-
25th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

TOPLUMSAL BİLİNÇ VE TOPLUMSAL DENETİM

Okulda, ailede ve toplumda sorumlu davranmayı gerektiren bir dizi içdisiplin önerisi:

Bir toplumda, bir toplulukta süregelen(kronik) sorunların gerçek nedeni, o toplumdaki duyarsız ve tepkisiz olan, hatta kötülüğün öncülerine alkış tutan, onlara yakınlık duyan, onlara göz kırpan, onları güya anlayışla karşılayan, esasında örtülü bir şekilde de olsa onların arkalarında oldukları mesajını veren bir bakış açısına sahip insanların tutumudur. Öyleyse, toplumda olumsuz davranışlarla öne çıkanlarla mücadele etmenin yanısıra asıl mücadelenin, “sözde iyilere” karşı verilmesi gerektiğinin bilincinde olmalıyız. Asıl büyük emek, bunların kişiliklerinin geliştirilmesi için verilmelidir. Her sorumluluk sahibi insan, olumsuzluklara karşı duyarsızlık gösterenleri, içinde bulundukları konumu doğru tanımlayarak bilinçlendirmelidir. Yanlış yapanlar nasıl kendilerine yandaş ve yoldaş arıyorlarsa, kendilerinin iyi olduklarına inananlar da, olumlu yönde değişim, gelişim ve ilerleme için dostlarının bilinç düzeylerini geliştirmek durumundadırlar. Bu durum, ailede de işte de okulda da son derece önemlidir. Gerçek anlamda saygı(barış) ve sevgi(dostluk), toplumsal bilinç ve toplumsal denetimle olanaklıdır. Yukarıdaki anlayışın gerekliliğini, çözüm yollarını ve buna aykırı bir söylemin sakıncalarını şöylece sıralayabiliriz:

1) Eğitim, seviyeli bir iştir. Eğitilecek insana öncelikle verilmesi gereken yaşamsal öğüt, kendi eğitimine engel olan her türlü girişime karşı kendisinin tavır koyması ve yeni tavırlar geliştirmesi konusunda bilinçlendirmektir.

2) Duyarsız-tepkisiz insanların, sorunlu insanların yanlışlarından rahatsız olduklarını belli eden bilinçli, kararlı ve uygar bir tavır sergilemedikleri, hatta bazen onların da yanlış eğilimlere özendikleri görülmektedir.

3) Sorunsuzmuş gibi gözüken kişilerin hiç yanlışları yokmuş gibi bir muameleye tabi tutulmaları, sorunlu insanların öfkesine, gizliden gizliye kendileriyle uğraşanlara ve sorumsuz davrandıkları halde, idare edilenlere hınç duymalarına yol açmaktadır.

4) Birçoğumuz, birbirine yakın yaşlardaki çocuklarımızın sorumsuzca davranmaları durumunda, çoğu defa daha sorumlu olduğuna inandığımız hangisi ise, sorunu kökten çözmek için yapılan sorumsuzluktan dolayı daha çok onu sorumlu tutmaktadır. Bu, kendi işlerimizde gerçekçi olmamızdan ve olayın gereğine tam inanmamızdan dolayıdır. İşi sahiplenmediğimiz ortamlardaki başarısızlıklarımız ise, olayı başkalarının işi diye görmemiz, “mış gibi” davranmamız ve yapacağımız işin gereğine tam inanmamamızın bir sonucudur.

5) Bir toplumdaki, bir sınıftaki sorunların tek nedeni olarak bir kişiyi veya birkaç kişiyi görmek, hem gerçekçi hem de dürüst bir anlayış değildir. Bu anlayış, hiçbir sorunu çözmez, zâten çözememiştir de.

6) Sorunlu insanın üzerine kronik olarak, gereğinden fazla gitmek ve bütünüyle ona yüklenmek, ne bilinçli bir anlayış ne de âdil bir davranıştır. Sürekli olarak sorunlu insanın üzerine gitmek, onu umutsuzluğa sürüklemekte, değişme ve gelişme arzularını frenlemekte ve köreltmekte; daha büyük problemlerin yaşanmasına neden olmaktadır.

7) Sorunlu insanların, sorunlarını dayanılmaz boyutlara çıkarmalarının temel nedeni, onları idare eden, yanlışlarına göz yuman, göz kırpan ve hatta alkış tutan birilerinin varlığıdır.

8) Varolan gücün tamamını mikroplarla savaşta harcamak yerine, bu gücü, organizmanın bağışıklık sistemini güçlendirmek ve direnç potansiyelini artırmak amacıyla kullanmak daha doğrudur.

9) Sorunlu gözüken insanlarla uğraşmakla beraber, düzenli ve yoğun eğitimden geçirilmesi gereken kişiler, duyarsız-tepkisiz insanlardır. Asıl mesaiyi onlara harcamak gerekir. Bu kişiler, özel olarak uyarılabilecekleri gibi sorunlu insanların yanında da bilinçlice uyarılmalıdırlar. Bu uyarı, açıkça, uygarca ve düzenli olarak yapılmalıdır. Bu durum, sorunlu insanlara güven getirecek ve belki içlerinde değişme arzusu doğacaktır.

10) Duyarsız-tepkisiz insanların sorunlu kişilere bakış açısı, asıl kilit noktadır. Birçok sorunun temelinde bu yatmaktadır. Bu bakış açısı doğru bir raya oturmadıkça hiçbir şeyi değiştirmek olanaklı değildir. Sorumluluk taşımayan ve sorumluluğa yanaşmayan sorunsuz gözüken kişiler, problemli kişiler uyarıldıkça, hırpalandıkça kendilerini kral, prens ve prenses gibi hissetmektedirler. Onların yeri ve konumu, sonsuza değin sarsılmaz gözükmektedir. Hatta sorunlu insanların olması, belki işlerine bile gelmektedir. Çünkü onlar olmasa, kendilerine bu kadar değer verilmeyecektir.

11) Duyarsız-tepkisiz insanları bilinçlendirmedikçe, bilinç seviyelerini yükseltmedikçe sorunları gerçek anlamda aşamayız. Bizi korkutan kişi veya kişiler, sorunlu kişiler değildir; sorunlu insanların ne yapacağı bellidir; sorun çıkarırlar. Bu bilinir ve ona göre önlem alınır; ama duyarsız-tepkisiz insanların ne yapacağı belli değildir; onlara karşı ne yönde, nasıl önlem alınacağı bilinemezse, ne yapacağı belli olmayan, sallantıda, kararsız, keyfi davranan bu insanlar başımızın ağrımasına neden olurlar. Bu yaşamsal bir konudur. Herkesin başına bir asker, bir polis, bir denetçi, bir nöbetçi, bir öğretmen dikmek olanaksızdır. Öyleyse her ortamda, o ortamın duyarsız kişilerine toplumsal sorumluluk bilinci aşılanmalıdır. Aşılanmalıdır ki toplum birbirini denetlesin.

12) Sorunsuz bir toplum arayanlar, kendilerine başka bir yer yurt aramalıdırlar, bu gezegende bu arayış, bir ütopyadır. Sorumlu, sorunlu ve duyarsız-tepkisiz insanların ortaklaşa yaşadıkları toplum, doğal bir toplumdur.

13) Sorunların yoğun bir şekilde yaşandığı bir toplumda, her sorumluluk sahibi, sorumluluk açısından kendisine en yakın gördüğü kimseyi daha bilinçlice davranmaya çağırmalı ve bu anlayış, birbirini takip etmelidir.

14) Ne söylediğinin ve ne istediğinin bilincinde olan bir insan, isteği yerine gelmediğinde bunun bedelini bize bir şekilde ödetir. Sorunların yoğun bir şekilde yaşandığı bir toplumda bedeli ödemesi gereken sadece birkaç kişi olamaz. Sorumsuz davrananlar da, sorumsuzlukları ölçüsünde bedel ödemelidirler. Ne ilginçtir ki eğitimciler, eğitimdeki sorunların faturasını birkaç kişiye çıkarmakta, günah keçisi olarak onları seçmekte, kabak onların başına patlamakta ve sadece onlar şamar oğlanına dönmektedirler; duyarsız-tepkisiz kişiler de çıkarlarıyla beraber aradan sıyrılmaktadırlar. Sürekli hırpalananlar, birkaç kişi olmaktadır.

15) Sorumsuz davranmak, her nedense bir davranış bozukluğu olarak kabul edilmemektedir. Davranış bozukluğu gösterenlere duyarsız kalmak da, bir davranış bozukluğudur. Sorunsuz olmak, bir erdem değildir. Eğitimci insanlığı sadece doğru davranmaya değil, onun üst boyutu olan erdemli olmaya çağırır. Çağırır ki çağrısına yanıt verenler, buna ulaşmasalar da, buna yakınlaşsınlar. Erdem; sadece doğru davranmak değil, bulunduğu ortama bir bilinç getirmek, varolan bilinci geliştirmek, bilinç düzeyindeki çıtayı yükseltmek, bilinç kazandırmaya çalışmaktır, sadece bilinçlice tüketmek değil, bilinçlice üretmektir; mal üretmek, fikir üretmek, hizmet üretmektir. Çünkü bilinci tam donanımlı bireyler, her yerde herkesin işine yararlar.

16) Bir toplumdaki sosyal bozulmayı körükleyenler de, bozukluğu giderenler de yöneticiler değil, toplumun kendisidir. Bir sınıfı çekilmez duruma getiren de, ders işlenebilir düzeye getiren de o sınıfın öğrencileridir. Şu felsefe, hepimize ciddi bir bakış açısı kazandırabilir: Sınıfı sınıf konuşturur ve sınıf susturur. Otokontrol ve özdenetim bilinci sadece bireylere değil, topluluklara da aşılanmalıdır. Sınıfta sorun olan öğrenciye, özdenetim bilinci gelişmiş birkaç öğrencinin rahatsız olduklarını belli etmeleri ve diğer arkadaşlarını da bu bilinçle donatmaları, eğitimcinin sadece sorun olan kişi veya kişileri görme yerine, onları tetikleyen sorumsuz öğrencileri de görmesi, sorunları asgari düzeye indirir.

17) Frekansını ne kadar artırırsa artırsın, yaptığı şaklabanlıklara destek bulamayan bir öğrenci bu davranışını ya sona erdirir veya öne çıkmak için yeni yöntemler dener.

18) Ödüllendirme veya cezalandırma, toplumda salt bir kişiye, yargıca, ailede babaya veya anaya, sınıfta öğretmene kalırsa, bu durumda baba/ana veya öğretmen, hem yargıçlık hem gardiyanlık hem şirket sahipliği hem babalık hem eğitimcilik gibi onlarca iş üstlenmiş olacaktır. Bu kadar işi üstlenen kişi, hiçbirini tam yapamaz. Tam yapılmayan hiçbir iş başarıyla sonuçlanmaz. Başarısızlıklar, mutsuzlukları ve gerginlikleri tetikler. Öyleyse, sorunlu birey veya öğrenci şunun bilincine varmalıdır ki toplumda, ailede veya sınıfta arkadaşları tarafından sadece olumlu davranışları ödüllendirilmekte, olumsuz davranışlarına ise, hiçbir ödül alamamakta, aksine böyle bir durumda, arkadaşlarıyla ve çevresiyle dostlukları daha da zayıflamaktadır. Hiç kimse, çevresini; bir veya birkaç arkadaşını kaybetmek istemez. Demek ki bu anlayış, ödüllendirme ve yaptırım uygulama işini sınıfın da, evet özellikle sınıfın da üstlenmesini zorunlu kılmaktadır. Bunu üstlenmeyen öğrenciler, sorunlu öğrenciler kadar hatta onlardan daha fazla uyarılmalıdırlar. Toplumun her alanında benzer politikalar izlenmelidir.

19) Eğer birileri yanlışta diretiyor ve işlediği kötülüklerin boyutunu günden güne artırıyorsa, onu idare eden, ona göz yuman, hatta ona alkış tutan birileri var demektir. İnsan, özellikle kendisini ifade edemeyen insan, sık sık alkışlanmak ister. O, alkışlanmayı hak edip etmediğini düşünmez. Alkışlandıkça, bunun verdiği sarhoşluk içinde, davranış bozukluğunu artırır; davranış bozukluğu alkışı, alkışın getirdiği sarhoşluk olumsuz davranışları tetikler.

20) Eğitimcilerin, onurluca, ödün vermeden eğitim faaliyetlerini yürütmeleri oldukça zor görünmektedir. Mesleklerinin gereği, meslek grupları arasında daha fazla saygınlık görmeleri gerekirken hizmet sundukları kişiler tarafından en çok hırpalanan grubu oluşturmaktadırlar. Peki, neden? Fazladan bir şeyler almak için mi? Hayır. Bir şeyler vermek için. Eğitilenlerden bir kısmına bir şeyler vermek için diğerleri tarafından demoralize edilmektedirler. Gel gör ki kendileri için demoralize olduğunuz insanlar olaya seyirci kalmaktadırlar. Hatta bu seyirci kalanlar, çoğu defa sizi hırpalayanlara destek vermekte, kendi aleyhlerine dönen konuda hiçbir sorun yaşamamaktadırlar. Eğitimci, eğitilenle sene boyunca defalarca yüz göz olurken, o bir kere olsun ciddi bir tavır geliştirmeyi bile düşünmemektedir. Burada ciddi bir çelişki vardır. Düşünün ki birilerini eğitmek, onu, daha kaliteli yaşam konusunda bilinçlendirmek için uğraş veriyorsunuz; ama bu davranışınızı birkaç kişi baltalıyor. Kendilerine iyilik yaptığınız çoğu kişi, bu olaya tepkisiz kalıyor. İçten içe diyor ki:” Ben, sadece izlerim, sen beni hem eğitmek, hem asayişi sağlamak, hem beni sıkmamak ve germemek zorundasın!”

21) Direksiyon başındaki insan gibi, toplumda erdem mücadelesi verenler de, sürekli pür dikkat olmak zorunda bırakılmakta, ani bir dikkat dağılması, iletişim kazalarına neden olmaktadır. Direksiyon başına hep aynı kişi geçince, onun konuşmaları ve davranışlarında doğal bir tavrın yerini gerginlikler almaktadır. Büyükbaba ve büyükannenin yer aldığı 7-8 kişilik bir ailede, iletişim bozukluklarına müdahale eden ve sağlıklı ilişkileri sağlayan kişinin sürekli baba olduğunu varsayalım. Ailenin diğer bireyleri, baba ile sorun yaşayan ikinci kişi arasında süregelen olaylara sessiz, duyarsız ve tepkisiz kalıyorlarsa, burada barışı sağlayarak sorunu çözmek, öncelikle tepkisiz insanları bilinçlendirmekten geçer. Çünkü sorunlu kişinin, sorununu dayanılmaz boyutlara getirmesinin temel nedeni, ona göz yuman insanların tutumudur.

22) Vurgulanmakta olan değerler anlayışı, toplumu bir bütün olarak görmekten kaynaklanmaktadır. Evet, toplum bir bütündür; ama birlik değildir. Aile bir bütündür, bir kümedir. Kümenin elemanları farklı anlayış, farklı davranış içinde olabilirler. Elemanlardan birini bile harcamak, kimsenin aklının ucundan geçmemelidir. “Bunlar, adam olmaz” veya “Bizden adam olmaz” anlayışı bilgece bir söz değildir. Sorun her yerde vardır; küçük veya büyük… Bizler bu gezegenin imarı için başka gezegenden insan ithal etmeyeceğiz. İnsanları harcayanlar, başkalarını umutsuz bir olgu(vakıa) olarak görenler, kendileri umutsuz olgu olurlar. İnsanı olumlu potansiyel taşıyan bir varlık olarak görme yerine, onun düzeleceğinden umutsuz olanlar, insanlarla yüzyüze gelmeyi gerektirmeyen başka iş kollarında çalışmalıdırlar. Yaşayan, yaşamakta olan herkesin bir gün olumlu yönde değişme, gelişme ve ilerleme potansiyeli vardır. Olumlu potansiyel taşıyan insana elverişli koşullar sağlamak her birimizin görevi olmalıdır. Toplumda veya sınıfta gitgide artan olumsuzluklara örtülü bir şekilde destek verenleri görmeyip onlara göz yummak, sorunlu insanın iyileşme sürecine girerek onun filizlenmesini engellemekte, değişip-gelişme umutlarını suya düşürmektedir.

23) Duyarsız-tepkisiz insanlar tam sorumlu davrandıkları zaman, sorunlular daha azalacaktır. Vurgulanmakta olan:” Kötülüklere öncülük edenleri değil, kötülüğe açıktan veya örtülü olarak destek verenleri bilinçlendir!” anlayışı, yediden yetmişe, eğitimsizden eğitimliye herkesin bildiği bir olgudur. Bilgi ile bilinç, aynı şey değildir. Bilinç, savaşımını verdiğin erdemli her davranışa neden olan bakış açısıdır. Bilinç, bakınca sürekli gördüğümüz, dinleyince sürekli duyduğumuz; dikkatlerimiz, duyumlarımız ve algılarımızın toplamı olan biziz. Aklımıza birçok defa gelen herhangi bir şeyin, bizde oturmuş, kökleşmiş ve kemikleşmiş, gündemimize egemen olmuş bir düşünce olduğunu söyleyemeyiz. Başarı, işleri tam yapmaktan geçer. Bilinç; içselleştirilmiş bilgi, bir bakış, bir duruş, bir görüştür. Tam bilgi, tam bilinç, tam sahiplenme, tam duyarlılık, tam sorumluluk, tam denetim, sağlıklı ve düzeyli bir toplum için önkoşuldur.

24) Sorunlar, dertler ve sıkıntılar akıllı ve bilge insanları daha bilinçlendirir ve geliştirir; öldürmeyen her problem onları daha güçlendirir. Yeter ki çözüm üretmek, doğru izleri takip etmekten pes etmeyelim. Bu gezegende insanca yaşamak, sorunlardan kaçmakla değil, sorunların üzerine gitmekle olanaklıdır. İnsanca yaşamak, yanlış yapan da dahil herkesin hakkıdır. Yanlış yapana hak veremeyiz; ama onun hakkını da yiyemeyiz. İnsanca yaşamaktan daha onurlu bir iş yoktur. İnsanca yaşamı kendilerine yakıştırmayanlar, aradıkları yüceliğe hiçbir zaman ulaşamadıkları gibi, alçalmaya da mahkumdurlar. Duyarsız-tepkisiz insanların sorumsuzca davranışlarını anlayışla karşılamak, sorunları daha da büyütür.

25) Erdemli insan yetiştirmek, toplumun tüm katmanlarını bilinçli eğitimcilerin eğitim ve öğretimiyle olanaklıdır. Öyleyse, 3-5 yaş grubu gibi küçük yaşlardan itibaren çocuklar, aileler ve öğretmenler, yukarıda dile getirilen değerler anlayışını yerleştirici bir bilinçle donatılmalıdırlar. Aksi takdirde duyarsızlığı ve tepkisizliği bir davranış biçimi olarak benimseyen bireyler, çalıştıkları iş kollarında, içinde yaşadıkları ailelerde ve dahası bulundukları ortamlarda haksızlıklara ve yolsuzluklara göz yumacak, benzer tavırlarını sürdüreceklerdir. (5/79,63 4/135 7/164-165 11/116 30/41 42/30 (2/11-13,30,204-206 8/1,25 26/151-152 27/48 49/10)

http://www.hakveadalet.com/toplumsal-bilinc-ve-toplumsal-denetim



posted in EGİTİM | Toplumsal Bilinç ve Toplumsal Denetim için yorumlar kapalı

25th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

BİR AKADEMİYSEN TARAFINDAN YAPTIRILAN “ÖSS MAĞDURLARI: ÖĞRENCİLER VE VELİLER” TEMALI FİLM ÇALIŞMASI HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME

  1. Film ÖSS konusunda Türkiye fotoğrafını çekmeyi amaçlamış ve bu konuda büyük ölçüde de başarılı olmuştur.
  2. Öğrenciler ve velilerin söz konusu filmi izlemelerinin birtakım avantajları ve dezavantajları olabilir. Filmi izlemenin avantajı: Olayın bilincinde olmayan ve ayırdına varmayan öğrenciler ve veliler Türkiye gerçeğini tanımış olurlar. Bu yönde önlemlerini alırlar ve olası sıkıntıları tolere etme yoluna giderler. Dezavantajı ise, stres ve sıkıntı yükünü izledikleri karelerle daha sık ve daha canlı tutmaları olacaktır. Ayrıca bu gerçeği değiştirme yönünde ne velinin ne de öğrencinin fazla başarılı olamayacağıdır.
  3. Film, genel olarak, ÖSS mağdurları üzerinden Türkiye gerçeğini eleştiri üzerine kurgulanmıştır. Kısaca ‘durum tespiti’ yapmıştır. Bu ise –uzun zamandır yaşandığı için- gerek öğretmen düzeyinde ve gerekse halk düzeyinde insanımıza yabancı bir konu değildir. Her birimizin ya evinde veya yakınında benzer tablolar yaşanmaktadır.
  4. Üniversite öğretim üyesi düzeyindeki bu çalışmada, filmde gündeme getirilen sorunlar karşısında gerek veliye gerekse de öğrenciye zaman zaman ışık tutulabilir, çözüm önerileri de sunulabilirdi. Bu olmayınca öğrenci ve veliye verilen mesaj, ‘Stres ve sıkıntı yüküne hazır olun ve bunu sırtlanın’; Veliye ve öğretmene verilen mesaj örtülü olarak, belki de, “Çocuğunuzun, öğrencinin yapacağı her şeyi anlayışla karşılayın veya bazı değerleri bir süreliğine askıya alın” olmaktadır. Bu çalışma pek az mutlulukla, genelde buruklukla ve acı tabloyla sonuçlanmıştır.
  5. Üniversitelerin öğrencilere ayırdığı dar kontenjan, şikâyetlerin çok önemli dayanaklarından biridir. En azından filmin sonunda bu konuda söz sahibi olan YÖK’e yönelik öneriler sıralanmalıydı.
  6. Film boyunca küçük karelerle de olsa sunulabilecek öneriler şunlar olabilirdi:

a)Bugün belli başlı bazı üniversitelerde kaç öğretim üyesi çalışmaktadır?

b)Bu öğretim üyeleri acaba haftada kaç saat derse girmektedirler?

c)Uluslar arası düzeyde bilimsel bilgi ve teknoloji üreten öğretim üyesinin yüzdesi ne kadardır?

d)Anlamlı ve geliştirici projelere imza atamayan öğretim üyeleri, haftada 15-20 saat derse girmeleri durumunda meydana gelecek sonuçlar nelerdir?

e)İkili eğitimin düzenli yapılması, bina sayısının ve öğretim üyesi sayısının artırılması durumundaki olası durumun fotoğrafı nedir?

f)ÖSS’ye girme koşullarını, sınav biçimini ve sayısını değiştirme önerileri nelerdir?

g)Neden üniversitelerde pek çok öğretim üyesi, yeni bilgi üretmek yerine yıllanmış fotokopilerle Ortaöğretime göre çok daha fazla seçmece olan öğrencilere, monolog biçiminde ders vermektedir? Sorgulayıcı bireyler yetiştirmeyen üniversiteler, veliler ve lise mezunu öğrencilerden ne tür sorgulayıcı yaklaşımları beklemektedir?

  1. Herkes, içinde bulunduğu konumda, şikâyet etmeden önce sorunlarıyla ilgili projeler üretmelidir. İlköğretim ve ortaöğretim okullarında çalışan öğretmenler yalnızca üniversite eğitimiyle yetinmemeli, alanıyla ilgili akademik çalışmaları incelemeli ve kendilerini yenilemelidirler. Hatta dünya ülkelerinin diğer okullarındaki gelişmeleri takip etmeli ve bilgilerini sık sık güncelleştirmelidirler. Üniversite öğretim üyelerinin ise yalnızca bilgilerini güncellemesi ve akademik çalışmaları incelemesi yetmez. Onlar, ülkelerindeki sorunlara ışık tutacak öneriler, çözümler ve projeler üretmelidirler. Kendi kaynaklarını kendisi yaratabilmelidirler.
  2. Ülkemizdeki herhangi bir alandaki bir sorun diğer sorunlardan bağımsız değildir. Diğer alanlardaki sorunların çözümüyle birlikte ortaya çıkacak değişim ve gelişimin daha kalıcı olacağı bilinmelidir.
  3. Ve yine bilinmelidir ki öneri ve çözüm içermeyen serzeniş, yakınmalar ve şikâyetler, karanlıkları taşlamak ve karanlıklarda bağırma gibi anlamsız amaçlara hizmet edebilir.

posted in EGİTİM | 0 Comments

25th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

 

Münâfık kimdir?

 

Ritüelleri (KALIP VE ŞEKİLSEL İBADETLERİ-nüsuk) üşense bile yerine getirir. İçten teslim olduğundan değil; dıştan getirisi olacağından. Ama mal mülk söz konusu olunca dinle imanla alakası kalmaz. Saçının telini göstereni veya namazı bir vakit kılmayanı din dışında görebilir ama saray yavrusu evinde yünlü seccadeler üzerinde namaz kılar, tesbih çeker, 24 saat LCD ekran televizyonundan Kabe’den canlı yayın izler. Yağlı ballı sohbet toplantılarında “fahr-i kainât, server-i mevcudât Efendimiz sallallahu aleyhi vesselemin” açlıktan karnına nasıl taş bağladığını anlatan hocaları ağlamaklı ağlamaklı dinler.

 

 

Kur’an’da “mü’minler, müslümanlar, mücâhidler, sâdıklar, sâlihler…” vb. tabiri caizse “yağlı ballı” nitelemeleri üzerimizi almaya pek bayılırız da…

“Yahudiler, Hristıyanlar, münâfıklar, akılsızlar, fikirsizler, kafasızlar, sefihler (beyinsizler), sağırlar, körler, dilsizler, kitap yüklü eşekler, dilini sarkıtan köpekler, Hamanlar, Karunlar, Hahamlar, Ruhbanlar” vb. sıfat ve nitelemeleri duyunca arkamıza bakınırız…

Kesin bizden bahsetmiyordur!

Bunları Kurtlar Vadisi’nde “Çakır” rolü üzerine yapışıp kalan dizi oyuncusu gibi (ki kurtulmak için “Adanalı” dizisinde nasıl da çırpınıyor) yapanın üzerine yapışıp kalan “donmuş kimlikler” olarak algılarız.

Halbuki bunlar “yaşayan kimlikler”dir.

Bunu anlamak için Kur’an’da bunlardan nerede bahsediliyorsa “yaptıklarına” bakacağız. Eğer onları biz de yapıyorsak, arkamıza boşuna bakınmayalım o biziz, biz!

Bu kimliklerden en önemlisi de “münafık”

Peki kimdir münafık?

Neyin nesi kimin fesidir?

Kime münafık diyor Kur’an?

***

Baktığımızda, münafık tabirinin ayrıca bir dini kategori olmadığını, “Müslümanın hali” olduğunu görüyoruz. Bunun için Kur’an’da “Müslüman” adı “münafık”ı da kapsıyor.

Yani münafıklar Müslümanların içinde…

Şöyle ki: Müslüman iki anlamda kullanılıyor: 1- İçten teslim olan 2- Dıştan teslim olan.

İçten (ğayb ile/ğayben) teslimiyet gösterdikleri için Hz. İbrahim’e ve onun izinden gidenlere Müslüman diyor Kur’an.

Fakat içten teslimiyet göstermedikleri, sadece dıştan İslam’a girmiş göründükleri için bedevilere de “Siz iman etmediniz (içten teslim olmadınız) bari dıştan teslim olduk (Müslüman olduk) deyin” diyor. (Hucurât; 14). Türkiye AB’ye girerse Batılıların “Siz Avrupalı olmadınız, bari AB’yi girdik deyin” demesi gibi…

Demek ki Müslüman kavramının içine hem Mü’minlik (içten teslimiyet) hem de münafıklık (dıştan teslimiyet) giriyor.

Yani Müslüman iki yüzü olan bir kavram. Bir yüzüyle Hz. İbrahim’in içtenliğini, diğer yüzüyle münafıkların dıştanlığını ifade ediyor.

Dıştan teslim olanların kim olduğuna baktığımızda, Medine’de İslam’ın yükselmesi ve güçlenmesi karşısında, Sovyet işgalinden sonra bir gecede komünist olan ülkeler gibi, bir gecede İslam’a giren kimi kabileler olduğunu görüyoruz. Zaten bunların hepsi (bir tek Kureyş hariç) peygamberimizin vefatından sonra irtidat etmişti.

Medine’nin dışında oturan ve güç karşısında dıştan teslimiyet gösterenler olduğu gibi Medine’nin içinde de aynı şeyi yapanlar vardı. Onlar da dıştan teslim olmuş, peygamberin halkasına girmiş, yanına kadar sokulmuş ve hatta savaşlara da katılmışlardı. Bunlara da dıştan teslim olanlar (Müslümanlar) deniyordu. Fakat gerçekte içten teslim olanlar (Mü’minler) değildiler. Dıştan teslim olduk (Müslüman olduk) demeleri bunun için daha uygundu.

Peki, bu iç içe geçmiş durumu nasıl tefrik edeceğiz? Yani ayırıcı ölçü nedir?

Öyle ya, bıçak gibi ikisini birbirinden ayırmamızı sağlayacak farkı fark ettiren (el-fâruk/-el furkan)) bir ölçü olmalı, değil mi?

***

Kur’an’a baktığımızda 41 yerde “münafıklar” tabirinin kullanıldığını görüyoruz.

Bunları dikkatle incelediğimizde farkı fark ettiren ölçünün açıkça verildiğini görüyoruz; infak ve cihat…

Ne demek bunlar?

Kur’an’ın mihver kavramı tevhid/samed ile bağını kurarak söylersek (ki her şey bununla irtibatlıdır); sosyal ve ekonomik birlik ve bütünlükten ayrılarak “kenz(BİRİKİM)” yapmamak yani mal ve servet yığmamak, kendine ayrı küçük tepeler oluşturarak bütün içinde çıkıntılar (tekel) oluşturmamak, bunları dağıtmak, bütüne katmak, paylaşmak (infak) ve bütünün mutluluğu, iyiliği, adaleti için çalışmak, ona zarar veren şeylere karşı gerekirse savaşmak, canını ve malını ortaya koymak (cihat)…

Demek ki “infak” ile “nifak” sözcüklerinin aynı kökten geliyor olmalarından da anlaşılacağı gibi, münâfıqûn (münafıklar) ile munfiqûn (infak edenler) arasında çok yakın ve fakat aynı zamanda ters orantı var. Yani bir kişide infak arttıkça nifak azalıyor, nifak artıkça da infak azalıyor demektir. Ateşin odunu yeyip bitirmesi gibi, nifak infakı, infak da nifakı yeyip bitiriyor.

Kelime kökünden de anlaşılacağı gibi münafık, Arap tavşanı (jarboa) gibi “iki yuvası” bulunan “ikiyüzlü” bir adamdır. Birinde tehlike gördüğü an diğerine geçer.

Bunun o günkü Medine ortamındaki anlamı; münafık o kimsedir ki rant görünce ön sıralara (protokole) yanaşır, iş infak ve cihada yani maldan ve candan vermeye gelince ortalıktan kaybolur.

Bu nedenle tavşan gibi ürkek ve korkak olurlar. Tehlikeyi gördüklerinde arslan gibi kükreyerek tehlikenin üzerine yürüyemezler, kuyruklarını kıvırıp tavşan gibi sıvışmaya bakarlar.

Siz hiç belgesellerde tavşanların savaştığını gördünüz mü? Endişe dolu gözler… Korkak ve titrek bakışlar…Küçük bir ses duyunca ani bir hareketle çalıların arasından sıvışıp kaçmalar…

Kur’an’da münafık kelimesinin hepsi de Medine ayetlerinde geçiyor. Nüzul sırasına göre infak ile beraber, onunla ters orantılı olarak nifakın da kullanılmaya başlandığını görüyoruz.

Bunun ne anlama geldiğini az önce açıklamaya çalıştım.

Bunun böyle olduğunu münafık kelimesinin ilk kullanılmaya başlandığı yerden itibaren nüzul sürecini izlediğimizde de apaçık görüyoruz…

***

İlk olarak münafık Ankebut suresinde geçiyor. Bu sure Mekke’nin son, Medine’nin de ilk suresidir. Hatta birazı Mekkî, birazı Medenî diyenler bile vardır. Demek ki Medine’ye gelince (devlete, mala, servete kavuşunca) nifak da başlıyor.

İlginçtir, münafık kelimesinin ilk geçtiği yer olan Ankebut suresi “İnsanlar iman ettik demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar” diye başlıyor. Yedekteki “ikinci yuvalar” da Ankebut (örümcek) yuvasına benzetiliyor. Lütfen düşünerek, üzerinde dura dura (tertil ile) okuyunuz:

“Bazı insanlar ‘Allah’a iman ettik’ der dururlar. Fakat Allah yolunda en küçük bir sıkıntıya gelemez, bir eziyete uğradıklarında insanlardan gelen eziyetleri Allah’ın azabı gibi tutarlar. Böylesi tiplerin Rabbinden yardım gelince hemen “Kesinlikle biz sizinle beraberdik” diyeceklerinden hiç kuşkun olmasın. İyi de, Allah’ın insanların içlerinden ne geçirdiğini en ince ayrıntısına kadar bildiğinden haberleri yok mu bunların? Allah iman edenlerin de münafıkların da kimler olduğunu gösterecek; bundan hiç şüpheniz olmasın…” (Ankebut: 29/10-11).

Evet, Allah münafıkların kimler olduğunu gösteriyor (farkı farkettiriyor, ayırıcı ölçüyü veriyor). Hem de öyle bir gösteriyor ki, birkaç yıl sonraki “Muhammed” suresinde (Bedir savaşı öncesi) deşifre edildiklerini görüyoruz. Ana tema yine aynı cihat ve infak:

“İman iddiasında bulunanlar ‘Savaşa izin veren bir sure neden gelmiyor?’ diyorlar. Ancak muhkem bir ayet indirilip savaştan bahsedilince ‘kalplerinde hastalık olanların’ tıpkı ölüm baygınlığında olan kimsenin bakışı gibi sana bakakaldıklarını görürsün. O da onlara pek yakındır. Oysa itaat etmek ve sözlerinin eri olmaktı yapmaları gereken. Kesin karar gelince Allah’a verdikleri sözün arkasında dursalardı elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. Siz Allah’ın emrinden uzaklaşıp tekrar yağma, talan ve birbirinizi boğazlamakla geçen o eski günlere mi dönmek istiyorsunuz?…” (Muhammed: 22/20-22)

Yani: “Savaş için neden ayet gelmiyor” deyip duruyordunuz. Şimdi açık ve kesin olarak savaşa izin veren ayet gelince yerinizde çakılıp kaldınız. “Ama, fakat…” diyerek mazeretler ileri sürüyorsunuz. “Onlar bizim yakınlarımız, kendi ırkımız, aynı Arap akrabalarımız” diye bahaneler uyduruyorsunuz. Ama o eski günleri unutuyorsunuz. O günlerde ne akraba, ne ırk, ne soydaş dinlemiyordunuz. Yağma, talan, birbirinizi boğazlama ile geçiyordu ömrünüz. O zaman hiç de savaştan kaçmak için bahane aramıyordunuz. Şimdi bu bahaneler de neyin nesi oluyor? Kaldı ki Allah size yağmalayın, talan edin, en yakınlarınızı bile kesip doğrayın demiyor. Tam tersi bunların bir daha olmaması için, bütünün iyiliği, mutluluğu, hak ve adaleti için savaşmak gerektiğinde çıkın ve mertçe savaşın diyor. Bununla onu nasıl aynı kefeye koyuyorsunuz? Bütünü paramparça eden o eski berbat günleri nasıl da unutuyorsunuz? (Razî, Kurtubî, İbn Kesir, Zemahşerî, Beydavî)…

“Onlar AIIah’ın indirdiklerinden hoşlanmayanlara ‘Bazı konularda sizinle örtüşüyoruz’ diyorlar. Allah ise onların gizli gizli ne konuştuklarını çok iyi biliyor…” (Muhammed: 22/26)

Yani: Münafıklar, müşriklere el altından şöyle diyorlar: Allah’a, ahirete, kıyamete inanmak gibi konularda sizinle ayrılıyorsak da bu Muhammed’in bütünü bölen, akrabaları birbirine kırdıran, ülkede kargaşa çıkaran, gençlerin aklını çelen ve ihtilâlci fikirleri olan birisi olduğu konusunda sizinle örtüşüyoruz. Çünkü bizi kendi ırkımızla, kendi akrabalarımızla savaşa çağırıyor. Hatta “terörist” eğilimleri olduğu bile söylenebilir. Hiç peygamber böyle yapar mı? Bir peygamber eline kılıç alıp savaşır mı? Allah’a ve ahirete inanmaya, hayırlı işler yapmaya, iyiliğe, güzelliğe çağırıyor; tamam bunları anladık. Ama bu savaşmak, cihat filan da ne oluyor?

Muhammed suresinin sonu da çok ilginç. Medine’de “Haydi savaşa!” sesleri duyulunca “protokolde” ön sıralara geçenlerin, peygamberin yanına kadar sokulanların, etrafında pervane olanların birden bire yan çizdiklerini ve “mırın kırın” etmeye başladıklarını görüyoruz. Bunlar ayette geçtiği gibi kalpleri hastalıklı “Müslüman münafıklardan” başkası değildi. İşte Muhammed suresi bunları anlatıyor… Surenin, baştan sona “cihat” temasını işledikten sonra “infak” çağrıları ile sonra ermesi de çok manidar:

“Sizler Allah yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz, fakat aranızdan kimileri cimrilik yapıyor. Oysa kim cimrilik yaparsa kendine cimrilik yapmış olur. Allah zengindir, yoksul sizsiniz. Eğer yan çizerseniz yerinize sizin gibi olmayan başka bir topluluk getirir…” (Muhammed: 22/38)…

Keza Kur’an’da “münafıklar” (Münâfiqûn) diye ayrıca bir sure bile var. Buradaki ana tema da yine çok ilginç infak…

Surede münafıkların “Allah’ın peygamberinin yanındakilere bir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler” dediği söylenir. Oysa göklerin ve yerin hazinelerinin Allah’ın olduğu, şan ve şeref sahibi olduklarını iddia ederek Medine’ye dönünce ayak takımını Medine’den sürüp atacaklarını söyleyerek böbürlenenler olduğu, oysa şan ve şerefin (izzet) Allah’ın, peygamberin ve “mü’minlerin” olduğu ve fakat “münafık” takımının bu bilinçten yoksun olduğu anlatılır (63/7-8). Müminlerin şan ve şeref sahibi olmak istiyorlarsa bu münafıklardan ayrılarak yapmaları gerekenin ne olduğu özetlenerek onbir ayetlik “Münâfikûn” suresi şöyle biter:

“Ey iman iddiasında bulununlar! Ne mallarınız, ne de evlâtlarınız sizleri Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Her kim öyle yaparsa kaybeder. Ecel kapıyı çalınca ‘Rabbim beni kısa bir süre için ertelesen de herkese yardım etsem, iyilik, güzellik, doğruluk için çalışanlardan olsam’ demek istemiyorsanız bugünden tezi yok verdiğimiz rızıklardan karşılıksız harcayın. Ecel kapıyı çalınca Allah hiç kimseyi ertelemez. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır…” (Münâfikûn; 63/9-11)…

Yine Hicretin 9. yılındaki Tebük seferi boyunca ve sonrasında nazil olan ve müşriklere ültimatom (beraet) verilmesi ile başlayan “Tövbe” suresi, Mescit-Dırar sahibi rahip Ebu Amir’in, Medine’yi işgale çağırdığı dönemin dünya gücü Bizans’a karşı meydan okuma anlamına gelen (50 dereceye varan sıcaklıktaki) otuz bin kişilik “çöl yürüyüşünü” konu edinir.

Türlü mazeretler ileri sürerek bu seferden geri duran “münafıklar” en ağır şekilde burada eleştirilir. 129 ayetlik surenin neredeyse tamamında münafıklığın ve korkaklığın âdeta genetiği çözülür. Sözü namus bilme (sıdk/sadakat) adına cesaret, yiğitlik, bahadırlık, erdem ve dürüstlük temaları işlenir. Özellikle son bölümde münafıkların telkinine kapılarak seferden geri duran bir kaç sahabenin vicdan azabı çekişleri anlatılır.

Sure boyunca cihat ve infak kaçkını münafıklığın ne menem bir şey olduğunu, Müslüman kılıfına nasıl da bürünebileceğini, hatta sahabelerden kimilerini bile nasıl etkileyebileceğini ve nihayet mu’min olmanın ne demeye geldiğini sarsıla sarsıla okursunuz. Müslüman kılığına bürünmüş bir münafık olmakla, gerçek bir mü’min olmak arasında gider gelir, defalarca “Galiba ben mü’min değilim, aman Allahım!” dersiniz…

***

Daha fazla uzatmayayım…

Bu verdiğim örneklerden başka (MÜNAFIKUN, TEVBE, MUHAMMED surelerini ve) Tahrim, Haşr, Fetih, Nisa ve Ahzap surelerinde münafıklar isim verilerek anlatılır. Buraları özellikle nüzül sırasına göre okuyun. Nasıl da deşifre edildiklerini göreceksiniz. Daha isim verilmeyen bir çok yer var ama bunlar Kur’an’ın kime münafık dediğini anlamamız için gayet net bölümlerdir.

Bunların hepsinde de ayrıcı özelliğin “infak ve cihat” olduğunu, Müslüman kılığına bürünmüş münafık ile gerçek mü’minin arasıdaki asıl farkın bu olduğunu görürsünüz.

Tabiri caizse işin “nirengi” noktası ya da “bam teli” bu…

Çünkü münafıklar üşenerek de olsa namaz da kılarlar. Allah’a ve ahiret gününe inandıklarını söylerler. Dini ritülleri (nüsukları) aksatmıyor görünürler. Gayet iyi konuşurlar; inşallahı, maşallahı dillerinden eksik etmezler. Kılıf kıyafet de kallavidir. Her halleriyle Müslümanların arasındadırlar. Hatta Müslümanlar deyince ilkten akla onlar gelir. Din iman nutukları atmada onlara yetişemezsiniz.

Fakat iki şeyde onları göremezsiniz: cihat özellikle de infak…

Ölçü bu!

Yani can ve maldan verme söz konusu olunca onları ortalıkta göremezsiniz. Oysa Kur’an canlarıyla ve mallarıyla cihat edenleri anarken bırakın Müslümanı “sâdıkûn” tabirini kullanır. Yani sadıklar; sözünün eri olanlar, sözün namusu ile yaşayanlar, Allah deyip de can ve mal söz konusu olunca yan çizmeyenler, sadakatlerini canları ve malları pahasına ispat edenler…

Kur’an’da münafığın kim olduğuna dair yüzlerce ayeti okuduğumda zihnimde canlanan, belki biraz ağır gelecek ama söyleyeceğim şu oldu: Münafık zekat veren, mü’min ise infak edendir!

Yani “Müslüman münafıklar” kırkta birle yetinir, “Müslüman mü’minler” ise ihtiyaç fazlasını asla elinde tutmazlar…

Müslüman münafıklar (dıştan teslim olmuşlar) yılda bir kez, ıkına sıkıla, o da kırkta birini verir. Müslüman mü’minler (içten teslim olmuşlar) ise, yılda bir kırkta bir demez, bollukta ve darlıkta, iyi günde kötü günde infak eder, paylaşır, bölüşürler…

Tıpkı Medine’ye gelir gelmez ilk yapılan “kardeşlik devriminde” olduğu gibi:

Bölüştük ne varsa ekmeği aşı

Harç yaptık şehre sevgiyi barışı 

Bağrımızdan çıktı Bilal’in haykırışı

Hayyalesselâh, Hayyalelfelâh dedik

Hançereler bile anladı da

Bir insan anlamadı bizi

Başta Peygamberimiz olmak üzere Ebubekir, Ömer, Ali ve Ebuzer’e bakın böyle olduğunu görürsünüz. Bir gecede Müslüman olmuş bedevi kabilelerine, tulekaya ve münafıklara bakın yılda bir kırkta bir diyerek kılı kırk yaran pazarlıklar yaptıklarını, Peygamberimiz ölür ölmez de “Bu da yok” diyerek isyan ettiklerini görürsünüz.

Yani münafık sosyal ve ekonomik olarak bir ve bütün oluşa (tevhid) yanaşmaz. Kendini diğer insanlardan ayrı görür. Örneğin sevginin ve barışın şehre harç yapıldığı o büyük “kardeşlik devriminde” aynı inekten süt emen on aileden birisi olmayı asla kabullenemez. Birliğin, bütünlüğün, kaynaşmanın içine girerse kaybolacağını, sıradanlaşacağını düşünür ve bütünlükten sürekli olarak ayrı durmak ister. Bunun için bütünden ayrı yerlerde; saraylarda, köşklerde, burçlarda=burjuvada (aynı kökten!) yaşamak ister. Öyle ki Allah’ın verdiği rızkı/mülkü ‘yanımdaki ile eşit hale gelirim’ diye paylaşmak istemez (Nahl; 71). Bu nedenle infak kaçkınıdır. Bu tipler her yerde, her zaman böyledir. Kur’an da onlara sorar: Allah’ın nimetini inkar mı ediyor bunlar? (Nahl; 71).

***

Hani o meşhur bir hadis var ya, ona bir de bu açıdan bakalım.

Münafığın alameti üçtür: 1- Sözünde durmaz 2- Vaadini yerine getirmez 3- Emanete ihanet eder.” (Muslim:18).

Yani 1- ‘Allah ne derse yapacağım’ diye söz verdiği halde “İnfak edin, biriktirmeyin, yığmayın (kenz haramdır)” emrine uymaz. Alttan alır, yapsa da yapmasa da olabilecek sıradan bir öğüt sayar. 2- Mülkü/rızkı çok olduğu halde, her gün para saydığı, dönüp dönüp tekrar saydığı halde, ‘bunları mezara mı götüreceğim tabi ki fakirin fukaranın hakkı var’ diye vaatte bulunduğu halde iş vermeye gelince rahatlıkla “yok” çeker. 3- Allah’ın kendisine verdiği rızkın/mülkün emanet olduğunu unutur. Karun gibi ‘üstün deham sayesinde kazandım’ der. Böylece hem emanete ihanet eder hem de yanındakiyle eşit hale geleceği (bütünün parçası olacağı) korkusuyla infaktan kaçarak nimeti inkar eder.

Yine peygamberimiz buyurmuş: “Münafığın alâmeti Ensar’a(MEKKEDEN HİCRET EDENLERE YARDIM EDEN MEDİNELİ MÜSLÜMANLAR) buğzetmesi(ÖFKE DUYMASI), mü’minin alâmeti ise Ensar’ı sevmesidir.” (Muslim; 110)

Yani münafık kendisi infak kaçkını olduğu gibi, infakı/yardım edeni, paylaşanı, bölüşeni, bütünü gözeteni, bunun için seferber olanı (Ensarı) sevmez. Ona kin besler. ‘yardım etmeyin ki dağılıp gitsinler’ der. Bütünlük dağılsın ister. Hep ayrı durayım, özel olayım, bütüne tepeden bakayım ister. Oysa mu’min bütünü gözeten, ona karışan, bundan dolayı da seferber olan, infaka/yardıma koşan ve seferber olup koşanı da (Ensarı) sevendir…

Görülüyor ki münafığın iflah olmaz hastalığı mal mülk hırsıdır. Sevgi ve merhamet yoksunudur. Mal ve mülk hırsı gözünü bürümüştür. Gerçekte Allah’a ve ahiret gününe inanmaz, tûl-u emel (geleceği garantiye almak için hırsla yığma) sahibidir. Yalan konuşması, vaadinde durmaması, emanete ihanet etmesi, yardım edeni sevmemesi bundandır…

Ritüelleri (nüsuk) üşense bile yerine getirir. İçten teslim olduğundan değil; dıştan getirisi olacağından. Ama mal mülk söz konusu olunca dinle imanla alakası kalmaz. Saçının telini göstereni veya namazı bir vakit kılmayanı din dışında görebilir ama saray yavrusu evinde yünlü seccadeler üzerinde namaz kılar, tesbih çeker, 24 saat LCD ekran televizyonundan Kabe’den canlı yayın izler. Yağlı ballı sohbet toplantılarında “fahr-i kainât, server-i mevcudât Efendimiz sallallahu aleyhi vesselemin” açlıktan karnına nasıl taş bağladığını anlatan hocaları ağlamaklı ağlamaklı dinler. Ama o hocalar “kenz (yığma/biriktirme) haramdır!’ (Tövbe; 34-35) diyemezler. Öylelerinden bunları hiç duyamazsınız. Onlara göre Kur’an’da böyle bir ayet yoktur. Hatta varsa bile “nesh” olmuştur (silinmiş/yürürlükten kalkmıştır)…

***

Evet, İslam’a girdiği halde eşyaya, mala ve mülke bakışını değiştirmeyene, cihattan kaçana, infaka yanaşmayana “münafık” dememiz gerekiyor. Bu ayırıcı ölçüyü bize Kur’an veriyor.

Münafığı başka yerde aramayın; o Müslümanların içinde…

Bunlar Mekke’de yoktular. Çünkü Mekke muhalefet, eziyet, işkence, fedakarlık ve bedel yıllarıydı. Ama Medine’ye gelince mantar gibi bittiler. Çünkü Medine iktidar, devlet, servet, beytü’l-mal günleri, ikbal yıllarıydı.

Bugün de aynısı. Medine’de, Kuba’da, Tebük’de aramayın onu. Münafık aramızda, yaşıyor.

Onun kim olduğunun kıstası da, tanımı da, farkı fark ettiren (el-fâruk) ayırıcı ölçüsü de gayet net: Cihat ve infak kaçkını Müslümana münafık denir! (İhsan Eliaçık) http://www.haber10.com/makale/13547

 

KONUYLA İLGİLİ DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN LÜTFEN AŞAĞIDAKİ BAŞLIKLARI İNCELEYİNİZ…

1) İlahi Kültürde Eleştiri Kültürü
2) İletişim Çatışmaları ve İletişimi Geliştirmenin Yolları
3) Niyet ve Bahane Kandırmacaları
4) Sorumsuzluk, İhmal, Bencillik ve Soyutlanma_Ka’b bin Malik
5) Bahaneler ve Mazeretler
6) Eleştirmek ve Eleştirilmek
7) Eleştirinin Önemi
8) Münafıkların Özellikleri
9) Ahlak Odaklı Din, Allahlı Dindir
10) Dürüstlük Dinin Özüdür
11) Adanmış ve Aday İnsan
12) Kur’an’da İlahi Adalet İlkeleri
13) Soru Sormanın Yöntemi ve Adabı
14) Yeni Sınıfın İdeolojisi: Kariyerizm ve Konformizm
15) Ahlak, Adalet, Emek ve Sermaye
16) Kendimizi Kime Beğendirelim?

posted in AHLAK | Münafık, İkiyüzlü, Kararsız, İlkesiz, Duyarsız Kimdir? için yorumlar kapalı