-
2nd Mayıs 2013

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

YALANKOLİZM VE YALANOLOJİ

Çoğumuz, yalandan hoşlanmadığımızı iddia eder ve yeri gelince, yalanın ve yalancılığın aleyhinde mangalda kül bırakmayız. Ne var ki bizzat o sözlerimizle yalan söylemiş oluruz.

Şöyle bir kendimize ve çevremize baktığımızda yalanla içiçe olduğumuzu ve hatta yalanı pek sevdiğimizi göreceğiz.

Daha beşikteyken, analarımızın masallarıyla tanıştığımız ve alıştığımız yalanı, çocukluk dönemimizdeki oyunlarla pekiştiririz.

Sonra,

Sonra mı? Alkol gibi, sigara gibi alıştığımız yalanı, satınalmaya başlarız. Para vererek aldığımız yalanın dozu arttıkça hayatımızın her alanında onu arar oluruz.

Yalanın Tarihçesi

İnsanlık tarihinin her döneminde “yalan” alışkanlığının mevcut bulunduğunu ve yalancıların, en değerli kişiler olarak toplumun bir çok kurumunda etkin olduğunu görürüz.

Falcılar, büyücüler, kahinler, en eski topluluklarda bile yalankolizmin ne derece ilerlemiş olduğunu kanıtlar sanırım.

Yunan medeniyetinde ise, zengin çocukları, en gözde bilim dalı olan yalanoji ve demagojiyi öğrenmek için senelerce felsefecilerden ders almaktaydılar.

Araştırma olanağımız olsaydı, kralların, şahların ve padişahların en yakınlarında bulunan kişilerin birer dalkavukluk ve yalan uzmanı olduğunu belirleyebilirdik.

Peygamberlerin karşısında yenilgiye düşen “yalan” ın, kısa bir süre sonra peygamberlerin tebliğatına da bulaştırıldığını hayret ve dehşetle görürüz.

Musa Peygamber adına uydurulan sözleri ve hahamların palavralarını içeren kitapları Mişna külliyatı olarak derleyen yahudiler, böylece dindar halkın yalan ihtiyacını karşılamış oldular. Bu kadarla yetinmeyerek Tevrat’a da yalanlar sokmaya çalıştılar ve ne yazık ki yalan uzmanları bunda başarılı oldular.

Yalanın, dini çevrelerdeki tezahürü enteresandır. Çünkü yalancılar, dini kitaplara soktukları sözlerle, çok büyük bir çoğunluk tarafından saygı görmüşler ve mumlarını yüzyıllarca yakabilme avantajı yakalamışlardır.

Dini konular, bu yüzden, yalancılar için tarih boyunca cazip bir alan olmuştur. Nitekim İsa Peygamberden çok kısa bir süre sonra yüzlerce uydurma İncil ortaya çıkmıştır. Bu uydurma ve yalan enflasyonunun büyük çelişkilere ve kargaşaya yol açtığını farkeden papazlar, milattan 325 sene sonra dini yalanları sınırlamaya çalışmışlardır.

İncil’e yalan katımının sınırlanması, yalan uzmanlarını durdurmamış, aksine, onları, toplumun yalan ihtiyacına değişik bir biçimde karşılık vermeye yöneltmiştir. Nitekim, bu hareketin sonucunda, yalanlarla dolu bir sürü İncil tefsirleri -yorumları- ortaya çıkmıştır.

İslam tarihine gelince…

Kur’an, kıyamete dek korunacağına dair bir ilahi garantiye sahiptir. Yalanlarını Kur’an’a sokamıyan yalanoglar, halkın yalan ihtiyacına cevap vermek amacıyla “hadis” üretmeye başlamışlardır. “Uydurma” hadislerin yanında “doğru” hadislerin ne kadar azınlığa düştüğünü, Buhari’nin itiraflarından çıkarabilirsiniz. Buhari, kitabına aldığı yedibin ikiyüz hadisi, altıyüz bin hadis içinden seçtiğini söylemektedir.

Emeviler döneminde, yalanları, dini kıssalar ambalajıyla cami kürsülerinde halka takdim eden kıssacılar, servet, popularite ve saygınlığa nail olmuşlardır. Halka yalan yetiştirmekte bir ara güçlük çekmeye başlayan ruhbanlar, Yahudilerin israiliyatından, Yunan mitolojisinden ve Budist menkıbelerinden de büyük ölçüde yararlanmışlardır.

Yalanoloji, Emevilerden sonra Abbasiler ve Osmanlılarda da en gözde meslek olmuştur. Bu dönem, sarıklı ve sakallı yalanogların artık ustalaştıkları dönemdir. Astroloji ve simya gibi yalanoloji temeli üzerine kurulmuş “bilim” dallarında seri üretim yapılmasına rağmen, üretimin çoğunluğu yine dini konularda gerçekleşmekteydi.

Gerçi, artık çok büyük boyutlara varan yalan mirası, yeni yalanlar üretmeyi gerekli kılmıyordu; ama arada bir yeni yalanlar değişiklik yapıyor, toplumun kültür hayatına renk katıyordu.

Yalan sanayisinde devrim

Sanayi devrimi, yalan sanayisini de etkiledi. Eski metod üretim yerine,daha ustalıklı yalanlar, daha da hızlı üretilmeliydi. Nitekim, matbaanın icadından bu yana yalan katkılı kitaplar milyarlarca basıldı, basılıyor…

Yalanın dozajı artık toplumu tatmin etmiyordu. Bunu farkeden uzmanlar, hemen yüzde doksan, hatta yüzde yüz yalandan oluşan üretime ağırlık verdiler. Artık, yalan katkılı kitaplarla birlikte, resmen yalan kitaplar yayımlanmaya başladı.

Halkın ilgisi, beklenenin de ötesindeydi. Romanlar, tür olarak dünyanın en çok satan kitapları oldular. Romanlarda anlatılanların büyük çoğunluğunun hayal ve yalan olduğu bilindiği halde parayla satın alınıyordu. Artık ne üretici, ne de tüketici, yalanları ambalajlayarak kamufle etme gereğini duymuyordu. Aslında bu, yalanoloji açısından bir nitelik kaybıydı. Zira eskiden yalanlar ambalajlandığı için daha tatlı oluyordu. Yalanların topluma takdiminin bile yalanla olması, kaliteyi arttırıyordu.

Çağımız bir çok şeyi yozlaştırdığı gibi yalanı da yozlaştırmıştı ve bazı yalanlar, artık doğrudan doğruya “bu yalandır” diye doğru bir biçimde sunuluyordu. Bu yeni takdim biçimi, özellikle roman, film, tiyatro gibi alanlarda başarılı oldu. Bunun üzerine, bu “harbi yalan” üretimini teşvik için, en ustalıklı yalanları yazanlara ve en yalan mimik ve davranışları sergileyenlere ödüller verilmeye başlandı.

Astığı astık, kestiği kestik kralların, yalan söylemeğe pek ihtiyaçları yoktu. Sadece yalan dinlemeğe ihtiyaçları vardı. Ama demokrasi adı verilen sistem benimsenince, bu sistemin yalan sanayii için çok elverişli olduğu anlaşıldı. Artık hangi vatandaş daha usturuplu yalanlar atıyorsa, daha artistik pozlar veriyorsa, kral ve kralcık seçiliyordu. Kral ve kralcık adaylarının modern olanaklarla yalanolojiye kazandırdıkları boyut kayda değerdi: Artık en büyük rekabet yalan sanayisindeydi!

İnsanlık tarihinin en eski mesleklerinden olan yalanoloji, çağlar boyu kazandığı deneyimlerle çok ustaydı. Birer yalankolik haline gelen çağdaş insanın gereksinimini karşılamak üzere bu “bilim” modernize edildi.

Sinemada arz-ı endam eden modern yalan sanayii, televizyonun yaygınlaşmasıyla beraber artık altın çağını yaşıyor.

Televizyon, programlarının önemli bir bölümüyle toplumun yalan ihtiyacını karşılamak için seferber olmasına rağmen halkın bir kısmı, yalana doymamaktadır.

Doğru haber vermeye çalışan gazetelerden allerji duyan aşırı yalankolikler, hangi gazeteler en büyük, en çok ve en orijinal yalanlar üretiyorsa o gazeteleri okumaktadır.

Artistiyle, şarkıcısıyla, politikacısıyla, şairiyle, yazarıyla, çizeriyle, işçisiyle, patronuyla, imamıyla, papazıyla… hasılı her kesimiyle yalan üreten ve yalan tüketen bir yalan dünyada yaşıyoruz.

Ve bu dünyada doğru kalmak, doğrulara tabi olmak zor mu zor, hem de çok zor!

(Kitap Okumanın Zararları)

posted in AHLAK | 0 Comments

10th Mart 2013

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KANT’IN AHLAK VE HUKUK FELSEFESİ

 

GİRİŞ

I. HAYATI VE GENEL FELSEFESİ

18. Yüzyılın yetiştirdiği en büyük filozoflordan biri olan İmmanuel KANT, 22 Nisan 1724’te Almanya’nın Königsberg şehrinde doğdu. Doğuştan zayıf ve hastalıklı olması, bu zayıf vücuduna karşı güçlü iradesinin savaşmasına sebep oldu. Uzun bir eğitim döneminden sonra, maddi sebeplerle zengin ailelerin yanında öğretmenlik yaptı. Verdiği derslerin yanında üniversitede hocalık çalışmalarını da yürütmeye başladı. Felsefe tarihinde çok önemli yeri olan eserlerini ancak elli yaşlarında yazacaktı. Kant, çocukluk yıllarında baba evinin fikir bakımından yeterli olmadığını, ancak orada ahlaklılık ve erdemi öğrendiğini, “bir insanın edinebileceği en yüksek şeyleri; sükuneti, sükunet içindeki neşeyi, hiçbir aşırılığın bulandırmadığı iç huzurunu” tattığını, kinden ve nefretten uzak, sevgi ve hoşgörü dolu bir ortamda büyüdüğünü anlatır .

Kant, çocukluğunda daha çok dini ağırlığı olan bir okulda yetişti; daha sonra 1740 yılında üniversite öğrenimine başladı. İlk önceleri tabiat bilimleriyle uğraştı. 1747 Yılında üniversiteyi bitirdi. Özel öğretmenlik döneminden sonra 1755 yılında üniversiteye döndü. Bu dönemde hem felsefe hem de tabiat ilimleriyle uğraştı.

Kant, ağır ders yükü altında felsefi yazılar da yazdı. Onun 1760 yılından sonraki yazılarında daha bağımsız bir tutum izlediğini görüyoruz. Bunlardan özellikle “Tanrı’nın Varlığını İspat Etmek İçin Mümkün Olan Biricik Yol” isimli yazısı ona o zamanki Alman felsefesinin önde gelen filozofları arasında bağımsız bir filozof olarak önemli bir yer kazanmıştır. Bu olaydan sonra Kant dönemin filozoflan ile iletişim kurmaya başlamıştır.

1760 yılından sonra Kant, Alman felsefesinde ortaya çıkan metafizik geleneğinden aynlmaya başlamıştır. Oysa Kant o dönemde bu felsefenin el kitaplarından ders veriyordu. Bu bunalımlı ve çelişkili dönemin ardından Kant’ta yavaş yavaş kuvvetli bir fikri kaynaşma dönemi başlamıştır. O zamanki felsefenin gelenekle gelen metafiziğinden şüpheye düşmeye başlamıştır . Yine bu dönemlerde Alman felsefe geleneğinin dışında bulunan filozoflara yönelmeye başlamıştır. Bu dönemden sonra Kant’ın yöneldiği konular, etik ve estetik problemler, insanın varlık yapısı ve gayesi, düşünme gücü hakkındaki sorunlardır. Bu alanda ona etki eden filozoflar, Montaigne, Hume, Hutcheson, Shaftesburg ve Rousseau’dur.

Ahlak ve hukuk anlayışı bakımından özellikle Rousseau’nun Kant üzerinde büyük etkileri olmuştur . Rousseau’nun etkisinde kalması, Kant’ın felsefi düşüncesinin ağırlık noktasının tabiat felsefesi ve varlık metafiziği değil, insanın iç alemi, manevi ve ahlaki alanı oluşturmasına neden olmuştur. Kant’ın bilgi nazariyesi bakımından ise büyük ölçüde Hume’nin etkisinde kaldığı görülür. Ancak Kant, açık ve düzgün bir fikir sistemi ile gerek Rousseau gerekse Hume’den daha ileriye gitmiştir .

1770’li Yıllarda on yıla yakın uzun bir suskunluk döneminde Kant hiçbir yazı yayımlamamıştır. Bu dönemde tamamen felsefi çalışmalara yönelmiştir. Ve bu dönemdeki çalışmalarının sonunda olgunluk dönemi başlayacaktır. 1781 Yılında ise bu dönemin meyvesi olan “Saf Aklın Kritiği” adlı eserini yayımlayacaktır. Bu eseri olgunluk çağının ilk eseridir. Bu eseriyle felsefe alanında devrim yaptığı inancındadır . Kritik felsefe, Kant’ın felsefe için düşündüğü iki ana problem konusunda çözüm getirmeliydi. Bu problerden biri tabiat ilimleri, tabiat metafiziğine ait problemlerin devamıydı; bu problemler insan aklının tahlil edilmesiyle elde edilen prensiplere dayanılarak yeniden ele alınmalıydı. Bu konuyla ilgili olarak 1786 yılında “Tabiat İlimlerinin Metafizik Öntemelleri” isimli kitabını çıkardı. Ahlak metafiziği ile ilgili ikinci problemde ise; Kant’a göre ahlak metafiziği, insan hayatının ahlaki temel yapısı hakkındaki felsefi bilgidir. Ahlaki temel yapı da temelini insanın saf pratik akıl sahibi olmasında bulur. Bu nedenle Kant’a göre, insan aklının kendi kendisini yeni baştan yoklaması, geniş bir temel üzerinde aklın kritiğinin yapılması gerekmektedir. Bu amaçla da “Pratik Aklın Eleştirisi” adlı eserini yayımladı.

Kant’ın ahlak felsefesi hakkında ise temel iki eseri vardır vardır. Bunlardan biri 1785 yılında yayımladığı “Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi”, diğeri ise 1788 yılında yayımladığı “Pratik Aklın Eleştirisi”dir. Bu ikinci eser Kant’ın etiğinin temel düşüncelerini ortaya koyar; bundan başka, gelecekte yapılması mümkün olan ahlak metafiziklerinin esaslarını gösterir. Burada metafizik kavramından, kaynak suallerinin, yani din yolu ile düşünme alanına giren bazı hayat problemlerinin felsefi bilgisi anlaşılır. Kant, insan aklının kendi kendisinde, kendinden ayrılmaz bir şekilde taşıdığını gördüğü bu sualleri üç ide altında toplamıştır: Tanrı, hürriyet ve ölümsüzlük .

Ahlak felsefesini açıklayan bu eserlerden sonra Kant, çağına tesir eden bir filozof olarak anılmaya başlamıştır. Başta Almanya olmak üzere Avrupanın çeşitli ülkelerinde Kantçılık akımı ortaya çıkmaya başlamıştır .

Ahlak felsefesindeki fikirleriyle zirveye ulaşan Kant, bundan sonra tarih felsefesine yönelmiştir. Tarih felsefesi ile ilgili olarak “İnsanlık Tarihinin Tahmin Edilebilen Başlangıcı”, “Dünya Vatandaşlığı Açısından Genel Bir Tarih İdesi” ve “Aydınlanma Nedir” isimli yazılarını yayımlamıştır. Kant bunun yanısıra estetik problemleriyle de ilgilenmiştir.

Kant’ın çalışmalarında araştırdığı problem alanlan arasında bir düalite vardı: Teorik akıl, pratik akıl; bunların alanlan olarak bir yanda tabiat metafiziği diğer yanda ahlak metafiziği; yani bir yanda tabiat problemleri, diğer yanda hürriyet ve insan hayatına şekil kazandıran ahlak, hukuk ve devlet problemleri. Bu alanlar arasında bir uçurum varmış gibi görülüyordu. Halbuki her iki alan, hareket ve bilgi alanlan, aynı insan varlığının bütünlüğüne dayanmakta idi. Şimdi Kant’ın karşısına, ilk bakışta ayrı gibi gözüken bu iki alan arasındaki geçitleri, tabiat, özgürlük alanları arasındaki köprüleri göstermek güçlüğü çıkmaktadır. Kant, bu problemleri göstermeyi üçüncü kritiğinde ele alır. Bu eserinin adı “Yargı Gücünün Kritiği” dir. Bu eser beraberinde bir çok problemi getirse de, o dönemde doğmak üzere olan Alman idealizmine büyük etkileri olmuştur.

Kant, üçüncü kritiğini bitirdikten sonra kritik çalışmalanna son verdi. Bundan sonra bazı problemleri yeni baştan ele almaya başladı. Bu problemler, Kant’ın “ahlak metafiziği” adını verdiği geniş bir alana giren hukuk ve devlet problemleri olmuştur. Bu nedenle Kant’ın hukuk felsefesi ahlak anlayışına dayanır.

Kant, din felsefesi ve hukuk felsefesi hakkında verdiği dersleri 1793 yılında yayımladığı “Saf Aklın Sınırlan İçinde Din” isimli eserinde toplamıştır. Bu dönemden sonra Kant, bir çok makale yayınlamış ise de; bunlardaki görüşleri genellikle yeni konular değil, önceden verdiği derslerin yayımlanmasından ibarettir.

Hayatının son on yılında Kant, üniversitedeki hocalık hayatına ve çalışmalanna son vermiştir. Bu son on yılma ait karmaşık yazı ve notlan ise yirminci yüzyılda Kant’ın “Opus Posthumum”u adı altında yayınlanmıştır. Bu dönemdeki çalışmalannda bir birlik olmamasının nedeni hatırlama ve düşünme gücünün oldukça zayıflamış olmasıdır.

1804 Yılında Ölen büyük filozof Kant’ın, özellikle ondokuzuncu yüzyılın başında Almanya’dan başlayarak bütün Avrupa’da etkisi büyük olmuştur. Her dönemde aynı olmasa da bu etki günümüze değin devam edegelmiştir.

II. AHLAK FELSEFESİ

1. GENEL OLARAK

Kant’ın ahlakı bir ödev ahlakıdır. Ona göre ödev de temelini ahlak yasasına saygıda bulur. Bu saygı duygusu ahlak yasasından önce gelmez; bu duyguyu ahlak yasasının kendisi belirler. Kant, bir ahlak duygusunun sözünü eden ahlakçıların düşündüğü gibi, iyi ve kötünün ne olduğunu bir duygunun belirlediğini kabul etmez. Ancak bu yasa karşısında, ahlak duygusu da denilebilecek olan “yasaya saygı” duygusunu yaşarız.

Ahlak yasasına saygı, insana kendi değerini duymayı da öğretir. Ve insanın kendisine, kendisinin de beklemediği bir güç kazandırır .

Kant, ahlak felsefesi ile ilgili en önemli eseri olan “Pratik Aklın Eleştirisi”nde, gönlünü iki şeyin doldurduğuna değinir: “Başımızın üstündeki yıldızlı gök ve içimde ahlak yasası” . Gök, bize duyulur dünyaya bağlı olduğumuzu hatırlatır ve karşısında kendimizi bir hiç olarak duyacağımız bir sonsuzluğu, uzaydaki ve zamandaki sınırsızlığı gözümüzün önüne serer. Buna karşılık ahlak yasası, görülmeyen bir benliğimin, bir kişiliğimin beni duyularüstü bir dünyaya bağladığı bilinci uyandırır. Ancak Kant’a göre bu gök ile ahlak yasasının insanda uyandırdığı hayranlık ve saygı, boş hayallere dalmaktan, yanılmaktan korumaz insanı. Yani ahlak yasası üzerine düşünme insanı boş inançlara, göğü inceleme de astrolojiye götürebilir.

Kant, gerek kuramsal gerekse ahlak felsefesinde araştırıcı düşünüş ve araştırmayı uygulamış, salt ve deneyle karışmış olan (ampirik olan) arasındaki temel ayrımı gerçekleştirmiş ve böylece felsefe ve ahlakı da doğru yolda ilerletmeyi istemiş ve bunu da başarmıştır. Bugün felsefe akımlarının çoğunun temelinde Kant’ın felsefesi yer alır. Bu bakımdan güncelliğini günümüzde de yitirmemiştir. Kant, ahlak felsefesini kuramsal felsefesine koşut bir biçimde geliştirmiş ve ahlak felsefesinin belli başlı kavramlarını ve sorunlarını kuramsal felsefesinde temellendirmiştir .

Kant’ın hukuk felsefesi, ahlak anlayışına dayanır. Bu nedenle öncelikle onun ahlak felsefesini incelemek gereklidir. Kant’ın ahlak hakkındaki fikirleri “Pratik Aklın Eleştirisi” ile “Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi” adlı eserlerinde, hukuk felsefesi ise “Örflerin Metafiziği” adlı eserinin birinci bölümünde yer almaktadır .

2. AHLAK FELSEFESİNDE YÖNTEMİ

Bir konuda kullanılan yöntem, ele alınan o konu ile yakından ilgilidir. Diğer yandan bir filozofun bir sorunu kullanmak için kullandığı yöntem, filozofun bu sorunu ortaya koyuş biçimine de bağlıdır.

Kant’ın ahlak sorununu nasıl ortaya koyduğunu incelediğimizde; ahlak sorunlarına iki açıdan eğildiğini görüyoruz: insan olarak, filozof olarak. Kant, insan olarak topluma karışmış ve toplumu merakla incelemiştir. Ahlak bilimleriyle, yazınla uğraşmış, antropoloji dersleri vermiştir. Ahlak sorunlarının onun için canlı bir gerçekliği vardır, bu nedenle bu bir soyutlama değildir. Yani günlük yaşamdaki yaşanılan ahlak sorunlarıyla yakından ilgilidir. Diğer yandan Kant, filozof olarak, günlük yaşamdaki ahlak duygusu ve yargılarını çıkış noktası olarak almıştır. Çünkü en yalın insanda bile ahlaksal yükümlülük bilgisinin, ödev duygusunun bulunduğuna inanmıştır. Ve herkeste bulunan bu genel ahlak bilincinden, salt akıldan gelen şeyi ayırmak ister .

Kant, ahlak felsefesinde tümdengelim (dedüksiyon) yöntemiyle elde edilecek ilkelerin ampirik olamayacağına inanmıştır. Ona göre insanlar bu ilkeleri kabul etmişlerdir ama bu ilkelerin gerçekten yükümleyici olup olmadıkları bilinmemektedir.

Kant ise önce çözümleme ile ortak ahlak kavramlarından ilkelere uzanmış ve bu analitik incelemeye, ilkelere varmak ve onları akıl yolu ile temellendirmek isteyerek, sentetik bir incelemeyi eklemiştir. Kant, ahlakın temelini ararken onu ne doğanın dışında ne de içinde aramıştır; onun istediği ahlak ilkelerini doğrudan doğruya salt akıldan çıkarmaktır.

“Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi” isimli kitabında Kant, kendisine ödev olarak doğrudan doğruya ahlaklılığın en yüksek ilkesini araştırmak ve saptamak görevini yüklemiştir. Böylece de “ahlaklılık nedir?” sorusunun cevabına ulaşmıştır. “Pratik Aklın Eleştirisi”nde ise “ahlaksal yeti”nin kendisini araştırmış ve “ahlaklılık nasıl olanaklıdır?” sorusunu cevaplandırmıştır. Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi ahlak yasasını, Pratik Aklın eleştirisi ise özgürlüğü inceler .

Kant, ahlak sorunlarım çözmede iki türlü yöntem kullanmıştır: Birincisi, deney verilerini çıkış noktası olarak almış ve çözümleme ile bu verilerden en genel önermelere yükselmiştir. İkincisi ise akıl kavramlarını ilke olarak almış ve bu kavramlardan görüngülere, verilere, deneye inmiştir. Zaten kendisi de “Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi”nin önsözünde yöntemini analitik (çözümsel) ve sentetik (bireşimsel)’in bir bileşimi olarak öngörmüştür . Önce analitik yöntemle ortak kavramlarından ilkelere ulaşmıştır. Bu analitik incelemeye, ilkeleri akıl yolu ile temellendirmek istediğinden, sentetik bir incelemeyi de eklemiştir. Amacı, salt olanı ampirik olanla karışmasından ayırmaktır. Bu bir çözümleme (analyse) ödevidir. Bunun için de bir yandan felsefi bir kendi bilincine varma basamağına yükselmek için, “basbayağı akıl bilgisinden” yola çıkar; sıradan insanda ahlaksal olana karşı duygularla ilgili içgüdüsel bilgiyi çözümler ve böylece en yüksek ilkeyi belirlemeye çalışır; Diğer yandan yeniden bu ilkeyi inceleyerek bu ilkenin uygulandığı basbayağı bilgilere yönelir. Böylece de salt bilgiye, bundan böyle salt ahlak felsefesine varmak için popüler ahlak felsefesini araştırmakla işe başlar. Kant burada yalnızca analitik işlemle yetinmemiş, eylemlerdeki ampirik olarak verilmiş olan gerçeklerde de salt olana yönelmiştir. Pratik aklın, hangi davranışlarının iyi hangilerinin kötü olduğunu örneklerle gösterir. Ampirik olanı yeniden, önceden çözümlenmiş olan salt olanla birleştirerek sentetik yola girer.

İnsanlar günlük hayatlarında vicdanlarının sesine uyarak içinde bulundukları bir olayı iyi ya da kötü kabul ederlerse de, iyi ve kötünün kendisinin neyi dile getirdiğinin hesabını genel bir biçimde veremezler; bundan dolayı günlük yaşamda bir davranışı iyi, bir başkasını kötü olarak değerlendirirken hangi ölçüyü aldıklarının da hesabını veremezler. İşte Kant, bu ölçüde açıklığa erişmekle ahlakın temel ilkesini de ortaya çıkaracağına inanır. Ahlaksal kavramlarnı çözümlerken Kant’ın istediği, bu kavramların nasıl ortaya çıktığını araştırmak değildir.

Sonuçta Kant, yeni bir ahlak sistemi kurmak istemediğini, yine ahlaklılığın yeni bir ilkesini ortaya koymak istemediğini, yalmzca zaten varolan, ama içgüdülerle duyulan ve işlenmiş olan ahlaklılığı kendi varlığının bilincine yükseltmek ve geçerliğinin ilkesini ortaya koymak istediğini belirtir .

3. TEORİK AKIL – PRATİK AKIL AYRIMI

Kant’ın felsefesinin iki konusu vardır: birincisi doğa, yani varolan herşey, diğeri ise olması gereken şey ya da özgür davranışlar alanı yani ahlak. Felsefe, bilgisinin temelini deneye dayandırırsa ampiriktir; salt akla, a priori ilkelere dayandırırsa salt felsefe ya da fizikötesi olur. Salt felsefenin de iki konusu vardır: doğa ve töreler. Buradan şu sonuç çıkıyor: bize, olanı bildiren teorik akıl yanında, olması gerekeni gösteren pratik akıl vardır.

Teorik akıl var olanı bilme yeteneğidir; deneyden (iç ve dış duyulardan) bağımsız olduğundan da salttır, a priori bilgi verir. Kant’a göre akıl, salt olarak gerçekten pratik ise, bundan böyle iradeyi yönetmeye elverişli ise, kendisinin ve kavramlarının gerçekliğini ve geçerliğini olaylarla kanıtlar. Öyleyse “eleştiri” kendini, “salt pratik aklın bulunduğunu” öne sürmekle sınırlamalıdır. Kant, bunun için de salt pratik aklı değil, genel olarak pratik aklı araştırır. Burada araştırıp eleştirdiği de aklın pratik yetisi yani doğrudan doğruya ahlak yetisinin kendisidir .

Aklın böyle pratik bir yetisi varsa, yani akıl salt pratikse, iradeyi kendi başına ampirik verilere dayanmadan yönetebiliyorsa, iradeye bir yasa, kendi yasasını koyabiliyorsa, özgürlük de kesin ve mutlak anlamında var demektir. Kant’a göre, göreli, ampirik bir özgürlük kavramı da vardır ama bu, ahlaksal sorumluluk için yeterli değildir.

Kant’ın ahlak felsefesinde yalnızca özgürlük ahlak yasasının koşuludur. Yani özgürlük, ahlak yasasının varlık nedenidir. Bunun yanında ise Tanrı ve ölümsüzlük ahlak yasasının koşulları olamazlar. Kant’ta teorik akılda Tanrı ve ölümsüzlük kavramları “olanaklı” olarak açıklanmış; pratik akılda ise özgürlük idesinden yola çıkılarak onaylanmışlardır. Yani teorik akılda sorunsal olan, pratik akılda yalındır. Böylelikle Kant, iki eleştiri arasında çelişme olmadığını gösteriyor .

Kant, aklın pratik olarak teorik olanın sınırını aşabileceğini göstermiş, ayrıca pratik akıla bir öncelik, üstünlük tanımıştır. Pratik akıl, teorik aklın erişebileceği şeylerden başkasını kabul edemez ve gerçek olarak düşünemezse ancak o zaman teorik aklın pratik akıl karşısında bir önceliği ve üstünlüğü var demektir. Pratik akıl yalnızca duyularla bağlı olsaydı yine teorik aklın üstünlüğü kabul edilebilirdi. Ama salt akıl pratik akıl olabiliyorsa, pratik akıl ahlak yasası bilincinde belirdiği gibi tam bir bağımsızlık içinde bizi salt olarak belirtiyorsa, bir ve aynı akıl ister teorik ister pratik maksatla olsun a priori ilkelere göre yargılama yapıyorsa, pratik aklın üstünlüğü söz konusudur .

4. AHLAK FELSEFESİNDE TEMEL KAVRAMLAR

A) İyi İstenç

Kant, ahlak kavramları arasında, eylemlerin ahlak bakımından değeri yargılandığında insanın başvuracağı bir kavram arıyor ve genel olarak kabul edilen ahlak yargılarını, ahlak kavramlarını çözümlemesinde “iyi istenç”i buluyor. İyi istenç, kendi başına, doğrudan doğruya iyi olan, başka değerli niteliklerin ve iyilerin de kötüye kullanılabilmelerine karşılık, mutlak değeri olan biricik şeydir. Kısaca “dünyada, hatta dünyanın dışında iyi niyetten başka kayıtsız şartsız iyi sayılabilecek hiç bir iyi düşünülemez.

İyi istençten başka yüksek değerler de vardır, ama onların mutlak iyilikleri yoktur. Örneğin şereflilik, zekilik, yüreklilik, kararlılık iyi ve istenmeye değer şeylerdir; ama bu doğa vergisi şeyleri kötüye kullanan bir istenç olduğu zaman bunlar da kötü ve zararlı olurlar.

İşte Kant’a göre, “iyi”nin iki ana türü vardır: Birinci iyi, herhangi bir amaca ulaşmak için araçtır; yani yararlı olanla ilgilidir. Bu iyinin değeri kendi içinde değildir, ikinci tür iyide ise, birşey kendi basma değerlidir, iyidir. Böyle bir kendi başına değer olarak, kendinde iyi olarak sadece “iyi istenç” vardır. Kant, iyi niyetli insanın bütün insanları araç olarak değil, amaç olarak kabul etmesi gerektiğini savunmuştur.

İyi istenç güçlü bir düşünüştür. Sonuç ne olursa olsun, ahlak iyi düşünüşte ortaya çıkar. Ahlaksal eylem dışla ilgili eylemlerde ve onların sonuçlarında, başarılarında belirmez. Bir eylemin ahlaksal değeri, başarısında ve sonucunda değil, arkasındaki düşünüştedir. Demek ki Kant’a göre, iyi eyleme tam bir içten karar varsa, ancak orada iyi istenç vardır.

Kant, iyi istenç kavramını aydınlatmak ve geliştirmek için “ödev” kavramına başvurarak, bir eylemin ahlaksal değerini doğrudan doğruya ödev bilincinin kendisine dayandırır. Bir eylemin ahlaki bir değeri olabilmesi için kaynağı ödev düşüncesi olmalıdır. Eylemi yapanın bilincinde ödevden başka neden yoksa, eylemin ahlaksal böylece mutlak değeri var demektir. Yani bir eylemi kendi başına iyi yapan, o eylemin herhangi bir eğilimden değil ödevden gelmesidir. Ödev ise bir eylemin, zorunlu olarak yasa karşısındaki saygıdan doğmasıdır. Ancak buradaki zorunluluk, doğa zorunluluğu değil, doğrudan doğruya akla dayanarak bir eylemin gerekli olmasıdır. Bir eylemin ahlaksal değeri istemenin maddesinde, içeriğinde bulunmadığından, istenç için nesnel yasa olan şeyde bulunur.

Öyleyse yasa belirleyici neden olursa istenç iyidir. Sonunda acı bile olsa bir eylem, bir buyruğa bir ahlak yasasına karşılık olduğundan istenmelidir. Kısaca bir eylem yasaya uygun olduğu için isteniyorsa ancak o zaman iyidir.

Kant buradan sonuçta şu iki önermeyi ortaya çıkarmaıştır: 1-Yalnızca iyi istencin kendi başına bir değeri, mutlak bir değeri vardır. 2- İyi istenç, genel yasa karşısındaki salt saygı ile belirlenmiş istençtir.

B) Ödev

Yukarıda değinildiği gibi Kant iyi istenç kavramını açıklamak için ödev kavramını incelemiştir. İyi istencin ödevle bağlantısında insan yelemlerini şu şekilde bölümlere ayırır:

1-Ödeve aykırı eylemler

2-Ödeve uygun eylemler a)       Eğilimden çıkan eylemler b)       Ödevden doğan eylemler (Ödeve karşı saygıdan çıkan, içinde hiçbir eğilim olmadan, eğilime karşı gerçekleşen eylemler).

Kant, ödeve aykırı eylemleri, belli bir amaçla yapılıp yararlı olsalar bile onları bir yana atıyor. Çünkü bu eylemler ödevle çeliştiğinden, bunların ödevden gelip gelmediği de söz konusu edilemez. Ödeve uygun eylemler konusunda ise Kant bazı örnekler veriyor: Örneğin bir bakkalın, müşterisi olan-olmayan herkese çok iyi davranmasını ve mallarını ucuz satmasını hemen ödevden çıkan bir eylem olarak kabul etmemek gerekir. Çünkü, bakkal belki ödeve uygun davranmaktadır, ancak bunu kendi çıkarını düşündüğü, müşterisini artırmak için yapmaktadır. Bu eylem ödevden değil eğilimdem çıkmaktadır. Diğer yandan, mutsuz bir insanın ölmek isteyip de sırf ödev düşüncesinden hayatını devam ettirmesinin ahlaksal bir değeri vardır. Yani ödeve karşı saygıdan, ödevden doğan bir eylemdir.

Tüm bunlardan, Kant’ın ödev konusundaki düşünceleri şöyle özetlenebilir: Ödev, istence buyrulan şeydir; böylece de istenç için ahlaksal bir zorunluluğu dile getirir. Diğer yandan bir ödev eyleminin değeri, ulaşılmak istenen amaçta ve niyettedir; bundan böyle güdülen başarıda değildir, kararı verdiren maximdedir.Yani bir davranışın ahlaki bir değeri olabilmesi için ödev düşüncesinden kaynaklanması gerekir. Bu ödev kuralı ise bize, mutluluğa kavuşmanın yolunu değil, ancak mutluluğa layık olma yolunu gösterecektir. Bir ödev eylemi için doğal olarak verilmiş istekler, eğilimler ölçü olamaz; çünkü bunlar hep içerik bakımından belirlenen amaçla ve bunun sonucundaki başarı ile ilgilidir. Eylemlerimizde bulunabilecek niyet ve amaç, eylemlerimizin amacı olarak bu maksadın etkisi ve başarısı eyleme mutlak ve ahlaksal bir değer vermez. Ahlaksal değer ancak, eylemleri etkileyebilecek olan amaçlan bir yana bırakmakla, istencin ilkesinde bulunabilir. İstencin ilkesi ise “yasa karşısında saygı”dır. Bir eylem doğrudan doğruya doğru olduğu için, yasa karşısında saygıdan isteniyorsa mutlak değerlidir. Buradan şu sonuç çıkar: Ödev, yasa karşısındaki saygıdan doğan eylemin zorunluluğudur.

Yasa, bize istemenin belli bir içeriğini ya da ereğini buyurmaz; yalnızca yasaya uygun yani doğru olan eylemi yapmamızı ister. Taraf tutmayan bir ölçü içinde, her durumda doğru olan şeyi bulmalıyız. Öyleyse kendime sormalıyım: istememdeki maximin genel bir yasa olmasını isteyebilir miyim? Daha açık ifade ile: Herkesin benim davranmayı tasarladığım şekilde davranmasını isteyebilir miyim? Her durumda bu soruya cevabım “evet” ise iyi istencim var demektir, istencin iyi olması, genel bir yasaya uygun olanın istenmesi ya da kendi ilkesini genel bir yasa olarak isteyebilmesidir.

C) Ahlak Yasası (Kategorik Emperatıf)

Kant’a göre insanın iradesine, pratik aklına hitap eden, ona iyilik yapmak vazifesini yükleyen emirler şata bağlı değildir, mutlaktır. Yani bunlar, “niçin” sosusuna cevap olacak mülahazalardan azadedirler. Kant bu emirlere emperatif (buyurucu) ismini veriyor ve kesin-mutlak olduklarını ifade için de kategorik şekilde vasıflandırıyor.

Bunu açıklayacak olursak; duyulur doğa ile bağlı olan, böylece ampirik olarak belirlenmiş bir istence, istenç yasası yani buyruk olarak kendini gösterir. Bu nedenle insan iradesinde ahlak yasası kendini ancak buyruk biçiminde kendini gösterir. Bütün pratik yasalar buyruktur; oysa doğa yasaları buyruk olamazlar. Bir eylem bir amaca ulaşmak için araç ise yararlıdır, sadece amaç bakımından iyidir. Ama bir eylem kendi başına amaç olarak ise gerçek anlamda “iyi”dir. Öyleyse pratik yasaların konusunu ya “yararlı” ya da “iyi” eylemler oluşturur. Buna göre buyrukların biçimi de ikiye ayrılır: Birincide yararlı eylemi isteyen biçimde buyruk amaçla belirlenmiştir. Bu buyruğun biçimi “koşullu” (hipotetik)dur. Oysa iyi eylemin buyruğu ise herhangi bir amaçtan bağımsızdır, hangi durumda olursa olsun mutlak olarak geçerlidir. Bu buyruğun biçimi ise “Koşulsuz” (kategorik)dur. Buna göre bütün pratik yasalar ya koşulludur ya da koşulsuzdur; ve ancak koşulsuz buyruklar ahlaken iyidirler. Koşullu buyrukta belli bir maksat, niyet vardır, bunlar yalın ve sorunsaldır. Kategorik emperatif (koşulsuz emir) ise zorunlu pratik bir ilke olarak gecelidirler. Çünkü kategorik emperatif, ahlak eylemini herhangi bir maksada bağlamadan nesnel zorunlu olarak açıklar. Önemli olan eylemin içeriği ve sonucu değil, eylemin saikidir; eylem ahlak kaidesine hürmet saikiyle yapıldığı takdirde iyidir.

Kategorik emperatifte, koşul olarak hiçbir erek öne sürülmemiştir. Bu buyruk, doğrudan doğruya benim istememdeki maximin genel bir yasaya uygun olmasını dile getirir. Buna göre bu koşulsuz buyruk yalnızca biricik, tek bir buyruktur: “Ancak, aynı zamanda gnel bir yasa olmasını isteyebileceğin maxime göre hareket et”. Kant bu temel ilkeyi açıkladıktan sonra bu ilkeye bağlı olarak üç ilke daha türetmiştir.

Bunlar:

l-“Öyle hareket et ki, eyleminin maximi senin istencinde sanki bir doğa yasası haline gelebilsin”. Temel ilkedeki “genel yasa” burada “doğa yasası” haline gelmektedir. Çünkü Kant’a göre doğanın en temelli belirtisi olayların “yasallığı”dır.

2-“İnsanlığı, kendi kişiliğinde olsun, bir başkasının kişiliğinde olsun, hep bir amaç gibi görerek hiçbir zaman yalnızca bir araç olarak kullanmayacak şekilde hareket et”. Bu ilke kişinin mutlak bir değer bir erek olmasından çıkmaktadır.

3-“Öyle hareket et ki, istencinin idesi genel bir yasa koyucu istencinin idesi olarak tanınabilsin”. Burada her akıllı varlığın istenci kendini genel yasa koyucu bir istenç olarak ortaya koymaktadır.

Kant, kategorik emperatifi kabul ederek, insan aklının davranışına yol gösteren ilkeleri yaratabileceğini, böyle koşulsuz bir emrin muhatabı olması sebebiyle, insanın irade hürriyetine sahip olduğunu belirtiyordu. Böylelikle ahlaki hürriyet ile ahlaki ödev kavramlarını uzlaştırmaya çalışmıştır. Kategorik emperatifin kendisi somut bir davranış kuralı olmasa da insan aklının davranış kuralları belirtmesinde yol gösterici bir prensiptir.

D) İrade Hürriyeti

Kant’ın ahlak felsefesinin odak noktasını hürriyet idesi oluşturmaktadır. Ahlaki hürriyet, insanın, ahlak yasasının hem vazıı hem de mevzuu olması ile mümkündür. Kant, irade hürriyeti konusunda şöyle bir muhakeme yürütmüştür: Bizim aklımızın ahlaki vazifeyi gösteren emperatif kategoriklere muhatap olması, diğer tabirle aklımızın ahlak kanununu ihtiva etmesi bizim hür olduğumuzu, hür irade sahibi olduğumuzu tazammun eder. Eğer insan iradesi hür olmasa idi, biz; “ahlak kanununa göre hareket et” diyen emirlere muhatap olmazdık. Çünkü ancak yapıp yapmamakta serbest olan varlıklara “yap” demek bir anlam ifade edecektir. Ödev Yasası bizi insan iradesinin hür olduğuna inanmağa sevkediyor. İrade hürriyeti olmasaydı, ödev de olmazdı.

Ahlaki irade, aynı zamanda hür irade ismine hak kazanan yegane iradedir. Zira hürriyet dizginsizlik değil, kendine hakim olmaktır. İnsan eğer kendisinin efendisi ise, iradesini kendisinin de istediği kanunlara tabi tutabiliyorsa hürdür. Buradan şu sonuca ulaşılabilir: Kategorik emperatifin insana yüklediği ödev, hür bir şahsiyet olmaktır. Fakat bu benim hürriyetim, başkalarına da hür şahsiyetler veya hareketlerini hür olarak kendileri düzenleyebilmek hakkına sahip varlıklar muamelesi yapmamla sıkı sıkıya bağlıdır. Benim özgürlüğüm, kanunu kendime uygulamamda, ve başkalarının haklarına tecavüz etmememde saklıdır. Yani insana karşı muamaelen, fiillerini kendisi tayin edebilen ve hürriyet için takdir edilmiş bir varlığa yapacağın muamele olsun. İşte “ahlaklılık, genel geçer özgür irade yasasıyla eylemlerin uyumudur… Her zaman ve herkes için geçerli genel kurallarla eylemlerimin uyum sağlama zorunda oluşunu temel alırsam, o zaman eylemlerim ahlak ilkesinden kaynaklanmış olur..”

Kant’a göre hürriyet ile ahlak kanunu arasındaki ilişki şu şekilde tesbit edilebilir: Ahlak kanununun varlığı ve yürürlüğü, ancak insanların ona uyma yeteneğine sahip olmaları ile bir anlam ifade eder. O halde ahlak kanunu iradenin hürriyetini zorunlu kılar. Çünkü irade hürriyeti, insanın bizzat koyduğu ahlak kanununun tahakkuku için pratik-real bir şarttır. Bu nedenle iradenin hürriyeti pratik aklın bir talebidir. İrade hürriyeti nazari, ilmi şekilde tesbit edilemez. Ancak ahlak kanununun mevcudiyetinden pratik olarak çıkarılabilir.

III. HUKUK FELSEFESİ

1. AHLAK – HUKUK AYRIMI

Ahlak felsefesi bölümü incelenirken değinildiği gibi, Kant’ın hukuk felsefesi ahlak anlayışına dayanmaktadır. Onun hukuk felsefesindeki fikirleri ahlak felsefesi alanındaki kadar kuvvetli olmamıştır. Zaten hukuk felsefesinde bağımsız bir okul kurmamış, özellikle olması gereken hukuk üzerinde ısrarla durarak tabi hukukun gelişmesinde önemli rol oynamıştır.

Kant’a göre insanı insan yapan, onun özgür bir şahsiyet oluşu veya böyle özgür bir şahsiyet olmayı kendine vazife bilmesi ve hareketlerini de genel prensiplere göre düzenlemesidir. İşte burada aynı zamanda Kant’in ahlak felsefesinden hukuk felsefesine de geçilmektedir.

Kant’a göre insan davranışları iki aşama içinde oluşur:

1 -Davranışı hazırlayan saik (güdü). Bu ahlaksal alanı ilgilendirir.

2-Davranışın dış görünümü. Bu ise hukuksal alanı ilgilendirir.

Görüldüğü gibi Kant’ın sisteminde ahlaki ve hukuki ödevler kesin biçimde birbirinden ayrılmışlardır. Ahlaksal alanda, bir “olması gereken” vardır. Kesin buyruk (kategorik emperatif) olarak olması gereken gerçekleştirilir. Hukuk alanında ise kesin buyruk, koşullu buyruk (hipotetik emperatif) şekline dönüşür. Kategorik emperatifte bir amaç için (ahlakı gerçekleştirmek için) belli bir biçimde davranan bir anlayış vardır. Oysa hipotetik emperatifte “şunu istiyorsan, bunu yap”; örneğin, “hapse girmek istemiyorsan hukuka uygun davran” şeklinde koşula bağlı emirler vardır.

Kant’ta ahlakın amacı bireysel iyiyi gerçekleştirmektir ve ahlakın kaynağı içtedir, yani vicdandır. Ahlaka uymak iyi niyetli olmaktır ve bu ahlaksallıktır. Hukuk da ahlaksal temellidir, ancak hukuk “olan” içinde güncelleşir. Hukukun ahlaktan ayrıldığı noktalar şunlardır:

-Hukuk davranışın dış görünümüyle ilgilenir; ahlak ise içseldir.

-Hukukun kaynağı dıştadır; ahlakın kaynağı ise içtedir.

-Hukukta, sorumlu olan makam dıştadır, yani devlettir. Ahlakta ise sorumlu makam içtedir, yani vicdandır.

-Hukukta buyruklar koşula bağlı (hipotetik)dır; Ahlakta ise buyruklar koşula bağlı değildir (kategoriktir).

-Hukuk, saik ve niyetlerle pek ilgilenmez; ahlak ise saik ve niyetle ilgilenir.

-Hukuk biçimseldir; ahlakta ise biçime önem verilmez.

-Hukukun ayırıcı özelliği zorla yaptırım gücüne sahip olmasıdır;

Ahlakta ise böyle bir zorlama gücü söz konusu değildir.

2. HUKUKUN TANIMI, KAYNAĞI VE AMACI

Kant’a göre, insanların harici hürriyetlerini yani iradelerinin diğer insanların iradelerine tabi olmaması şekillerini düzenleyen kurallar bütünü hukuktur. Onun ifadesiyle hukuk şöyle tanımlanabilir: “Umumi hürriyet kanununa uygun olrak bir şahsın hürriyetini diğer şahısların hürriyetleri ile ahenkli kılmak için lazım olan şartların mecmu heyetidir”. Diğer bir anlatımla hukuk, şahsi hürriyetin dışta belirmesinin şart ve esaslarıdır. Hukukun amacı, irade hürriyetinin korunması ve bunun gerçekleştirilmesine imkan sağlanması olduğuna göre aslında hukuk, pratik aklın konusu olan hürriyetin fenomenler dünyasında belirmesinin bir aracı olmak niteliğini kazanmaktadır.

Kant, hukukun meşruiyetini dış hürriyet kavramı üzerine bina etmiştir. Dış hürriyet ise aslında, insanın dilediğini yapma veya yapmama hususunda sınırsız güce sahip olmak hak ve arzusudur. Ancak bu hak ve arzu, tabi bir netice olarak herkese, diğerlerinin kendi kaderlerini tayin haklarına riayeti telkin eder. Dilediğini yapıp yapmama konusunda serbest olmak isteyen bir kimsenin, başkalarının da aynı dilekte ısrar etmesini tabi karşılaması zorunludur. Yani insan, makul olarak ancak sınırlı ve kayıtlı bir hürriyet hakkı isteyebilir. Bu hürriyet hakkı, genel bir kanuna göre başkalarının hürriyet ve haklarıyla telif edilebilecek bir ölçüyü aşamaz.

Hukukun bu en yüksek prensibini Kant şu şekilde ifade etmiştir: “Hariçte (başka insanlarla olan münasebetlerde) öyle hareket etmelisin ki senin hürriyetinden istifaden umumi hürriyet kanununa göre, başkalarının hürriyetile telif edilebilsin” . Bunu açacak olursak; hukuk insanların, fertlerin hürriyeti esasına aykırı olan hareketlerine engel olmak, kuvvet ve cebir kullanmak zorunluluğunu ifade eder. Fakat icbarın meşru olması için, bu icbarın, hem icbarı kullanan şahsın hem de kendisine karşı icbar kullanılan şahsın hürriyetleri ile telifi kabil bir şekilde icra edilmesi şarttır. Eğer bir şahsın hürriyetinden belli şekilde yararlanması başkalarının hürriyetini ihlal ediyorsa bu, hukuka aykındır. Hukuku ihlal edene karşı ise icbar kullanmak hukuka uygundur. Bu hareket hürriyet kanununa aykırı değildir. Buradan, hukuk kavramı ile hürriyeti ihlal edene karşı cebir kullanma yetkisinin birbirine bağlılığı ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle Kant, hukukun, fertlerin hürriyeti ile cebir yetkilerinin birleşmesi olduğunu söylemektedir.

Hukuki ödevler konusunda Kant yeni bir şey ortaya atmamış, ünlü Roma hukukçusu Ulpianus’un adalet tanımındaki unsurlara uygun olarak üç esas belirlemiştir:

1-Birinci hukuki ödev; “şerefli yaşa” (honeste vive). Bu emir, kişinin bir ¬yandan diğer kişilerle olan ilişkilerinde kendi haklarının bilincinde olması, diğer yandan başkalarının haklarına karşı da riayetkar olmasını içermektedir. Bu ödev kısaca “hukuki bir insan ol” şeklinde ifade edilebilir.

2-İkinci hukuki ödev; “kimseye zarar verme” (Neminem laede). Bu ödevin içeriği kimseye haksızlık etmemektir. Hatta bir kişi zorunluluk durumu ile karşılaşsa bile başkasına zarar vermemelidir.

3-Üçüncü ödev ise; “herkese düşeni ona ver” (suum cuique tribue). Bu ödevin içeriği ise bir kişinin kendine ait olan konusunda diğer bütün insanlara karşı korunmasıdır.

Böylece Kant hukuk mefhumunun esası ve hukuki meşruiyetin kaynağı olarak, hürriyeti kullanmanın genel şartlarını bu prensiplere çevirmektedir. Bu şartların bir kısmı, hür bir varlığın kendi kişilğine ait tabiatından doğmaları nisbetinde özel hukukun temelini teşkil ederler. Buna karşılık bir kısmı da ferdi tabiattan değil, fertlerin teşkil ettikleri topluluğun mahiyetinden doğmaktadır. Bunlar ise kamu hukukunun temel prensiplerini meydana getirirler. Görüldüğü gibi özel hukuk-kamu hukuku ayrımı, şekli ve zahiri bir ilişkinin değil, doğrudan doğruya hukuki kuralların doğdukları kaynak ihtilafının sonucudur.

3. HAK KAVRAMI VE NEVİLERİ

“Etik Üzerine Dersler I’de Kant, hak kavramı ile ilgili şu görüşlere yer vermiştir: “Hak, izin anlamına geldiği sürece irade kurallarına ters düşmeyen eylemin hukuk kurallarıyla uyumudur ya da ahlak yasalarıyla çelişmeyen eylemin ahlaksal olasılığıdır.Ancak hak bilim olarak alındığında tüm hukuk yasalarının simgesi olmaktadır.”

Kant hakları ikiye ayırmıştır: Tabi haklar ve müktesep (pozitif) haklar. Tabi haklar a priori ilkelere dayanırken, müktesep hakların kaynağı pozitif hukuktur. Tabi hak, kişinin doğuştan sahip olduğu, devlet olmasa dahi mevcut olan haktır. Pozitif haklar ise devlet tarafından neşir ve ilan olunmuş bir kanun ürünü olan ve hukuki muameleler ya da hukuki fiiller sonucu kazanılmış olan haklardır .

Kant’a göre insanın asıl tabi hakkı sadece bir tanedir: O da hürriyet. Fakat bu yukarıda değinildiği gibi başkalarının hürriyeti ile uzlaştırılması mümkün olan bir hürriyettir. Bütün diğer tabi haklar, örneğin eşitlik, mülkiyet hakkı, düşündüklerini ifade edebilme hakkı vs. hepsi asıl tabi hak olan hürriyetin değişik alanlarda tecellisinden ibarettir.

Diğer yandan Kant, hakları hususi haklar ve amme hakları olarak da ikiye ayırmıştır. Hususi haklar, devlet içinde mevcut oldukları gibi devletin oluşumundan önce de mevcut olan haklardır. Amme hakları ise ancak devletin oluşumuyla varlık kazanan, devletin varlığına bağlı olan haklardır. Bu hakların doğması için devlet tarafından neşir ve ilan edilmiş olan bir kanun lazımdır. Devletin oluşumundan önce amme haklarının varlığından da söz edilemez.

Hususi haklar (ayni haklar, şahsi haklar, ayni-şahsi haklar), hakmahiyetini kazanacak yetkiler halinde, tabi halde de yani devletin oluşumundan önce de mevcut iseler de tabi halde bu haklardan yararlanmak mümkün değildi. Kant’a göre, işte herkese kendine ait olan haklardan yararlanmayı sağlamak için insanlar devleti kurmuştur.

4. DEVLET VE HUKUK

Kant, devlet anlayışı bakımından Rousseau’nun ve Montesqieu’nün etkisi altında kalmıştır. Kant’a göre devlet, bir insan kütlesinin hukuki esaslara göre birleşmesidir. Devlet, beşeriyetin tarihi bir inkişafı olduğu kadar da ahlaki bir ödevdir. Devletin kaynağı sosyal sözleşmedir. Sosyal sözleşme ise hürriyeti güvence altına almak için yapılmış bir Aksiyondur. Kant, sosyal sözleşme konusunda Rousseau’nun görüşlerini açıkça kabul etmiştir . Toplumsal sözleşmeyi aklın bir ürünü olarak kabul eden Kant, bu nedenle devletin temeli olan bu sözleşmeye koşulsuz olarak uyulmasını zorunlu görmektedir. Zira ona göre devletin amacı ve görevi hukukun korunmasıdır. Böylece devlet, herkesin özgürlüğünü ve hukukunu korumakla, hukuk devleti anlamında işlevim yerine getirmiş olur . Kant’a göre devlet hukukuna, ebedi hukuktan doğan a priori kanunlar yol göstermelidir. Yasama, yürütme, yargı kuvvetleri ise birbirini tamamlamalıdır. Ancak bu güçler ayrı organlarca kullanılmalıdır. Yasama kanun yapma görevini, yürütme kanunları uygulama ve yargı da herkese payınaa düşeni verme görevini yüklenmiştir.

Kant’ın devlet anlayışında vatandaş devlet işlerini eleştirebilir ama devlete karşı ayaklanamaz; ihtilal hakkı diye bir hak kabul edilemez. Görevi, hürriyeti güvence altına almak olan bir devlette, hürriyet ve otorite mutlu bir şekilde uzllaştırılabilir. Kant’ın, liberal devlet anlayışını benimsediği, ancak ihtilal hakkını reddederek Locke’un tabi hukuk anlayışına karşı çıktığı görülmektedir.

Yasalarla ilgili olarak Kant şu görüşlere yer vermiştir; “Bir eylemin zorunluğunu ifade eden her formül bir yasadır. Böylece eylemleri genel kurallara bağlı kılan doğal yasalar ya da ama pratik yasalar sözkonusu olabilir. Buna göre tüm yasalar fiziksel ya da pratiktir. Pratik olanları özgür eylemlerin zorunluğunu ifade ederler ve insanlar tarafından gerçekleştirildikleri sürece ya özneldirler ya da gerçekleşmeleri gerektiği sürece nesneldirler” . Yasalar, genel iradenin ifadesidir. Devlet kurulduktan sonra haklardan yararlanmayı sağlayan da yasalardır. Yasa, yasaya uygun yada aykırı olan hareketleri herkes için aynı şekilde tesbit eder. Yasaların yapılmasında tüm vatandaşların katkısı olduğundan, yasaya itaat eden kendisine itaat etmiş olur.

Devletin ceza hakkı konusunda ise Kant, hakimiyet sahibinin suç işleyenlere bir nevi elem ve ızdırap çektirme hakkı olduğu inancındadır. Menfaat gayesi için insan cezalandırılamaz. Nitelik ve nicelik bakımından adalete uygun ceza kişiye yaptığını ödeten ceza olmalıdır . Ceza adaleti mutlak adalet ilkesine dayanmalıdır. Ceza kanunu mutlak ve kati bir ahlaki emirdir. Cezanın yegane esasının kefaret olduğunu kabul eden Kant’ın bu konudaki görüşleri genelde kabul görmemiştir.

Devletlerarası hukuk konusunda ise Kant, bu hukukun henüz hakim olamadığım, bu durumun ise hukuk tanımayan ilkel insanlar arasındaki ilişkilere benzediğini belirtmektedir. Bu hukuksuzluk durumun savaş özelliği taşıdığını vurguladıktan sonra, bütün kişi ve milletlerin görevinin, milletlerarası ilişkileri düzenleyen hukuk kuralları oluşturması olduğunu söylemektedir. “Savaşlar olmamalıdır” esası bir “kategorik emperatif ‘tir. Bu ilkenin ihlal edilmesinin caiz sayılması dahi onun “kategorik emperatif ligine engel olmaz . Kant’ın fikirleri o zamanın şartlarında bir hayal gibi gelse de bu fikrin bugün bile güncelliğini ve önemini yitirmediği ortadadır.

SONUÇ

Bütünlüğü olan bir felsefe sistemi kuran büyük filozof İmmanuel Kant’ın, günümüzde fikirlerinden bazıları geçerliğini yitirmiş olsa da, özellikle “Pratik Aklın Eleştirisi” ile “Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi” eserlerindeki fikirleri oldukça kuvvetlidir ve geçerliliklerini korumaktadırlar. Kant’ın, ahlakın esasları hakkındaki fikirleri, ahlak hakkında bugüne kadar ileri sürülen fikirlerin en yüksek ve en derin olanıdır. “İnsanın insanlığı, insani kıymeti ahlaki emirlere muhatap olmak ve bu emirleri hür iradesinde benimseyerek hareketlerini o yüksek emirlere uygun kılmak kudretine malik olmasından ibarettir” ve “İnsanın en yüksek vazifesi, hareketlerini vazife kanununa uygun kılmaktır” gibi esasların ahlak felsefesi sahasında büyük bir devrim olduğu açıktır. Bugün, birçok eleştirilere rağmen bu fikirler güncelliklerini kaybetmemişlerdir. Hatta denilebilir ki; bugüne kadar ahlakın derin felsefi esaslarını tesbit için bundan daha yüksek bir fikir ileri sürülebilmiş değildir.

Kant, hukuk felsefesi açısından ise bağımsız bir okul kuramamış, tabi hukuk okulunun gelişmesi için çaba harcamıştır. Hürriyetin fiilen gerçekleştirilmesini hukukun temel ilkesi sayması onun tabi hukuka bağlılığını gösterir . Onun, hukukun mahiyeti hakkındaki fikirleri de genelde doğrudur. Ancak hukuku, münhasıran harici hürriyeti düzenleyen kurallar olarak telakki etmesi ve hukukla ahlakı ayırmak için ileri sürdüğü fikirler yanlıştır. Çünkü, ahlak yalnızca ihtiraslarla mücadele kuralları değildir; hukuk da sadece harici hürriyeti düzenleyen kurallardan ibaret değildir. Ahlak ile hukuk arasında mahiyet farkı yoktur; temel fark müeyyide farkıdır.

Bir çok eleştirilere rağmen, düşünen insanlık için geleceekte Kant’ın ahlak felsefesine dönüş kaçınılmaz olacaktır. Çünkü yukarıda değinildiği gibi Kant’ın, ahlakın esasları hakkında getirdiği ilkeler, bugüne kadar ileri sürülen en yüksek ve en derin fikirlerden oluşmaktadır.

KAYNAKÇA

ABADAN, Yavuz : Hukuk Felsefesi Dersleri, A.Ü. H.F. Yayınlan, Ankara 1954

AKARSU, Bedia : Immanuel Kant’ın Ahlak Felsefesi (Ödev Ahlakı), İ.Ü. Ed. Fak. Yayınlan, İstanbul 1979

ARSAL, S. Maksudi : Hukuk Felsefesi Tarihi, İ.Ü. H.F. Talebe Cemiyeti Yayınlan, İstanbul 1945

ASTER, Emest Von : Hukuk Felsefesi Dersleri, (Çev. O. Münir Çağıl), İstanbul 1943

ASTER, Ernest Von : Kant’ın Ahlakı, 1941-42 Yılı Üniversite Konferanslarından Ayn Bası, İstanbul 1942

ÇAĞIL, O. Münir : Filozof İmmanuel Kant’m Sisteminde Ahlak ve Hukukun Felsefi Esasian, İ.Ü. H.F. Mecmuasının C.XIII, S.3, Yıl 1947 Nüshasından Ayn Bası, İstanbul 1947

GÜRİZ, Adnan : Hukuk Felsefesi, Ankara 1992

HEİMSOETH, Heinz : İmmanuel Kant’ın Felsefesi, (Çev. T. Mengüşoğlu) İstanbul 1967

İZVEREN, Adil: Hukuk Felsefesi, Ankara 1994

KANT, immanuel : Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, (Çev. İoanna Kuçuradi) Hacettepe Üniversitesi Yayınlan, Ankara 1982

KANT, İmmanuel : Etik Üzerine Dersler I, (Çev. Oğuz Özügül) İstanbul 1994

KANT, Immanuel : Seçilmiş Yazılar, (Çev. Nejat Bozkurt) istanbul 1984

ÖKTEM, Niyazi : Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi, İstanbul 1988

VECCHIO, Giorgio Del : Hukuk Felsefesi Dersleri, (Çev. Sahir Erman) İstanbul 1952

Hâk.Bnb.Yunus YILMAZ, AYİM 3.Daire Raportörü, 25 NUMARALI DERGİ

 

posted in AHLAK | 0 Comments

10th Mart 2013

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Bir Bütün Olarak İnsan Gerçeği Açısından ‘Kant Ahlakı’nın Pratik Değeri

Dr. Tarık Ş. Nişancı

Siyaset Bilimci

Yaşanan hayatın her diliminde ve her mevkiinde geleneğe, kanuna uygun olduğu halde, bireysel vicdana uymayan, dolayısıyla, yapılmaması gereken işler ve haller çok fazladır; suç teşkil etmediği, gelenek kötülemediği halde bir takım isteklerden, avantajlardan vazgeçmek sadece bireyin şahsi iradesine kalmaktadır. Ahlakın yüce bir değer olması, kişinin toplumla ve yasayla değil, sadece kendisiyle yüzleşmesinden kaynaklanmaktadır. Ahlak mefhumu sadece bir fikirden, özlemden ibaret kaldığında pek bir anlam ifade etmeyeceğine göre, ahlakın pratik değerinin hangi şartlara tabi olduğu, birinci derecede önem arz eder. Çalışma, gayet geniş bir sahayı ilgilendiren ahlak kavramının çeşitli yönlerine temas etmekle birlikte, bu yönde bir çözüm arayışına matuf olarak kaleme alınmış bulunmaktadır.

Böyle bir maksat için elverişli bir mukayese ve değerlendirme imkanlarını ararken Kant Ahlakı’nın cazibesine kapılmamak, çok kere insanın elinde olamıyor. Etik meselelerinde, bu konudaki ciddi tartışmalarda kendisine atıf yapılan bir-iki ismin arasında mutlaka Kant geçer. Gördüğü ilgiye bakılırsa, insanın şöyle düşünesi gelmekte: Kant, yazılarına, herkesin özel bir ilgiyle izlemesi için farklı büyüler serpiştirerek herkesi bir şekilde kendisiyle meşgul ettirecek bir çekim alanı oluşturmayı istemiş olmalıdır. Neredeyse, bütün Batı düşüncesini damıtarak büyük bir maharetle iki ana kola ayıran filozof Kant, zekasını daha büyük bir istekle, tutarlı bir ahlak sisteminin inşası için kullanmaya yöneltmiş, geliştirdiği ahlak düşüncesi kısa sürede bütün dünyanın ilgisine mazhar olmuştur. Kant ahlakı ne ölçüde yeterlidir? Sözkonusu ahlak kavrayışı, yaşadığımız kültürle, bağlı bulunduğumuz inanç sistemiyle hangi buluşma noktaları içermektedir? Oldukça soyut ahlak gibi bir konuda kısa sayılabilecek bu değerlendirme, yeni bir takım sorular uyandırabilirse, kendimizi maksadımıza ulaşmış kabul edeceğiz.

Hangi sınırlar içinde ahlak meselesini ele alacağımızı bir miktar daha billurlaştırmamız gerekirse; bu çalışma, yalan söyleme, açık haksızlık yapma, ahdini yerine getirmeme, namuslu olmama gibi ilk akla gelen ahlaksızlık kategorileri üzerinde bazı mülahazalar sunma amacını gütmemektedir. Sözkonusu olumsuz fiillerin bazıları kanuni düzenlemeler, diğer bazıları da kınama, toplumdan tecrit gibi manevi müeyyidelere tabidir. Kısaca, bu yazı ahlak probleminin kaba şekillerini konu almamaktadır. Hedef; çeşitli kılıflar, profesyonel gizlenmeler, abartılar, yanıltmalar, özel avantajlar sağlayan tutumlar ilh. şeklinde ortaya çıkan ahlak problemlerini ihmal etmeyecek, mümkün mertebe tutarlı bir “ahlak teorisi”ne ulaşmak olacaktır.

Herkesin ahlak konusunda garip, ipe sapa gelmez özel tasavvurlara sahip olduğu günümüzde, asıl gözden kaçan hususlara mercek tutulması, hatta bundan daha çok, tutarlı bir ahlaki bütünlüğe ulaşılması özellikle bu meseleye kafa yoranların önünde bir mecburiyet gibi duruyor.

Geniş bir açıdan bakınca her yaşta, her cinste, her meslek ve her mevki (statü)de ahlaki bir problem görmek mümkündür; çoğunluğun düşündüğünün aksine, statü yükseldikçe ahlaki sorun ortadan kalkmaz. Her nedense, günümüzde, açıktan kirli-karanlık işlere bulaşmamışsa; bir mühendisin, bir doktorun, bir öğretim elemanının hatta bir bakanın, başbakanın -hele bir de “halim selim tabiata sahip”se- ahlaki tutumunun zayıf olabileceği çoğunlukla düşünülmemektedir. Hatta onların ahlaklılıkları yüzünden o makamları doldurduğu sanılmaktadır. Böyle bir anlayışın yaygın olduğu bir yerde; ünvanını tercüme bir kitapla kazanan ve ömrünün sonuna kadar bir telif eser veremeyen bir profesörün; özel muayenesine gelsin diye hastasına gülücükler dağıtan bir doktorun; bütün kadroları liyakatli-liyakatsiz hemşehrileriyle kapatan bir bakanın; yakın bir seçim öncesi asfalt yapıyorum diye yollara katran bulaştıran bir başbakanın derin bir ahlaki sorun içinde olduğuna hükmetmeniz “felsefe yapmak” olarak algılanacaktır. Felsefe yapmak, yani ilgisizliklerin peşinde koşmak… Bu damgayı üstünüzde taşıdığınız için huzurunuz kaçmasa bile, artık gündelik hayatın her köşesine sinmiş ahlaki problemlere dikkat çekmeniz alaka uyandırmaz.

Ve hayat devam eder. Her yerde “yüzde yüz”den mamul yaftalı ürünler çoğalırken, kalite sürekli olarak düşer. Ekonomik darlığın etkilemediği sektör patronları birer ikişer işçilerine yol verir. Çok satan bir kitabın korsan baskıları işportada sürüm bulur ya da telif ücreti ödememek için yayıncı kuruluş ağır bir nostaljiye tutulmuş gibi sürekli aynı baskıyı yapar. Çatı katına taşınması güç gelen kitaplar, yandaki fakir babanın “zeki” oğluna “hediye” edilir. Kısa süre içinde zenginleşen bir tanıdığa, birden bire, geçikmiş hal hatır sormaların kefareti ödenir.

Kısacası, ahlak problemi bazen, ağır defolu bir malın herkesçe görüleceği kadar apaçık; bazen de sonu 99’larla etiketlenmiş bir malı, fiyatı küsuratsız olan mala tercih ettirecek kadar profesyonel yöntemler arkasında gizlenmiş bir şekilde ortaya çıkar.

 

Akıl-Ahlak İlişkisi: Bir Gereklilik mi, Bir Arayış mı?

Her kültür, her toplum formu, şimdi veya tarihi geçmişte ahlaki karakterli bir takım inanışlarla derinden belirlenmiştir. Büyük dinler, bütün dünya görüşleri, hukuk düzenleri insanların neyi yapması gerektiği veya yapmak zorunda oldukları ve neyi yapmaya izinli oldukları konusunda bir takım inanışlarla doludur. Emredici ve yasaklayıcı kurallar manzumesi incelendiğinde, bunlardaki yapılıp yapılmama ölçüsünün sadece işe yarama (yararlılık) kaynağı ile sınırlı olmadığı kolayca görülebilir. Herkes, çok özel bir gayret sarf etmesine gerek olmadan eylemlerinde rasyonellikten (sonuç verici) daha başka bir özellik taşımasına az-çok önem verir ki, bu, herkesin yekdiğerinden beklediği samimiyet, güven, dürüstlük, nesafet gibi değerlerin kendisinden fışkırdığı ahlak duygusudur. Bütünüyle yitirilmemiş ise, vicdanın sesi denilen ruhta özel tarzda olup biten o şeyin yardımıyla, çatışan istekler dünyasında yolumuzu bulmaya çalışırız.

Ahlak, tercih yapma kabiliyetinde ve mecburiyetinde olan insanlar içindir. Akıllı bir varlık olan insan için tercih yapmak kaçınılmazdır. Bu bakımdan, melekler ve hayvanlar için bir ahlak problemi yoktur. Biyolojik açıdan hayvanlar ve bitkilerle, ruh ve irade sahibi olmak cihetiyle de meleklerle ortak özellikler taşıyan insan, akıl gibi ilginç bir hasse sahibidir. Çünkü, ne hayvanların ne de meleklerin tercih yapma kabiliyetleri/hürriyetleri vardır; hayvanlar kaba içgüdülere sahip olmalarına rağmen bunu fark edecek bir akla, melekler ise ruha sahip olmalarına rağmen, üzerinde tercih yapabilecekleri meyillere sahip değillerdir.

Demek oluyor ki, pek çok alternatif arasından şunu ya da bunu seçmek; bazen de yapmamak (yasak) fikri üzerine düşünen, ölçüler arayan ve tayin eden yegane yaratılmış, insandır. Akıl insanın önüne çeşitli alternatifler sunmaktadır; seçim yapma (özgürlük bilinci) sadece insanda vardır. Akıllı varlıklar, hayvanlar gibi dış etkilere karşı edilgen kalsalardı, ahlakça kötü olan eylemlerin sonuçları kendilerine ait olmazdı. Özgürlük, eylemin sorumluluğunu yüklenmek içindir; değilse, “kayıtsız şartsız bir özgürlük” istemek, “akılsız hayvan” olmayı istemek demektir.

Ahlak, Arapça “hulk” (yaratma) fiilinin çoğul halidir. Yaratılışı gereği, insan ve ahlak arasında bir yabancılık yoktur. Çoğunlukla yanlış mana verildiği gibi ahlak (yaratılışa uygunluk), gücü ve arzuları ölçüsünde bir yaşamı değil, tam tersine, arzu ve bir fiil gücüne rağmen bilinçli bir şekilde bir şeyi yapmamak iradesini anlatan bir kavramdır. Başkasıyla -insandan fiziki çevreye kadar- ilişkide verilen mücadele ve kavgada ya yenik düşmenin acısıyla ya galip gelmenin kısa süren sarhoşluğu ile ya da çok daha farklı bir nedenle, insan kendi sınırlarını anlama noktasına ulaşır; giderek kişilerden bağımsız nitelikteki kurallara bağlanma ihtiyacı doğar ki, bu, çeşitli ahlak ve hukukun telakkilerinin menşeini teşkil eder.

Çoğunlukla her insanın, ilk defa olarak kişiliğin oluştuğu gençlik yıllarında birden bire duraklayıp kendi kendisine şöyle sorması hiç de şaşırtıcı değildir: Bütün bu olanların hepsi aslında nedir? Kendisine iyi denilen şey, iyi olmayı neden hak etmektedir ve bizden hangi hakka dayanılarak kendisine uymamız istenilmektedir; aynı şekilde biz, hem kendimizden hem de başkalarından bir şeyin yapılmasını hangi gerekçeyle ve hakla talep etmekteyiz ve de edebiliriz? Böyle düşünüp duran bir kimse (etik felsefesine) ilk adımı atmış demektir. Yalnız, bazılarının ileri sürdüğü gibi, ahlakı ilk bulanlar filozoflar değildir. Çünkü daha felsefe yokken ahlak vardı. İnsanoğlu dünyaya gönderilişinden beri haklı ve haksız olanın ne olduğunu, yasaklamaların hangi hakka dayandığı fikrini içinde taşımıştır. “Etik” (ahlak felsefesi) ahlak üzerinde düşünmek demektir ki, bu teemmül çok sonralarıdır.1

Tarih boyunca insan, “olan”la yetinmemiş; doğru-yanlış, iyi-kötü gibi “olması gereken” değer yargılarını daima içinde taşımıştır. O insan ki, hayvanlarda olmayan, derinden derine içinde yankılanan vicdanının sesine büsbütün kayıtsız kalamamıştır. Kim ve hangi makamda olursa olsun herkes yaptığı hareketlerin -hiç olmazsa kendi ölçüleri içinde- haklı bir sebebe dayandığını bir yandan kendi içinde yaşamak ister; diğer yandan, dış dünyada haklı olduğu fikrini uyandırmaya çalışır. Hemen her insan kendi “ben”inin iktidarını olabildiğince genişletme davasında huzursuz bir şekilde didinirken, haklılık, nesafet, adalet gibi ahlaki değerlere dayanma gayretkeşliğinden de geri durmaz. Bu anlamda insan hiç bir zaman tarafsız değildir. Dolayısıyla o, ya hakikaten veya sahte olarak ahlaklıdır.

Tarihin her döneminde çeşitli şekillerde hareket edilmiştir. Fakat her zaman, adalet, eşitlik, doğruluk, hürriyet göze çarpar bir şekilde söz konusu edilmiştir. Bilgelerle, kahramanlar tarafından samimiyetle ve hakikat adına; siyasiler ve demagoglar tarafından riyakarlıkla ve menfaat adına. “Çar tahtında cellat” olarak adlandırılan Korkunç İvan bile, haksız yere ölüme mahkum ettiği dört yüz asilzadeyi idam ettirmeden önce bu kararının haklı olduğunu teyid ettirmeye çalışmıştı. Şahsi veya demagojik nedenlerle yapmış olabilir, fakat neticede ahlak mahkemesinden kaçamamıştır. Sahte ahlak olarak riyakarlık, hakiki ahlakın kıymetinden bahseder, tıpkı sahte paranın, muvakkaten de olsa, değerini hakiki paranın mevcudiyetine borçlu olduğu gibi. İki yüzlülük, herkesin herkesten ahlaki bir davranış beklediğine en ilginç bir delildir.2

 

Dünden Bugüne Muhtasar Batı Ahlak Tarihi

Ahlak kavramı çok geniş bir alanı kapsamaktadır. Ahlak tarihi boyunca pek çok ahlak anlayışı bir biriyle çarpışmıştır. Çağlar boyu geliştirilen felsefi ahlak düşüncesini ana hatlarıyla ortaya koymak üzere, geleneğe uyarak başlangıç noktasını ilkçağdan başlatmak gerekirse, ilk çağ ahlakının -Sokrates, Stoacılar vs.- bu çerçevede ana sorusu; “benden istenilen nedir?” değil de, “mutlu olmam için ne yapmalıyım?”dır.3

Bütün antik çağ ahlakı eudaimonist (insan eylemlerinin son amacını mutluluk gören anlayış)tır. Bunu Demokritos’a kadar götürmek mümkündür. 18. yüzyıl aydınlanmasında da aynı karakteri bulmak mümkündür. Stoa felsefesinde mutluluk erdemle özdeştir. Demokritos, sadece eylemlerimizin değil, taleplerimizin de eğriliklerden sıyrılmış olmasını ister. Ona göre, insan, zorlanarak değil kendi düşünüşü ile doğruyu yapmalıdır. İnsan başkalarından çok kendinden utanmalıdır. Sadece doğruluk bilinci ruh dinginliğini sağlar. Bunun için de Demokritos üç yol gösterir: Doğru düşünme, doğru konuşma, doğru eyleme. Bütün yanılmaların sebebi bilgisizliktir, daha iyinin bilinmemesidir. Ruhu huzura kavuşturan ancak bilgeliktir. Sofistlerin bilgi anlayışı her bakımdan bireyi göreceliliğe götürmüştü.

Bunların aksine Sokrates, herkes için geçerli olabilecek olan hakikati aramaya koyulmuştur. Sokrates, erdem ile bilginin eşit olduğu görüşündedir. Ancak kendisini bilgili sanmak da kuruntudan başka bir şey değildir. Sokrates’e göre her erdem bir bilgidir. İyi ile doğrunun ne olduğunu bilen kimse erdemlidir, adildir, şecaatlidir. Sokrates’e göre iyinin ve kötünün son yargıcı olarak bir “özne” kavramının ortaya çıkmasının felsefi kaynağı olarak görülebilir. Düşünür, kendi içinde adeta ilahi kaynaklı bir sesin varlığına inanmış ve her zaman emirlerine uyduğu bu sese daimonion (vicdan) adını vermiştir. Ona göre, Ahlaki hayat, maliyeti ne kadar yüksek olursa olsun bu sesin peşinde gitmekle mümkün olabilir.4

Sokrates’le aynı dönemde Roma’da güçlü bir ahlaki ses yükselmiştir. Köleliğin en köklü kurumlardan birini oluşturduğu onlara her türlü hakaretin yapıldığı bir dönemde insan eşitliğine önem veren bir ses yükselmiştir. Bu ses: “Kendinden üstün olan sana nasıl davranmasını istiyorsan sen de kölelere öyle davran”, “evet bazıları köledirler ama hepimiz de kaderin elinde zavallı köleler değil miyiz” diyen Senaca’ dan başkasına ait değildi. O, insan değeri konusunda enteresan bir kriter bulduğunu söylüyor ve ekliyordu: “Ben köle-efendi ayırımı yapmaksızın her bir insanın değerini, görevine değil ahlakına göre vereceğim.5 Çünkü insan kendi ahlakını kendisi oluşturur; ama görevini ona rastlantılar yükler. Köledir diye insanları hor göremeyiz, baksanıza, kendisini özgür sananlara, kimi tamahın, kimi şöhretin, her kes umudun, her kes korkunun kölesidir.

Ahlak vurgusunun kesin bir şekilde ortaya atılması Hıristiyanlıkla beraberdir. Çağlar sonra, batıda faydacılık akımı yeşererek Hıristiyanlığın düşkünlerden yana olunması akidesine son darbeyi vurmuştur. Bu akımın önde gelen temsilcilerinden biri olan Benthama göre, tüm canlılar hazza yönelir. Haz elde etmek için çabalarlar. Doğaları gereği acıdan kaçınır haz isterler. İnsan eylemleri de bunun dışında değildir. Bu dünyanın hazlarından yüz çeviren insanlar bile öbür dünyada mutluluğa erişmek istediklerinden, onlarda nihai olarak hazzı aramaktadırlar. Bentham çok az insanın çileci (asket) tip olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Ama her haz, arkasından acı getirmez. Bu olgu bir ahlak bilimini zorunlu ve yararlı kılar. Akıllı insan ancak daha büyük bir haz için daha küçük hazlardan vazgeçer. Yani haz ile ondan veya ona bağlı olarak doğabilecek elemleri karşılaştırarak hareket etmek durumundadır insan. Ancak bunun muhasebesini yapan insan, yani bu konuda bile rasyonel bir karşılaştırma yapan insan erdemli (ahlaklı)dır.6 Bu ölçü insanı ve onun davranışlarını yargılamak bakımından da bir ölçü olacaktır. Şu halde kötü insanlar yoktur, kötü hesap eden insanlar vardır. Bu insanlarda mutluluğu isterler ama yanlış hesap yaparlar.

Bundan şu sonuç çıkar; toplam/nihai olarak haz veren şey erdemli bir eylemdir, bunu yapan da erdemlidir. İnsan bir toplum içinde yaşadığına göre onun her eylemi, “olabildiğince çok sayıda insanın olabildiğince mutlu edecek bir eylem” olmalıdır. Kısaca ahlaklı insan, kendi iyiliği isteyecektir, ama bunu “çok sayıda insanın çok sayıda mutluluğunu” istemeden gerçekleştiremeyeceğini bilecektir.

19. yüzyıldan günümüze kadar ise Batıda ahlakın ölçüsünün ne olduğu konusunda, rasyonalist, deneyci, sosyolojist ahlak anlayışları olarak üç yaygın kategori belirlenebilir. Rasyonalist ahlakçı filozoflara nazaran ahlak bilgiye eşittir. “İyilik” bilgisine sahip olan bir kimsenin zorunlu olarak sahibini doğru hareket etmeye sevk edeceğini ileri süren Sokrates’in ve ansiklopedist aydınların izinden giden rasyonalist ahlakçılar, selefleri gibi insanı ahlaklı kılmak için doğrunun öğrenilmesini kafi görüyorlardı. Deneyci ahlakçılar ise ahlaki olgunun deneyle ortaya çıkarılabileceği düşüncesine sahiptirler. Emile Durkheim’la başlayan “sosyolojizm” (birey, toplumda ortaya çıkan davranış kurallarıyla kaynaşmalı, toplum içinde kendisini eritmeli) akımının ahlaki yaklaşımı ise, bir tür dayanışma ahlakıdır. F. Ruhl’un kurduğu “namuslu adam” ahlakı da sosyolojist ahlakın, akılcı istikamette geliştirilmesinden ibarettir. “Namuslu adam vazifesinin gereği üzerinde düşünüp taşınmadan önce, harekete geçer ve işini yapar.”7 Türk düşünürlerinden Z. Gökalp’in “gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” sözü böyle bir düşüncenin etkisi altında geliştirilmiştir.

Eleştirel bakışı da eski çağlardan bu yana tarihsel çizgi içinde yürütecek olursak, Sokates’in iki bin yıldan daha çok bir zaman önce “bilme”ye yaptığı vurgu, tek başına büyük bir hadisedir; ama bilgi ile doğru fiil arasında birebir ilişki kurması doğrusu hiç de gerçekçi değildir. Böyle olsaydı, bütün kötülükler sadece bilgisizlerin işi olabilirdi, bilgeler yaptıklarından hiç bir zaman pişmanlık duymazlardı. Bilme ve amel arasında bir mesafe olgusu az çok herkesin kendi iç dünyasında yaşadığı bir tenakuzla kolayca anlaşılabilir.

Benthamcı “yararcılık”ın da sağlam bir ahlak sistemine kaynaklık edemeyeceği ortadadır. Herkesin kendi hazzı peşinde koşması, bunda da haklı sayılabileceği bir durum, şiddeti ve zulmü meşrulaştırmaz mı? Rekabetin yenik tarafı olmamak kaygısı ebedi düşmanlıkları körüklemez mi? Hazzı esas alan ahlak görüşünü gerçekten insanlar benimseyecek olsa, yaşamak için yaşatmamak hayatın en soğuk ama en büyük düsturu haline gelmez mi? Bir medeniyet olarak Batı’yı ve Doğu’yu ayıran en önemli fark, tam da bu sorularla belirlenebilir. Hayatı zevk ve eğlencenin aracına dönüştürme; zorunlu olarak acımasız bir mücadele fikrine varmaktadır: Yunan destanları baştan başa birer cinayet salnamesidir. Asırlar sonra Batı’nın kıvrak zekalarından Goethe bile “ya örs olacaksın ya çekiç” demekte bir beis görmeyecektir. Doğu, Sadi’den Said’e kadar aksi bir kanaati dile getirmektedir: “Dünyanın bütün insanları için bile tek bir insanın hakkı ihlal edilemez.”

Aynı şekilde, empirist ve sosyolojist ahlak görüşleri güçlü bir takım tenkitlerin altında ezilecek kadar zayıf yanlar içermektedir. Birincilerinde, ahlakın bir deney gerçeği değil, bir değer gerçeği olduğunu, ikincilerinde ise insanların iyilikte olduğu kadar kötülükte de dayanışma yapabileceği unutulmuş gözükmektedir. “Vazife ahlakı” insanı robotlaştırabilir, duygusuz, değer yargıları yitmiş bir “görev canavarı”na dönüştürebilir. Gerçekten mesleğiniz cellatlık ise, göreviniz bütün yabancıları fişlemek, çeşitli adlar takılarak önünüze dizilen unsurları kurşuna dizmek ise böyle bir adanmışlıkla ahlaklı kalmanız zor değil, imkansızdır.

Bireyin dünya görüşü içinde ele alınan etik değerlendirme, rasyonel ve bilinçli şekilde gerçekleşmesi arzulanan “olması gereken” davranışı ifade eder. Bu davranış, bireyin içindeki bir makam tarafından konulmuş bir kurala dayandığından, şartsız ve kategoriktir. Dilimizdeki “çifte standart” terkibi ile anlatılan tutumlar, bu anlamdaki davranışın tam negatif kutbunda yer alır.8 “Olması gereken”in buyruk mahiyeti, bunu koyan ve uygulayan failleri ilgilendirir. Ahlaksal olan, yaşama geçirilmedikçe bir spekülasyon ve fantezi olarak kalır. İsteyerek yapılan her harekette ahlakilik damgası vardır. Doğrusu, ahlaklılık, özde iyi olan şeyi yapmakla başlar, bu anlamda denilebilir ki, “hareket” iyiliktir. Demek ki, insanın istemesi, hem hareketi hem de düşünceyi tayin ettiği için irade (isteme), ruhsal ve ahlaksal hayatın ortak kaynağı olarak kabul edilebilir.

 

Kant Ahlakının Teorik Temelleri

Kant’ın ahlak anlayışı, her yerde ve her zaman neyi yapmamız gerektiğini değil, neyi istememiz gerektiğini içerir. Bilinçsiz bir “yapma”nın karşısında, “isteme” bir bilinç ve irade işidir. Kendisi dışındaki tüm varlıkların adeta otomatiğe dayalı davranışları karşısında, potansiyel olarak onu değil de bunu yapabilme kabiliyeti, yani özgürlüğü, insanı diğer varlıklardan üstün kılan yegane bir özelliktir. Buna göre ahlak, özgürlüğün zorunlu bir fonksiyonudur;9 yani davranışın ahlaksal olarak eşsiz kıymeti, eğilimden dolayı değil, iradi bir iyilik yapıldığında ortaya çıkar.10 Özgürlük prensibi, insanın her türlü dış etki ve güçten bağımsız olarak kendi kendine empoze ettiği bir yasayı ifade eder. Yani, ahlak yasası bakımından insan, hem yasa koyucu, hem yasa yapıcı hem de teba durumunda olduğu için, kendisinden başka bir varlığa itaat etmemiş olur. Bu sonuca ancak, “mükellefiyet ahlakı” ile varılır.11 Mükellefiyetten dolayı yapılan bir eylem, ahlaksal değerini, onunla ulaşılacak amaçta değil, onu yapmaya zorlayan düsturda (maksim) bulur.12 Diğer bir deyişle, eylemi anlamlı kılan, onun temelinde yatan “isteme”nin, herhangi bir içerik tarafından değil, ahlak yasası tarafından belirlenmiş olmasıdır. Bir eylemin değeri, özünde iyi olan niyete bağlıdır.

Kant’ın sisteminde, ahlaki (noumenel) alan ve olgusal (phoenomel) alan ikiliği önemli bir yer tutar. O, evreni ikiye ayırdığı gibi aklı da aynı şekilde, “nomenel akıl” ve “fenomenel akıl” olarak iki şubeye ayırarak anlamaya çalışmıştır. Ahlaki alan, asli olması dolayısıyla fenomenel alandan daha üstündür. Her iki alan aklın iki ayrı şubesi tarafından anlaşılabilir. Buna göre, aklın bir şubesi olan fenomenel akıl, ancak tecrübe eder ve bu alemin kanunlarını keşfeder. Bu akılla, gözlemlenebilir alemin ötesini, yani metafizik alemi kavramak mümkün değildir. O halde aklın bu şubesi, insana sadece fizik aleminin açıklanmasında, diğer bir ifade ile bilimsel konularda ölçüleri keşfederek rehberlik edebilir. Her türlü bilimsel/teknolojik gelişme aklın bu şubesinin çabasıyla mümkün olabilmiştir. Aklın bu şubesi görünen kevni alemin bütün kanunlarını bulabilme potansiyeline sahiptir. Ancak, ahlak yasalarının açıklanmasında bu akıl (fenomenel akıl) ve onun ölçüleri çok aldatıcı bir ölçüdür. Zira, eğer ahlak yasası tecrübi unsurdan ibaret olsaydı, o zaman ahlakın deneyselliğe tabi olması sözkonusu olurdu ki, bu; ahlakın, maddenin üstünde olduğu düşüncesini geçersiz kılardı.13

Dış dünyayı inceleyerek ve gözlem yaparak elde edilen sonuçların, ahlak kurallar için bir emsal teşkil etmesi düşünülemez. Zamanına kadar, genellikle bir duygu sorunu olarak ele alınmış bulunan ahlak görüşlerini reddederek, ahlakı, aklın (hem de bilimsel keşifler yapan akıldan daha üstteki bir akıl) bir çabasına dahil eden Kant, bununla en başta mutlulukçu anlayışlarını temelinden sarsarak, ahlakta yeni bir dönem başlatmıştır. Kant’ın ahlak anlayışı şu tarz telakkilerin daima karşısındadır: Alçak gönüllü olmalıyız, zira ancak bu şekilde dostlarımız olabilir. Dostlarımız olmalı, zira sadık dost insan için en büyük yarardır. Toplum işlerine karışmalıyız, zira bütünün iyiliği tek tek bireylere de iyilik getirir. Yalan söylememeliyiz; zira, bize kimse güvenmediği için, işimizi ve ticari kredimizi kaybederiz. Kant bu şekilde yararcı ahlaka karşı mücadele bayrağı açar. Ona göre bir davranış kalıbı sadece ve sadece özünde iyi olduğu, insana yaraştığı için yapılmalı ya da yapılmamalıdır; tam bir tutarlılık için ilkelere hiç bir şekilde istisna tanınmamalıdır. Öyle ki, bir adam telaşla önündeki ilk eve sığınsa, ardından silahlı başka bir adam ev sahibine bu adamı görüp görmediğini sorsa, ahlaklılığın bir gereği olarak kendisinden bir cevap beklenen adam, arananın kendi evine sığındığını söylemelidir.

Kant, aklımızın bir yönünü çalıştırarak maddi alemdeki evrensel kanunları bulabileceğimizi, diğer yandan da deney ya da gözlem yapmadan (a prirorik olarak)*, tümüyle aklımızı işleterek manevi hayatımız için tıpkı maddi alemin kanunları (adetullah) gibi kesin ve evrensel kanunlar keşfedip bunları manevi hayatımız için düstur yapmamızı istemektedir. Suyun yukarıdan aşağı doğru akması, bırakılan bir cismin düşmesi, gece ve gündüzün peş peşe gelmesi evrenseldir; insandan gayri canlı varlıkların davranış şekilleri de önceden belirlenmiştir. Onlar, seçim sahibi değildirler; mecburdurlar. Kant’a göre hür insan, aklıyla, doğru hareket tarzlarını bulup, bunlara mutlak anlamda bağlanmalıdır. Böylece dış dünyada zorunluluktan kaynaklanan belirlilikler (kanunlar) şeklinde görünen ahenge iç dünyasında kesin kurallar keşfedip uymasıyla katılmalıdır insan. Anlaşıldığı gibi onun ahlak telakkisi kanun şeklinde bir kesinlik ve süreklilik düşüncesine dayanmaktadır.

Bu bilgiler ışığında Kant’ın uyulmasını istediği “ahlak” düşüncesini, “bilerek isteyerek yani taammüden bir gayeyi gerçekleştirme amacına yönelik yarar-amaçlı olmayan bir fazilet arayışı” olarak tanımlamak mümkündür. Harici bir zorunluluktan ya da yaratılıştan gelen bir eğilimden dolayı belli bir sonuç elde edenlerin davranışlarına “ahlakilik payesi” vermek gerekirdi. Bu ahlaki ölçüler içinde, filozof Kant için, mesela bir mide hastasının “az yemesi” -az yemek iyi olduğu halde- ahlaki bir davranış olmadığı gibi, yaratılıştan zeki bir öğrencinin hiç çaba sarf etmeden ulaştığı başarının, halim-selim tabiatlı bir insanın sabırlı ve huzurlu görünüşünün aynı şekilde övgüye değer (yüksek) bir ahlaki kıymeti yoktur.

Öte yandan, ileri sürülen mantık gereği, istenen sonucun alınamaması, teşebbüsün akim kalması bir fiilin ahlaki değerini eksiltmez. Önemli olan, şimdi veya gelecek adına hiç bir menfaat gütmeden bir feragatin tezahürüdür. Şayet böyle olmasaydı, bir nehrin azgın selleri arasındaki bir çocuğu kurtarma teşebbüsü akim kalan bir insanın girişiminin, istenen sonuç elde edilmedi diye, değersizliğine hükmetmek gerekirdi. Bundan başka, sadece başarılı-yararlı sonuçlara ahlakilik hakkı tanınırsa, hayatlarını büyük davalara vakfeden, rahat yüzü görmeyen; üstüne üstlük, çoğunlukla hedeflediği semereleri ömründe göremeyen büyük şahsiyetlerin davranışlarına ne ad verilecekti? İnsan şu dünya ile mukayyet, nisbi ve mahdut olmayan bir yanı vardır ya da devamlı hayranı olduğumuz bu büyük şahsiyetler birer beceriksizlik örneğidirler. İkinci faraziyeyi kabul edince, her şey çöker.

Günümüz ahlak (etik) tartışmalarını derinden etkileyen bir ahlak anlayışıdır bu. Aydınlanma filozofu Kant’ın ahlak anlayışı öylesine bir rağbete mazhar olmuştur ki, Kant için ahlakın Newton’u yakıştırması yapılmıştır. Bu iddia sahiplerine göre; maddi dünyanın kanunlarının keşfedebileceğini gösteren Newton ise manevi dünyanın kesin ahlak kanunlarının akıl tarafından bilinebileceğine işaret eden de Kant’tır. Şu farkla ki, onun üzerine aldığı iş Newton’unkinden daha zorludur. Newton’un peşinde koştuğu bilimsel nitelikteki önermeler, olgusal içerikli, yani sentetik önermelerdir. Sentetik önermeler seçilen bir paradigma ya da paradigmalar ışığında incelenen olgulara ilişkin önermelerdir. Bunlar, gözlem ve deney yoluyla test edilebilir, daha yerinde bir tanımlama ile doğrulanabilir ve/veya yanlışlaşabilirler. Sentetik önermeleri bilimsel bilgi durumuna getiren, onların doğrulanma/yanlışlanma potansiyelidir. Oysa, Kant’ın keşfetmeğe çalıştığı ahlaksal ilkeler (kanunlar), hiç bir zaman yanlışlanamazlar.

Ahlaksal emirlere, sentetik a priorik yargılar sonucu ulaşılabilir. Sentetik önermelerde bulunan akıl sadece tespit eder, insanı herhangi bir davranışla yükümlü kılmaz; nomenel akıl ise kesin davranış kalıplarını keşfederek ilkeler ortaya koyar. “Ahlak yasası, gerçekte özgürlük aracılığı ile nedenselliğin yasasıdır, dolayısıyla metafizik bir dünyanın imkanının yasalarıdır”. Bu yasa, “herkese, hem de tam olarak kendi kendine uymayı buyurur…[çünkü] ahlaklılığın kesin buyruğunu yerine getirmek her zaman herkesin elindedir.”14 Görüldüğü gibi Kant’ta ahlak, bir buyruk (olması gereken) mahiyetindedir.

İnsanın amacını, toplum makinesinin kusursuz işleyen bir çarkı olma keyfiyetiyle açıklayan Aristocu gelenek karşısında Kantçı ahlak (erdem), bireyin kendi iç tutarlılığı ile, onun bir toplum üyesi olması çelişkisinde -bu günkü dilde ifade edecek olursak, ahlak ile politika arasındaki çelişki- ahlakın yanında yer alma iradesidir. Kant, iyi vatandaştan ziyade, iyi insanın yanındadır. Bu meyanda o, “şeytanlardan oluşan halk sadece akıllarının olması halinde bile devlet kurma işini başarı ile çözebilir.”15 şeklinde dramatize bir ifade ile her türlü ahlaki davranışı yüceltmektedir. En özlü ifadesi ile ahlaksallık, her türlü düzlemde bencilliğin dışlandığı bir erdemdir. “Öyle davran ki, bu davranışın evrensel bir kural haline dönüştürülebilsin” temel bir düsturdur. Genel olarak olumlu ve olumsuz eylemler olarak iki kategoriye ayrılan insan eylemlerini yukarıdaki ahlak düsturu açısından değerlendirmek gerekirse; olumlu eylemlerde “ahlakilik”, “kendin için istediğin bir şeyi her kes için genelleştirmeye razı mısın?” Dahası buna kaynakların ve imkanların sınırlı olduğu bir dünyada imkan var mıdır? soruları ile mihenge vurulabilir. Diğer bir deyişle, herkes senin gibi yaptığı, konuştuğu, tükettiği, kullandığı, harcadığı vs. zaman hiç bir şekilde bir dengesizlik, düzensizlik meydana gelmiyorsa ancak bu takdirde yapılacak şey ahlakidir. Buna göre mesela, on kişinin katıldığı süresi önceden yarım saat olarak belirlenmiş bir toplantıda, aynı konumdaki üyelerden bir tekinin yirmi dakika konuşması ahlaki değildir. Yirmi milyonluk bir metropolde şebeke suyu kullanarak bir apartmana kocaman bir havuz inşa etmek de böyledir.

Olumsuz eylemler içinse ahlakilik, “başkasından yapmasını istemediğin bir şeyi kendine tatbik etmeye hazır mısın?” sorusuyla sınanabilir. “Alice”-”kraliçe” arasında geçen aşağıdaki diyalogda “alice”in kraliçeye verdiği cevap tam bir ahlak dersi içermektedir:

Alice, “lütfen bana söyler misin” diyerek başladığı sözünü bitirmesine fırsat vermeden kraliçe, Alice’i sert bir şekilde uyardı:

— Patavatsız şey, sen yanlış birileri seninle konuştuğu vakit konuş.

Küçük bir söz düellosuna hazır olan Alice’in cevabı ise her zamanki gibi zeka yüklüydü:

— Fakat her kes bu kurala uysaydı, yani herkes konuşmak için başka birisinin kendisiyle konuşmasını bekleyecek olsaydı, hiç kimse konuşma hakkına sahip olamayacaktı.

Birey için geçerli ahlaki ilkeler toplumlar ve devletler için istisna teşkil etmemektedir. Kant, sistemini, daha büyük organizasyonları ihmal etmeden, birbirine bağlı genel ilkeler çıkararak ortaya koymaktadır: “Egemen devletin güvenliği ile toplumunun güvenliği arasındaki çelişkide toplumun güvenliği”; “ulusun refahı ile insanlığın refahı arasındaki çelişkide insanlığın refahı”; “bu nesille gelecek nesillerin ihtiyaçları arasındaki çelişkide gelecek nesillerin ihtiyaçları”; “devlet hakları ile insan hakları arasındaki çelişkide insan hakları”; “kamusal bir kararla, bireyin vicdanı arasındaki çelişkide kişi vicdanı”; “kolay refah yolu ile meşakkatli barış yolu arasındaki çelişkide, meşakkatli barış yolu” önceliklidir.16 Buna göre, en üst kurumsal yapı devletin varlık meşruiyeti, genel olarak, insan haklarını koruma derecesi ile ölçülür.

Evrensel düzenin dışında ahlaklılık yoktur. Bilim, sanayi vs. hepsi de ahlaki bakımdan aynı derecede iyiliğe veya kötülüğe yol açabilirler; bir bilim adamının buluşu, insanlığa kötülük getirebilir; ateşli bir vatan aşkı, ölçüsüz bir kinin sebebi olabilir. Hareketini, evrensel ölçüye vurarak ve kendi hareketinde evreni kucaklayarak orada kendi bilincini aramasıyla insan, ancak ahlaksal davranışı içselleştirebilir. Bu ahlak anlayışı sahipleri, şu meşhur mecaza başvururlar: “Dünya yıkılacak olsa bile adalet yerini bulmalıdır (Fiat Justittia et Peraat Mundus)”. Onlar, adalete olan ihtiyacı keskin bir üslup ile dile getirirler. Zira, adalet yerini bulsa, dünya hiç bir zaman yıkılmayacaktır (Fiat Justitita, ne pereat mundus) ya da eğer adalet batarsa, o zaman yeryüzünde insanların yaşamasının artık mana ve kıymeti kalmayacaktır.17

Bundan başka, ahlakın gerçekleşmesi şartlarından biri de ruhun sonsuzluğudur. Kant’a göre bu ide’ler, teorik olarak ispat edilemezler; zira, ahlak kanunları, külli ve mutlak olduğundan kendilerine mutlak itaat edilmesi gerekir. Fakat bu görevi, insanın sadece geçici olan bir dünyayı esas alarak yerine getirmesi imkansızdır. Ahlaki görev ide’sinin en son amacı ancak erdem yolunda sonsuz ilerleme ve olgunlaşma (tekamül) olabilir. Bu durum ise ancak, ruhun sonsuzluğu sayesinde mümkündür. Ahlak kanununa uyma, erdem ve saadete erişme yolunda ki mücadele ve gayret arasında bir ‘birlik’ olmalıdır. Fakat, bu üç şey arasındaki ahenk tamamıyla bu dünyada gerçekleştirilemez. Şu halde, bu ahengi sağlayacak tabiat üstü bir varlık olmalıdır.18

 

Kant Ahlakı ve Dini Ahlak

Mukayeseli bir ahlak çalışması için Batı ve İslam gibi iki kategori belirlenecek olursa İslam’ın ahlak anlayışına en çok yaklaşan herhalde filozof Kant olmuştur. Onun ahlak teorisi: “Öyle davran ki, senin o davranışın bir kural haline getirilebilsin” düsturu etrafında şekillenmiştir. Dikkat edilirse bu düstur, hemen “sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma” hadisini akla getiriyor. Filozof, İslam kaynaklarıyla doğrudan veya dolaylı bir şekilde tanışmış olmalıdır. Ahlaki bir yaşam için Allah’ın ve ebedi bir hayatın lüzumuna inanan Kant, İslam’a pek yaklaşmıştır. Batı ahlak tarihi dikkate alınırsa, Kant ahlak sistemi hala aşılamamıştır.

Bilimsellik kisvesi altında Allahsızlığın ve dolayısıyla ahlaksızlığın savunulduğu bir dönemde, maneviyatın ve ahlakın temsilciliğini üstlenmesi noktasında Kant’a hakkı teslim edilmelidir; Ancak, meseleye İslami bakış açısıyla yaklaşıldığında onun ahlak sistemde eleştirilecek pek çok nokta bulunabilir. En başta, filozof Kant’ın çıkış noktası “din” değildir. Ona göre, din, ahlakı takip eder; ahlak dini değil. Din, Allah’a ve ahiret gününe inanmanın bir gereği olarak ahlaklılığı içerirken; Kant sisteminde, ahlaklılık temelde insanın kendi kendisin efendisi olma çabasıdır; dolayısıyla, iyi davranış gerektiği için; yüce bir yaratıcının varlığı ve ebediyet düşüncesi savunulmaktadır. Din ise, müntesiplerinden hayatları boyunca ahlaki bir hayat seçmelerini ister. Çünkü onlar Allah’a inanmaktadırlar. Kuran-ı Kerim’de, iman ve amel-i salih birlikte zikredilir, iman tek başına soyut bir fikirden ibaret değildir (“İnnellezine amenu ve amilussalihat” en az elli yerde geçer). Amel-i salihin (iyi işlerin) kaynağı olarak iman daima öncedir.

Böyle bir mukayesede nirengi noktası olarak şunu alabiliriz: Kant’a göre, insan hakikatin büyük bir kısmını kendisi bulabilir ve yaşayabilir; bir yaratıcının varlığı tekemmül ettirici, ikinci derecede bir unsurdur. Dini ahlak ise, Allah’a teslim olmakla başlar.

Tatbikat olarak, ferdi davranış olarak ahlakın doğrudan doğruya dindarlığa bağlı olmadığı kabul edilebilir ancak, prensip olarak ahlak, din olmadan varolamaz; sonunda kendisini tekrar eder. Ateizm yolu eninde sonunda Allah’ı inkar düşüncesine ve ahlaksızlığa çıkar. Bu dünya hayatında yapılanların başka bir alemde mükafat ve mücazat olarak karşılığı yoksa; insan sırf doğru(luk) düşünceyle, şahsi zevklerden niçin vazgeçsin? Çünkü insan, yaratılışı gereği hazır lezzeti arar. Büyük güçlüklere, fedakarlılara rağmen yapıyorsam, bir eylemde bulunuyorsam, böyle bir istek ancak bu dünyayı ve bu hayatı tek hayat görme halinde haklı gösterilebilir.

İlerleme, gelişme kavramları ile ahlak kavramı arasında tam bir tekabüliyetin kurulamaması, hatta bir gerilimin bulunması dinin imtihan boyutunu önemli kılmakta, her türlü meşakkat ve olumsuz durum karşısında kişi ya da kişilere kuvvetli bir istinat kaynağı teşkil etmektedir. Günah olan tavırlar bazı hallerde toplumun maddi ilerlemesini teşvik edebilir olsa da, en kuvvetliler çevreye en iyi uyum gösteriyor gözükseler bile, dini ahlak, her zaman güçsüzlerin himaye edilmesini, merhameti, saygıyı istemiştir. Bu noktada ahlak ve tabiat birbirinin karşısında yer almış bulunmaktadır. Kant ahlak sisteminde bu sorunun tatminkar bir cevabını bulamıyoruz. Gerçi “dünya batsa da adalet yerini bulmalıdır” sözünün sahibinin Kant olduğunu biliyoruz? Lakin, en son aşamada, ümit ve emelleri büyük, ömrü kısa şu insanın niçin bir hareket tarzı sergileyeceğini yine insanın kendi psikolojik yapısı belirler? Sırf bir ilkeden dolayı kaç kişi sonsuza kadar bir hareket üzerinde ısrar edebilir?

Kant açıkça söylemese de, bize bir elit ahlak sistemi sunmaktadır. Birey olarak, daha tutarlı bir ahlak üzerinde durabiliriz, ama bunu başkasından talep etmeye hakkımız yoktur. “Kompleks” varlığa sahip bir insan gerçeğinde ideal anlamın özü akıldır, en az bunun kadar bir gerçek daha caridir; insanlar hiç bir zaman duygularından bütünüyle sıyrılarak davranışta bulunamazlar. Akıl bir yana, duygu bir yana çektiği vakit ceza fikri aklın sesini çoğaltarak gayr-i ahlaki eylemlerin ortaya çıkmasına mani olabilir. Genel olarak İslam düşünürleri duyguları köreltmeyi değil, onları vasat (orta) haddine çekmeyi tembihlerler. Kant, sevgi, şefkat gibi değerlerin kendisinden fışkırdığı insanın önemli bir yönünü; duyguyu sıfırlamak istemektedir. Malumdur ki, her aşırılık başka bir aşırılığın habercisidir. Kaldı ki, her şeyin aklileştirildiği bir dünya insan hayatını monotonlaştırarak hayatı çekilmez kılar. Önceden kurgu, tavizsiz, toleranssız, acımasız bir makine düzeninin işlemesi demektir. Bir doktor, diyelim ki, dakikası dakikasına görevi başında bulunmakta, tam saatinde mesaisini bırakmakta, tam belirlediği saate uyumakta ve ertesi gün tekrar tam saatinde işine başlamaktadır. Gecenin saat ikisinde komşulardan birinin acil bir durumda yardım için doktorun ev ziline bastığını düşünelim. Kant ahlakına göre düşünüldüğünde, yarınki göreve uyku ihtiyacını gidermiş olarak başlamak için gecenin bir vaktindeki yardım çağrısını reddetme hiç de ahlaki bir sorun teşkil etmez.

Kant Ahlak Sistemi’nin asıl zorluğu, cinsiyet, yaş, sağlık, başarı, emeklilik, statü gibi insani değişkenleri ihmal etmesidir. Ani bir şekilde sağlığını yitiren veya beklenmedik bir şekilde şifa bulan bir insan duygusallılıktan ne kadar arınabilir, hem arınmalı mıdır? Kadınlardan, akıllarını kullanarak en az erkekler kadar cesur olmalarını istemek onlar için bir yardım değil, zulümdür. İnsani duyguların belki de en kuvvetli ve yücesi olan şefkat duygusunu, mesela bir annenin çocuğuna karşı yoğun şefkat hissini aklileştirmeyi tercihe şayan kılan nedir? Bu soruya her hangi bir şekilde cevap verilebilir. Ancak bir ihtimal, böyle bir durum başarılabilseydi bile, bütün annelerin bütünüyle rasyonel bir düşünceyle çocuklarına karşı muamele ettiği bir dünya, bütün annelerin çocuklarına bütünüyle fıtri sevgilerini sunduğu bir dünyadan kat kat çekilmez olurdu. Keza, her birey yaşamında farklı roller doldurur. Evde baba, işyerinde amir veya memurdur. Farklı roller nispeten veya tamamen farklı tavırları gerektirir. İşyerindeki vakar eve taşındığında gurura, evdeki tevazu işyerine taşındığında ise kolayca tezellüle dönüşür. Diğer bir deyişle, herkesin üzerinde ittifak edeceği doğrular ancak fiziki dünyaya ait basit (yalın) gerçeklikler olabilir. Fiziki dünyaya ait doğrular herkese ve her duruma göre ayrı değildir. Dolayısıyla bunlarla ilgili bilgiler zaten ahlaki bir soruna kaynaklık etmezler. “Kan kırmızıdır”, “ağır cisimler daha hızla aşağı düşer”, “insan ölümlüdür” gibi yargılar hiç bir yerde ve hiç bir zaman ahlaki problem teşkil etmez. Diğer bütün doğrular gibi ahlaki doğrular yer, zaman, şahıs, makam (rol)den ayrı olarak gerçeklik kazanmazlar. Ahlaki doğruyu tekemmül ettiren şartlar, önceden kestirilemeyecek kadar çok ve değişiktir. Bir doktorun aynı hastalığı ve aynı süreci geçiren iki hastasından birine hastalığın mahiyetini doğrudan söylemesi ahlaki bir davranış niteliği taşıyabilirken, diğerine aynı konuda açık ve net bilgi vermesi gayri ahlakilikle malul olabilir. Şu halde bilgi ya da davranışın soyut doğruluğu yetmemektedir. Ahlak, her şeyden önce insandan bir sorumluluk talep eder.

Tekrarlamakta fayda var ki, Kant’ın toplumdan, insanlıktan istediği aklın yönlendirmesine tabi ahlak projesi, büyüleyici bir tutarlılıkla ortaya konulan teorik bir başarıdır. Ne var ki, doğru düşünmeyi standart doğru eyleme dönüştürme isteğine karşı bir çok halde “insan halleri” direnç gösterir. Pratik dünyada köklü bir inadı, gururu bir laboratuarda kimyasal bir maddeyi ayrıştırmak ve parçalamak kadar kolay değildir ki, insan aklıyla her eylemini istediği yönde şekillendirebilsin. Kant’ın ahlakında “ya hep, ya hiç” kuralının geçerli olduğu söylenebilir. Akıl-yoğun bir karar başarısızlıkla sonuçlandıysa; aynı ya da benzer eylemin tekrarı aklın tek başına üzerinden gelebileceği bir çelişki değildir. Kur’an ve Hadisten çıkardığımız ahlaki ilkeler, cesaret kırıcı değil; teşvik edicidir. Azdan çoğa doğru tedricilik ilkesi göze çarpmaktadır. Kur’an’daki yasaklamalarda bu husus hemen dikkati çeker; hadislerde ise amelin sürekliliği, bir zaman yoğun bir şekilde yapılan, başka bir zaman terk edilen durumlara tercih edilir: “İşlerin hayırlısı az ve devamlı olandır.” Gerek dış dünyanın gerek nefsin düzeltmesinde mücadele biçimi, aktif bir fiilden, kalbi bir çabaya kadar çeşitlenir. Harici şartlar ve insanın o andaki manevi durumu her zaman aynı kararlılıkta irade sergilenmesine set çekebilir. Nefis dışındaki haksız ve gayri ahlaki tutumlara karşı en alt düzeyde “buğz” (kınama), nefsin aşırılıklarına karşı da pişmanlık dini bir değere sahiptir.

İslam’da, gayelere ilaveten, bir dizi genel prensip vardır ki, bunlara da her halde adaletin müteakip düsturları nazarıyla bakılabilir. Bunların belki de en temel olanı “niyet” prensibidir. Şu dünyada insanlar arasında, zengin-fakir, akıllı- daha az akıllı farklılaşmalar vardır. İslam niyete verdiği önemle iç dünyada herkese tam hürriyet ve eşitlik sağlamaktadır. Şöyle ki, her insan, ahlak kurallarına uyarak vicdanıyla uyumlu yaşamak isteyebilir; mal ve serveti yetmediği, sıhhati elvermediği için ya da başka nedenler yüzünden iyilik yapamayabilir olsa da, iyiliği isteyebilir. Herkes haksızlığa karşı gelemeyebilir ama onu takbih etme, onaylamama kapasitesine sahiptir. Demek oluyor ki, ahlak, fiilin bizzat kendisinde değil, her şeyden önce insanın doğru dürüst yaşamak istemesinde, kurtuluşu için verdiği mücadelededir. Bu prensibi adeta dinen müeyyidelendiren bir hadis mevcuttur: “Ameller niyetlere göredirt.” Halis niyet ilkesiyle sıkı sıkıya bağlantılı, hatta ona dayalı, onu temel alıyor diyebileceğimiz yükümlülüklerin başında “ahde vefa”, sözleşme hükümlerine sadakat ilkesi gelir. Sözlü bir vaat durumunda bile müminden ona kesinlikle uyması istenmektedir. Bir kez taraflar arasında karşılıklı rızaya dayalı bir akit imzalandı mı artık o, “ahitleştikten sonra onu katiyen bozmayınız” mealindeki (Nahl, 91) ayet gereği yerine getirilmesi gerekli bir sözdür. Müminler yalnızca kanuni nedenlerden, cezai müeyyideye tabi olma korkusundan dolayı değil, ayrıca ahlaken ve dinen onlara riayet etmek zorunda oldukları için yükümlülüklerini yerine getirmek durumundadırlar.

İnsan tarihsel ve toplumsal bir varlıktır. Her insan doğumuyla birlikte, kendisini farklı adetlerin, törelerin, alışkanlıkların kucağında bulur. Tek bir insanın, çoğunluğun iyi kabullerini, alışkanlıklarını aklın süzgecinden geçirerek eleştirmesi gerçekten zordur. Mevcut değerleri sorgulamak ve hatta sadece yürürlülükte olanları yapmamak kişiyi çeşitli tehditlere maruz bırakabilir. Dolayısıyla, sıradan bir insanın ahlaki bir varlık olarak kendisini ortaya koyması oldukça enderdir.

Bir toplumun bütün insanları, yaratılıştan kötü olamaz. Ne var ki, toplum, yapısı gereği statiktir; yeni bir değer toplum tarafından gerçekleştirilmez. Yeni bir ahlak hamlesi ancak ahlak kahramanları tarafından gerçekleştirilir. İşte bütün insanlık için en büyük ahlak kahramanı Hz. Muhammed (s.a.v) olmuştur. Gerçekten Kur’an-ı Kerim, onu insanlığa bir ahlak örneği olarak takdim etmiş, kendisi de bir ahlak tamamlayıcısı olarak gönderildiğini ilan etmiştir. İyi ahlak prensiplerinin (mekarim-i ahlak) şeriatın temel gayelerinden biri olduğu ve Allah’ın müminlere bu prensiplere sadakatle uymalarını emrettiği (Lokman, 17; Hucurat, 12) konularında genel mutabakat vardır. Genellikle haşin ve ham diye nitelenen ve İslam’dan önce de var olan misafirperverlik, cesaret vb. davranış biçimleri İslam’dan sonra da devam etmiş; fakat Hz Peygamberin dilinde ifadelerini bulan şefkat, merhamet gibi erdemler zamanla diğer hasletleri etkilemiş ve onların yerine kaim olmuştur. Hz. Peygamberin ahlaki öğretisi bir hadiste şu şekilde anlam kazanır: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim”. Şu var ki, felsefeyi sırf insan aklının bir cehdi olarak kabul edersek, Hz. Peygamber bir ahlak felsefecisi değildir. Çünkü onun bütün tebliğleri gibi ahlaki talimleri de kendi zihninin bir ürünü olmayıp sadece vahye dayanır. Nitekim Hz. Peygamberin bazı tutumlarının vahiyle tashih edildiğini bilmekteyiz.19

İslam’ın ahlaki düsturları kitap ve sünnette belirtilmiştir. Nazari ve ameli ahlak alanında İslam’ın koyduğu esaslar iyi anlaşılmak kaydıyla bu düsturlar bütün insanlığın düzen ve mutluluğunu karşılayacak düzeydedir. Kur’an ve Hz. Peygamberin hadislerinden anladığımız ölçüde İslam ahlakı, niyetle beraber amele dayanmalıdır.20Mamafih, samimi bir niyetle doğru bir eylemde bulunmanın da yetmediği, daha doğrusu ulaşılan hiç bir noktanın kurtuluşu garanti edemeyeceği hususundaki nebevi ikazlar, bizi dinamik bir ahlak telakkisinin varlığına götürüyor. Bir Hadis-i şerifteki bir birini takip eden ikazlar hatırlansın: “İnsanlar helak oldular, ancak bilenler müstesna; bilenler helak oldular ancak yapanlar müstesna; yapanlar helak oldular ancak ihlasla yapanlar müstesna; işte bunlar da büyük bir tehlike üzerindedirler.” Hadisten, “bilgi” “amel” ve “kurtuluş” hem bir birine bağlı, hem birbirinden ayrı kurulmuş bir denklemin çıkarılabileceğini anlıyor gibiyiz.

Bir fiilin ortaya çıkmasındaki saikler ve müessir unsurlar niyetten ayrı olarak bir kıymete malik değildir. İslam’ın müntesiplerinden beklediği kulluk şuuru, bütün davranışlara ve sonuçlara hükmetmesi gerektiği için; Müslüman kul, iyiliklerin gerçek sahibi bulunmadığının farkında olarak, kendisine düşen şeyin dua ve şükürle talep etmek olduğunu bilmek durumdadır. Ferdin davranışlarının sınırı başkaları ve hatta bütün insanların hukukunun ötesine geçmiştir. İslam’a göre, insan fiilleri sadece başkalarının hakları ile sınırlı değildir. Hiç bir kimsenin doğrudan veya dolaylı hakkını ihlal etmediği hallerde bile insan mutlak tasarruf yetkisine sahip değildir. Faraza ıssız bir adada, tek bir kişi hiç bir kayda tabi olmadan çevresinde tasarruf edemez.

“Eşitlik” düşüncesinin zedelendiği yerde “ahlak”i bir problemin doğduğunu kabul etmek gerekir. Irk, dil, etnik köken farkı gözetmeden herkese eşit davranılması, hatta bütün bütün yaratılmışlarla bir noktadan sonra aynı düzlemde olunduğunun farkına varılması gerçek bir ahlaki tutumun içselleştirilmesinin temelini oluşturur. Doğrudan ilgili görünmese de şu ifadelerde bir ahlaki davranışın ipuçlarını bulmak mümkündür: “Cenab-ı Hakk’ın masivasından hiç bir şeyi ona taabbüd edecek derecede kendinden büyük zannetme, hem sen kendini hiç bir şeyden tekebbür edecek derecede bir tutma, çünkü mahlukat, mabudiyet noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukiyet nispetinde de birdirler.21 Gerçek bir ahlaki tutum ancak bu kabulün ameli uzantıları olarak ortaya çıkabilir. İnsan olarak ya uzaklarda parlayan bir yıldız veya tek adımımızda onlarcasını ezdiğiniz küçücük karıncalarla mahlukiyet noktasında aynı seviyeyi paylaştığınızı fark edip fiillerinizi sınırlarsınız ya da sınırsız bir rekabet kültürü içinde insanın hemcinsleriyle, bir ırkın diğer bütün ırklarla, insanlığın tüm evrenle kavga halinde olduğunu farz edip, bastıramayacağınız bir tahakküm duygusuna meyledersiniz. Söylemeye bile gerek yok ki, kalıcı bir ahlak çabası ontolojik eşitliğin benimsenmesinden sonra mümkün olabilir. Peygamberlerin insanlığa getirdiği tevhid akidesinin içerdiği ahlaki mükemmeliyet, müntesiplerinin ferdi ve içtimai hayattaki tutum ve davranışlarına parlak bir şekilde yansımıştır. Din ile barışık olmayan felsefe akımı, “ene” (ego)yu mana-yı ismiyle tanımladığı için her türlü ahlaksızlığa zemin hazırlamıştır. Nübüvvetin “hakkın kuvvette değil, kuvvetin hakta olduğu” düsturunu tersine çeviren bu anlayış, “kuvve-i gadabiyye dalında, biçare beşerin başında küçük-büyük Nemrutlar, Firavunlar, Şeddatlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i akliye dalında, alem-i insaniyetin dimağına dehriyyun, maddiyyun (materyalist), tabiiyyun (tabiatçı, naturalist) meyvelerini vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir.”22

İnsanlık, ferdi yaşamdan uluslararası ilişkilere kadar bu anlayışın yetiştirdiği acı meyveleri tatmak zorunda kalmıştır. Son iki-üç asırda özellikle ırkçılığın körüklediği felaketli savaşlar medeniyet cilası altındaki vahşet kodlarını açığa çıkarmıştır. Irkçılığın yer yüzünün paylaşılması konusunda aslan payını alan ülkeler tarafından körüklendiği artık herkesin bildiği bir husustur. Günümüzde adından en çok söz edilen düşünürlerin başında gelen A. Toynbee, Batı’nın ve bütün dünyanın önündeki en büyük tehlikenin ırkçılık olduğunu belirterek, bu sorunun ancak İslam ruhunun barışı seven, toleranslı ve ırkçılığa karşı ilkelerinin tatbikiyle çözülebileceğini kaydetmektedir. Zira, ona göre Müslümanlar tarihlerinde bu sınavdan devamlı olarak başarıyla çıkmışlardır.23 Niçin bu böyledir? Ümmetin yani müminler topluluğunun temelini oluşturan kardeşlik (uhuvvet) ve eşitlik ilkeleri en az hürriyet kadar işlenmiştir. Kur’an’da sık sık hatırlatıldığı üzere, “Sizin Allah nezdinde en şereflileriniz, Allah’tan en çok korkanlarınızdır” (Hucurat, 13). Bu tür bir kardeşlik yalnızca müminlerin imtiyazı sayılmakla birlikte, ümmete dahil olmak isteyenlerin önüne de sed çekilmemiştir. İslam’da, en dar daireden uluslararası ilişkilere kadar itidal, hoşgörü yasal adaletin ilkeleri olarak kalmamaktadır; bunlar aynı zamanda ahlaki ve dini yükümlülüklerdir.24

Dolayısıyla, kulluk şuuru olmadan, ahlak adına istisnai ve ara sıra iyi hasletler ortaya koymak mümkünse de en nihayet varılacak nokta büyük bir ihtimalle keyfilik, zulüm ve sefahat olacaktır. Her şey ahlaki hudutlar içinde gitse bile, sürekli bir nefis muhasebesi yapmadığınız takdirde yaptıklarınız, bir alışkanlık, huy haline gelerek niçin yaptığınızın muhasebesini, bir daha hatırlamamak üzere içinizden söküp çıkarabilir. Başlangıçta ulvi amaçlar için yapılanlar bile, bir süre sonra insan “ben”inin sadizimine hizmet edebilir. Bir harp esnasında yerde yatan hasmını kılıcıyla tam kesmen üzereyken, yenik pozisyondaki şahsın Hazret-i Ali’nin yüzüne tükürmesi, onun ise buna mukabil, “Seninle Allah için dövüşüyordum, şimdi ise şahsi hislerim karıştı, artık sana kılıç çekmeyeceğim” diyerek rakibini öldürmekten vazgeçmesi25 ahlaki bir tavırda gözetilmesi gereken “nasıl” ve “niçin” dengesi hususunda oldukça öğreticidir.

 

Son Söz Yerine

Ferdi ve toplumsal ahlaki davranış kuralları genel olarak felsefi ve dini yükümlülükler olarak ortaya çıkmıştır. Teorik doğruların keşfedilmesi insanlık için önemlidir; ne var ki, amele dönüşmeyen doğrular sonuçta boş birer çerçevedir. Amel, diğer bütün konulardan daha çok ahlak konusunda önemlidir. Ahlak kuru bir iddiadan ibaret kalmayacaksa doğruluk, samimiyet, hürmet gibi vicdani değerlerin kabul edilmesi gerekir. Zira, ödülün ve cezanın kanunlarla tespit edilmesi, kanunlarla hiç bir zaman bütün insan münasebetleri düzenlenemeyeceğine göre, ancak nisbi bir ahlaksal hayatın teminine imkan tanır. Bu noktada hayati bir soru belirmektedir: Tanımı ve pratik değeri bu şekilde yapılan ahlakın en müessir kaynağı ne olabilir? Aklın bir çabası olan felsefe mi? Yoksa, aklın değerinin hiç bir zaman küçümsenmediği taraf-ı İlahiden gönderilen din mi? Ahlakın bir yönü samimiyet, dürüstlük, başkalarının haklarına hürmet ise diğer bir yönü de inanılan doğrunun her ne pahasına olursa olsun yapılması iradesinde açığa çıkar. Bu yazı boyunca işlediğimiz problem, kolayca fark edilebileceği gibi, hakiki ve şümullü ahlakın, felsefi esaslara mı, dini emirlere mi rabt edilerek gerçeklik kazanacağı hususudur. Halen, felsefi alanda en tutarlı ahlak sistemi olarak kabul edilen Kant ahlak sistemi üzerinde yoğunlaşmak maksada muvafık düşüyordu. Kant ahlakı, İslami ahlak nizamıyla pek çok müşterek cihet taşımasına, insan aklının pek parlak bir ürünü olarak ortaya çıkmış olmasına rağmen, taşıdığı boşluklar yüzünden akıbette, spekülatif bir düşünceye dönüşme istidadı taşır. Hasılı kelam, diyeceğimiz şu ki, yaratıcının azametinin kalplerde tespit etmeksizin girişilen ahlak çabaları umutsuzlukla neticelenmeye mahkumdur. Kant’ın öngördüğü ahlak bu eksikliklerden kendisini kurtarabilmiş değildir.

Din mecburi inançlar sistemidir. Bu mecburilik, vicdana bağlanır ve mecburilikle ferdi mesul kılar. İşte bu mesuliyet insanı sonsuzluğa doğru götüren iradenin kaynağıdır. Ahlak, insanın bir noktadan sonra yüce bir varlığa karşı mesuliyet duygusuyla dolup taşması duygusundan beslenir. “Allah korkusu” diye taammüm eden söz, mücerret Allah korkusunu değil, daha çok kullara karşı muamelatta sınırların gözetilmesini anlatmaktadır. “Allah’tan kork” ikazı samimi bir müminin, duyup geçemeyeceği son çağrıdır. Tatbikat olarak, ahlakın en önemli bir veçhesi de doğru bilinen şeyi yapma kararlılığıdır. Kimi zaman hiç bir maliyet içermeyen ahlaki tavır, bazı zamanlarda hayatın feda edilmesi gibi en büyük bir fedakarlığı zorunlu kılabilir. Felsefi ahlak sistemleri bu meseleyi çözümsüz bırakmıştır. Ahlaki bir hayat için insanın hayatının sınırlarını bilmesi, gerektiğinde de hayatını ortaya koyabilmesi gerekir. Bu ise hakiki bir imanı lüzumlu kılar. Çünkü her hakiki hasenat gibi cesaretin dahi menbaı imandır, ubudiyettir.

1. HEİMSOETH Heinz, Ahlak Denen Bilmece, Çev. Necmi Uygur, İstanbul 1957, İstanbul Matbaası, s. 5.

2. BEGOVİÇ Aliya İzzet, Doğu ve Batı Arasındaki İslam, Çev. Salih Şaban, İstanbul 1993, Nehir Yayınları, s. 141.

3. AKARSU Bedia, Ahlak Öğretileri, İstanbul 1982, Remzi Kitapevi, s. 19.

4. AKGÖL Nalan, Sokrat ve Savunması, İstanbul 1971, Yalçın Ofset, s. 20-21.

5. Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi, Der.: Mete Tunçay, C. I, Ankara 1985, Teori Yayınları, s. 294-295.

6. AKARSU, age, s. 137.

7. TOPÇU Nurettin, İsyan Ahlakı, Çev.: Mustafa Kök, Mustafa Doğan, İstanbul 1998, Dergah Yayınları, s. 28-30.

8. ÖZCAN M. Tevfik, “Etik Değerlendirme ve Sosyo-Etik Grup Yargısı”, Hukuk Sosyolojisi ve Felsefesi Arkhivi, Haz.: Hayrettin Ökçesiz, İstanbul 1995, Afa Yayınları, s. 148.

9. İnsandan başka diğer varlıklar, “doğalarına” göre yaşama imkanlarından yoksun kaldıklarında yaşamlarını sürdüremezler. Tuhaftır ki insanı insan yapan hürriyet, bir kez yitirildi mi insan; yaşamaya, hem de, sanki hürriyetini değil köleliğini kaybedip onu bulmuşçasına, devam eder. Bu kerteden sonra özgürlük bir daha uyanmaz. Özgürlük onu tesadüfen bulsa da o kölelikte diretir. TUNÇAY Mete, Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi, C. II, s. 110. Hürriyetin yitimi ile insan ahlak duygusunu da yitirir. Kendine inancı sevme duygusunun kaybolması ile insan, kendi üstündeki güç sahibi olanların seslerini dinleme konusunda o kadar dikkatli olur ki artık kendi sesini dinleme gücü kalmaz. Gerçekte özgürlük erdemin olduğu kadar mutluluğun da zorunlu koşuludur. Söz konusu özgürlük, subjektif seçimler yapma anlamındaki zorunluluktan doğan bir özgürlük değildir. Bu özgürlük, insanın potansiyel olarak ne olduğunu kavrama ve gerçek doğasını kendi varoluşunun yasalarına göre bütünleştirme özgürlüğüdür. KOZAK İ. Erol, İbn-i Haldun’a Göre İnsan-Toplum-İktisat, İstanbul 1984, Pınar Yayınları, s. 310, 14 no’lu dipnot.

10. KANT İmmanuel, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev.: İonna Kuçuradi, Metni gözden geçiren: Abdullah Kaygı, Ankara 1995, Türkiye Felsefe Kurumu, s. 14.

11. ABADAN Yavuz, “Hürriyet Problemi”, İÜHFM, C. VII, S. 1, s. 291.

12. KANT, “Ahlak Metafiziğinin…”, s. 15.

13. ÇAĞIL O. Münir, “Filozof İmmanuel Kant’ın Sisteminde Ahlak ve Hukukun Felsefi Esasları”, İÜHFM, C. XIII, S, 3, 1947, s. 1114-1115.

* a priorileri görme olayındaki ışığın rolüne benzetebiliriz. Görme olayında ışığın rolü ne ise bilgi olayında da “a priori”lerin rolü de odur. Her mümkün görme olayında ışık vardır. Biz nesneleri ışığın onlardan yansıması ile görüp algılarız. Burada arzu ettiğimiz bizatihi ışığın kendisini görmek değildir. Ama yine de görmek için mutlaka ışığa ihtiyaç duyarız ve nesneleri ışıkla birlikte algılarız. Saf ışıkta görme yoktur. Aynı şekilde yalnızca a prioride de bilme yoktur. Ancak duyumdan deney yoluyla ve a priori’lerin katılmasıyla bilgi elde edilir. Yani ışıkta yansıyacak nesne olması halinde görme olayı gerçekleşir Duyu verilerinin bize objeleri verebilmesi, yani duyu verilerinin bir şeyin nitelikleri olarak, bu şey ile belli bağlantılar içinde kavranması, anlama yeteneğinin işidir: “Kavramsız algı kördür”. Duyu verileri objektif düzenden yoksun olsaydılar karmaşık bir rüyada olduğu gibi her şey anlamsızlığa dönüşecekti. HEİMSOETH Heinz, İmmanuel Kant’ın Felsefesi, Çev.: Takiyyettin Mengüşoğlu, İstanbul 1986, Remzi Kitabevi, s. 86.

14. TEPE Harun, “Bir Felsefe Dalı Olarak Etik”, Doğu-Batı Dergisi, Yıl. 1, S. 4, s. 17, 18.

15. ARENDT, Crisis of Republic, New York 1972, Harcourt Brace Jovanovich, Inc., s. 61, 62.

16. NORMON Cousins, “A matter of life”, 1963, s. 83 vd. aktaran Hannah Arendt, Crisis Of The Republic, New York 1972, Harcourt Brace Jovanovich, s. 56, 57.

17. ÇAĞIL, “Filozof İmmanuel Kant’ın Sisteminde Ahlak ve Hukukun Esasları”, İÜHFM, C. XXVI, S. 1-4, 1960, s. 1123.

18. ÇAĞIL, “Filozof İmmanuel Kant’ın…”, s. 1123. Kant’ta Tanrı-ahlak ilişkisi için bkz. AYDIN Mehmet, Tanrı-Ahlak İlişkisi, Diyanet Vakfı Yayınları, Basıldığı yer ve yıl belirtilmemiş, özelikle s. 50-55’e bakılabilir.

19. ÇAĞRICI Mustafa, Gazali’ye Göre İslam Ahlakı, İstanbul 1982, Ensar Yayınları, s. 18.

20. PAZARLI Osman, İslam’da Ahlak, İstanbul 1980, Remzi Kitabevi, s. 13.

21. NURSİ Bediüzzaman Said, Lem’alar, Germany 1994, Yeni Asya Neşriyat, s. 118.

22. NURSİ Bediüzzaman Said, Sözler, Germany 1994, Yeni Asya Neşriyat, s. 541.

23. TOYNBEE Arnold, Medeniyetler Yargılanıyor, çev.: Ufuk Uyan, İstanbul 1991, Ağaç Yayıncılık, s. 182, 183.

24. HADDURİ Macid, İslam’da Adalet, çev.: Selahattin Ayaz, İstanbul 1991, Yöneliş Yayınları, s. 194.

25. NURSİ, Bediüzzaman Said, Mektubat, Germany 1994, Yeni Asya Neşriyat, s. 259.

http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=23

posted in AHLAK | 0 Comments

10th Mart 2013

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hukuk ve Ahlak Nedir?

“İyi ahlak için iyi yasalar gereklidir. Yasalar da iyi ahlak olmadan korunamaz.”

Niccolo Machiavelli

 Hukuk ve ahlak arasındaki benzerlik ve yakın ilişkiden önce ikisi arasındaki farklılığı ortaya koymak gereklidir. Hukukun amacı adaleti gerçekleştirmektir. Buna karşın ahlakın amacı “iyi” yi gerçekleştirmek, ya da iyiye ve doğruya ulaşmaktır. İnsanlık tarihi boyunca temel ahlaki değerlerin bir çoğu zaman içerisinde hukuki norm haline gelmiştir. Kanunlar genellikle yapılmaması gereken insan eylem ve davranışlarını belirlemiş ve sınırlamıştır. Bir başka ifadeyle, insanların eylem ve davranışlarının ahlaki ölçüleri, hukuksal norm haline dönüştürülmüştür. Ancak hukuk ve ahlak arasında öteden beri bir çatışma süregelmektedir. Temel sorun şudur; acaba ahlaki değer yargılarının temel koruyucusu hukuk mu olmalıdır? Devlet bir takım kurallar koyarak ahlaki tesis edebilir mi?

 Hukuk insanların gerek birbirleri ve gerekse devletle olan ilişkilerinde uyulması gereken kuralları belirler ve bunları yaptırıma bağlar. Hukukta “yaptırım gücü” toplumda yanlışları ve kötülükleri cezalandırır. Bu bakımdan hukuk kuralları ile ahlaki değerler korunabilir. Ancak, sorun her zaman bir kanun ile çözümlenmeyebilir. Kanunun gücü bazen belirli kişi ve/veya gruplara karşı etkili olmayabilir veya işletilemeyebilir. Bu bakımdan ahlakın tesisi, kanun dışında vicdan ile de yakından ilişkilidir. Vicdan, ahlaki değer yargılarını bir yaptırım gücü olmaksızın korur ve gözetir.

 Ahlak ve hukuk arasındaki benzerlik ve farklılıkları da kısaca ele almakta yarar bulunmaktadır. Ahlak ve hukuk arasında başlıca farklılık ve benzerlikler şunlardır:

 · Hukuk kuralları, insanların davranış ve eylemlerini düzenler ve bazı sınırlamalar getirir. Hukuk kurallarının yaptırımı sözkonusudur. Ahlak kuralları da insan davranış ve eylemlerini sınırlandırır, ancak hukuk kurallarından farklı olarak ahlak kurallarının yaptırımı yoktur.

 · Hukuk kuralları yazılıdır. Oysa, ahlak kuralları çoğunlukla yazılı olmayan normlardır. Bu ayrımın günümüz açısından giderek ortadan kalktığını görmekteyiz. Zira günümüzde çeşitli meslekler için ahlak kuralları (code of ethics) giderek yazılı bir hale gelmektedir.

· Hukuk kuralları “dışa yönelik”tir. Daha açık bir ifadeyle, hukuk kurallarının amacı insan eylem ve davranışları sonucunda başka insanların zarar görmesini engellemektir. Ahlak kuralları ise daha ziyade “içe yönelik”tir. Ahlak kurallarında kişilerin ya da organizasyonların kendi kendilerini kontrol etmeleri ve ahlaki olmayan davranışlarını sınırlandırmaları geçerlidir.

 · Hukuk kuralları devlet tarafından oluşturulur. Ahlak kuralları ise devlet yanı sıra diğer organizasyonlar tarafından da oluşturulabilir. Örneğin, siyasal ahlaka ilişkin kurallar ve normlar devlet tarafından oluşturulur. Buna karşın, ahlak kuralları devlet tarafından oluşturulacağı gibi bağımsız sivil toplum kuruluşları ve özel organizasyonlar tarafından da oluşturulabilir.

 · Hukuk, “resmi ahlak kuralları”dır. Ahlak ise hukuk kurallarından farklı olarak genellikle gayri resmi kurallardır. Örneğin, vergi kanunları vergi kaçakçılığını gayri ahlaki bir davranış olarak kabul etmekle kalmaz, aynı zamanda yaptırımlar (hapis cezası, vergi cezası vs.) öngörür. Ahlak ise vergi kaçakçılığının sadece yanlış bir davranış olduğunu belirtir. Yani, hukuk resmi; ahlak ise gayri resmi kurallar bütünüdür.

KAYNAK

C.C.Aktan, Ahlak ve Ahlak Felsefesi, İstanbul: ARI Düşünce ve Toplumsal Gelişim Derneği Yayını, 1999.

http://www.canaktan.org/din-ahlak/ahlak/ahlak-felsefesi/hukuk-ahlak.htm

posted in AHLAK | 0 Comments

25th Nisan 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KORKU İMPARATORLUĞU

Yeryüzünde bir “Korku imparatorluğu” hüküm sürüyor.

İnsanoğlunu korku ve kaygılarından esir alan bir korku saltanatı bu.

Türkiye’yi korkular yönetiyor… Dünyayı korkular yönetiyor… Çünkü “insanı” korkuları yönetiyor.

“Dışarıdaki çatışma” diyor, Mahmud Muhammed Taha aslında “İçteki çatışmanın dışavurumudur. Asıl korku insanın içindedir…”

Ne korkusu?

Üç tür “kadim korku” olduğundan bahsediyor.

BİR: Ne yiyeceğim? Ne giyeceğim? Ya hastalanırsam? Nerede tedavi olacağım? Yani “Kahrolası şu hanede evlâd-u iyâl var” korku ve kaygıları…

İKİ: Ya tutuklanırsam? Ya hapse atarlarsa? Yani “Erzurum’da çevirdiler yolumu/

Beş on polis bağladılar kolumu” korku ve kaygıları…

ÜÇ: Ya ölürsem? Mezarın ötesinde ne var? Yani “Ben kimim ve bu hal neyin nesi” korku ve kaygıları…

M. Muhammed Taha’nın projesine göre içteki bu korkuların dışarı vurmasıyla insanoğlu bu üç tür korku ve kaygının esiri olmakta…

Tarih boyunca her tür sömürücü sistemler birinci korkudan, her tür baskıcı, despot diktatörlükler ikinci korkudan, her türden nihilist akımlar da üçüncü korkudan beslenmekte…

İnsanoğlunun bu korkuları yenmesi halinde sömürücü sistemler ortadan kalkacak, baskıcı diktatörlükler yıkılacak, nihilizm de sona erecektir. M. Muhammed Taha’ya göre, çağımızda bu korkular ancak eşitlikçi, toplumcu bir düzen (iştirâkiyye), tam demokrasi ve dinin (maneviyat) el ele vermesiyle yenilebilir. Çünkü ona göre toplumcu bir düzen (iştirâkiyye) birinci korkunun, tam demokrasi ikinci korkunun, din ve maneviyat da üçüncü korkunun panzehiridir.

1985 yılında Sudan diktatörü Numeyri tarafından “irtidat” (dinden çıkma) suçlaması ile 76 yaşında idam edilen M. Muhammed Taha buna “İslam’ın ikinci mesajı” demekteydi. Kendisi “Bazı yasak kitapların verdiği dinç duygular” familyasındandır. (Mahmud Muhammed Taha’nın hayatı, fikirleri ve projesi hakkında ayrı bir makale yazacağım ).

***

Demek ki dünyadaki “korku impatorluğunu” kendi içinde mantıki tutarlığa sahip bütüncül bir sistem dahilinde yenmek ve alaşağı etmek mümkündür. Bu, öyle bir bütüncül sistem olmalı ki insanoğlunun hem ekonomi-politik korkularını, hem siyasi ve sosyal korkularını, hem de ontolojik yalnızlık korkularını yenebilmeli. Bunu tek başına ne iştirâkiyye (sosyalizm), ne demokrasi, ne de tek başına 7. yüzyıl şartlarında “Medine dönemi ahkamı” ile oluşmuş İslam’ın “birinci mesajı” sağlayabilir.

Bunu ancak İslam’ın (özellikle Mekke dönemi ayetlerinde ortaya konan) evrensel mesajlarını çağımıza getirerek, ekonomi-politik ayetlerini ortaklaşacı/toplumcu, siyasi ve sosyal ayetlerini tam demokrasi temelinde yorumlayan ve tek insana (bireysel ruha) yönelik ayetlerini de Allah’a ve ahiret gününe iman temelinde ele alıp ibadetle taçlandıran “İslam’ın ikinci mesajı” sağlayabilir.

Böylece şehrin bezgin insanı güçlenmiş, Kur’an’ın “Onlar için korku yoktur ve üzüntü (kaygı, endişe, tasa) da duymayacaklardır” müjdesi gerçekleşmiş, İslam’ın ekonomik, politik ve ontolojik içeriği “çağın idraki içinde” ete kemiğe bürünmüş olacaktır.

Görüldüğü gibi M. Muhammed Taha’nın “korku imparatorluğuna” karşı önerdiği alternatif en azından tartışılmaya değer görünüyor…

***

Kur’an’da sürekli tekrar edilen ‘replik’lerden birisi de “Onlar için korku yoktur, üzüntü de duymayacaklardır” (ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yehzenûn) ayetidir.

Korku ve hüzn (endişe, kaygı, tasa)…

Kur’an bunların olmadığı bir dünyadan bahsediyor.

Burası “cennet” olsa bile dünyadan bağımsız değildir. Çünkü cennet Kur’an’ın aynı zamanda dünyevî ütopyasıdır. Ütopya hiç olmayacak yer değil; şu anda olmayan ama çalışıldığı takdirde olması pekâlâ mümkün olan yer demektir.

Bu anlamda “cennet” sınıfsız toplumu ifade ediyor. Orada “tevhid” yani sınıfsız tek toplum var. İnsanoğlu orada iç, dolayısıyla da dış korkularını yenmiştir. Aç ve açıkta kalma, siyasal despotizm, sosyal baskı, ontolojik yalnızlık korku ve kaygıları yoktur. Bu anlamda cennetin (doğal toplumun) özgür insanı korkularını fethetmiş insandır. Onun için onda ‘korku (havf) yoktur, kaygı (hüzn) de olmayacak’tır. İnsanın özgürce kendini geliştirmesi ve yüceliklere ulaşması için önce bu ilkel korku ve kaygılarını yenmesi lazım. Aksi halde korku ve kaygı cehenneminin çukurlarında dürtüleri ile yaşayan hayvan gibi debelenip dururuz.

“Cehennem” ise sınıflara ayrılmış, parçalanmış toplumu ifade ediyor. Orada “şirk” yani parçalamalar, bölmeler, sınıflamalar, kastlar, kabileler vardır. İnsanlar kavmiyet, milliyet, meslek, mülkiyet, cinsiyet ayrımcılıklarına tabi tutulurlar. Keskin çelişkiler derinleşir, aç ve açıkta kalmamak, tedavi olmak gibi en tabiî ihtiyaçlar, ana diliyle konuşmak, kendini ifade etmek, kimliği ile tanınmak, saygı görmek gibi en tabiî haklar için bile debelenip durmak zorunda kalırız. Hayat yük olmaya başlar, insanda yaşama sevinci bırakmaz. Doğmak anlamsız bir tekrara, yaşamak gereksiz bir uzantıya dönüşür. Artık doğmak dünyaya atılmışlık, ölmek de tezek olmakla eşdeğerdir. İktisadî uçurumlar, yıkılmaz otoriteler, aşılmaz duvarlar, ebedi statüler… Böylesi bir topluma/ülkeye/dünyaya korku ve kaygı egemendir. İnsanları yöneten kendileri değil; korku ve kaygılarıdır. Oysa bunların hiç birisi “cennette” (doğal, özgür toplumda) yoktur…

***

Peki, yukarıdaki üç kadim korkunun (havf) ve kaygının (hüzn) panzehiri acaba nedir?

BİR: “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık infak edenler, karşılıklarını Allah’tan mutlaka alacaklardır. Onlar için korku yoktur, kaygı da duymayacaklardır.” (Bakara; 2/274)

Yani: Ya aç ve susuz kalırsam? Ya hastalanırsam? Çocuğum nerede okuyacak? Nerede tedavi olacağım? “Kahrolası şu hanede evlâd-u iyâl var” korku ve kaygısının panzehiri gece ve gündüz, gizli ve açık infak; vermek, paylaşmak, bölüşmektir. Bu, bir toplumda açlık, susuzluk, barınma, sağlık, eğitim gibi tabiî ihtiyaçların garanti altına alındığı bir düzeni ifade eder. Burada infakı insafa bırakılmış nafile bir ibadet olarak değil; oluşturucu, düzenleyici, yaptırım ifade eden ekonomi-politik ilke olarak okuyoruz.

Böyle olunca toplum fertlerinin aç ve açıkta kalma, barınma, hastalık, yaşlılık, eğitim ve sağlıktan kaynaklanan korkuları olmayacak, kaygı da duymayacaklardır. Malların gece ve gündüz, gizli ve açık infak edilmesinin Allah’tan gelecek karşılığı (ecr) bu değilse nedir? Bu cennetin dünyevî yüzüdür. Uhrevî yüzüne gelince O’nun imanı bizde, bilgisi Allah katındadır.

Kur’an, böylesi bir düzenin eninde sonunda (âhir) kurulacağını, sağduyunun bunu gerektirdiğini, sağduyu sahiplerini dile getirerek şöyle açıklar: “ Sağduyu sahipleri (ashâbu’l-a’râf) simalarından tanıdıkları bir takım adamlara diyecekler ki: ‘Ne zenginliğiniz, ne kuru kalabalıklarız, ne de büyüklük taslayıp durmanız işe yaramadı. Allah bunların yüzüne bile bakmaz (rahmet etmez) diye yemin ettiğiniz (yoksullar) bunlar mıydı?’ Girin cennete! Onlar için korku yoktur, kaygı da duymayacaklardır.” (A’raf; 7/48-49).

Burada “Ashabu’l-A’raf”ı insanlığın sağduyusu olarak okuyoruz. Sağduyu şunu söyler: İnsanlardan bir kısmının aç ve açıkta kalması, yoksun ve yoksul bırakılması, güven, saygı ve onurdan yoksun bir şekilde korku ve kaygı içinde yaşaması, buna karşın diğer bir kısmının mal yığması, tekebbür içinde şımarması zulümdür… İşte cennet (doğal, özgür toplum) bu zalim ayrımın, korkunun (havf) ve kaygının (huzn) ortadan kalktığı yerdir. Bunun için deniyor ki: Sağduyu sahipleriyle birlikte girin cennete…

İKİ: “Firavun ve adamlarının şerrinden korktukları için, önceleri Musa’ya halkının bir kısım (gençlerinden) başka iman eden olmadı. Çünkü Firavun, yeryüzünde gücü ele geçirmiş acımasız bir despottu.” (Yunus; 10/83).

Yani: Ya tutuklanırsam? Ya hapse atarlarsa? “Erzurum’da çevirdiler yolumu/

Beş on polis bağladılar kolumu” korkusunun panzehiri, Firavun örneğinde görüldüğü gibi, ülkede/yeryüzünde gücü ele geçirmiş “korku imparatorluğunun” sona erdirilmesidir. Despot, tiran ve diktatörlüklerin alaşağı edilmesidir.

Öyle ki bu diktatörlükler sürekli olarak korku yayarlar: “Firavun ‘bırakın beni öldüreyim Musa’yı da Rabbine dua etsin (de kurtarsın onu). Çünkü dininizi/devletinizi değiştirmesinden veya ayaklanma çıkararak ülkede karışıklık (fesat) çıkarmasından korkuyorum’ dedi.” (Mu’min; 40/26).

Görüldüğü gibi böylesi ülkelerde, ülkeyi yöneten diktatörün/diktatörlüğün korkularıdır. Bir korku kumkumasına girmişlerdir. Halk da diktatörlüğün korkularından korkmakta ve ancak bir kısmı (cesaret sahibi gençler vs.) bu korkuya teslim olmamaktadır.

Böylesi korku imparatorluklarında, İbn Haldun’un tabiriyle halkın “tesirli metaneti” kırılır. Çinli bilge Laotse’nin dediği gibi de “Baskıcı ülkelerin halkı kaypak ve ikiyüzlü olur.” Bu durumda diktatörün korkak olması da tabiîdir.

İşte böylece “korku” bir ülkeyi teslim alır. Akılları ve dimağları işletmez, gözleri görmez, kulakları duymaz hale getirir. Bundan çıkmanın yolu korkunun yeşermediği, kaygının da bitmediği bir düzen kurmaktır. Onun için cennette (doğal dünya, özgür toplum) korku (havf) yoktur, kaygı (huzn) de olmayacaktır…

ÜÇ: ‘Rabbimiz Allah’ deyip, doğruluk ve dürüstlük yolunda yürüyenler için korku yoktur, kaygı da duymayacaklardır.” (Ahkâf; 13).

Yani: Ya ölürsem? Mezarın ötesinde ne var? “Ben kimim ve bu hal neyin nesi?” korku ve kaygısının panzehiri Allah’a ve ahirete iman ile erdemli ve dürüstçe yaşanmış bir hayattan (amel-i sâlih) başkası değildir. Böyle bir insan ölümden neden korksun? Mezardan sonra ne olacağından neden endişe etsin? Dünyanın saçma, hayatın anlamsız olduğu nihilizmine neden kapılsın? Dürüstçe bir hayat sürdükten sonra ona kim ne yapabilir? Gizli günahları olmayan birisinden daha güçlü kim olabilir? İnsanı esir alan asıl kendi günahları değil midir? Ortaya çıkacağından korkmadığın bir “şantaj kasedin” yoksa senden daha cesur kim olabilir? “Ya yalan, iftira?” denirse onun mumu yatsıya kadar yanar. “Ya haset, çekememezlik?” denirse o da sahibini ateşin odunu bitirdiği gibi yer bitirir, sana hiçbir şey olmaz.

İnsanı ontolojik yalnızlık korkusundan kurtaran “Allah’a iman” nasıl bir şeydir? Bu bir teoloji mi, yoksa yaşayan, canlı bir tecrübe mi? “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya Allah’a tapacaksınız, ya da (para tanrısı) Mamon’a” diyen İsa acaba ne demek istiyor?

İman, emniyet, güven kökünden gelir. Bir şeye inanmak ona güvenmek, itimad etmek demektir. Düşünün… Hayatta Allah’a mı yoksa paraya mı daha çok güveniyorsunuz? Hangisi size güven veriyor? Hangisinin adını duyunca yüzünüz gülüyor, içinize güven doluyor?

“Peşin parayı duyunca nasıl da gülüyor” veya “Parayı sevmem ama stresimi alıyor” sözünden de anlaşılacağı gibi aslında biz Allah’a inanmıyoruz, imansız yaşıyoruz. Çünkü imanın yarısı risktir; dış dünyada “nesne” olmayan bir şeye inandığımızı söylemekteyiz.

Soru şu: “Yarın ne yiyeceğim” diye sorulduğunda “Şu parayı al, sana bir ay yeter, korkma” diyen birisi mi, yoksa “Allah var, korkma” diyen birisi mi size daha çok güven veriyor? Aslında neye iman ettiğimizin belli olması için, zorlayıcı bir içkinlikle iki şıktan sadece birini işaretleyin…

Ne oldu? Zorlanıyorsunuz değil mi? Evet, iman öyle bir şey işte.

“Allah var, korkma” demek, aslında ‘hayat var, toplum var, tabiat var, toprak, su, hava, ateş, rızık ve rızık kaynakları var, kardeşlerim var, bunlar daha büyük, kalıcı, sıcak, güvenmeye ve dayanmaya daha layık…’ demektir. İşte böyle bir toplumda (cemaat/comun) yaşayan için korku (havf) yoktur, kaygı (huzn) da olmayacaktır.

Korku ve kaygı dolu zihin, bunlara inanmayan zihindir. Çünkü paradan başka kimseye güvenmemekte, olmayınca fakir kalmaktan, olunca fakir düşmekten ödü kopmaktadır. Her daim korkarak yaşamaktadır. Korkularının esiri olmuş, kaygıları onu teslim almıştır.

***

Üç kadim korkunun (ekonomik, politik, ontolojik) pençesinde kıvranan insanoğlu…

Bu korkular sebebiyle sömürücü sistemlere, despotik idarelere teslim olan ve hiçciliğin çukurunda debelenen insanoğlu…

Şimdi, böyle bir insan özgür müdür?

Neydi özgürlük?

Korkularını fethetmek, kaygılarından kurtulmak…

Korkunun üremediği, kaygının türemediği bir dünya kurmak…

Korku imparatorluklarına, kaygı saltanatlarına son vermek…

Ya sonra?

Sonra mı?

Asıl iş ondan sonra başlıyor. (İhsan Eliaçık-2010)

http://ihsaneliacik.blogspot.com/2010/04/korku-imparatorlugu.html

http://www.haber10.com/makale/19316/

posted in AHLAK | 0 Comments

10th Ekim 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Cahil, Kibirli, Saldırgan

Cahil sözünü Arapçadan almışız.

Birkaç anlamı içinde (toy, deneyimsiz vb.), dilimizde sıklıkla bilgisiz kişi anlamında kullanıyoruz.

Bilgi, kuşkusuz, tartışmaya açık bir kavramdır. Hiç kimse her şeyi bilemez…

Her alanda bilgi birikiminin ve yanı sıra da yine her alanda uzmanlaşmanın günümüzde ulaştığı boyutlarda, bu gerçekten olanaksızdır.

Böyle olmakla birlikte, yine de, bilgili ve bilgisiz kişiyi birbirinden ayıran temel ölçütler yok mudur?

Ben iki temel ölçüt olduğunu düşünüyorum: Hümanizm ve bilimsel bilgi.

İkisinin toplamına da aydınlanma düşüncesi, insan odaklı dünya anlayışı diyebiliriz…

Aydınlanma kavramının bilgisine (duygusuna, sezgisine) sahip olan kişi, okuryazar bile olmasa, bence cahil sayılamaz…

Buna karşılık, bu kavramın uzağında bulunan kişi, herhangi bir uzmanlık alanında allame bile olsa, insan aklının ulaştığı düzeyin gerisinde, yani cahil demektir…

***

Araştırırken iki ilginç deyimle karşılaştım: “Cahil-i basit” ve “cahil-i mürekkep”…

Yani basit cahil ve karmaşık cahil…

İlki, ilk bakışta, en sıradan, en kara cahil sanılabilir…

Tam tersine, cahil olduğunu bilen, cahilliğinin farkında olan kişi anlamına geliyor…

Cahilliğinin farkında olan kişinin kendini düzeltme şansı vardır çünkü.

Cahil-i mürekkep” deyimi ise, cahil ama cehaletinin farkında olmayan kişi için kullanılıyor…

Dilimize “katmerli cahil” diye çevirebiliriz…

Ve öyle sanıyorum ki kibir kavramı da tam burada karşımıza çıkacak…

***

Kibir (kibr) sözünün sözlükte karşılığı şöyle: Kendisini büyük gösteriş. Kendisini, başkalarından üstün olmadığı halde üstün görme ve gösterme hastalığı…

Bilgi sahibi kişi kibirli olmaz.

Çünkü bilginin sınırsızlığının farkındadır.

Cahilliğinin bilincinde olan kişinin de kibirli olması pek olası değil.

Buna karşılık, cahilliklerinin farkında olmayan kimselerin (katmerli cahillerin) bu özelliklerine bir de kibirlilik eklendiğine sıklıkla tanık oluruz…

Hem de her toplumsal ortamda ve aşamada…

Kişi ne kadar cahilse ve cahilliğinin farkında olmaktan ne kadar uzaksa, o denli burnu büyük, kibrinden o denli yanına yaklaşılmaz olmaktadır…

Bu iki kişilik eksikliği ya da bozukluğunun (cahilliğinin bilincinde olmamak ve kibir) aynı kişide bulunması, neredeyse yasa gibi bir şeydir…

***

Gelelim saldırganlığa…

Bu güzelim Türkçe sözcüğün içerdiği anlam, bilindiği gibi, sadece insana özgü bir özelliğin adı da değil…

Fakat ne yazık ki insanların dünyasında da yine sıklıkla görülmekte.

Bu bakımdan, bir insanda insanlaşma gelişiminin tamamlanmamış olmasıyla da açıklanabilir…

Hem cahil hem kibirli olan kişinin, yatkınlık taşıyacağı düşünülse bile, aynı zamanda saldırgan olması ille de gerekmiyor…

Fakat şu ya da bu nedenle bu üç özellik, cehalet, kibir ve saldırganlık tek bir kişilikte bir araya gelmişse, ürkütücü, irkiltici, korkutucu bir tablo karşısındayız demektir…

Çünkü şantaj, tehdit, yalan, iftira, bugün söylediğini yarın yadsıma, sıkışınca tavır değiştirme gibi başkaca kötülükler de bu türden bir kişilik bozukluğunun ayrılmaz bileşenleridir…

***

Günlük yaşamda böyleleriyle karşılaştığımızda, uzak durmaya, bulaşmamaya dikkat ederiz…

Buna karşılık bir ülkenin yönetimi bu gibi kimselerce şu ya da bu biçimde ele geçirilmişse, o ülke bir uçurumun eşiğine gelmiş ya da belki o uçuruma yuvarlanmaya başlamıştır bile…

Fakat bu gibi şeyler genellikle demokrasi dışı toplumlarda söz konusudur…

Bizde ise çok şükür demokrasi olduğundan, böyle bir tehlikenin uzağındayız demektir…

(Ataol Behramoğlu. Cumartesi Yazıları. Cumhuriyet. 20.09.2008)

posted in AHLAK | 1 Comment

20th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

BAKIŞ AÇINIZ, GÖZLERİNİZ VE KALBİNİZ

DÜNYAYA AÇILAN PENCERENİZ, GÖNÜL KAPINIZ

SİZİ FARKLI KILAN ÖZELLİĞİNİZ VE FARKINDALIK

“Herkese şefkat gözü ile bakmalısın. Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan halka müderris olsa da; Hakk’a âsîdir.” Hacı Bektaş’a atfediliyor.

Hacı Bektaş, bu sözüyle insanlara şefkatle yaklaşmaktan söz etmektedir. Evet, insanlara şefkatle yaklaşmak doğru bir yöntemdir. Türk Dil Kurumu, “şefkat” sözcüğünün karşılığını, ‘Koruma, acıma ve sevgi duygusu’ diye vermektedir. İnsanlara yaklaşırken koruma, acıma ve sevgi duygusuyla yola çıkmadan onlara yardımcı olmak zordur. Aslolan herkese bu gözle bakmak, bu gözle yaklaşmaktır. Yoksa sahtekarlarla dürüst insanları, canilerle hayat kurtaranları, bozgunculuk yapanlarla barış ortamını hakim kılmaya çalışanları, bölücülerle birleştiricileri, hırsızlarla emekleriyle kazananları, önüne geleni ayartmak isteyenlerle iffetli olanları, teröristle Mehmet Akif’’i, dini inançlarını zor ve şiddet kullanarak kabul ettirmek isteyen kişilerle peygamberlerin yakın dostlarını, peygamberlerle savaşanlarla peygamberleri aynı kefeye koyamayız, onların her birine aynı gözle bakamayız. Bunun aksini iddia edenlere Allah bilemeyeceğimiz, kestiremeyeceğimiz öylesine olaylar yaşatır (42Şura, 30; 4Nisa, 79) ki ilahi adalet gereği acıları tadınca söylediklerine bin pişman olurlar.

Ancak insanlar yalancı da olsalar, hırsız da olsalar, iffetsiz de olsalar, ne tür inanç ve davranışa sahip olurlarsa olsunlar onlara şefkatle yaklaşmadan onların sorunlarını çözmek kolay değildir. Şefkat duygusu, koruma amacını güden dostça, arka planında sevgi olan bir yaklaşım biçimidir. Yoksa insanları ve onların niteliklerini erdemli görme eğilimi değildir. Zaten baskı ve şiddete başvurmadan din konusunda konuşanlar, yazanlar, başkalarının da duyması için emek harcayanlar, isterse yanlış bir inanç üzere olsunlar, bu şefkat duygusuyla hareket etmektedirler. Tam tersine bu konularda konuşmayanlar, yazmayanlar, bunlara kulak vermeyenler, söylenenleri rafa kaldıran veya es geçenler, bu konuda emek verenleri kınayanlar işte bu şefkat duygusundan yoksundurlar. Asıl onlar, bırakın insanları kategorize etmeyi, onlara yaklaşımda bile, yöntem olarak bile ayrımcılık yapmaktadırlar. Cinsiyet ayrımcılığı yapanlar, ırk ayrımcılığı yapanlar, etnik ayrımcılığı yapanlar, sınıf ayrımcılığı yapanlar, din ya da milliyet faşizmi yapanlar gerçek ayrımcılar ve bölücülerdir. Sahtekâr, yalancı, ahlaksız, katil, hırsız hangi dine, hangi inanca, hangi milliyete, hangi etnik gruba mensup olursa olsun sahtekârdır, yalancıdır, ahlaksızdır, katildir, hırsızdır. Bizim toplumun en kötüsü başkalarının en iyisinden daha iyidir anlayışı gerçek ayrımcılıktır, gerçek bölücülüktür. Oysa ilahi kitap KUR’AN, ‘Kendi aleyhine, en yakın dostlarının aleyhine bile olsa adaletli olmayı’ yalnızca ahlaki bir buyruk olarak değil ilahi bir hüküm olarak ortaya koymuştur. (Bk. 4Nisa, 135) Yine KUR’AN, “düşmanın bile olsa adaletli davranmayı, gerçek takvanın (dindarlığın) bu olduğunu” öğütlemiştir. (Bk. 5Maide, 8 )

Olumsuz olaylarda, olayın aktörlerini görmezden gelerek herkese aynı gözle bakmak paranoyadır. Düşünün ki birisi yalan söylüyor, cinayet işliyor ve hırsızlık yapıyor. Sizden buradan hareketle herkese yalancı, katil veya hırsız gözüyle, ‘tek bir gözle’ bakıyorsunuz. Düşünün ki birisi dürüstlük örneği vererek çok önemli olaylarda adaletli davranıyor; böylece oldukça ciddi bir risk üstleniyor, bu kişi oldukça yardımsever veya oldukça çalışkan… Siz bu olaydan yola çıkarak herkese, dürüst veya yardımsever ya da çalışkan gözüyle, ‘tek bir gözle’ bakıyorsunuz. Yaptığınız doğru mudur? Yapanla yıkanı ayırt edemiyorsunuz. Dost ile düşmanın veya dostluğa daha yakın olanla düşman olma eğilimi olanın farkına varamıyorsunuz. Dostunuza düşman düşmanınıza dostunuzmuş gibi davranıyorsunuz. Evet, kişi nasılsa etrafındakileri de öyle görüyor, onlara öyle davranıyor.

Sizi farklı kılan yönünüzün farkında oluşunuz veya olmayışınız sizin bilinç düzeyinizi ortaya koyar. Gerçek farkınız; ırkınız mı, diliniz mi, cinsiyetiniz mi, boyunuz mu, kilonuz mu, yaşınız mı, gözünüzün ve saçınızın rengi mi, fiziğiniz mi, mesleğiniz mi, kariyeriniz mi, paranız mı, işiniz mi, babanızın mesleği mi, dostunuz mu? Eğer ilkeleriniz ve değerleriniz varsa bunun da insanlığa barış, saygı, sevgi ve kardeşlik getireceğine inanıyorsanız bunları dile getiriyorsanız, zaten bu durum, muhataplarınızdaki eksikliğin farkındalıktan kaynaklanmaktadır. Sürü psikolojisi ile yaşıyorsak herkes çoban bellediğinin arkasından gidecek, ilk koyun kendisini kayalardan atınca diğerleri de benzer bir tutum içine girmekte tereddüt etmeyecektir. Buna engel olmak isteyenleri de yol kesmekle suçlayabilecektir.

Yeni tanışılan insan hakkında onun masum (suçsuz) olduğu karinesi geçerlidir. Onun hakkında suçlu veya erdemli yakıştırması ise bir gerçeğe dayanmaz, böyle bir davranışın sağlam bir dayanağı yoktur. Birinin ahlaklı ve inançlı olması da sonradan kazanılan bir durumdur. Durup dururken kimse şu ahlak veya bu inanç üzere olmaz. İnanç ve ahlak, bir bilginin doğruluğundan emin olmak ve bunu davranışlara yansıtmaktır. Oysa suçsuzluk doğuştan getirilen bir durumdur. Aksi ispat edilinceye kadar herkese suçsuzdur (masumdur). Suçsuz insana şefkatle yaklaşılır, eğer onda bir hayır varsa o hayır paylaşılır. Onun bilgisinden yararlanılır, ahlakı ve karakteri örnek alınır. Eğer onda birtakım eksiklikler varsa ona şefkatle yaklaşılır; bunun giderilmesine, sorunlarını çözmesine ve gelişimine katkı sağlamaya yardımcı olunur.

Kim olursa olsun herkesin doğru yolda olduğunu iddia etmek ve yukarıdaki sözü böyle anlamak ve bunu yaymaya çalışmak istismara girer. Değerleri istismar etmek kimseye hayır getirmez. Mistik ve New Age gibi bazı akımlar, evrensel ilkeler ve standart ahlaki değerler olmadığını iddia ederek tüm değerlerin ve özellikle ilahi dinlerin içini boşaltmak istemektedirler. Bu ilkelerin dönemsel veya yöresel olduğunu, arka planında değerlere bağlı olmayan bir kurallar bütünü olduğunu sabuklamaktadırlar. Oysa tarihin her döneminde ve dünyanın her ülkesinde ve herkese göre yalan söylemek, kandırmak, aldatmak, ihanet, kula kulluk, cinayet, hırsızlık, insana zarar veren yiyecekler, içecekler, sözler ve davranışlar kötüdür. Kimse kendisinin böyle bir muameleye tabi tutulmasına rıza göstermez. O yüzden ‘evrensel ilkeler ve değerler yoktur’ diyenler insanlık düşmanıdırlar, insanlığa en büyük zararı bunlar vermektedirler. Evet, en azından herkesçe bilinen ve kabul edilen ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ gibi evrensel bir mutabakat metni vardır. Nitekim değerleri merkeze alan dünyadaki tüm din mensupları bu anlayışlara karşı mücadele vermektedirler. Öyleyse her akıllı insan ayartıcıların bu tuzağına düşmemelidir. Çünkü bu, şeytanın en büyük tuzağıdır. “Kötülüğe ve yanlışa yaklaşma/yanaşma” buyruğu için şeytan atalarımızı, “Aslında o kötülük değil. Senin sonsuza kadar eksik ve muhtaç yaşaman için kurulmuş bir tuzak veya tezgahtır” diyerek kandırmıştır.

Ne dersiniz? Yazı yazarak emek verenler, bu yazıları okuyacak olan insanların hepsini tanıyor mudur? Asıl şefkat, verilen bu emek değil midir, yoksa?

GÖZLERİNİZ

Nasıl bakıyor sizin gözleriniz?

Kilitli bir kapı gibi mi, hiçbir ışık sızdırmayan?

Karanlık ve kapalı mı?

Hiç merak ettiniz mi, nasıl bakıyor sizin gözleriniz…

Oğlu kaybolmuş bir anneyi gördüğünüzde, gözleriniz nasıl bakıyor?

Bir zengin gördüğünde gözleriniz nasıl bakıyor?

Bir general gördüğünde…

Çocukları yerlerde sürüyen polislere nasıl bakıyor?

Ya kocasını arayan bir kadının kederli gözlerine nasıl bakıyor gözleriniz?

Ağaçlara nasıl bakıyor?

Denize, bulutlara, çiçeklere…

Martılara…

Çocuklarınıza nasıl bakıyor gözleriniz?

Gözleriniz nasıl bakıyor, hiç merak ettiniz mi?

Kilitli bir kapı gibi mi, hiç ışık sızdırmayan?

Korkuyla mı, elemle mi, çaresizlikle mi, sevgiyle mi, acıyla mı, sevinçle mi? ..

Nasıl bakıyor gözleriniz?

Ne görüyorsunuz kendi bakışlarınızda?

Size yalan söyleyenlere nasıl bakıyor gözleriniz…

Sizi korkutanlara…

Size saldıranlara…

Cellatlara nasıl bakıyor gözleriniz?

Uçurtmalara, sandallara, faytonlara, havai fişeklere…

Otobüslere, arabalara…

Denize nasıl bakıyor gözleriniz?

Dağlara nasıl bakıyor?

Çöplükten ekmek toplayan bebeklere…

Banka kapılarında sıra bekleyen yaşlılara…

Sahipsiz hastalara…

Bir mahkum arabasının dar ve demirli penceresinden el sallayan genç kızlara…

Gözleriniz nasıl bakıyor?

Hiç merak ettiniz mi?

Baktınız mı hiç kendi gözlerinize?

Kilitli bir kapı gibi mi, hiç ışık sızdırmayan…

 

Çıplak kadınlara nasıl bakıyor gözleriniz?

Sevişenlere nasıl bakıyor, öpüşenlere…

Vurulmuş bedenlere nasıl bakıyor?

Parlak kravatlara, şık tayyörlere, rüzgarlı eşarplara nasıl bakıyor?

 

Nasıl bakıyor gözleriniz, gözlerinize hiç baktınız mı?

Ne var sizin gözlerinizde, elem mi, keder mi, çaresizlik mi, korku mu, sevinç mi, ümit mi, bezginlik mi?

Kilitli bir kapı gibi mi yoksa?

Şehir ışıklarına nasıl bakıyor gözleriniz?

Bulutlara, doğan güne, akşam kızılına…

 

Silahlara nasıl bakıyor gözleriniz?

Üstünüze tutulan silahlara…

Kelepçelere, hapishanelere, darağaçlarına…

Sokak çocuklarına…

‘Hakkımı istiyorum’ diye bağıran o ihtiyara…

‘Yalnız değilsin kızım’ diye hapishaneye giden kızının ardından hıçkıran anaya…

‘Nerede benim kocam’ diye soran yaşlı kadına…

Sizi korkutan eski generallere nasıl bakıyor gözleriniz?

Dünyaya, hayata, dostlara ve düşmanlara…

 

Nasıl bakıyor sizin gözleriniz?

Kilitli bir kapı gibi mi, hiç ışık sızdırmayan?

Gözleriniz, bir aynada gözlerinize değdiğinde, nasıl bakıyor?

Utançla mı, ıstırapla mı, korkuyla mı?

Sizin gözleriniz nasıl bakıyor, hiç merak ettiniz mi?

Nasıl bakıyor o gözleriniz şu yaşadığınız hayata?

Ahmet Altan



ŞERÎAT VE TARÎKAT YOBAZLIĞI NEDİR?

Soru 98 : Şerîat ve tarîkat yobazlığı nedir?

Her ikisi de birbirinden beter iki onulmaz yara, iki sağlaşmaz hastalıktır. Şerîat yobazı, karıncayı çiğnemekten çekinir; Kur’ân-ı Kerîm «size selâm vererek sizinle buluşan kişiye müslüman değilsin demeyin» buyurduğu (IV, 94), kitap ehline bile dokunmadığı, onları dinlerinde serbest bıraktığı, Hz. Peygamber, Allah’ın birliğine inananın cennete gireceğini bildirdiği halde, en küçük müsamahayı bile kabul etmez, din uğruna, Allah aşkına adam boğazlamayı cihad sayar; kendi gözündeki merteği görmez, âlemin gözündeki çöpe takılır gözü. Tarîkat yobazı, her şeyi Tanrı tecellîsi görür, herkese aynı gözle bakmayı söyler; fakat kendi yoluna uymayanları «avâm, zâhid, Yezid, yabancı» sözleriyle kınar; adam yerine saymaz. Şerîat yoba¬zına göre müslüman, yalnız kendisidir, kendine uymayanlar dinsizdir. Hele başını ustura ile tıraş ettirmeyen, sakalını çenbervârî bırakmayan, başına bere giymeyen kişiyi gâvur sayar; her yeniye, her yeniliğe düşmandır; rahmetli Neyzen Tevfik’ın dediği gibi,

Yobazın mantıka ermez berelenmiş kafası!

Tarîkat yobazı, esmâya(isimlere: zikirlere virdlere) kaptırır kendini, rüyalara dalar, hayal âlemlerine girer; dünyayı sanki boşlamıştır; ama aklı mangırdadır, gönlü dünyaya bağlı. Fakat kerametler satar, gaybden haber verir, dünyayı tasarruf eder aklınca. Gene rahmetli Neyzen, bu rûhî hâletleri anlatırken demişti ki:

«Bunlar, ya garezdir, ya maraz.»

Gerçekten de öyledir. Ya çıkarına göre lâf eder, iş görür yobaz; ya da devrini anlamayacak, muhitini farketmiyecek kadar kendini sâbit fikirlere kaptırmıştır, aklını yitirmiş bir hastadır yobaz.

Her iki yobaz da toplum için tehlikelidir. Gerçek dinle ilgilenen, dünyayı da, ahireti de dengede tutan, insan şerefini gözeten, bağımsızlığı toplum için temel sayan, bunu sağlamak için savaşı koyan, insanları bir gören, yardımlaşmayı, sevişmeyi buyuran, aklı ön plâna alan, iktisâdî düzeni en ileri bir görüşle amaç edinen, yaşayışı takdis eden, bir hak bilen, hürafeleri reddedip bâtıl bulan, hikmeti, inanan kişinin yitik malı bilip nereden ve kimden olursa olsun almayı emreyleyen, dinlerin sonuncusu ve en mütekâmili olan İslâm diniyle peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’in buyruklarına uyar ancak. Onun dini de en gerçek dindir, inancı da, yalanlarla, dolanlarla, hayallerle örülmüş bir inancı olamaz.

Gerçek din inancına sahip olan şerîatçı bundan vazgeçip de, Hz. Peygamber’in nehyettiği muskayı yazamaz (Câmi’, II, s. 152), üfürükle hasta tedavisine kalkamaz (aynı, I, s. 67); «Bize karşı silâh taşıyan bizden değildir» diyen (II, s. 153) Peygamber’in emrine karşı gelemez; «Müslümanları ayıran benden değildir» (II, 161) buyruğunu çiğneyemez.

Gerçek din inancına sahip olan tasavvufçu bundan vazgeçip de, gaybın, ancak Allah tarafından bilindiğini açıkça anlatan Kur’ân-ı Kerîm’in (7/188, 31/34) hükmüne karşı çıkıp gelecek zamanda olacak şeyleri bilmek dâvasına girişemez; cifrle(sayıları kutsamak) uğraşamaz, geleceğin, Tanrı ışığıyla bakıp gören inanan kişinin anlayışından başka bir şeyle bilinip anlaşılmayacağına inanır (Câmi’, I, s. 7); hele «inananlar, bir yapı, bir duvar gibidir; birbirlerini kuvvetlendirirler» ve «Müslüman, müslümanların, elinden, dilinden emin oldukları kişidir» meâllerindeki hadislere karşı (II, s. 172) birisini öldürmek için kahriye okuyamaz, «Yâ Kahhâr» diye zikre koyulup onun ölümünü isteyemez; sevdiği kişinin vuslâtına erişmek için celbiyye okumaya dili varamaz.

Gerçek şeriatçı, olgun insandır; gerçek irfan sâhibi, âlemlere rahmettir. Gerçekler, varlıklarını insanlığa veren, ferdiyetlerinden geçen kişilerdir.” (Abdülbaki Gölpınarlı, 100 Soruda Tasavvuf, s.171, Gerçek Yayınevi)

Yetmiş İki Millete Bir Gözle Bakmak

(Turgut ÇİFTÇİ)

posted in AHLAK | 0 Comments

21st Ocak 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Eleştirmek ve Eleştirilmek

Şu üç kavramın bilinmesi bu makalenin daha anlaşılabilir olmasını sağlayacaktır.

Kişilik: Bireyi diğerlerinden ayırt ettiren kendine özgü olan duygu, düşünüş ve davranış özelliklerinin bütünüdür.

Kişilik bozukluğu: Bireyin sosyal, mesleki ve ailevi çevresiyle çatışmasına neden olan ve kişiye bu çatışmaların kaynağının çevre olduğunu düşündüren patolojik kişilik yapısıdır. Birey çatışmanın sonlanması için çevrenin kendisine uyması gerektiğini düşünür.

Kişilik özelliğinde ise; çevreyle uyumun sürdürülmesinde zorlanma olsa da bu durum genellikle bir çatışmaya yol açmaz.

Yaşamın her alanında ve anında en sık karşılaşılan gerçeklerdir eleştirmek ve eleştirilmek. Ancak bu kadar sıklıkla karşımıza çıkmasına ve aksi de ifade edilmesine rağmen ona nedense bir türlü de iyi bir gözle bakılmaz. Yani görünür de olmasına taraftarmış gibi bir tavır sergilenirken, kendi başına kalındığında incinen narsizmin acısıyla öfkelerin bilendiği bir gerçektir o. Aslında biyolojik, sosyolojik ve psikolojik yönleriyle uzun uzadıya tartışılması gereken bir konudur. Çünkü bu eylemin o kadar çok etkenleri var ki, bunlar arasındaki dinamikleri derinlemesine kavrayabilmek neredeyse imkansızdır. Eleştiri nasıl algılanırsa algılansın sonuçta bireyin kendini geliştirebilmesinin yegane itici gücüdür. Önemli olan bunun farkında olabilmektir.

Eleştiri eyleminin bir tarafında eleştiriyi yapanlar(verici), diğer tarafında ise eleştiriyi algılayanlar(algılayıcı) vardır. Eğer bu verici ve algılayıcı taraflar arasında bir frekans uyumu yoksa, yapılan bu eylem sonunda bir kavgaya dönüşebilir. Bazen de bu durum yıllarca sürecek olan kronik çatışmaların zeminini hazırlar. Eleştirilerde önemli olan eleştiriyi yapandan çok, eleştiriyi algılayan bireyin, yapılan eleştirinin mahiyetini ve önemini nasıl algıladığı ve yorumladığıdır. Burada özellikle bireyin kişilik özellikleri ve içinde yetişmiş olduğu kültür son derece önem kazanır. Eleştiriye maruz kalan kişi OBSESİF özellikli yani takıntılı birisi ise, yapılan eleştiriyi kılı kırk yararak irdeleyip, olmayacak sonuçlar çıkarabilir. Günlerce zihninin derinliklerinde onunla yatıp, onunla kalkabilir.

Bu kişiler daha çok ayrıntıların derinliklerine dalma eğiliminde olduklarından bütünü kavramada zorlanırlar. Bu ise onların zihnen bitkin düşmelerine neden olur.

Eğer ki eleştirilen birey NARSİSTİK kişilik özellikleri olan birisi ise, kendisine en samimi duygularla yöneltilen yapıcı bir eleştiri bile, onun kişiliğinde ciddi hasarlara neden olabilir. Çünkü narsistik kişiler eleştirilemeyecek kadar mükemmel olduklarına inanarak kendilerini dünyanın merkeziymiş gibi algılarlar. Sizin onların bu inanışların ters gelecek olan eleştirileriniz onların benlik algılarında ciddi acınmalara yol açabilir.

Eleştirilerde en tehlikeli olabilenler PARANOİD özellikler taşıyanlardır. Eğer ki eleştirilen birey PARANOİD özellikli birisi ise, eleştiri dahil kendisine yönelik olan bütün yaklaşımlara genellikle şüpheyle bakma eğilimindedir. Bu kişiler sanki kendilerine yönelik bir tehlike varmış gibi, sürekli tetikte olurlar. Çevrenin onlara tuzaklar kurarak zarar vereceğini ya da haklarının gasp edileceğini düşünebilirler. Bunlar uzlaşılması en zor olan kişilerdir. Çünkü Paranoyalar tedaviye en dirençli düşünce içeriği bozukluklarıdır. Örneğin ona nerede oturduğunu sorduğunuzda o bundan olmadık anlamlar çıkararak, sizden bunu gizlemek eğilimi gösterebilir.

Eleştirilen birey HİSTİRYONİK özellikler taşıyan birisi ise, eleştirilere karşı çok abartılı ve değişken tepkiler verebilir. Ciddi bir eleştiriye maruz kalabilecek olan bu gurubun üyeleri, benlik algılarının hızla düşmesi sonucu, kısa sürede depresyona dahi girebilirler. Çünkü bu bireyleri ayakta tutan şey çevreden onlara yönelmiş olan ilgilerdir. Sürekli pof poflanmak ve onaylanmak isterler. Sanki yaşam bir tiyatro onlarda başrol oyuncusudurlar. Eğer ki siz, onun bu rolü hak etmediğini söylerseniz, bir anda değişerek, size karşı son derece saldırganca tavırlar sergileyebilir.

Elbette ki işin bir de eleştirileri yapan tarafları vardır. Bu tarafın kişilik özellikleri de en azından eleştirileri algılayanların ki kadar önemlidir. Olur olmaz eleştiriler yapmaya eğilimli olan GRANDİYÖZ özellikli kişiler, burada sıklıkla karşımıza çıkarlar. Bunlar kendilerini gücün merkezi sanıp, her önüne gelene eleştirel bir yaklaşım gösteririler. Sağduyu sahibi herkesin çok iyi bildiği doğruları sanki yeni şeyler söylüyormuşçasına tekrar tekrar gündeme getirirler. Buna karşın kendilerine karşı eleştirel yaklaşanlara ise sıklıkla öfke dolu bir tutumla cevap verirler. Hele birde yapmış oldukları eleştiriyi de eleştirirseniz! Çizilen Narsizmlerinin verdiği acı ile iyice saldırganlaşabilirler. Çünkü onlar kendilerini eleştirilemeyecek kadar yetkin, güçlü ve önemli kişiler olarak algılarlar. Birde etraflarında onların bu patolojik davranışlarını pekiştirici yaklaşımlar gösteren ve halk arasında da yağcı veya şak şakçı tabiri ile tanımlanan kişiler varsa, gösterecekleri tepkilerin boyutu bir kat daha artar.

Anlayacağınız eleştiri eyleminde, hem eleştiren hem de eleştirilen bireylerin kişilik yapıları son derece önemlidir. Sizin son derece iyi niyet ve halisane duygularla yapacağınız bir eleştiri, patolojik kişilik özellikleri baskın olan birisi tarafından son derece farklı olarak algılanaraktan bir çatışmaya dönüşebilir. Diğer taraftan da Patolojik kişilik özellikleri olan birisinin hiçte önemli olmayan bir konudaki abartılı eleştirisi, karşıdaki insanın olumlu kişilik yapısından dolayı kolayca tolere edilebilir.

Bu bilgiler ışığında siyasi yaşamımızda ki tartışmaları ve siyasilerin birbirine karşı olan tavırlarını yeniden gözden geçirdiğinizde daha önceleri anlamakta zorlandığınız ve eleştirilmelerine rağmen de neden aynı davranışlarını ısrarla sürdürmeye devam ettiklerini kolayca kavraya bilirsiniz.

Bu meyan da ülkesinin aleyhine olan emperyalist projelere öncülük etmesine, Kuran da açık olarak karşı çıkılan dostlukları kurmasına ve de yaşamı uzunlamasına incelendiğinde demokrasinin D sinden haberdar olmadığı ortaya çıkmasına rağmen, siyasi ikbal uğruna yeri geldiğinde en demokrat, yeri geldiğinde en inançlı, yeri geldiğinde de en milliyetçinin kendisinin olduğunu söyleyen siyasileri örnek olarak verebiliriz.

Son söz olarak sizlere tavsiyem odur ki! Sakın ola ki, patolojik kişilik özellikleri olan kimselerle tartışmalara girmeyiniz. Çünkü kişilik özellikleri değişmez ve değiştirilemez. Aksi takdirde böylesi bir yaşantıdan size geride kalacak olan şey, sadece ve sadece boşa harcanmış zamanınız ve de yıpranmış olan sinirleriniz olacaktır.

İyisi mi siz enerjinizi ve zamanınızı birilerinin incinen gururlarının ve çizilen narsizmlerinin tamirine katkıda bulunmak için harcamayınız. Çünkü yapılması gereken o kadar çok işimiz var ki! Sanırım bunu hatırlatmama bile gerek yoktur. Çünkü ruh sağlığı yerinde olan herkesin, zaten bunun bilincinde olduğunu düşünüyorum.

GÜNÜN SÖZÜ : SİZİ TENKİT EDENLER, SİZE CEPHE ALANLAR VE SİZE REKABET EDENLERDEN DE ALINACAK DERSLER VARDIR. (Yalçın Güzelhan)

http://www.tumgazeteler.com/?a=4016382

 

KONUYLA İLGİLİ DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN LÜTFEN AŞAĞIDAKİ BAŞLIKLARI İNCELEYİNİZ…

1) İletişim Çatışmaları ve İletişimi Geliştirmenin Yolları
2) Niyet ve Bahane Kandırmacaları
3) Sorumsuzluk, İhmal, Bencillik ve Soyutlanma_Ka’b bin Malik
4) Bahaneler ve Mazeretler
5) Eleştirmek ve Eleştirilmek
6) Eleştirinin Önemi
7) Münafık, İkiyüzlü, Kararsız, İlkesiz ve Duyarsız Kimdir?
8) Münafıkların Özellikleri
9) Ahlak Odaklı Din, Allahlı Dindir
10) Dürüstlük Dinin Özüdür
11) Adanmış ve Aday İnsan
12) Kur’an’da İlahi Adalet İlkeleri
13) Soru Sormanın Yöntemi ve Adabı
14) Yeni Sınıfın İdeolojisi: Kariyerizm ve Konformizm
15) Ahlak, Adalet, Emek ve Sermaye
16) Doğruluk Kaygısı_Montaigne
17) Kendimizi Kime Beğendirelim?

posted in AHLAK | 0 Comments

21st Ocak 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Eleştirinin önemi ve yol göstericiliği-Yılmaz Çakır

Eleştiriyi, kişilerin yüzlerine karşı onların hatalarını düzeltmek amacı ve kaygısı ile ortaya çıkan çabaların adı olarak tanımlayabiliriz. Onun, kimileri tarafından gıybet ya da gevezelik ile bir görülüyor olması ise bir kavrayış zayıflığından başka değildir.

Eleştiri ile gıybet iki farklı alanın, iki farklı dünyanın kavramları olarak hayat bulmuşlardır. Bazılarının onları birbirleriyle karıştırıyor olmaları bu durumu değiştirmez.

Kişilerin arkalarından ve onların düzeltilmeleri, ikna edilmeleri amacından uzak bir tür gevezelik olarak tezahür eden gıybetin eleştiri ile uzaktan yakından bir ilişkisi olamaz.

Yine eleştirinin günümüz toplumunda, kahvehane kültürü içinde, futbol, pempe dizi ya da benzeri “muhabbetlerdeki” tartışmaların adı olarak zikredilme yanlışı da onun, önemini azaltmamalıdır.

Düzen politikacılarının, menfaat paylaşımına ilişkin olarak birbirleriyle sık sık yaptıkları tartışma ve polemiklerin de eleştiri kavramıyla hiç bir şekilde örtüşmediği bilinmelidir.

Eleştiri, doğruyu bulma, iyiyi hakim kılma ve onu yayma çabalarının ürünü olduğu sürece anlamlı ve değerlidir. Dünyaya, olaylara ve insana ilişkin olarak gündeme gelen eleştiri, ileriye götürücü, geliştirici bir fonksiyon görür.

Bir yazının, bir konuşmanın, bir eserin ya da bir kişinin eleştirisi bu çerçevede ele alınmalı ve değerlendirilmelidir.

Doğruyu yanlıştan ayırt edebilme yeteneği ile doğruyu işaretleme çabalarının neticesinde gerçekleşen bu tür uyarılarda, en önemli hususlardan birisi de “üslup” çerçevesinde şekillenir.

“Söz ola kese başı, söz ola kese savaşı” atasözünün beyan ettiği gerçeğe dikkat etmeyen birçok eleştiricinin, “kaş yapma” gayretleri “göz çıkartma” ile sonuçlanıyorsa, bu bize, birçok faktörle birlikte, öncelikle üslubun gözden geçirilmesi gereğini hatırlatır. Esasen, Firavun’a karşı bile, “yumuşak söz söylemeyi” emreden bir Kitab’ın bağlılarından bu konuda, başka bir yaklaşım da beklenmemelidir. Söze mukaddimesiz, “damdan düşer gibi” girmek, en son söylenecek olanı, en başta söylemek, üslup yanlışlığına ilişkin olarak ortaya çıkan en önemli hususlardan biridir.

Üslup yumuşaklığının, ilkesel esneklik ve laçkalık ile ilkelerde tavizsiz ve ısrarlı olmanın, onları anlatma tekniği olarak öne çıkan üslup tartışmaları ile ilgisinin bulunmadığı ise bilinmelidir.

İnsanlarda, modern ve geleneksel hurafelerin yol açtığı tahribatın oluşturduğu, Kur’ani eleştirilere karşı ilgisiz oluşa, bir de bizden kaynaklanan usul ve üslup hatalarını ilave etmemeliyiz.

Eleştiriden uzak olma durumu ancak yaratıcı olan Allahu Teala ve O’nun kitabı için söz konusu olabilir. Peygamberler bile basit de olsa birtakım konularda uyarılmışlardır.

Eleştirilmek hiç bir zaman duygusal tepkilerle, karşılanmamalı iyiye, güzele ulaşmada yarar sağlayacağı düşüncesi ile olumlu karşılanmalıdır.

Eleştirinin sadece bir yanlışa karşı yapılması zorunluluğu da yoktur, kimi zaman iyi, doğru ve güzel olanın daha iyisinin, doğrusunun yapılması için de eleştiri söz konusu olabilir. İnsan için gelişmenin bir sınırı yoktur ve olmamalıdır. Aksi durum insan fıtratının bozulmasına sebep olan donukluğa ve durgunluğa yol açar ki, mümin basireti bundan uzak kalmayı, tedbir almayı gerektirir.

Gelişme ve olumlu yönde değişmenin motoru olması beklenen eleştirinin, durması, işlerin iyi gitmesinden ziyade tembellik, yorgunluk ve umutsuzluğun alameti de olabilmektedir.

“Böyle gelmiş, böyle gider” ifadesinde somutlanan, umutsuzluk tavrından, zenginlik ve zindelik ifadesi olarak ortaya çıkan, daha ileriye ve daha doğruya gitme yönündeki çabaların bir ürünü olarak eleştirici bir tavır beklenemez.

İslami kesimde yapılan, edilenlerin, yazılan, çizilenlerin çoğu kez “dipsiz kuyuya taş atmak” gibi oluşu, olumlu ya da olumsuz ne bir sesin ne de bir soluğun çıkmayışı, her iki yönlü bir nitelik sorununu gündeme getirmektedir.

Oysa yanlışlıklar eleştirilmeli, doğrular, güzellikler teşvik edilmelidir.

İş olsun diye eleştiride bulunanların, insanları kazanma, onları doğru olana iletme gibi kaygılarının olamayacağı ise ortadadır. Çünkü öncelikle eleştiri ciddiyet ve sorumluluk ister. Bu durum ise her şeyi eleştirme gibi bir saplantıdan uzak sağlıklı bir yaklaşımı gerektirir.

Eleştirinin kazanmaya, düzeltmeye dönük bir kaygı içermediği durumlarda kişiye hakim olan “kesip atma” düşünceleri ise her şeyden önce ucuzcu çözümlerdir. Köklü çözüm olarak düşünülen ve düşülen bu yaklaşımların aslında bir tür kolaya kaçma ve tembellik olabileceği akılda bulundurulmalıdır.

Müslüman olmak kimseye, adeta bir mirasyedi hovardalığı içinde mevcut olumlulukları harcamayı emretmez.

İyiyi güzeli hakim kılmak, insanları ikna etmek zordur. Zaman ister, emek ister, sabır ister. Bu zorluklara katlanmadan, eleştiri adı altında her şeyi yerle bir etmenin, her şeyi sıfırlamanın anlamı olmasa gerektir.

Zira eleştiri bir buldozer yıkıcılığı değildir. Fakat inşa edici, hassas bir ustalıktır. Onun içindir ki eleştirilerde sadece olumsuzluklar gündeme getirilmemeli olumlulukların da altı çizilmeli ve onlar teşvik edilmelidir.

Öyleleri vardır ki, eleştiri adı altında yaptıklarının felaket tellallığından ya da umutsuzluk tacirliğinden farkı yoktur.

Seyirci tribünlerinde oturarak sahadakileri eleştirmek kolay olsa da ahlaklı bir davranış olamaz. Hata yapmak bile, bizatihi bir eylemlik içerir, iş yapmayanların hata yapmaları da beklenemez. Eleştiriyi keskin bir kılıç gibi kullanan nice insanın pek de bir şey yapmadıkları görülmektedir. Böylelerinin kendilerine biçtikleri misyon, eleştiriciliğin ötesinde bir anlam taşımadığı sürece İslami olmak gibi bir iddialarının da içeriği zayıflamaktadır. İslam bir bütünlük ifade eder, en güzel örneğimiz peygamberin gösterdiği üzere, müslüman, hayatın bütün alanlarında İslami kimliği ile olmak zorundadır. Bu çerçevede eleştiri de, kenardan değil içerden olduğunda değerlidir, etkilidir.

Daha da önemlisi, eleştirilen yanlışın yerine doğru olanı önermek ve koymak gerekir yoksa, eleştiri hiç bir anlam ifade etmez.

Bu durumda, günümüzde bir hayli pirim yapan radikalizm eleştirilerini örnek olarak gösterebiliriz. “İyi güzel de kardeşim, ne öneriyorsun. ne yapılmalı” dediğiniz de söyleyecek pek bir şeyi olmayan nicelerinin her şeyi eleştirmelerinin en azından “eleştiri namusu” ile ilgisi olmasa gerektir.

Eleştiri yol gösterici olduğu sürece elbette değerlidir. İslami hareketin neredeyse bütün değerlerini, kazanımlarını inkar edici, gözardı edici bir yaklaşım sergileyenlerin çözüm önerileri yükselen değerler(!) çerçevesinde uzlaşmacı, eklektik yapılara omuz vermekten, onların kuyruğuna takılmaktan başka bir şey olmuyorsa öncelikle ilke ve ahlak sorunu akla gelmelidir.

Eleştiride esas alınan, referans kabul edilen kıstasın önemi de büyüktür. Toplumsal, siyasal ve daha birçok alanda İslami dönüşümü esas alan “hareketlerin”, “Neye göre eleştiri?” sorusuna verecekleri cevab konunun önemli bir boyutunu oluşturur.

Müslümanların Kur’an’ı merkeze alarak, onu esas telakki ederek eleştiride bulunmaları ile sosyolojik, ekonomik, vb. beşeri disiplinleri esas alarak eleştiri de bulunmaları farklıdır.

Bu durum netliğe kavuşturulmadığında söylenen ve söylenecek olanların önemi ve anlamı da yeterince ortaya çık sayacaktır. Eleştirinin değeri ve bağlayıcılığı onun Kur’an’ı merkeze alıp almaması ile anlam kazanır.

Eleştirinin önemi, nasıl ve neye göre yapılacağı, sorunlarından başka onun yapılacağı zamanın da önemli olduğunu söylemek gerekir. Daha açıkçası eleştiri gereken zamanda yapılmalıdır. Hatalar, yanlışlar biriktirilmemeli, vakit erkenken uyarı ve eleştiri yapılmalıdır. Yine mutlaka eleştiri yüzyüze yapılmalıdır. Zira ardından yapılan eleştirinin adının gıybet olacağı, onun da Kur’an’daki şu ayetlerle yasaklandığı unutulmamalıdır.

“…Muhakkak müminler kardeştir Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki size rahmet edilsin. Ey inananlar bir topluluk, başka bir toplulukla alay etmesin… Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın… Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiniz. O halde Allah’tan korkun, şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul eden çok merhamet edendir.” (49/10-12)

Müslüman olmak itidalli olmayı, adaletli olmayı, güvenilir ve doğru sözlü olmayı gerektirir. Müslümanın eleştirisi de bu meyanda şekillenmek durumundadır. Bir zamanlar olumlu bulunan kimilerinin, zamanla bir takım yanlışlıklar yapmaları onları eleştirmemizi, düzeltmeye çalışmamızı gerektirir. Ama bütünüyle gözardı etmeyi, yok saymayı gerektirmez. “Düşman olunan bir kavme karşı bile adaletli olmayı” emreden Kitabullah’ın onu yaşamlaştırmayı hedefleyen müntesiplerine yakışan da budur.

Özetle; sorumsuzca yapılmayan, gıybet ve gevezelik sınırlarına vardırılmayan kırıcı ve aşağılayıcı olmayan, İslam’ı yaşamayı ve yaşatmayı hedef alan her tür eleştiri değerlidir, önemlidir. Eleştirinin ciddiyeti alternatif ve çözüm olabilecek önerilerle anlam kazanır. Değeri ise, “bağlayıcı” olabilecek bir kaynaktan beslenmesi ile.. (Yılmaz Çakır)

Haksöz Dergisi – Sayı: 56 – Kasım 95 Yöntem Tartışmaları http://www.haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=1110

 

 

EDİTOR’DEN

Müslüman toplumlarda ‘eleştiri’ asırlardır vahdeti bozan bir şey gibi algılanmış, eleştirenler ‘fesatçılık ve birliği bozuculukla’ suçlanmışlardır.  ‘Eleştiri’ gerçekten de ‘Müslümanların vahdeti’ni bozan bir şey midir? Eleştirdikçe bölünüp parçalanacak; sustukça, uzlaştıkça, sahte ve yalancı da olsa gülüp geçtikçe vahdet korunmuş mu olacaktır? Bu son söylediğimize kim ‘evet’ diyebilir ki?

Müslümanların zinde oldukları, karanlıkları hakikat ışığıyla aydınlattıkları dönemlere bakıldığında, bu dönemlerin, Müslümanların ‘eleştiriyi’ en iyi işlettikleri dönemler olduğu kolaylıkla görülecektir. Uzun yıllar Müslümanlar eleştirel damarı korumuş ve eleştiriyi, hakikate ulaşmanın bir yolu ve aracı bellemişlerdir. Eleştirdikçe, bilgi ve kültürün üretildiğini, matlaşmış akılların ışıldamaya başladığını görmüşlerdir. Bu gelişim ve üretimi, gâh bir fikri ekol eleştirilerek gâh gayri-müslimlerin ürettiği düşünceler eleştirilerek gâh yine bir dönem akide gibi korunan dogmalar eleştirilerek sağlanmıştır.

Peki, eleştiri neden kesintiye uğrar. Naçizane tespitimiz; düşünce ve içtihadın hatta siyasetin konusu olan mevzuların akideleştirilmesi, dogmalaştırılması noktası eleştiri ve üretkenliğin durduğu noktadır. Dolayısıyla inanç telakki edilen noktalarda küfr ve imandan bahsedilir ki akide telakki edilen mevzulara koşulsuz iman edenler ‘mü’min’ diğerleri ‘kâfir’ veya en iyimser ifadeyle ‘ehli bid’at’ telakki edilir.

Dikkat buyurunuz, Müslüman yoğunluklu coğrafyalarda içtihada, düşünceye, üretkenliğe açık alanların bile ‘inanç’ kılığına sokularak dokunulmaz kılındığına… Felsefe’den tefsire, hadisten fıkha kadar birçok alan, tümden değilse de bu kategoride değerlendirilebilir. Bu alanlardaki ‘eleştirileri’ çıkarınız, geriye ne kalacaktır ciltli birkaç eserden başka?

Eleştiri, bazen ‘doğru ve yanlışın tahlili’, bazense yanlışın gösterilmesi ve kınanmasının adı olmuştur. Tüm bunlara rağmen Müslüman algısında ‘eleştiri’, doğruya ulaşma ve fikri sıçramanın aracı olmuştur. Çünkü ‘eleştirel bakış’ bilgiyi üretmiş, bilgi düzeyiyle paralel olarak ya gelişmiş veya yerinde saymıştır.

Taklit ise, eleştirelliğin durdurulması ve bilginin kaybolması; aklın, ışıltısını yitirmesidir.

Bu sebeple, bilgi esasıyla yapılan eleştirelliğin, Müslüman bilinç ve ufkunu geliştireceğini, İslâmi kaideleri her daim ayakta tutacağını; ‘uyum’un ise bilinci köreltip akılların ışıltısını alacağını ve İslami bir takım nosyonlarla kurgulanmış olsa bile Müslüman akıl ve idrakini donduracağına inanırız.

http://www.nidadergisi.com/default.asp?sayfa=editor

 


KONUYLA İLGİLİ DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN LÜTFEN AŞAĞIDAKİ BAŞLIKLARI İNCELEYİNİZ…

 

1) İletişim Çatışmaları ve İletişimi Geliştirmenin Yolları
2) Niyet ve Bahane Kandırmacaları
3) Sorumsuzluk, İhmal, Bencillik ve Soyutlanma_Ka’b bin Malik
4) Bahaneler ve Mazeretler
5) Eleştirmek ve Eleştirilmek
6) Eleştirinin Önemi
7) Münafık, İkiyüzlü, Kararsız, İlkesiz ve Duyarsız Kimdir?
8) Münafıkların Özellikleri
9) Ahlak Odaklı Din, Allahlı Dindir
10) Dürüstlük Dinin Özüdür
11) Adanmış ve Aday İnsan
12) Kur’an’da İlahi Adalet İlkeleri
13) Soru Sormanın Yöntemi ve Adabı
14) Yeni Sınıfın İdeolojisi: Kariyerizm ve Konformizm
15) Ahlak, Adalet, Emek ve Sermaye
16) Doğruluk Kaygısı_Montaigne
17) Kendimizi Kime Beğendirelim?

posted in AHLAK | 0 Comments

1st Ocak 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İLAHİ KÜLTÜRDE ELEŞTİRİ KÜLTÜRÜ

Hiçbir düşünce veya inanç sistemi yoktur ki eleştiriden muaf olsun. Eksiklikleri gösterilmeden ve uyarılmadan bireylerin gelişiminden söz etmek çok zordur. Hiç kimse mükemmel bir ailede ve mükemmel bir çevrede yetişmediği gibi kusursuz da değildir. Böyle olunca, onun bilgisinde, karakterinde ve davranışlarında birtakım eksikliklerin, yanlışların ve yanılgıların olması kaçınılmazdır. Bilim, edebiyat, sanat vb. alanlardaki pek çok eser eleştiri kültürü sayesinde daha gelişme kat etmiştir.

Türk Dil Kurumu Sözlüğü eleştiri ve öz eleştiriyi şöyle tanımlamaktadır. Eleştiri: Bir insanı, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek amacıyla inceleme işi, tenkit… Öz eleştiri: Bir kişinin kendi davranışları üzerine yönelttiği yargı, otokritik…

Eğitim, bireyin eksikliklerini, yanlışlarını ve yanılgılarını kendisine göstererek hak ve adalete uygun bir tutum içine girmesini amaçlar. Bu sayede bireyin, pek çok açıdan içinde bulunduğu koşullardan daha iyi koşullarda yaşaması amaçlanır. Eleştirileri dikkate almayan kişi; yerinde sayar, gelişemez, mutlu ve huzurlu olamaz, dar bir çevrede yaşar, toplumsallaşamaz, insanların kendisiyle ilgili değerlendirmeleri onu hep tedirgin eder, kaygılarla yaşar ve yalnızlığa mahkûm olur. Ona göre eleştirilmek; yargılanmaktır, küçük düşürülmektir, dışlanmaktır, mahkûm edilmektir. O yüzden pohpohlanarak ve hiç eleştirilmeden büyütülen çocukları ileriki yaşlarında büyük acılar beklemektedir. Bu yöntem, dış dünyadaki realiteye uygun olmadığı gibi, onların gelişim süreci için de büyük bir duvar gibidir.

Eğitimciler, ustalar, anne-babalar, peygamberler insanlardaki bu eksiklikleri gidermek isterler. Bu süreci doğru değerlendirenler, soğuğa-sıcağa, yağmura-çamura, fırtınaya-kasırgaya, hileye-sahtekârlığa, yalana-dolana, şeytani her türlü alavere-dalavereye karşı dayanıklı olurlar.

Allah insanlara ilahi kitap göndermekle, o kitaba sahip çıkanları eleştiri kültürünü en üst perdeden yaşatma göreviyle de sorumlu tutmuştur. Yaşadıkları dünyada haksızlıklara, yolsuzluklara, adaletsizliklere, zulme karşı sabah-akşam sözlü ve fiili olarak karşı duruşlarını ortaya koyacaklardır. Bu batağa batanları, bu bataklıklardan kirlenenleri uyaracak ve eleştirilerini ortaya koyacaklardır. Çünkü ilahi din, ilahi ilkeler ve değerler bütünüdür.

Şeytani güçler, bu ilkeleri ve değerleri anlamsızlaştırmak isteyecek, insanları ilkesiz bir yaşama, ahlak temelinden yoksun dini rituelllere mahkûm etmek isteyecektir. Bu anlayışın öncüleri insanları hak etmediği durumlarda alkışlayacak, ödüllere boğacak hak ettiği durumlarda görmezlikten gelecektir. Bu şeytani oyuna pek çok kişi alet olacak, “kalbi kırmama, gönlü hoş tutma” adına hak söz gereksiz bulunacak, boş işler ve davranışlara gıptayla bakılacaktır.

Çağımızda, doğruların evrensel olmadığını, göreceli ve dönemsel olduğunu, dolayısıyla hiçbir düşünce ve görüş, hiçbir ilke ve değerin mutlak doğru olmadığını savunan “New Age” felsefik akımı, post modernizm adı altında ilahi mesajların altını oymak istemektedir.

Mistik öğretiler de, “Hangi nedenle olursa olsun gönül kırma!” gibi sözlerle bu anlayışa örtülü destek vermektedirler. Eleştiri kültüründen yoksun büyüyen insanlar, gerektiğinde bu ilahi değer karşıtı oyunlara gelmekte ve söz konusu saçmalıkları bir malzeme olarak kullanmaktadırlar. Filan grubun veya cemaatin ya da topluluğun insanları birbiriyle çok tatlı geçinmekte ve aralarında olumsuz sayılabilecek bir şeyin geçmediğini iddia etmektedirler. Eğer böyle bir topluluk varsa, bilinmelidir ki bu toplulukta, ya aralarındaki yüksek çıkar ilişkisinden dolayı yaşanan haksızlıklara ve sorumsuzluklara göz yumulmaktadır veya topluluğun üyeleri bu yolla uyutulmakta ve uyuşturulmaktadır ki ileride onlar kendi kötü emelleri için kullanılsın. Ayrıca özlemi duyulan insanlarla birlikte yaşamaktan onları alıkoyan ne vardır ki!

“Böylece her peygambere, insan ve cin şeytanlarından bir düşman kıldık. Onlardan bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapmazlardı. Öyleyse onları yalan olarak düzmekte olduklarıyla baş başa bırak. Bir de ahirete inanmayanların kalpleri ona meyletsin de ondan (bu yaldızlı ve içi çarpık sözlerden) hoşlansınlar ve yüklenmekte olduklarını yüklenedursunlar.” (6En’am: 112-113)

İlahi değerler insana ideal kişilik kazandırmayı amaçlamaktadır. Tüm peygamberler ve onların dostları uyarı görevlerini hayatları boyunca hem de en üst perdeden sıklıkla yapmışlardır.

“De ki: “Hakikatin en güvenilir şahidi (kanıtı, delili) kimdir?” De ki: “Allah benim ile sizin aranızda şahittir; bu Kuran bana vahyedildi ki ona dayanarak sizi ve onun ulaşabileceği herkesi uyarabileyim.“ Siz, Allahtan başka ilahların olduğuna gerçekten şahitlik yapabilir (kanıt gösterebilir) misiniz? De ki: “Ben (böyle) şahitlik yapamam!” De ki: “O, tek bir ilahtır ve bakın, sizin yaptığınız gibi, Allah’tan başka şeylere ilahlık yakıştırmak benden uzak olsun!” (6En’am: 19)

Evet, yukarıdaki ayette bazı insanların hoşuna gitmeyecek ifadeler vardır. Demek ki ilahi din, her zaman gönül alma dini değildir. O yüzden Kur’an’ın bazı muhatapları, hak ve adaletten yana olanlara karşı küstahlık yoluna gitmiş ve şiddete başvurmuşlardır.

Uyarılara kulaklarını tıkayanlar, mutsuz ve huzursuz yaşamlarıyla kaybetmişler, uyarıları sahiplenenler ise gelişim ve ilerlemenin öncüleri olmuşlardır. Evet ilahi din, başlı başına bir uyarıdır, ihtardır, ikazdır. Bir itirazdır; yanlış bilgiye itiraz, yanlış davranışa itiraz…

Kur’an bir zikirdir; bir hatırlatma, bir uyandırma… Hatırlatma da eleştiriyi tekrar gündeme taşımaktır:

“…Hatırlatma ancak hakka inananlara yarar sağlar.” (51Zariyat: 55) Çünkü ilahi değerlerin önemine ancak onlar inanırlar.

Hatırlatma yarar sağlayacaksa öğüt verip hatırlat.” (87A’la: 9) ilahi buyruğu bireylerdeki davranış frekans farklılığını ifade etmektedir. Ki o bireyler o yaşa gelinceye kadar o davranış bütünlüğünü kendileri tercih etmiştir.

Muhatabınızın eksikliklerini, yanlışlarını ve yanılgılarını görmezlikten gelmek, bu konulardan söz etmemek değerleri rafa kaldırmaktır, polyanacılık oynamaktır; çekilen acılara, haksızlıklara göz yummak, kısaca yağlaşmaktır.

Ailede, toplumda ihtilafların çıkması gayet anlaşılır bir durumdur. Hayat boyunca ihtilaflar hep olacaktır. İlahi kitabın iniş amacı, anlaşmazlıklara çözüm getirmektir.

Sana kitabı, ancak ayrılığa(ihtilafa) düştükleri şeyleri onlara açıkça ortaya koyman için ve hakka inanan bir topluma doğru yolu gösterici ve rahmet olarak indirdik.” (16Nahl: 64) Ayrıca bkz. 2Bakara: 213.

İhtilaflar karşısında yalnızca durum tespiti yapmak yeterli değildir. Bilmek bir durum, inanmak bir duruştur. “Türkiye’de şu kadar sayıda sigara içen vardır” bir bilgi, bir durum tespiti iken, “sigaraya karşıyım” bir duruştur. İlahi değerler, haklının yanında haksızın karşısında yer almayı ilahi bir görev olarak öğütler:

“Ey iman edenler! Kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.” (4Nisa/135)

İlahi dinde sosyal bir sınıfa mensup olmak kimseyi ayrıcalıklı kılmaz. Değerlerin işletilmesinde sınıf ayrımı, cinsiyet ayrımı veya din ayrımı yapılmaz. Kast sistemi, değerleri değersizleştirir. Allah katındaki üstünlük değerlere sahip çıkmakla, sorumlu ve iç disiplinli davranmakla gerçekleşir. Yoksa bir kabileye, aşirete, sosyal sınıfa, ekonomik veya akademik özelliğe sahip olmak kendi başına özel bir statü sağlamaz. Erkeklerin gururu okşanarak, kadınların kaprisi çekilerek değerler es geçilmez. Kimse ayrıcalıklı olmayınca kimse eleştiriden muaf olmaz. Erkeklerin kadınlara üstünlüğü olmadığı gibi kadınların da erkeklere üstünlüğü yoktur. Değerler insanı muhatap alır. İlahi dinde erkekliğin veya kadınlığın ayrı bir paradigması yoktur. İlahi din erkeği ayrı terazide kadını ayrı terazide tartmaz, hepsini aynı terazide tartar. Orada insanlara ve inananlara hitap vardır.

“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (değerli) olanınız, (ırk ya da soyca değil) sorumlulukça (takvaca) en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.” (49Hucurat: 13)

“Allah, size emanet edilen (şey)leri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hüküm verecek olursanız adaletle hükmetmenizi emreder. Allahın size yapılmasını tavsiye ettiği (şey), mutlaka en güzel (şey)dir: Allah, kesinlikle her şeyi işitendir, her şeyi görendir.” (4Nisa: 58)

Erdemli ve iç disiplinli yaşama, ahlaklı olma, kişilikli davranma konusundaki uyarıları gurur meselesi yapmayı ilahi mesaj mahkûm eder. Onun kişisel ve basit çıkarları konusundaki savunmasını haklı bulmaz. İnsanlara şirin görünmek için kaypaklık gösteren tiplemelerin, ellerine güç geçince ne denli bozguncu ve yıkıcı olacağına işaret eder.

İnsanlardan öylesi var ki, bu dünya hayatı hakkındaki görüşleri senin hoşuna gider; (dahası) kalbindekilere Allah’ı da şahit tutar(yemin eder), üstelik tartışmada son derece ustadır.” (2Bakara: 204)

Ancak hâkimiyeti eline alır almaz yeryüzünde bozgunculuk(fesat) çıkarmaya, ekini (ürünü) ve nesli(soyu) yok etmeye çalışır; Allah bozgunculuktan(fesattan) asla memnun olmaz.” (2Bakara: 205)

“Kendisine ne zaman “Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde(takvalı) ol!” dense, yersiz gururu(izzet) onu günaha sevk eder: Böylelerinin payına cehennem düşecektir; ne kötü bir konaklama yeridir orası!” (2Bakara: 206)

“Ama insanlar arasında öylesi de var ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendisini feda eder: Allah ise, kullarına karşı daima şefkatlidir.” (2Bakara: 207)

“Yoksa kalplerinde hastalık(bozukluk) bulunanlar, Allah’ın kinlerini hiç (ortaya) çıkarmayacağını mı sandılar?” (47Muhammed: 29)

“Eğer biz dilersek, sana onları elbette gösteririz, böylelikle onları yüz ifadelerinden (simalarından) tanırsın. Andolsun, sen onları, sözlerin söyleniş tarzından (üslubundan) da tanırsın. Allah, yaptıklarınızı bilir.” (47Muhammed: 30)

Doğru bir amaca hizmet etmeyen “yapıcı ve yıkıcı eleştiri” tanımları esasında aldatıcıdır. Sizden kopmayı, sizi harcamayı, sizinle ilişkileri kesmeyi, sizi daha kötü koşullarda yaşatmayı amaçlayan her türlü eleştiri yıkıcıdır; sizi kazanmayı, size daha yakın olmayı, sizi geliştirmeyi amaçlayan her türlü eleştiri yapıcıdır. Ayrıca sözü doğru anlama yerine her sözü yıkıcı/aleyhte anlamak yolunu daha net belirlememiş kararsız ikiyüzlülerin davranışıdır.

“Ey kavmim! Nasıl olur da ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde siz beni ateşe çağırırsınız?” (40Mümin: 41)

“Şimdi sen onları gördüğünde dış görünüşleri hoşuna gider ve konuştuklarında söylediklerine kulak vermek istersin. Onlar, yere dikilmiş kütükler gibi (olduklarına emin görünseler de) her çığlığı kendilerine (yönelik) sanırlar. Onlar düşmandırlar, öyleyse onlara karşı dikkatli ol. (Ve bedduayı hak ederler:) “Allah onları kahretsin!” Akılları nasıl da (hakikatten) sapıyor!” (63Münafıkun: 4)

Eleştiri kültürünü, kavga ve savaş gibi ölüm kalım meselesi olarak algılayanlar, amaçlarla araçları birbirine karıştırmaktadırlar. Sözün amacı yerine konuşma araçları olan sözcüklere takılmaktadırlar. Parmağın gösterdiği yer yerine parmağın duruşuyla ilgilenmektedirler. O yüzden sözler ve davranışlar onlara çok ağır gelmekte, çok fazla etkili olmaktadır.

“İnsanlardan öylesi vardır ki, “Allah’a iman ettik” der; fakat Allah uğruna eziyet gördüğü zaman, insanların (kendisine yönelttikleri işkence ve) fitnesini Allah’ın azabıymış gibi sayar; ama Rabbinden ‘bir yardım ve zafer’ gelirse, andolsun, “Biz gerçekten sizlerle birlikteydik” demektedirler. Oysa Allah, alemlerin sinelerinde olanı daha iyi bilen değil midir?” (29Ankebut: 10)

İlahi dinin temel karakteri, “uyarı” üzerine kuruludur. Tüm Allah’ın elçilerinin birincil görevleri uyarmak ve sonra bu uyarıya olumlu tepki verenleri müjdelemektir.

İlahi kültürde kim olursa olsun insanlara olan güven, bağlılık, sevgi ve dostluk, daima şartlıdır. Belli koşullara bağlıdır. Vahyin özünde insanlara onlar ne yaparlarsa yapsınlar, her halükarda koşulsuz sevgi ve koşulsuz bağlılığa sıcak bakılmaz. Muhataplarımız dürüst iseler, çalışkan iseler onlara güveniriz, onları severiz, onlara kendimizi yakın hissederiz. Onların dürüstlükten uzaklaştıkları, sorumsuzca yaşadıkları ölçüde onlara olan sevgimizde, güvenimizde ve bağlılığımızda gitgide azalmalar meydana gelir. Onlar doğru, güzel ve yararlı işler yaptıkça da onlara olan güvenimiz, sevgimiz ve bağlılığımız gitgide artar.

Eğer insanlara kendi eksiklikleri ve öncelikleri ile ilgili vahye uygun bir uya(ndı)rma yapılıyorsa, gerçek değer budur. Öğüt yerine sıcak ilgi bekleyen kişilik, yaşadığı (yaşayacağı) veya yaşattığı (yaşatacağı) sıkıntılarda beklenti içine girdiği bu sıcak ilgi, ortaya çıkacak olan acıları ve sancıları dindirebilecek mi, giderebilecek midir?

Her insan ilgiye, sevgiye ve değer verilmeye layıktır. Evet… İlgi, sevgi ve değer, her insanın ihtiyaç duyduğu, ancak doğru davrananların hak ettiği, bile bile yanlış davranmakta ısrarcı olanlara anlamlı bir katkısının olmadığı bir kazançtır. Bu kazanç, bir ödül ve ganimet gibidir, bilinçli bir emek sonucunda elde edilmiştir. Dürüst ve çalışkan insanlar, daha fazla ilgiyi, sevgiyi, değeri ve ödülü hak ederler. Dürüst olmayan ve sorumsuzca yaşayan insanlar, doğal olarak daha az ilgi, sevgi ve değer görürler. Doğru iş yapmadığı, emek harcamadığı halde yüksek değer beklentisi, Kur’an’da bildirildiğine göre Allah’ın sözünü geçersiz (işlevsiz) kılma anlamına gelmektedir. Hele, ciddi yanlışlar yaptığı halde değer beklentisi içine girmek ilahi mesaja karşı yeni bir anlayış türetmek olup bu, daha büyük bir hatadır.

48Fetih: 15-“Siz (ey inananlar) ganimetleri almaya gittiğiniz zaman (daha önce savaştan, zorluktan kaçanlar) geride kalmış olanlar: “Bırakın (ganimet paylaşımı için) sizinle gelelim!” diyecekler; Allah’ın sözünü değiştirmek istiyorlar. De ki: “Bizimle hiçbir zaman gelemeyeceksiniz. Allah daha önce (ganimetleri kimin kazanacağını) bildirmiştir”. Bunun üzerine onlar: “Hayır, aslında bizi(m ganimetten alacağımız payı) kıskanıyorsunuz!” diye cevap verecekler. Hayır, onlar hakikati çok az kavrayıyorlar!”

Yüksek (sevgi ve değer) beklenti(si) içine giren kişi bilmelidir ki ilahi mesaj zaten değer yüklüdür. Kur’an-ı Kerim, ifadesinde “kur’an” ‘okumak’, “kerim” ‘değerli” demektir. Buna göre Kur’an-ı Kerim, “değerli okuma” veya “değerleri (değerli olanları) okuma” demektir.

Yüksek beklenti içine girenlerin de beklenti içine girdikleri kişilerin de özgürlükleri gitgide azalır, zamanla birbirinin kölesi konumuna gelirler. Sürekli ödül beklentileri olan kişi, “adeta herkes ve her şey kendisine hizmet için vardır” diye düşünen bir karakteri ve doyumsuz bir kişiliği yansıtır. O, ha bire alkış ve takdir bekler. Her defasında daha fazlasını ister. Bir türlü doymaz. Kendisini ve çevresini kaprislerinin kurbanı yapar. İlgi gösterildikçe kaprisleri, ilgi azaltıldıkça kompleksleri çekilmez olur. Bu tutumla ne kendisi mutlu olabilir, ne de muhatapları.

Yüksek beklenti, aynı zamanda bir kibir göstergesidir, benmerkezci (egosantrik, narsist) bir kişilik yapısını yansıtır. Çocukluk dönemini (4 yaşına kadar olan dönem) yetişkinlikte yaşamaktır. Oysa kişi, benmerkezci bir yaşam yerine, empati kurarak “biz bilinci”ne sahip bir tutum içinde olursa muhatapları arasındaki güven, ilgi, sevgi ve değer daha artacak, aralarında optimum doğal mesafe oluşacaktır.

Yüksek beklenti, kendisini ve beklenti içine girdiği kişiyi bir çeşit tanrısal karaktere büründürür. Kişi, gücünü muhataplarının alkışlarından değil dürüstlüğünden ve çalışkanlığından (ürettiklerinden) almalıdır. Kendi işiyle meşgul olan kişi, başkalarını köleleştirmez. Gücünü hak ve adalet duygusundan alır. Allah’a inanıyorsa, kendisi dürüst oldukça, çalıştıkça Allah’ın olup biten her şeyi gördüğüne, duyduğuna ve bildiğine inandığı ve her şeye güç yetirdiğine inandığı için emeklerinin boşa çıkarmayacağına da inanır. Ayrıca muhatapları da dürüst ve sorumlu iseler kendisine haksızlık yapmayacaklarını bilir.

Bir insana, onun sorunlarına ve sıkıntılarına odaklanarak ikna olabileceği bir bilgiyle çözüm arayışı için çaba harcanıyorsa, onun gelişimi için kendisinin de yeterli bulabileceği bir zaman ve emek veriliyorsa, bu gerçek bir sevgi ve değer göstergesidir. Daha fazlasını hak edecek bir tutum içine girmediği halde bunun ötesinde bir sevgi-değer arayışı, “Ben daha fazlasına layığım” anlayışının sonucu olup bir kendini beğenmişlik (kibir ve kapris) göstergesidir. Böyle birinin, sağlıklı ortamlarda aradığı bu büyüklenmeye (kibir) kolay kolay ulaşamayacağı açıktır. Öylesine kibirli ve kaprisli davranmaktadır ki ona gösterilen sevgi-değer ona asla yetmeyecek, sık sık o bu yüzden ortam değiştirecek ve hep daha fazlasını bulabileceği atmosferler arayacaktır.

40Mümin: 56-“Allah’ın mesajları konusunda sağlam hiçbir delile dayanmadıkları halde polemiğe girenlerin içlerinde hiçbir zaman tatmin olamayacakları küstahça bir kendini beğenmişlik (kibir duygusun/ kuruntusun)dan başka bir şey yoktur. (Bir kendini beğenmişlik vardır ki buna asla ulaşamazlar/ (bununla) asla tatmin olamazlar.) Böyle bir durumda sen Allah’a sığın! Çünkü her şeyi işiten, her şeyi gören yalnız O’dur!”

Böyle birinin duygularının doyurulması, hem kendisi hem çevresindeki insanlar açısından mümkün değildir. O, bulunduğu ortamda insanları huzurlu ve mutlu kılacak değerlerin hakim kılınmasıyla doğrudan ilgili değildir. Bazen düşünsel olarak böyle bir söylem içinde olsa da yürekten bunu yapmadığı için onu bunlar tatmin etmez. Onu ancak kendisine ilgi gösterici, takdir (beğeni ve değer verici) ve taltif (ödüllendirici) edici, övücü ve gururunu okşayıcı tutum ve davranışlar mutlu edecektir. Ne yazık ki ahlaki erdemler, sözde kalacak ve onu tatmin etmeyecektir.

Ha bire alkış bekleyen, alkış alamaz ise kendi içinden çıldıran bir kişilik doğal bir yaşam sürmez. Yanlışlarından dolayı uyarılınca kendini kaybeden kişilik; yanılmazlığına, sorgulanmazlığına, dokunulmazlığına, eleştirilemezliğine, kutsallığına muhataplarını inandırmaya çalışmaktadır.

Ciddi yanlışlara, batağa, tehlikelere düşmesinden endişe ettiğiniz dostunuzu yaşayacağı belalardan dolayı önce uyarırsınız, geri dönüş görmezseniz önceki uyarılarınızı hatırlatırsınız. Bu uyarılar ve hatırlatmalardan çoğu kişi memnun olmaz. Tekrarlanan uyarılar ve hatırlatmalar, muhataplarınız tarafından eleştiri olarak anlaşılmaktadır. Gerçekte de yanlış yapanı yanlışları konusunda uyarmak, onu eleştirmektir. Önce onun söz ve davranışlarının yanlışlığını, ona yansıyacak sakıncalarını ortaya koymak ve sonra eğer böyle devam ederse onu ileride kötü sonuçların beklediği dile getirmek, eleştirel yaklaşmaktır.

Sıradan uyarılara bile tahammül edemeyenler, daha ağır eleştirilere muhatap olurlar. Bu uyarılar, uyaran kişiyle iç içe olmak istemeyeni pek etkilemez. Uyarılara kulak asmadığı halde uyarana yakınmış gibi görüntü veren kişi eleştirilerden çok fazla etkilenecek, mesajın yumuşatılmasını, bu denli sert mesajlar verilmemesini isteyecek, pazarlık yapmaya çalışacak, uzlaşmanın yollarını arayacak ve böylece farkına varmadan, kendi içgüdüsel eğilimleri uğruna ilahi mesajın işletilmesinde bozulmalara yol açacaktır. Böyle biri sorumlu davranmadığı, yorulmadığı, emek vermediği halde pastanın peşine düşmüş kişinin izlenimi verecektir. Sorumlu davranan hiçbir elçi ve mümin, ilahi mesajdan asla taviz vermez.

Onlar, senin kendilerine yaranmanı (yağlaşmanı/uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp uzlaşacaklardı (yağlaşacaklardı).” (68Kalem: 9)

Eğer elçilerin muhatapları kendi kişiliklerini, karakterlerini pek fazla kirletmedilerse ilahi uyarılar onlara pek ağır gelmemiştir. İlahi din, adeta onların üzerine dikilmiş elbise gibi tam oturmuştur. Bozuk karakterlere ise bu ilahi giysi, ya bol veya dar gelmiştir. Muhatapları, kalıplarını bu giysiye uydurmak yerine, ilahi giysiyi ya kesip küçültmek veya ek yamalarla büyütmek istemişlerdir.

Kişinin bozuk karakterli olması, ya sorumsuzca veya türetilmiş dar kalıplar içinde yaşaması sonucu meydana gelmektedir. Bir insan düşünün ki ilahi mesajla karşılaşıncaya kadar başıboş yaşamış; hoşuna ne gidiyorsa, kolayına ne geliyorsa onu yapmıştır. Doğru ve yararlı olanı gözetmek yerine hoşuna giden yemeği yemiş ve içkiyi içmiş, hoşuna gitmeyen beslenme tarzından kaçınmıştır. Hoşuna gidenle dost olmuş, kendisini eğlendirmeyen kişilerden kaçınmıştır. Hoşuna gideni giymiş, hoşuna gitmeyen giyim tarzından uzak durmuştur. Hoşuna gideni izlemiş, hoşuna gideni dinlemiş, hayatını eğlencelerle, espri-şakalarla geçirmiştir. Canı ne zaman istiyorsa o zaman yatmış, canı ne zaman istiyorsa o zaman kalkmıştır. Çok çok mecbur olmadıkça doğru ve yararlı işler yapmamıştır. Sık sık zor olandan kaçınmış, kolay olana koşmuştur.

Kısaca onun yaşamında ahlaki sınırlamalar ve insani sorumluluklar sık sık askıya alınmıştır. O ister kendi durumundan memnun olsun, ister olmasın gerçek budur. Böyle biri, ilahi mesajla karşılaşınca, açıktır ki ahlaki sınırlamalar ve insani sorumluluklar ona ağır gelecektir. Böyle biri, fırsat buldukça bunlardan kaçınacak, önceki hayatındaki alışkanlıklarını sürdürmek isteyecektir. İnsani ve ahlaki sorumluluklarını yerine getirmeyince insanların ona olan güveni, sevgisi, saygısı azalacaktır. Bu, onu üzecektir. Sorumluluklarla ilgili uyarıların dozu arttıkça bu uyarılardan rahatsız olacak, uyaran kişilere öfkelenecek, belki kin duyacaktır. Kendisinin idare edilmesini isteyecek ve üslubu, kendisine malzeme olarak kullanacaktır.

Allah muhakkak iman edenleri de bilmekte ve muhakkak münafıkları da bilmektedir.” (29Ankebut: 11)

“O, itikadi konularda, Nuh’a emrettiğini -ve sana (ey Muhammed,) vahiy aracılığıyla öğrettiğimizi ve aynı zamanda İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimizi- sizin için de dini ilkeler olarak uygun gördü. Dini ilkeleri yürürlükte tutun ve o konuda grup grup olmayın. Ancak onları kendisine davet ettiğin şey, çoktanrıcılara ağır geldi. Allah dileyen herkesi kendine seçer ve O’na yönelenleri doğru yola ulaştırır.” (42Şura: 13)

“Onlara Nuh’un haberini oku. Hani kavmine demişti ki: “Ey kavmim, benim makamım ve Allah’ın ayetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa ben, şüphesiz Allah’a tevekkül etmişim. Artık siz ortaklarınızla toplanıp yapacağınız işi karara bağlayın da işiniz size örtülü kalmasın (veya tasa konusu olmasın), sonra hakkımdaki hükmünüzü -bana süre tanımaksızın- verin.” (10Yunus: 71)

Eleştiri kültürünü, kavga ve savaş gibi ölüm kalım meselesi olarak algılayanlar, insanların değerlendirmelerini çok fazla dikkate almaktadırlar. Birilerinin yanında hatalarının çıkmasını kendi bitişleri, tükenişleri olarak görmektedirler. Onur ve itibarı, dürüst ve erdemli yaşamakta değil birilerinin ilgisine bağlamaktadırlar.

“Öyle kişiler ki onlar (münafık ikiyüzlüler), müminleri bırakıp da küfre sapanları dostlar ediniyorlar. Onların yanında onur ve yücelik mi arıyorlar? Onur ve yüceliğin tümü Allah’ındır.” (4Nisa: 139)

“Allah, Kitap’ta size şunu da indirmiştir: Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini, bu ayetlerle alay edildiğini işittiğinizde, bir başka söze dalıncaya kadar, onlarla birlikte oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi sayılırsınız. Hiç kuşkusuz Allah, münafıklarla kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” (4Nisa: 140)

Çirkefliklerin, yalanların ve iftiraların egemen olduğu bir ortamda tepkisiz kalmak, ya dalıp gitmekten veya duyarsız ve sorumsuz davranmaktan kaynaklanmaktadır.

Tepkisiz, duyarsız ve sorumsuz yaşam sürenlerin ortamda var olup olmadıkları, doğrudan bir şeyler onları rahatsız etmedikçe hissedilmemektedir. Dört mevsime alışık olmayan kişi, tek mevsimlik yaşayan biri diğer mevsimlerin rüzgârına, yağmuruna ve karına dayanamaz. Bilmez ki farklı iklim koşullarında kendisi daha da güçlenecektir.

Takdir ve tenkit, ödül ve ceza kişinin gelişiminde önemli role sahiptirler. Birey ahlaki gelişimini; iyiyi kötüden ayırt edebildiği, bu ayrıma uygun davranabildiği, erdemli davranışlarda onur duygusu ve değerlere ters düşme durumunda utanç duyma eğilimi içine girebildiği ölçüde sürdürür. Bu gelişime uygun adımlar, çevreden de takdir toplar. O, çevreden takdir toplamak için değil doğru ve gereğine inandığı için bunlara uygun davranır. Bunlara aykırı davranma durumunda salt kural çiğnendiği için değil birilerini acıttığı veya acıtacağı için eleştiri alır. Bu eleştirileri görmezden gelmenin, topu taca atmanın, uyarıları çarpıtmanın, gurur veya kapris yapmanın sorun oluşturması nedeni, salt körlükten, sağırlıktan ve sorumsuzluktan dolayı değil aynı acıların tekrar yaşanacağı endişesinden kaynaklanmaktadır.

“Siz ey inanlar! Eğer Allah(ın davasın)a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve adımlarınızı sağlamlaştırır.” (47Muhammed: 7)

“Siz ey inanlar! İçinizden kim dininden geri dönerse, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu’, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir lütfüdür, onu layık olana verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir.” (5Maide: 54)

Kendi eksikliklerinin, yanlışlarının ve yanılgılarının farkında olan ve sorumlu davranma yoluna giden biri büyük ölçüde eleştiri sorunu yaşamaz. Görene artık neyi göstereceksiniz ki! Öz eleştiri yapabilen biri eleştiri boyutunu aşmış olmalıdır.

Diğerleri günahlarını itiraf ettiler, onlar düzeltici (salih) bir işi (ameli) bir başka kötüyle karıştırmışlardır. Umulur ki Allah tövbelerini kabul eder. Hiç şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (9Tevbe: 102)

İstisnai durumlarda sorumlu davranmakla birlikte eleştiri dozajının hafifletilmesi, dönemsel ve belli koşullara bağlıdır. Savaş gibi son derece hassas davranılması gereken ortamlarda ve ne yapacağı belli olmayan Firavun gibi bir zorbanın yanında üslup değişikliği, daha büyük zararlara neden olmamak için insani bir durumdur.

Allah’tan bir rahmet sayesindedir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba-saba, katı yürekli olsaydın senin çevrenden kesinlikle dağılır giderlerdi. O halde bağışla onları, af dile onlar için; iş ve yönetim konusunda da onlara da danış. Bir kez karar verdin mi de artık Allah’a güvenip dayan. Allah, güvenip dayananları sever.” (3Al-i İmran: 159)

“İkiniz birlikte doğruca Firavun’a gidin; çünkü o gerçekten her türlü ölçüyü aşmış bulunuyor! Ama onunla yumuşak bir dille konuşun ki, o zaman belki aklını başına toplar yahut (böylece, en azından kendisine) gözdağı verilmiş olur. Dediler ki: “Rabbimiz, gerçekten, onun bize karşı ‘taşkın bir tutum takınmasından’ ya da ‘azgın davranmasından’ korkuyoruz.” (20Taha: 43-45)

Eleştiriye asla izin verilmeyen toplumlarda gelişme ve ilerleme olanaksızdır. Orada sorgulanamazlar ve sorgulayamazlar vardır, putlaştırılanlarla putlaştıranlar vardır, ilahlaşmak isteyenlerle köleleştirilmek istenenler vardır. Yolsuzlukların ve usulsüzlüklerin üstü örtülü, haksızlık yapanların yaptıkları yanına kâr kalır. Ortalık yüksek kompleksli ve yüksek kaprisli insanlardan geçilmez. İnsanlar ya karınlarından konuşur veya inanmadıklarını söylerler. İkiyüzlü ve maskeli yaşam normal bir yaşam olarak görülür. Dedikodular ayyuka çıkar. Açık sözlü, açık yürekli, içten ve dürüst tutum ve davranışlar ender görülür.

Durup dururken uyarı ve eleştiri olmaz. Bunlar işler ters gitmeye başlayınca, birileri duyarsız, tepkisiz ve sorumsuzlukta ileri gidince uyarılar mecburi hale gelir. Gerçekte sorgulamak, denetlemek ve eleştirmek birbirlerini izleyen toplumsal sorumluluklardır. Sorgulamak bir hakikat arayışıdır. Yanlış söz ve davranışlara karşı eleştiri niteliğindedir. Bir kişi kendini eleştirebilir ya da çevresini eleştirebilir. Herkes yeri gelince ikisini de yapmalıdır.

İnsanlar hem kendilerine hem de çevrelerine karşı duyarlı olmalı; bu duyarlılıkla yanlışları düzeltme, onarma, kötüyü iyi etme amacı taşımalıdırlar. Kendini ve çevreyi denetleme hareketi dengeli bir harekettir; kişinin hem kendi içinde yenilenmesini hem de çevresini yenilemesini sağlar. Ancak bu denge bozulduğunda yenileme değil bozma, iyileşme değil bozulma ortaya çıkabilir. Örneğin kişinin kendinden çok çevreyi denetlemesi normal bir davranış değildir.

Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız?” (2Bakara: 44)

Kendisinden çok çevreyi denetleyenlerin niyeti çoğu kez saf değildir. Bu kişiler özellikle çevrenin kendilerine karşı olan tepki ve tutumlarına çok önem verirler. Hatta tetikte beklerler. Çevrenin kendileriyle ilgili en küçük değerlendirmesi bile onlarda başkalarında görülmeyen derin etkilere neden olur. Çevrelerinde olup bitenlere karşı bu denli duyarlı olanlar, çevrenin kendileriyle ilgili duyarlıklarında bir pire için bir yorganı yakabilirler. Bu tür insanlar genellikle kendilerini korumaya alan insanlardır. Kendilerini sandıkların içine koymuş, sonra kapağını kapatmış, üzerini de çeşit çeşit dantellerle süslemişlerdir. O sandıklara dokunulması hiç hoşlarına gitmez. Aman danteller bozulmasın ve o kapak açılmasın! Sandığın içinden pis kokuların gelmesi onları rahatsız etmez. O kokuların üzerini çeşitli parfümlerle kapatmaya çalışırlar. Bunlar bencil insanlardır. Çevrenin yaptığı yanlışlara karşı duyarlıdırlar ancak kendileri eleştirilmekten hiç hoşlanmazlar. Kendilerine karşı yapılacak küçük bir hatayı bile affetmez, hemen diklenir ve çok sert tepki verirler. Eğer çevrenin yaptığı hata kendilerine karşı değil de genel bir konuyla ilgiliyse, onu gündeme getirmeyi gereksiz bulurlar ama unutmazlar da. Yapılan hataları gözler, bir yere kaydeder ve onları çıkarmak için uygun ortam beklerler. Biri onları eleştirirse, önce hatalarına bahaneler getirirler bir sürü niyetler ortaya sürerler. Bu aynı pis kokuları örtmek için parfüm sıkmaya benzer. Eğer karşı taraf vazgeçmez ve uyarılarına devam ederse, onun hatalarından gözleyip saklayıp bir kenara kaydettiklerini bir bir ortaya çıkarmaya başlarlar. “Bana bunu diyorsun ama geçenlerde sen de şunu yapmıştın…” Burada amaç düzeltmek değil intikam almaktır. Sen benimle uğraşırsan ben de seninle uğraşırım mantığıyla gözdağı vermektir. Bu yaptıkları ne kendi işlerine yarar ne de karşı tarafın işine yarar. Sadece bozarlar, yapmazlar… Yeter ki kendilerine bir laf gelmesin… İşte tüm amaç budur. Amaç düzeltmek, yapmak, yenileştirmek, bozuklukları tamir etmek değildir.

Bu tip insanların böyle olmalarının nedeni salt bu sergiledikleri davranışlar değildir. Onlar sadece işin görünen yüzüdür. Asıl neden vicdan mekanizmasının çalışmasına engel olmaktır. Bir insan içinde sürekli vicdan muhasebesini yapıyor, yaptıklarını gözden geçiriyor ve içinde bir düzeltim işine girişiyorsa insanların onu eleştirmesinden rahatsızlık duymaz. Çünkü kendi içinde o zaten defalarca kendini eleştiriyor ve alternatif çözüm yolları arıyordur. Kendisinin göremediğini başkasının göstermesi, tersine onu memnun eder. Düşünür ki, eğer o da göstermeseydi kendisinin bunu görmesi ve düzeltmesi mümkün olmayacaktı ve ilerde kim bilir kendisine nelere mal olacaktı veya şimdiye kadar ondan neler götürdü?

“Aman çevre beni uyarmasın” diye tetikte bekleyenler, buna o kadar çok odaklanmışlardır ki bu durum onları kendilerine karşı kör etmiştir. Onlar rahat ve doğal yaşasalar zaten kendi içlerindeki vicdan mekanizması otomatik olarak düzenine devam eder ve onlar da hem kendilerini hem de çevrelerini düzeltme fırsatı bulabilirler.

İlahi kültürde eleştiri insan yaşamında olağan bir durumdur. Eleştirinin olağan olması, herkesin her zaman her yerde ve her olayda eleştirileceği anlamına gelmez. Sorunsuz bir hayat olmayacağına göre, anlaşmazlıklar ve sıkıntılar nasıl ki hayatın doğal bir parçası ise ıslah çabaları da hayatın bir parçası olacaktır. Ayrıca insanın yapıp ettiklerinin ve ürettiklerinin düzeltilmesi ve daha iyisinin ortaya konması her zaman mümkündür. (Turgut Çiftçi) http://www.hakveadalet.com/ilahi-kulturde-elestiri-kulturu

KONUYLA İLGİLİ DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN LÜTFEN AŞAĞIDAKİ BAŞLIKLARI İNCELEYİNİZ…

1) İletişim Çatışmaları ve İletişimi Geliştirmenin Yolları
2) Niyet ve Bahane Kandırmacaları
3) Sorumsuzluk, İhmal, Bencillik ve Soyutlanma_Ka’b bin Malik
4) Bahaneler ve Mazeretler
5) Eleştirmek ve Eleştirilmek
6) Eleştirinin Önemi
7) Münafık, İkiyüzlü, Kararsız, İlkesiz ve Duyarsız Kimdir?
8) Münafıkların Özellikleri
9) Ahlak Odaklı Din, Allahlı Dindir
10) Dürüstlük Dinin Özüdür
11) Adanmış ve Aday İnsan
12) Kur’an’da İlahi Adalet İlkeleri
13) Soru Sormanın Yöntemi ve Adabı
14) Yeni Sınıfın İdeolojisi: Kariyerizm ve Konformizm
15) Ahlak, Adalet, Emek ve Sermaye
16) Doğruluk Kaygısı_Montaigne
17) Kendimizi Kime Beğendirelim?

posted in AHLAK | 0 Comments

5th Aralık 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

posted in AHLAK | 2 Comments

28th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

[SORUMSUZLUK, İHMAL, MAZERET, BAHANE, BENCİLLİK, SOYUTLANMA VE TÖVBE]

KA’B BİN MALİK

TEBÜK SEFERİ: “ZORLUK ORDUSU”, ÇOKTAN AŞIP GİTTİ ÇÖL YOLUNU

 

Ka’b bin Malik, ağırlıklı olarak, Tebük seferiyle birlikte anılan, bu savaştaki konumuyla ilgili olarak gündeme gelen bir sahabidir. Onun portresindeki ibretlik durumları anlamamız için bu sefere değinmek ve çıkarımlarımızı bu eksende yapmamız gerekmektedir. İhmal, gevşeklik, dışlanma, boykot, pişmanlık, azap, sabır, yakarma ve bağışlanma gibi kavram ve olguları çağrıştıran bir portredir bu.

Tebük Seferi’nin İslam tarihinde ayrı bir yeri, önemi vardır kuşkusuz.

Şam’da toplanan kırk bin kişilik Bizans ordusuna karşı, hicretin dokuzuncu yılında Hz. Peygamber tarafından düzenlenen en son ve en güçlü askerî hareket olma özelliği taşıyan bu sefere Kur’an ayetleriyle de işaret edilmiş ve İslam toplumundaki kimi sonuçları üzerinde durulmuştur.

Bu seferin arka planıyla ilgili olarak çeşitli kaynaklarda aktarılan bilgiler şu şekilde özetlenebilir: Hz. Muhammed’in öldüğünü, Müslümanların da kıtlık ve yokluk içinde perişan olduklarını iddia eden Suriyeli Hıristiyanlar Bizans imparatoru Heraklius’a bir mektup yazmış ve üzerlerine gidilirse Müslümanların hezimete uğratılacağını bildirmişlerdir. Heraklius, silahlandırdığı kırk bin kişilik bir orduyu Kubad’ın komutasında yola çıkarmıştır. Allah’ın elçisi durumdan haberdar olmuş; Gassan, Cüzam, Lahm ve Âmile kabilelerinin de Rumlarla birlikte hareket edecekleri bilgisine ulaşmıştır. Bunun üzerine Medine’de “genel seferberlik” ilan edilmiştir. Diğer gazvelerde seferin nereye düzenleneceği gizli tutulurken bu kez hedef açıkça belirtilmiştir. Zira gidilecek yer uzaktır. Müthiş bir sıcak ve kuraklık vardır. Düşman güçlüdür. Mekke’den ve diğer Arap kabilelerden asker toplamaları için ulaklar görevlendirilmiştir.

Sıcak, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve güçlü düşman unsurları birlikte düşünüldüğü için bu sefere “zorlu bir sefer” denmiştir. Seferin rastladığı zamana Kur’an-ı Kerim’de “saatü’l usre / güçlük zamanı” denmiş, bu sefere de Kur’an dilinden alınarak “gazvetü’l usre / zorluk gazâsı” adı verilmiştir. Sefere katılan ordu da “zorluk ordusu” olarak anılmıştır.

Hz. Peygamber savaş için hazırlık yapılmasını emrettiği zaman mevsimin olumsuzlukları, hasat zamanı oluşu ve insanların yazın sıcağında ağaç gölgesinde oturmayı sevmeleri yüzünden, böyle sıkıntılı bir yolculuğa çıkma noktasında bir isteksizlik göze çarpmıştır. Tevbe suresindeki şu ayetlerin, bazı Müslümanların işi ağırdan almaları üzerine Allah Teala tarafından bir uyarı olarak indiği kabul edilmektedir:

“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, Allah yolunda cihada çıkın dendiği zaman yerinizde ağırlaşıp kaldınız. Yoksa ahireti bırakıp sadece dünya hayatına razı mı oldunuz? Halbuki dünya hayatının yararı ahirettekine göre pek az ve değersizdir. Eğer kuşanıp savaşa çıkmazsanız, O sizi pek acı bir azapla azaplandıracak ve yerinize başka bir topluluğu getirecektir. Siz O’na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Allah, her şeye güç yetirendir.” (9 / Tevbe: 38 – 39)

Devamındaki ayetlerde, İslam toplumunun topluca cihada çağrıldığı görülmektedir: “Güçlünüz zayıfınız hep birlikte savaşa koşun. Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (9 / Tevbe: 41)

Bu uyarılar ve Medine’deki kolektif çabalar etkili olmuş ve birçok Müslüman İslam ordusunun hazırlanması için malını mülkünü bağışlamış, etkileyici fedakârlık örneklikleri görünürlük kazanmıştır.

Durumu iyi olmayanlar bile küçük de olsa bir katkıda bulunabilmek için çırpınmışlardır. Kaynaklarda bu konuyla ilgili olarak aktarılan ayrıntılar, hem sefere verilen önemi göstermekte hem de imrenilecek bir iç dayanışmanın ve Müslüman imecesinin güzel tezahürlerini yansıtmaktadır. Hz. Peygamber “Kim bugün bir sadaka verirse sadakası kıyamet günü Allah katında onun lehine şahitlikte bulunacaktır.” buyurunca, bir adam başına sardığı sarığı vermiş, üstü başı dökülen bir yoksul da çok güzel bir deveyi bağışlayıp gitmiştir. Ebû Ukayl adlı bir Müslüman, iki ölçek hurma karşılığında sabaha kadar su çekmiş, bir ölçeğini ev ihtiyacı için ayırmış, bir ölçeğini de orduya bağışlamıştır. Başka bir yoksul Ulbe b. Zeyd ise malı, mülkü, biniti olmadığı için cihada hiçbir katkısı olamayışından ötürü çok üzülmüş ve kendini helâk edecek bir duruma gelmiştir. Gece namazından sonra Allah’a niyazda bulunmuş, imkânlarının olmayışından yakınmıştır. Ertesi gün sıkılarak, alay edilmeyi göze alarak çok az bir meta ile Hz. Peygamber’e gelmiş, bu da sadakalara eklenmiştir. Hz. Peygamber az bir sadaka veren bu yoksulu yanına çağırmış ve onun için dua etmiştir.

Kadınlar da ellerinden gelen yardımı yapmaktan geri durmamışlardır. Ümmü Sinan el-Eslemiyye’nin ağzından şunlar aktarılmaktadır: “Hz. Âişe’nin evinde Rasulullah’ın önüne serilmiş bir örtü gördüm ki üzerinde bilezikler, bazubentler, halhallar, yüzükler, küpeler, develerin ayaklarını bağlayacak birtakım kayışlarla kadınlar tarafından gönderilen ve savaşta işe yarayabileceği umulan başka eşyalar bulunuyordu.”

Bütün bunlar yapılırken münafıklar da boş durmamış, her zaman yaptıkları gibi bozgunculuğa devam etmişlerdir. Münafıkların başı olarak kabul edilen Abdullah b. Ubey b. Selül “Muhammed, Rum devletini oyuncak mı sanıyor? Onun ashabıyla birlikte yakalanıp esir olacaklarını gözümle görmüş gibi biliyorum.” diyerek halka korku ve ümitsizlik vermeye çalışmıştır. Özür beyan ederek savaşa katılmayacaklarını söyleyen münafıkların bu ve benzeri tutumlarına işaret eden ayetler, kınayıcı ve sert bir anlatıma sahiptir:

“Allah’ın elçisine muhalif olarak savaştan geri kalanlar oturup kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi çirkin görerek ‘Bu sıcakta savaşa çıkmayın!’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir.’ Keşke bilselerdi.” (9 / Tevbe: 81)

İhtiyaçlarını kendi olanaklarıyla gideremeyen mücahitler varlıklı sahabilerin yardımıyla techiz edilmiş; fakat sayı çok fazla olduğu için bu konuda sıkıntı çekilmiştir. İslâm tarihinde “ağlayanlar” diye anılan yedi kişi Rasulullah’a gelerek, bu gazveye katılmak istediklerini, fakat binit ve yiyeceklerinin bulunmadığını bildirmişlerdir. Hz. Peygamber’in kendilerine binit kalmadığını söylemesi üzerine bu yedi kahraman ağlayarak geri dönmüşlerdir. Çeşitli kaynaklarda onların kim oldukları da belirtilmektedir. Onların bu hali Kur’an-ı Kerim’de de şöyle haber verilmektedir:

“Cihada çıkabilmek amacıyla binek vermen için sana her gelişlerinde ‘Size verecek bir binit bulamıyorum.’ dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp üzüntülerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenlere de bir sorumluluk yoktur.” (9 / Tevbe: 92)

Hz. Peygamber, Tebük gazasına Medine’den hicretin 9. yılı Recep ayında perşembe günü çıkmıştı. Bu, Rasulullah’ın sonuncu gazası oldu.

Mümin oldukları halde ihmalleri yüzünden sefere katılamayanlar da olmuştur. Bunlar Mirâre b. Rabi, Hilâl b. Ümeyye ve Ka’b b. Malik idi.

 

 

 

 

KA’B ANLATIYOR

Hiçbir gazada Rasulullah’tan geri kalmamıştım. Yalnız Bedir gazasından geri kaldım. Ama bu gazadan geri kalanların hiçbirini, Allah da Rasulü de yermemişti. Bu, Bedir gazasında Rasulullah’ın, Kureyş’in kervanını talep ederek hareket etmesindendi. Fakat Allah, aralarında önceden bir yer ve zaman tayini olmamışken onunla düşmanını bir araya getirdi.

Rasulullah ile birlikte Akabe’de bulundum ve İslâm üzere sözleştiğimiz anı müşahede ettim. İnsanlar arasında Bedir’den daha çok söz edilmesine rağmen, Bedir’de bulunma beni Akabe’de bulunmaktan fazla sevindirmez.

Tebük gazasının yapılacağından haberdar oluşuma ve o güne kadar elde edemediğim güç ve imkâna sahip olmama rağmen Rasulullah’la sefere çıkmamıştım. Vallahi, o zamana kadar bir araya getiremediğim iki binit devesine sahip idim.

Rasulullah bu gazaya kadar, bir yere gaza yapacağı zaman hedefini gizlerdi. Ancak bu sefer, aşırı sıcak bir havada gazaya çıkacaktı. Uzun bir sefere, büyük bir düşmana yönelecekti. İşte bu yüzden halka durumu açıklamıştı. Gerekli olan hazırlığın yapılması emrini insanlara ulaştırmıştı. Bu nedenle Rasulullah’a sefer için tabi olanlar pek çoktu. Onları kapsamlı bir kitap bile bir araya getiremez.

Pek az kişi, gazaya çıkmama hususunda Allah’tan bir vahiy gelmediği sürece kendisini Rasulullah’tan gizleyebileceğini sanıyordu. Rasulullah, meyvelerin olgunlaştığı, gölgelerden hoşlanıldığı ve insanların bunlara yöneldiği bir zamanda bu gazaya çıktı. Rasulullah ve beraberindeki Müslümanlar kuşanıp hazırlandılar. Sabahleyin onlarla birlikte hazırlanmak üzere kalkıyor fakat akşama hiçbir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime; istediğim zaman buna güç yetirebilirim, diyordum. Bu hal, bende insanların ciddi ciddi kollarını sıvadıkları vakte değin sürdü. Rasulullah ve beraberindeki Müslümanlar yola çıktıkları halde, ben henüz hiçbir hazırlık yapmamıştım. Ve ondan sonra bir veya iki gün içinde hazırlanır, sonra da onlara katılırım, dedim. Onlar ayrıldıktan sonra hemen ertesi sabah hazırlanmaya giriştim; ama yine hiçbir şey yapmadan eve geri döndüm. Yine ertesi gün oldu ve ben yine hiçbir şey yapmadan eve geri döndüm. Bu hal bende, onların hazırlanıp uzaklaşmalarına ve gazayı kaçırmama dek sürdü. Yola çıkıp onlara yetişmeye gayret ettim. Keşke bunu yapsaydım! Bunu da yapmadım.

Rasulullah’ın çıkışından sonra halkın arasına girmek üzere sokaklara çıktım ve dolaştım. Yalnız, nifak üzere olduğu için yerilen bir adamdan ve zayıf olup Allah’ın özürlü kıldığı bir kişiden başka kimseleri göremeyişim beni üzdü.

Rasulullah, Tebük’e varana kadar benden söz etmemiş. Tebük’te etrafındakilerle oturmuşken “Ka’b bin Malik ne yaptı?” diye sormuş. Selime oğullarından biri “Ya Rasulullah! Onu, hurmalığı ve kendisine olan güveni alıkoydu.” demiş. Muaz bin Cebel “Ne çirkin konuştun! Vallahi, ey Allah’ın Rasulü, hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz.” demiş. Bunun üzerine Rasulullah susmuş.

Rasulullah’ın Tebük seferinden dönüş haberi bana ulaşınca beni bir üzüntü tuttu. Ardından yalan bahane bulmak için düşünmeye, yarın Rasulullah’ın bana olan hoşnutsuzluğundan nasıl kurtulurum, demeye başladım. Aile fertlerimden görüş sahiplerinin hepsinden yardım istedim. Rasulullah’ın gelmek üzere olduğu söylenince, benden bu kötü düşünce gitti. Ondan sadece doğruluk ile kurtulacağımı kavradım. Doğruyu söylemek üzere toparlandım.

Rasulullah sabahleyin Medine’ye geldi. Seferden döndüğünde mescide girer, iki rekat namaz kılar, sonra halkın arasına otururdu. Yine böyle yaptıktan sonra, geride kalanlar gelip yeminler ederek özür dilemeye başladılar. Bunlar seksen küsur kişi idi. Rasulullah da söylediklerini ve yeminlerini kabul edip onlar için bağışlanma diliyor ve gizli hallerini Allah’a havale ediyordu. Nihayet ben de gelip kendisine selam verdim. Kızmış adamın gülümseyişi ile gülümseyerek “Gel!” dedi. Hızlanarak gidip huzurunda oturdum. Bana “Neden geride kaldın? Kendine deve almamış mıydın?” diye sordu. Dedim ki: “Ey Allah’ın Rasulü! Vallahi eğer ben, senden başka dünya ehlinden herhangi biriyle otursaydım, bir özürle onun memnuniyetsizliğinden kurtulur ve ona bir delil de getirirdim. Evet, Allah’a yemin olsun ki eğer bugün sana yalan söz söylesem benden memnun kalacaksın; fakat hemen ardından Allah seni bana karşı gazaba getirecektir. Şayet ben içinde bulunduğum hal üzere doğruyu söylersem, Allah’tan sonumun hayır olacağını diliyorum. Hayır, vallahi hiçbir mazeretim yok. Vallahi senden geride kaldığım vakit, hiçbir zaman bu denli güçlü ve imkân sahibi olmamıştım.”

Rasulullah, “İşte bunu doğru söyledin. Kalk, Allah’ın hakkında hüküm vereceği anı bekle.” dedi. Ben de kalktım. Selime oğullarından birkaç adam da benimle beraber davrandılar. Ardıma düşüp şöyle dediler: “Vallahi senden hiçbir şey anlamadık. Bundan önce hiç günah işledin mi? Geride kalanların Rasulullah’tan özür dileyişleri gibi özür dilemekten âciz kaldın. Rasulullah’ın günahın için istiğfar etmesi sana yeterliydi.” O kadar söylendiler ki Rasulullah’a dönüp yalan söylemeyi bile istedim. Sonra onlara: “Benden başka kimse bu durumla karşılaştı mı?” diye sordum. “Evet, iki kişi daha senin dediğini söyledi. Onlara da sana söylenilenlere benzer şeyler söylendi.” dediler. “Onlar kim?” dedim. “Amr bin Avf oğullarından Mirara bin Rabi el-Amri ve Hilal bin Ebi Ümeyye el-Vakıfi.” dediler.

Ardından Rasulullah, seferden geri kalanlar arasından bu üç kişiyle konuşmaktan halkı nehyetti. Halk bizden uzak durmaya başladı. Bizden yüz çevirdiler. Öyle ki bana yeryüzü dar gelmeye ve içim sıkılmaya başladı. Bu yerler artık bildiğim yerler değildi.

Bunun üzerine elli gece bekledik. İki arkadaşım evlerinde oturup kaldılar. Ama ben onların en genci ve en dinç olanı idim. Çıkıyor, namazları müslümanlarla birlikte kılıyor, sokakları dolaşıyordum. Ne var ki kimse benimle konuşmuyordu. Rasulullah’a geliyor, namazdan sonra halk arasında oturmuşken onu selamlıyor, kendi kendime: “Acaba selamımı iade etmek için dudaklarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı?” diyor, sonra ona yakın yerde namazımı kılıyor ve gizlice ona bakıyordum. Ben namazda iken bana bakıyor ve ona yöneldiğimi görünce hemen benden yüz çeviriyordu. Bu durum, müslümanların ezalarıyla birlikte uzun süre devam etti. Dayanamayıp amcam oğlu olan Ebu Katade’nin duvarına tırmandım. O, insanlar arasında en çok sevdiğim kişiydi. Ona selam verdim. Fakat vallahi selamıma cevap vermedi. Ona “Ebu Katade, Allah adına yeminle söyle. Allah ve Rasulünü sevdiğimi biliyorsun.” dedim. O sustu. Sözümü tekrarladım, ona yemin ettirdim. Bunun üzerine şöyle dedi: “Allah ve Rasulü daha iyi bilir.” İki gözümden yaşlar boşandı. Sıçrayıp duvarı aştım. Sonra çarşıya doğru gittim. Çarşıya doğru yürüdüğüm sırada baktım; Suriye Nebatilerinden Medine’ye satmak üzere buğday getirmiş olan bir adam beni soruyor ve “Ka’b bin Malik’i bana gösterecek kimse yok mu?” diyor. Halk ona beni işaret etmeye başladı. Sonunda bana gelerek Gassan melikinden bir mektup verdi. Melik bir ipek parçasına mektup yazmıştı. Girişten sonra şöyle diyordu: “Bize arkadaşının sana eziyet ettiğinin haberi ulaştı. Allah seni sıkıntı ve eziyet çekmen için yaratmadı. Bize gel, seni gözetiriz.” Bunu okuduğumda “Bu da bir başka bela. Uğradığım bu bela yetmiyormuşçasına bir müşrik bana ilgi gösteriyor.” dedim ve mektubu tandıra atıp yaktım.

Bu hal üzere elli gecenin henüz kırkı geçmişken Allah Rasulünün elçisi gelerek: “Rasulullah, hanımından uzak durmanı emrediyor.” dedi. “Onunla boşanalım mı yoksa?” diye sordum. “Hayır, uzak dur, ona yaklaşma!” dedi. İki arkadaşıma da aynı şekilde elçi gönderdi. Hanımıma: “Ailene git, Allah’ın bu konuda hükmünü vereceği vakte kadar orda kal.” dedim. Benim gibi cezalandırılan Hilal bin Ümeyye’nin hanımı Rasulullah’a vararak: “Ya Rasulullah, Hilal bin Ümeyye yaşlı, zayıf, hizmetçisiz biridir. Ona yardım etmekten beni men mi ediyorsun?” diye sormuş. O: “Hayır, fakat sana yaklaşmasın.” dedi. Kadın “Vallahi ya Rasulullah ondan, benden yana hiçbir hareket kalmamıştır. O günden bugüne hep ağlıyor. Gözlerini kaybetmesinden korkuyorum.” demiş.

Ailemden bazıları bana “Keşke sen de hanımın için Rasulullah’tan izin alsaydın. Bak Hilal bin Ümeyye hanımının kendisine bakması için izin aldı.” dediler. Onlara “Vallahi ben bu hususta ondan izin istemem. Ben genç bir adamken hanımım için ondan izin istersem Rasulullah bunun için bana ne der?” diye cevap verdim.

Bundan sonra on gece daha bekledik. Rasulullah’ın Müslümanları bizimle konuşmaktan men edişinden sonra elli gece geçti. Sonra evlerimizden birinin üstünde sabah namazını Allah’ın dilediği gibi kıldım. Genişliğine rağmen yer bize dar geldi. Nefesim daraldı. Dağda bir vadide bir çadır kurmuştum. Vadinin üzerinde bağıran kişinin sesini duyduğumda, ben buradaydım. En yüksek sedasıyla şöyle diyordu: “Ka’b bin Malik! Müjde!..” Hemen secdeye kapaklandım. Kurtuluşun geldiğini anladım.

Rasulullah, o gün sabah namazını kıldıktan sonra halka Allah’ın bizi bağışladığını bildirmiş. (DOĞRUSU ALLAH, ONUN TÖVBESİNİN KABUL EDİLEBİLİR DÜZEYDE OLDUĞUNU YİNE O KİŞİNİN SERGİLEDİĞİ DAVRANIŞLARLA(9/105) BİLİNEBİLECEĞİNİ BİLDİRMİŞTİR. BU İNSANLAR DA, HAYATA KÜSMEMİŞ, PES ETMEMİŞ, İNANDIKLARI DOĞRULARI YAŞAMAYA VE BU UĞURDA MÜCADELE VERMEYE DEVAM ETMİŞLERDİR. OLASIDIR Kİ SAVAŞA GİTME GİBİ PEK ÇOK RİSKLİ KONUDA ÜSTÜN PERFORMANS ORTAYA KOYMUŞLARDIR. ONLARIN TUTUM VE DAVRANIŞLARIYLA, ELDEKİ SONUÇLARLA ONLARIN GERÇEKTEN DE YÜREKTEN PİŞMAN OLDUKLARININ HEMEN HERKES FARKINA VARMIŞTIR. BÖYLELİKLE TEKRAR TÖVBE ETSİNLER DİYE ALLAH TÖVBELERİNİ KABUL EDEREK MÜSLÜMANLARA BENZER TUTUMLARDA KAPI ARALAMALARINA İZİN VERMİŞTİR.) Bunun ardından insanlar, hemen bizi müjdelemeye koşmuşlar. Müjdecim bana geldiğinde üzerimdeki iki parça elbisemi soyunup ona giydirdim. Vallahi o gün, iki parça elbise emanet alıp giyerek aşk ile Rasulullah’a koştum. Ben mescide girene değin halk, beni affedilişim ile müjdeleyerek karşılıyor ve “Allah’ın seni bağışlaması sana mübarek olsun!” diyorlardı. Rasulullah, oturuyordu. Talha bin Ubeydullah kalktı ve beni kutladı. Selam verdim. Rasulullah’ın yüzü sevinçten parlayarak: “Seni, ananın doğurduğu günden bu yana en hayırlı bir günle müjdeliyorum.” dedi. Yüzü ay parçası gibiydi. Ona dönüp konuştum: “Ey Allah’ın Rasulü! Tövbemin Allah tarafından kabulünden dolayı bütün malımı Allah ve Rasulü yoluna sadaka olarak vermek istiyorum.”

 

 

 

 

PEYGAMBER ŞAİRİ

Ka’b bin Malik, ailesinin tek oğlu olup hâli vakti yerinde bir insandı. Genç yaşından itibaren, Arabistan’ın ileri gelen şairlerinden biri olarak kabul edilmişti. İslâmiyet’in Medine’de hızla yayılmasından sonra yapılan ikinci Akabe biatına katılmış ve orada Müslüman olmuştu. Bunu kendisi şöyle anlatmaktadır:

“Kavmimizden müşrik olan bazı kimselerle beraber, Kâbe’yi ziyaret için Medine’den yola çıktık. Büyüğümüz ve yöneticimiz olan Berâ bin Ma’rûr da yanımızda idi. Mekke’ye gelince Berâ, bana dedi ki:

– Bizi Rasulullah’a götür.

Birlikte Rasulullah’ı arayıp sormaya başladık. Ebtâh denilen yerde Mekkeli bir adama onu sorduk. Adam bize:

– Mescid-i Harâm’a gidin! Aradığınız kişi şu an amcası Abbas ile birlikte orada oturuyor, dedi.

Biz, tüccar olduğu için Abbas’ı tanıyorduk. Mescid-i Harâm’a girdiğimizde Rasulullah’ı amcası Abbas ile oturuyor gördük. Selâm verdikten sonra biz de yanlarına oturduk. Rasulullah, Abbas’a sordu:

– Bu kişileri tanıyor musun?

– Evet, tanıyorum. Şu kavminin seyyidi Berâ bin Ma’rûr’dur. Diğeri de Ka’b bin Mâlik’tir.

– Şu şair olan Ka’b mı?

Abbas da “Evet.” dedi. Vallahi Rasulullah’ın bu sözünü hayatım boyunca unutmadım.”

Ka’b bin Mâlik ikinci Akabe biatının gerisini şöyle anlatmaktadır:

“Biz kararlaştırdığımız gibi vadide toplandık. Rasulullah’ı bekliyorduk. Sonra Rasulullah amcası Abbas ile birlikte geldi. Yapılan konuşmalardan sonra orada bulunan yetmiş kişi, Rasulullah’ı her türlü tehlikeye karşı koruyacağımıza ve İslâmiyet’i yayacağımıza söz verdik.”

Akabe biatinden sonra Medine’ye dönen Ka’b bin Mâlik’in, kabilesinin Müslüman olmasında büyük emeği geçtiği çeşitli kaynaklarda dile getirilmektedir.

“Peygamber şairi” olarak da nitelendirilen Ka’b bin Malik, hicretin 50. yılında, Muaviye zamanında 77 yaşındayken vefat etmiştir.

Tevbe suresi 118. ayette Ka’b bin Malik ve diğer iki arkadaşının konumu ibret verici bir şekilde gözler önüne serilmektedir. İhmal ve gevşeklik sonucu içine düştükleri duruma işaret eden bu ayetten günümüze değgin çıkarımlarda bulunmak da mümkündür. Söz konusu ayet-i kerime, içerdiği uyarıların yanı sıra “sabır” ve “tevbe”nin önemini de vurgulamaktadır:

“Savaştan geri kalan üç kişiyi de bağışladı. Öyle ki bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti. Nefisleri de kendilerine dar gelmişti ve Allah’tan başka bir sığınakları olmadığını iyice anladılar. Sonra onların tevbesini kabul etti. Şüphesiz Allah, yalnızca O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.” (ALİ DEĞİRMENCİ) 24.10.2008-Haksöz Dergisi http://www.haksozhaber.net/news_detail.php?id=5348

 

KONUYLA İLGİLİ DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN LÜTFEN AŞAĞIDAKİ BAŞLIKLARI İNCELEYİNİZ…

 

1) İletişim Çatışmaları ve İletişimi Geliştirmenin Yolları
2) Niyet ve Bahane Kandırmacaları
3) Sorumsuzluk, İhmal, Bencillik ve Soyutlanma_Ka’b bin Malik
4) Bahaneler ve Mazeretler
5) Eleştirmek ve Eleştirilmek
6) Eleştirinin Önemi
7) Münafık, İkiyüzlü, Kararsız, İlkesiz ve Duyarsız Kimdir?
8) Münafıkların Özellikleri
9) Ahlak Odaklı Din, Allahlı Dindir
10) Dürüstlük Dinin Özüdür
11) Adanmış ve Aday İnsan
12) Kur’an’da İlahi Adalet İlkeleri
13) Soru Sormanın Yöntemi ve Adabı
14) Yeni Sınıfın İdeolojisi: Kariyerizm ve Konformizm
15) Ahlak, Adalet, Emek ve Sermaye
16) Doğruluk Kaygısı_Montaigne
17) Kendimizi Kime Beğendirelim?

posted in AHLAK | 0 Comments

25th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

 

Münâfık kimdir?

 

Ritüelleri (KALIP VE ŞEKİLSEL İBADETLERİ-nüsuk) üşense bile yerine getirir. İçten teslim olduğundan değil; dıştan getirisi olacağından. Ama mal mülk söz konusu olunca dinle imanla alakası kalmaz. Saçının telini göstereni veya namazı bir vakit kılmayanı din dışında görebilir ama saray yavrusu evinde yünlü seccadeler üzerinde namaz kılar, tesbih çeker, 24 saat LCD ekran televizyonundan Kabe’den canlı yayın izler. Yağlı ballı sohbet toplantılarında “fahr-i kainât, server-i mevcudât Efendimiz sallallahu aleyhi vesselemin” açlıktan karnına nasıl taş bağladığını anlatan hocaları ağlamaklı ağlamaklı dinler.

 

 

Kur’an’da “mü’minler, müslümanlar, mücâhidler, sâdıklar, sâlihler…” vb. tabiri caizse “yağlı ballı” nitelemeleri üzerimizi almaya pek bayılırız da…

“Yahudiler, Hristıyanlar, münâfıklar, akılsızlar, fikirsizler, kafasızlar, sefihler (beyinsizler), sağırlar, körler, dilsizler, kitap yüklü eşekler, dilini sarkıtan köpekler, Hamanlar, Karunlar, Hahamlar, Ruhbanlar” vb. sıfat ve nitelemeleri duyunca arkamıza bakınırız…

Kesin bizden bahsetmiyordur!

Bunları Kurtlar Vadisi’nde “Çakır” rolü üzerine yapışıp kalan dizi oyuncusu gibi (ki kurtulmak için “Adanalı” dizisinde nasıl da çırpınıyor) yapanın üzerine yapışıp kalan “donmuş kimlikler” olarak algılarız.

Halbuki bunlar “yaşayan kimlikler”dir.

Bunu anlamak için Kur’an’da bunlardan nerede bahsediliyorsa “yaptıklarına” bakacağız. Eğer onları biz de yapıyorsak, arkamıza boşuna bakınmayalım o biziz, biz!

Bu kimliklerden en önemlisi de “münafık”

Peki kimdir münafık?

Neyin nesi kimin fesidir?

Kime münafık diyor Kur’an?

***

Baktığımızda, münafık tabirinin ayrıca bir dini kategori olmadığını, “Müslümanın hali” olduğunu görüyoruz. Bunun için Kur’an’da “Müslüman” adı “münafık”ı da kapsıyor.

Yani münafıklar Müslümanların içinde…

Şöyle ki: Müslüman iki anlamda kullanılıyor: 1- İçten teslim olan 2- Dıştan teslim olan.

İçten (ğayb ile/ğayben) teslimiyet gösterdikleri için Hz. İbrahim’e ve onun izinden gidenlere Müslüman diyor Kur’an.

Fakat içten teslimiyet göstermedikleri, sadece dıştan İslam’a girmiş göründükleri için bedevilere de “Siz iman etmediniz (içten teslim olmadınız) bari dıştan teslim olduk (Müslüman olduk) deyin” diyor. (Hucurât; 14). Türkiye AB’ye girerse Batılıların “Siz Avrupalı olmadınız, bari AB’yi girdik deyin” demesi gibi…

Demek ki Müslüman kavramının içine hem Mü’minlik (içten teslimiyet) hem de münafıklık (dıştan teslimiyet) giriyor.

Yani Müslüman iki yüzü olan bir kavram. Bir yüzüyle Hz. İbrahim’in içtenliğini, diğer yüzüyle münafıkların dıştanlığını ifade ediyor.

Dıştan teslim olanların kim olduğuna baktığımızda, Medine’de İslam’ın yükselmesi ve güçlenmesi karşısında, Sovyet işgalinden sonra bir gecede komünist olan ülkeler gibi, bir gecede İslam’a giren kimi kabileler olduğunu görüyoruz. Zaten bunların hepsi (bir tek Kureyş hariç) peygamberimizin vefatından sonra irtidat etmişti.

Medine’nin dışında oturan ve güç karşısında dıştan teslimiyet gösterenler olduğu gibi Medine’nin içinde de aynı şeyi yapanlar vardı. Onlar da dıştan teslim olmuş, peygamberin halkasına girmiş, yanına kadar sokulmuş ve hatta savaşlara da katılmışlardı. Bunlara da dıştan teslim olanlar (Müslümanlar) deniyordu. Fakat gerçekte içten teslim olanlar (Mü’minler) değildiler. Dıştan teslim olduk (Müslüman olduk) demeleri bunun için daha uygundu.

Peki, bu iç içe geçmiş durumu nasıl tefrik edeceğiz? Yani ayırıcı ölçü nedir?

Öyle ya, bıçak gibi ikisini birbirinden ayırmamızı sağlayacak farkı fark ettiren (el-fâruk/-el furkan)) bir ölçü olmalı, değil mi?

***

Kur’an’a baktığımızda 41 yerde “münafıklar” tabirinin kullanıldığını görüyoruz.

Bunları dikkatle incelediğimizde farkı fark ettiren ölçünün açıkça verildiğini görüyoruz; infak ve cihat…

Ne demek bunlar?

Kur’an’ın mihver kavramı tevhid/samed ile bağını kurarak söylersek (ki her şey bununla irtibatlıdır); sosyal ve ekonomik birlik ve bütünlükten ayrılarak “kenz(BİRİKİM)” yapmamak yani mal ve servet yığmamak, kendine ayrı küçük tepeler oluşturarak bütün içinde çıkıntılar (tekel) oluşturmamak, bunları dağıtmak, bütüne katmak, paylaşmak (infak) ve bütünün mutluluğu, iyiliği, adaleti için çalışmak, ona zarar veren şeylere karşı gerekirse savaşmak, canını ve malını ortaya koymak (cihat)…

Demek ki “infak” ile “nifak” sözcüklerinin aynı kökten geliyor olmalarından da anlaşılacağı gibi, münâfıqûn (münafıklar) ile munfiqûn (infak edenler) arasında çok yakın ve fakat aynı zamanda ters orantı var. Yani bir kişide infak arttıkça nifak azalıyor, nifak artıkça da infak azalıyor demektir. Ateşin odunu yeyip bitirmesi gibi, nifak infakı, infak da nifakı yeyip bitiriyor.

Kelime kökünden de anlaşılacağı gibi münafık, Arap tavşanı (jarboa) gibi “iki yuvası” bulunan “ikiyüzlü” bir adamdır. Birinde tehlike gördüğü an diğerine geçer.

Bunun o günkü Medine ortamındaki anlamı; münafık o kimsedir ki rant görünce ön sıralara (protokole) yanaşır, iş infak ve cihada yani maldan ve candan vermeye gelince ortalıktan kaybolur.

Bu nedenle tavşan gibi ürkek ve korkak olurlar. Tehlikeyi gördüklerinde arslan gibi kükreyerek tehlikenin üzerine yürüyemezler, kuyruklarını kıvırıp tavşan gibi sıvışmaya bakarlar.

Siz hiç belgesellerde tavşanların savaştığını gördünüz mü? Endişe dolu gözler… Korkak ve titrek bakışlar…Küçük bir ses duyunca ani bir hareketle çalıların arasından sıvışıp kaçmalar…

Kur’an’da münafık kelimesinin hepsi de Medine ayetlerinde geçiyor. Nüzul sırasına göre infak ile beraber, onunla ters orantılı olarak nifakın da kullanılmaya başlandığını görüyoruz.

Bunun ne anlama geldiğini az önce açıklamaya çalıştım.

Bunun böyle olduğunu münafık kelimesinin ilk kullanılmaya başlandığı yerden itibaren nüzul sürecini izlediğimizde de apaçık görüyoruz…

***

İlk olarak münafık Ankebut suresinde geçiyor. Bu sure Mekke’nin son, Medine’nin de ilk suresidir. Hatta birazı Mekkî, birazı Medenî diyenler bile vardır. Demek ki Medine’ye gelince (devlete, mala, servete kavuşunca) nifak da başlıyor.

İlginçtir, münafık kelimesinin ilk geçtiği yer olan Ankebut suresi “İnsanlar iman ettik demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar” diye başlıyor. Yedekteki “ikinci yuvalar” da Ankebut (örümcek) yuvasına benzetiliyor. Lütfen düşünerek, üzerinde dura dura (tertil ile) okuyunuz:

“Bazı insanlar ‘Allah’a iman ettik’ der dururlar. Fakat Allah yolunda en küçük bir sıkıntıya gelemez, bir eziyete uğradıklarında insanlardan gelen eziyetleri Allah’ın azabı gibi tutarlar. Böylesi tiplerin Rabbinden yardım gelince hemen “Kesinlikle biz sizinle beraberdik” diyeceklerinden hiç kuşkun olmasın. İyi de, Allah’ın insanların içlerinden ne geçirdiğini en ince ayrıntısına kadar bildiğinden haberleri yok mu bunların? Allah iman edenlerin de münafıkların da kimler olduğunu gösterecek; bundan hiç şüpheniz olmasın…” (Ankebut: 29/10-11).

Evet, Allah münafıkların kimler olduğunu gösteriyor (farkı farkettiriyor, ayırıcı ölçüyü veriyor). Hem de öyle bir gösteriyor ki, birkaç yıl sonraki “Muhammed” suresinde (Bedir savaşı öncesi) deşifre edildiklerini görüyoruz. Ana tema yine aynı cihat ve infak:

“İman iddiasında bulunanlar ‘Savaşa izin veren bir sure neden gelmiyor?’ diyorlar. Ancak muhkem bir ayet indirilip savaştan bahsedilince ‘kalplerinde hastalık olanların’ tıpkı ölüm baygınlığında olan kimsenin bakışı gibi sana bakakaldıklarını görürsün. O da onlara pek yakındır. Oysa itaat etmek ve sözlerinin eri olmaktı yapmaları gereken. Kesin karar gelince Allah’a verdikleri sözün arkasında dursalardı elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. Siz Allah’ın emrinden uzaklaşıp tekrar yağma, talan ve birbirinizi boğazlamakla geçen o eski günlere mi dönmek istiyorsunuz?…” (Muhammed: 22/20-22)

Yani: “Savaş için neden ayet gelmiyor” deyip duruyordunuz. Şimdi açık ve kesin olarak savaşa izin veren ayet gelince yerinizde çakılıp kaldınız. “Ama, fakat…” diyerek mazeretler ileri sürüyorsunuz. “Onlar bizim yakınlarımız, kendi ırkımız, aynı Arap akrabalarımız” diye bahaneler uyduruyorsunuz. Ama o eski günleri unutuyorsunuz. O günlerde ne akraba, ne ırk, ne soydaş dinlemiyordunuz. Yağma, talan, birbirinizi boğazlama ile geçiyordu ömrünüz. O zaman hiç de savaştan kaçmak için bahane aramıyordunuz. Şimdi bu bahaneler de neyin nesi oluyor? Kaldı ki Allah size yağmalayın, talan edin, en yakınlarınızı bile kesip doğrayın demiyor. Tam tersi bunların bir daha olmaması için, bütünün iyiliği, mutluluğu, hak ve adaleti için savaşmak gerektiğinde çıkın ve mertçe savaşın diyor. Bununla onu nasıl aynı kefeye koyuyorsunuz? Bütünü paramparça eden o eski berbat günleri nasıl da unutuyorsunuz? (Razî, Kurtubî, İbn Kesir, Zemahşerî, Beydavî)…

“Onlar AIIah’ın indirdiklerinden hoşlanmayanlara ‘Bazı konularda sizinle örtüşüyoruz’ diyorlar. Allah ise onların gizli gizli ne konuştuklarını çok iyi biliyor…” (Muhammed: 22/26)

Yani: Münafıklar, müşriklere el altından şöyle diyorlar: Allah’a, ahirete, kıyamete inanmak gibi konularda sizinle ayrılıyorsak da bu Muhammed’in bütünü bölen, akrabaları birbirine kırdıran, ülkede kargaşa çıkaran, gençlerin aklını çelen ve ihtilâlci fikirleri olan birisi olduğu konusunda sizinle örtüşüyoruz. Çünkü bizi kendi ırkımızla, kendi akrabalarımızla savaşa çağırıyor. Hatta “terörist” eğilimleri olduğu bile söylenebilir. Hiç peygamber böyle yapar mı? Bir peygamber eline kılıç alıp savaşır mı? Allah’a ve ahirete inanmaya, hayırlı işler yapmaya, iyiliğe, güzelliğe çağırıyor; tamam bunları anladık. Ama bu savaşmak, cihat filan da ne oluyor?

Muhammed suresinin sonu da çok ilginç. Medine’de “Haydi savaşa!” sesleri duyulunca “protokolde” ön sıralara geçenlerin, peygamberin yanına kadar sokulanların, etrafında pervane olanların birden bire yan çizdiklerini ve “mırın kırın” etmeye başladıklarını görüyoruz. Bunlar ayette geçtiği gibi kalpleri hastalıklı “Müslüman münafıklardan” başkası değildi. İşte Muhammed suresi bunları anlatıyor… Surenin, baştan sona “cihat” temasını işledikten sonra “infak” çağrıları ile sonra ermesi de çok manidar:

“Sizler Allah yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz, fakat aranızdan kimileri cimrilik yapıyor. Oysa kim cimrilik yaparsa kendine cimrilik yapmış olur. Allah zengindir, yoksul sizsiniz. Eğer yan çizerseniz yerinize sizin gibi olmayan başka bir topluluk getirir…” (Muhammed: 22/38)…

Keza Kur’an’da “münafıklar” (Münâfiqûn) diye ayrıca bir sure bile var. Buradaki ana tema da yine çok ilginç infak…

Surede münafıkların “Allah’ın peygamberinin yanındakilere bir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler” dediği söylenir. Oysa göklerin ve yerin hazinelerinin Allah’ın olduğu, şan ve şeref sahibi olduklarını iddia ederek Medine’ye dönünce ayak takımını Medine’den sürüp atacaklarını söyleyerek böbürlenenler olduğu, oysa şan ve şerefin (izzet) Allah’ın, peygamberin ve “mü’minlerin” olduğu ve fakat “münafık” takımının bu bilinçten yoksun olduğu anlatılır (63/7-8). Müminlerin şan ve şeref sahibi olmak istiyorlarsa bu münafıklardan ayrılarak yapmaları gerekenin ne olduğu özetlenerek onbir ayetlik “Münâfikûn” suresi şöyle biter:

“Ey iman iddiasında bulununlar! Ne mallarınız, ne de evlâtlarınız sizleri Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Her kim öyle yaparsa kaybeder. Ecel kapıyı çalınca ‘Rabbim beni kısa bir süre için ertelesen de herkese yardım etsem, iyilik, güzellik, doğruluk için çalışanlardan olsam’ demek istemiyorsanız bugünden tezi yok verdiğimiz rızıklardan karşılıksız harcayın. Ecel kapıyı çalınca Allah hiç kimseyi ertelemez. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır…” (Münâfikûn; 63/9-11)…

Yine Hicretin 9. yılındaki Tebük seferi boyunca ve sonrasında nazil olan ve müşriklere ültimatom (beraet) verilmesi ile başlayan “Tövbe” suresi, Mescit-Dırar sahibi rahip Ebu Amir’in, Medine’yi işgale çağırdığı dönemin dünya gücü Bizans’a karşı meydan okuma anlamına gelen (50 dereceye varan sıcaklıktaki) otuz bin kişilik “çöl yürüyüşünü” konu edinir.

Türlü mazeretler ileri sürerek bu seferden geri duran “münafıklar” en ağır şekilde burada eleştirilir. 129 ayetlik surenin neredeyse tamamında münafıklığın ve korkaklığın âdeta genetiği çözülür. Sözü namus bilme (sıdk/sadakat) adına cesaret, yiğitlik, bahadırlık, erdem ve dürüstlük temaları işlenir. Özellikle son bölümde münafıkların telkinine kapılarak seferden geri duran bir kaç sahabenin vicdan azabı çekişleri anlatılır.

Sure boyunca cihat ve infak kaçkını münafıklığın ne menem bir şey olduğunu, Müslüman kılıfına nasıl da bürünebileceğini, hatta sahabelerden kimilerini bile nasıl etkileyebileceğini ve nihayet mu’min olmanın ne demeye geldiğini sarsıla sarsıla okursunuz. Müslüman kılığına bürünmüş bir münafık olmakla, gerçek bir mü’min olmak arasında gider gelir, defalarca “Galiba ben mü’min değilim, aman Allahım!” dersiniz…

***

Daha fazla uzatmayayım…

Bu verdiğim örneklerden başka (MÜNAFIKUN, TEVBE, MUHAMMED surelerini ve) Tahrim, Haşr, Fetih, Nisa ve Ahzap surelerinde münafıklar isim verilerek anlatılır. Buraları özellikle nüzül sırasına göre okuyun. Nasıl da deşifre edildiklerini göreceksiniz. Daha isim verilmeyen bir çok yer var ama bunlar Kur’an’ın kime münafık dediğini anlamamız için gayet net bölümlerdir.

Bunların hepsinde de ayrıcı özelliğin “infak ve cihat” olduğunu, Müslüman kılığına bürünmüş münafık ile gerçek mü’minin arasıdaki asıl farkın bu olduğunu görürsünüz.

Tabiri caizse işin “nirengi” noktası ya da “bam teli” bu…

Çünkü münafıklar üşenerek de olsa namaz da kılarlar. Allah’a ve ahiret gününe inandıklarını söylerler. Dini ritülleri (nüsukları) aksatmıyor görünürler. Gayet iyi konuşurlar; inşallahı, maşallahı dillerinden eksik etmezler. Kılıf kıyafet de kallavidir. Her halleriyle Müslümanların arasındadırlar. Hatta Müslümanlar deyince ilkten akla onlar gelir. Din iman nutukları atmada onlara yetişemezsiniz.

Fakat iki şeyde onları göremezsiniz: cihat özellikle de infak…

Ölçü bu!

Yani can ve maldan verme söz konusu olunca onları ortalıkta göremezsiniz. Oysa Kur’an canlarıyla ve mallarıyla cihat edenleri anarken bırakın Müslümanı “sâdıkûn” tabirini kullanır. Yani sadıklar; sözünün eri olanlar, sözün namusu ile yaşayanlar, Allah deyip de can ve mal söz konusu olunca yan çizmeyenler, sadakatlerini canları ve malları pahasına ispat edenler…

Kur’an’da münafığın kim olduğuna dair yüzlerce ayeti okuduğumda zihnimde canlanan, belki biraz ağır gelecek ama söyleyeceğim şu oldu: Münafık zekat veren, mü’min ise infak edendir!

Yani “Müslüman münafıklar” kırkta birle yetinir, “Müslüman mü’minler” ise ihtiyaç fazlasını asla elinde tutmazlar…

Müslüman münafıklar (dıştan teslim olmuşlar) yılda bir kez, ıkına sıkıla, o da kırkta birini verir. Müslüman mü’minler (içten teslim olmuşlar) ise, yılda bir kırkta bir demez, bollukta ve darlıkta, iyi günde kötü günde infak eder, paylaşır, bölüşürler…

Tıpkı Medine’ye gelir gelmez ilk yapılan “kardeşlik devriminde” olduğu gibi:

Bölüştük ne varsa ekmeği aşı

Harç yaptık şehre sevgiyi barışı 

Bağrımızdan çıktı Bilal’in haykırışı

Hayyalesselâh, Hayyalelfelâh dedik

Hançereler bile anladı da

Bir insan anlamadı bizi

Başta Peygamberimiz olmak üzere Ebubekir, Ömer, Ali ve Ebuzer’e bakın böyle olduğunu görürsünüz. Bir gecede Müslüman olmuş bedevi kabilelerine, tulekaya ve münafıklara bakın yılda bir kırkta bir diyerek kılı kırk yaran pazarlıklar yaptıklarını, Peygamberimiz ölür ölmez de “Bu da yok” diyerek isyan ettiklerini görürsünüz.

Yani münafık sosyal ve ekonomik olarak bir ve bütün oluşa (tevhid) yanaşmaz. Kendini diğer insanlardan ayrı görür. Örneğin sevginin ve barışın şehre harç yapıldığı o büyük “kardeşlik devriminde” aynı inekten süt emen on aileden birisi olmayı asla kabullenemez. Birliğin, bütünlüğün, kaynaşmanın içine girerse kaybolacağını, sıradanlaşacağını düşünür ve bütünlükten sürekli olarak ayrı durmak ister. Bunun için bütünden ayrı yerlerde; saraylarda, köşklerde, burçlarda=burjuvada (aynı kökten!) yaşamak ister. Öyle ki Allah’ın verdiği rızkı/mülkü ‘yanımdaki ile eşit hale gelirim’ diye paylaşmak istemez (Nahl; 71). Bu nedenle infak kaçkınıdır. Bu tipler her yerde, her zaman böyledir. Kur’an da onlara sorar: Allah’ın nimetini inkar mı ediyor bunlar? (Nahl; 71).

***

Hani o meşhur bir hadis var ya, ona bir de bu açıdan bakalım.

Münafığın alameti üçtür: 1- Sözünde durmaz 2- Vaadini yerine getirmez 3- Emanete ihanet eder.” (Muslim:18).

Yani 1- ‘Allah ne derse yapacağım’ diye söz verdiği halde “İnfak edin, biriktirmeyin, yığmayın (kenz haramdır)” emrine uymaz. Alttan alır, yapsa da yapmasa da olabilecek sıradan bir öğüt sayar. 2- Mülkü/rızkı çok olduğu halde, her gün para saydığı, dönüp dönüp tekrar saydığı halde, ‘bunları mezara mı götüreceğim tabi ki fakirin fukaranın hakkı var’ diye vaatte bulunduğu halde iş vermeye gelince rahatlıkla “yok” çeker. 3- Allah’ın kendisine verdiği rızkın/mülkün emanet olduğunu unutur. Karun gibi ‘üstün deham sayesinde kazandım’ der. Böylece hem emanete ihanet eder hem de yanındakiyle eşit hale geleceği (bütünün parçası olacağı) korkusuyla infaktan kaçarak nimeti inkar eder.

Yine peygamberimiz buyurmuş: “Münafığın alâmeti Ensar’a(MEKKEDEN HİCRET EDENLERE YARDIM EDEN MEDİNELİ MÜSLÜMANLAR) buğzetmesi(ÖFKE DUYMASI), mü’minin alâmeti ise Ensar’ı sevmesidir.” (Muslim; 110)

Yani münafık kendisi infak kaçkını olduğu gibi, infakı/yardım edeni, paylaşanı, bölüşeni, bütünü gözeteni, bunun için seferber olanı (Ensarı) sevmez. Ona kin besler. ‘yardım etmeyin ki dağılıp gitsinler’ der. Bütünlük dağılsın ister. Hep ayrı durayım, özel olayım, bütüne tepeden bakayım ister. Oysa mu’min bütünü gözeten, ona karışan, bundan dolayı da seferber olan, infaka/yardıma koşan ve seferber olup koşanı da (Ensarı) sevendir…

Görülüyor ki münafığın iflah olmaz hastalığı mal mülk hırsıdır. Sevgi ve merhamet yoksunudur. Mal ve mülk hırsı gözünü bürümüştür. Gerçekte Allah’a ve ahiret gününe inanmaz, tûl-u emel (geleceği garantiye almak için hırsla yığma) sahibidir. Yalan konuşması, vaadinde durmaması, emanete ihanet etmesi, yardım edeni sevmemesi bundandır…

Ritüelleri (nüsuk) üşense bile yerine getirir. İçten teslim olduğundan değil; dıştan getirisi olacağından. Ama mal mülk söz konusu olunca dinle imanla alakası kalmaz. Saçının telini göstereni veya namazı bir vakit kılmayanı din dışında görebilir ama saray yavrusu evinde yünlü seccadeler üzerinde namaz kılar, tesbih çeker, 24 saat LCD ekran televizyonundan Kabe’den canlı yayın izler. Yağlı ballı sohbet toplantılarında “fahr-i kainât, server-i mevcudât Efendimiz sallallahu aleyhi vesselemin” açlıktan karnına nasıl taş bağladığını anlatan hocaları ağlamaklı ağlamaklı dinler. Ama o hocalar “kenz (yığma/biriktirme) haramdır!’ (Tövbe; 34-35) diyemezler. Öylelerinden bunları hiç duyamazsınız. Onlara göre Kur’an’da böyle bir ayet yoktur. Hatta varsa bile “nesh” olmuştur (silinmiş/yürürlükten kalkmıştır)…

***

Evet, İslam’a girdiği halde eşyaya, mala ve mülke bakışını değiştirmeyene, cihattan kaçana, infaka yanaşmayana “münafık” dememiz gerekiyor. Bu ayırıcı ölçüyü bize Kur’an veriyor.

Münafığı başka yerde aramayın; o Müslümanların içinde…

Bunlar Mekke’de yoktular. Çünkü Mekke muhalefet, eziyet, işkence, fedakarlık ve bedel yıllarıydı. Ama Medine’ye gelince mantar gibi bittiler. Çünkü Medine iktidar, devlet, servet, beytü’l-mal günleri, ikbal yıllarıydı.

Bugün de aynısı. Medine’de, Kuba’da, Tebük’de aramayın onu. Münafık aramızda, yaşıyor.

Onun kim olduğunun kıstası da, tanımı da, farkı fark ettiren (el-fâruk) ayırıcı ölçüsü de gayet net: Cihat ve infak kaçkını Müslümana münafık denir! (İhsan Eliaçık) http://www.haber10.com/makale/13547

 

KONUYLA İLGİLİ DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN LÜTFEN AŞAĞIDAKİ BAŞLIKLARI İNCELEYİNİZ…

1) İlahi Kültürde Eleştiri Kültürü
2) İletişim Çatışmaları ve İletişimi Geliştirmenin Yolları
3) Niyet ve Bahane Kandırmacaları
4) Sorumsuzluk, İhmal, Bencillik ve Soyutlanma_Ka’b bin Malik
5) Bahaneler ve Mazeretler
6) Eleştirmek ve Eleştirilmek
7) Eleştirinin Önemi
8) Münafıkların Özellikleri
9) Ahlak Odaklı Din, Allahlı Dindir
10) Dürüstlük Dinin Özüdür
11) Adanmış ve Aday İnsan
12) Kur’an’da İlahi Adalet İlkeleri
13) Soru Sormanın Yöntemi ve Adabı
14) Yeni Sınıfın İdeolojisi: Kariyerizm ve Konformizm
15) Ahlak, Adalet, Emek ve Sermaye
16) Kendimizi Kime Beğendirelim?

posted in AHLAK | Münafık, İkiyüzlü, Kararsız, İlkesiz, Duyarsız Kimdir? için yorumlar kapalı

31st Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DÜRÜSTLÜK

SİZİN DOSTUNUZ ANCAK DÜRÜST İNSANLARDIR:

9Tevbe/119-Ey inananlar! Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve dürüst insanlarla(özü sözü bir kişilerle) birlikte olun.

 

 

SALT KIBLEYE DÖNEREK GERÇEK MÜSLÜMANLIK OLMAZ:

2Bakara/177-Gerçekte erdemlilik, yüzünü doğuya veya batıya çevirmeniz ile ilgili değildir; ama gerçek erdem sahibi, Allah’a, Ahiret Günü’ne, melekler, vahye ve Peygamberlere inanan, servetini -kendisi için ne kadar kıymetli olsa da- akrabasına, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, yolculara, (yardım) isteyenlere ve insanları kölelikten kurtarmaya harcayan; namazında devamlı ve dikkatli olan ve arındırıcı (mali) yükümlülüğünü ifa eden kişidir; ve (gerçek erdem sahipleri) söz verdiklerinde sözünü tutan, felaket, zorluk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir. İşte dürüstler onlardır ve işte onlardır Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar.

 

 

ADALET

EMREDİLEN HER YERDE, HER ZAMAN VE HERKESE KARŞI ADALETTİR:

7A’raf/29- Şunu da söyle: “Rabbim bana adaleti emretti. Her mescitte yüzlerinizi O’na doğrultun. Dini yalnız O’na özgüleyerek O’na yakarın. Tıpkı sizi ilk yarattığı gibi O’na döneceksiniz.”

4Nisa/135-Ey iman edenler! Öz benliğiniz, anne-babanız, yakınlarınız aleyhine de olsa, zengin veya fakir de olsalar, adaleti dimdik ayakta tutarak Allah için tanıklık edenler olun. Allah, ikisine de sizden daha yakındır. O halde nefsinizin arzusuna uyarak adaletten sapmayın. Eğer dilinizi eğip büker yahut çekimser kalırsanız, Allah yapmakta olduklarınızdan haberdardır.

5Maide/8- Ey iman edenler! Adalet ve dürüstlüğün tanıkları olarak Allah için kollayıp gözetleyenler olun! Bir topluluğun çirkinlik ve kötülüğü sizi adaletsiz davranmaya asla itmesin. Adaletli olun! Bu, takvaya/korunup sakınmaya daha uygundur. Allah’tan sakının. Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır.

6En’am/152- “Yetimin malına yaklaşmayın! Ancak rüştüne erişinceye kadar en güzel yolla ilgilenme hali müstesna. Ölçme ve tartmayı tam bir dürüstlükle yerine getirin. Hiç kimseye yaratılış kapasitesinin üstünde yükümlülük getirmiyoruz. Konuştuğunuz zaman, yakınlarınız/aleyhine de olsa, adaleti gözetin. Ve Allah’a verdiğiniz söze sadık kalın. Düşünüp öğüt alasınız diye O size bunları önerdi.

11Hud/85-“Ey toplumum! Ölçüyü ve tartıyı tam bir dürüstlükle yapın. İnsanların eşyalarını tırtıklamayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak dolaşmayın.”

17İsra/35-Ölçtüğünüz zaman tam ve dürüst ölçün. Hilesiz teraziyle tartın. Bu, hem hayırlı hem de sonuç bakımından güzeldir.

60Mümtahine/8-Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Allah, adaleti ayakta tutanları sever.

3Al-i İmran/21- Allah’ın ayetlerini inkâr edip haksız yere peygamberleri öldürenler ve insanlar içinden adaletle emredenlerin canına kıyanlar var ya, işte onlara korkunç bir azabı muştula.

 

 

EŞİTLİK

HANGİNİZ EŞİTLİKÇİ OLUR Kİ!

16Nahl/75-Allah şöyle bir örnekleme yaptı: Hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının eşyası durumunda bir kul/köle ile bizden bir güzel rızıkla rızıklandırdığımız ve ondan gizli açık dağıtan bir kişi. Bunlar aynı olur mu?! Bütün övgüler Allah’adır ama onların çokları bilmiyorlar. 16/76- Allah şöyle bir örnekleme de yaptı: İki adam; birisi dilsiz; hiçbir şeye gücü yetmez, efendisi/yöneticisi üstüne sadece bir yük. Efendi onu nereye gönderse hiçbir hayır getiremez. Şimdi bu adam, dosdoğru bir yol üzerinde bulunup adaletle emreden kişi ile aynı olur mu?

18Kehf/32- Onlara örnek olarak şu iki adamı ver: Bunlardan birine, üzümlerden oluşan iki bağlık vermiş, bağların çevresini hurmalarla donatmış, aralarına da ekinler serpiştirmiştik.

18Kehf/33- İki bağ da yemişlerini vermiş o adamdan hiçbir şeyi eksik bırakmamıştı. İkisinin ortasından bir de nehir fışkırtmışız.

18Kehf /34- Adamın başka bir geliri de vardı. Bu yüzden, arkadaşlarıyla konuştuğu bir sırada ona şöyle demişti: “Ben, malca senden zengin, insan unsuru bakımından da güçlü ve onurluyum.”

18Kehf/35- Ve böylece, öz benliğine zulüm ede ede bağlığına girdi. Şöyle konuştu: “Bunun sonsuza değin yok olacağını sanmıyorum.”

18Kehf/36- “Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Ama eğer Rabbime döndürülüp götürülürsem, bundan daha iyisini bulacağımdan eminim.”

18Kehf/37- Kendisiyle konuşan arkadaşı ona dedi ki: “Sen, seni topraktan, sonra meniden yaratıp sonra da bir adam olarak biçimlendiren kudrete nankörlük mü ettin?”

18Kehf/38- “Fakat, o Allah benim Rabbimdir. Ve ben, Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam.”

16Nahl/71- Allah, rızıkta kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere aktarıp da hepsi onda eşit hale gelmiyor. Allah’ın nimetini mi inkâr ediyor bunlar?

30Rum/28- Size öz benliklerinizden bir örnek verdi: Ellerinizin altında bulunanlarda, size verdiğimiz rızıklarda, sizinle aynı haklara sahip, birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekineceğiniz ortaklarınız var mı? İşte biz, aklını işletecek bir topluluk için ayetleri böyle açık açık sıralıyoruz.

45Ahkaf/21- Kötülüklere cesaretle dalanlar sanıyorlar mı ki, biz kendilerini, iman edip hayra ve barışa yönelik işler yapanlarla aynı tutacağız. Hayatları ve ölümleri onlarla aynı mı olacak?! Ne kötü hüküm veriyorlar bunlar!

 

 

SERMAYE, MAL PAYLAŞIMI VE BÖLÜŞÜMÜ

SERMAYE YALNIZCA BELLİ SINIFLARA AİT OLMAMALI; PAYLAŞIM DOĞRU YAPILIRSA DEVLET GİBİ SERMAYE SAHİPLERİ OLMAZ:

59Haşr/7-Allah’ın, kentler halkından resulüne zahmetsizce aktardığı mal ve nimetler şunlar içindir: Allah, Peygamber, yakınlar, yetimler, yoksullar, yolda kalmışlar. Bu böyle düzenlenmiştir ki, o mal ve nimetler sizden yalnız zengin olanlar arasında dönüp duran bir kudret aracı(DEVLET GİBİ) olmasın. Resul size ne verdiyse onu alın; sizi neden yasakladıysa ona son verin ve Allah’tan korkun. Hiç kuşkusuz, Allah’ın azabı çok şiddetlidir.

9Tevbe/60-Sadakalar/zekât malları Allah’tan bir farz olarak sadece şunlar içindir: Fakirler, düşkünler, sadakalarla ilgilenmeye memur edilenler, kalpleri yakınlaştırılıp ısındırılacak olanlar, özgürlüğünü yitirmiş olanlar, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmış kişi. Allah her şeyi bilendir, hakkıyla hükmedendir.

2Bakara/271- Sadakaları(zekâtı) açıklarsanız bu da güzeldir. Ama onları gizler ve yoksullara bu şekilde verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır; günahlarınızdan bir kısmını örter. Allah, Habîr’dir, yapmakta olduklarınızdan gereğince haberi vardır.

2Bakara/273- İnfak edilenler, Allah yolunda kapanıp kalmış, yeryüzünde dolaşamaz olmuş yoksullar içindir. İffet ve onurları yüzünden, cahiller bunları, zengin kişiler sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ve yırtıklık ederek, insanlardan bir şey istemezler. Nimet ve imkândan infak ettiğiniz her şeyi, Allah çok iyi bilmektedir.

47Muhammed/38- İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağırılan insanlarsınız. Ama bir kısmınız cimrilik ediyor. Oysaki cimrilik eden kendi aleyhine cimrileşmiş olur. Allah Varlıklıdır; yoksul olan sizlersiniz. Eğer yüz çevirirseniz, Allah yerinize başka bir toplum getirir. Ve onlar, sizin benzerleriniz olmazlar.

59Haşr/8- Sözü edilen o mallar, göçmen yoksullar içindir. Onlar ki, yurtlarından çıkarılıp mallarından yoksun bırakılmışlardır; Allah’tan bir lütuf ve bir hoşnutluk peşindedirler; Allah’a ve resulüne yardım ederler. İşte onlardır, özü sözü doğru olanlar.

 

 

DİN BİLGİNLERİNİN DİN İSTİSMARI

9Tevbe/31-Toplumsal otoritelerini(hahamlarını) ve dini otoritelerini(rahiplerini), bir de Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı; peygamberleri), Allah’la beraber rab olarak gördüler; Oysa tek ilahtan başkasına kulluk etmekle emrolunmuş değillerdi; Ondan başka ilah yoktur, Sınırsız kudret ve izzetiyle, (böylelerinin) Onun tanrılığında bir pay yakıştırdıkları her şeyden bütünüyle uzaktır, yücedir!

9Tevbe/34-Ey iman sahipleri! Şu bir gerçek ki, Toplumsal otoritelerin(hahamların) ve dini otoritelerin(rahiplerini) birçoğu halkın mallarını uydurma yollarla tıka basa yerler ve Allah’ın yolundan geri çevirirler. Altını ve gümüşü depolayıp da onları Allah yolunda harcamayanlara korkunç bir azabı müjdele.

3Al-i İmran/64-De ki: “Ey geçmiş vahyin izleyicileri! Sizinle bizim aramızdaki şu ortak ilkeye gelin: Allah’tan başka kimseye kulluk etmeyeceğiz, O’ndan başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmayacağız ve Allah ile birlikte insanları rab edinmeyeceğiz.” Ve eğer yüz çevirirlerse de ki: “Şahit olun ki biz kendimizi O’na teslim etmişiz!”

12Yusuf/39-Ey mahpus arkadaşlarım! Hangisi daha iyidir: birbirinden ayrı pek çok rabbe mi, yoksa bütün varlıklara egemen bir tek Allah(a inanmak) mı?

12Yusuf/40-“Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiç bir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.”

 

 

EZENLER VE EZİLENLER

ALLAH EZİLENLERE GEÇMİŞTE BÜYÜK OLANAKLAR TANIDI:

7A’raf/137-Ezilip itilmekte olan topluluğu da içine bereketler doldurduğumuz toprağın doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin, İsrailoğullarına verdiği güzel söz, sabretmeleri yüzünden hedefine vardı. Firavun ve toplumunun sanayi olarak meydana getirdiklerini de dikip yükselttikleri sarayları da yere geçirdik.

28Kasas/4-Gerçek şu: Firavun o yerde egemenlik kurmuş ve ora halkını gruplara ayırmıştı. Onlardan bir topluluğu horlayıp eziyordu: Bu topluluğun erkek çocuklarını boğazlıyor, kadınlarına hayâsızca davranıyor/kadınların rahimlerini yokluyor/kadınlarını hayata salıyordu. O gerçekten fesadı yayanlardandı.

28Kasas/5- Ve biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara bağışta bulunalım, onları önderler yapalım, onları mirasçılar haline getirelim.

28Kasas/6- Yeryüzünde onları kudret sahibi kılalım ve onların eliyle Firavun’a, Hâmân’a ve ordularına, çekinegeldikleri şeyleri gösterelim.

8Enfal/25- İçinizden sadece zulmedenlere çatmakla kalmayacak bir fitneden korkun. Bilin ki Allah’ın gazabı çok şiddetlidir.

8Enfal/26- Düşünün ki, siz bir zamanlar yeryüzünde ezilip horlanan bir azınlıktınız. İnsanların sizi çarpıvereceğinden korkuyordunuz. Bu haldeyken Allah sizi barındırdı, yardımıyla sizi destekledi ve şükredersiniz ümidiyle sizi tertemiz nimetlerle rızıklandırdı.

 

 

EZİLENLER EZENLERE PEK ÇOK KEZ BOYUN EĞMEDİ

7A’raf/75-Toplumunun kibre saplanmış kodamanları, içlerinden inanıp da baskı altında tutularak ezilenlere şöyle dediler: “Siz Salih’in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?” Onlar: “Onun aracılığıyla gönderilene gerçekten inanıyoruz.” dediler. 7A’raf/76- Büyüklük taslayanlar, “Şüphesiz biz sizin inandığınız şeyi inkâr edenleriz” dediler.

 

 

EZİLENLER İÇİN ELİNİZDEN GELENİ YAPIN:

4Nisa/75-Size ne oluyor da Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz bizi, halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder!” diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar, yavrular için savaşmıyorsunuz!

 

 

EZİLENLER KENDİLERİ İÇİN NELER YAPTI Kİ! EZİLENLER SORUMSUZ MU?

4Nisa/97-Melekler, öz benliklerine zulmetmiş olanların canlarını alırken, onlara şöyle dediler: “Neredeydiniz siz?” Cevap verdiler: “Yeryüzünde ezilip horlananlardandık biz.” Melekler dediler ki: “Allah’ın yeryüzü geniş değil miydi ki orada bir yerden bir yere göçesiniz?” İşte böylelerinin varacağı yer cehennemdir. Ne kötü dönüş yeridir o! 4Nisa/98- Ancak gerçekten zayıf ve güçsüz olan, çaresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar başkadır.

 

7A’raf/38- (Allah) buyurdu: “Sizden önce geçen cin ve insan topluluklarıyla beraber ateşin içine girin!” Her ümmet girdikçe yoldaşına la’net etti. Hepsi birbiri ardından orada toplanınca sonrakiler, öncekiler için dediler ki: “Rabbimiz, bunlar bizi saptırdılar. Bunlara ateşten bir kat daha azap ver!” (Allah): “Hepsi için bir kat fazla (azâb) vardır, ama siz bilmezsiniz.” dedi.

7A’raf/39- Öncekiler sonrakilere, “Sizin bize karşı bir üstünlüğünüz yoktur. Artık kazanmış olduğunuz şeylere karşılık, azabı tadın” derler.

 

 

EZENLER VE EZİLENLER İŞİN SONUNDA BİRBİRLERİNDEN DAVACI OLACAKLAR; AMA BU İKİ TARAFIN DA LEHİNE OLMAYACAK

14İbrahim/21- Hepsi toplu halde, Allah’ın huzuruna çıkmış olacaklar. Ezilip horlananlar, büyüklük taslayanlara diyecekler ki: “Biz sizin birer uydunuzduk. Şimdi siz Allah’ın azabından bir kısmını bizden uzaklaştırabilir misiniz?” Cevap verecekler: “Allah bize kılavuzluk etseydi elbette biz de size kılavuzluk ederdik. Şimdi inleyip feryat etsek de sabretsek de bir. Sığınacak hiçbir yerimiz yok.”

34Sebe’/31-“(Ama) hakikati inkâra şartlanmış olanlar, “Biz ne bu Kuran’a inanırız, ne de önceki vahiylerden bugüne kalanlara!” dediler. Sen (Hesap Günü) Rablerinin huzurunda suçu birbirlerinin üzerine atıp durdukları zaman bu zalimleri(n halini) bir görseydin! (Yeryüzünde) güçsüz olanlar küstahça böbürlenenlere: “Siz olmasaydınız kesinlikle inanmışlardan olurduk!” diyeceklerdir.”

34Sebe’/32- Küstahça böbürlenenler ise ezilenlere: “Nasıl olur? Doğru yol size açıkça gösterildikten sonra biz mi sizi (zorla) ondan alıkoyduk? Hayır, suçlu olan sizdiniz!” diyeceklerdir.”

34Sebe’/33-Ama ezilenler, küstahça büyüklük taslayanlara: “Hayır!” diyecekler. “(Bizi ondan alıkoyan, sizin) gece gündüz (Allah’ın mesajlarına karşı) yanlış ve yanıltıcı itirazlar geliştirmenizdi; (tıpkı) Allah’ı tanımamaya ve O’na rakip güçler bulunduğuna bizi ikna ettiğiniz (gibi)!” diyeceklerdir. Ve onlar (kendilerini bekleyen) azabı görünce (derin) pişmanlıklarını ifade etmeye imkân bulamayacaklar; çünkü biz hakikati inkara şartlanmış olanların boyunlarına halkalar geçireceğiz. Bu, yaptıklarının (adil) bir karşılığı değil midir?

34Sebe’/34-Nitekim ne zaman bir topluma uyarıcı gönderdiysek, toplumun safahata dalmış olan kesimi, “(Sahip olduğunuzu iddia ettiğiniz) mesajınızın hak olduğunu inkar ediyoruz!” derler;

34Sebe’/35-ve sonra eklerler, “Servet ve soy olarak biz (sizden daha) güçlüyüz ve (bu gücümüz sayesinde) azaba uğratılmayacağız!”

40Mümin/47- O vakit onlar ateş içinde çekişir dururlar. Horlanan ezilen takım, böbürlenen takıma şöyle der: “Biz sizin uydularınız olmuştuk. Şimdi şu ateşin bir kısmını olsun bizden uzak tutabilir misiniz?”

40Mümin/48- Böbürlenen takım şöyle konuşur: “Gerçek şu ki, hepimiz ateşin içindeyiz. Allah, kullar arasında hüküm vermiş.”

 

KONUYLA İLGİLİ DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN LÜTFEN AŞAĞIDAKİ BAŞLIKLARI İNCELEYİNİZ…

 

1) İlahi Kültürde Eleştiri Kültürü
2) İletişim Çatışmaları ve İletişimi Geliştirmenin Yolları
3) Niyet ve Bahane Kandırmacaları
4) Sorumsuzluk, İhmal, Bencillik ve Soyutlanma_Ka’b bin Malik
5) Bahaneler ve Mazeretler
6) Eleştirmek ve Eleştirilmek
7) Eleştirinin Önemi
8) Münafık, İkiyüzlü, Kararsız, İlkesiz ve Duyarsız Kimdir?
9) Münafıkların Özellikleri
10) Ahlak Odaklı Din, Allahlı Dindir
11) Dürüstlük Dinin Özüdür
12) Adanmış ve Aday İnsan
13) Kur’an’da İlahi Adalet İlkeleri
14) Soru Sormanın Yöntemi ve Adabı
15) Yeni Sınıfın İdeolojisi: Kariyerizm ve Konformizm
16) Kendimizi Kime Beğendirelim?

posted in AHLAK | 0 Comments

13th Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Soru Sormanın Usulü ve Âdâbı Üzerine

Sual(soru) sormak bir sanattır, tıpkı cevap vermek gibi. Sual(soru) sormanın elbet bir esası, bir usûlü ve âdâbı vardır. Bu konuda İslâm edebiyatında (literatür) müstakil eserler yazılmıştır. El-Müfti ve’l-Müstefti, es-Sâil ve’l-Mes’ûl, el-Âlim ve’l-Müteallim, Edebu’l-Müsterşidîn, Edebu’l-İlm ve’l-Alim ve’l-Müteallim vb. gibi başlıklar altında yazılanlar doğrudan ya da dolaylı bu konuyu işler.

Usul-i Fıkıh kitaplarında soru sormanın ve cevap vermenin usulü ve edebi üzerine az ya da çok müstakil bölümler bulunur. Şatıbi ünlü eseri el-Muvafakât’ta bu konuya neredeyse bir tam cilt ayırmıştır. Birçoklarımızın önemsemediği soru-cevap faslı işte kendi medeniyetimizde bu kadar önemsenmiştir.

Her soru cevaplanmaz. Bu cinayet olur. Bunların başında kimliğini gizleyen kişilerin soruları gelir. Düşünebiliyor musunuz; adam size aklına eseni soruyor. Bunlar içerisinde öyle sorular var ki, cevap vereni sorumluluk altına, hatta risk altına atan sorular bunlar. Fakat sorusunun altına imza atmaktan çekiniyor. Muhtemelen sorusundan korkuyor, fakat sizden en netameli ve riskli sorulara cevap bekliyor. Sorulan kişi belli, soran meçhul. Oysa asıl risk cevap verenin altına girdiği risktir.

Cevap vermenin mesuliyeti soru sormaktan çok daha ağırdır. Daha sorusunun altına gerçek isim ve kimliğiyle imza atacak sorumluluk, cesaret ve âdâbdan yoksun olan birinin, karşısındakinden cevap beklemeye hakkı var mı? Öyle “sâili (soranı) meçhul” sorular var ki, bunlara cevap yetiştirmek, “faili meçhul” cinayet işlemeye benzer. İmam Gazzali’den şöyle bir söz nakledilir: “Her soruya cevap yetiştirmek cinnettir”. El-hak doğrudur.
Bazen kırk akıllının kırk yıl düşünerek cevaplamayacağı bir soruyu, bir deli bir saniyede soruverir. İşin yoksa cevap ara. Kaldı ki, bazı sorular sorulduğu kadar kolay cevaplanamazlar.

Soru sormanın bir “sorumluluğu” vardır. Bu sorumluluğu yerine getirmeyenin cevap isteme “hakkı” olmaz.

Birincisi, soru sahibi bilmediğini bilecek. Bu da sorduğu konuda kendi çapında bir cehdü gayret göstermekle olur. “Bilmez ki sorsun, sormaz ki bilsin” sözü işte bunu ifade eder. Soru sormak bile, asgari bir donanım ister. “Zır cahil” soru bile soramaz. Çünkü bilmediğini bile bilmez. Soruyu, bilmediğini bilenler sorarlar. Bir de bildiğini soranlar var. Bunlar iki türlüdür. Birincisi, bildiği halde bilgisini teyit etmek için soranlar, ki bu kınanacak bir davranış değildir. İnsan buna çoğu zaman ihtiyaç duyar. Daha alimini bulduğu zaman, bildiğini sandığı bir meseleyi sorar. İkincisi, bildiği halde karşısındakini sınamak için soranlar, ki bu ahlaki değildir. Aldığınız cevaba güvenmeyecekseniz, neden o kişiye soru sorarsınız? Madem sorarsınız, o zaman güvenin. Güvenmediğinize soru sormak, onu da, kendinizi de yormaktır.

İkincisi, soru sahibi doğru soru soracak. Yanlış soruya dünyanın tüm alimleri birleşse doğru cevap veremezler. Bu nedenle bazen soruyu düzeltmek, cevap vermekten daha önemli hale gelir. Yanlış soru kasıtsızsa, hem düzeltilir, hem cevaplanır. Bu, soru sahibine, cevap verenin ikramıdır. Yok kasıtlıysa ve bu da anlaşılıyorsa, bu durumda sual sahibinden doğru soru sorması istenir. Yanlış soru sorma probleminin temelinde, “hazır lopçuluk” yatar. Soru sahibi, o sorunun sancısını çekmemiştir. Veya o soru bir “zaruret” veya bir “ihtiyaçtan” doğmamış, aklına esmiş, öylesine sormuştur.

Üçüncüsü, doğru kimseye soracak. Doğru soru doğru kimseye sorulmazsa, zayi olur. Bunun da ilk şartı sorunun muhatabını tanımak, onun ihtisas alanı ve birikimi hakkında kabaca bilgi sahibi olmaktır. Sorunun muhatabı eğer gerçek ilim sahibiyse, zaten “Bu soru sahama girmiyor” der.

Dördüncüsü, soru sorulan kişinin o konuda daha önce cevap verip vermediğini imkânları nisbetinde araştıracak. Bu bir “ciddiyet” göstergesidir. Bunu yapıp da bulamadığı takdirde, sorusuna cevap alma hakkı kendiliğinden doğar. Soru-cevap usul ve âdâbı bunlarla sınırlı değil. Fakat bu yazı ilgili bahse bir giriş olsun. (Arif Çevikel=Mustafa İslamoğlu)

http://www.mustafaislamoglu.com/sorusormaninusuluveadabi.php

 

KONUYLA İLGİLİ DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN LÜTFEN AŞAĞIDAKİ BAŞLIKLARI İNCELEYİNİZ…

 

1) İlahi Kültürde Eleştiri Kültürü
2) İletişim Çatışmaları ve İletişimi Geliştirmenin Yolları
3) Niyet ve Bahane Kandırmacaları
4) Sorumsuzluk, İhmal, Bencillik ve Soyutlanma_Ka’b bin Malik
5) Bahaneler ve Mazeretler
6) Eleştirmek ve Eleştirilmek
7) Eleştirinin Önemi
8) Münafık, İkiyüzlü, Kararsız, İlkesiz ve Duyarsız Kimdir?
9) Münafıkların Özellikleri
10) Ahlak Odaklı Din, Allahlı Dindir
11) Dürüstlük Dinin Özüdür
12) Adanmış ve Aday İnsan
13) Kur’an’da İlahi Adalet İlkeleri
14) Yeni Sınıfın İdeolojisi: Kariyerizm ve Konformizm
15) Ahlak, Adalet, Emek ve Sermaye
16) Kendimizi Kime Beğendirelim?

posted in AHLAK | 0 Comments