-
23rd Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KADER VE SÜNNET

YARATILIŞ YASALARI

VAROLUŞ VE OLUŞ YASALARI

KADER: Evrendeki canlı ve cansız tüm varlıkların, varoluş(yaratılış) aşamasında Allah tarafından konulan çoğu defa matematiksel değerlere bağlı değişmez yasalardır(İLAHİ PROGRAM). Bunlar; fiziksel yasalar, kimyasal yasalar, biyolojik yasalar ve sosyolojik yasalardır. Kur’an’da bu yasalara işaret edilmesinin yanı sıra daha çok sosyolojik yasalara vurgu yapılmıştır. Sosyolojik yasalar, ilahi adalet yasaları olup, ‘Allah’ın sünneti (sünnetullah)’ adıyla ifade edilir.

SÜNNET: İlahi adalet yasaları, toplumları değiştirici ve dönüştürücü, medeniyetleri doğurucu, yükseltici, duraklatıcı, geriletici ve yokluğa götürücü nedenleri, tarihsel ve toplumsal değişmelere etki eden, bu değişimleri yönlendiren etkenleri ve ilkeleri ifade eder.

“Tarih, tekerrür eder.” sözü bu yasaya işaret etmektedir. “Kötülük yapan kötülük bulur.” veya “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste!” atasözleri, yanlışta ısrarcı olanların yanlışlarının asla karşılıksız kalmayacağını anlatmaktadır. Toplumsal denge, toplumsal birlik ve beraberlik duygusunun barışla ve adaletle korunmasına bağlıdır. “…Hâlbuki fena düzen ancak sahibinin başına geçer. O halde öncekilerin kanunundan (sünnetinden) başka ne gözetiyorlar? Sen Allah’ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsın. Sen Allah’ın sünnetinde asla bir başkalaşma da bulamazsın.” (35/43) Allah’ın sünneti (sünnetullah), toplumların kaderini belirleyen değişmez ilkelerdir.

Doğanın işleyiş yasası olan ilahî yasalar (kader) sonucu meydana gelen doğa olayları, Kur’an-ı Kerim’de, kötülüklerin bedelini ödeme anlamındaki ilahî adalet yasası (sünnetullah/ Allah’ın sünneti) ile doğrudan doğruya ilişkilendirilmemiştir. Doğa olayları birtakım fiziksel veya biyolojik gerçeklikler sonucu meydana gelmektedir. İnsanlar, doğa olaylarından ders çıkaracaklar ve bu yönde önlemlerini alacaklardır. Bu onların doğayı tanıma yönünde daha fazla bilimsel çalışma yapmalarına ve toplumsal yaşamlarını daha sağlıklı zeminlere oturtmalarına yardımcı olacaktır. Doğa olaylarının doğal afete dönüşmemesi için birtakım toplumsal sorumluluklar vardır. Aksi takdirde olayların felakete dönüşmesi kaçınılmaz olur. Bu amaçla her türlü önlem alınmalıdır. Yapısal değişikliklerin yanı sıra insani ve ahlaki değerlere de önem verilmesi toplumsal barış ve güvenlik açısından önemlidir.

Toplumsal yasalar; toplumsal oluşum, gelişim, değişim ve çözülme ile ilgilidir. Yaşam ve insan ilişkilerini konu edinir. Sosyal bilimlerin alanıdır. İnsanlar tarafından oluşturulur. Neden sonuç ilişkisi vardır ve evrenseldir. Toplumsal yasalar da Allah’ın çizdiği bir kaderdir.

Kötülüğü yapanların yanında bunlara ilgisiz kalanlar da kötülüklerin olumsuz sonuçlarından etkilenirler. Toplumsal iyileşme ve bozulmanın bireylerle sıkı bir ilişkisi vardır. Bu durum Kur’an’da şöyle ifade edilir: (13/11) “…Allah, bir topluluk kendi özbenliklerinde olanı değiştirmedikçe onların durumunu değiştirmez.”

İnsanın olduğu gibi toplumun da bir ömrünün olması toplumsal yasa gereğidir. Kur’an’da: (7/34) “Her toplumun belirlenmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde onu ne bir an erteleyebilirler ve ne de bir an öne alabilirler.” Böylece toplumlar, Allah’ın ortaya koyduğu toplumsal yasaya göre doğar, gelişir, geriler ve yok olurlar.

Toplumsal yasalar; dünün unutulmamasına, bugünün doğru yaşanmasına, geleceğin doğru planlanmasına katkı sağlar. Toplumsal yasalar, toplumsal olaylar arasında var olan sebep sonuç ilişkisini ifade eder. Toplumsal yasalara örnekler: Gelir dağılımının adil olduğu toplumlarda yoksulluk azalır, adaletin olmadığı toplumlarda barış bozulur, eşitlik ve adalet yoksa bunalım ve kargaşa dönemleri yaşanır. Kuraklık sonucu açlık ve susuzluk yaşayan insanların, yaşanabilir yerlere göz etmeleri ve tarımsal üretimin azalıp sanayileşmenin artmasıyla köyden kente olan göçün hızlanması toplumsal yasalara örnek verilebilir. “İnsanları eğitmeden hiçbir toplumsal, ekonomik ve siyasi gelişmeyi uzun süreli gerçekleştirmek mümkün değildir.” Süreklilik ve değişmezlik içeren bu yasalar, sürekli değişmekte olan dünyamızda, kalıcı değer ve ilkelere işaret eder.

Toplumsal yasalar insanların çevresiyle uyum içerisinde yaşamasını sağlar. Toplumsal bozulma ve çöküntü, toplumun tümünü etkiler. Allah’ın belirlediği değişmez toplumsal yasaları dikkate almayan toplumların çöküşü kaçınılmaz olmuştur. Kur’an’da anlatılan peygamber kıssalarına bakıldığında, peygamberlerin uyarılarına aldırış etmeyen toplumların ağır bedel ödedikleri görülür.

Toplumsal yasalar, insanların birbirlerinin hak ve hukuklarına özen göstermelerini ve zarar verici davranışlardan kaçınmalarını gerektirir. Yapılan haksızlığın yapanın yanına kâr kalmayacağı ve bundan tüm toplumun etkileneceği konusunda Kur’an’da şöyle buyrulur: (8/25) “(Öyle) Bir fitneden sakının ki, aranızdan yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize erişir)…” Bu bakımdan adalet, sağlık ve güvenlik konularında toplumsal bilincin oluşması, toplumun huzuruna katkı sağlar. Bizler de toplumsal yasalar gereği, başkalarına iyilikte bulunmalı ve yararlı birey olmaya çalışmalıyız.

 

 

 

KUR’AN’DA ‘KADER’ SÖZCÜĞÜ

10Yunus suresi/5-“O, güneşi bir ışık (kaynağı), ayı da (geceleyin) bir aydınlık (kaynağı) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir(BİR PROGRAMA(KADERE) BAĞLI KILANDIR). Allah, bunları (boş yere değil) ancak gerçek ile (hikmeti gereğince) yaratmıştır. O, âyetlerini, bilen bir topluma ayrı ayrı açıklamaktadır.”

13Ra’d suresi/17-“O, gökten su indirdi de dereler kendi ölçülerince(BİR PROGRAMA(KADERE) GÖRE) dolup aktı ve sel üste çıkan köpüğü aldı götürdü. Süs eşyası veya yararlanılacak bir şey elde etmek için ateşte erittikleri şeylerden de böyle köpük olur. İşte Allah, hak ile batıla böyle misal getirir. Köpüğe gelince sönüp gider. İnsanlara yararlı olan ise yerde kalır. İşte Allah, böyle misaller verir.”

15 Hicr suresi/21-“Hiçbir şey yoktur ki hazineleri yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüyle(BİR PROGRAMA(KADERE) GÖRE) indiririz.”

23Müminun suresi/18-“Biz, gökten belli bir ölçüde(BİR PROGRAMA (KADERE) GÖRE) su indirdik de (faydalanmanız için) onu yeryüzünde tuttuk. Bizim onu tamamen gidermeye de muhakkak gücümüz yeter.”

25Furkan suresi/2-“O, göklerin ve yeryüzünün mülkü (hükümranlığı) kendisine ait olandır. Çocuk edinmemiştir. Mülkünde hiçbir ortağı da yoktur. O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir(BİR PROGRAMA(KADERE) GÖRE BAĞLI KILMIŞTIR).”

33Ahzab suresi/38-“Allah’ın, kendisine farz kıldığı şeyleri yerine getirmesi konusunda peygambere bir darlık yoktur. Daha önce gelip geçen peygamberler hakkında da Allah’ın kanunu(ALLAH’IN SÜNNETİ) böyledir. Allah’ın emri, kesinleşmiş bir hükümdür(BİR PROGRAMA (KADERE) GÖRE BAĞLI KILINMIŞ BİR PROGRAMDIR).”

34Sebe suresi/10-11-Andolsun, Davud’a tarafımızdan bir lütuf verdik. “Ey dağlar! Kuşların eşliğinde onunla birlikte tespih edin” dedik ve “(Bütün vücudu örtecek) zırhlar yap, işçilikte de ölçüyü tuttur(BİR PROGRAMA (KADERE) GÖRE HAREKET ET) diye demiri ona yumuşattık. “Salih amel işleyin. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı görürüm” diye vahyettik.

36Yasin suresi/39-“Ayın dolaşımı için de konak yerleri (evreler) belirledik(BİR PROGRAMA(KADERE) GÖRE BAĞLI KILDIK). Nihayet o, eğrilmiş kuru hurma dalı gibi olur.”

41Fussilet suresi/10-“O, (arzı yarattıktan sonra,) üzerine (kuleler gibi) sarsılmaz dağlar yerleştirdi, ona (sayısız) nimetler bağışladı ve oradaki geçim araçlarını onları arayanlar arasında eşit şekilde paylaştırdı(BİR PROGRAMA(KADERE) GÖRE BAĞLI KILDI); (ve bütün bunları) dört evrede (yarattı).”

42Şura suresi/27-“Allah, kullarına (tümüne birden) rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, rızkı dilediği ölçüde(BİR PROGRAMA(KADERE) GÖRE) indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.”

43Zuhruf suresi/11-“O, gökten bir ölçüye göre yağmur indirendir. Biz onunla ölü araziyi canlandırdık. İşte siz de, böyle diriltileceksiniz.”

54Kamer suresi/12-“Yeryüzünü pınar pınar fışkırttık. Derken sular takdir edilmiş(BİR PROGRAMA(KADERE) GÖRE BAĞLI) bir iş için birleşti.”

54Kamer suresi/49-“Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve dengede(BİR PROGRAMA(KADERE) GÖRE) yarattık.”

56Vakıa suresi/60-61-“Sizin yerinize benzerlerinizi getirmek ve sizi bilemeyeceğiniz bir şekilde yeniden yaratmak üzere aranızda ölümü biz takdir ettik(BİR PROGRAMA(KADERE) GÖRE BAĞLI KILDIK). (Bu konuda) bizim önümüze geçilmez.”

65Talak suresi/3-“Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü(BİR PROGRAMA(KADERE) GÖRE) koymuştur.”

65Talak suresi/7-“Eli geniş olan, elinin genişliğine göre(BİR PROGRAMA(KADERE) GÖRE) nafaka versin. Rızkı dar olan da, Allah’ın ona verdiğinden (o ölçüde) harcasın. Allah, bir kimseyi ancak kendine verdiği ile yükümlü kılar. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır.”

73Müzzemmil suresi/20-“Şüphesiz Rabbin, senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, yarısını ve üçte birini ibadetle geçirdiğini biliyor. Beraberinde bulunanlardan bir topluluk da böyle yapıyor. Allah, gece ve gündüzü düzenleyip takdir eder(BİR PROGRAMA(KADERE) GÖRE BAĞLI KILAR). Sizin buna (gecenin tümünde yahut çoğunda ibadete) gücünüzün yetmeyeceğini bildi de sizi bağışladı (yükünüzü hafifletti.) Artık, Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Allah, içinizde hastaların bulunacağını, bir kısmınızın Allah’ın lütfundan rızık aramak üzere yeryüzünde dolaşacağını, diğer bir kısmınızın ise Allah yolunda çarpışacağını bilmektedir. O hâlde, Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah’a güzel bir borç verin. Kendiniz için önceden ne iyilik gönderirseniz, onu Allah katında daha üstün bir iyilik ve daha büyük mükâfat olarak bulursunuz. Allah’tan bağışlama dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”

74Müddessir suresi/18-20-“Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası, nasıl ölçtü biçti!

 

76İnsan suresi/16-“Gümüşten billur kaplar ki, onları (ihtiyaca göre) ölçüp düzenlemişlerdir(BİR PROGRAMA(KADERE) GÖRE BAĞLI KILMIŞLARDIR).”

77Mürselat suresi/21-22-“Sonra onu belli bir süreye kadar sağlam bir yerde (ana rahminde) tuttuk. Sonra da ona ölçülü bir biçim verdik(BİR PROGRAMA(KADERE) GÖRE BAĞLI KILDIK). Biz ne güzel biçim verenleriz(BİR PROGRAMA(KADERE) GÖRE BAĞLI KILANLARIZ)!”

80Abese suresi/19-“Az bir sudan (meniden). Onu yarattı ve ona ölçülü bir şekil verdi (BİR PROGRAMA(KADERE) GÖRE BAĞLI KILDI).”

97Kadir suresi/1-Şüphesiz, biz onu (Kur’an’ı) Kadir(BİR PROGRAM(KADER) gecesinde indirdik. Kadir(BİR PROGRAM(KADER) gecesinin ne olduğunu sen ne bileceksin!

 

 

 

ALLAH’IN SÜNNETİ(SÜNNETULLAH)-İLÂHİ ADALET YASASI

Sünnet-3/137 4/26 8/38 15/13 17/77,77 18/55 33/38,62,62 35/43,43,43 40/85 48/23,23 Toplam 16 yerde

a)Allah’ın sünneti-17/77 33/38,62,62 35/43,43 40/85 48/23,23 9 yerde

b)Öncekilerin sünneti-8/38 15/13 18/55 35/43 4 yerde

c)Senden önce gönderdiğimiz kimselerin sünneti-17/77

d)Sizden önceki kişilerin sünnetleri-4/26

e)Sizden önceki sünnetler-3/137

 

3Al-i İmran suresi/137-“Sizden önce (nice) hayat tarzları(SÜNNETLER) gelip geçti. Öyleyse, yeryüzünde dolaşın ve hakikati yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.”

4Nisa suresi/26-Allah (bütün bunları) size açıklamak, öncekilerin (doğru) hayat tarzlarına (SÜNNETLER) sizi yöneltmek ve size bağışlayıcılığı ile yaklaşmak ister; zira Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.

8Enfal suresi/38 İnkâr edenlere söyle: Eğer (iman edip, düşmanlık ve savaştan) vazgeçerlerse, geçmiş günahları bağışlanır. Eğer (düşmanlık ve savaşa) dönerlerse, öncekilere uygulanan ilâhî kanun(SÜNNET) devam etmiş olacaktır.

15Hicr suresi/13 -Önceki milletlerin (helâkine dair Allah’ın) kanunu (SÜNNET) geçmiş iken onlar buna (Kur’an’a) inanmazlar.

17İsra suresi/77-Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimiz hakkındaki kanun(SÜNNET) böyledir. Bizim kanunumuzda(SÜNNETULLAH-ALLAH’IN SÜNNETİ) hiçbir değişme bulamazsın.

18Kehf suresi/55-“İnsanlara hidayet geldikten sonra onların inanmalarına ve Rab’lerinden mağfiret dilemelerine, ancak, öncekilerin başına gelenlerin(SÜNNET) kendi başlarına da gelmesi, ya da kendilerine azabın göz göre göre gelmesi (yönündeki beklentileri) engel olmuştur.”

33Ahzab suresi/38 -“Allah’ın, kendisine farz kıldığı şeyleri yerine getirmesi konusunda peygambere bir darlık yoktur. Daha önce gelip geçen peygamberler hakkında da Allah’ın kanunu(SÜNNETULLAH-ALLAH’IN SÜNNETİ) böyledir. Allah’ın emri, kesinleşmiş bir hükümdür.”

33Ahzab suresi/62-Daha önce gelip geçenler hakkında da Allah’ın kanunu(SÜNNETULLAH-ALLAH’IN SÜNNETİ) böyledir. Allah’ın kanununda (SÜNNETULLAH-ALLAH’IN SÜNNETİ) asla değişme bulamazsın.

35Fatır suresi/43–“Yeryüzünde büyüklük taslamak ve kötü tuzak kurmak için (böyle davranıyorlardı). Oysa kötü tuzak, ancak sahibini kuşatır. Onlar ancak öncekilere uygulanan kanunu(SÜNNET) bekliyorlar. Sen Allah’ın kanununda(SÜNNETULLAH-ALLAH’IN SÜNNETİ) hiçbir değişiklik bulamazsın. Sen, Allah’ın kanununda hiçbir sapma bulamazsın.”

40Mümin suresi/85–“Fakat azâbımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine fayda vermedi. Bu, Allah’ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan kanunudur(SÜNNETULLAH-ALLAH’IN SÜNNETİ). İşte orada inkârcılar hüsrana uğradılar.”

48Fetih suresi/23-Allah’ın öteden beri işleyip duran kanunu (budur) (SÜNNETULLAH-ALLAH’IN SÜNNETİ). Allah’ın kanununda (SÜNNETULLAH – ALLAH’IN SÜNNETİ) asla bir değişiklik bulamazsın.

 

 

 

SOSYOLOJİK YASALARA(SÜNNETULLAHA) İŞARET EDEN AYETLER

7A’raf suresi/34- Ve her toplum için bir vade belirlenmiştir: Öyle ki, vadeleri dolduğunda onu bir tek an olsun, ne geciktirebilirler ne de öne alabilirler.

8Enfal suresi/53- Bu böyledir, çünkü Allah, bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez; ve (bilin ki) Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.

 

8Enfal suresi/25- Ve kötülük yönündeki öyle bir ayrıntıya(fitneye) karşı uyanık ve duyarlı olun ki o, ötekileri dışta tutarak yalnızca hakkı inkara kalkışanlara musallat olmaz; ve bilin ki Allah azapta çok çetindir

13Ra’d suresi/11- Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez; ve Allah insanlara (kendi kötülüklerinin bir sonucu olarak) bir felaket tattıracağı zaman hiçbir şey bunun önünde duramaz: çünkü onların, kendilerini O’na karşı koruyabilecek kimseleri yoktur.

35Fatır suresi/43–“Yeryüzünde büyüklük taslamak ve kötü tuzak kurmak için (böyle davranıyorlardı). Oysa kötü tuzak, ancak sahibini kuşatır. Onlar ancak öncekilere uygulanan kanunu(SÜNNET) bekliyorlar. Sen Allah’ın kanununda(SÜNNETULLAH-ALLAH’IN SÜNNETİ) hiçbir değişiklik bulamazsın. Sen, Allah’ın kanununda hiçbir sapma bulamazsın.”

11Hud suresi/116-Sizden önceki nesillerden aklı başında kimseler (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan alıkoysalardı ya! Ancak içlerinden kendilerini kurtardığımız pek az kimse bunu yapmıştı. Zulmedenler ise içinde şımartıldıkları refahın ardına düştüler ve günahkâr kimseler oldular.

7A’raf suresi/164-Hani onlardan bir topluluk demişti ki: “Siz, Allah’ın helâk edeceği veya şiddetli bir azaba uğratacağı bir kavme ne diye (boş yere) öğüt veriyorsunuz?” Onlar da, “Rabbinize bir mazeret beyan etmek için, bir de belki Allah’a karşı gelmekten sakınırlar diye (öğüt veriyoruz)” demişlerdi. 165-Onlar kendilerine hatırlatılanı unutunca, biz de kötülükten alıkoymaya çalışanları kurtardık. Zulmedenleri yoldan çıkmaları sebebiyle, şiddetli bir azapla yakaladık.

17İsra suresi/16-Ama bir toplumu yok etmeyi irade ettiğimiz zaman o toplumun refaha gömülmüş seçkinlerine son uyarı(ları)mızı iletiriz; ve (eğer) onlar günahkarca yaşamaya devam ederler(se), cezalandırıcı yargı artık o toplum için kaçınılmaz olur; ve Biz de onu darmadağın ederiz.

 

 

 

 

KADER VE SORUMLULUK

Yaşadığımız olayların /davranışlarımızın sorumluluğu kime aittir?

1)Kendimize bağlamak: “Başınıza gelenler, kendi yaptıklarınızdan kaynaklanmaktadır. Şura/30 “Sana gelen her iyilik, Allah’tan, sana gelen her kötülük, kendinden kaynaklanmaktadır…” Nisa/79 Örnekler: Çalıştık ve Allah’a dua ettik. Allah da bizi başarılı kıldı; çünkü çalıştık ve dua ettik.

2)Dış etkenlere bağlamak: Yaptıklarımız ve yaşadıklarımızdan başkalarını sorumlu görmek, sorumluluğu başkalarına yüklemektir. Bu ise, sorunların nedenlerini değil, gerçek nedenlerini araştırmamaktan kaynaklanmaktadır. Örnekler: Büyü, Fal, kehanet ve astroloji, Şans/sızlık, Uğur/suzluk, Tesadüf, Burç, Nazar, Muska, Kader , Rüya

 

Doğadaki ilahî yasalar: Suyun kaldırma kuvveti(Arşimet prensibi), Yerçekimi Kanunu, saf maddelerin belli sıcaklıkta hal değiştirmesi, gece ve gündüzün oluşması, mevsimlerin oluşması, Dünya’nın kendi ekseni etrafında ve Güneş etrafında dönmesi, evrenin gitgide genişlemesi, Güneşin doğması ve batması, doğal afetler, hücrelerin işleyiş düzeni, yağmurun oluşumu, ateşin yakması, gelgit, yağmurun oluşumu, güneş ve ay tutulmaları, ateşin yakması. Gemiler, Allah’ın koyduğu suyun kaldırma yasası gereği okyanusta hareket etmektedir. “…Emri gereği denizde yüzüp gitmeleri için gemileri hizmetinize sundu.” (14/32)

Doğadaki sabit değerler: İnsanın kromozom sayısı(46), demirin atom ağırlığı(57), dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi 1 günü, güneş etrafında dönmesi 1 yılı ifade eder. Altın oran, suyun donma ve kaynama noktası. Elementlerin proton sayısı ve atom ağırlığı. Genetik kodlar. Atmosferdeki sabit gazlar(Oksijen, Helyum, Hidrojen) ve oranı, sudaki(H2O) Hidrojen ve Oksijenin oranı, bileşiklerdeki(Su(H2O), Sülfürik asit(H2SO4), Glikoz(06H12C6) oranlar, karbondioksit(CO2) (“Allah, …her şeyi bir bir saymıştır.” 72/28)

 

 

 

KADER İNSANIN SORUMLULUK ALANIYLA İLGİLİ ÖNCEDEN BELİRLENENLER, YAZILANLAR, KAYDEDİLENLER, KISACA ALINYAZISI DEĞİLDİR

GELECEKTE YAZILACAKLAR

YAPIP-ETTİKLERİMİZ ÖNCEDEN DEĞİL BİZ YAPTIKTAN SONRA KAYDA GEÇİRİLMEKTEDİR

9Tevbe suresi/120-(Peygamber) şehrinin halkına da, onların çevresinde (yaşayan) bedevilere de (seferde) Allah’ın Elçisi’ne katılmaktan kaçınmak ve kendi canlarını o’nunkinden fazla gözetmek yaraşmaz. Çünkü, onlar Allah yolunda ne zaman susuzluk, yorgunluk ya da açlık çekseler; ne zaman hakkı inkar edenleri şaşırtan bir adım atsalar; ve ne zaman başlarına gelmesi mukadder olan şeye düşman eliyle uğratılsalar (sonuç ne olursa olsun) bu onların lehine mutlaka kaydedilmektedir (ÖNCEDEN BELİRLENMİŞ DEĞİLDİR). Çünkü Allah, iyilik yapanların emeklerini asla boşa çıkarmaz!

36Yasin suresi/12- Gerçek şu ki Biz, ölüyü yeniden hayata döndüreceğiz ve onların gelecek için yaptıkları her türlü (eylemi) ve geride bıraktıkları bütün (iyi ve kötü) izleri kayda geçireceğiz.

 

 

 

 

KONUŞTUKLARIMIZ ÖNCEDEN DEĞİL, BİZ KONUŞTUKTAN SONRA KAYDEDİLMEKTEDİR:

3Al-i İmran suresi/181- “Allah fakirdir, ama biz zenginiz!” diyenlerin sözlerini Allah duymuştur. Onların hem söylediklerini, hem de peygamberleri haksız yere öldürdüklerini kaydedeceğiz

19Meryem suresi/79- Asla! Biz onun (bu) söylediğini kaydedeceğiz ve onun (ahirette çekeceği) azabın süresini uzatacağız;

 

 

 

KAFADAN TASARLANANLAR ÖNCEDEN DEĞİL BİZ TASARLADIKTAN SONRA KAYDA GEÇİRİLMEKTEDİR:

4Nisa suresi/81- Onlar, “Biz sana itaat ediyoruz.” Derler, ama yanından uzaklaştıklarında, içlerinden bir kısmı, gecenin karanlığında, senin dile getirdiğin (inançlar)dan başka şeyler tasarlarlar; ve Allah onların böyle gece karanlığında tasarladıkları her şeyi kaydeder. O halde kendi başlarına bırak onları ve yalnızca Allaha güven; zira hiç kimse Allah kadar güvene layık olamaz.

 

 

 

ŞAHİTLİKLER (ŞAHİTLİK İDDİALARI) ÖNCEDEN DEĞİL, ŞAHİT OLDUKTAN SONRA KAYDA GEÇİRİLMEKTEDİR

43Zuhruf suresi/19-Ve onlar meleklerin (de) -ki Rahman tarafından yaratılan varlıklardır- dişi olduklarını iddia ederler, (yoksa) onların yaratılışını gördüler mi? Onların bu saçma iddiası kaydedilecek ve böyleleri (Hesap Günü bundan dolayı) yargılanacaklar!

 

 

 

TÜM GAYRETLER ÖNCEDEN DEĞİL UĞRAŞTAN SONRA KAYDEDİLMEKTEDİR

21Enbiya suresi/94-Yine de her kim, hem inanmış, hem de dürüst ve erdemli davranışlardan (bir şeyler) ortaya koymuşsa, onun bu çabası asla ziyan edilmeyecektir; çünkü, hiç kuşkusuz Biz bunu onun lehine kaydetmekteyiz.

 

 

 

ZAMAN GÖRECELİDİR

32Secde suresi/5- Gökten yere kadar bütün işleri Allah yürütür. Sonra bu işler, süresi sizin hesabınızla bin yıl olan bir günde O’na yükselir.

22Hacc suresi/47- Bir de senden acele azap istiyorlar. Hâlbuki Allah asla va’dinden caymaz. Şüphesiz Rabbinin nezdinde bir gün, sizin saydığınız bin yıl gibidir.

70Mearic suresi/4-Melekler ve Ruh (Cebrail) ona süresi elli bin yıl olan bir günde yükselir.

 

 

 

 

 

posted in KADER | 1 Comment

23rd Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hz. İSA/MESİH’İN DÖNÜŞÜ İNANCI, HZ. MUHAMMED’İN SON PEYGAMBER OLDUĞU İNANCINA AYKIRIDIR

Doğulu ve Batılı araştırmacılar, tarih boyunca bütün toplumlarda şu veya bu şekilde üstün bir kurtarıcı fikrinin bulunduğunu, sıkıntılara düşen ve çaresiz kalan toplumların bu tür kurtarıcılara umut bağladığını, bunun onlara yaşama ve mücadele etme dinamizmi verdiğini belirtmiş­lerdir.

[-Mesela, R. Bastide, Mesihçiliğin sosyal değişme yönündeki ilk adımı ve yeni ekono­mik ve sosyal değerlerin kabulünü simgelediğini söylerken, (Sami Baybal, İbrahimî Dinler­de Mesih’in Dönüşü, 31, Yediveren Yay., Konya 2002), Mesihçiliğe inanıp savunan başkaları da aynı şeyi seslendirmektedir. Örneğin, bu konuyu araştıran Sami Baybal bu inancın müs-lümanlara bir müjde ve ferahlık vermeyi hedeflediğini belirtirken, (Age. 265), Mesihçiliği Risale-i Nur eksenli yorumlayan Ahmed Şahin de bu inanan müslümanlara bir dinamizm ve diriliş şevki verdiğini söylemektedir. (Bkz. Hz. İsa’nın Geleceğine Ait Farklı Yorumlar Üzerine, Zaman, 10 Şubat 2004) İsa/Mesih ve Mehdi’nin geleceğine inanan hemen hemen bütün müslümanlar direkt veya dolaylı olarak olaya bu açıdan, yani pragmatik olarak bak­maktadırlar.]

Araştırmalar beklenen kurtarıcı fikrinin bütün din ve kültürlerde mevcut olduğunu, karşılaşılan zulüm, adaletsizlik, siyasi ve içtimai ka­rışıklıklarda çaresiz kalan halkın kendilerini karanlıklardan aydınlığa çı­karacak bir kurtarıcıyı her zaman beklediklerini ortaya koymaktadır.

[-Dr. Hatice Kelpetin Arpaguş, Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı ve Kay­nakları, 234, Çamlıca Yayınlan, İstanbul 2001.]

Bunun açık örneği de tarihlerinde sık sık yenilgi, esaret ve sürgün hayatı yaşamış olan Yahudilerin, doğuşundan uzun zaman sonraya ka­dar umduklarını bulamayan Hıristiyanların ve Hz. Osman döneminde başlayıp Emevi ve Abbasi dönemlerinde zirveye çıkan ve müslüman hal­kın büyük karamsarlığa ve kaosa düşmesine yol açan fitne ve savaşların olduğu dönemdeki müslümanlarm durumudur. Hicri birinci yüzyılda islam toplumunda bu fitneler ve savaşlar sebebiyle kaos yaşayan ve ka­ramsarlığa düşen kimi müslümanlarm daha önce Yahudilerin ve Hıristi­yanların umutlarını bağladığı kurtarıcı inancını bilgi ve kültür iletişimi sonunda benimsedikleri ve kültürlerine sindirerek dinsel bir nitelik ver­dikleri, kimi ayetleri bu kültürel arka plan penceresinden yorumlayarak ve hadis diye birtakım rivayetleri de katarak Kitap Ehli gibi Mehdi, Deccal ve Mesih edebiyatını geliştirdikleri ortak söylem ve benzerliklerden anlaşılmaktadır. Onun için sorgulayıcı/muhakkik bir yöntem izleyen İs­lam alimleri, bu ithal malı inanç ve kültürü eleştiri süzgecinden geçirerek reddetmiş ve bu inanan hem Kur’an’ın evrensel mesajına, hem Hz. Muhammed’in son peygamber olup kıyamete kadar risaletinin ve Müslümanların devam edeceğine aykırı olduğunu belirterek, İslam dininde böyle bir şeyin söz konusu olmadığını söylemişlerdir. Bu alimlerin değerlendirmelerine katılmamak, Hz. İsa’nın geleceğini savunanların tevil yolu ile delil gösterdikleri ayetler ve rivayetlerle ilgili değerlendirme sonunda böyle bir şeyin olmadığını görmemek mümkün değildir. Bu konudaki ayetleri, konu ile ilgili bazı kavramları ve İsa/Mesih’in geleceği anlatan rivayetleri değerlendirdiğimizde gerçek durumu göreceğiz.

[-MEHDİ: Burada Mehdi ve Deccal konulan üzerinde durmayacağız. Sadece her iki ko­nunun islam kökenli olmadığını ve onlarla ilgili rivayetlerin doğrulukla ilgisinin bulunma­dığını okuyucuların bilmesini arzu ettiğimiz için kısaca belirtmeyi uygun görüyoruz.

“Mehdi konusuyla ilgili olarak, Kur’an-ı Kerim’de herhangi bir açıklamaya raslamak mümkün değildir. Buhari ve Müslim’in Sahihlerinde de bu meseleye yer verilmemiştir. (…) Diğer hadis kitaplarında görülen çelişkili rivayetler, bu inancın îslam kültüründe canlı ve renkli bir şekilde yaşatılmasını sağlamıştır. Nitekim konu ile ilgili araştırmalar da Mehdi ile ilgili sahih hiçbir hadisin olmadığını ortaya koymaktadır. (Bkz. Reşid Rıza, Tefsir, 9/461-464; İzmirli, Siyer, 136; Elbani, Silsiletul-Ehadisi’z-Zaife, 1/180-181,4/91-92)

İbni Haldun, da bu konuda nakledilen yirmi dört değişik hadisi inceledikten sonra bunların hiçbirisinin Hz. Peygamber zamanı ile alakalı olmadığını ortaya koymaktadır. (Mukaddime, 1/411-426, çeviri, Halil Kendir, İstanbul, 2004) İbni Haldun, Mehdi inancının bozuk Şia ve sufi çevreler ve fırkalar tarafından neredeyse her türlü bidatin ve sapıklığın arenası gibi seslendirildiğini, bazılarında kendilerini bu düşünceye kaptırarak birçok yerde fitne ve fesat çıkardıklarını da anlatır (bkz. Mukaddime, 1/426-433)

Bu hususa dair rivayetler, Emevi ve Abbasiler dönemindeki içtimai ve siyasi faaliyetler neticesinde tasvir edilmiş ve Hz. Peygamber’in diliyle/adma tavsif edilmiş nakiller olduğu tahmin edilmektedir.

Konu tarihi gelişimi içinde incelendiğinde, Mehdi hadislerinin Şii ve Batınî zümreler tarafından uydurulan rivayetlerle hadis literatürüne girdiği, sonraki dönemlerde geniş öl­çüde mutasavvıflar ve kısmen de kelamcılar tarafından desteklendiği, böylece Sünniler ile Şiiler arasında ortak bir anlayış haline geldiği anlaşılmaktadır. Bu telakkinin Sünni camiada sağlam ve köklü dini kültürden mahrum topluluklar arasında hicri 5. asırdan itibaren kabul görmeye başladığı, akaid kitaplarına da hicri 8. asırdan sonra girdiği tahmin edilmektedir. (Avni İlhan, Mehdilik, 178’den naklen)

Şia’daki Mehdi inancının kaynağı, eski kavimlerdeki kültür ve anlayışlara dayanmakla birlikte Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki kurtarıcı modeline göre dokunduğu düşünülmekte­dir. (Avni İlhan, Age. 47’den naklen)

Hadislerin sened tenkidi göstermiştir ki, hadisçilerin en çok önem verdikleri sened açı­sından da bu hadisler güvenilir değildirler. Herbir hadisin en az bir ravisi tenkid edilmiştir. Metin açısından ise, konu her yönü ile eleştirilmeye müsaittir. Metin tenkidi açısından göze batan ilk husus, hadislerin içerdikleri mantıksal, tarihsel çelişkiler ve abartılardır. Ardından bu hadislerin Kur’an mentalitesiyle çatışan içerikleri gelmektedir. Ayrıca fiten kitaplarında fiten rivayetlerinin Tevrat’tan alındıkları çok açık biçimde görülmektedir. Bu bir tahmin değil, varsayım değil, iftira da değildir. Bizzat-Nuaym b. Hammad’m kitabındaki gibi-ra-vilerin kendi beyan ve itiraflarıdır. (Mehmed Ali Durmuş, Haberlerin Ağında Mehdi, 262, Anlam Yayınları, Ankara 2003)

“Halk öğretisindeki Mehdi ve Nüzul-i İsa meselesi de başta Ehli Kitap ve Şia gibi dış etkiler yanında kurtarıcı fikrini içerdiğinden dolayı sosyo psikolojik açıdan inançlarında kolayca yer bulmuş anlayışlardan biri olduğu ortaya çıkmaktadır.” (Dr. Hatice Kelpetin Arpaguş, Age. 233-234)

 

-DECCAL: Kitap Ehli literatüründe kurtancı Mesih’in karşıtı olarak görülen Deccal, belli dönemlerdeki zalim hükümdar ve yöneticiler şeklinde kötülüğün ve şerrin temsilcisi ola­rak ortaya konmuştur. Bu anlatımlardaki maddi unsurlarla halk öğretisindeki anlatımlar ve hadis literatüründe karşılaşılan beşerüstü nitelikli Deccal rivayetleri karşılaştırıldığında, aralarında paralellikler bulunduğu dikkati çekmektedir. Bu da bizi bu tür anlayışların deği­şik inanç ve kültürlerden İslam kültürüne geçtiği sonucuna götürmektedir.

Örneğin, diğer kültürler arasında Hıristiyanlık kültüründen de geçtiğinin bir göstergesi olarak Paulus’un Selaniklilere yazdığı 1. ve 2. mektupta söylediklerine bakmak yeterlidir.

“Mektuplarda İsa Mesih’in tekrar geleceği, ancak bunun yakın olmadığı, o gelmeden önce irtidat, dinsizlik, yalan gibi birtakım alametlerin çoğalacağı, Deccal’in ortaya çıkacağı belirtilmektedir.” (Tacettin Şimşek, İsevilikten Hıristiyanlığa, 107)

Deccal inancının Yahudi ve Hıristiyan kültürüne nereden geldiği konusunda değişik görüşler vardır. Bunlardan biri, Ön Asya kozmogonilerindeki son anda yaratıcı Tanrı’ya karşı çıkan fesad canavarı efsanesidir. Deccal inancının yayılmasında değişik dönemlerdeki zalim hükümdarlara karşı eski efsanelerin yorumlanmasının büyük etkisi olduğu kana­ati mevcuttur. Bu zalimler de, zaman içinde efsanevi bir hüviyete bürünerek haklarında menkıbeler oluşturulmuş kişilerdir. Bu anlatım, İslam kültüründe de paralel bir seyir takip etmiştir.

Deccal ile ilgili rivayetler, ya isnad açısından veya içerik yönünden sahih kabul edilebilir değildir. Bu rivayetlerden bazıları isnad bakımından zayıf görülürken, bir kısmı da birbir­leriyle bağdaştırılmayacak derecede çelişkiler içermektedir.

“Mesih, Deccal, Mehdi anlayışlarının İslam’a sonradan katıldığı kabul edilecek olursa, bu inancın İslam’a katıldığı dönemler, Hz. Osman’ın katlinden (35/655) sonraki süreç olması muhtemeldir. Çünkü bu dönemde Halife katledilmiş, fitne alevlenmiş, insanlar kamplara ayrılmış, adeta “bu işi sadece o çözer” diye inanılan bir kurtarıcıdan medet umulur olmuş­tur.” (Enbiya Yıldırım, Hadis Problemleri, 240)

Deccal edebiyatının Yahudi kültüründen İslam kültürüne nasıl geçtiğini daha sonra “Apo­kaliptik Edebiyat” başlığı altında da göreceğiz.

Deccal inancının temelsiz ve başka kültürlerden İslam kültürüne girmiş bilgiler olduğu­na ilişkin bakınız: Kürşad Demirci-Zeki Sarıtoprak, Deccal, DİA, 9/67-72; Dr. Hatice Kelpe­tin Arpaguş, Age. 227-230.

Deccal rivayetlerinin ne derece sahih, İslam’ın öğretilerine ve akla ne derece uygun ola­bileceğini aşağıda senediyle vereceğimiz bir rivayetten anlamak zor olmasa gerektir. Hı­ristiyan iken İslam’a girmiş Temim Dari’den rivayet edildiği belirtilen ve kurgu filmlerini andıran Cessase rivayetinde canlandırılan He-Man veya Superman Deccal figürüne baka­rak diğer Deccal rivayetlerinde anlatılanlar hakkında bir kanaat sahibi olabiliriz. Cessase rivayetini Ahmed Davudoğlu’nun Müslim tercümesinden veriyoruz:

“Bize Abdulvaris b. Abdissamed b. Abdilvaris ile Haccac b. Şair ikisi birden Abdüssa-med’den rivayet ettiler. (Lafız Abdulvaris b. Abdissamed’indir) (Dedi ki): Bize babam, de­demden, o da Hüseyin b. Zekvan’dan naklen rivayet etti. (Demiş ki): Bize İbnu Büreyde rivayet etti. (Dedi ki): Bana Şa’b Hemdan’dan, Amir b. Şerahil Eş-Şa’bi rivayet etti ki, kendisi Dahhak b. Kays’m kız kardeşi ve ilk muhacir kadınlardan olan Fatıme binti Kays’e demif ki: Bana başkasından değil, doğrudan Resulullah’tan işittiğin bir hadis söyle! Fatıme: Sen ister­sen ben bunu yaparım! demiş. Amir ona: Evet! bana rivayette bulun! demiş. Bunun üzerine Fatıme şunu söylemiş: Ben İbnü Muğire ile evlendim. O gün kendisi Kureyş gençlerinin en iyilerinden di. Derken Resulullah’la birlikte bulunduğu ilk cihadda yaralandı. Ben dul kalınca, beni Resulullah’m ashabından birkaç kişi içinde Abdurrahman b. Avf istedi. Resu-lullah da beni azatlısı Zeyd’in oğlu Üsame’ye istedi. Bana rivayet olunmuştu ki, Resulullah: “Beni kim severse Usame’yi sevsin!” buyurmuşlar.

Resulullah benimle konuşunca: İşim senin elindedir, beni dilediğine nikahla! dedim.

Bunun üzerine: “ümmü Şerik’e taşın!” buyurdu. Ümmü Şerik Ensar’dan zengin, Allah yolunda nafakası çok olan bir kadındı. Ona misafirler gelirdi. Olur, dedim.

(Bu sefer): “Yapma, çünkü Ummü Şerik, misafiri çok bir kadındır. Ben senin baş örtünün düşmesini yahut baldırlarından elbisen açılıp bazı yerlerini cemaatın görmesini hoş karşı­lamam. Ama sen amcarioğlu Abdullah b. Amr b. Ummi Mektum’a taşın!” dedi. (Bu zat Ku-reyş’in fihri, Beni Fihr’den bir adamdı. Kendisi Fatıme’nin kabilesinden idi.) Ona taşındım. Iddetim geçince dellalın (yani) Resulullah’m dellalinin sesini işittim:

Namaza toplanın! diye sesleniyordu. Hemen mescide çıktım ve Resulullah’la birlikte namazı kıldım. Cemaatin arkalarına gelen kadın safındaydım. Resulullah namazı bitirince gülerek minberin üzerine oturdu ve:

“Herkes namaz kıldığı yerde kalsın!” dedi. Sonra: “Biliyor musunuz sizi niçin topla­dım?” dedi. Ashab: Allah ve Resulü bilir, dediler. Buyurdu ki:

“Ben vallahi sizi bir istek veya korkudan dolayı toplamadım. Lakin şunun için topladım ki, Temimi Dari Hıristiyan bir adamdı. Sonra gelerek bey’at etti ve müslüman oldu. Bana bir söz rivayet etti ki, Mesih-i Deccal için size anlattıklarıma uygun düştü. Bana anlattığına göre kendisi Lahm ve Cüzam kabilelerinden otuz kişi ile birlikte bir gemiye binmiş ve dalga onlarla denizde bir ay oynamış. Sonra ta güneşin battığı yerde denizde bir adaya yanaşmış­lar ve geminin sandallarına binerek adaya girmişler. Derken karşılarına çok saçlı, kıllı bir hayvan çıkmış. Kılın çokluğundan önünü ardından ayıramamışlar ve: Vah sana, sen kim­sin? demişler. Hayvan: Ben Cessaseyim! cevabını vermiş. Oradakiler: Cessase nedir? diye sormuşlar. O: Ey cemaat! Manastırdaki şu adama gidin, çünkü o sizin haberinizi özlemiş, demiş. Temim dedi ki: Cessase, bize bir adam ismi verince, biz onun bir şeytan olmasından korktuk ve hemen sür’atle gittik, manastıra girdik. Bir de ne görelim, orada yaratılış olarak gördüklerimizin en büyüğü ve en şiddetli şekilde bağlanmış bir insan. Elleri boynuna, iki dizinin arası topuklarına demirle bağlanmış! Vah sana, sen kimsin? dedik. Siz benim habe­rimi almışsınızdır. Şimdi bana haber verin, siz kimsiniz? dedi. Oradakiler:

Biz Araplardan bir takım insanlanz. Bir gemiye bindik, denize coştuğu anda rastladık. Dalga bizimle bir ay oynadı. Sonra senin şu adana yanaştık ve geminin sandallarına bine­rek adaya girdik. Derken karşımıza kıllı, çok tüylü bir hayvan çıktı. Kıllann çokluğundan önü arkasından farkedilemiyordu. Vah sana, sen kimsin? dedik. Ben cessaseyim, cevabını verdi. Cessase nedir? diye sorduk. Manastırdaki şu adama gidin, çünkü o sizin haberinizi özlemiştir, dedi. Biz de koşarak sana geldik. Ondan korktuk. Bir şeytan olmayacağından emin değildik, dedik. Bunun üzerine (o adam): Bana Beysan hurmalığından haber verin! dedi. Nesini soruyorsun? dedik. Size onun hurmasını soruyorum, Yemiş veriyor mu? dedi. Kendisine: Evet! cevabını verdik.

Dikkat edin, onun yemiş vermemesi yakındır. Bana Taberiye gölünden haber verin! dedi. Onun nesini soruyorsun? dedik. İçinde su var mı? dedi. Oradakiler: Onun suyu çoktur! dediler. Dikkat edin, gerçekten onun suyu çekilmek üzeredir.

Bana Zügar pınanndan haber verin! dedi. Oradakiler: Onun nesini soruyorsun? dediler. Pınarda su var mı? Sahipleri pmann suyuyla ekin yetiştiriyorlar mı? dedi. Kendisine: Evet, onun suyu çoktur, sahipleri de suyu ile ekin yetiştirirler! cevabını verdik.

Bana; Ümmilerin peygamberinden haber verin, ne yaptı? dedi. Oradakiler: Mekke’den çıktı, Yesrib”e yerleşti, dediler. Araplar onunla harbettiler mi? diye sordu. Biz: Evet! ceva­bını verdik. Onlarla ne yaptı? diye sordu. Kendisine karşı çıkan Araplara galip geldiğini ve Araplann ona itaat ettiğini haber verdik. Bu oldu mu? dedi. Evet! cevabım verdik. Dikkat edin, bu halleri ona itaat etmiş olmalarından daha hayırlıdır, dedi.

Ben size kendimi haber vereyim. Ben gerçekten Mesih’im ve bana çıkış için izin verilmesi yakındır. Ctkn? yeryüzünde sefer edeceğim. Mekke ileTaybe’den başka kırk gecede inme­diğim belde bırakmayacağım. Bunların ise ikisi de bana haram kılınmıştır. Her ne zaman I bunlardan birine girmek istersem, elinde çekilmiş bir kılıç olduğu halde bir melek karşıma çıkacak, beni ondan alıkoyacaktır. Oraya giden bütün yollann üzerinde orasını koruyacak melekler vardır, dedi.” Fatıme demiş ki: Resulullah asasıyle minbere dokunarak: “İşte Taybe budur! İşte Taybe budur! İşte Taybe budur!” dedi. Medine’yi kastediyordu. (Ve sözüne devamla): “Dikkat edin, bunu size söylemiş miydim?” dedi. Cemaat: Evet! cevabını verdiler.

“Gerçekten Temim’in bu sözünün Deccal ve Medine ile Mekke hakkında söylediklerime uyması hoşuma gitti. Dikkat edin ki, o Şam denizinde yahut Yemen denizindedir. Hayır! Doğu tarafından. Evet! O, doğu tarafından! Evet! O, doğu tarafmdan çıkacaktır.” dedi ve eliyle doğu tarafına işaret etti. Fatıme: Ben de bunu Resulullah’tan belledim, demiş. (Müs­lim, fiten, 119; Ebu Davud, melahim, 14, 15; Tirmizi, fiten, 66; Ibni mace, fiten, 33 ve Ibni Hanbel çok yerde)

Rivayetin çürük temellere dayandığını göstermesi bakımından ravilerdenTemim Dari’-nin “israiliyyatı İslam’a en çok katan iki zattan biri olarak görüldüğü” (Enbiya Yıldırım, Hadis Problemleri, 240) ve Fatime’nin, hakkında Hz. Ömer’in “Ezberledi mi, unuttu mu belli olma­yan bir kadın yüzünden Allah’ın Kitabı’nı ve Peygamberimizin sünnetini terk etmeyiz” (Enbiya Yıldmm, Age, 245) dediği kadın olduğunu belirtmemiz yararlı olur. Rivayeti detaylı bir şekilde kritik eden Enbiya Yıldmm kanaatini şöyle belirtir:

“İhtimaller, çokluğuna rağmen tatminkar olmasa da, gerçek olan bir husus vardır, o da bu rivayetin Resulullah’la irtibatı/ilişkisi olmayan israiliyat bir haber olduğudur.” (Hadis Problemleri, 247) Rivayetin detaylı eleştirisi için bakınız. Enbiya Yıldırım, Age. 225-247.

Deccal’in çıkmasını beklemeye devam edenlere hatırlatmakta yarar var; kimse orada ye­dirip içirmediğine ve diğer ihtiyaçlarını görmediğine göre zavallı bugüne kadar herhalde ölmüştür! Ölmüşse, Mesih Deccal beklentisi içinde olanlar yenisini nereden bulacaklar­dır?!

Doğrusu, bu tür şeylere inananları saplantılarından Mehdi ve Mesih de çıkıp gelse zor kurtarır.]

 

 

 

Dönüş/Ric’at İnancı

Ric’at kelimesi ‘geri dönüş’ demektir. Kavram olarak, ölmüş kişini hayata yeniden dönmesi, ya da gizlenmiş (muhtefi) kişinin açığa çıkmi anlamındadır. Ric’at inancının tarihi oldukça eskidir. Örneğin Keldaniler, Kabil tarafından öldürülmesinden sonra Habil’in yeniden döneceğine(ric’atine) inanmaktaydılar. Çok eski ve yaygın docetism inancına bağlanan ric’at, tam bir Yahudi-Hıristiyan akidesidir. Bazı rivayetlere ga Yahudiler’in ric’at fikrini benimsemelerinin temeli, Uzeyr’in Allah tarafından öldürülüp yüz sene sonra yeniden diriltilmesi hikayesine dayanmaktadır. Yine rivayete göre Yahudiler, Harun Peygamber’in de böyle akıbete maruz kaldığına inanmaktadırlar. Tih/Sina Çölü’nde ölen Harun’un ölümünden Musa’yı sorumlu tutmuşlardır. Çünkü Musa’nın halk Harun’a meyletmesini kıskandığını iddia etmişlerdir. Şu var ki, kimi “Harun öldü, geri dönecek (ric’at edecek)” derken, bir kısmı da, “kayboldu, geri dönecek (ric’at edecek)” görüşünü benimsemişlerdir. Diğer bir görüşe göre ise, -Yahudi ve Hıristiyanlar’a göre- İlya (İlyas) peygamber semaya kaldırılmış olup, ahir zamanda hakkın ve adaletin esaslarını ikame etmek için yeniden yeryüzüne dönecektir.

DOCETISM, oldukça erken dönemlerde, Hz. İsa’nın acı çekerek çarmıhta öldüğü düşücesini kabul etmeyen ve farklı düşünceler savunan bazı Hıristiyan ilahiyatçıların anlayışıdır. Çoğunluğu gnostik düşünceleriyle de ön plana çıkan Saturninus, Basilides, Cerinthı Heracleon ve Ptolemy gibi erken dönem şahsiyetleri, İsa’nın yapısı, doğumu, ölümü ) benzeri konularda resmi Hıristiyan düşüncesinden farklı bir görüş benimsediler. Bunla dan bir kısmı, İsa’yı Meryem’den doğan normal bir insan olarak değerlendirirken, bazısı ise İsa’nın her ne kadar görüntü itibariyle insan olsa da bu durumun yalnızca hayali olduğunu, zira onun gerçek bir bedeninin olmadığını, dolayısıyla onun doğumu ve ölüm gibi olayların da yalnızca bir göz aldatmacasından ya da bir yanılsamadan ibaret olduğun savundular” (Prof. Dr. Şinasi Gündüz, Paulus Hıristiyanlığın Mimarı, 166)]

Hıristiyanlar‘daki ric’at inancı Yahudiliğin Hıristiyanlık üzerindeki bir etkisinden ibarettir. Doketik (docetic) telakkiye göre İsa Mesih’in çektiği ıztıraplar ve ölüm gerçekte vaki olmayıp, sadece göze öyle görünen bir hayaldir. “Onun ölümüne, dünyadaki görevinin sona ermesi gözü ile bakılmalı, takat muvakkat/geçici bir kesinti sayılmalıdır. Onun bu hali, şehitlikten sonraki ölüm değil, bir gözden kaybolmadır. Yarıda kesilen ödevini tamamlamak ve zafere ulaşmak onun rücu’una, yeniden zuhuruna bağlıdır.

İslami nasslarda yer almamakla birlikte, çevre kültürlerinin etkisiyle Müslümanlar arasında yer bulan ric’at inancı da (tıpkı Mesih ve Mehdi ‘ telakkisi gibi) tamamen Yahudi ve Hıristiyan kökenlidir. Bu ithal İsraili-Mesihi telakki, birtakım İslami motiflerle bezenerek, İslam kültürüne mal edilmek istenmiştir. Mesihciliğin İslam pazarına sürdüğü bu metam/malın orada derhal alıcı bulması esef verici bir durumdur.”

[Mehmed Ali Durmuş, Haberlerin Ağında Mehdi, 104-107. Yazar, Şia mezhebindeki Mehdi’nin, Hz. Ali’nin, gizlenmiş beklenen İmam’ın geri dönüşü/ricatı inananın da Zer-duştlük’ten başlamak üzere bu kökenlere dayandığını ve İslam’la uzaktan yakından bir ilgisinin buunmadığını kaynaklarıyla belirtmektedir. Bkz. Age. 107-145]

Bu girişten sonra Mesihçilik inancının tarihi ve dinlerde yeralış şekillerine değindikten sonra ilgili hadisleri ve tevil yolu ile delil gösterilen ayetleri değerlendirip, İslam’da Mesih inancının olmadığını belirtmeye çalışacağız.

 

 

 

Batılı Bazı Araştırmacılara Göre Mesihciliğin Tarihi ve Kaynağı

Bir çok araştırmacı, “Kral Mesih Fikri”nin antik Doğudaki krallık fikrinin tasvirinden doğduğunu ileri sürmüştür. Örneğin İran’da Saoshantlar’ın gelmesi beklenirken, Hint’de de koruyucu Tanrı Vişnu’nun son bedenleşmesi olan Kalki’nin gelmesi beklenmiştir. Hindulara göre henüz gerçekleşmemiş olan ve Kalki adı verilen onuncu ve sonuncu Avatara’nın inişi, bütün dünya için tahakkuk edecektir. Avatara’nın karanlık çağa son verip yeni bir altın çağla yeni bir çevrimi başlatması beklenmiştir.

[Avatara: Hinduizme göre koruyucu Tanrı olan Vişnu’nun zaman zaman çeşitli neden­lerle insan veya hayvan şeklindeki bir dünyevi varlık suretinde bedenleşerek yeryüzüne inmesi. Vişnu’nun Avataralarmdan en önemlileri, Krişna ve Rama’dır. İnsan, Tanrıyı yalnız Avatara aracılığıyla tanıyabilir, (bkz. Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, 83’den naklen, Sami Baybal, İbrahimî Dinlerde Mesih’in Dönüşü, 34, dipnot.]

Mesihçilik fikrinin ilk ortaya çıkışını M. Ö. takriben 2066 yılların Hz. İbrahim’e kadar götürenler de vardır. Bu görüşe göre Mesih fikri Tevrat’ın birinci bölümü olan Tekvin’de Hz. İbrahim’le ilgili zikredilen “mübarek” tabirine dayanmaktadır. ‘Mesih’ tabiri, teknik bir terim olarak M. O. I. yüzyıla kadar, Mezmurlar hariç, kullanılmamıştır.

Reynold A. Nicholson’a göre Mesih fikri, Şiilere özgü bir şey değildir. Yahudilik ve Hıristiyanlıktan muhtedilerin/İslam’a girenlerin olduğu ilk dönemde gündeme gelmiştir. Çok geçmeden Muhammedi inancın bir parçası olarak yer etmiştir.

Sami Baykal’ın aktardıklarına göre çağdaş Fransız bilim adamı Edouard Dorme, Asurlular ve Babilliler’in dini ile ilgili yaptığı araştırmalar da, bu toplulukların, kurtarıcı Mesih’ten beklenen şeyin aynısını kendi liderlerinden beklediklerini ortaya çıkarmıştır.

“Konu ile ilgili bazı araştırmalarda, ‘Tanrısal Kurtarıcı’ fikrinin Yahudilik ve Hıristiyanlıkta M.S. I. yüzyıldan sonra gelişmeye başladığı ve her iki gelenekte de bu inancın merkezi bir yer işgal ettiği görüşü de yer almaktadır. (…)

‘Mesih inancı’ Hıristiyanlık dininin temelini oluşturduğundan, bu inancın kökleri ve gelişimi konusu batılı araştırmacıların büyük ilgisine mazhar olmuştur. Çeşitli araştırmalar sonucunda ortaya iki ana görüş çıkmıştır:

a- Mesih inancının ilk önce Sümerler’de doğduğu, Babilliler’de ve Mısırlılar’da geliştiği ve bu iki yoldan bütün dünyaya yayıldığı teorisidir. Bu görüşün tek temsilcisi Alfred Jeramias’tır.

W. Staerk, Jeramias’ın genel görüşüne karşı çıkmamakla beraber, Mesih inancının Yahudiliğe Mısır’dan değil, Mecusilik’ten geçtiğini iddia etmekte, Hugo Gressmann ise, Yahudilerin Mesih inancını Mısırlılar’dan değil, Amurriler’den almış olabileceklerini ileri sürmektedir.

b- İkinci teoriye göre ise, Mesih inancı, her dinin kendi bünyesinde, kendi tarihi, sosyolojisi ve psikolojik şartlarına göre doğmuş ve gelişmiş­tir. Bu dindeki Mesih inancınm diğer dindekine etkisi yoktur.” Sami Baybal, Age. 35-36. Alıntıların kaynaklan için verilen sayfalara bakınız

J. Wach, dinler tarihi araştırmalarının, ilkel dinlerde çeşitli, fakat büyük ölçüde benzerlikler taşıyan kurtarıcı anlayışlarının varlığını orta­ya koyduğunu, kurtarıcının ya bir hayvan, ya bir insan, ya da bir tanrı olarak görünebildiğini ileri sürmekte ve bazı örnekler vermektedir. Yine tamamen mitolojik özellikte olmak üzere başka kurtarıcı şahsiyetlerin Yakın Doğu dinlerinde de bulunduğunu ifade etmektedir. Üçüncü bir kurtarıcı tipinden söz etmiştir ki o da bir kurtuluş mesajıyla gelen ya­hut arzusu dışında veya öldükten sonra saliklerince kendilerine kurtarıcı payesi verilen şahsiyetlerdir. Bu tür şahsiyetlere Mani, Zerdüşt ve Hz. Muhammed’i de dahil etmiştir.

[Geyik veya onun şekline girmiş bir hayvanın dara düşen kişilerin imdadına yetişip olağanüstü bir şekilde kurtarması inancının Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar Türklerin ya­yıldığı coğrafyada yaygınlığı, Hikaye-i Geyik ve Ziya Gökalp’in “Alageyik” şiirinde canlan­dırdığı yol gösterici ve kurtarıcı Geyik masalı için bakınız. (Prof. Dr. A. Yaşar Ocak, Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, 207-219)]

J. Wach’a göre farklı bir kurtarıcı tipi de, geçmişte hiçbir zaman aktif olmayıp gelecekte olması beklenen kurtarıcılar tarafından oluşturulmak­tadır.’

[Sami Baybal, Age., 35-36. Alıntıların kaynaklan için verilen sayfalara bakınız.]

Yahudilikteki Mesih inacının kaynağını Mısırlılar’a ve İran’ın eski dini inanışlarından Zerduştilik’e dayandıranlar olduğu gibi, Yahudi kut­sal kitabında arayanlar veya dinin kendi iç bünyesinde görenler de var­dır.

Mesih inancının ilk önce Sümerler’de doğduğunu, Babilliler ve Mısır­lılar’da gelişmeye devam ettiğini ve bu iki kanaldan bütün dünyaya ya­yıldığını iddia eden Alfred Jeramias’a göre, zamanın gün geçtikçe kötüleşeceği, günahların dünyayı kaplayacağı, insanlığın beklediği kurtuluşu ise Tanrı’nın bizzat kendisi veya göndereceği bir hükümdarın gerçekleş­tireceği, dünyayı yeniden düzelteceği inana Mezopotamya’da yaygındı. Bu inancın MÖ. 2000 yıllarında Mısır’ı etkilediği, Mısır’dan İsrailoğulları’na, Babil’den İran’a, oradan Hindistan’a ve Budizm yolu ile Çin’e kadar uzandığı ileri sürülmektedir.

Guignebert, Mesih inananın Babil esaretinden önce Yahudiler arasın­da yaşadığı kanaatini taşımaktadır. Bazılarına göre Yahudilikteki Mesih inancı, Apokaliptik dönemin ürünüdür. (…) Tevraf m, İsrailoğullan’mn Babil esaretinden önce ve sonra yazılmış kitaplarının inanç ve görüşlerinde önemli farklılıklar vardır ve bunların bir kısmı İran’ın dini düşünce dünyasının etkisine bağlanabilir. Bunların arasında “Kutsal tohumdan doğacak ve zamanın sonunda gelip iyiliğin kötülük üzerinde son zaferini sağlayacak bir kurtarıcının geleceği” fikri dikkat çekmektedir.

Yahudilikteki Mesih fikrinin Zerduştilikten kaynaklandığını ileri sü­renler, MÖ. 586 da başlayan Babil esaretinin 538 tarihinde Persler/İranlılar vasıtasıyla sona ermesi ve Yahudilerin şu veya bu şekilde yaklaşık ikiyüz yıllık Pers/İran hakimiyeti altında yaşamalarından yola çıkmaktadırlar.” (Prof. İbrahim Sarmış-Selçuk İlahiyat, Hz. İsa ve Mesih İnancı, s.7-16, Ekin Yay.)

 

 

 

Hz. İsa’nın Ölümü

Hz. İsa, İsrailoğulları’nda peygamberlik görevini yapmaya çalışmış, İsrailoğulları ise onu asmak ve öldürmek isteyerek Romalılara teslim et­miş, onlar da çarmıha germek ve öldürmek istemişlerdir. Ama Allah, onu kendilerinden kurtarmış ve peygamberlik görevini sonuna kadar yaparak eceli gelince normal ölümle ölmüş, müminlerin ruhu gibi ruhu gideceği yere gitmiştir. Yüce Allah bunu açık seçik belirterek şöyle der:

“Allah, “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara Beni ve annemi Allah’­tan başka iki tanrı olarak benimseyin dedin?” demişti de, “Haşa, hak olmayan), sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz sen onu bilirsin; sen, benim içimde olanı bilirsin; ben ise senin içinde olanı bilmem; şüphesiz görül­meyeni bilen ancak sensin.” demişti, “Ben onlara sadece Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulundu­ğum müddetçe onları gözlüyordum, beni öldürdüğünde artık onları sen gözlü-yordun. Sen her şeyi gözleyensin. Onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır; onları bağışlarsan, güçlü olan, hakim olan şüphesiz ancak sensin.”] (5 Maide/116-118)

Ayette açıkça görüldüğü gibi “Aralarında bulunduğum müddetçe onları gözlüyordum.” demektedir. Aralarında bulunduğu donem de, onlarla be­raber yaşadığı dönemdir.

[Herhalde peygamberlerin şahitliğinin çağdaşları olan insanlar hakkında olduğunu gösteren kanıtlardan biri de Hz. Peygamber’in Veda konuşmasıdır. Bu konuşmada vahyi tebliğ edip etmediğini ashaba sormuş, onlar da tebliğ ettiğini söylemeleri üzerine parmağı ile yukarıyı işaret ederek “Allah’ım, şahit ol.” buyurmuştur. Böylece kendisi ulaştığı insan­lara vahyi tebliğ ettiğine şahitlik yapmış ve Yüce Allah’ı buna şahit göstermiştir.

Nitekim İncil de bu tanıklığın yeryüzünde müjdenin ulaştırılacağı insanlara karşı yapıla­cağını belirterek şöyle der: “Fakat sonuna kadar dayanan kurtulacaktır. Ve Allah’ın ülkesinin bu müjdesi, bütün milletlerin yüzüne karşt tanıklık etmek üzere, dünyanın her tarafına duyurulacaktır ve son o zaman olacaktır.” (Matta, 24/13-14) “O zaman Hananya bana (Paulus) şöyle dedi: Ata­larımızın Allah’ı kendisinin isteğini bilmek, doğruyu görmek ve onun ağzından çıkan sesi duymak için seni seçti. Çünkü sen ona, gördüğün ve işittiğin şeyler hakkında, tüm insanlar önünde, tanıklık edeceksin.” (Havariler, 22/14-15)]

Bu dönemde onların ne yapıp ettiklerini, nasıl inanıp neler söylediklerini kendisi de görüyor ve biliyordu. Ama Canımı aldıktan sonra artık onları sen gözlüyordun.” ifadesinin belirttiği gibi, onlar­la yaşadığı bir ömürden sonra Allah onu vefat ettirmiş ve artık onların ne yapıp ettiklerini, ne söyleyip nasıl inandıklarını kendisi değil, Allah gözlemlemiştir.

Şüphesiz Hz. İsa’nın onlar hakkında söyledikleri, onlarla bir arada yaşadığı hayat süresi içindir. Yoksa Allah’ın onu öldürmesinden sonra tekrar dünyaya getirerek yaşatacağı ve gerek Hıristiyanların, gerek döne­ceğini kabul eden Müslümanların inandığı gibi gökten inerek yaşayacağı ve ne kadar süreceği ihtilaflı olan sözde ikinci hayatla ilgili değildir. Çün­kü böyle bir hayatı söz konusu değildir ve iddia edilen bu ikinci dönem­de artık tebliğ ve davet değil, iddia edildiği gibi müminleri kurtarmak, kötüleri, Deccal’ı ve domuzları öldürmek, haçları kırmakla meşgul ola­cağı söylenir. Zaten, iddiaya göre göğe yükseldiği andan itibaren tekrar dünyaya geleceği ana kadar insanların neler yapıp ettiklerini, inanış ve davranışlarını görmemekte ve bilmemektedir.

İkinci dönemde insanlar hakkında inançları ve yapıp ettikleri konu­sunda Hz. İsa’nın şahitlik yapması söz konusu olmayacaktır. Onun için Hz. İsa’nın hayata bir kez geldiği, ölüm kalım mücadelesinden sonra Al­lah’ın korumasıyla kurtularak normal ömrünün sonuna kadar yaşadığı, peygamberlik görevini yaptığı ve ömrü sona erdiğinde/eceli geldiğinde öldüğü bu ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır.

Nitekim Yüce Allah’ın kendisine olan iyiliklerini hatırlattığı “İsrailo­ğulları’na belgelerle geldiğinde, onlardan inkar edenler, “Bu apaçık bir büyüdür.” demişlerdi de ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim…” (5 Maide/110) ayetinde de İsrailoğuları’nm büyücülükle suçlayarak öldürmek istedik­lerinde Allah’ın kendisini onlardan koruduğu ve zarar vermelerini önlediği belirtilmektedir. Bundan anlaşılıyor ki İsrailoğulları kendisine zarar veremeden Hz. İsa ömrünün sonuna kadar yaşamış ve peygamberlik gö­revini yerine getirmiştir.

Şüphesiz ”Herkes ölümü tadacaktır.” (Âli İmran/185, Enbiya/35, Ankebut/57) ayetlerinde belirtilen Allah’ın yasası gereği her canlı öldüğü/ öleceği gibi, Hz. İsa da bu yasaya boyun eğerek ölmüştür. Doğumunun mucize olması dışında, Hz. İsa’nın veya bir başkasının bu genel yasanın dışında olduğunu veya bu yasanın ona işlemediğini belirten hiçbir şey yoktur. Onun için Hz. İsa da, diğer insanlar gibi yaşadığı kadar yaşamış ve eceli gelince/ömrü bitince ölmüştür.

İleride göreceğimiz gibi Yüce Allah’ın, Hz. İsa’yı düşmanlarının elin- I den kurtardığı, asmalarının ve öldürmelerinin önüne geçtiği kesindir. “Onu öldürmediler ve asmadılar.” (4 Nisa/157) diyerek bunu belir enektedir. Öldürme girişimlerinden kurtardıktan sonra nerede ne kadar yaşadığını ve peygamberliğini nerede sürdürdüğünü, kendisine daha sonra kimle­rin inandığını Kur’an açıkça belirtmese de, normal ölümü ile ölünceye kadar yaşamasını ve peygamberlik görevini yapmasını sağladığı, onunla muhatap olan ve gerek mucize olarak doğmasını öğrenenlerin, gerek­se gösterdiği mucizeleri ve mucize olarak kurtuluşunu gören kişilerin kendisine inandığı, böylece kıyamete kadar kendisini ve ona inananları düşmanlarının üstüne makam olarak yükselttiği gibi, Ölünce de ruhunu^B diğer ruhlar gibi (Allah’ın yanma ve hükümdar olarak sağmda oturmak üzere değil) gideceği yere gittiği anlaşılmaktadır.

[İsa’nın şöyle dediği belirtilir: “Bundan böyle İnsan-Oğul’u, Kudret’in sağında oturur ve göğün bulutları üzerinde gelirken göreceksiniz.” (Matta, 26/64) “Rab İsa onlarla konuştuktan sonra göğe alındı ve Allah’ın sağında oturdu.” (Markos, 16/19) “Onları takdis ederken onlardan ayrıldı ve göğe yükseldi. Onlar da ona secde edip büyük bir sevinç içinde Kudüs’e döndüler.” (Luka, 24/51-52)

İncil, sadece Hz. İsa’nın dirildiğini yazmakla kalmıyor, aynı zamanda ölümü anında meydana geldiği iddia edilen bir dizi olağanüstü olayın yanında, mezarların açılıp azizlerin mezarlarından dirilerek İsa ile birlikte kutsal şehre gittiklerini ve birçok kişiye göründük­lerini de söylüyor:

“Fakat İsa, yüksek sesle bağırarak ruhunu teslim etti. O zaman mabedin perdesi yukarıdan aşağı­ya kadar ikiye ayrıldı. Yer sarsıldı, kayalar yarıldı. Mezarlar açıldı ve birçok azizin cesetleri dirildi. (Zaten o zamana kadar kaç tane aziz ölmüş veya öldürülmüştü ki?! I.S.) Mezarlardan çıkıp İsa’nın dirilişinden sonra kutsal şehre girdiler ve birçok kimselere göründüler.” (Matta, 27/50-53)]

 

Kur’an, Hz. İsa’nın öldükten sonra dirildiğini ve kıyametten önce dünyaya tekrar gelerek ömür süreceğini ve birtakım işler yapacağını söylemez. Kur’an’a göre Hz. İsa’nın peygamberlik süreci veya İsrailoğulları’yla macerası kısaca budur.

Allah tarafından kurtarıldıktan sonra Hz. İsa’nın annesi ile beraber pınarı olan, oturmaya elverişli tepe gibi bir yere yerleştikleri ve yaşamaya devam ettiği sanki şu ayetten de anlaşılmaktadır:

“Meryem oğlunu da, annesini de ayet/gösterge yaptık. Her ikisini de, pınarı bulunan, oturmaya elverişli bir tepeye yerleştirdik.” (23 Müminun/50)

Ayet, Hz. İsa’nın doğduğu günlerde annesiyle beraber halktan uzak böyle bir yerde olduğunu belirtmiş olabileceği gibi, düşmanın öldürme ve asma girişimlerinden kurtarıldıktan sonra annesi ile beraber yaşamaya elverişli olan böyle bir yere yerleştiği ve ölünceye kadar oradan insanlarla diyalogu sürdürdüğünü de belirtmiş olabilir. Bu ikinci anlamı belirtmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim güvenlik ve serbest dolaşım kar­şılığında Hıristiyanlığın sekülerleştirilmesi üzerinde Roma İmparatorlu­ğu ile uzlaşıncaya kadar ilk dönem Hıristiyanlarının bu şekilde tenha ve yüksek yerlerde ikamet ettikleri bıraktıkları eserlerden bilinmektedir.

Onu izleyen 51-53 ayetlerinde geçen “rüsul/elçiler” kelimesinden mak­sadın da bütün peygamberler olabileceği gibi, annesi ile beraber buraya yerleşmiş olan Hz. İsa ve Havarilerinin olması, hepsi aynı dine çağırdık­ları halde sonraki dönemlerde mensuplarının dini parça parça edip grup­lara bölünerek her grubun kendi anlayışının doğru olduğunu söyleyerek onunla sevinmesini belirtmiş olması da muhtemeldir. Arap dilindeki parçanın adıyla bütünün adlandırılması (tesmiyetu’l-külli bilcüzi) kura­lına göre Hz. İsa ile beraber Havarilerin de rüsul/elçiler olarak anılmış olması muhtemeldir. Nitekim bütün peygamberler bir arada olmadıkları halde hepsine hitap edilmekte, tebliğ edilen din bir olduğu halde ardın­dan bölünmelerin ve sapmaların olduğu belirtilmektedir. Bu da Hz. îsa ve annesi ile beraber Havariler topluluğunu ve onları izleyen Hıristiyan­ların sonraki durumlarını çağrıştırmaktadır. En iyi Allah bilir.

Hz. İsa’nın dünya hayatında öldürüldükten sonra dirildiği ve kıya­metten Önce geleceği iddiası, Kur’an’ın “…doğduğum günde, öleceğim gün­de, dirileceğim günde bana selam olsun, dedi.” (19 Meryem/33) ayetine de açıkça aykırıdır. Çünkü iddia edildiği gibi Hz. İsa öldürülmüş ve tekrar dirilerek yaşamış olsaydı, o zaman ölmesinin ve dirilmesinin iki kez olması gerekirdi. Çünkü iddiaya göre öldürülmüş/ölmüş ve dirilmiştir, şimdi yaşamaktadır ve kıyametten önce gelecektir. Kıyametten önce de herkes gibi tekrar ölecek ve kıyamet sonrasında herkes gibi tekrar dirile­cektir. Böylece kıyametten önce iki kez ölmüş, biri kıyametten önce, biri’ de kıyametten sonra olmak üzere iki kez de dirilmiş olmaktadır. Halbuki ayet yalnız bir doğum, bir ölüm ve bir dirilişten söz etmektedir. Kendisine selamın dünyada düşman tarafından öldürüldüğü (!) ve dirildiği (!) gün olacağını belirten ne İncillerde, ne Kur’an’da bir şey vardır.

Zaten ayette “asıldığım ve öldürüldüğüm günde” değil, “öldüğüm gün­de”, demektedir. Şayet asılmış ve öldürülmüş olsaydı, o zaman “öldüğüm günde” değil, “asıldığım ve öldürüldüğüm günde” derdi. Bu da onun asılmadığı ve öldürülmediği, aksine kendi eceliyle öldüğünü gösterir.

İddia edildiği gibi, dünyada öldürülmüş ve dirilmişse, o zaman sor­mak gerekir: Acaba kendisine selam, yani esenlik içinde olmak, bu dün­yada kendisini öldürdükleri ve dirildiği gün mü olacaktır, yoksa eceli u9 öldüğü ve kıyametten sonra dirileceği gün mü olacaktır? Her iki günde de olacağını belirten yine hiçbir şey yoktur. Zaten öldürdükleri (!) gün üzerine selamın/esenliğin, kurtuluşun olmadığı, İndilerde anlatılan acı­lar ve feryatlarla dolu barbarca öldürme sahnelerinden anlaşılmaktadır. Çünkü selamet, esenlik ve kurtuluş anlamındaki selamın üzerine olması ile düşmanın eline düşüp Mell Gibson’ın The Passion of Christ/Tutku fil­minde canlandırıldığı gibi feryatlar içinde hunharca ve barbarca öldürül­mesi olayı kesinlikle bağdaşmaz. Hem esenlik ve kurtuluşun onun üze­rine olması, hem de düşman tarafından yakalanması, türlü hakaretler, eziyetler ve işkenceler altında çarmıh üzerinde ve feryatlar içinde idam edilmesi, çelişkili şeylerdir.

[“46 Ve dokuzuncu saate doğru İsa, “Eli Eli, lama sabaktani?” “Yani Allah’ım, Allah’tım beni niçin bıraktın?” diye yüksek sesle bağırdı… Fakat İsa, yine yüksek sesle bağırarak, ruhunu teslim etti” (Matta, 27/46-50) Sözde idam edilmesi sırasında nasıl büyük acılar ve feryatlar içinde can verdiğini İncillerin anlatımına göre yapılmış olan Tutku filminden de açıkça görülmektedir. Herhalde esenlik ve rahatlık bu değildir.]

Örneğin, peygamber gönderildiği toplumda kendilerini tevhide ça­ğırdığı ve putlarını kırdığı için Babil’de putperestler Hz. İbrahim’i yak­mak amacıyla ateşe attılar. Ama ateşin Hz. İbrahim üzerinde esenlik ve serinlik olmasını Allah söylemiş, Hz. İsa’nın sözde çarmıhta asılırken feryat ve figan ettiği gibi, Hz. İbrahim ateşin içinde feryat ve figan etme­miş, eziyet ve azap çekmemiştir. İndilerin deyişiyle Hz. İsa’nın “Baba beni niçin bıraktın?!” dediği gibi, Hz. İbrahim sitem etmemiştir. İddia edildiği gibi, Allah’ın buyruğu gereği Hz. İsa, insanların günahlarına ke­faret olmak üzere feda edilmiş, çarmıhta idam edilmiş ve esenlik içinde olmuşsa, onun da Hz. İbrahim gibi şikayet veya sitem etmemesi, ateşin İbrahim’i yakmadığı ve eziyet vermediği gibi bütün silahların kendisine etki etmemesi ve ıstırap çekmemesi gerekir. Çünkü Allah, esenlik için­de olmasını söylemişse, hiçbir güç bunun önüne geçemez. Allah, İsa’nın esenlik içinde olmasını söyleyecek, buna rağmen buyruğu etkisiz kalıp İsa acılardan feryat ve figan edecek, işkence ve azap çekecek, böyle bir şey olamaz! Onun için Hz. İsa’nın sözde öldürülmesi, dirilişi ve dönüşü masalı ayete açıkça aykırıdır.

Hz. İsa’nın kimliğini ve sonucu onun dilinden Kur’an’ın verdiklerin­den okuyalım:

“Ben şüphesiz Allah’ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni -peygamber yaptı, nerede olursam olayım beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekat vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba yap­madı. Doğduğum günde, öleceğim günde, dirileceğim günde bana selam olsun.” dedi. İşte hakkında şüpheye düştükleri gerçek Meryem oğlu İsa budur.” (19 Mer­yem/30-33)

“Allah, “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı edinin, dedin?” demişti de, “Haşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz sen onu bilirsin; sen, benim içimde olanı bilirsin; ben ise senin içinde olanı bilmem; şüphesiz görülmeyeni bilen an­cak sensin” demişti, “Ben onlara sadece Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onları gözledim, ama beni aralarından alınca/öldürünce artık onları sen gözlüyordun. Sen her şeye şahitsin. Onlara azap edersen, şüphesiz senin kullarındır, ama on­ları bağışlarsan, güçlü olan, hakim olan şüphesiz ancak Sensin.” (5 Maide/116-118)

 

 

 

Hıristiyanlıktaki Diriliş Öyküsü Ne Kadar İnandırıcı Olabilir?

İnciller, idam edilerek gömülen Hz. İsa’nın üç gün sonra gökten inen meleğin mühürlü mezar taşını yuvarlamasıyla esrarengiz bir şekilde dirildiğini ve iki kanatlı beyaz giyimli bir veya iki meleğin tavsiyesi ile gö­rüp tanıma yeteneği yok edilmiş bir-iki kadının gidip bunu başkalarına bildirdiklerini anlatır. Bir milyardan çok insanın inanç temeli kabul ettiği, ama temel olarak görüp tanıma yeteneği yok edilmiş olan yalnız bir-iki kadının çelişkili anlatımlarına ve onlardan saatler sonra Celile’de ancak gören birkaç kişinin söylediklerine dayanan bu diriliş ve göğe yükseliş öyküsünü İncil’den okuyucuların bilgisine sunuyoruz:

“Ertesi gün -ki hazırlık gününü izleyen gündü- Başkahinler ile Ferisiler”, beraberce, Pilatus’a gittiler ve ona şöyle dediler: “Efendi, hatırladık ki, bu sahte­kar, hayatta iken: Üç gün sonra dirileceğim, diyordu. Emir ver de üçüncü güne kadar mezarı beklesinler ki, şakirtleri gelip onu çalarak, halka: O ölülerden diril­di, demesinler. Bu son sahtekarlık, birincisinden daha kötü olur.” Pilatus onlara: “İşte size bir muhafız; gidip onu bildiğiniz gibi muhafaza edin” dedi. Onlar da gittiler, taşı mühürleyip, muhafızlar koyarak, mezarı emniyet altına aldılar.

Şabat günü sona erip haftanın ilk günü ağarmaya başlarken, (nerede gömül­düğünü uzaktan gören, İS) Mecdelli Meryem ile öbür Meryem mezarı ziyarete geldiler. İşte o zaman büyük bir yer sarsıntısı oldu: Rabbin meleği gökten indi, gelip taşı yuvarladı ve üzerine oturdu. (Hem mezarın ne zaman açıldığını ve İsa’nın ondan ne zaman çıktığını kadınların bilmediğinin ve görme yeteneklerinin bittiğinin anlatılması, hem de meleğin gökten gelerek taşı yuvarladığını ve üzerine oturduğunu gördüklerinin söylenmesi çelişki­dir. -İ.S.) Görünüşü bir şimşeğe benziyordu ve giysisi kar gibi beyazdı. (İman, İslam, ihsan hadisinde olduğu gibi, nedense melekler hep beyaz elbiseni olarak anlatılır. İ.S.) Onu görünce, muhafızlar dehşetten titrediler ve ölü gibim oldular. Fakat melek, sözü alıp kadınlara şöyle dedi: Sizler, hiç korkmayın, çünkü biliyorum ki, siz haça gerilmiş olan İsa’yı arıyorsunuz. O burada değil, söylemim olduğu gibi o dirildi. Gelin, yatmış olduğu yeri görün. (Acaba beyaz elbiseM kanatlı meleğin şimşek gibi gelişini ve taşı yuvarlamasını, kendileriyle konuşmasını gören kadınlar, İsa’nın mezardan çıkışını neden görmedi­ler?! -İ.S.) Sonra, çabuk gidip şakirtlerine: O ölüler arasından dirildi ve sizden önce Celile’ye gidiyor, onu orada göreceksiniz, diye haber verin. İşte size söyle­yeceklerim bunlar. Kadınlar korkuyla karışık bir sevinç içinde mezardan hemen sür’atle uzaklaştılar ve haberi şakirtlerine bildirmeye koştular. (Meleğin ken­dilerine indiğini ve İsa’nın dirildiğini söylediğini iddia eden iki kadın dışında olayı ne gören, ne tanıklık eden vardır! -İ.S.) İşte o zaman İsa: Size selam diye onların karşısına çıktı. Kadınlar yaklaşıp, onun ayaklarına sarıldılar ve ona secde ettiler. O zaman İsa onlara şöyle dedi: “Hiç korkmayın, gidip kar­deşlerime Celile’ye gelmelerini söyleyin, beni orada göreceklerdir.”

Kadınlar yolda iken, nöbetçilerden bir kaçı şehre gelip tüm olanları Başkahin-lere bildirdiler. Bunlar yaşlılarla/seçkinlerle bir arada toplandılar ve aralarında görüştükten sonra, askerlere büyük bir para verip, onlara şöyle dediler: “İsa’nın şakirtlerinin (öğrencilerini sürekli “şakirt” diye anan çevrelerin kulakları çınlasın? -İ.S.) gece gelerek, siz uykuda iken onu alıp götürdüklerini söyleyin, Bu iş valinin kulağına gidecek olursa, biz onu yatıştırır ve sizi dertten kurtarırız. Askerler parayı alıp kendilerine söylendiği gibi yaptılar ve bu söylenti, bugüne kadar, Yahudiler arasında yayıldı durdu.

Oniki şakirt Celile’ye, İsa’nın onlara İşaret etmiş olduğu dağa gittiler. Onu gördükleri zaman, ona secde ettiler. Fakat bazıları kuşku duydu. İsa, yaklaşa­rak, onlara şöyle dedi: “Gökte ve yeryüzünde bütün hakimiyet bana verilmiştir. (Gökte ve yeryüzünde bütün hakimiyet kendisine verildiğine göre, ken­disine ve şakirtlerine en ağır işkenceler, hakaretler yapan ve kendisini idam ettiren (!) düşmanlarına bir kez olsun neden karşı koyup cezalan­dırmadığını insan sormadan edemiyor! İ.S.) O halde gidip bütün ulusları eğitin, onları Peder, Oğul ve Kutsal-Ruh (Ruhu’l-Kudüs) adına vaftiz edin. Ve size emrettiğim bütün şeylere uymayı onlara öğretin, işte ben, dünyanın sonuna kadar her gün sizinle beraberim!” (Matta, 27/62-66, 28/1-20, Yine bakınız: Markos, 16/1-19, Luka, 24/1-11, Yuhanna, 20/1-18)

“Bunları söyledikten sonra, onun yükseldiğini gördüler ve bir bulut onla­rın gözlerinden onu gizledi. Ve o giderken, onlar, gözleri göğe dikilmiş, orada durdukları sırada birden beyazlar giymiş iki adam onlara göründü ve onlara şöyle dediler: Celile’nin insanları, niçin böyle durup göğe bakıyorsunuz? Siz­lerin arasından göğe yükseltilmiş olan o İsa, aynen onun göğe doğru gittiğini gördüğünüz şekilde gelecektir.” (Havariler, 1/9-11) (Sırlar Dünyası veya Bü­yük Buluşma’daki gibi, meleklerden biri gelir, biri gider, biri dirilip göğe yükseldiğini söylerken, diğeri geleceğini söyler! -İ.S.)

“Başkahinler böylece İsa’nın şakirtleri tarafından götürüldüğünü kabul etmiş ve Vali’nin İsa’yı ve şakirtlerini bulup cezalandırmasını istememişlerdir. Bu putperest nöbetçi askerlerin başlarındaki komutan­lara değil de, Yahudi kahinlere gitmeleri ve onlardan aldıkları rüşvetle gerçeği saklamaları konusunda Kannengiesser “Bu putperest askerlik tekmil vermek üzere komutanlarına gidecekleri yerde, tutup uydurma şeyler anlatmak için kendilerine ücret ödeyen/rüşvet veren başpapazla­ra/kahinlere giderler.” diyerek kabir başındaki nöbetçi askerler öyküsİM nün gerçekdışı olduğunu ortaya koyuyor. Bu arada böyle bir senaryoyu kitabına aldığı için Matta ile alay ederek sözlerine şunu da ekliyor: “Alay etmekten sakınmak gerekir, zira Matta’nın niyeti son derece saygıdeğer niteliktedir. Çünkü sözlü rivayetlerle gelen eski bir bilgiyi yazılı eserine kendi usulümm yerleştiriyor. Fakat olayın sahneye konulusu, Jessus-Christ Superstar, olmaya değer.” (Jessus-Christ Superstar, İsa’nın hayat hikayesini çarpıtan biri Amerikan filminin adıdır.) [Maurice Bucaille, Age. 109]

Bu hikayeye bakınca, Romalılar birini asarak öldürüp kabre koyduktan üç gün sonra onu kabirden çıkardıkları ve nöbetçi diktikleri askerlerini başkahinlere göndererek Yahudilere ‘İsa’yı öldürdük, kabre koyduk, ama kabirden çıkıp gitti.’ süsü vermiş oldukları akla geliyor. Bu senaryo, Kur’an’ın “Onu öldürmediler ve asmadılar, ama onlara benzetildi (öyle geldi.)” buyruğunu doğrular niteliktedir. Öykünün ne derecede inandırıcı olup olmadığını okuyucuların takdirlerine ba­kıyoruz.

Şüphesiz yeni davetçiler ve taraftarları üzerine statükoların estirdik­leri korku, baskı ve şiddet atmosferini, böyle bir ortamda insanların or­taya çıkmaya kolay kolay cesaret edemeyip uzaktan gözetleme ve bilgi edinme işini daha çok dikkatleri çekmeyen kadınların ve çocukların yap­tığını gerek peygamberlerin hayatlarından, gerek okuduğumuz çağdaş İslami hareketlerin mensuplarının geçtiği süreçlerden ve gerekse yaşadı­ğımız ortamlardan biliyoruz.

Diriliş öyküsü ile ve başka konularla ilgili olarak bunları söylerken, kesinlikle başkalarının inancına saygısızlık etmek gibi bir düşüncemiz yoktur. Sadece gerek bu inancı benimseyen ve ona çağıranların ve gerek­se ona yönelecek insanların bu inancın temeli/kaynağı ve otantikliği/doğruluğu üzerinde iyice düşünüp taşınmaları gerektiği kadar, kıyametten önce İsa’nın tekrar geleceğine Müslümanlardan inananların da daha çok düşünüp taşınmaları gerektiğini belirtmek istedik.

 

 

 

Ayetlerde Geçen “Kelime”, “Ondan Bir Ruh”, “Ruhumuz” Sözlerinin Anlamı

Hz. Meryem, Yüce Allah’ın “Ol” demesi ve Cebrail’in ruh üflemesiy-le Hz. İsa’ya hamile kalmıştır. Bundan dolayı Hz. İsa “Allah’ın kelimesi” ve “O’ndan bir ruh” olarak anılır.

“…Meryem oğlu İsa Mesih, Allah’ın peygamberi, Meryem’e söylediği keli­me’si ve ondan bir ruhtur…” (4 Nisa/171)

“Melekler demişti ki: “Ey Meryem! Allah sana, Kendisinden bir kelime, adı Meryem oğlu İsa olan Mesih’i, dünya ve ahirette şerefli ve Allah’a yakın kılınan­lardan olarak müjdeler.” (3 Ali İmran/45)

Allah, Ruh olarak anılan Cebrail vasıtasıyla Meryem’e “hamile ol” demiş ve Meryem Hz. İsa’ya hamile kalmıştır. ‘Kelime’nin anlamı bu-dur.”Çünkü o bir şeyin olmasını istediği zaman sadece ona ‘ol’ der, o da olu­verir.” (2 Bakara/117, 3 Ali İmran/47,19 Meryem/35, 36 Yasin/82, 40 Mü­min/68) Yüce Allah’ın her şeyi yapma ve istediği gibi yaratma buyruğu­nun yaratılan bütün varlıklarda gerçekleştiğini görüyoruz.

Hem Kur’an’da, hem hadiste(Müslim, İman, 46) geçen ‘kelime’ ile ilgili olarak Kadı Iyaz’ın şöyle dediği belirtilir: “Hz. İsa’ya ‘Kelime’ denilmesi, Allah’ın ke­limesi sebebiyle dünyaya geldiği içindir. Sonra bu ‘kelime’ konusunda ihtilaf olmuştur. Bazılarına göre bu, ‘Ol’ kelimesidir. Bazıları ise, bu ‘Ke­lime’ Melek tarafından Hz. Meryem’e müjde olarak söylenen kelimedir, demişlerdir.” Ahmed Davudoğlu, Sahihi Müslim Tercüme ve Şerhi, 1/217-218.

Allah’ın yarattığı ruhun üflenmesiyle insana can verildiği bilinmek­tedir. Ruhu üflemek; Ruh(Bkz: Meryem, 17, Mearic, 4, Nebe’, 38, Kadr, 4), Ruhu’l-Kudüs, Ruhu’l-Emin(Bkz: Şuara, 193) olarak anılan Cebrail tarafından yapılmaktadır. Yüce Allah, Cebrail için “Ruhumuz” nitelemesi yapmaktadır; “Sonra, insanlardan gizlenmek için bir perde germiş­ti. Kendisine ‘Ruhumuzu’ göndermiştik de ona tam bir insan olarak görünmüş­tü. ” (19 Meryem, 17) gibi.

[Bkz: Bakara, 87, 253, Maide, 110, Nahl, 102. Tevrat’ta Ruhullah, Ruhullah’il-Kudüs, Ruhu’r-Rabbi’s-Salih, Ruh, Ruhu’l-Kudüs, kullanıldığı gibi, İncillerde de Ruhullah, Ruhu-‘r-Rab, Ruhu Yesu’ el-Mesih, vb. terimler kullanılmaktadır. Bkz. Abdulvehhab en-Neccar, Age. 462-463.]

Nitekim İncil’de de Cebrail’e Ruh denildiğini ve İsa’nın üzerine indi­ğine Yahya’nın tanıklık ettiğini görüyoruz:

“Bütün halk vaftiz olurken, İsa da vaftiz oldu. Dua ettiği sırada gök açıldı. Kutsal-Ruh, bedensel bir görünümde, bir güvercin gibi onun üzerine indi ve gökten: “Sen benim sevgili oğlum’sun, senden hoşnudum.” diye bir ses geldi.” (Luka, 3/21-22)

“Yahya yine şu tanıklığı yaptı: Ruh’un bir güvercin gibi gökten indiğini ve onun üzerinde durduğunu gördüm. Ben onu tanımıyordum, fakat su ile vaftiz etmeye beni gönderen, bana: Ruh’un kimin üzerine inip durduğunu görürsen, Kutsal-Ruh’la vaftiz eden, odur. dedi. Evet, gördüm ve tanıklık ediyorum ki o, Allah’ın oğludur.”(Yuhanna, 1/32-34) “İsa sudan çıktığı anda göklerin açıldığını ve Ruh’un birt güvercin gibi kendi üzerine indiğini gördü. Göklerden bir ses geldi: “Sen, benim sevgili oğlum’sun, senden hoşnudum.” Ruh, İsa’yı hemen çöle götürdü. Çölde şeytan tarafından denenerek kırk gün geçirdi. Yabani hayvanların arasındaydı ve melekler ona hizmet ediyordu.”(Markos, 1/10-13. Yine ‘İsa, Kutsal Ruh’la dolu olarak Ürdün kıyılarından geri döndü ve Ruh tarafından çöle götürüldü.”, (Luka, 4/1) İsa, Peder’den çıkıp dünyaya ondan meydana geldiğini be­lirterek şöyle diyor: “Ben Peder’den çıkıp dünyaya geldim. Yine dünyadan ayrılıyor ve Pedere gidiyorum.” (Yuhanna, 16/28)

“Annesi Meryem Yusuf ile nişanlıydı. Birlikte yaşamaya başlamalarından önce Meryem, Kutsal-Ruh (Ruhu’l-Kudüs)’ün etkisiyle hamile kaldı.” (Matta;’ 1/18)

Meryem’e gelen ve Allah’ın kendisine çocuk vereceğini müjdeleyen meleğin Ruhu’l-Kudüs diye anılan Cebrail olduğu da şöyle anlatılır: “Melek ona: Korkma Meryem, çünkü Allah önünde inayet buldun. Hamile ka­lacaksın, bir oğul doğuracaksın ve ona İsa adını vereceksin, dedi. “(Luka, 1/30-31) “Meryem’ meleğe: Bu nasıl olacak? Çünkü ben erkek bilmem.” dedi. Melek ona: Kutsal-i Ruh (Ruhu’l-Kudüs) senin üzerine gelecek ve Yüce Allah’ın kudreti seni gölgesi altına alacak, dedi…”(Luka, 1/34-35) Görüldüğü gibi, bu anlatımlardaki Ruh ve Ruhu’l-Kudüs ile, Kur’an anlatımındaki Ruh ve Ruhu’l-Kudüs aynıdır.

Yüce Allah, Kur’an’da gerek Adem/insanın yaratılışını, gerekse İsa’nın yaratılışını anlatırken ‘Ruh’ kelimesini bazan “Ben”, bazan “O” tekil zamirine, bazen “Biz” çoğul zamirine tarhlayan/muzaf olarak kul­lanır. Hepsinde “Ruh” kelimesiyle Cebrail’i kasteder. Onun için “Ondan bir ruh” (Nisa/171, Mücadele/22), “Onun Ruhundan üfledi.” (32 Secde/9), “Ruhumdan üfledim.” (Hicr/29, Sad/72), “Ona Ruhumuzu gönderdik.” (19 Meryem/17), “Ruhumuzdan üfledik.” (Meryem/17, Enbiya/91, Tahrim/12), “Onu Ruhu’l-Kudüs’le destekledik.” (2 Bakara/253,5 Maide/110) ayetlerinin hepsinde geçen Ruh’tan maksat, Cebrail’dir. Bu anlatımlarda “Ruh” söz­cüğü bazan Ben zamirine, bazen O zamirine, bazen Biz zamirine tamla­yan olarak kullanılmaktadır.

[BEN: Tekil zamir/Ben’e tamlayan olarak şöyle kullanır: “Rabbin meleklere: ‘Ben, balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp Ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın.’ demişti.” (15 Hicr/28-29,38Sâd/71-72)

O: Tekil zamir/O’ya tamlayan olarak şöyle kullanın “Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan, sonra onu şekillendirip ona Onun ruhundan üfleyen Allah’tır.” (32 Secde/7-9)

BİZ: Çoğul zamir/Biz’e tamlayan/muzaf olarak şöyle kullanır: ” Sonra, insanlardan gizlen­mek için bir perde germişti. Ruhumuzu göndermiştik de ona tam bir insan olarak görünmüştü.” (19 Meryem, 17), “İffetini koruyan Meryem’e Ruhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu, alemler için bîr mucize yapmıştık.” (21 Enbiya/91), “İffetini korumuş olan İmran kızı Meryem de bîr örnektir. Ona ruhumuzdan üflemiştik.” {77 Tahrim/12)

RUH: Başka bir yoruma göre, bu ayetlerde geçen “Ruh”‘tan maksat, Yüce Allah’ın kendi ruhu veya Cebrail değil, insan, hayvan, yer, gök, ağaç, su, hava, ekmek, gibi, varlık olarak malik/sahip olduğu bütün varlıklardan bir varlık olan Ruh olup ondan üflemiştir. Allah, bütün varlıkların sahibi olduğu gibi, canlılara can veren ruh denilen nesnenin de sahibi­dir. Böylece genel olarak insanın ve özel olarak İsa’nın Allah’tan bir ruh içermesi, Allah’ın ruhunu taşıması söz konusu değildir. Şüphesiz bu da makul ve ayetlere aykırı olmayan bir açıklama olmakla beraber belirttiğimiz gerekçelerle bizim tercihimiz, Ruh’tan maksadın Cebrail olduğudur.]

 

Yüce Allah, bütün bu durumlarda ruh üfleme işini, Ruh olarak bili­nen Cebrail aracılığı ile yapmakta, ama dolaylı özne, yani can veren ken­disi olduğu için mecaz olarak bunu kendisine nispet etmektedir. Tıpkı rüzgarları gönderirken, yağmuru yağdırırken, ekinleri ve ağaçları yerden bitirirken, rızkı, hastalık ve sağlığı, iyilik ve kötülüğü verirken, öldürür ve yaşatırken, tabiatta meydana gelen bütün işleri kendisine nispet ettiği gibi. Ancak dolaylı Özne olarak bütün işleri kendisi yaptığını söylediği halde, hepsinin koyduğu tabiat yasaları veya sosyal yasalar çerçevesin­de maddi sebepler sonucu/ona bağlı olarak meydana geldiğini biliyoruz. Bunun gibi, yarattığı insanlara ve bunlar arasından Hz. İsa’ya da ruhu, Ruh olarak andığı ve zamirlerle tamlayan olarak kullandığı Cebrail yolu ile/aracılığıyla üflemiştir. Onun için Hz. Isa veya bir başkası Allah’ın ru­hunun bir parçası değildir. Sadece Allah’ın “Ol” demesiyle olan ve ya­rattığı ruhun Cebrail tarafından üflenmesiyle başkaları gibi yaratılan bir insandır. Yaratma işinde bunun dışında bir anlam aramak yanlıştır.

Zaten yüce Allah ruh üflemeyi anlatırken hiçbir yerde ruh’u direkt nesne/meful olarak “Nafaha fîhi ruhahu=Ruhunu ona üfledi”, “Nafahtu fîhi ruhî-Ruhumu ona üfledim”, “Nafahna fihi ruhana-ruhumuzu ona üfledim” şeklinde kullanmaz. Onun yerine hep ondan bir ruh, onun ruhundan, be­nim ruhumdan, bizim ruhumuzdan, şeklinde Ruh’un kendisinden başka bir varlık olduğunu belirtecek şekilde cer harfi ‘min’ ile kullanmaktadır. Bu kullanımdaki “min ” cer harfi, bir şeyin parçasını belirtme anlamın­da baziyet değil, sahiplik, anlamında mülkiyet belirtir. Tıpkı “Resulün min Allahi” (98 Beyyine/2), “Rahmeten min Rabbik” (18 Kehf/82, Kasas/86, vb), “Ğadabin min Allah” (2 Bakara/61, 3 Âli İmran/112,16 Nahl/106. vb), “Gadabin Min Rabbihim” (7 Araf/152) ayetlerindeki gibi. Burada “min” harfinden sonra gelen şeyler, Allah’ın sahibi olduğu şeyler olup onun parçası değildir. Bu da Ruh’tan maksadın, Allah’ın kendisi veya kendi ruhu olmadığını gösterir.

[Arapça dilinde isim tamlamasının üç anlamı veya işlevi vardır. Biri, mülkiyet/sa­hiplik belirtmek. Abdullahi(ALLAH’IN KULU), gibi. Bu tamlama, kul’un Allah’a ait olduğunu, yani Allah’ın onun sahibi ve maliki olduğunu belirtir. Kur’an’da tamlayan/muzaf olarak can veren ruh, vahiy, melek Cebrail, anlamında kullanılan Ruh kelimelerinin geçtiği tamlamalar bu anlamda olup tamlananın/muzafun ileyhi’nin parçası değildir. Örnekteki kul anlamındaki abd’in Allah’ın parçası olmadığı gibi.

Kur’an’daki “Ruh” kelimeleri, baziyet/parçası olma anlamını belirten “min” harfi an­lamını içermekle beraber can veren ruh, vahiy, melek Cebrail Allah’ın parçaları olmadı­ğından Allah’a nispet edilen Ruh da Allah’ın parçası değildir. Sadece bu Ruh’un sahibi ve maliki olduğunu belirtir.

Biri de baziyet/parçası olduğunu belirtmek. Babulbeyti, gibi. Bu tamlamada Kapı anla­mındaki Bab kelimesi, tamlayan olup ev anlamındaki Beyt’in/muzafun ileyhi’nin bir par­çasıdır.

Diğeri de zarf anlamında olduğunu belirtmektir. Bunlar yer ve zaman isimlerinin tamla­yan/muzaf olduğu tamlamalardır. Yevmulahadi (pazar günü), hadikatulbeyti (evin bahçesi) gibi. Her üç tamlama çeşidi, tamlayan/muzaf olan ismin özellik (bir şeye veya kişiye ait olmasını) veya belirlilik kazanmasını sağlar.]

 

Kur’an’da geçen ‘Ruh’ kelimesinin “Allah” anlamında yorumlanma­sının Animizm gibi, batıl din ve inançlardan esinlenerek yapıldığını sanıyoruz. Çünkü Kur’an’da ‘Ruh’ kelimesinin ‘Allah’ yerine kullanıldığı hiçbir yer yoktur.”Ruhî, Ruhihî, Ruhuna/Ruhana/Ruhina, gibi, Ruh” kelime­sinin Allah yerine kullanılan zamir ile isim tamlaması formunda kulla­nışları da gösteriyor ki burada kullanılan Ruh, Allah’ın kendisi değildir. Çünkü isim tamlamasında mutlaka tamlanan ile tamlayan ayrı iki şey­dir. Değilse, gözün gözü, kulağın kulağı, suyun suyu gibi, aynı şey kendi kendisine tamlanmış olur ki hiçbir dilde bunun anlamı olmaz. Çünkü bir şeyin kendi kendini tamlaması diye bir şey olmaz. Zaten Kur’an’da doğ­rudan Ruhullah/Allah’ın Ruhu şeklinde bir kullanış yoktur.

Ne yazık ki tasavvuf felsefesine damgasını vuran ve Celaleddin Rumi’nin kamışlıktan koparıldığı için ayrılıktan şikayet ederek inleyen kamış edebiyatında tasvir ettiği gibi, (bkz. Mesnevi, ilk onsekiz beyit), insanın Allah’tan ayrıldığı için sürekli ona kavuşma özlemi taşıdığı ve ölümle bu en büyük özlemine kavuştuğu (şeb-i arûs) felsefesinin yönlen­dirmesiyle insanın Allah’tan bir parça olduğunu düşünmek ve Hz. Isa ile ilgili geçen Ruh kelimelerini Hıristiyanlar gibi anlamak için zihinler ha­zır hale getirilmiştir. Oysa ne insan Allah’tan ayrılan ve onunla bütünleş­mek için bir an önce ölmek için can atan bir parçadır, ne Hz. İsa Allah’ın ruhunun bir parçasıdır.

Yukarıda belirttiğimiz gibi yalnız Hz. İsa değil, bütün insanlar Allah’ın verdiği, yani ondan bir ruh ile var olmaktadırlar. Yoksa bu ruh, Allah’tan bir parça olup Hz. İsa’da İlahlık/Tanrılık bulunduğu veya bir yönü ile İlah/Tanrı, bir yönü ile insan iki tabiatlı bir varlık (Pierre Dubois, (Latin Katolik Cemaati başkanı), Yuhanna’ya Giriş, 244, Ankara 1986) olduğu an­lamında değildir. Yani Hz. İsa, Allah, İlah/Tanrı veya İlah-Oğul, İnsan-Oğul, yarı Tanrı değil, yalnız ve yalnız Allah’ın “Ol” emri ile yarattığı ve Cebrail/Ruh’un Meryem’e müjdeliği yaratılmış insan bir peygamberdir.

Onun için Ruh’un tamlama formunda kullanılması, Kur’an’da kul­lanılan Beytullah, Nâketullah, ibadullah, Eyyâmullah, Azâbullah, Gazabullah, Arzullah, Resulullah, Kitabullah, Kelâmullah, Abdullah, vb. kullanışlardan farksızdır. Allah ismi ile tamlama yapan bu şeyler nasıl ki Allah’ın kendisi değilse, onun yerini tutan zamirle tamlama formunda kullanılan Ruh da Allah’ın kendisi değildir. Allah, sahip olduğu diğer şeyleri kendisine nispet ettiği gibi, Ruh’u da kendisine nispet ederek tam­lama şeklinde kullanmaktadır. Ruhu’l-Kudüs/Kutsalın Ruhu tamlaması da aynı şekildedir. Onun için gerek Kur’an’da, gerekse hadislerde kulla­nılan ‘Ruh’ kelimesi, Allah’ın kendisi anlamında değil, ya sahip ve malike olduğu şeylerden ‘Ruh’ adını taşıyan varlık yahut Cebrail, Vahiy, Kitab anlamındadır.

Allah’ın yarattığı varlıklara verdiği Ruh’un yanlış olarak Allah’ın kendisi veya ondan bir parça olarak anlaşılması, insanları vahdeti vücud veya panteizm olan hulul anlayışına götürmüştür. İslam öncesi inanç ve kültürlerde bulunan bu anlayış bir şekilde İslam kültürüne sızmıştır. Buna inanmış olanlar da Kur’an ve hadislerden dayanak bulmak gayre­tiyle Ruh kelimesinin geçtiği bu tür ayetleri ve benzerlerini bu anlayış doğrultusunda yorumlayarak batıl inanışlarına İslami bir temel yapmaya çalışmışlardır. Allah söylediklerinden münezzehtir.

 

 

 

 

“Rab, Baba, Oğul” Sözcüklerinin Saptırılması

Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu diye niteleyen/değerlendiren ve bundan dolayı da sapıtan Hıristiyanların sapıtmalarının sebeplerinden biri de, kelimeleri veya kavramları yanlış anlamalarıdır. İnciller’de Hz. İsa için çokça kullanılan “Rab” kelimesi de İbranice aslında “Hoca/Öğretmen” anlamında olduğu halde, ama yanlış tercüme sebebiyle, ama kasıtlı de­ğiştirilerek “Tanrı” anlamına dönüştürülmüştür.

İnciller’de ve Hıristiyanlar arasında İsa için “Rab” sözcüğünün kullanılması büyük ihtimalle, “Isa, Ona: Meryem, dedi. O da dönüp ona Ibranice “Rabbuni”, yani Hoca, dedi.” Yuhanna, 20/16, 1/38) kullanımında oldu­ğu gibi, İncil’in Aramice metnindeki “Hoca/Öğretmen” anlamında olan “Rab” kelimesinin Tanrı anlamındaki “Rab” sözcüğü ile karıştırılmasın­dan kaynaklanmış ve Allah için kullanılan bu sözcük zamanla Hz. İsa için kullanılır olmuştur. İndilerde bu kelimelerin “Hoca” diye çevrildiği yerler çoktur. Nitekim aynı ifade hoca, muallim, anlamında Yahya için de (Luka, 3/12) kullanılmaktadır. Değilse, aklı başında ve Allah inancı doğru olan bir insanın Allah’tan başkası için bu ifadeleri kullanması düşünüle­mez. Aşağıdaki şu kullanışlara bakınız:

“Fakat kadın geldi, önünde secde edip durdu: Ya Rab, dedi, yardımıma gel. (…) Fakat kadın: Doğrudur, Ya Rab, dedi.” (Matta, 15/25-27), “Şakirtler Rabbi görünce, neşe ile doldular.” (Yuhanna, 20/20), “Onlara ne arıyorsunuz? dedi.

Rabbi! (Hoca anlamındadır), diye cevap verdiler.” (Yuhanna, 1/38), “O zaman İsa onlara: Nasıl diyebilirler ki Mesih, Davud’un oğludur? diye sordu. Çünkü Davud kendisi, Mezmurlar kitabında şöyle diyor: “Rab, Rabbime dedi: Ben düş­manlarını senin ayaklarının altına serinceye kadar, sen sağımda otur”. Davud onu Rab diye çağırıyor. O halde nasıl onun oğlu olabilir?” (Luka, 20/41-44) “Havariler bir araya toplanmış ve ona şu soruyu sormuşlardı: Ya Rab, İsrail’in hükümranlığını yeniden kuracağın zaman geldi mi?” (Havariler, 1/6)

Nitekim 20. Vatikan Ruhani Meclisi’nin ilahi vahiy hakkında tespit ettiği anayasada ‘Tanrı Oğlu İsa” ifadesinin açıkça kullanıldığı belirtil­mektedir.” [Bkz. Maurıce Bucaille, Müsbet İlim Yönünden Tevrat, İndiler ve Kur’an, 132.]

 

Bu ifadelerde ve Markos İncili için “Allah’ın oğlu Mesih İsa’nın İncili’nin başlangıcıdır.” (Markos/1/1) ifadesinde geçtiği gibi “Rab” veya “Tanrı Oğlu” gibi sözcükleri kullanmak ve kutsal kitaba yazmak, tevhid inancını bozmak ve Allah’tan başka tanrılar edinmekten başka bir şey değildir.

İsa için “Rab, Rabbim, Allah’ım, Allah’ın Oğlu, Tanrı’nın Oğlu, Baba’nın Oğlu, İnsan-Oğul, vb.” ifadeler, İndilerin hepsinde yaygın ola­rak kullanıldığı gibi, bugün de Hıristiyanlar tarafından kullanılmakta ve Allah’ın nitelikleri İsa’ya verilerek ancak Allah’ın yapacağı şeyler İsa’dan istenmektedir. Örneğin, daha 8 Ocak 2004’te Atv’nin yayınladığı Protes­tan Pastörü’nün yaptığı okuyarak üfürükle tedavi etme ayininde “Baba, Ya Rab, Mesih İsa Ya Rab, Tanrı’nın Oğlu, yetim yüreğim sana tapıyor, şifa ver Ya Rab, bizim Tanrımız İsa, vb.” ifadeler pervasızca yoğun bir şekilde kullanılıyordu.

Onun için gerek İsa için İndilerde kullanılan Rab, Allah, Allah’ın Oğlu, Tanrı’nın Oğlu, İnsan-Oğul, gibi nitelemelerin, gerekse Zebur’da Hz. Davud için kullanılan “Bana: Sen benim oğlumsun, bugün ben sana baba oldum, dedi.” (Mezmurlar/Zebur, I. KİTAP/7) ifadelerindeki “oğlu” keli­mesinin “Allah’ın halifesi, Allah adamı, seçilmiş kişi” anlamında olduğu, bu sözcüklerle İsa’nın veya Davud’un gerçekten Allah’ın oğlu oldukları anlamında değil, Allah’ın niteliklerinin seslendirilmesi anlamında kulla­nıldığı, savunmaları doğru ve tutarlı değildir.

Türkçe’de ‘oğlu” kelimesinin ne anlama geldiği ve nasıl kullanıldığı bilindiği halde Keldanice, İbranice, Ârâmice, Yunanca, vs. dillerinden ya­pılan çevirilerde söz konusu kişiler için ille de “oğlu” nitelemesinin yapıl­ması, yapılan savunmaların doğru ve tutarlı olmadığını göstermektedir. Olay iddia edildiği gibi olsaydı, söz konusu dillerde Allah’ın Peygamberi, halifesi, Allah adamı, ermişi, seçilmişi, sevgili kulu, gibi anlamları belir­ten kelimeler Türkçe’ye çevrildiğinde “oğlu” yerine bu anlamları belirtil kelimeler kullanılırdı ve hem suçlamaların hem de onlara karşı yapılan savunmaların önüne geçilmiş olurdu. Halbuki bütün bunlara rağmen söz konusu kelimeler veya nitelemeler yerine, “Baba-Oğul” ikiliğinden başka bir şey çağrıştırmayan “Oğul” kelimesi özellikle kullanılmakta ve Baba-Oğul inancı seslendirilmektedir.

Nitekim Kur’an’ın bunu “Yahudiler, ‘Üzeyr Allah’ın oğludur.’ dediler; Hıristiyanlar da ‘Mesih Allah’ın oğludur.’ dediler.” (9 Tevbe) ifadeleriyle be­lirtmesi, Yahudilerin ve Hıristiyanların Üzeyir ve İsa için yazılı ve sözlü olarak “Oğul” kelimesini, karı-kocanın çiftleşmesinden doğan oğul anla­mında değilse de, Baba-Oğul ikiliğini çağrıştıran anlamda kullandıkla­rının göstergesidir.

Baba-Oğul anlamında değil, yukarıdaki anlamlarda kullanmış olsa­lardı, Allah “Bu, daha önce inkar edenlerin sözlerine benzeterek söyledikleri sözdür…” (9 Tevbe/30) demezdi. Çünkü “Üzeyr Allah’ın oğludur.” di­yen Yahudilerin ve “Mesih Allah’ın oğludur” diyen Hıristiyanların tipli “Cinleri o yaratmışken kafirler onları Allah’a ortak koştular, körü körüne ona oğullar ve kızlar uydurdular…” (6 Enam/100) dediği kafirlerin söyledikleri gibi söylediklerini belirtmektedir.

“Günümüz Hıristiyan toplumunun kanonik/resmi saydığı İndilerde, Kur’an’ın işaret ettiği bu tür ifadelere oldukça sık rasrlamak mümkündür (bkz. Matta, 8/29,16/16, Markos, 1/1, 3/11, 5/7, Luka, 4/41, 8/28, 10/21-22, Yuhanna, 3/16-18, 5/19-20) Ancak bazı Hıristiyan teologlar Hıristiyanla­rın İsa’ya “Allah’ın Oğlu” admı verdiklerini belirtmekle birlikte, bunun Hıristiyanlar için İsa’nın Tanrı tarafından fiziksel olarak tevlid edildi-ği/doğurulduğu şeklinde değil, Tanrı’nın İsa ile içten bir ilişki kurduğu, ezeli ve yaratılmamış mesajının İsa’da varolduğu, şeklinde anlaşılması gerektiğini belirtirler.”

[Dr. Osman Güner, Resulullah’ın Ehl-i Kitap’la Münasebetleri, 179; Thomas MicheM Hıristiyan Tann Bilimine Giriş, 60; Watt, Günümüzde İslam ve Hıristiyanlık, 203; Muhammed Ebu Zehra, Muhadarat fi’n-Nasraniyye, 103’ten naklen.]

 

Şüphesiz her iki dinin mensuplarının bu insanlar için “oğul” ve Allah için “baba” ifadelerini kullanmalarının anlamı, biyolojik anlamda baba-oğul değil, (6 Enam/100) ayetinde belirtilen ve cinleri Allah’a ortak koşan, ona oğullar ve kızlar uyduran inkar edenlerin kullandığı anlamdadır. Allah’a oğullar ve kızlar uyduran inkar edenler bu kelimeleri hangi an­lamda kullanmış/kullanıyorlarsa, bunlar da o anlamda kullanmış ve kul­lanmaktadırlar. Onun için Allah, bunların kullanmasını onların kullan­masına benzetmektedir. Bu yüzden her iki kitapta da ‘oğlu” kelimesinin “üstün, seçilmiş, Allah’ın halifesi, elçisi, Allah adamı, sevgili kulu, vb.” anlamlarda kullanıldığı yönündeki savunmalar gerçeği yansıtmamakta­dır.

Şüphesiz Allah, “Ondan başka tanrı yoktur, ortak koştuklarından münezzehtir.” 9 Tevbe/31, Yunus/18, Araf/190, Nahl/1,3, Müminun/92, Neml/63, Kasas/68, Rum/40, Zümer/67) “Onların nitelemelerinden yücedir.” (6 Enam/100) “Onların söylediklerinden münezzehtir, yücedir.” (17 İsra/43)

Yine, İnciller’de Hz. İsa için çokça kullanılan “İnsan-Oğul” ifadesinin de yanlış anlaşılan ve sapıtmaya yol açan terimlerden olduğunu gör» mekteyiz. Tıpkı Kur’an’da “insanoğlu” anlamında “Benî Adem”‘ ifadesi kullanıldığı gibi, İncil’in orijinalinde de Hz. İsa’nın “Allah’ın oğlu insan” anlamında değil, “Adem’in soyundan gelen, Adem oğlu, insan olan Meryem’in oğlu” anlamında “insanoğlu” şeklinde kullanılmış olması gerekir. Ama bu ifadenin sonraları Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu uyduran zihniyet tarafından “Allah’ın oğlu” formuna sokulduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Allah’ın ona yaptığı büyük iyilikleri düşünerek de birçoğu kendisini tan­rılık derecesine çıkarmış ve sapıtmıştır.

[Öyle görülüyor ki Hıristiyanlar “Rab” kelimesini yanlış çevirip anladıkları ve kul­landıkları gibi, “Baba-Oğul” ve “İnsan-Oğul” ifadelerini de yanlış anlamış ve kullanmış­lardır. Nitekim İndilerde, “Baba-Oğul” ifadesi başkaları için de kullanılmaktadır. Mesela, “Barışı gerçekleştirenlere ne mutlu! Çünkü onlar Allah’ın dua eden oğullarıdır. Kendinizi kutlayınız, Göklerde olan Babanızın Oğulları olabilmeniz için size buğzedenlere iyilik yapınız, size kötülük yapanlar ve kovanlar için namaz kılınız/dua ediniz.” (Matta/5/9) denilmektedir.

“Sizler, babanızın yaptıklarını yapıyorsunuz- (Yahudiler) biz zina çocukları değiliz, bizim tek ba­bamız vardır ve o da Allah’tır, dediler. İsa onlara ‘Allah babanız olsaydı beni severdiniz, sizler İblis babanın oğullarısınız, babanızın şehvetlerini işlemek istiyorsunuz…” (Yuhanna, 8/41-44)

“Allah’tan doğanlar günah işlemezler, çünkü onun ekini onda sabittir ve günah işleyemez, çünkü Allah’tan doğmuştur. Allah’ın oğulları ile İblis’in oğulları bu şekilde ayrışır.” (Yuhanna/3/9-10) “Kimler seviyorsa, Allah’tan doğmuştur.”(Yuhanna/4/7)

“Yesu’un Mesih olduğuna kim inanıyorsa, Allah’tan doğmuş demektir. Kim babayı seviyorsa, ondan doğanı da sever. Böylece Allah’ı sevdiğimiz ve vasiyetlerini tuttuğumuz zaman Allah’ın oğul­larını sevdiğimizi anlarız.” (Yuhanna/5/1-2)

“(Kadın), bana dokunma, çünkü henüz babama yükselmedim, fakat kardeşlerime git ve onlara benim ve onların babasına, benim ve onların ilahına çıkacağımı söyle.” (20/17) Matta İncili’nden de benzer örnekler verilmektedir.

Nitekim Allah’ın “oğlum” dediği herkes gerçekten Allah’ın oğlu ve tapılmaya layık bir tanrı olsaydı, bütün İsrailoğulları tanrılar olurdu. Çünkü (İsrailoğulları kitaplarında) Allah, İsrailoğulları için “oğlum” sözcüğünü kullanmaktadır. Mesela “Ben İsrail’in babası oldum, Efram/İbrahim benim ilk oğlumdur.” (Ermiyah/31/9) “Kulum Davud’u gördüm, onu kutsal bir yağla meshettim.”Sen babamsın, Hanımsın, destekleyicim ve kurtarıcımsın.” diye bana dua ederdi. Ben onu yeryüzünün bütün krallarından üstün bir ilk (oğul) yapacağım.” (Mezmur, 88/20,26,27)

Hz. Süleyman için Allah “Ben onun babası, o da benim oğlum olacaktır.” (2. Samuel, 8) dem Bütün bu alıntılar için bakınız: Abdulvehhab en-Neccar, Age. 458-459.

Hıristiyanlar, İncillerin çevirilerinde veya ilahiyat dilinde bu müteşabih lafızları kullanarak İsa’nın Allah’a göre konumu konusunda sapıttıkları gibi, Yahudiler de Üzeyir konusun­da sapıtmışlardır. Onun için bu tür şüpheli şeylerden kaçınmak gerekir. Hz. Peygamber’in, “Helal açıktır, haram da açıktır, aralarında şüpheli şeyler vardır ki insanlardan çok kişi onları bilmez. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli şeylere dalanlar harama dü­şerler. Tıpkı koruluk çevresinde otlatan çobanın koyunlarının her an koruluğa girmesi muhtemel olduğu gibi. Haberiniz olsun, her hükümdarın bir koruluğu vardır. Allah’ın koruluğu ise, haram kıl­dıkları/yasaklarıdır…” (Buharı, iman, 39; buyu’, 2; Müslim, müsakat, 107; Ebu Davud, buyu’, 3; Tirmizi, buyu’, 1; Nesai, buyu’, 2; eşribe, 50; İbn Mace, fiten, 14) buyurması ve çok kez belirttiğimiz gibi kendisini aşırı övmekten sakındırması bu endişedendir.

Araf/26,27,31,35,172, İsra/70, Yasin/60, gibi. Bilindiği gibi Adem insandır ve “Ade­moğlu”, insanoğlu demektir.

İlginçtir; filmlerde gördüğümüz gibi, ayinlerde ve yakarmalarda kendilerini koruması ve kötülüklerini bağışlaması için Allah yerine İsa’ya dua edilmekte ve bu şeyler ondan istenmektedir. Isa bağışla, İsa koru, İsa kurtar, İsa ver, gibi. Bunlar, abartma ve değiştirme­lerle dinin nasıl altüst olduğunu çok açık göstermektedir.]

 

Halbuki ‘Allah, ‘Ruhumdan, Ruhundan, Ondan Bir Ruh’ ifadesini sade­ce Hz. İsa için değil, ondan önce Adem için kullanmaktadır. “Rabbin me­leklere: ‘Ben, balçıktan, işlenebilen kara çamurdan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın.’demişti.” (Hicr/28-29, Sad/72)

‘Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan, sonra şekillendirip ona ruhundan üfleyen Allah’tır. Size kulaklar, gözler, kalpler verilmiştir. Öyleyken, pek az şükrediyorsunuz.” (32 Secde/7-9)

Aynı şekilde en yakın akrabaları da olsa, kim olursa olsun Allah’a ve Resulüne düşmanlık yapan kişilere sevgi beslemeyen bütün müminler için de kullanarak “ondan bir ruh”la onları desteklediğini şöyle belirtir:

“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir toplumun, babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları olsa bile Allah’a ve Peygamberine karşı gelenlere, sev­gi beslediklerini görmezsin. İşte Allah, imanı bunların kalplerine yazmış, Ondan bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnut olmuştur. İşte bunlar, Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki, mutluluğa erecek olanlar, Allah’tan yana olanlardır.” (58 Mücadele/22)

“Ondan bir ruh” ifadesinden “Allah’ın ruhu” anlamını çıkaran mantığa göre hareket edersek, o zaman “ondan bir ruh” ile desteklediği müminler de Allah’ın Ruhu, Allah’ın Parçası, İnsan-Oğul, olması gerekir ki bunun ne kadar saçma olduğu açıktır.

“Rivayete göre Hıristiyan büyüklerinden biri, Kur’an okuyan bir kişinin “İsa, Allah’ın Meryem’e kelimesi ve ondan bir ruh’tur.” (4 Nisa/171) ayetini okurken dinlemiş, bunun üzerine “Ayet, İsa’nın Allah’ın Meryem’e kelimesi ve Allah’tan bir parça olduğunu gösteriyor.” demiştir. Orada bulu­nanlar arasında olan Hasan b. Ali b. Vafi, Hıristiyanın bu iddiasına şu cevabı vermiştir:

“Allah, göklerde olanların, yerde olanların hepsini kendisinden sizin buyru­ğunuz altına vermiştir.” (45 Casiye/13) buyurmuştur. Eğer ‘Ondan bir ruh’ sözünden İsa’nın Allah’tan bir parça olması gerekiyorsa, göklerde ve yer­de kendisinden olan her şeyin de ondan bir parça olması gerekir, halbuki bunu söyleyen kimse yoktur. Onun için bu sözden maksat, olsa olsa onun yarattığı şeylerdir.” demiştir.”

[Ahmed Davudoğlu, Sahihi Müslim Terriime ve Şerhi, 1/218. Hz. Adem’in veya Hz. İsa’nın yahut bir başkasının Allah’ın parçası veya oğlu olduğunu belirtmeyen “Ondan” ve “Kendisinden” anlamındaki sözcükler, olsa olsa her şeyi Allah’ın bir parçası veya yansıması veya görünümü veya feyezanı veya tecellisi olarak gören vahdeti vücut/panteizm felsefesi­ne malzeme yapılabilir. Halbuki Allah’ın bütün bu anlayışlardan münezzeh olduğu muh­kem ayetlerle sabittir.]

 

Allah, insanlara vahiy gönderir. Ancak bu vahyi Melek/Cebrail va­sıtasıyla insanlara iletir. Tıpkı her şeyi kendisinin yaptığını belirtirken, onu tabiat kanunu/sosyal yasa ile gerçekleştirdiği gibi, vahyi indirmesi de Cebrail vasıtasıyla yapmaktadır. Onun için vahiy indirmesi Cebrail vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Zaten Allah’ın insanlarla/peygamberlerle konuşması da ancak Melek/Cebrail vasıtasıyla peygamberin kalbine il­ham ederek veya vahyi onunla ileterek yahut perde/eşya gerisinden on­larla konuşarak olmaktadır. Nitekim ruh ve vahiy ikisi de diriltici, hayat verici olduğu için bu işleri gören Cebrail’e de “Ruh” denilmektedir.

[Ruh’un hayat vermesi, “Ey inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı zaman kabul edin.” (8 Enfal/24) ayetinde belirtildiği gibi gerçek anlamda, vahyin ha­yat vermesi ise mecazi anlamdadır. Çünkü vahyin insanlara hayat vermesi, maddi olarak ölmüş kişileri bedenen diriltmek şeklinde değil, cahiliyye hayatından kurtarıp Allah’a kul yapmak, böylece ahirette cehenneme gitmekten kurtararak cennette sonsuz yaşatmak an­lamında mecazi diriltmedir. Onun için Hz. İsa’nın mucize olarak bazı ölüleri diriltmesine karşın, Hz. Muhammed’in bugüne kadar milyarların cahiliyye hayatından kurtularak dün­yada ve ahirette hayat bulmasına sebep olduğu seslendirilir.]

 

“Ondan bir ruh” ifadesi kullanıldığı veya “Ondan bir ruh” ile des­teklendiği için İsa Allah’ın oğlu veya Tanrı olacaksa, o zaman “Ondan bir ruh” üflediği Adem’in ve diğer insanların, yukarıda ruh ile destekle­diğini belirttiği bütün müminlerin de Allah’ın oğlu veya Tanrı olmaları gerekir. Halbuki bu yanlış bir anlama olup gerek Allah, gerekse bütün peygamberler ve müminler bundan münezzehtir.

Yine, Allah açısından İsa’nın yaratılışı ile Adem’in yaratılışı benzer ve ikisi O’ndan/O’nun verdiği bir ruh ile yaratılmış iken, hatta Adem’in anasız babasız ve örneksiz topraktan yaratılması daha büyük bir olay1 iken, hatta Havva’nın ya erkek olan Adem’den veya onun yaratıldığı gibi örneksiz olarak anasız babasız onun türünden veya topraktan yaratılma­sı daha büyük iken, Hıristiyanlar bu ikisinin anasız babasız yaratılışına bakarak sapıtmadıkları yahut onlara ve Allah’a baba-oğul olarak bakma­dıkları halde, kitaplarında tevhid inancının bozulması ve çıkmazlara girmeleri sonucu Hz. İsa’nın yaratılışına bakarak Yüce Allah ve Hz. İsa için böyle bir inanca ve adlandırmaya giderek sapıtmaları çok üzücüdür.

[Hz. İsa’nın insanlara tebliğ ettiği orijinal bir İncil’in mevcut olmasını ne kadar is­terdik! Ama ne yazık ki böyle bir İncil mevcut değildir. Mevcut İndiler, Allah’ın bildirdiği orijinal vahiy değil, Hz. İsa’nın hayatı ve peygamberliği hakkında insanların akıllarında kalanların veya anlatılanların onlarca yıl sonra yazarları tarafından derlenerek kitaplaştırılmasıdır. Tıpkı Hz. Peygamber’in söz ve uygulamalarıyla ilgili halk arasında ağızdan ağıza gelen bilgilerin daha sonra siyer ve hadis külliyatı yazarları tarafından ravilerden derlene­rek kitaplaştırılması gibi, her İncil yazarı onlarca yıl sonra bu bilgileri anlatanlardan derle­yerek kendi anlayışı ve kişisel düşünceleri doğrultusunda bir İncil meydana getirmiştir.

Örneğin, Havariler kitabı bir tür Raşid Halifeler tarihi niteliğinde olup Dubois, onu şöyjja
tanıtır: “Mesih İsa’nın dünyamızdan ayrılmasından sonraki yıllarda Hıristiyan dininin gelişmele­rini ve yayılışını anlatmakta, özellikle Petrus’un ve Paulus’un eylemlerini ve sözlerini kaydetmektedir.”(Age.307) {

Aralarında en meşhur filozoflann, düşünürlerin, sosyologların, edebiyatçıların, pozitif bilim şampiyonlarının, tarihçilerin, sanatçıların bulunduğu Hıristiyanların onlarca yıl son­ra derlenen ve birbiriyle çelişen bu bilgilere Allah’ın vahyi gibi inandıkları halde Kur’ana inanmamalarını anlamanın zor olduğunu belirten Seyyid Ebu’l-Kasım el-Hûî şöyle der:

“Çelişkiler ve tutarsızlıklarla dolu Tevrat ve İncil’lere inandıkları halde, insanlığa hidayeti öğ­reten, dünya ve ahirette mutluluk yollarını gösteren ve Allah tarafından korunan Kur’an’a Batılı bilim adamlarının ve düşünürlerinin inanmamaları çok tuhaftır! Ne yazık ki bağnazltk, öldürücü bir hastalıktır. Gerçeğin peşinde olanlar da azdır.” (el-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an, el-Medhal, 54, 86, Müessesetu’l-A’lemî li’1-Matbuat, Beyrut, 1974)]

Halbuki belirtiğimiz gibi Allah açısından Adem’in yaratılışı ne ise, İsa’nın yaratılışı da odur. Yüce Allah bunu belirterek şöyle buyurur:

“Şüphesiz Allah’a göre İsa örneği, kendisini topraktan yaratıp sonra ol de­mesiyle olmuş olan Adem örneği gibidir. Gerçek Rabbindendir, o halde şüphe­lenenlerden olma. Sana ilim geldikten sonra, bu hususta seninle kim tartışacak olursa de ki: ‘Gelin, oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, ken­dimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lanetleşelim de, Allah’ın lanetinin yalan­cılara olmasını dileyelim.’ Şüphesiz bu anlatılanlar gerçek olaylardır. Allah’tan başka tanrı yoktur. Şüphesiz Allah güçlüdür, hakimdir. Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah bozguncuları bilir.” (3 Ali İmran/59)

Hz. Muhammed için de “De ki: Kur’an’ı, Ruhü’l-Kudüs Rabbinin ka­tından, inananların inançlarını pekiştirmek, Müslümanlara doğruluk rehberi ve müjde olmak üzere gerçekle indirmiştir.” (16 Nahl/102), “Şüphesiz Kur’an alemlerin Rabbinin indirmesidir. Apaçık Arap diliyle, uyaranlardan olman için onu er-Ruhu’l-Emin senin kalbine indirmiştir.” (26 Şuara/193) buyurmakta­dır.

Hz. Muhammed’e Ruhu’l-Kudüs/Cebrail vahiy getirdiği, onu destek­lediği ve vahiy konusunda güvenilir olduğundan Ruhu’l-Emin olarak da adlandırıldığı halde kimse buna bakarak Hz. Muhammed için ‘Allah’ın oğlu’ veya ‘Rab’ dememiştir.

[Hz. Muhammed için kimse böyle dememiştir ama Bektaşi kimi kişiler bunun da ötesine giderek Hz. Ali için daha beterini söylemektedir. Prof. Dr. A. Yaşar Ocak’ın kitabın­daki örneklerden yaptığımız sağıdaki alıntıların tevhid sınırını çoktan aştığını görüyoruz. Örneğin ‘Hatai’ mahlasıyla şiir yazan Şah İsmail şöyle der:

“Lafeta illa Ali şanında olmuştur nüzul-Hadd içinde sikke vü dinarsın sen ya Ali-Evvelü Ahir de sensin Zahirü Batın da sen-Aklı Evvel’den hüveyda/varolan yarsın sen ya Alî” (Hatayi Divanı, 150’den naklen A. Yaşar Ocak, Age. 202) sözleriyle Ali’nin uluhiyetini seslendirirken, şu mısralarla da Allah’ın onun bedeninde cesetlendiğini anlatır:

“Yer yoğ iken gök yoğ iken ta ezelden var idim- Gevherin yek donesinden ilerü perkâr idim-Gev heri âb eyledim tuttu cihanı ser be-ser-İnsü cinni Arşü Kürsi yaratan Settar idim-Girdim Adem] donuna/bedenine sırrımı kimse bilmedi-Men o beytullah içinde ta ezelden var idim.” (Hatai Divani,, 156’dan naklen A. Yaşar Ocak, Age. 202)

Ve hem Pır Sultan Abdal, “Gafil kaldır şu gönlünden gümanı/şüpheyi-Bu mülkün sahibi Ali değM mi-Yaratmışttr onsekiz bin alemi-Rızıkları veren Ali değil mi” (Cahit Öztelli, Pır Sultan Abdal, 94’den naklen A. Yaşar Ocak, Age. 202) Hem Viranı’ “Evvel O’durÂhir O’dur-Bâtın O’dur, Zahir O’dur-Tayyib Ol’dur Tahir Ol-Ali Ali Ali Ali” (Besim Atalay, Bektaşilik ve Edebiyatı, 83’den naklm A. Yaşar Ocak. Age. 203) sözleriyle bu sapmanın daniskasını seslendirirler.]

 

Ama nedense Hıristiyanlar, İndilerin anlatımındaki sembolizm, abartma, yanlış çeviri ve başta Paulus olmak üzeresi din adamlarının Hıristiyanlığı sekülerleştirerek putperest Roma yöne­timi ile uzlaştırma ve belirsizlikler yumağına dönüştürme çabaları gibi faktörlerin yanında, bu kelimelerin kullanılışından hareket ederek Hz. İsa’yı yücelttikçe yüceltmekte, onu Rab, Allah’ın oğlu anlamında “Oğul-İnsan” diye nitelemekte, öldükten sonra dirilterek göğe çıkarmakta, Yüce Kudret diye anmakta, Allah’ın sağ yanına oturtmakta, Allah’ın ona hulul ettiğini/içine sindiğini söylemekte, Allah adına kullar arasında hakemlik yaptırmakta ve insanları günahlarından kurtarmak, bağlılarına dünya egemenliğini vermek ve dünya cennetini kurmak için kıyametten önce Mesih olarak tekrar geleceğine inanmaktadırlar! Ne yazık ki bu yanlış! inançlarını bilgisizce ve bilinçsizce pekçok Müslüman da paylaşmakta­dır. Doğrusu, tevhid dini olan bir din ve onun yüce peygamberi ancak bu kadar muammalara dönüştürülür ve içinden çıkılmaz bir duruma soku­labilir! Onun için bu muammalar ve çarpıklıklar karşısında Hıristiyanlık’ dini bağlılarının genelllikle “imanın akıl işi değil, kalp işi olduğunu” söyle­melerine şaşmamak gerekir.

 

 

 

Mesihçilik Tezine / Hz. İsa’nın Sözde Dönüşüne Delil Gösterilen Ayetlerin Değerlendirilmesi

Aşağıdaki ayetlerde belirtilen olaylar, ikinci gelişi kabul edenler ve etmeyenler arasında spekülasyonlara sahne olmuş, ikinci gelişi kabul edenler tarafından İslam’ı anlama yöntemi altüst edilerek anlaşılmıştır. Söz konusu ayetler, Kur’an’ın bütünlüğü ve muhkem ayetleri çerçeve­sinde ele alınması ve ikinci gelişle ilgili bütün rivayetlerin bu çerçevede, anlaşılması gerekirken, bu rivayetler çerçevesinde yorumlanmış ve an| lamları onlara uydurulmuştur. Oysa bu tür ayetlerin, muhkem ayetlere bakılarak anlaşılması gerektiği tefsir usulünün temel kurallarındandır.

Hz. İsa’nın ikinci gelişini savunanların iddialarına delil gibi gösterdikleri ayetler şunlardır:

“Allah: Ey Isa! Ben seni vefat ettireceğim (innî müteveffîke), katıma yüksel­teceğim (ve râfiüke ileyye), inkar edenlerden seni arındıracağım, sana uyanları, kıyamet gününe kadar, inkar edenlerin üstünde kılacağım. Sonra dönüşünüz banadır, demişti.” (3 Ali İmran/55)

“Oysa onu öldürmediler ve asmadılar, fakat onlara benzetildi/benzer göste­rildi/onlara öyle göründü. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, hakkında tam bir kuşku içindedirler. Bu konuda bir bilgileri yoktur, sadece zanna uyuyorlar. Onu kesin olarak öldürmediler, bilakis Allah onu kendi katına yükseltti. Allah güçlüdür, hakimdir.” (4 Nisa/157-158)

“Kitap Ehli’nden, ölmeden önce, ona inanmayacak kimse yoktur ve kıyamet günü haklarında şahit olur.” (4 Nisa/159) “O, kıyamet için bir bilgidir, saatin geleceğinden şüphe etmeyin, bana uyun, bu doğru yoldur.” (43 Zuhruf/61)

Ne yazık ki İslam anlayış ve yaşayışımızın birçok alanında bu çarpık yöntem izlendiği için Kur’an yönlendirici ve yönetici/hidayet ve muheymin olacağı yerde, oluşturulmuş geleneksel kültüre uydu ve yönlendiri­len bir kitap olmuştur. Bunun sonucu olarak toplumun İslam anlayış ve yaşayışı Kur’an merkezli olmaktan çıkmış, geleneksel kültür ve İsrailiyat bilgilerinin yansımasına dönüşmüştür. ‘Hadislerin Kur’an’a arzedilmesi’ düşüncesinden ürken ve bunun hadisleri inkar etmek olacağını iddia eden kimi mukallit hadisçiler ve rivayet kutsayıcıları başta olmak üzere, bu çarpık anlayış sebebiyle kimi kesimlerin miras olarak gelen kültürü ve geleneği Kur’an üzerinde hakem yapmalarının Müslümanları bugün nereye getirdiğini çok iyi düşünüp görmeleri gerekir.

Kültürel arkaplandan bağımsız olarak söz konusu ayetler incelendi­ğinde ikinci kez gelişi savunanların iddia ettiği anlamlarda olmadığı ve iddialarına delil olamayacağı görülür. Şimdi israiliyat bilgi arka planından bağımsız olarak teker teker bu ayetlerin anlamına bakalım.

 

 

 

 

Allah’ın Onu Kurtarması, Öldürmesi ve Yükseltmesi

İsrailoğulları, işgalci Romalılarla işbirliği yaparak Hz. İsa’yı öldür­meye kalkışmışlardır. O sırada Yüce Allah, kendisine şöyle vahyetmiştir:

“Allah: Ey Isa! Ben seni vefat ettireceğim (innî müteveffîke), katıma yüksel­teceğim (ve râfiuke ileyye), inkar edenlerden seni arındıracağım, sana uyanları, kıyamet gününe kadar, inkar edenlerin üstünde kılacağım, (ve câilu’l-lezîne’t-tebeûke fevka’l-lezîne kefaru), sonra dönüşünüz banadır, demişti.” (3 Ali İmran/55)

Burada ikinci gelişi savunanların iddialarına delil yaptıkları yerler, ayetlerdeki “innî müteveffike ve râfiuke ileyye” kelimeleri ile, “sana uyanları kıyamet gününe kadar inkar edenlerin üstünde kılacağım.” ifa­deleridir. Şimdi ayetlerdeki bu ifaderin anlamlarına bakalım.

 

 

 

 

“Teveffa” ve “Rafaa” Kelimeleri

Söz konusu ayette “teveffa” kelimesinin öldürmek, canı almak anla­mında olduğunu yine Hz. İsa’nın kıyamet günü Allah’a vereceği Cevabı belirten şu iki ayet açık ve kesin olarak ortaya koymaktadır:

“Allah, “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara Beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı olarak benimseyin dedin?” demişti de, “Haşa, hak olmayan söz söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz sen onu bilirsin; sen, benîım içimde olanı bilirsin; ben ise senin içinde olanı bilmem; şüphesiz görülmeyeni bi­len ancak sensin.” demişti, “Ben onlara sadece Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onlar üzerinde gözetleyici idim, ama sen beni öldürünce/canımı alınca artık on­ları sen gözlüyordun. Sen her şeye şahitsin.” (5 Maide/116-117)

Ayette geçen “teveffeytenî” kelimesinin ‘canı almak, öldürmek’ anla­mında olduğunu ve Kur’an’da hep bu anlamda kullanıldığını görmek için Bakara/234, 240, Ali İmran/193, Nisa/15, Mai3İ/İ17, Enam/60, 61, Araf/37, Enfal/50, Yusuf/101, 126, Muhammed/27, Nahl/28, 32, 70, Yu­nus/46, Rad/40, Hac/5, Mümin/67,77, Zümer/42, Secde/11 ayetlerine bak­mak yeterlidir.

Örneğin, “Kendilerine yazık edenlerin canlarını melekler aldıkları zaman onlara: “Ne yaptınız bakalım?” deyince, “Biz yeryüzünde zavallı kimselerdik.% diyecekler, melekler de: “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz yal*\ cevabını verecekler. Onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü dönüUm cek yerdir!” (4 Nisa/97)

“Melekler kendilerine yazık etmiş kimselerin canlarını alırken: “Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk.diyerek teslim olurlar. Hayır; öyle değil; doğrusu Allam onların yaptıklarını bilmektedir.” (16 Nahl/28) Nitekim halk arasında “mü­teveffa” sözcüğü, ölen kişi için kullanılır. Onun için Kur’an’da “teveffa” kelimesinin canı almak, öldürmek anlamında kullanılmadığını söylemek doğru değildir.’4

[“el-Muhkem” ve “el-Mucmel” sözlüklerinin yanında Arap dilinde en güvenilir sözlüklerden sayılan “Mucemu Mekayisi’l-Luğa” kitabının yazarı Ibni Faris (öl. 395/1004) “teveffa” kelimesinin anlamını şöyle verir: “Teveffeytu’ş-şey’e ve istevfeytuhu, (iza ehezte’ş-şey’e kullehu hatta lem tetruk minhu şey’en=ondan hiçbir şey bırakmadan şeyin tamamını almak) (ve-fe-ye, maddesi)

Yine, Kur’an’dan anlamını kapalı gördüğü kelimeleri açıklayan “el-Müfredat fi Garibi’l-Kur’an” kitabının yazan Rağıb Isfahani “teveffa” kelimesi için şöyle der: “Teveffi kelimesi, ölüm ve uyku anlamında kullanılmıştır. Allah “ölüm anında kişilerin canını alır.” Ayetlerden çokça örnekler verir. el-Müfredat, 529, ve-fe-ye maddesi.]

 

Böylece kesin olarak anlaşılmaktadır ki Hz. İsa Ölmüştür. Zaten konu ile ilgili ayet ve “Doğduğum günde, öleceğim günde, dirileceğim günde bana selam olsun.” (19 Meryem/33) ayeti bunu açıkça belirtmektedir. Yüce Allah bu ayette “İnni müteveffike ve rafiuke ileyye” buyuruyor. Bunun açık anlamı! şudur: “Öldürmeye kalkışanların elinden ben seni kurtaracağım, onlar seni öldüremeyecekler ve asamayacaklar, onlardan kurtulduktan sonra ecelin gelinceye kadar yaşayacaksın, ecelin gelince/ömrün son bulunca da ben senin canını alacağım ve ruhun katıma yükselecektir.”

Aynı şekilde, ayette Allah, “onlar öldürdükten sonra ben seni yük­selteceğim.” değil, “Ben seni öldüreceğim ve ben seni yükselteceğim.” diyor. Yani öldürmeyi onlar yaptılar, yükseltmeyi ise ben yapacağım, demiyor. Aksine, her iki işi de Allah kendisinin yapacağını söylüyor. Böylece Hz. İsa’yı düşmanları değil, eceli geldiğinde her insanın canım aldığı gibi Al­lah öldürmüş, yani ruhunu almış ve başka ruhlar gibi ruhu yükselmiştir.

Kur’an, İsa’nın üç önemli gününden söz eder. Bugünlerin arasında “göğe çıkış” ve “gökten iniş” günleri yoktur. Sadece doğduğum günde, öle­ceğim günde ve dirileceğim günde bana selam olsun, dediğini belirtir. Diğer tüm insanlar gibi İsa’nın da doğum, ölüm ve diriliş günleri vardır. Nite­kim “Doğduğu günde, öleceği günde ve dirileceği günde ona selam olsun.” (19 Meryem/15) ayetinde belirtildiği gibi, bugünler Zekeriya için de böyle­dir. Onun için kitaplarda İsa için bu üç güne ek olarak bir de göğe çıkış ve gökten iniş günleri de eklenerek günlerinin beşe çıkarılması Kur’an’a aykırıdır.

Kişiler öldüğü zaman ruhları gidecekleri yere yükselir. Nereye yük­seldikleri açık olmamakla beraber Allah bunu, kendimize/katımıza, şek­linde belirtir. “…Güzel sözler ona yükselir, o sözleri de salih amel yükseltir…”(35 Fâtır/10) ayetinde belirtildiği gibi, güzel sözler de ona yükselir, ama bu yükselişin tam nereye ve nasıl olduğunu bilmiyoruz.

Ölen bütün insanlar için bu böyle olduğu gibi ömrünün sonunda Al­lah tarafından canı alman Hz. İsa için de böyledir. İsrailiyat bilgi arkaplanından bağımsız olarak ayete bakıldığı zaman bu açık ve net olarak anlaşılır.

Düşmanlarının elinden kurtarılan Hz. İsa’nın vücudunun dirildiğini ve bedeni ile diri olarak göğe yükseltildiğini iddia etmek, ayetin açık anlamına aykırı olur. Çünkü ayet “Ben seni öldüreceğim ve kendime yüksel­teceğim. ” diyerek önce öldürmenin, ardından diriltmenin onun da ardın­dan yükseltmenin yapıldığım değil, sadece öldürmenin ve yükseltmenin olacağını söyler. Dolayısıyla Hz. İsa’nın ölümden sonra diriltildiği ve vü­cudunun canlı olarak göğe yükseltildiği iddiası ayetin açık anlatımına aykırıdır.

[İnciller’e göre dirilip dünyaya gelmek halk arasında sanki olağan bir olay gibi anla­tılır. Mesela, İsa’nın peygamber olarak gönderilmesini anlamayan halk ve yöneticiler, olayı Yahya’nın tekrar dirilmesi olarak anlayıp anlatmışlardır. “Kral Herodes İsa’dan söz edildi­ğini işitti, çünkü onun adı artık her yerde yayılıyordu. “Vaftizci Yahya ölüler arasından dirildi; Bunun için onda mucize yaratan kuvvetler var” diyorlardı”. Başkaları ise: “O İlya’dır”; bazıları da, “Bu, eski peygamberler gibi bir peygamberdir” diyorlardı.” (Markos, 614-15, Luka, 9/7-9)

Yine şakirtlerden Petrus, Yakup ve” Yuhanna ile beraber yüksek bir dağa sözde gitmiş olan İsa yeni bir görünüme bürünüyor ve o arada Uya ile Musa Peygamber dirilip geliyorlar, İsa ile konuşuyorlar ve şakirtlere görünüyorlar. “İsa altı gün sonra Petrus, Yakup ve Yuhanna’yı yanına aldı ve onlan yalnız başlarına, yüksek bir dağa götürdü. Onların gözleri önünde yeni bir görünüme büründü. Giysileri pırıl pırıl oldu ve öyle göz kamaştırıcı bir beyazlık aldı ki, yeryüzünde hiçbir çamaşırcı bu beyazlığı veremezdi. Şakirtlere Uya ve Musa güründüler. İsa ile konuşuyorlardı. O zaman Petrus söze karışıp İsa’ya: “Rabbi, dedi, iyi ki bu­radayız! Üç çadır kuralım: Biri sana, biri Musa’ya, biri de İlya’ya.” Gerçekten ne söylediğini bilmiyordu, çünkü çok korkmuşlardı. Sonra bir bulut gelip onları örttü ve buluttan: “Sevgili oğlum budur! Onu dinleyin!” diye bir ses geldi. Birden çevrelerine baktıklarında, kendileriyle başbaşa İsa’dan başka kimseyi görmediler.” (Markos, 9/2-8, Matta, 17/1-8)]

 

Zaten öldükten sonra ruhunun değil, vücudunun canlı veya ölü olarak göğe yükseltildiğini belirten hiçbir delil yoktur.

Yüce Allah, “Herkes ölümü tadacaktır.” (Ali İmran/185, Enbiya/35, An-kebut/57, Rahman/26) ayetleriyle ve Hz. Peygamber’den önce hiç kimse­ye ölümsüzlük vermediği gibi onun da öleceğini belirttiği “Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar baki mi kalır?” (21 En­biya/34) ayetiyle bütün canlıların ölümlü olduğunu kesin olarak belirt­miştir.

Bu, Allah’ın bütün insanlar için geçerli olan yasasıdır. Kur’an’ı, Allah’ın bu ve diğer sosyal yasalarına göre anlamak, temel kuraldır. Çün­Allah’ın yasasında bir değişme ve bozulma bulamazsın.” (35 Fatır/43) aye­tinin belirttiği gibi, Allah’ın yasalarında değişme veya bozulma olmaz. Bu yasanın dışında kalarak öldükten sonra dünyâda kıyametten önce dirilecek ve kıyamete kadar yaşayacak birilerinin olduğunu belirten hiç bir bilgi de yoktur. Şu halde Hz. İsa’nın ölmediğini ve kıyametten Önce yeryüzüne ineceğini iddia etmek, bu ayete ve Kur’an’ın bütününe ters düşmekten başka bir şey değildir.

Diğer taraftan, ölmeden önce göğe çekilme inancının İslam öncesi heterodoks/muharref ve batıl birçok dinde bulunduğunu görüyoruz. Öyle anlaşılıyor ki gerek Hz. İsa için, gerekse başkaları için gerçekleşti­ği sanılan göğe yükselme/çekilme inancının temelinde bu muharref din ve inançlar yatmaktadır. Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak heterodoks/doğru-yanlış karışımı dinlerde göğe çekilme inananı şöyle anlatır:

“Daha ilk çağlardan beri dünyanın muhtelif yerlerinde ölüm deni­len olayın bir çeşit dünyadan yükseğe çıkma olarak kabul edildiğine dair inançlar görülmüştür. Mesela piramitlerdeki metinlerden öğrenildiğine göre eski Mısır dininde Firavunların ölüm esnasında göğe çıktıklarına inanılmaktadır. Bu çıkış bazan bir kuş, çekirge yahut uçan bir böcek şek­line girerek, bazan da doğrudan yükselmekle olmakta ve firavun Güneş Tanrısı Ra tarafından kabul edilmektedir. Musevilikte İlyas Peygamber’in, ateşten atların çektiği bir arabaya binip göğe yükselerek düşmanlarının saldırılarından ve ölümden kurtulduğuna inanılmaktadır. Hıristiyanlık’ta da Hz. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra yeniden dirildiği ve göğe çekil­diği inancı herkesçe malumdur.

Gökteki bir hayatın varlığı ve buna uçularak ulaşılabileceği inancının Göktürkler’de de mevcut bulunduğu Orhun Kitabeleri’nden anlaşılıyor. “(Siz) gökte hayattaki gibi (olacaksınız.)” “Babam kağan öylece ili, töreyi kaza­nıp uçmuş.” ve “Amcam kağan uçup gitti.” gibi cümleler bunu ifade etmek­tedir.

Burada şunu unutmamak lazım geliyor: Bütün bu inanç örneklerinde herhangi bir insan değil, bir kral, bir peygamber, bir hükümdar ve bir velinin ölmeyip göğe yükselmesi bahis konusudur. Her insan için böyle bir sonuçtan söz edilmemektedir.

Aynı inancın Maniheizm’de de mevcut olduğu müşahede olun­maktadır. Şüphesiz bu Hıristiyanlığın bir etkisidir. Ancak bu inancın Maniheizm’de takdim ediliş tarzı dikkate değer: Bugün elde bulunan hemen hemen bütün Maniheist metinlerin ittifakla kaydettiklerine göre, Mani tevkif edilip hapse atılmış, orada öldürülmüş, ama derhal maddi cesedini atarak bir şimşek hızıyla göğe yükselip kaybolmuştur. Mani bu­radan yeryüzündeki taraftarlarına nezaret etmektedir. Hz. İsa’nın göğe çekilmesinde vuku bulduğu gibi, bunda da tabiat üstü olaylar meydana gelmiş, gök kararmış, yer sarsılmış ve korkunç bir ses duyulmuştur.

Bu bilgilerin ışığı altında Baba İlyas’ın menkıbesi tahlil edilecek olur­sa, görülür ki, hem Yahudi, hem Hıristiyan, hem Maniheist ve hatta İsla-mi unsurlar bir aradadır. Bunların hangisinin doğrudan, hangisinin vası­talı olduğunu tayin etmek zordur. Bir defa motifin esası olan “ölmeden göğe çekilme” inancının Kitab-ı Mukaddes’le alakası ortada görünüyor. Fakat göğe çıkma olayının Mani’de olduğu gibi zindanda cereyan etmesi de aynı kuvvetle Maniheizm’e dayandırılabilir. Bunlardan başka, Baba İlyas’ın yanındaki keşişi kendine benzeterek göğe çekilmesi ve yerine ke­şişin asılması, İslami telakkinin etkisidir. Bütün bunlara ek olarak Baba İlyas’ın beyaz bir at üstünde göğe çıkması ise, hem Yahudi geleneğinde İlyas Peygamber’in göğe çekilişini, hem de Şamanizm’deki Şaman’ın be­yaz at üstündü göğe çıkarak Gök Tanrı’nın huzuruna gidişini hatırlatı­yor.

Bütün bunlara rağmen, yukarıda sayılan çeşitli etkilerin payım unut­mamak kaydıyla biz bu konuda temel olarak, Maniheist bir yoruma tabi tutulmuş Kitab-ı Mukaddes etkisini düşünmenin daha doğru olacağı ka­naatindeyiz. Zira, daha önce de kendilerinden bahsolunan 8-9. yüzyıllar­da Maveraünnehir ve Horasan’da Ebu Müslim’in ölümünden sonra çı­kan isyanlarda kullanıldığı açıkça bilinen Zerdüşti ve Maniheist ideoloji, bu düşünceyi teyid eder mahiyettedir. Hatırlanacağı üzere, bu isyanlara katılan Türkler, Zerdüşti ve Maniheist çevrelerden gelmekte olup liderle­rinin ölmediğine, göğe çekildiklerine inanıyorlardı. Sindbad’m taraftar­larına göre Ebu Müslim ölmemiş, gökyüzüne gitmişti. Türk Ishak’m ta­raftarları da aynı şekilde düşünüyorlardı. Nihayet Mukanna’ın adamları kendisini ölmeyip göğe çekildiğini sanıyorlardı. Bu kadar geniş bir kitle­nin söz konusu inancı paylaşması Maniheist kültür ve inançların kuvvet derecesini gösterir.

İşte Baba İlyas, Mahmut Paşa ve Orman Baba menkıbelerini bu doğ­rultuda değerlendirmek gerekir. Bunların üçü de, İlyas ve İsa Peygam­berler, yahut Mani, Ebu Müslim ve Mukanna’ gibi faniler arasından göğe çekilmişler ve ebedi hayata kavuşmuşlardır. Günün birinde insanlığı kurtarmak için yeryüzüne ineceklerdir.” [Ahmet Yaşar Ocak, Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, 256-259 ve 221]

 

 

 

 

Hz. İsa’nın Takipçilerinin Üstünlüğü Nedir?

Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda bakıldığında “Sana uyanları, kıyamet gününe kadar, inkar edenlerin üstünde kılacağım…” (3 Âli İmran/55) ifadesinin de anlam olarak son derece açık olduğu görülür. Yahudiler, Romalılar’la işbirliği yaparak Hz. İsa’yı öldürmek istemişler, ama Allah onu kurtarmış ve hem kendisini, hem kendisine uyanları kıyamet günü­ne kadar inanmayanların üstünde kılmıştır.

Şüphesiz ona uyanlara verilen bu üstünlük, inkar edenlerin üzerine maddi egemenlik tarzında bir üstünlük değil, iman ve izzet üstünlüğü­dür. Çünkü hayatında ona uyanların, düşmanın düşmana karşı maddi bir galibiyeti ve üstünlüğü tarzında, inkar edenler üzerinde maddi bir galibiyetleri söz konusu değildir. Zaten düşmanlarına karşı maddi bir üs­tünlük sağlamadan ömrünün sonunda kendisi vefat ettiği gibi, ona uyan­lar da ömürlerinin sonunda dünyadan göçmüşlerdir.

Bugün Hıristiyanların dünyada elde ettiği maddi üstünlüğe bakarak ona uyanların üstün olduğunu söylemek de doğru değildir. Çünkü bu­gün Hıristiyanların tevhidî anlamda Hz. İsa’ya uyduğunu ve kıyamet gü­nüne kadar bu üstünlüklerinin süreceğini söylemek mümkün olmadığı gibi, bunu, ikinci kez geleceğini ve kendisine uyanların böyle bir üstün­lük sağlayacağını savunanlar da kabul etmemektedir.

Bilindiği gibi dinin sekülerleştirilmesi ve Roma’ya boyun eğmesi karşılığında serbest dolaşım ve açık çağrı yapma konusunda Hz. İsa’ya uyanlar ile Roma İmparatorluğu arasında anlaşmaya varıncaya kadar Hıristiyanlar korkunç bir takibata uğramışlar, baskı ve saldırılardan ko­runmak için dağ başlarında ve tenha yerlerde manastırlar yaparak, yerin altında barınaklar açarak yaşamaya çalışmışlardır. Örneğin, Trabzon’daki Sürmela Manastırı, Mardin Bülbül Köyü’ndeki Habîs Manastın, İzmir’in Efes ve Selçuk’taki manastır ve yeraltı mağaraları, Ürgüp, Göreme ve Anadolu’nun batısından doğusuna kadar değişik yerlerindeki yeraltı sığmakları ve manastırlar, baskı ve zulümden kurtulmak için dağ başla­rında ve yer altında yapılanlardan örneklerdir. Nitekim Kur’an’da Burûc Suresinde anlatılan hendeklerde müminleri cezalandırma/Uhdud olayının, Hz. İsa’ya uyanlara Yahudilerin verdikleri ceza olduğu anlatılır.

[“Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde oturup, inan­mış kimselere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın!” (85 Buruc/4-7)

Bu durumu M. İzzet Derveze şöyle özetler: “Başka bir rivayete göre Yahudilik dinine giren Himyer Kralı Zü Nuvas, Necran Hıristiyanlanndan dinlerini terkedip Yahudi olma­larını istemiş, bu insanlar kralın isteğini reddetmiş, sonra hendek kazılmış, içerisinde ateş yakılmış, Hıristiyanlıkta kalmak için ısrar eden ve sayıları bir rivayete göre 12. 000, bir baş­ka rivayete göre ikibine ulaşan kişi ateşe atılmıştır.

Bu olay, Hıristiyan Habeşliler’in (öfkelenip) Yemen’i işgal etmelerine ve oradaki Zü Nu­vas rejiminin ve Yahudiliğin ortadan kaldırılmasına neden olmuştur. Zü Nuvas ve bazı Ye­menlilerin Yahudi olmaları, Hıristiyanlara baskı ve işkence etmeleri bu rivayetin doğrulu­ğunu kabul etmeye yönelten sabit tarihi olaylardır. Bunu Fil Suresi tefsirinde belirtmiştik.” et-Tefsiru’l-Hadis, 1/275.]

 

Kendisine uyanlara verilen bu üstünlük, kalkışılan öldürme ve asma girişiminden kurtularak ömrünün sonuna kadar yaşarken, kendisine uyanlara verilen iman ve izzet üstünlüğüdür. Çünkü azınlık da olsa, ona uyanlar, Allah katında inkar edenlerden üstündür. Bu, “İzzet Allah’ın, Peygamberi’nin ve inananlarındır, ama ikiyüzlüler bu gerçeği bilmezler.” (63 Münafikun/8) ayetinin anlattığı bir üstünlüktür.

Onun için bu üstünlüğü, kıyametten önce iddia edilen ikinci gelişten sonra verilecek üstünlük ve galibiyetle açıklamak doğru değildir. Çün­“kıyamete kadar” ifadesi, “ikinci gelişinden itibaren kıyamete kadar” kaydı ile sınırlandırılmadıkça, Yüce Allah’ın Hz. İsa’ya bu şekilde hitap ettiği andan başlayıp kıyamete kadar sürmesini belirtmesi mümkün değildir. Çünkü kendisine uyanların böyle bir tarihten başlayıp şu anda ve kıya­mete kadar sürecek maddi bir üstünlüğünün olmadığını herkes görmek­te ve bilmektedir.

Kur’an’ın, tevhid inancından saptıklarını belirttiği geçmişteki ve gü­nümüzdeki sözde tabilerinin üstünlüğü de olamaz. Çünkü bunlar İsa’ya değil, Roma ile yapılan uzlaşma sonucunda sekülerleştirilmiş, teslis inancıyla bulandırılmış, öğretileri sulandırılmış ve tahrif edilmiş bir Hıristiyanlığa inanmaktadırlar. Dolayısıyla bunların Hz. İsa’ya vahyin istediği şekilde uymuş olmaları söz konusu olmadığı gibi, inanmayanlara karşı Allah’ın belirttiği üstünlükleri de söz konusu değildir.

Onun için kendisine uyanlara sağlanan bu üstünlük, düşmanın düşmana maddi üstünlüğü gibi değil, makam ve mevki, şan ve şeref, iman ve izzet üstünlüğü anlamında kıyamete kadar sürecek olan manevi bir üstünlüktür. Kıyametten sonra da ona uyanların inkar edenlerden üstün olacağı şüphesizdir.

 

 

 

Kitap Ehli’nden Herkesin Ölmeden Önce Ona İnanması

Kur’an, “Kitap Ehli’nden, ölmeden önce, ona inanmayacak yoktur ve kıyamet günü onlar hakkında şahit olur.” (4 Nisa/159) der. Geleneksel anlayışa göre “bihi” kelimesindeki “o” zamirinden maksat, Hz. İsa’dır ve “mevtihi” kelimesindeki “o” zamirinden maksat da, Kitap Ehli’nden herkestir. Buna göre Kitap Ehli’nden herkes can verirken ölmeden önce gözündakl perde kalkacağından (neden ve nasıl kalkacaksa?) gerçeği görüp anla­yacak (o ana kadar bilmediği ve kabul etmediği gerçeği nasıl bilecek ve kabul edecekse!) ve Hz. İsa’nın Allah’ın kulu ve Resulü bir peygambar olduğunu, oğlu veya ortağı olmadığını anlayıp kendisine doğru olarak iman edecektir. Ancak ölüm anında yapılan iman Allah tarafından geçer­li sayılmadığından ve sahibine yarar sağlamadığından (bkz. Enam/158; Mümin/84-85) bu iman onlara yarar sağlamayacaktır. Hz. İsa da kıyamet günü Kitap Ehli’nin gerçekleri gözardı ettiğini, tebliğ ettiği vahyi değişti­rip saptırdıklarını, kendisini ve annesini tanrılaştırdıklarmı söyleyecektir. Kısaca, “Allah, Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara Beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı olarak edinin, dedin? “Haşa, doğru olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz sen onu bilirsin; sen, benim içimde olanı bilirsin; ama ben senin içinde olanı bilmem; şüphesiz görülmeyeni bilen ancak sensin.” demişti, “Ben onlara sadece Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onlar hakkında şahittim, beni aralarından aldığında onları sen gözlüyordun. Sen her şeye şahitsin.” (5 Maide/116-117) ayetlerinde konuştuğu gibi aleyhlerindi tanıklık yapacaktır, denilir. [Bu görüşü seslendiren alimler için bakınız. Sami Baybal, Age. 98, Dipnot 26]

Oysa “Ölmeden önce Kitap Ehli’nden ona inanmayacak kimse yoktur ve kı­yamet günü onlar hakkında şahit olur.” (4 Nisa/159′) ayetinde her iki kelime­deki zamirden maksat, Hz. Muhammed olup söz konusu olan kişi de Hz. İsa değil, Hz. Muhammed’in kendisidir. Ayet, son peygamber olarak Kitap Ehlinden herkesin ölüm gelmeden önce Hz. Muhammed’e inanması gerektiğini haber kipiyle belirtir. Buna göre ayet, “Kitap Ehli’nden herkes ölmeden önce ona (Muhammed’e) mutlaka inanmalıdır.” anlamında olmaktadır. Haber kipinde olan ayetin istek kipinde emir anlamında olduğunun karinesi/delili de, Hz. Muhammed’e diğer insanlar inanmakla yükümlü olduğu gibi, Kitap Ehli’nin de ona inanmakla yükümlü olduğunu belir­ten ayetlerdir. Yani Kitap Ehli’nin Hz. Muhammed’e inanması gerektiğini söyleyen diğer ayetler, bu ayetin de aynı anlamı içerdiğini ve haber kipi olmakla beraber istek/emir kipi anlamında olduğunu belirtir.

Buna göre Kitap Ehli’nden herkes, ölmeden önce, Muhammed’e inan­malıdır ve kıyamet günü kendisi onların hakkında şahitlik yapacaktır.

Ayetin bağlamı, “Allah’ı ve peygamberlerini inkar eden, Allah’la peygam­berlerinin arasını ayırarak ‘Bir kısmına inanır bir kısmını inkar ederiz?’ deyip ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kafir olanlardır. Ka­firlere ağır bir azap hazırlamışızdır. Allah’a ve peygamberlerine inanıp, onlar­dan hiçbirini ayırmayanlara, işte onlara Allah ecirlerini verecektir. O, bağışlar ve merhamet eder. Kitap Ehli, senin kendilerine gökten bir kitap indirmeni is­terler. Musa’dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve “Bize Allah’ı apaçık göster” demişlerdi. Zulümlerinden ötürü onları yıldırım çarpmıştı. Belgeler kendilerine geldikten sonra da, buzağıyı tanrı edindiler, fakat bunları affettik ve Musa’ya apaçık bir hüccet verdik, söz verip tutmamalarına karşılık Tur dağını üzerlerine kaldırdık ve onlara: “Kapıdan secde ederek girin.” dedik, “Cumarte­si aşırı gitmeyin” dedik, onlardan sağlam bir söz aldık. Sözleşmelerini bozma­ları, Allah’ın ayetlerini inkar etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri, “Kalplerimiz perdelidir.” demelerinden ötürü Allah, evet, inkarlarına karşılık onların kalplerini mühürledi, onun için bunların ancak pek azı inanır. Bu, bir de inkarlarından Meryem’e büyük bir iftirada bulunmalarından ve: “Meryem oğlu Isa Mesih’i, Allah’ın elçisini öldürdük.” demelerinden ötürüdür. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar, fakat onlara öyle göründü. Ayrılığa düştükleri şeyde kesinlikle şüphededirler, bu konudaki bilgileri ancak zanna uymaktan ibarettir, kesin olarak onu öldürmediler, bilakis Allah onu kendi katına yükseltti. Allah güçlü’dür, hakim’dir. Ölmeden önce Kitap Ehli’nden ona inanmayacak yoktur ve kıyamet günü onlar hakkında şahit olur. Yahudilerin haksızlıklarından, çoklarını Allah yolundan alıkoymalarından, yasak edilmişken faiz almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden ötürü kendilerine helal kılınan temiz şeyleri onlara haram kıldık. Onlardan inkar edenlere, elem verici azap hazırladık. Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve müminler sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar, namaz kılanlara, zekat verenlere, Allah’a ve ahiret günü­ne inananlara, elbette büyük ecir vereceğiz.” (4 Nisa/150-162) ayetler grubu olup peygamberler arasında ayırım yapmadan Muhammed’e inanan Kitap Ehli’nden ilimde derinleşmiş olanlar dışında, Kitap Ehli’nin pey­gamberler arasında ayırım yaparak Muhammed’e inanmadıklarını, zaten geçmişte sicillerinin çok kötü olduğunu ve bundan dolayı Allah tarafın­dan çok kez cezalandırıldıkları gibi Muhammed’e inanmadıklarından dolayı da cezalandırılacaklarını anlatan bağlamdır.

Ayetlerin bağlamına bakılırsa, “Ölmeden önce Kitap Ehli’nden ona inanmayacak yoktur ve kıyamet günü onların hakkında şahit olur.” ayetinin konusu, Hz. İsa ve Kitap Ehli’nin ölmeden önce İsa’ya inanması değil, Hz. Muhammed olup Kitap Ehli’nin ölüm gelmeden önce ona da inanması gerektiği konusu olduğu görülür.

Önce, Kitap Ehli’nin inanmak için Muhammed’den kendilerine gök­ten bir kitap indirmesini istedikleri, böylece işi yokuşa sürdükleri belirtilir. Burada bir parantez açılarak olumsuz tavırları ve bundan dolayı gör­dükleri cezalar anlatılır. Bunlar daha önce Allah’a inanmalarını isteyen Musa’dan daha büyük bir istek olarak Allah’ı kendilerine göstermesini is­tedikleri gibi Kur’an’a inanmalarını isteyen Muhammed’den de Kur’an’ın gökten indiğini kendilerine göstermesini istemektedirler.

Ardından ikinci bir parantez açılarak onların Meryem ve İsa konusunda ne kadar yanlış inandıkları ve kötü davrandıkları belirtilir. Sonra her iki parantez kapatılarak işi yokuşa sürmek için gökten kendilerine bir kitap indirmesini istedikleri Muhammed’e ölmeden önce mutlaka inanmaları gerektiği, nitekim onlardan bilgi sahibi olup gerçeği kavra­yanların diğer müminlerle beraber Kur’an’a ve ondan önce indirilenlere inandıkları belirtilir.

Özetlersek, ayetler grubunun ana konusu, Musa veya İsa olayı değil, Kitap Ehli’nin Muhammed’e mutlaka inanmaları gerektiği konusudur.

Bu bağlam içinde Musa ve İsa ile ilgili olayların anlatılması, inanmama konusunda Kitap Ehli’nin olumsuz tavırlarını göstermek içindir.

Kitap Ehli’nin bugün yüzde doksan dokuzunu oluşturan Hıristiyan­ların yanlış da olsa, ölmeden önce zaten Hz. İsa’ya inandığı gözönünde bulundurulursa, ayetin ona tekrar inanacaklarını söylemesinin ve kıya­met günü aleyhlerine şahit olacağını belirtmesinin tutarsızlığı karşısın­da, söz konusu ayette kastedilen kişinin Hz. İsa değil, Hz. Muhammed olduğu anlaşılır.

Kaldı ki geleneksel anlayışı savunanların söylediği şekilde ayete bir, anlam verilecekse, içindeki zamirlerin Hz. İsa yerine, Hz. Muhammed’e gitmemesi ve ölmeden Önce ona inanmaları gerektiği halde inanmadık­larından Hz. Muhammed’in onların aleyhine şahitlik yapması, şeklinde anlaşılmaması için hiçbir sebep yoktur. Ancak bağlamından anlaşıldığı gibi, ayetin, Kitap Ehli’nin Hz. Muhammed’e inanması gerektiğini belirt­tiği anlaşılmaktadır.

Diğer taraftan, Kitap Ehli nden herkesin Ölmeden önce İsa’ya mutla­ka inanacağı söyleniyor. Oysa ayette söz konusu edilenler, Hıristiyanlar değil, hem Musa’ya hem Meryem’e hem İsa’ya karşı olumsuz tavır sergi­leyen Yahudilerdir. Onun için ayeti, Hıristiyanlardan herkesin ölmeden önce ona inanacağı, şeklinde anlamak doğru değildir.

Ayrıca, ayetteki “yekûnu aleyhim şehîden” ifadesi, Arap dilinde lehine veya aleyhine tanıklık anlamında kullanılabilir.“Boylece insanlar hakkında şahit olmanız ve Resul de hakkınızda şahit olması için sizi orta bir ümmet yap­tık. ” (2 Bakara/143) “…Daha önce ve Kur’an’da, Peygamberin hakkınızda şahit filması, sizin de insanlar hakkında şahit olmanız için size Müslüman adını veren O’dur…” (22 Hac/78) ayetlerindeki gibi olumlu veya nötr olarak kullanıl­dığı gibi, “…Kendi dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarına şahitlik ettikleri gün onlar büyük azaba uğrayacaklardır.” (24 Nur/24) ve “Sonunda oraya va­rınca, kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında onların aleyhinde şahit­lik ederler. Derilerine: “Aleyhimize niçin şahitlik ettiniz?” derler.”Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. Sizi önce yaratan O’dur ve O’na döndürülüyor­sunuz. ” cevabını verirler. Siz, gözleriniz, kulaklarınız ve derilerinizin aleyhi­nize şahitlik edeceğinden korkarak kötü iş işlemekten çekinmiyordunuz. Hayır; Allah’ın, yaptıklarınızın çoğunu bilmediğini sanıyordunuz.” (41 Fussilet/20-22) ayetlerinde olduğu gibi olumsuz anlamda da kullanılmış olabilir.

Konumuz olan “Kitap Ehli’nden, ölmeden önce, ona inanmayacak yok­tur ve kıyamet günü onlar hakkında şahit olur.” (4 Nisa/159) ayetinde de Peygamber’in mutlaka Kitap Ehli’nin aleyhine tanıklık yapacağı anla­mında değil, kendisine inananların lehine, inanmayanların aleyhine ta­nıklık yapacağı anlamındadır. Onun için geleneksel anlayış doğrultusun­da anlayarak mutlaka aleyhlerine tanıklık yapacağını söylemek doğru değildir.

Ayet, ister, ölmeden önce Kitap Ehli’nden herkesin Hz. İsa’ya ina­nacağı şeklinde -yanlış olmakla beraber- geleneksel anlayışla anlaşılmış olsun, ister Hz. Muhammed’e veya Kur’an’a mutlaka inanmaları gerekir, şeklinde anlaşılmış olsun, her iki durumda da Hz. İsa’nın halen hayat­ta olup gökte yaşadığı, kıyametten önce tekrar geleceği ve sözü edilen işleri yapacağı inancıyla hiçbir ilgisi yoktur. Onun için Hz. İsa ile ilgili Hıristiyanlık kültürünün bir yansıması olduğu anlaşılan söz konusu riva­yetlerde anlatıldığı şekilde Hz. İsa’nın kıyametten önce tekrar geleceğine ilişkin gösterilen deliller arasmda bu ayetin gösterilmesinin doğrulukla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.

Şüphesiz Hz. İsa, Allah tarafından kurtarıldıktan sonra eceli gelince^ ye kadar yaşamış, yaşadığı süre içinde peygamberlik görevini yerine ge­tirmiştir. Onun için geleceğini söyleyen rivayetlerdeki Hz. İsa’nın işlevini tamamlamadan dünyadan göçtüğü ve bu kaybının telafisi için Allah’ın onu ikinci kez dünyaya getireceği söylemi mitolojik bir varsayımdan öte­ye geçmez. Çünkü Hz. İsa ölünceye kadar sağlığında İncil’in vahyinin tamamlanıp onu insanlara tebliğ etmiş olması gerekir. Zira İncil’in vahyi ve tebliği tamamlanmadan, yani risalet insanlara ulaştırılmadan öldürül­mekten kurtarıldıktan hemen sonra İsa’nın ölmüş/kaybolmuş olması ve peygamberlik görevinin yarıda kalması düşünülemez. Zira vahiy ve pey­gamber göndermekten amaç olan “insanların Allah’a karşı bir hüccetlerinin olmaması” (4 Nisa/165) hedefi gerçekleşmemiş olur.

Nitekim “Yuhanna İncili ile öteki üç İncil arasındaki önemli bir ayrı­lık da, İsa’nın peygamberlik süresinin ne kadar olduğu meselesidir. Markos, Matta ve Luka bu süreyi bir yıl olarak kabul etmektedir. Yuhanna’ya göre ise iki yıldan fazla tutar.'[Maurice Bucaille, Müsbet İlim Yönünden Tevrat, İndiler ve Kur’an, 124] tespiti de Hz. İsa’nm söz konusu olaylar­dan sonra da eceli gelinceye kadar yaşadığını ve görevini tamamladığını gösterir. Çünkü bir veya iki yıl içinde Hz. İsa’nın tüm İncil’i aldığı ve in­sanlara tebliğ ettiği belirtilmemiştir.

Şüphesiz Allah indireceği vahyin tümünü indirerek nurunu tamam­lamaya, vahyi tebliğ etme görevini yerine getirmek üzere peygamberle­rini korumaya da kadirdir.” Allah ‘in nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler, Kafirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlar.” (9 Tevbe/32, 61 Saf/8) ayetinin dediği gibi, Allah indireceği vahyin tamamını indirir ve elçile­ri de onu insanlara teliğ ederler. Çünkü risalet getiren peygamberlerin risaletin tamamım insanlara tebliğ etmeleri gerekir ki Allah’ın insanlar üzerindeki hücceti gerçekleşmiş ve nuru, yani vahyi/dini tamamlanmış olsun.

İsrailoğulları tarihinde Zekeriyya ve Yahya gibi peygamberlerin öl­dürüldüğü bilinmektedir. Ancak öldürülen bu peygamberler risalet/ayrı birer kitap getiren peygamberler değil, önceki/mevcut risaleti sürdüren ve aynı zamanda İsrailoğulları’nın kralı/yöneticisi olan peygamberlerdir. Onların öldürülmesiyle risalette bir kesilme yahut eksilme söz konusu değildir. Ama Hz. İsa yeni bir risalet/İncil getirdiğinden, risaletin/vahyin tümü indirilmeden ve tümünü insanlara tebliğ etmeden göçüp gitmesi vahiy ve peygamber göndermenin mantığı ve amacıyla bağdaşmaz.

“Böylece sizi insanlar hakkında şahit olmanız için vasat/tam ortada bulu­nan bir ümmet kıldık. Peygamber de sizin hakkınızda şahittir.” (2 Bakara/143) ayetinde Hz. Muhammed’in ve ona inanan insanların ancak muhatap oldukları kişiler hakkında şahitlik yapacağı gibi, Hz. İsa’nın da kıyamet günü Kitap Ehli’nden ancak çağdaşı olup kendisine inanan kişiler hak­kında şahitlik yapacağı tezi yanında, gerek Hz. Muhammed’in ve Hz. İsa’nın, gerekse müminlerin insanlar hakkındaki şahitliğinin “insanların peygamberlere inanmadığını söylemek ve onlardan sonra dini bozdukla­rına tanıklık yapmak” şeklinde olacağı da kabul edilmektedir.

 

 

 

Kıyamet İçin Bilgi Olması

Kur’an, “O, kıyamet için bir bilgidir, o saatin geleceğinden şüphe etmeyin, Bana uyun, bu doğru yoldur.” (43 Zuhruf/61) der.

Ayetin “O, kıyamet için bir bilgidir.” kısmındaki “o” zamirinin gele­neksel anlayışta iddia edildiği gibi Hz. İsa yerine, Kur’an-ı Kerim’e gön­derilmesi gerekir. Çünkü ayetin Hz. İsa’dan söz eden ayetler arasında yer alması dışında, ondan söz ettiğini ve içerdiği “o” zamirinin Hz. İsa’yı gösterdiğini belirten hiçbir karine/delil yoktur. Aksine, ayetteki zamir Kur’an’ı Kerim’i göstermektedir. Çünkü “O, kıyamet için bir bilgidir, o saatin geleceğinden şüphe etmeyin, hana uyun, bu doğru yoldur.” sözlerini
söyleyen kişi, Hz. Muhammed’dir ve kendisine uyulmasını istemekte, Kur’an’ın gösterdiği yolun doğru yol olduğunu söylemektedir.

Onun için ayette Hz. İsa’nın-kıyametten önce iddia edilen ikinci gelişiyle ilgili birr bilginin bulunması bir yanar Hz. İsa’dan söz ettiğini bile gösteren en ufak bir belirti bulunmamaktadır. Bununla beraber onun mucizevi bir şekilde babasız yaratılışı, bebek yaşta konuşup tevhidi vur­gulaması, annesini tezkiye etmesi ve peygamber olacağını belirtmesi, hastaları iyileştirmesi, ölüleri diriltmesi, kuş maketleri yaparak onlara can vermesi, Yüce Allah’ın onu düşmanın elinden kurtarması gibi mu­cizelerine bakarak kıyametin kopmasının veya ölümden sonra dirilişin bir delili olduğu yorumları yapılır. [Mehmet Ünal, Tefsir Kaynaklarına Göre Hz. İsa’nın Ölümü, Ref’i ve Nüzulü M«-.«-leşi, İslamiyat, III, 143, sayı 4,2000]

 

Oysa bütün peygamberler kıyametin kopacağını söylemek, ahireti bildirmek ve insanları uyarmak açısından hepsi aynı şekilde ahiret hakkında bilgi verdiklerinden, Hz. İsa için söy­lenen “bilgi olma” Özelliği, onunla sınırlı olmayıp bütün peygamberlerin de özelliğidir.

Diğer yandan, ayette kıyamet için bilgi olduğu söylenen şey, somut bir varlık/kişi değil, soyut olan bilgi olması gerekir. Çünkü dil bakımın­dan “kişi bilgidir”, “adam akıldır”, “ağaç ruhtur” gibi maddi şeyin soyut şey olduğunu söylemek dilin fesahati açısından doğru değildir. Onun için bu niteleme ancak Kur’an gibi kendisi bilgi olan bir şey için yapılabilir. Bu sebepten ayetteki zamirin ancak Kur’an’a gitmesi durumunda anlatım doğru olabilir.

Sonuç olarak, ayetteki zamir, Hz. İsa’yı değil, Kur’an’ı gösterdiğin­den, ayetin Hz. İsa ile ve kıyametten önce ikinci kez gelmesi iddiasıyla hiçbir ilgisi yoktur. [Kur’an Mesajı, 1006, Çev: Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İşaret Yay., İstanbul, 1997]

 

Konu ile ilgili diğer ayetler gibi bu ayetin de söz konusu iddia doğ­rultusunda anlaşılması için ne yazık ki İsrailiyat bilgileri, rivayetler/ha­disler formuna sokularak arkaplan hazırlanmış ve zihinler o doğrultu­da yönlendirilmiştir. Hz. Muhammed’in son peygamber, risaletinin ve ümmetinin de kıyamete kadar kalıcı olduğu gerçeği gözardı edilerek Mehdi-Deccal-Mesih üçlüsünün cenk edeceği bir arena hazırlanmış ve kahramanları oluşturulmuştur. Haça germe, diriliş, göğe yükselme ve yeryüzüne geri gelme olaylarında olduğu gibi, bu arkaplanda da daha önceki bozulmuş dinlerin ve inançların, toplumların yaşadığı travmatik olayların rol oynadığında şüphe yoktur.

[Bu inançlara arkaplan oluşturacak inanç ve kültürlerin örneğin Budizm, Hindu­izm, Şamanizm, Maniheizm, Masdekizm, Eski Mısır ve Ön Asya dinlerinde bulunduğunu görmek için Ahmet Yaşar Ocak’ın Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri kita­bına, özellikle hastaları iyileştirmek, gaybten ve gelecekten haber vermek, Tanrt’nın insan şeklinde görünmesi, tabiat kuvvetlerine hakim olmak, ateşe hükmetmek, kemiklerden diriltmek, tenasüh/reenkarnasyon, hulul/enkarnasyon, havada uçmak, Ölmeden önce göğe çekilmek, suyu kana çevirmek, halka felaket musallat etmek, az yiyecekle çok kişiyi doyurmak, körleri görür yapmak, ölü insan veya hayvanı diriltmek, yerden veya taştan su fışkırtmak, ırmak veya deniz üstünde yürümek konularına bakınız.]

 

Bu sahnenin oluşturulmasında gerek Kitap Ehli’nin yaşadıkları acı olaylar ve hezimetler, gerekse, müslümanlarm daha hicri birinci asırda içine düştükleri fitneler, savaşlar ve kaoslar başrolü oynamış ve üç din mensuplarının ortak kurtarıcı imajı ve kültürü bu üçlüde sembolleştirilerek seslendirilmiştir. Bunun için Kitap Ehli’nin dinsel kültürü kullanıldığı gibi Müslümanların hadis literatürü de kullanılmış ve motifler tamamlanmıştır. Benzer sosyal şartları yaşayan Hıristiyanlardan Mesih figürü Arap diline ve İslam kültürüne transfer edilerek Mehdi’ye dönüştürülmüş ve İslami bir kimlik giydirilmiştir. [Mehmed Ali Durmuş, Haberlerin Ağında Mehdi, 85, Anlam Yayınları, Ankara 2003]

 

Her şeyden Önce İsa, Allah’ın nebisi, yani kitap getiren elçisidir ve doğar doğmaz nebiliği ilan edilmiştir. Son nebi olan Hz. Muhammed’den sonra İsa’nın peygamber olarak değil, vatandaş olarak geleceğini söyle­mek, nebilik unvanını geri almak ve nebi olduğunu belirten ayetleri inkar etmek olur. Böyle bir itirazın önüne geçmek için İsa’nın nebi olarak değil, Hz. Muhammed’in şeriatı ile hükmeden adil bir kişi olarak geleceğini söylemek ise, dayanaktan yoksundur. Çünkü böyle bir bilgi ancak vahyin bildirmesiyle bilinebilir. Vahiy ise bu konuda bir şey söylemiş değildir.

İddia edildiği gibi tekrar gelecek olan İsa, Kur’an’ı tasdik edecekse, kendisinin peygamber olduğunu bildiren ayetleri de tasdik edecek de­mektir. O zaman da Hz. Muhammed’in son peygamber olduğunu belir­ten (33 Ahzab/40) ayetiyle çelişecektir. Çünkü hem kendisinin hem Hz. Muhammed’in aynı anda peygamber olduğunu görecektir.

 

 

 

 

RİVAYETLERDE/HADİSLERDE Hz. İSA

Dönüşü Anlatan Rivayetlerde/Hadislerde Hz. İsa

Kur’an’da Hz. İsa’nın öldükten sonra tekrar dünyaya geleceğine iliş­kin hiçbir bilgi ve delil yoktur. Bu inanç yahut anlayış, hadis olarak kitap­lara geçen ve tamamen öncesi din ve kültürlerin yansıması yahut uzantısı olan rivayetlere dayandırılmaca, Kur’an’dan bazı ayetler de o doğrultuda yorumlanarak rivayetlerdeki anlatıma payanda yapılmaktadır. Mesih’in dönüşünü anlatan rivayetler aynı zamanda Deccal figürü ile içiçe anlatılmaktadır. Hz. İsa’nın kıyametten önce dönüşünü ve yapa­cağı işleri anlatan rivayetlerden bazıları şöyledir:

“Nefsim elinde olana yemin ederim ki, sizin aranıza Meryem oğlunun hakem olarak inmesi yaklaşmıştır. Haçı kıracak, domuzu öldürecek, savaşı da kal­dıracaktır. Mal çoğalacak, hatta öyle bollaşacaktır ki hiçbir kimse malı kabul et­meyecek, neticede bir tek secde dünya ve içindekilerden daha hayırlı olacaktır. [Buhari, Ehadisu’l-enbiya 49; Müslim, İman, 242; Tirmizi, Fiten, 54; İbni Hanbel, 2/240.]

“Meryem oğlu İsa, Revha’ya hac ve umre için gidecektir. [Müslim, hac, 216; İbni Hanbel, 2/240.]

“Meryem oğlu İsa, âdil imam ve hakem olarak yeryüzüne inecektir. Büyük topluluklar halinde hac veya umre yaparak yola düşecek, benim kabrime gelecek, bana selam verecek, ben de selamına karşılık vereceğim.” [Buhari, ehadisu’l-enbiya, 49; Müslim, iman, 244.]

“Meryem oğlu size imam olarak indiğinde haliniz nice olacaktır!” [Buhari, ehadisu’l-enbiya, 49; Müslim, 244.]

“Deccal bunları yaparken Allah, Meryem oğlu İsa’yı gönderecektir. İsa, boyalı iki elbise içerisinde ellerini iki meleğin kanatları üzerine koymuş olaram Şam’ın doğusunda, Beyaz Minare denilen yere inecek, başını eğdiği vakit su damlayacak, kaldırdığında gümüşten inci taneleri gibi su damlaları dökülecektim Nefesinin kokusunu duyan her kafir derhal ölecektir. Nefesi gözünün gördüğü yere kadar yayılır. Isa, derhal Deccal’ı arayacak ve onu “Lüd Kapısı’nda yakalayıp öldürecektir. ” [Müslim, fi ten, 110; İbni Hanbel ve diğer sünen sahipleri de rivayet etmiştir.]

“Meryem oğlu İsa sabah namazı esnasında inecektir. Müminlerin emiri, İsa’ya ‘Öne geç, namazı kıldır’ diyecek, o da ‘Bu ümmet birbirine emir olur’ diyecektir. Bunun üzerine emir de öne geçip namazı kıldıracaktır.” [İbni Hanbel, 4/217.]

“Müslümanların çoğu Beyti Makdis’te olup imamları da salih bir zat ola­caktır. İmamları sabah namazını kıldırmak için Öne geçtiği sırada Meryem oğlu İsa inecek, imam, İsa’nın halka namaz kıldırması için geriye çekilecek, İsa da elini onun sırtına koyarak “Sen geç, namazı kıldır, namazın kaameti senin için yapıl­mıştır.” diyecek, bunun üzerine imam onlara namaz kıldıracaktır.”[İbni Mace, fiten, 33.]

“Peygamberler birbirlerinin babaları bir, anneleri farklı kardeşlerdir. Ben, İsa b. Meryem’e insanların en yakınıyım. Benimle İsa arasında bir peygamber yoktur. O gerçekten inecektir. Onu gördüğünüz zaman tanıyın. O orta boylu, beyaza çalar kırmızı renktedir. Sarıya boyalı iki elbise içindedir. Yağmur yağma­
sa da saçından su damlayacaktır. insanlarla İslam için savaşacaktır. Haçı kırar,
domuzu öldürür, cizyeyi kaldırır. Onun zamanında Allah milletlerin hepsini he­lak eder, sadece İslam kalır. Mesih, Deccal’ı yok eder, o da yeryüzünde kırk sene kalır, sonra ölür, Müslümanlar namazını kılarlar. “ı
[Buhari, enbiya, 48; fedail, 143,144,145; Ebu Davud, melahim, 14; İbni Hanbel, 2/406]

“Şayet ömrüm uzun olursa, İsa b. Meryem’e yetişeceğimi ümit ederim. Eğer erken ölür de ona yetişemezsem, sizden ona yetişeniniz olursa, benden ona selam söylesin.” [İbni Hanbel, 2/298-299; Hakim, Müstedrek, 4/545]

“Ümmetimin arasında Deccal çıkacak ve kırk kalacaktır, (kırk gün mü, dedi, kırk ay mı, yoksa kırk yıl mı bilemiyorum.) Derken Allah, Meryem oğlu İsa’yı gönderecektir. O, Urve b. Mesud gibidir. Deccal’ı arayıp yok edecektir. Sonra insanlar arasında yedi sene duracak, iki kişi arasında düşmanlık olmayacaktır. Sonra Allah, Şam tarafından soğuk bir rüzgar gönderecek ve yeryüzünde kal­binde zerre kadar hayır yahut iman bulunan hiçbir kimse kalmayacak, hepsinin ruhunu kabzedecektir. “[Müslim, fiten ve eşratu’s-saati, 116. Bunlar ve başka rivayetler, bta rivayetlerin bulun­duğu kaynaklar ve bazı değerlendirmeler için bakınız: Sami Baybal, Age. 208-221.]

 

Bunlar ve benzerleri rivayetler, ileride göreceğimiz gibi, analiz edil­diğinde tamamen başka din ve kültürlerin, o günkü sosyal yapının yan­sıması ve uzantısı olduğu görülür. “Haberlerin Ağında Mehdi” kitabının yazarı bununla ilgili olarak şöyle der:

“Görüldüğü gibi İsa’nın öldükten sonra dirilip göğe çıktığı, tamamen Hıristiyanlığa ait bir inanış olduğu gibi, Mesih olarak bir gün yeniden yeryüzüne döneceği beklentisi de tamamen bir Hıristiyan akidesidir. İl­ginç veya tuhaf olan, böyle bir inanışın İslam kültürüne de girmiş olma­sıdır. Buna dayanarak hadis kitaplarında İsa’nın nüzulü, kıyamet alamet­lerinden biri sayılmıştır.

İsa, kuşkusuz en doğru biçimde Kur’an’da anlatılmaktadır. Kur’an’da İsa iki yerde sadece ‘Mesih’, beş yerde ‘Meryem oğlu Mesih’ ve üç yerde de ‘Meryem oğlu İsa Mesih’ olmak üzere toplam on yerde ‘Mesih’ olarak anılmaktadır. Batılı bir bilim adamı bu ayetlerdeki ‘Mesih’ sözcüğünün ne anlama geldiğinin müphem olduğunu ileri sürmektedir. Oysa, müp­hem olmayan, açık ve kesin olan bir şey var, o da şudur: Kur’an’daki kul­lanımlarından hiçbirinde ‘Mesih’ kelimesi, Yahudilerin bekledikleri ‘Me­sih’ ya da, Hıristiyanların dönüp geleceğine/ric’at edeceğine inandıkları bir ‘Mesih’ anlamını içermezTBöyle bir çağrışıma dahi elverişli değildir. Kaldı ki, Kur’an-ı Kerim’de bir ‘kurtarıcı Mesih’ vaad edildiği kesinlikle yoktur. Kur’an oldukça açık, net, anlaşılır, gizlisi, şifresi olmayan mesaj­lar içermektedir. Kur’an’m ‘Kitabun mübin’ (apaçık kitap) sıfatıyla şifreli bir biçimde bir Mesih geleceğini vaad etmesi zaten çelişirdi.

Hadislerde geçen ‘Mesih’ kavramı ise, Kur’an’a dayanmamaktadır. Bu kavram Kur’an’dan alınmış olamayacağına göre, Yahudi veya Hıristiyan­ların Mesih telakkilerinden etkilenmişliğin ürünüdür. İsa’nın ‘Baba’nın katına çıkıp sağ yanına oturduğu şeklindeki Hıristiyan dogması, Müslü­man kültüründe “İsa göğe yükselmiştir ve ahir zamanda yeniden inecek­tir.’ inancına dönüşmüştür. Müslümanlar arasındaki ‘Mehdi’ inancı nasıl ki “Mesih ve onunla ilgili fikirlerin yansımasından ibaret görülmekte ise, İsa’nın nüzulü inancı da Mesih ve İsa’nın ric’atı/dönüşü inanışlarının bir devamı, İslam kültürüne yansımasından ibarettir. Kısacası, İslam’daki bir Mesih înancından bahsetmek mümkün değildir. [Mehmed Ali Durmuş, Haberlerin Ağında Mehdi, 104-105.]

Yahudilerin ve Hıristiyanların inandığı ve beklediği gibi Müslü­manlar arasında da Hz. İsa’nın ikinci kez dünyaya geleceğini ve Kitap Ehli’nin beklentileri gibi işler yapacağını düşünen ve inanan çoğunluk bir kesim, bu konuda rivayet edilen birtakım hadislere dayanmakta ve Kur’an’da ondan söz eden kimi ayetleri de bu rivayetler doğrultusun­da yorumlayarak delil göstermektedir. Rivayetlere ve geleneksel kültüre dört elle sarılan gelenekçiler bunu hararetle savunmakta ve söz konusu nasları düşünce ve anlayışlarına destek yaparak Mesih’in dönüşü konu­sunda Kitap Ehli ile aynı çizgide buluşmaktadırlar.

Ancak bu inanç ve kültürün başta Kitap Ehli olmak üzere Orta Doğu kültür havzasından İslam kültür ve düşüncesine girdiğini, ayetlerin de bu kültür ve anlayışların yönlendirmesi altında yorumlanarak anlamları­nın dışına çıkarıldığını görmemek mümkün değildir.

Bunu ortaya koymak için İsa’nın geleceğini savunanların dayandık­ları rivayetlerle ilgili değerlendirmeleri de vereceğiz ve bu inanan Hz. Muhammed’in son peygamber olduğunu belirten “Muhammed içiniz­den herhangi bir adamın babası değil, Allah’ın elçisi ve peygamberlerin so­nuncusudur. Allah her şeyi bilendir.” (33 Ahzab/40) kesin ayetine ve Hz. Peygamber’in “İsrailoğulları’nı peygamberler yönetiyordu, her peygamber öldüğünde yerine yeni bir peygamber gelirdi, ama kesin olarak benden sonra peygamber yoktur… “[Buhari, ehadisu’l-enbiya, 50, Müslim, imara, 44] gibi hadislerine aykırılığını anlatmaya çalışacağız.

Hz. İsa’nın ikinci kez gelişini iddia edenlerin iddia ettikleri gibi gerçekten Hz. Peygamber hadislerinde Mehdi-Deccal-Mesih üçlüsünün kı­yametten önce ortaya çıkacağını ve tasvir edilen sahnelerin yaşanacağını belirtmiş midir? Eleştirici/muhakkik alimler gerek Mehdi’nin gerekse Deccal’in mitolojik bir şahsiyet olduğunu, Hz. İsa’nın ikinci gelişiyle ilgili rivayetlerinde uydurma, zayıf ve âhâd olup kesin bir inanca te­mel olamayacağını belirterek İslam’da böyle bir inancın olmadığını söylemişlerdir. Kur’an’ın ve sahih hadislerin, Allah’ın sosyal yasalarının ve tarihsel gerçeklerin ışığında baktığımızda böyle bir şeyin olacağını söyle­mek mümkün değildir. Bunu görmek için Hz. İsa’nın ikinci kez gelişine delil gösterilen hadislerle ilgili kaynak, senet ve metin tenkidi yönünden yapılan değerlendirmeleri özetleyerek vereceğiz.

 

 

 

 

İsa/Mesih’in Geleceğini Belirten Rivayetlerin Değerlendirilmesi

Müslümanlar arasında yaygın olan Mehdi ve Mesih inancıyla ilgili kabuller, hadis rivayetlerine dayanmaktadır. Bu rivayetlerle Kur’an’daki, bazı lafız ve kelimelere de farklı anlamlar yüklemeye çalışılmaktadır. Üs­telik bu rivayetlerin gayb alanıyla ilgili olmasına rağmen subut bakımın­dan zannilik taşıması da Kur’anî esaslarla bağdaşmamaktadır.

 

Hayri Kırbaşoğlu’nun bu rivayetlerle ilgili değerlendirmesi ise şöy­ledir:

“İlahi bir yardım ve bu yardım aracılığıyla gerçekleşecek ilahi kur­tarıcıyı beklemek, İslam dünyasında Emeviler döneminde başlayan ge­nel toplumsal huzursuzluklardan itibaren günümüze kadar etkili olmuş, canlılığını korumuştur. İslam dünyasında beklenen bu kurtarıcının adı Mehdidir. Ancak Mehdi kadar ön plana çıkmayan bir başka kurtarı­cı daha vardır ki o da Mesih yani Hz. İsa’dır. Hz. İsa’nın ölmediğine, öldürülmediğine, bilakis Allah tarafından göğe yükseltildiğine inanan müslümanlar, onun, Mehdi’nin zuhurunun akabinde Şam’daki Ümeyye Camii’nin doğusundaki beyaz minareye ineceğine ve Deccal’i öldürece­ğine, sonra Mehdi’nin arkasında namaz kılacağına, Muhammedi şeriata tabi olacağına, inişinden kırk gün sonra vefat edeceğine, cenaze nama­zının Müslümanlar tarafından kılınacağına ve Hz. Peygamber’in kabri­nin yanma defnedileceğine de inanırlar. Kitleleri yüzyıllarca etkisi altına almış olan bu inanç, gerek geçmişte, gerek son birkaç yüzyılda tartışma konusu yapılmış ve bazı kimselerce reddedilmişse de, bu eleştirel yakla­şım hiçbir zaman toplumlara egemen olmamıştır.” (Prof. İbrahim Sarmış-Selçuk İlahiyat, Hz. İsa ve Mesih İnancı, s.102-145, Ekin Yay.)

posted in MEHDİ-MESİH | 8 Comments

23rd Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Birinci Öğüt

Güzel bir tarlada yabani bir ot bitmiş. Tarlanın sahipleri, yabani otu yok etmek için durmadan biçer dururlarmış, ot bu yüzden çoğaldıkça çoğalmış. Günün birinde, iyi kalpli, bilge bir çiftlik sahibi bu tarlanın sahiplerini ziyarete gelmiş. Onla­ra birçok öğütler vermiş, bu arada da, yabani otu biçmemele­rini, otun bu yüzden çoğaldığını, onu kökünden çıkarmak ge­rektiğini söylemiş.

Ama tarla sahipleri iyi kalpli bilgenin yabani otu biçmeyip sökmek gerektiği hakkındaki sözlerine -sözlerine önem ver­memelerinden mi, söylediklerini anlamadıklarından mı, yok­sa bu öğüdü yerine getirmek işlerine gelmediğinden mi, her nedense- hiç kulak asmamışlar. Bu konuda kendilerine sanki hiçbir şey söylenmemiş gibi yabani otları biçmeye devam et­mişler. Böylelikle otlar çoğalıp durmuş. Gerçi sonraki yıllarda iyi kalpli bilge çiftlik sahibinin öğüdünü hatırlatanlar olmuş, ama kulak asmamışlar, gene eskisi gibi hareket etmeye devam etmişler. Zamanla yabani ot topraktan çıkar çıkmaz biçmek artık sadece bir adet değil, kutsal bir gelenek gibi olmuş. Tar­ladaki yabani otlar da günden güne çoğalmış. O hale gelmiş ki, artık tarlada yabani ottan başka bir şey yetişmez olmuş. İn­sanlar bundan şikayet eder, işi düzeltmek için birçok çarelere başvururlarmış. Ama çarelerden yalnız bir tanesini, iyi kalpli bilge kişinin onlara çoktan önermiş olduğu çareyi uygulamaz -larmış. En sonunda, tarlanın acınacak hale geldiğini gören ve iyi kalpli bilgenin unutulmuş öğütleri arasında, yabani otu biçmeyip köküyle beraber sökmek gerektiği hakkındaki söz­lerini hatırlayan bir adam çıkmış, tarlanın sahiplerine yanlış hareket ettiklerini, iyi kalpli bilge kişinin yapılması gereken doğru işi çoktan göstermiş olduğunu söylemiş.

Sonra ne olmuş biliyor musunuz? Tarlanın sahipleri, bu adamın hatırlattığı şeyin doğru olup olmadığını araştıracak, doğruysa yabani otlan biçmekten vazgeçecek, doğru değilse ona yanıldığını söyleyecek veya bu öğütlerin yersiz olduğunu, onları yerine getirmenin gerekli olmadığını ispat edecek yer­de, bu üç ihtimalden ne birincisini, ne ikincisini, ne de üçün­cüsünü yapmışlar. Tam tersine hatırlattığı şeyler için o adama gücenmişler, kızmışlar. Bazıları onun için; “Bilgenin sözlerini yalnız kendisinin doğru yorumladığını sanan akılsızın, kendi­ni beğenmişin biri.”, başkaları; “Yanlış yorumlar yapan, iftira­cı, zararlı bir adam.” demiş. Daha başkaları da o adamın yap­tığının, bunları kendi kafasından uydurmak değil, sadece her­kesin saygı duyduğu bilgenin sözlerini hatırlatmak olduğunu hiç düşünmeyerek; “Yabani otu çoğaltmak, insanları tarlala­rından etmek isteyen kötü bir adam.” diyorlarmış. “Yabani otu biçmememizi söylüyor, halbuki otu yok etmezsek büsbütün çoğalacak, tarlamızı mahvedecek. Yabani ot yetiştirecek olduk­tan sonra tarlaya ne lüzum var?” der, o adamın otu biçmeyip kökleriyle beraber sökmeyi tavsiye ettiğini hiç akıllarına getir-mezlermiş. Böylece o adamın akılsız, yalancı, insanların zara­rını isteyen biri olduğu görüşü o kadar kökleşmiş ki, herkes onu azarlar, onunla alay eder olmuş. Adamcağız sürekli yaba­ni otu çoğaltmak istemediğini, hatta çiftçinin en önemli işle­rinden birisinin de zararlı otları yok etmek olduğuna inandı­ğını, iyi kalpli bilgenin sözlerini hatırlatmaktan başka bir şey yapmadığını tekrar eder durur, ama kimseye dinletemezmiş. Çünkü artık o adamın, iyi kalpli bilgenin sözlerini yanlış yo­rumlayan, yabani otların çoğalmasını sağlayarak insanlara za­rar vermek isteyen, kötü ve kendim beğenmiş biri olduğuna adamakıllı inanıyorlarmış.

Benim başıma da Allah’ın kötülüğe karşı zor kullanmamak hakkındaki öğüdünü hatırlattığım zaman aynı şey geldi. İn­sanlar, bu kuralın üzerinde fazla durmadıklarından mı, yoksa uygulanması güç bir kural olduğunu düşündüklerinden midir bilinmez, zaman geçtikçe onu terk ettiler. Yaşayış tarzları bu öğütten çok uzaklaştı. En sonunda o hale geldi ki, bu öğüt in­sanlara yepyeni, işitilmemiş, acayip, hatta saçma bir şey ola­rak görünmeye başladı, iyi kalpli bilgenin zararlı otu biçme­yip sökmek gerektiği- hakkındaki öğüdünü hatırlatan adamın başına gelen şey, aynı şekilde benim de başıma geldi.

Tarlanın sahipleri bu öğüdün, zararlı otu yok etmemeli şek­linde olmayıp akıllıca ortadan kaldırmaktan bahsettiğini nasıl özellikle gizlemiş ve “O adamı dinlemeyelim, delinin biri, za­rarlı otları çoğaltmamızı istiyor” demişlerse, kötülüğe karşı zor kullanmayıp onu sevgi ile kökünden yok etmek gerektiğini söylediğim, zaman, benim bu sözlerime karşı da; “Onu dinle­meyelim, delinin biri. Kötülüğe karşı koymamamızı öğütlüyor. Böylece kötülüğün bizi mahvetmesini istiyor.” dediler.

Ben, kötülüğün kötülükle ortadan kaldırılamayacağını, kö­tülüğe karşı şiddete başvurmanın kötülüğü artırmaktan başka bir şeye yaramadığını, kötülüğün, ancak iyilikle yok edilebile­ceğini söyledim.

Benim de sözlerim yanlış anlaşıldı. Sözde ben, Kutsal kita­bın kötülüğe karşı mücadele etmemeyi öğütlediğini söylüyor-muşum. Böylece bütün hayatmca zor kullanmış olan, zor kul­lanmayı seven herkes, sözlerimin yanlış yorumunu hemen be­nimsedi. Böylece kötülüğe karşı zor kullanmamak yolundaki bu öğüt, yanlış, mantıksız, dine aykırı, zararlı bir şey olarak tanındı. Bu yüzden insanlar da kötülüğü yok etmek bahane­siyle rahat rahat kötülük etmeye devam ediyorlar.

İkinci Öğüt

Vaktiyle birtakım insanlar un, yağ, süt ve daha birçok yiye­cekler satarak para kazamrlarmış. Ama daha fazla kazanmak, daha çabuk zengin olmak için, bu insanlar gün geçtikçe sat­tıkları mallara zararlı, daha ucuz şeyler karıştırmaya başlamış­lar. Una kepek ve kireç, tereyağma nebati yağ, süte su ve tebe­şir tozu katmışlar. Bu yiyecekler, onları satın alıp kullananla­rın eline gelinceye kadar her şey yolunda gidiyormuş; büyük toptancılar malları küçük toptancılara, onlar da perakendeci­lere satıyorlarmış. Birçok ambarlar, dükkanlar varmış, ticaret de görünüşte iyi gidiyormuş. Bu durumdan tüccarlar çok memnunmuş.

Yiyeceklerini kendileri yapamayan, bu malları satın almak zorunda olan şehirlilere gelince, bunlar hiç memnun değil­miş. Yiyecekler tatsız, sağlıkları için zararlıymış. Un da, yağ da, süt de kötüymüş. Ama şehrin piyasasında bu karışık mallar­dan başka mal olmadığı için, şehirliler bunlan satın almaya devam ediyorlarmış. Yemeklerin tatsız olmasında, sağlıklarının bozulmasında hep kendilerini suçlu buluyor, bunu yemekle­rin kötü hazırlanmış olmasına yoruyorlarmış. Tüccarlara ge­lince, yiyeceklere ucuz, yabancı maddeler katmaya devam ediyorlarmış.

Bu iş uzun zaman, böylece sürüp gitmiş. Bütün şehirliler bu­nun acısını çekiyorlarmış, ama kimse hoşnutsuzluğunu açıkça ifade edemiyormuş.

Günün birinde evdekileri, çiftliğinde hazırladığı yiyecek­lerle besleyen bir ev kadını şehre çıkagelmiş. Bu ev kadını, bütün gününü mutfakta geçirirmiş; tanınmış bir aşçı değilmiş ama güzel yemekler hazırlamayı, ekmek pişirmeyi biliyor­muş.

Kadın şehirde birtakım yiyecekler almış, yemek pişirmeye başlamış. Ekmekler pişmeden dağılmış, nebati yağla kızartı­lan börekler hiç lezzetli olmamış, sütü kaynatmış, kaymak tutmamış. O zaman kadın yiyeceklerin iyi olmadığım düşü­nüp hepsini birer birer gözden geçirmeye kalkışmış. Sonuçta tahmininin doğru olduğunu anlamış. Unda kireç, tereyağında nebati yağ, sütte de tebeşir tozu olduğunu görmüş. Kadın yi-yeceklerdeki bu hileleri görünce pazara gitmiş. Tüccarların suçlarım yüksek sesle yüzlerine vurarak iyi cins, besleyici, hi­lesiz mallar satmalarını yahut da dükkanlarını kapatmalarını söylemiş. Ama tüccarlar kadına aldırış etmemişler, mallarının en iyi cinsten olduğunu, bütün şehirlilerin yıllardan beri bun­ları kullandığını, bu malların ödül kazandığını anlatmışlar; ona ödüllerini göstermişler. Ama kadın yine de susmamış;

— Bana ödül değil, çocuklarımın yediklerinde karınlarının ağrımayacağı, temiz yiyecekler lazım, demiş.

Tüccarlar cilalı çekmecelere doldurulmuş, görünüşte bem­beyaz, temiz unu, güzel çanakların içinde bulunan, ancak uzaktan yağı andıran maddeyi, şeffaf parlak kaplardaki beyaz sıvıyı göstererek;

Sen iyi un, iyi yağ görmemişsin teyze, demişler.

Kadın;

Görmez olur muyum? Bütün hayatım yemek hazırlamak­la geçti. Pişirdiğim yemekleri çocuklarımla oturup iştahla yer­dik. Mallarınız bozuk. İspatı meydanda! diyerek dağılmış ek­meği, nebati yağda kızartılmış börekleri, sütün dibine çökmüş olan maddeyi göstermiş. “Mallarınızı dereye atmalı veya yak­mak, onların yerine de iyilerini almalı…” demiş.

Kadın dükkanların önünden ayrılmamış, gelen müşterilere hep aynı şeyleri bağıra bağıra tekrar edip durmuş. O kadar ki alıcıların içine şüphe düşmüş.

O zaman patavatsız ev kadınının satışlarına zarar verebile­ceğini anlayan tüccarlar, müşterilere;

Şu deli kadına bakın efendim! demişler, İnsanların açlık­tan ölmesini istiyor. Bütün yiyecekleri dereye atmamızı ya da yakmamızı söylüyor. Bunun sözünü dinler de size yiyecek sat­mazsak ne yer, ne içersiniz? Dinlemeyin onu. Köyden gelmiş, cahilin biri. Yiyeceğin iyisini, kötüsünü nereden bilsin? Hase­dinden böyle yapıyor. Fakir olduğu için, herkesin de kendisi gibi fakir düşmesini istiyor.

Tüccarlar toplanmış olan kalabalığa böyle demişler. Kadı­nın yiyecekleri yok etmek değil, kötülerinin yerine iyilerini al­mak istediğinden ise özellikle bahsetmemişler.

Bunun üzerine kalabalık kadının üzerine yürüyüp azarla­maya başlamış. Kadıncağız yiyecekleri yok etmek istemediği­ni, aksine bütün hayatmca çocuklarına, kendisine yemek ha­zırlamakla uğraştığını bu yüzden iyi yiyecekten anladığını, dolayısıyla insanlara yiyecek satmaya kalkan kişilerin yiyecek adı altında, yiyeceklere zararlı maddeler katıldığını anlayabi­leceğini, bunun yapılmamasını istediğim söylemiş durmuş. Ama ne söylediyse dinleyen olmamış. Çünkü kadının, insan­ları ihtiyaçlan olan yiyeceklerden mahrum etmeye çalıştığına inanılmış bir kere.

Benim de başıma ilimden, sanattan söz ettiğim zaman aynı şey geldi. Benim bütün hayatımca biricik besinim bu olmuş­tur. Başarılı olup olmadığımı bilmiyorum, ama başkalarının da bu besinden faydalanması için elimden geleni yaptım. Bu, benim için lüks bir şey değil de, temel besin olduğu için, bu­nun ne zaman gerçek besin, ne zaman sadece besini andıran, sahte bir şey olduğunu bilirim. İşte, zamanımızda fikir piyasa­sına sürülen besinlerin tadına baktığım, o besinle sevdiğim in­sanları beslemeyi denediğim zaman bu besinlerin büyük kıs­mının gerçek olmadığını anladım. Ama, fikir piyasasına sürü­len bilimin, sanatın baştan başa sahte olmasa bile, yer yer, önemli sayıda gerçek sanata yabancı şeylerle karışık olduğunu gördüm. Fikir piyasasından aldığım şeylerin ne benim için, ne de yakınlarım için hazmedilebilecek cinsten olmadığını, hatta yalnız bu kadarla kalmayıp zararlı da olduklarım söylediğim zaman, beni azarlamaya, bana bağırıp çağırmaya başladılar. Bu gibi yüksek değerlerden anlamayan, cahil bir adam oldu­ğum için bu sözleri söylediğime herkesi inandırmaya çalıştı­lar. Kendileri de fikir alışverişi yapan bu adamların, birbirleri­ni de, durmadan sahtekarlıkla suçladıklarını söylediğim, her devirde bilgi, sanat adı altında insanlara birçok zararlı, kötü şeyler sunulduğunu, zamanımızda da aynı tehlikenin sürdü­ğünü, işin hafife alınamayacak bir hale ulaştığını, insanın ru­hunu zehirleyen şeylerin, vücudu zehirleyen şeylerden çok daha büyük bir tehlike taşıdığını bu yüzden bir manev. beti!) olarak sunulan fikrî eserleri dikkatle incelemek, aralarında sahte zararlı olanları bir yana bırakmak gerektiğini hatırlat­tığımda hiç kimse, ne bir yazıda, ne de bir kitapta benim bu sözlerime cevap verdi. Tersine, her dükkandan, tıpkı o kadı­na yaptıkları gibi; “Delinin biri! Bize buyurun, bize! İlim ve sanatı yok etmek, ekmeğimizi elimizden almaya çalışıyor. Ondan korkun. Bizde en yeni Avrupa malları var.” diye bağır­dılar.

Üçüncü Öğüt

Birkaç kişi yolda gidiyormuş. Bir ara yollarım şaşırmışlar. Öyle ki, düz yerden değil, bataklıkların, çalılıkların, dikenle­rin arasından, yol vermez ormanlar arasından geçmek zorun­da kalmışlar.

O zaman yolcular iki gruba ayrılmış; gruplardan biri dur­mayıp şimdiye dek gittikleri yönde ilerlemeye karar vermiş. Kendilerini de, başkalarım da, doğru yoldan ayrılmadıklarına, eninde sonunda hedeflerine varacaklarına inandırmaya çalışı­yorlarmış. Öteki gruptakiler, tutulan yolun yanlış olduğunu, doğru olsaydı, o zamana kadar hedefe çoktan varmış olmala­rı gerektiğini söyleyerek doğru yolu aramak, bunun için de çeşitli yönlerde, elden geldiğince çabuk yürümek gerektiğini ileri sürmüşler. Böylece yolcular ikiye ayrılmış; bazıları aynı yönde ilerlemeye, bazıları bütün yönlerde yürümeye karar vermişler. Ama aralarından bir kişi ne birinci, ne de ikinci fik­ri kabul etmiş, ilerlemeye devam etmeden ya da başka yönle­ri denemeden önce, durup içinde bulundukları durumu iyice düşünmek, ondan sonra bir karar vermek gerektiğini söyle­miş. Ama heyecana kapılmış, bulundukları durumdan kork­muş olan yolcular, yollarını kaybetmediklerine, doğru yoldan ancak kısa bir zaman için ayrıldıklarına, onu kısa sürede bu­lacaklarına inanıyor, böylece kendilerini avutmak istiyor, en çok da korkularını unutmak için bir an önce harekete geçmek istiyorlarmış. Bu istek o kadar kuvvetliymiş ki, o adamın ileri sürdüğü fikri her iki taraf da öfkeyle, azarlamayla, alayla kar­şılamış. Bazıları; “Bu ancak korkakların, güçsüzlerin, tembel­lerin dinleyebileceği bir öneridir.” diye çıkışmışlar. Bir kısmı, “İnsan hedefine, bulunduğu yerden ayrılmadan, hiçbir şey yapmadan nasıl ulaşabilir? Güzel bir öğüt doğrusu.” diye alay etmiş. Bir başka grup da, “Gücümüzü, gayret etmeye, engel­lerle çarpışmaya, engelleri yenmeye harcamaz da korkaklar gi­bi onlara boyun eğersek insanlığımız nerede kalır?” demişler. Çoğunluktan ayrılan adam, yanlış yolda ilerlemeye devam ederlerse, hedeflerin ulaşmak yerine ondan büsbütün uzakla­şacaklarını, oradan oraya atılıp bütün yönleri denemekle de aynı şeyi yapmış olacaklarını; doğru yolu bulmak için tek ça­renin, güneşe, yıldızlara bakarak hedefe götürecek yönü sap­tamaktan ibaret olduğunu, ama bunun için de her şeyden ön­ce durmak gerektiğini, bu duraklamanın aynı yerde saymak demek olmadığını, bunu yaparak doğru yolu bulacaklarını, sonra da ondan bir daha ayrılmadan ilerleyeceklerini, fakat bunu yapmak için her şeyden önce durup durumu incelemek gerektiğini söylemişse de hiç dinleyen olmamış.

Böylece ilk grup, o zamana kadar yürüdükleri yolda ilerle­meye devam etmiş. İkinci grup, bir o yöne bir bu yöne gide­rek bütün yönleri denemiş. Ama ne birinci ne de ikinci grup dikenlerin, çalıların arasından çıkabilmiş. Bugün hala yolları­nı anyor, bir türlü yollarım bulamıyorlarmış.

Bizi işsizlik meselesi denilen karanlık ormana, insanlığı di­bine doğru çeken bir bataklık olan silahlanma yarışma giden yolun, belki de asıl tutulacak yol olmadığını, yolumuzu şaşır­mış olabileceğimizi söylediğim; “Yanlış olma ihtimali olan bu akımı bir zaman için durdurup gerçeğin bildiğimiz genel, ölümsüz ilkelerine dayanarak, amacımıza ulaşmak için daha önce saptadığımız yolun bu yol olup olmadığını anlasak daha iyi olmaz mı?” diye sorduğum zaman, benim de başıma aynı hal geldi. Bu soruma kimse cevap vermedi. Bir tek kişi çıkıp da; “Biz yolumuzu şaşırmadık, buna şu, şu sebeplerden dola­yı eminiz” demedi. Bir tek kişi bile, belki de yanıldığımızı, yi­ne de elimizde uygulanabilecek, doğru bir usul bulunduğunu söylemedi. Ama herkes kızdı, gücendi, benim, sesimi bastır­mak için hep bir ağızdan; “Biz zaten tembel, geri kalmış insan­larız, üstelik bir de tembelliği, işsiz dolaşmayı, elimizi kolu­muzu bağlamayı öğütleyenleri dinlersek halimiz ne olur?” de­nildi. Hatta ‘aylaklık’ sözünü kullananlar bile oldu. Kurtulu­şun, ne olursa olsun çıkılan yolda ilerlemek olduğuna inanan­lar da, türlü yönleri denemekte olduğunu sananlar da, “Onu dinlemeyin! Bizimle beraber gelin. Durmaya, düşünmeye ne lüzum var? Çabuk yürümeliyiz! Her şey nasıl olsa kendiliğin­den düzelir!” diye bağırdılar.

Evet, insanlar yollarını şaşırdılar. Bu yüzden de acı çekiyor­lar. Öyle sanıyorum ki asıl yapılması gereken şey, bizi içinde bulunduğumuz yanlış yola sürükleyen akımı kuvvetlendirme­ye değil, durdurmaya çalışmaktı. Bence, ancak bu yolda de­vam etmeyip durduğumuz zaman içinde bulunduğumuz du­rumu nispeten doğru olarak kavrayabilir ve bizi tek bir insa­nın, tek bir zümrenin değil, bütün insanların, her birimizin aradığı büyük saadete, insanlığın saadetine doğru götürecek olan yolu bulabiliriz. Oysa yapılan nedir? İnsanlar bir sürü şeyler uyduruyor, ama onlan asıl kurtaracak olan çareye baş­vurmuyorlar. Bir an olsun durmaya cesaret edemediklerinden yanlış hareket etmeye, böylece felaketlerini çoğaltmaya devam ediyorlar. İçinde bulunulan korkunç durumu kavrıyor, bun­dan kurtulmak için ellerinden geleni yapıyor, pek çok şey de­niyorlar. .. Ama durumlarını gerçekten düzeltecek olan tek şe­yi yapmak istemiyor, bu şey kendilerine tavsiye edildiği za­man öfkeleniyorlar.

Yolumuzu kaybedip etmediğimize ya da nasıl kaybettiği­mize ve ne kadar derin bir ümitsizlik içinde olduğumuza da­ir içimizde en ufak şüphe olsaydı; halimizi düşünmemiz için verilen öğüde karşı takınılan bu tavırdan daha kuvvetli bir de­lil bulunmazdı. (Tolstoy, EFENDİ İLE UŞAK,s.115-127, Timaş Yay.)

Lev Nikolayeviç Tolstoy

Lev Tolstoy (1828-1910)

Toprak sahibi soylu bir ailenin oğlu olarak 28 Ağustos 1828’de doğdu. Babası Kont Nikolay İlyiç Tolstoy, 1812 yılı Napolyon savaş­larına katılmış emekli bir yarbaydı. On altı yaşında Kazan Üniversitesi’ne başladı. Resmi eğitime duyduğu tepki nedeniyle okulu bıra­kıp Yasnaya Polyana’daki çiftliğine döndü.

Yirmi dört yaşında orduya katılarak Kırım ve Kafkasya’da dört yıla yakın subaylık yaptı. Savaş ve şiddete duyduğu nefret yüzün­den ordudan ayrıldı.

Yirmi dokuz yaşında Avrupa seyahatine çıktı. Proudhon’la tanı­şarak başta eğitim olmak üzere pek çok konuda yakın ilişkiye gir­di. Rusya’ya döndüğünde çiftliğindeki köylü çocukları için açtığı okulda alternatif bir eğitim deneyini başarıyla uyguladı. Yasyana Polyana dergisinin yanı sıra Rusya’nın birçok bölgesindeki okullar­da da kabul gören ders kitapları yayımladı. 1869’da yayımladığı “Savaş ve Barışın ardından ruhsal bir bunalım yaşadı. Varlığın ma­nasını anlama çabasıyla bir süre Optima Manastırı‘na çekildi. İlahi­yatçılarla sürdürdüğü tartışmaları sonucunda resmi Hıristiyanlık inancına duyduğu güvensizliğin yersiz olmadığını gördü. Yeni Ahit’in özüne bağlı kalarak kendini arayış serüvenini sürdürdü.

Çok istediği halde, ailesi karşı çıktığı için topraklarını köylülere bırakamadı. Fakat, kişisel harcamalarını büyük ölçüde azalttı; aris­tokrat yaşam tarzını bırakıp bedensel işlerde düzenli olarak çalış­maya başladı. Huzur içinde ölümü karşılayacağı bir yer arayışı için 1910 yılının 28 Ekim gecesi malikanesini terk etti. On gün sonra bir tren istasyonunda öldü.

Tolstoy’un ölümü bütün dünyada büyük yankı uyandırdı. Bir­çok ülke yasını tuttu.

Doğumunun yüzüncü yılında başlatılan bir çalışmayla eserleri 90 ciltte toplandı. Tolstoy, Shakespeare’den sonra dünya dillerine en çok tercümesi yapılan yazardır.

posted in ÖYKÜLER | Öğütler-Tolstoy için yorumlar kapalı