönemlerinde hâkimiyetleri altına aldıkları Asya ve Afrika ülkelerinde gerek­se modern çağda Avrupa’daki yahudilere karşı ırkçı bir tavır sergilemişlerdir. Esa­sen modern anlamda ırkçı düşünce ve uygulamalar ilk olarak hıristiyan toplumlar­da ortaya çıkmış olup günümüzde Batf-da hâlâ farklı ırkların kiliselerinin de ayrı olduğu gözlenmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde siyahların ve Uzakdoğulular’ın kiliselerinin ayrı olması bunun örne­ğidir.

Câhiliyye döneminde modern anlamdakine benzer bir ırkçılık düşüncesi ve bu­nu ifade eden kavramlar bulunmamakla birlikte genellikle asabiyet kelimesiyle ifa­de edilen güçlü bir kabilecilik ruhu hâkim­di. Bu dönemde aralarında baba tarafın­dan kan bağı bulunan topluluğa “asabe”, bu topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan topluluk arasındaki dayanışma duygusuna da “asabiyet” denilmekteydi. Câhiliye toplumunda bu duygunun kabi­le üyelerinin savunulmasına imkân sağ­laması yanında kabileler arasında asalet çekişmelerine, zulüm ve haksızlıklara, sa­vaşlara yot açtığı bilinmektedir.[107]

İslâm dini insanların farklı ırklardan geldiğini kabul etmekle beraber bunun onlar arasındaki ilişkilerde belirleyici rol oynamasını reddeder. Bu bakış açısı teo­rik alana hâkim olduğu gibi ondan hare­ketle gerçekleşen sosyal ve hukukî düzen­lemelere de yansımıştır. Teorik ve felsefî olarak İslâm’ın insan kavramında ırka da­yalı bir üstünlük kabul edilmezken fıkıh­ta insanlar arası ilişkiler bağlamında da ırkın belirleyici bir yeri yoktur. Muhtelif ırkların varlığı Allah’ın kudret ve ilminin bir işareti olarak yorumlanmış olup bu yo­rum, ırklar arasında kurulması öngörülen barışçı ve eşitlikçi düzenin inanca daya­lı ahlâkî temelini oluşturur. Kur’ân-ı Kerîm’deki prensipler Hz. Peygamber’in ve onun ashabının hayatında somut ifade­sini bulmuştur. Daha sonraki devirlerde de felsefe, fıkıh, tasavvuf ve ahlâk alan­larında eser veren âlimler tarafından ırk­çılık sürekli olarak reddedilmiştir. Bu açı­dan İslâm dini kendinden önceki bazı din ve kültürlerde bulunan ırkçı veya kast sistemine dayalı anlayışlarla mukayese edildiğinde inkılâpçı bir tutum sergile­miştir.

Kur’ân-ı Kerîm’in mesajı evrenseldir; Kur’an. ırk ayırımı gözetmeksizin yeryüzünde “halife” olarak yaratıldığını bildir­diği her insanı dünya ve âhiret saadetine çağırır. Dil ve renk ayrılığı ile sosyal fark­lılaşma bir problem değil Allah’ın rahme­tinin eseri olan bir nimet ve O’nun ilim ve kudretini ortaya koyan bir alâmettir.[108] Özellikle Hucurât sûresinin 13. âyetinde bütün insanlara hitap edilerek onların arasındaki tabii farklılaşmanın ilâ­hî bir fiil olduğu belirtilmekte ve bu fiilin hikmeti göz önüne serilmektedir. Tabii farkların karşılıklı tanışmaya ve oradan hareketle Allah’ı tanımaya vesile olması amaçlanmıştır. Tabii ferdî ve sosyal fark­lılaşmanın getirdiği özellikler birer üstün­lük kaynağı olarak görülemez. Üstünlük iradî olmayan tabii özelliklerde değil iradî olan dinî ve ahlâkî duyarlıkla (takva) bu­nun ürünü olan güzel fiillerde aranmalı­dır.

Kur’ân-ı Kerîm, yeryüzünde haksız ola­rak üstünlük taslayanların veya diğer in­sanlar üzerinde hâkimiyet kurmak iste­yenlerin Allah tarafından şiddetli bir şe­kilde cezalandırılacağını haber verir. Bu­na dair âyetler [109] insan­ların ancak kendi fiillerinin karşılığını el­de edebileceklerini göstermektedir. Allah ırk ve benzeri özelliklere bakmaksızın in­sanları inanç ve davranışlarının değerine göre eşit bir şekilde mükâfatlandıracak veya cezalandıracaktır.[110] Bir insana karşı bizzat onun kendi fiiline da­yanmayan bir özellikten dolayı olumsuz bir tutum içine girmek bir iftira ve apa­çık günahtır.[111]

Câhiliyye döneminde Mekke aristokrat­ları sosyal hayatta sahip oldukları yüksek statünün dinî alanda da korunmasını is­tiyor, ancak bu şartla İslâm dinini be­nimseyeceklerini, aksi takdirde Habbâb b. Eret, Bilâl ve Ammâr b. Yâsir gibi aşağı sınıftan gördükleri kimselerle aynı me­kânda bulunmayı kabul edemeyecekleri­ni söylüyorlardı. Fakat Kur’an, manevî ve ahlâkî değer ölçülerine vurgu yapan ifa­delerle böyle bir dinî kast sistemini red­detmiş ve eşitliği temel prensip olarak ilân etmiştir.[112]

Atalar fetişizmi bir yandan hür düşün­ceyi ve doğru tercihler yapmayı engeller­ken öte yandan haksızlıklara, adaletsizlik­lere, hatta hak dinden sapmaya bile gö­türdüğü için Kur’ân-ı Kerîm’de birçok âyette yasaklanmış, böylece insana hür düşünceye dayalı seçimler yapma imkâ­nı getirilmiş, insanın atalarının ve ırkının körü körüne takipçisi olmasının önüne geçilmesi istenmiştir.[113]

Kur’ân-ı Kerîm’in ortaya koyduğu ilke­ler bakımından insanlar arasında renk. cinsiyet ve coğrafya farklılığı gibi fiziksel sebeplere bağlı bir değer hiyerarşisinden söz edilemez; sadece takvaya bağlı olarak ruhlar arasında derece farkı olabilir. An­cak bu türden bir fazilet de sosyoekono­mik ilişkilerde üstünlük getirmez; takva­nın mükâfatı âhirettedir. İnsanlar arasın­daki soy ve cinsiyet farklılıklarını alay ko­nusu yapmak ve insanları aşağılamak Al­lah’ın onları yaratmadaki hikmetini gör­memek mânasına gelir. Hucurât sûresi­nin 11-12. âyetleri, müslümanlar arasın­da her türlü bölücü ve aşağılayıcı tavrı fâsıklık olarak nitelemekte, bu cümleden olarak ırkçılığı da yasaklamaktadır. Buna karşılık aynı sûrede inanç ve değer birli­ğine dayalı kardeşliğin insanlar arasındaki ilişkinin mahiyetini belirlemesini emret­mektedir.

Irk farklılaşması diğer birçok kevnî âyetle birlikte yorumlanarak ele alınma­lı, Allah’ı ve O’nun bu kâinatı yaratmada­ki hikmetini daha iyi tanımaya vesile kı­lınmalıdır.[114] Renk fark­lılığı sadece insanlara has bir durum de­ğildir. Allah’ın kudretinin bir işareti ola­rak bu tür biyolojik farklılıklar tabiatta bitkiler ve hayvanlar âleminde, hatta dağ­larda bile gözlenebilir.[115] Esasen insanların hepsi Âdem’in ço­cuklarıdır, kâfirlerin şahısları değil inanç­ları ve tutumları red ve tahkir edilir. Ni­tekim onlar bu inanç ve tutumlarını bı­raktıkları anda müslümanlarla aynı de­ğeri ve onuru paylaşırlar. Müslüman bir kişinin ırkdaşları bir yana aynı inançları taşımayan aile üyeleriyle bile dostluk iliş­kisi ortadan kalkar.[116]

Kur’ân-ı Kerîm, Araplar arasında son derece önem verilen nesep ilişkilerini ve soy üstünlüğü anlayışını tamamen dışla­yarak “sıla-i rahim” (akrabalık bağını sür­dürme) bağlamında ve ahlâk kuralları çer­çevesinde ödev, hak ve sorumluluklar açı­sından düzenlemiştir. İslâm’ın önerdiği bu yeni anlayışta akrabalığın devam etti­rilmesine yapılan vurgu soyun üstünlü­ğünden dolayı değil toplum düzeni ve yardımlaşma açısındandır. Kur’ân-ı Ke­rîm bu bakımdan sıla-ı rahmi teşvik et­miş, soyları ile bağlantıyı koparanları yer­miştir, ancak soy ile övünmeyi de yasak­lamıştır. Nihaî noktada sadakat soya de­ğil İslâm’adır. Câhiliye dönemindeki ırk, nesep ve kabile bağları bu yeni bakış açı­sından mahiyet değiştirmiştir. Sosyal ya­pıdaki bu köklü değişimin önemli bir gös­tergesi de sahâbîler arasında muharebe­lerde müşrik akrabalarına karşı savaşan­ların bulunmasıdır.[117] Bu nevi tarihî hadiseler, Câhiliye dönemi Arap sosyal yapılanmasına tamamen hâkim olan kavim, kabile, aile gibi tabii ve irsî özelliklere dayalı sosyal kimliklerin bir ke­nara bırakılıp akideye dayalı bir kimliğin sosyal ilişkilerde temel belirleyici haline geldiğini göstermesi bakımından önem­lidir. Bu olaylar ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’in ırkçılığı yasaklayan hükümlerinin teorik planda birer temenni olarak kalmayıp inananların hayatında gerçeklik kazandı­ğını göstermektedir.

Hadislerde de genellikle asabiyet olarak adlandırılan ırkçılık yasaklanmıştır. Hadis literatüründe asabiyet ırkçılığı da içine alan geniş bir kavram olup kısaca “İslâm dışı bir gaye etrafında gruplaşma” mâna­sına gelir. Hz. Peygamber, insanlık aile­sinin ayırımsız olarak beyazıyla siyahıyla hepsine gönderilmiş tek mürşididir [118] Aynı şekilde Resûlullah Veda hutbesinde, “Ne Arap’ın Arap olmayana ne de Arap olmayanın Arap ola­na üstünlüğü vardır.[119] derken de o zamana kadarki bütün ırkî üstünlük iddialarını temelinden yıkmayı hedeflemiştir.

Irkçılığın önemli bir tezahürü veya so­nucu da kızgınlık, nefret ve haksızlıkta yardımlaşma olduğu İçin Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim ırkçılığa (asabi­yet) çağırarak yahut ırkçılıktan dolayı baş­kasına kızarak gayesi belirsiz bir toplulu­ğun bayrağı altına girerse onun ölümü Câhiliye’deki ölüm gibidir.[120] Asabiyet bir kişinin kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır.[121] Irkçı­lıkla ilgili hadislerin en anlamlılarından biri de Resûlullah’ın Veda hutbesindeki şu ifadeleridir: “Ey insanlar! Sizin rabbiniz birdir. Babanız da birdir… Haberiniz olsun ki takva dışında hiçbir Arap’ın Arap olmayana, hiçbir Arap olmayanın da bir Arap’a, hiçbir siyahînin beyaza, hiçbir be­yazın da siyaha karşı bir üstünlüğü yok­tur. Şüphesiz ki ilâhî huzurda en değer­liniz en muttaki olanınızdır.[122] Resûl-i Ekrem ırkçılığın bir top­luluğu zayıflatıp sonunda dış saldırılara açık hale getireceği konusunda da uyarı­da bulunmuştur. Soya dayanarak böbür­lenmeyi açıkça yasaklayan, ırk ayırımcı­lığını kışkırtarak müslümanlar arasında bölücülük yapanları şiddetle kınayan ha­disler de vardır.[123]

Âyet ve hadislerin ortaya koyduğu bu açık tavır ahlâkî bir tavır olmanın yanında hukukî sonuçlar da doğurmuştur. İslâm fıkhında insanların temel hakları ve so­rumlulukları belirlenirken muayyen bir ırka mensubiyet bir istisna teşkil etmez. Irkı ne olursa olsun hukuk karşısında bü­tün müslümanlar eşittir. Fıkhın amacı olan, insanlarla ilgili leh ve aleyhte husus­lar yani hak ve sorumluluklar belirlenir­ken ırk farklılığına en küçük bir rol tanın­mamıştır. İlke olarak yönetici Habeşli bir köle bile olsa ona itaat etmek gerekir.[124] Halifeliğin Kureyş’e ait ol­duğunu ifade eden hadisi de bu bağlam­da değerlendirmek gerektiği, aksi halde Kureyşliler’i yönetici sınıf gibi görmenin açıkça İslâm prensiplerine ters düşeceği de ifade edilmektedir.[125] Nitekim Hz. Ömer’in, ölüm döşeğinde iken sahâbîlerden bir kısmının ona yerine birini tayin etmesini hatırlat­ması üzerine, yerine güvenerek bırakabi­leceğini söylediği iki kişiden birinin azat­lı bir köle olması bir yandan hilâfetin Kureyş’e has olmadığına, öte yandan renk unsurunun yöneticiliğe hiçbir şekilde en­gel teşkil etmediğine delil olarak göste­rilir. Hz. Ömer’in kendisi cemaate namaz kıldırmaya gücü yetmeyince yerine imam olarak Cüd’ân’ın azatlı kölesi Suheyb b. Sinan’ı vekil tayin etmesi de ilgi çekicidir. Suheyb, ashabın önde gelenlerinin de bulunduğu cemaate imamlık yapmaya yeni halifenin seçilmesine kadar devam etmiş­tir.[126] Halbu­ki İslâm’dan önce Araplar’ın Bizans asıllı olduğu rivayet edilen azatlı bir köleye tâ­bi olmaları kesinlikle düşünülemezdi.

Fıkıhta hukukun temel amaçlarından biri nesli korumak olduğu için bir insanın, kendi soyundan başka bir soya kendisi ve­ya bir başkası tarafından nisbet edilme­sinin haram olduğu da bildirilmiş olup bu tür hükümler, ırkçılığa karşı olmanın kendi soyunu inkâr anlamı taşımadığını göstermesi bakımından önemlidir. Diğer taraftan bir insanın soyu ile alâkası hiçbir zaman inanç birliğine baskın gelemez ve inanç farklılığının miras ve evlenme gibi bazı konularda kısıtlayıcı hükümler do­ğurmasını önleyemez. Evlilikte denklik ko­nusunda bazı fıkıh âlimlerinin kabileler veya ırklar arasında fark gözeten bir ta­vır sergilemelerinin de dinî bir temeli ol­mayıp tarihî ve sosyal telakkilerden kay­naklanmıştır.

İslâm öncesinde ırkçı bir zihniyetin hâ­kim olduğu Câhiliye toplumundan bu te­lakkiyi bir anda tamamen silmek müm­kün olmamıştır. Ashap arasında zenci ve beyazların ilişkisindeki değişim, bu açıdan İslâm öncesi ve İslâm sonrası dönemlere bakarak mukayeseli bir şekilde incelen­diğinde bu zihnî ve sosyal değişim süre­ci ve bu süreçte karşılaşılan problemler açıkça görülür. Çünkü Araplar neseple­rine son derece düşkün insanlardı ve bu durum kabileler arasında bir övünç kay­nağı idi. Kendi ırkıyla övünmek İranlılar’da da vardı. Resûlullah’ın İran asıllı sahâbîleri bu konuda eğittiği görülmektedir.[127]

Irkçılığa karşı mücadelenin Hulefâ-yi Râşidîn döneminde de sürdürülmesine rağmen eski aristokratların yeni eşitlikçi düzenden zaman zaman şikâyet ettikle­ri görülmüştür.[128] Müslümanlar arasındaki eşitlik anlayışının ilişki kurduk­ları ırkçı toplumlarca da yadırgandığı ol­muştur. Meselâ Mısır’ı müslümanlara kar­şı savunmaya çalışan Mukavkıs’a gönde­rilen heyetin başında esmer tenli Ubâde b. Sâmit’in bulunması onu rahatsız et­miş; bu rahatsızlığını açıklaması üzerine heyettekiler Ubâde’nin içlerinde en üs­tün ve en akıllı kişi olduğunu, bu sebeple onun liderliğine razı olduklarını, her konu­da onun görüşüne saygı duyup itaat ede­ceklerini bildirmişlerdir.[129]

Emevîler ve Abbasîler döneminde İran­lılar, Berberîler ve Türkler gibi Arap olma­yan kavimlerin İslâm’a girmesiyle İslâm dünyasında ırkçılığı hatırlatan bazı prob-lemler gündeme gelmiş, bu dönemde “mevâlî” olarak adlandırılan gayri Arap unsurlara karşı Araplar’ın üstün olduğunu iddia edenler çıkmıştır. Bunlar Peygamber’in Arap, Kur’an’ın da Arapça olma­sı gibi hususları kullanmışlardır. Öte yan­dan bu tür üstünlük iddialarına tepki ola­rak başta İran asıllılar olmak üzere Arap dışı unsurlar arasında ırkçılığı hatırlatan bir hareket başlamıştır. “Şuûbiyye” deni­len bu hareketin amacı Arap olmayanla­rın Araplar’dan daha üstün olduğunu is­patlamaktı. Başlangıçta bir tepki hareke­ti olarak ortaya çıkan ve eşitliği savunan bu yöneliş, sonradan yavaş yavaş Araplar”a karşı mutaassıp davranarak Arap so­yunun düşmanı olan, onu dünya kavimle­rinin en âdisi sayan ve Arap olmayan ka­vimleri Araplar’a üstün tutan bir fırka ha­line gelmiştir. Böylece şuûbiyyenin esa­sı ırkçılığa dayanmakta olup [130] bu ideolojinin lehinde ve aleyhinde olanlar tarafından zengin bir literatür ortaya konmuştur.[131]

Gerek İslâm vahyinde gerekse onun iç­timaî ve siyasî uygulamalar planındaki tarihî yorumunda ırkçılık hiçbir zaman önemli bir problem oluşturmamakla bir­likte müslüman toplulukların edebiyatın­da genelde ırk, özelde renk ayırımının ya­pıldığı izlenimini veren bazı beyanlar bu­lunmaktadır. Bu edebiyat içinde erdeme sarılan siyahî kölelerin beyaz tenli kılına­rak ödüllendirilişini konu edinen masal­lara, bazı kavimlerin aklî ilimler konusun­da yaratılıştan yeteneksiz olduğunu, hat­ta bazı iklimlerde yaşayan kavimlerin kö­le tabiatlı yaratıldığını iddia eden metinlere rastlanmakta, mevâlîye reva görülen çok aşağılayıcı Arap tavrına dair edebî ör­neklerle karşılaşılmaktadır.[132] Kısmen İslâm öncesi felsefeler­den İhvân-ı Safa ve İbn Sînâ gibi bazı filo­zofların eserlerine de yansıyan [133] fa­kat İslâm diniyle ilgisi bulunmayan ve sosyokültürel şartlanmışlığın eseri olan bu arızî ön yargılar, zaman içinde çeşitli kavimlerin İslâm medeniyetine yaptığı katkılar müşahede edildikçe kendiliğinden yok olmuştur. Selçuklu-Osmanlı gelene­ğinde de ırkçı temayüllere rastlanmamak­tadır. Özellikle Osmanlı millet sistemi fark­lı din ve kavimlerden oluşan çok dinli, çok kavimli ve çok kültürlü bir sosyal dokuya sahipti ve bu sistem temellerini evrensel ölçekte yorumlanmış bir din anlayışında bulmaktaydı. Bu sebeple ırk faktörü hiç­bir şekilde bu sistemin işleyişinde bir im­tiyaz ölçüsü olarak görülmemiştir. Nite­kim millet sistemi içinde yer alan farklı etnik gruplar ve kavimler, bu sistemin ön­gördüğü kamu düzeni çerçevesinde ken­di din ve inançlarını açıkça ifade edebili­yor, tam bir kültürel özerklik İçinde yaşa­yabiliyorlardı. Zimmîler hakkındaki farklı hükümler ve bazı uygulamalar ise kesin­likle ırk temeline dayanmayıp din ve inanç hürriyetinin korunması ve inanç farklılığının siyasî, idarî ve hukukî alanlara yan­sımasıyla ilgilidir. Sonuç olarak ilk fütu­hat döneminin ardından gözlenen Arap-Acem, Arapmevâlî ayırımının; siyahiler, Berberîler, Hintliler. Türkler gibi bazı et­nik gruplara yönelik ön yargıların dinde yerinin bulunmadığı, başarı, üstünlük ve iktidarın ırk ve renk faktörüne dayanma­dığı kısa sürede anlaşılmıştır. Kur’an ve Sünnet’te ırkçı temayüllere karşı kesin bir tavır takınılmasına bağlı olarak İslâm âlimlerinin ırkçı eğilimlerle mücadelesi her devirde hâkim bir çizgi oluşturmuş­tur. Buna dair eserler arasında Ebü’l-Fe-rec İbnü’l-Cevzî’nin Tenvîrü’l-ğabeş ü fazli’s-Sûdân ve’I-Habeş, Celâleddin es-Süyûtî’nin Refı şe’ni’l-Hubşân, Mu-hammed Nu’mân b. Muhammed b. Ar-râk’ınKitâbü Kenzi’z-Zinâdi’1-vârî fî zikri ebnâ’i’s-serârî, Ebü’l-Meânî Alâed-din Muhammed b. Abdülbâkî el-Buhârî el-Mekkî’nin et-Tırâzü’1-menküş fîme hâsini’l-Hubûş, Ali b. Abdürraûf el-Habeşî’nin Refhı’î-ğubûş fi fezâ’ili’1-Hu-bûş, Câhiz’in Fahrü’s-Sûdân ale’lbîzân ve Fezâ’ilü’I-Etrâk adlı eserleri zik­redilebilir.

Allah’ın insanları farklı ırklar halinde ya­rattığı Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmiş olup konuya ilgi duyan İslâm âlimleri, özellikle filozof, müfessir ve tarihçiler, bu farklı­laşma hakkında dönemlerinin kültür ve biliminden yararlanarak değişik görüşler ortaya koymuşlar; ırk farklılaşmasının se­bebi olarak bir kısım âlimler nesep faktörünü, diğerleri ise coğrafyaya bağlı iklim faktörünü öne sürmüşlerdir. Birinci grup­taki âlimler Tevrat ve İsrâiliyat’ı. ikinci gruptakiler de klasik Yunan felsefesini, tıp ve coğrafyasını kendi görüşlerini des­teklemek için kullanmışlardır. Ancak İsrâiliyat ve Yunan kaynaklı teoriler tarafsız olmayıp kendi ırklarını en üstün ırk gösterme amacı taşırken müslüman âlimler konuyu ırk üstünlüğü açısından değil sa­dece bir antropolojik problem olarak ele almışlardır. Bunların ilkine göre ırk fark­lılaşmasının kaynağı nesep, diğerine gö­re iklim yani farklı coğrafî şartlardır. Bi­rinci görüşün taraftarları ırk farklılaşma­sını, tabii faktör ve süreçlerin değil bizzat Allah’ın baştan farklı nesepler yaratması­nın sonucu diye düşünürler. Bu düşünce dünyada üç ana ırk olduğu ve bunların büyük tufandan sonra Nûh peygamberin üç oğlundan [134] türediği şeklindeki Kitâb-i Mukaddes telakkisin­den gelir.

Hadis literatürüne de giren bu telakki­nin savunucuları, “Onun (Nuh’un) zürriye-tini evet onları yeryüzünde baki kıldık [135] mealindeki âyetin bu te­lakkiyi desteklediğini ileri sürerlerse de Hûd sûresinin 40. âyetinde Hz. Nuh’a sa­yısı az olmakla birlikte başka insanların da iman ettiği bildirilmektedir. Buna göre Sâffât sûresinin 77. âyetindeki “zürriyet” ile Nuh’a iman etmiş olanların kastedil­diği anlaşılmaktadır. Bütün ırkların Hz. Nuh’un üç oğlundan geldiğine dair hikâ­ye bazı hadis, tefsir ve tarih kitaplarına girmiştir. Ancak birtakım İslâm âlimleri hadis olarak aktarılan hikâyelerin râvilerinin güvenilirliklerini sorgulamışlar ve bu rivayetlerin Tevrat’tan geldiğini ortaya koymaya çalışmışlar. Özellikle ırk farklılaş­malarının iklimden kaynaklandığını düşü­nen ekole mensup olan İbn Haldun gibi âlimler açıkça bu rivayetlerin asılsız oldu­ğunu belirtmişlerdir.

Irkların kaynağının coğrafî şartlar oldu­ğu şeklindeki ikinci temel iddia dünyayı yedi iklime ayıran klasik Yunan coğrafya­sına dayanır. Bu coğrafya anlayışı ile dö­nemin dört unsura dayalı tıp anlayışı bir­leştirilerek ırkların kaynağı izah edilmeye çalışılmış, yine Grek düşüncesine hâkim olan her şeyin ortasının (itidal) en iyisi ol­duğu ölçütü de kullanılarak orta iklimde yer atan ırkların zihinsel üstünlüğü iddia edilmiştir. Bu anlayış Aristo gibi Yunan filozoflarının siyaset ve sosyal teorilerini de etkilemiş, Yunan felsefesinin İslâm dünyasına girmesiyle İslâm filozofları tarafından da ilgi görmüştür. Kindî’den baş­lamak üzere Fârâbî, İhvân-ı Safa, İbn Sînâ, İbn Rüşd gibi filozofların, İdrisî gibi coğ­rafyacıların, Sâid el-Endelüsî ve İbn Hal­dun gibi tarihçilerin görüşlerini etkilemiştir. Mutedil iklim dışında yaşayan Türkler ve siyahların medeniyete kabiliyeti olma­dığı bu teoriye dayanılarak İleri sürülmüş­tür.

İbn Haldun da meşhur coğrafyacı İdrîsî’nin verdiği bilgilere dayanarak dünya­nın yedi “iklim” (bölge) olduğunu var sayar ve ırk farklılaşmasının kaynağı hakkında­ki kuramını bu var sayım üzerine inşa eder.[136] İbn Haldun’un ırk farklılaşması hakkındaki görüşlerinin anlaşılabilmesi için antik Yunan’dan dev­ralınan ve Ortaçağ boyunca müslüman-lar arasında yaygın olarak kullanılan tıp. biyoloji, astronomi ve coğrafya anlayışı­nın da göz önünde bulundurulması ge­rekir.

Irk kavramının karşılığı olarak ümmet, nevi cîl kelimelerini kullanan İbn Hal­dun’un “hukemâ”ya nisbet ederek verdi­ği bilgilere göre dördüncü iklim kuşağı en üstün ırkın yaşadığı ve medeniyete en uygun insanların ortaya çıktığı bölgedir.[137] Dördüncüden sonra onun iki tarafındaki üçüncü ve beşinci iklimler gelir. Kısaca en mutedil iklim olan dör­düncü iklimden uzaklaştıkça insanların medeniyete olan kabiliyeti zayıflar, dola­yısıyla ırkın üstünlük derecesi de azalır. Mutedil iklim kuşaklarında yaşayanlar beden, renk. ahlâk ve din bakımından en mükemmel toplulukları oluşturur. Hatta peygamberler bile genellikle bu bölgeden yetişir. Buna karşılık itidalli iklim kuşağın­dan en uzakta olan güney ve kuzey ik­limlerine peygamber gönderildiğine dair hiçbir bilgi yoktur.

İbn Haldun ırkların kaynağının nesep olduğunu iddia edenleri eleştirirken şöy­le der: “Varlıkların tabiatları hakkında hiç­bir bilgi sahibi olmayan bazı nesep âlim­leri vehmettiler ki siyahlar Nûh”un oğlu Hâm’ın çocuklarıdır; babasının onun nes­linin köle olması için yaptığı bedduanın eserinin ortaya çıkması sonucu siyah renk ile diğer insanlardan ayrıldılar. Onlar bu konuda hikayecilerin hurafelerinden hikâ­yeler de naklederler. Nuh’un, oğlu Hâm’a bedduası Tevrat’ta yer almakta, ancak orada siyah renkten bahsedilmemekte-dir; Nûh sadece Hâm’ın çocukları kardeş­lerinin [138] kölesi olsun diye beddua etmiştir.[139]

Sâid el-Endelüsî de ırkları medeniyete yatkınlıkları bakımından tabakalara ayır­mıştır. Ona göre coğrafyaya bağlı olarak iklim bir ırkın medeniyete ne derece ka­biliyetli olacağını belirler. Bu yönden in-sanlıkyedi ana ırka ayrılır: 1. İranlılar,

2. Keldânîler.

3. Yunan, Fransız, Slav ve Ro­malılar,

4. Kıptîler’le onlara yakın olan ba­zı zenciler, Habeşistanlılar ve Berberîler,

5. Türkler,

6. Hintliler,

7. Çinliler. Endelüsî bu ırkları ilme değer verenler ve verme­yenler diye ikiye ayırarak ilme değer ve­ren ırkları Hintliler, İranlılar, Keldânîler. İbrânîler, Yunanlılar, Romalılar, Mısırlılar ve Araplar şeklinde sıralamakta; geride kalan ırkların hiçbirinin ilme önem ver­mediğini ileri sürmektedir.[140] Bu düşünceler klasik Yu­nan coğrafya, tıp ve felsefesinin bir ürü­nüdür. Ayrıca nesebe dayalı teori gibi Sâid el-Endelüsî’nin yedi iklim teorisinin so­nunda insanları medeniyet ve bilime yat­kınlık açısından tabakalara ayırmasının da Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerin yukarıda ortaya konan temel bakışına ters düştü­ğü açıktır.

Batı dünyasında ırkçılık, modern çağın en önemli olguları arasında yer alan sö­mürgecilik ve onunla bağlantılı kapitalist sistemin oluştuğu şartlar altında sömür­geciliğe meşruiyet tanıyan bir ideoloji ola­rak ortaya çıkmıştır. Tarih boyunca Batı kolonyalizmi ve kapitalizminin gelişme aşamalarına bağlı olarak ırkçılık da fark­lı tezahürlerde gelişmiştir. İlk aşamada Amerika ve Karayipler’in yerli sakinleri olan Kızılderililer sömürgecilerin apaçık talan ve soykırımına mâruz kaldılar; ırkçı teoriler de bu dönemde ortaya çıkmaya başladı. Sömürgeciler, buralarda yaptık­ları baskı ve zulümleri izah için ırkçılığı bir araç gibi kullandılar. Nitekim ilk ola­rak 1550yılında İspanyol ilâhiyatçı Gaines de Sepulveda Kızılderililer’in aşağılık bir ırk olduğunu ve bunların beyazlara hiz­met etmek üzere yaratıldıklarını ileri sür­dü. Bu teori Amerika’da uzun yıllar pro­paganda edilmiştir. XVII. yüzyılın ilk yarı­sında beyaz işçilerle siyah köleler iş yer­lerinde yanyana çalışıyorlardı. Ancak siyah köleler beyazlara göre hem ucuzdu hem de her türlü şartlarda çalışmaya ra­zı olduklarından bu dönemde iş gücü ola­rak sadece siyah köleler kullanılmaya baş­landı. Amerika ve Karayipler’de köleler “hayvan sürüsü” olarak adlandırılıyordu. Siyahlar beyazlara özgü hiçbir şeyi taklit edemezlerdi. XIX. yüzyılın başlarından itibaren siyah-beyaz ilişkileri değişmeye başladı. Çünkü ekonomik ve politik se­beplerle artık köle istihdamı işlevini yitir­mişti. İlk olarak 1804 yılında Fransızlar Haiti’de köleliği kaldırdılar; diğer sömür­gelerde de köleliğin peyderpey kaldırıl­masıyla ırkçılık düşüncesinde de değiş­meler gözlendi. Buna göre artık siyahlar da insan sayılmakla birlikte üstün ırka mensup olan beyazlara kıyasla aşağı ırkı oluşturuyorlardı. Üstelik bunlar zihinsel ve kültürel bakımdan geri olduklarını ken­dileri de kabul ediyor ve bu yüzden be­yazlara uyum sağlamaya çalışıyorlardı.

Yeni ilişki biçimi sürekli olarak yeni te­orilerin de ortaya atılmasına yol açıyordu. Fransız Aydınlanmacı düşünürlerinden Boulainvilliers ve Buffone gibi ırkçı fikir­leri ortaya atan filozofların ardından ırk­çılığı bir sistem halinde ortaya koyan kişi Kont Joseph Arthur de Gobineau oldu. Gobineau. Essaİ sur î’inegaîite des ra-ces humaines [141] adlı eserinde beyaz ırkın aklı ve dürüstlüğü, sarı ırkın fayda, düzen ve ortayolu, siyah ırkın ise hırsı, lirik ve artistik yetenekleri temsil ettiğini ileri sürdü ve Nordik (ku­zeyli-beyaz) ırkı İnsanlığın en üstüne yer­leştirdi. Houston Stewart Chamberlain Die Grundlagen des neunzehnten Jahrhunderts adlı ese­rinde benzeri bir yaklaşım sergileyerek Aryan ve Toton ırkının üstünlüğünü sa­vundu. Ancak Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’de ortaya atılan ırkçı teoriler daha çok sosyal ve ekonomik faktörlerle bağlantılı bir şekilde geliştirildi; bu teori­ler, zencilerin biyolojik olarak daha aşağı oldukları iddiasını sürdürmekle birlikte gelişen siyahı bilincin gelecekte beyazla­rın sosyal ve ekonomik konumlan bakı­mından tehlike arzedebileceği üzerinde durdular. Madison Grant, The Passing of the Great Race (NewYork 1916) adlı eserinde. Lothrop Stoddard The Rising Tide of Color Against White Supremacy (New York 1920) adlı kitabında Asya­lılar ve Afrikalılar arasındaki doğum oran­larının yüksekliğine dikkat çekerek beyaz ırkın gelecekte hâkimiyeti kaybedebileceği endişesini dile getirdiler.[142]

XX. yüzyıl Batı’da ilk defa tek bir dünya sistemi iddiasının ortaya çıktığı dönem­dir. Batı dünyasının gelenekleşmiş olan ırkçılık zihniyetinin bu yüzyılda faşist po­litikalarla birleşmesinden sonra bazı mil­letler kendi ırkının üstünlüğünden ve dünya insanlarını kendisinin kurtaraca­ğından söz etmeye başladılar. Almanlar’ın işgal ettikleri her yerde yahudileri soykı­rımına mâruz bırakmaları bu düşünceden kaynaklanmıştır. Ancak Avrupa’da yahu-di düşmanlığı ile pratiğe yansıyan anti-semitizm (Sâmî ırkına düşmanlık) olgusu, Cermen ırkının üstünlüğünü ileri süren Adolf Hitler’in yeni bir buluşu olmayıp Ba­tı tarihinde şekillenmiş bir ırkçılık biçi­midir.

XX. yüzyılda Avrupa kıtası dışında ırkçı­lığın en yoğun yaşandığı bölgelerden biri Güney Afrika, diğeri de Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. XVII. yüzyıldan itiba­ren Hindistan, Endonezya ve Malezya’­dan köle olarak Güney Afrika’ya getirilen müslümanlar da bu ülkedeki ırkçı uygu­lamaların sıkıntısını yaşamışlardır. Şeyh Yûsuf el-Makassarî, İmam Abdullah İbn Kâdî Abdüsselâm, Ahmed Efendi, Abdul­lah Abdurrahman ve İmam Abdullah Hâ-rûn gibi liderler yanında daha birçok müs-lüman ferdî olarak veya Afrika Ulusal Kongresi (ANC) gibi platformlarda ırkçılı­ğa, emperyalizme ve baskılara karşı mü­cadele etmişlerdir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde XIX. yüzyılın sonunda ve XX. yüzyılın başında ırk ayırımını öngören ilk yasalar [143]çıkarılmaya başlandı. Bu yasalara yaygın bir şiddet dalgası da eşlik ediyor­du. Irk ayırımına karşı yürütülen mücade­lelerde siyahlar farklı kamplara ayrıldılar; siyah örgütlerin üç farklı görüş etrafında oluştuğu söylenebilir. Bunlardan siyah burjuvazinin çıkarlarını temsil eden grup [144] sadece yasal bir devrim istiyor ve son derece ılımlı bir ta­vır sergiliyordu. Liderliğini Martin Luther King’in yaptığı, “hemen özgürlük” sloganıyla ortaya çıkan ikinci si­yah hareketi beyazlarla entegrasyonu sa­vunuyordu. Gandi’nin sadık bir izleyicisi olan Protestan rahibi King mücadelede şiddet kullanılmasına karşı çıkmış, barış­çıl eylemlerle ırkçı uygulamaları yenmeye çalışmıştır. Üçüncü hareketi, uzlaşmaz ve sert bir çizgi takip eden Siyah Müslümanlar Hareketi [145] temsil ediyor­du. 1930 yılında Wallace D. Fard [146] tarafından kurulan bu hareketin başına daha sonra Elijah Mu-hammed geçmiş ve hareketi II. Dünya Savaşı’ndan sonra faal bir konuma getir­miştir. Aşırı tepkici davranan ve aslî kay­naklarla tarihî uygulamalardan çok farklı bir İslâm anlayışına sahip olan Elijah Mu-hammed, beyazların doğuştan birer şey­tan olduğuna ve kendisinin Allah tarafın­dan bu ırkı yok etmek üzere görevlendi­rildiğine inanıyordu. Buna göre boş bir eşitlik ve entegrasyon için mücadele et­mektense sadece siyahlardan oluşan ayrı bir dünya kurmak ve bağımsız olmak da­ha gerçekçiydi.[147] Sa­mimiyetsizi iği ve bozuk inancı bizzat ken­di oğlu VVallace (VVarith) Muhammed tara­fından teşhir edilinceye kadar İslâm Mil­leti [148] örgütüne mensup müslümanlar onun gayet disiplinli ve inanmış birer izleyicisi olarak kaldılar. Si­yah Müslümanlar Hareketi’ne hapiste iken katılan Malcolm X [149] 1952 yılında hapisten çıktıktan sonra kendisini bu harekete adamış, kısa zamanda ırkçılık mücadelesinin Amerika’daki en Önemli liderlerinden biri olmuştur. Malcolm X, hareketten ayrıldığı 1964 yılma kadar Eli­jah Muhammed’İn sadık bir izleyicisi idi. Mekke’ye yaptığı bir hac ziyaretinden son­ra fikirlerini kökten gözden geçirmeye başladı. Hareketten ayrıldıktan sonra da bu siyah müslümanların meselelerini gi­derek yumuşayan bir üslûpla işlemeye devam etti. Siyah Müslümanlar Hareke-ti’nden ayrıldıktan sonra Harlem’de (New York) Müslüman Camii (Müslim Mosque) ve Afrikalı-Amerikalılar Birliği Derneği’ni [150] kuran Malcolm X, çalışmalarını 21 Şubat 1965′-te öldürülünceye kadar bu kuruluşlar va­sıtasıyla sürdürdü.

Günümüz Amerika’sında ayırımcı yasa­lar ortadan kaldırılmış ve hukukî eşitlik sağlanmıştır. Ancak uygulamada hâlâ be­yazlar arasında yer yer ırkçı ön yargılara rastlanmaktadır. Her ne kadar başlangıç­ta faşizm ile ırkçılık arasında birebir ilişki söz konusu değilse de bugün çeşitli Avru­pa ülkelerinde ortaya çıkan “yeni faşizm” hareketlerinin hepsi ırkçılığı vazgeçilmez bir ilke olarak İdeolojilerine katmıştır. Av­rupa’da bu tür grupların üzerinde birleş­tikleri en önemli konu yabancı düşmanlı­ğıdır. Eski Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Bosna-Hersek’te ve Kosova’da müslüman Boşnaklar’la Arnavutlar’ı hedef alan etnik arındırma eyleminin de te­melinde ırkçılık yatmaktadır.

XIX ve XX. yüzyıllarda Avrupa’da esen milliyetçilik ve ırkçılık rüzgârları zamanla İslâm dünyasını da etkisi altına almıştır. Ümmet bilinciyle yaşayan milletler arasın­da genel olarak ırkçılık ve kavmiyetçiliğin ne olduğu bilinmezken Batılı devletlerin İslâm dünyasına, özellikle Osmanlılar’a yönelik politikalarında görülen değişiklik­lerden sonra Arnavutlar, Araplar, Türk­ler ve Kürtler arasında müstakbel sürtüş­melere zemin hazırlamak üzere kavmi­yet ayırımına dayalı ideolojiler gündeme gelmiştir.

XIX. yüzyıl Osmanlı aydınları, dönemin Avrupa’sında ortaya çıkan “cins ittihadı” yani ırk birliği fikrine dayalı olan milliyet­çilik akımlarını kendi toplumları için elve­rişli görmemişlerdir. Meselâ Nâmık Ke­mal birlik ve kardeşlik fikrini insanların “yumru yanaklı” veya “çatık kaşif bir ne­silden gelmelerine dayandıran anlayışı reddetmiştir. Yine Esad Efendi “cins” (ırk) unsurunu birlik ve dayanışma sebeplerin­den biri olarak kabul etmekle birlikte İslâmî anlayışta birliği sağlayacak vasıtanın İslâmiyet olduğunu savunmuştur.[151] Kendi tabiriyle “Avrupa’da ras (race) meselesi”yle ilgili ırkçı tartışma­ları yakından takip eden [152] Ali Suâvi de Avrupa’da güdülen “cinslik davası” na [153] Osman­lı ülkesinde rastlanmadığına dikkat çeke­rek müslümanların birliğinin tevhid ilke­sine dayandığını belirtmiştir. Ali Suâvi’ye göre Osmanlı bir Türk devletidir, ancak ırkçılık davasına itibar etmeyerek her ırk­tan ehliyetli bulduğu kimseleri istihdam etmiştir. Ali Suâvi bazı Avrupalı yazarla­rın Türkler’i “mesâî-yi zihniyyeden ârî, yalnız bir kaba kahraman gibi” değerlen­diren ırkçı yaklaşımlarını şiddetle red­detmiş ve Türkler’in müslüman olduktan sonra ilim ve medeniyet alanında ortaya koydukları başarıdan örnekler vermiştir.[154]

II. Meşrutiyetin ilânından sonra İstan­bul’da Türk Derneği, Selanik’te Genç Kalemler dergileri yayın hayatına katıla­rak Osmanlı Devletİ’nin bütünlüğü idea­lini örselemeksizin Türk dili ve kültürü et­rafında milliyetçi bir şuur telkin etmeye başlamıştı. 1913 yılında yayın hayatına başlayan İslâm Mecmuasında eski şey­hülislâm Mûsâ Kâzım Efendi İslâm dinine göre ırk ve cins iddiasında bulunmanın şiddetle yasak olduğunu. ırk ve cins da­vası gütmenin İslâm kardeşliğine zarar vereceğini yazdı. Bunun üzerine Takib ve Tenkid dergisinden Nüzhet Sabit, ırk ve cinsiyet İddiasında bulunmanın hangi ba­kımlardan İslâm’a zıt düştüğü konusun­da Mûsâ Kâzım Efendi’ye bir soru yönelt­ti. İslâm Mecmuası’nda herhangi bir ce­vap verilmeyince Babanzâde Ahmed Naim Sebîlürreşöd dergisinde “İslâm’da Davâ-yı Kavmiyyet” başlıklı geniş ilgi gören bir yazı neşretti [155] bu metin ayrıca Sebîlürreşâd Kütüphane­si Neşriyatı’nın 18. kitabi olarak bir risale halinde yayımlanmıştır, İstanbul 1332). Ahmed Naim bu yazısında İslâm dininin “da’vâ-yı kavmiyyet” (kavmiyetçilik) ve “da’-vâ-yı cinsiyyet” (ırkçılık) ideolojilerini kesin olarak reddettiğini ve bu tür fikirlerin Câhiliyyet davası olduğunu vurguladı. İs­lamcı düşünürler, daha sonraki yıllarda da ırkçılık çağrışımı yapan fikirler aleyhinde­ki tavırlarını sürdürmüşlerdir.[156]

1932’de toplanan Türk tarih kongresiy­le tesbit edilen “Türktarih tezi”nde Türk ırkının çok defa öne sürüldüğü gibi san olmadığı, beyaz ve brakisefal olduğu gö­rüşünün benimsendiği görülmektedir. Tezde yer alan bu ana fikrin Batı’da orta­ya çıkan ırkçı tasniflere bir tepki olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim 1928’de Afet İnan Atatürk’e, Türk ırkının sarı ırka men­sup bulunduğunu ve Avrupa zihniyetine göre ikinci nevi bir İnsan tipi olduğunu id­dia eden bir Fransızca kitap göstermiş, Atatürk’ün bu iddiaya gösterdiği tepki Türk tarih tezinde yer alan ana fikrin çe­kirdeğini teşkil etmiştir.[157]

194O’lı yıllarda ırkçılığın hararetli tar­tışmalara konu olduğu görülmektedir. Rıza Nur’un 1942’den itibaren çıkarma­ya başladığı Türkçü dergi Tanndağ’öa konuyla ilgili bazı fikirler ortaya atılmış­tır. Mustafa Akansel, Gobineau’nun “ilmî ırkçılık” saydığı ve dâhiyane bulduğu fi­kirlerine atıflar yaparak saf kanın Türk ırkının geleceği açısından hayatî önem taşıdığını iddia etmiş, devletlerin çökü­şünü yabancı kan karışması sonucu ırkların yozlaşmasına bağlamıştır.[158] Ziya Göğem, aynı der­ginin peşpeşe iki sayısında Akansel’in id­dialarını esas alarak bir yazı yayımlamış, antropolojinin ırk tasnifinde başvurduğu kafatası biçimi, burun şekli, deri ve göz rengi, boy ve kan grubu gibi kriterler arasından özellikle kan grubu üzerinde durarak Türkler arasında yaygın olan kan gruplarıyla saf Türk ırkı arasında ilişki kurmaya çalışmıştır.[159]

1943-1944yıllarında Nihal Atsız’ın sa­hibi ve müdürü olduğu Orhun dergisin­de Türk milliyetçiliği fikrinin ırkçılık kav­ramına indirgenerek savunulduğuna ta­nık olunmuştur. Dergide esas itibariyle Türk ırkçılığının Türk milliyetçiliğinin en baş unsuru olduğu ve dünya görüşü ola­rak modern Batı’dan ithal edilmiş olma­yıp Türk tarihinin bilinen en eski devirle­rine kadar uzandığı fikri işlenmiştir. Der­gi yönetiminin düzenlediği bir ankette okuyuculara. “Türkçülüğün baş unsuru size göre ırkçılık mıdır, kültür müdür, va­tan mıdır, devlet midir?” sorusuna çoğun­luğun “ırkçılıktır” cevabını verdiği görül­mektedir. Aynı ankette okuyucuya. “Irk­ları üstün ve aşağı olarak ayırmaya ta­raftar mısınız?” şeklinde yöneltilen soru­ya da çoğunlukla “taraftarım” şeklinde cevap alınmıştır.[160]

1944 yılı Mayıs ayında başta Ulus, Ta-nin, Akşam, Ton, Vakit ve Cumhuriyet gibi gazeteler olmak üzere yazılı basında “ırkçılık-turancılık” aleyhtarı yoğun bir kampanya başlatıldı; siyasî iradenin de bu yönde tavır almasıyla birlikte Türkçü-ler’e yönelik bir tutuklama faaliyetine gi­rişildi. Uzun süren bir yargılama süreci sonunda sanıkların hepsi 1945 yılında be­raat etti.[161]

Modern dönemde müslümanlar ara­sında ortaya çıkan ırkçı veya ırkçılığı çağ­rıştıran akımlar gelişip güçlenmelerine yetecek fikri, kültürel, siyasî ortam bu­lamadıklarından çökmeye veya marjinal sınırda kalmaya mahkûm olmuşlardır. Bununla beraber her ne kadar kendi iç­lerinde ırkçılığı yenseler de müslüman­lar dıştan gelen ırkçı saldırılara mâruz kalmışlardır. Müslümanlara yönelik bu saldırılar arasında İlk dikkat çekeni Siyonizm ideolojisidir. Birleşmiş Milletler Ge­nel Kurulu 10 Kasım 1973 tarihli kararın­da siyonizmin bir çeşit ırkçılık ve ırk ayı­rımı olduğunu tesbit ve tescil etmiştir. Aynı şekilde Çinliler’in Doğu Türkistan’­da yaşayan Türkler’e, Hindular’ın müslü-manlara, Ermeni ve Yunanlılar’ın Türk­ler’e, Sırplar’ın Arnavut ve Boşnaklar’a, Ruslar’ın genel olarak Orta Asya Türkleri’ne, Bulgarlar’ın Türkler’e karşı uygula­dıkları ırkçı politikalar ve saldırılar dikkat çekmektedir.

Öte yandan Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan müslümanların giderek artan bir şekilde yeniden güçlenen ırkçı saldı­rılara mâruz kaldıkları gözlenmektedir. Almanya’da Türkler’e, Fransa’da Ceza-yirliler’e karşı yürütülen saldırılar buna örnek olarak gösterilebilir. Bu durum, Batı’da ırkçılık tohumlarının yeniden ye­şermeye başladığını çarpıcı bir şekilde or­taya koymuştur. Modern insanın böyle tu­tumlardan uzak kalacağı beklentisi için­de olan toplumbilimciler bu beklenme­dik gelişme karşısında derinden endişe­lenerek ırklar ve etnik gruplar konusunu yeniden ele almak zorunda kalmışlardır.[162]

Irkçılık problemiyle yeniden karşı kar­şıya gelen Batılılar için özellikle ırkçılık mağduru olanlar açısından. İslâm’ın sun­duğu her ırka saygı duymakla birlikte ma­nevî ve moral gelişmişliğin üstünde de­ğer tanımayan eşitlikçi anlayış cazip bir alternatif oluşturmaktadır. Özellikle Ame­rika’da yaşayan ve nesillerdir beyaz ırkçı­lığın kurbanı olan siyahlar için İslâm yeni­den başkalarıyla eşit bir insan haline gel­menin en emin yolu olarak görünmekte­dir; çünkü Hıristiyanlık, Yahudilik ve Hin­duizm gibi geleneksel dinlerin yanı sıra modern ideolojiler de globalleşen ve gi­derek birbiriyle daha sıkı ilişki içerisine girmek zorunda kalan farklı ırklara men­sup insanlar arasındaki beşerî ilişkileri eşitçe düzenleyici kurallar ortaya koya­mamaktadır. Halbuki İslâmiyet, Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in şüpheye yer bırakmayan açık beyanları ve İslâm tari­hinin şehâdetiyle her türlü ırkçılığı red­detmiştir. (Diyanet İşleri Başkanlığı, İslam Ansiklopedisi, Irkçılık maddesi)

 

[92] Webster’s Ninth Neıv Coilegiate Dic-üonary, s. 969

[93] beyaz, siyah, sarı ırk gibi

[94] Cermen ırkı gibi

[95] Cashmore, s. 237-239

[96] The Encydopedia ofPhilosophy, VII, 58-59

[97] Herzberg, s. 35, 37-45

[98] Horowitz, s. 100-102

[99] Tekvin, 5/32; 9/18; 10/32

[100] Tekvîn, 9/ 19-27

[101] Teşriiye, 14/12

[102] Levililer, 26/12; Çıkış, 19/5-6

[103] Levililer, 20/24-26

[104] 11. Krallar, 5/ 20

[105] meselâ bk. Tesniye, 23/20; Mezmurlar, 67/6; II. Samuel, 22/44-48

[106] Tesni­ye. 2/25

[107] bk. asa-biyet; câhiliye

[108] İbrâhîm 14/4;er-Rûm 30/22; el-Hucurât 49/13

[109] el-Kasas 28/83-84

[110] el-Kehf 18/30

[111] el-Ahzâb 33/58

[112] el-Kehf 18/28

[113] el-A’râf 7/28, 70; Yûnus 10/75-78; Hûd 11/6Î-63, 84-88; en-Nahl 16/35; SebeP 34/43; ez-Zuhruf 43/22-25

[114] el-Hucurât 49/13

[115] Fâtır 35/27-28; ay­rıca bk. en-Nahl 16/13, 69: ez-Zümer 39/ 21

[116] et-Tevbe 9/23

[117] Kare, s. 48-49,66

[118] Müs­ned, 1,250, 301; Dârimî, “Siyer”, 67; Müs­lim, “Mesâcid”, 3

[119] Müsned, VI, 411

[120] Müslim,”İmâre”, 57; Nesâî, “Tahrîm”, 28; İbn Mâce, “Fiten”, 7

[121] Müsned, IV, 107, 160;EbûDâvûd,”Edeb”, 112

[122] Müsned, VI, 411

[123] Ebû Nuaym, i, 9, II, 367; Süyûtî, 1, 8-12-, HatipoğIu,XXllH 19781, s. 135

[124] Müsned, IV, 126, 127; Dârimî, “Mukaddi­me”, 16; İbn Mâce, “Mukaddime”, 6, “Ci-hâd”, 39; bk. İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, IV, 92

[125] İbn Haldun, Mu­kaddime, II, 583; Hatipoğlu, XXIII 11978], s. 121-213

[126] Hatipoğlu, XXIII11978], s. i27

[127] Ebû Dâvûd,”Edeb”, 112

[128] bazı örnekler için bk. Bu-hârî, et-Târihu’l-kebîr, II, 104-105; Abdui-lan b. Mübarek, s. 1000; Hâkim, Müsted-rek, III, 282; İbnü’i-Esîr, M, 480; Hatipoğ-lu, XXIII[1978], s. 152-153

[129] Lewis, Raceand Colorin islam, s. 10

[130] Câhiz, II, 20; Kılıçlı, s. 53

[131] bk. şuûbiy-ye

[132] Lewis, Race andSlauery in theMiddleEast, s. 19, 36-37, 55

[133] meselâ bk. er-Resâ% 1, 302-305; eş-Şifâ’.l. 447

[134] Hâm, Sâm. Yâfes

[135] es-Sâffât 37/77

[136] Mukaddime, I, 337-397

[137] a.g.e., I, 387

[138] Sâm ve Yâfes’in

[139] a.g.e., 1, 389

[140] Tabakâtü’l-ümem,s. 10-1 I

[141] AV, Paris 1853-1855

[142] The Encyclo-pedia ofPhilosophy, VII. 60

[143] Jim Crow Laws

[144] National Associatîon for the Advancement of Coloured People NAACP

[145] Black Muslims

[146] WaIlace Fard Muhammed

[147] Fontette, s 109-110

[148] The Nation of İslam

[149] Mâlik eş-Şahbâz

[150] Afro-American Unity Organization

[151] Türkö-ne, s. 266-267

[152] Danişmend, s. 28-29

[153] ırkçılık ideolojisi

[154] Çelik. s. 623-630

[155] sy. 293 110 Nisan 1330

[156] bk. islâm-c1lık; milliyetçilik

[157] İnan-Karal, s. 59,64

[158] Tanndağ, 1/8 11942|, s. 5-6

[159] a.g.e., 1/16 (1942], s. 11-13; 1/17|1942], s. 11-12

[160] Orhun, sy. 12[ 19431. s 12-13; sy. 13 | I944|F s. 18-22; sy. 14(1944], s. İO-18; sy. 15 |1944|, s. 17-22; sy. 16 |1944],s. 17-25

[161] Tanyu.s.4-8, 11,28

[162] Rattansi-Westwood, s. 9-22

 

 

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments