-
18th Şubat 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ĞAYB NEDİR-2 (MELEK, ŞEYTAN, CİN, RUH)

(Melek, Şeytan, Cin, Ruh)

Demek ki “Allah ve ahiret günü” mutlak ğayb olurken ve bunlara sanki görmüşcesine (ihsan) ve sanki gidip de gelmişcesine (yakîn) iman etmemiz istenirken melek, şeytan, iblis, cin ve ruh kavramları ve kıssalar bunlara nazaran mukayyet ğayb olmaktadır.

Çünkü Allah ve ahiret günü, mahiyetleri itibariyle aşkındırlar (müteal). Bunun için Allah dış dünyada bir nesne olmadığı ve de kuşatılamayacağı için, kıyamet de henüz daha gerçekleşmediği için ilmin (bilginin) konusu olamazlar, bilakis imanın konusu olurlar. Zira Allah ve ahiret “alemi” aşmaktadır. Bunun için de “ilmin” nesnesi değildirler. Yani bir şeyin “ilmin” nesnesi olması için (aynı kökten gelen) “alemin” içinde olması gerekir. Çünkü alem, ilme (bilgiye, bilime) konu olanlar alanı demektir.
Melek, şeytan, cin, ruh kavramları ve kıssalar ise tarihte, hayatta, insanda ve tabiatta yani alemde meydana gelen bir takım olaylara ilgili kullanılmaktadır. Bu nedenle araştırılıp künhüne vakıf olunmaları veya ilmin nesnesi olmaları mümkündür. Mutlak ile mukayyet ğayb arasındaki fark da esasında burada ortaya çıkıyor.

***

Örneğin Kur’an melek diye güç sahibi olmayı kastediyor. Allah’ın melekleri, Allah’ın güçleri demektir. Rüzgar, fırtına, gök gürültüsü, yağmur gibi tabiatta varolan kuvvetler… Tabiatta varolan bir takım işlevsel fonksiyonlar… Hatta insanın bir takım ruhi ve psikolojik durumları… Peygamberimizin “Gök gürültüsü (ra’d) meleklerden bir melektir” (Tirmizi; Tefsir 13, Kurtubi; 2/19 tefsiri) demesi bunu gösterir.

Dolayısıyla Kur’an’da bu kökten gelen kavramları tasnif edersek: Mülk güç, melik güç sahibi (özne), meleke güç fiili (yüklem), melek fiilin mef’ulu (yüklemin nesnesi), melekut da fiil/yüklem alanı veya sahası oluyor. Yani “el-melik”, “melekelerini” kullanarak “melaikeyi” ortaya çıkarıyor, bunların tezahür ettiği sahaya (alem) de “melekut” diyor. Bunu için de “mülk” O’nun oluyor. Bütün bunların mihverinde Allah var ve hepsi O’nunla ilgili…

Kur’an der ki: “Rabbiniz gökleri ve yeri altı evrede yaratan, sonra görkemli egemenliği ile iş ve oluşu çekip çeviren Allah’tır. Bu yaratma İKİNCİSİ OLMADAN yalnızca kendisinin iradesi iledir. İşte Rabbiniz Allah budur. Şu halde O’na ibadet ediniz. Bu zihin tutulması neden?” (Yunus; 10/3)

Yani: Allah gökleri ve yeri, O’nunla birlikte/O’na yardım eden ikinci bir aracı (şefi’) olmaksızın, tek başına yaratmıştır… Ayetteki şefi’ bu bağlamda “ikinci” anlamına geliyor. Çünkü ahirette günahkârlara şefaatçi bulunup bulunmayacağı değil; göklerin ve yerin yaratılışı anlatılmaktadır. “Allah bu yaratmayı yaparken (halen de yaratıyorken çünkü yaratma sürüyor) yanında ikinciler veya yardımcılar, aracı tanrılar, yarı tanrılar, tanrısal melekler vs. var mıydı?” gibi bir soruya cevap verilmektedir.

Çünkü eski dünya dinleri bir yüce tanrıdan başka ikinci, üçüncü alt tanrılar, yarı tanrılar, cinler, ifritler, tanrının yaratmada yardımcısı melekler anlayışı ile doluydu. Tanrı yaratmayı direk kendisi yapmaz, onlara havale ederdi. Bir kralın ülkesini oğulları arasında taksim etmesi ve bir çok yetkisini onlara devretmesi gibi Yahudi muhayyilesindeki “dört büyük melek” anlayışı da buradan geliyordu. Daha önceki dinlerde yüzlerceyken bunlarda dörde indirilmişti. Kur’an’ın tevhid ilkesi gereği bu, bir tek Allah’ın doksandokuz, bin, üç bin, beş bin, binlerce ismi, niteliği, melekesi, fonksiyonu, kuvveti haline getirildi. Çünkü Allah birdir (ehad) ve isimleri, sıfatları ve melekeleri ile bölünmez bir bütündür (samed)…

Yani Tanrı bir tanedir ve Tanrılık sadece O’nda toplanmış olup O’ndan kimseye geçmez. Yaratmada, iş ve oluşta kimseyi vekil tayin etmez, bütün her şeyi doğrudan kendisi yapar. Örneğin Yahudi muhayyilesinde geçtiği gibi bitkileri ve mevsim işlerini Mikail’e, ölüm işlerini Azrail’e, vahiy işlerini Cebrail’e, kıyametin kopuşunu İsrafil’e havale etmiş değildir. O’nun “şefi”i yoktur. Bütün bunları direk kendisi yapar…

Bu isimler (Cebrail, Azrail, Mikail, İsrafil vb.) Allah’ın iş ve oluşu (şe’n/emr) meydana getiriyorken ki melekeleridir. O’ndan gayrı birer ikinci (şefi’) değil. İnsanlar zamanla Allah’ın yapıp edişini, edip eyleyişini (melekelerini) bu isimlerle ifadelendirmişler.

Cebr-El: Tanrı’nın gücü… Azra-El: Tanrı’nın durduruşu/engelleyişi… Mika-El: Tanrı’nın övülüşü, tesbihi… İsraf-El: Tanrı’nın soluğu, nefesi… Samu-El: Tanrı’nın işitişi/Tanrı’yı duyan… İsra-El: Tanrı’nın yürüyüşü/Tanrı ile yürüyen… Rafe-El: Tanrı’nın yüceliği/Tanrı’ya yükselen… Bunların hepsi İbranice… Böyle yüzlerce isim var. Yahudi isimleri genellikle böyledir.

Adı üzerinde Cebrail Allah’ın konuşma/vayhetme gücünü, Mikail mevsimleri yaratma gücünü, Ezrail ölüm, İsrafil hayat ve yaşam verme gücünü ifade eden özellikleri/melekeleridir. Bu isimlerin zamanla Tanrı’dan ayrı (alem dışı) ontolojik varlıklarmış gibi algılandığını görüyoruz. Kur’an yer yer bu muhayyileye hitap etmekle birlikte dönüştürmüş ve hepsini “tek bir Allah’ın” güzel isimlerinde toplayarak “Esmau’l-Hüsna”yı getirmiştir. Bu kültürden hareketle Abdullah (Allah’ın kulu), Seyfullah (Allah’ın kılıcı), Nurullah (Allah’ın ışığı), Nimetullah (Allah’ın nimeti), Lutfullah (Allah’ın nimeti) vb. Müslüman isimleri doğmuştur.

Demek ki bu isim ve sıfatlar Allah’ın “melekeleri” oluyor. O’ndan ayrı (alem dışı) ontolojik varlıklar değil; O’nun kendisi de değil; alemde yani tarihte, hayatta, tabiatta ve insanda tecelli eden iş ve oluşu, yapıp edişi, edip eyleyişi…

Kur’an’ın ilk muhataplarına sorsan bir Allah’a inanırlar ve fakat O’nun “samed” olduğunu kabul etmezlerdi. Gökte bir tanrıya inanmakla birlikte, O’nun, tanrılığı alt tanrılarla (min dunillah) bölüştüğünü, paylaştığını düşünürlerdi. İşte samed ilkesi bunu reddediyor. Allah’ın tanrılıkta bölünmez, paylaşma ve ortaklık kabul etmez bir bütün olduğunu ilan ediyor. Bunun içindir ki özellikle ilk sureler Allah isminden ziyade O’nun “melekelerine” vurgu yapar. Şunu demek ister: Bir Allah’a inanmak yetmez, O’nun alemle; tarihle, hayatla, insanla, tabiatla dinamik ilişki içinde olduğuna, güçleri, isimleri, melekeleri ile aramızda olduğuna da inanacaksınız… Şu halde “Her kim Allah’ın alemdeki tasarrufunun bin bir çeşit görünümlerine yani “melekelerine” düşman olursa Allah’a düşmanlık göstermiş olur” ne demek anlaşılıyor olmalı…

Keza “Kim Allah’a; meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına ve ahiret gününe iman ederse…” de şu oluyor: “Kim insanla, tarihle, hayatla ve tabiatla iletişim içinde olan Allah’a; alemde tecelli eden güçlerine (melaiketihi), tarih boyunca gelen elçilerine (rusulihi), kitaplarına/hitaplarına (kutubihi), gelecekte de (yevmu’l-ahir) hesap soracağına iman ederse… İşte böyle insanlıkla canlı ve dinamik ilişki içinde olan (hayyu gayyum) Allah’a iman ederse, bilsin ki, kopmayan bir kulpa yapışmış olur ki asıl iman da budur. Yoksa müşriklerin gökte oturup duran, yarattıkları ile iletişimsiz, yetkilerini alt tanrılara (dunillah) devretmiş, vurdumduymaz tanrısı o “Gökteki”ne (Mülk; 67/16-17) değil…

“Allah’ın meleklerle konuşması” ise metafiziği kavratma amaçlı olduğu için teşhis (kişileştirme) ve intak (dile getirip konuşturma) anlatım sanatları kullanılarak aktarılan Aliya İzzetbegoviç’in tabiri ile “semavi prolog” (gökteki ilk konuşma) oluyor.

Yunus Emre’nin “Sordum sarı çiçeğe” ilahisinde çiçekle girdiği diyalog veya Yusuf Has Hacip’in “Kutadgu Bilig” (Kutlu Bilgi) adlı eserinde dört şey: Devlet/adalet/hükümdar (Kün-Toğdı), mutluluk (Ay-Toldı), akıl (Öğdülmiş), akibet (Odgurmuş)’u birbiriyle konuşturması, kişileştirmesi, diyaloglaştırması gibi… Böyle anlatımlar çoktur. Bunlara edebiyatta gerçeküstücü öykülendirme deniyor.

Allah’ın melekler ve iblisle konuşması de böyledir. Yani sembolik olup aslında ortada Allah’tan başka kimse yoktur. Allah bir takım olay ve durumları kişileştirmekte, sonra da kişileştirdiğini dile getirip konuşturmaktadır. Aksi halde Allah’a yer, zaman, mekan, meclis biçmiş oluruz. Dağları, yeryüzünü, insanın iç dünyasını, vicdanını (ahd-i misak ayeti), ellerini, derilerini dile getirip konuşturması veya güneşi, ayı, yıldızları vs. dile gelip konuşmaya çağırması da böyledir. Bunlar metafiziği kavratma amaçlı yerlerde böyle olup Kur’an’da örnekleri çoktur. Fakat örneğin kıssalar böyle değildir. Onlara da toplumsal gerçekçi öykülendirme diyoruz. (Toplumsal gerçekçi öykülendirme ile gerçeküstücü öykülendirme şeklinde ikiye ayırarak ele aldığımız Kur’an’daki hitabet sanatı ile ilgili olarak bkz. “Kur’an kıssaları; masal mı mucize mi?” ve “Allah nasıl Hz. Hızır oldu?” başlıklı makaleler)…

Kendisine Allah hitap ederken Peygamberimizin algıladığı/gördüğü şeyin “Allah’ın gücü” olduğunu ve aslında “Cebrail” (Tanrı’nın gücü) diye buna dendiğini şu rivayetlerden de anlarız: “Resulullah (sav) buyurdular ki: “Bu gece Rabbimden bir (melek, elçi olarak) geldi. -Bir rivayette ise şöyle demiştir: “Rabbim bana en güzel bir surette geldi” ve “Ey Muhammed!” dedi…” (Tirmizi; Tefsir, Sad, 3231, 3232). Yani “Melek/Cebrail olarak bana en güzel surette görünen şey Rabbimin vahyetme gücüydü.” demek istiyor…

Yine Hz. Aişe’den: “Her kim Muhammed (uyanık olarak baş gözüyle) Rabbini gördü sanırsa, en büyük yalan irtikâb etmiş olur. Lâkin muhakkak olan şudur ki, Allah’ın Resülü Cebrail’i(Allah’ın gücünü) ufkun arasını kaplamış olduğu halde görmüştür.” İbn Mes’ud’dan: “Cebrail’i (Allah’ın gücünü) altıyüz kanatlı veya kanatları semayı yeşil bir kumaş gibi kaplamış halde görmüştür.” (Buhari; Bed’ul-Halk, 1334,1335,1336)

Yani “Gördüğü şey Allah’ın kendisi değildi; bilakis Allah’ın gücünün, eşiz güzelliğe sahip görkeminin her yanı kaplaması (zu merratin fe’steva), yüksek ufuk çizgisinde belirmesi (ufuki’l-a’la), yaklaşarak iyice sarkması (dena fetedella), aralarında iki yay hatta daha da yakın mesafeye (gabe gavseyni ev edna) kadar belirerek görünmesiydi” demek istiyorlar (Necm; 53/6-9). İşte buna Allah’ın gücü (Cebrail) diyoruz. Allah’ın kendisi değil; ondan ayrı bir varlık da değil; bilakis onun güç/konuşma/vahyetme melekesi… Bu melekenin kolay algılanması için “kişileştirme” yapılarak ifade edildiğine dikkat ediniz…

Keza “Yeryüzünde dolanan seyyah melekler vardır, zikr edenleri gözleyen melekleri vardır, rahmet melekleri, gazap melekleri vardır, ölüm meleği vardır, dağların meleği gelerek şöyle dedi…” vb. rivayetler hep tek bir Allah’ın aramızda dolanan gücünü, kudretini, bilmesini, görmesini, sevgisini, merhametini, öfkesini, kızgınlığını, yapmasını, etmesini, eylemesini yani binbir çeşit “melekelerini” kavratmak için kullanılan ifadelerdir.

Bütün bunların Allah’ın insanla ve alemle olan derin ve çok boyutlu dinamik ilişkisini resmettiğini, aslında anlatılanın “tek bir Allah”ın özellikleri olduğunu şu rivayetten de anlarız: “Allah’ın meleklerinden olan Arş’ın taşıyıcılarından bir melek hakkında rivayette bulunmam için bana izin verildi” dedi ve ilave etti: “Onun kulak yumuşağı ile ensesi arasındaki uzaklık yedi yüz senelik mesafedir.” (Ebu Davud; Sünnet, 19, 4727). Yani çokluktan kinaye ile kişileştirme yaparak “Allah’ın gökyüzünü (arş/uzay) yaratma ve oluşturma gücü (arşı taşıyan melekleri) çok büyük, çok muazzam bir olaydır.” demek istiyor. (Geçen günkü bir haber: Bir süpernovanın- enerjisi bitmiş büyük yıldız patlaması- yankısı dünyaya 436 yıl sonra geldi)…

Görülüyor ki kiminde “altıyüz kanatlı”, kiminde “semayı kaplayan yeşil kumaş”, kiminde de “kulak memesi ile ensesi arasında yedi yüzyılık mesefa olan biri” olarak resmedilen, birbirinden farklı olmasına rağmen tek bir şeydir: Allah’ın insanda ve alemde tezahür eden melekeleri ve bunun görkemi, büyüklüğü…

Kur’an’da melek, melekut, mülk, melekutu’s-semavati ve’l-arz kavram ve ifadeleriyle hep bu görkemin ve büyüklüğün anlatılmaya çalışıldığını görüyoruz. Örneğin (aynı kökten gelen) “Mülk” suresinin hemen başında şöyle denir: “Şu görkemli egemenliğin sahibi (bi yedihi’l-mülk) ne yücedir!” Sonra sure boyunca “bi yedihi’l-mülk”ten örnekler verilir: Hayat ve ölüm… Yedi kat gök…Işık saçan yıldızlarla süslenmiş dünya göğü… İnsanın iç dünyasında (zati’s-sudur) olup bitenler…Ürünlerle (rızk) dolu yeryüzü…Sıra sıra kanat çırparak uçuşan kuşlar…Kulaklar, gözler ve gönüller verilerek inşa edilmiş insan…Ve sure şöyle biter: “Bir sabah kalktınız sular çekilmiş, kim getirecek size suyu? (Mülk; 67/1-30)

Bütün bunlar Allah’ın güç ve kudret “melekelerinin” (melaiketihi) tezahürü sonucu (ez-Zahir) olan yerin ve göğün “melekutu”dur (melekutu’s-semavati ve’l-arz). Allah işte bu görkemli egemenliğin sahibidir (bi yedihi’l-mülk): “Haydi, çevir gözünü, bir kusur görebiliyor musun? Sonra tekrar tekrar bak, aradığını bulamayacak, yorulup aciz kalacaksın!” (Mülk; 67/3-4)…

Nedir insanoğlunun aradığı?

Görüneni bırakıp görünmeyenler üzerinden spekülasyonlar yapmak… Hayatı, ölümü, yeri, göğü, yıldızları, iç dünyasını, uçuşan kuşları, kulakları, gözleri, gönülleri vs. atıp tutmaların konusu yapmak, yani bunlar üzerinden ğaybı taşlamak! Oysa böyle yapanları bekleyen alevli bir ateşten başkası değildir (Mülk; 67/5): “Tepelerinde sıra sıra kanat çırparak uçuşan kuşları (tayri fevgahum saffat) görmüyorlar mı? (Mülk; 67/19).

Bu “saffat” sözcüğü de ilginçtir. “Saf saf, sıra sıra” anlamına geliyor. Şu ayetler üzerinde düşünün: “Göklerde ve yerde olan kimseler (örneğin) sıra sıra uçuşan kuşlar (tayru saffat) O’nu yüceltir, hepsinin salatı ve teshibi vardır. Göklerin ve yerin egemenliği (mülku’s-semavati ve’l-arz) Allah’ındır.” (Nur; 24/41-42)… “Bizden her birimizin belli bir makamı vardır. Elbette biziz saf saf dizilenler, biziz! Elbette biziz o tesbih edenler, biziz!” (Saffat; 37/164-166)…

Karşılaştırmalı olarak ilgili yerleri inceleyin, yerde ve göklerde sıra sıra, saf saf dizilmiş olanların bir takım tabiat varlıkları (ay, güneş, bulutlar, gökgürültüsü, yıldırımlar, yıldızlar, gezegenler, kuşlar, hayvanlar, bitkiler, ağaçlar, dağlar, dereler, ırmaklar, göller, denizler vs.) olduğunu, Kur’an’ın bunlara “yerin ve göklerin melekutu” (meleketu’s-semavati ve’l-arz), “O’nun görkemli egemenliği” (bi yedihi’l-mülk) dediğini göreceksiniz. Dolayısıyla “melaiketihi” (O’nun melekeleri/güçleri) bununla ilgilidir. O günkü yerleşik ve yaygın din dilinde öyle dendiği için Kur’an bu dil üzerinden konuşmaktadır.

Keza rivayetlerde de durumun böyle olduğunu görüyoruz. Çünkü o çağda yerleşik olan din dili buydu. Onlarca rivayet ve hadisi taradım hepsi böyle.Yukarıda hadislerden de örnek verdim, şimdi yer dar, sanırım bu kadar yeter…

***

“Şeytan” veya “İblis” kavramları da teşhis ve intak sanatı kullanılarak şahıslaştırılıp konuşturulan alemdeki “kötülük durumlarını” ve insandaki “kötülük dürtülerini” ifade ediyor. Yoksa insanın dışında kazma dişli, çirkin suratlı harici bir varlık değildir. Bunu en iyi Peygamberimizin şu sözlerinden anlarız: “Şeytan, sizin içinizde kanın damarda dolandığı gibi dolanır.” (Buhari; İtikaf, 956), “Şeytan uyuyanın genzinde geceler” (Buhari; Bed’ul-Halk, 1359) “Şeytan da, melek de insanoğluna birtakım şeyler atarlar. Şeytanın işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı olan şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmaktır. Meleğin işi hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Kim içinde hakka, hayıra, iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah’tandır ve hemen Allaha hamdetsin. Kim de içinde kötülük ve inkara çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah’a sığınsın.” (Tirmizi; Tefsir, 2991).

Keza Kur’an’a göre cinlerin/şeytanların tabiatı “kavurucu ateştir” (Hicr; 27)…

Görüldüğü gibi şeytan hep insanla ilişkilendirilerek tasvir ediliyor: İçinde dolanır (öfke, hırs, şehvet kabarması)… Burnunda geceler (burnundan solumak!)… Kalbine atar (içine doğurur, aklına getirir)… Şu halde “kavurucu ateş” kızgınlık, şehvet, öfke, haset, ihtiras gibi dürtülerin ifadesi oluyor. Demek ki iç dünyamızda (zati’s-sudur) “kanın damarda dolandığı gibi dolanan” öfke, kızgınlık, hırs, haset, ihtiras, şehvet vb. dürtüler kişileştirilerek, canlı bir varlıkmış gibi resmedilerek “şeytan” adını alıyor. Bunlar bizi ve çevremizi ateşin odunu yeyip bitirdiği gibi yer bitirir.

Görülüyor ki din dili, kötülere “şeytan” iyilere “melek” diyerek olayları, durumları, duyguları ve dürtüleri kişileştiriyor. İçimizde olanları, dışımıza çıkarıp harici varlıkmış gibi resmederek, kolay anlaşılır, tavır ve vaziyet alınır hale getiriyor. Metafizik olmakla birlikte gayet canlı ve dinamik bir diyaloji (ikili etki-tepki iletişimi) kuruyor. “Dini tecrübe” bu açıdan bilimsel dil ve metotlardan farklıdır. Bu dili iyi kavramamız gerekiyor.

Demek ki “Şeytan sizin apaçık düşmanınızdır, ona tabi olmayın” şu demek oluyor: “Öfke, kızgınlık, hırs, haset, ihtiras, tamah, şehvet vs. sizin apaçık düşmanınızdır, bunların ardınca gitmeyin…”

***

“Cinn” de etrafımızda uçuşan (alem dışı) harici varlıklar değildir. Alem içinde ve fakat “görünmeyen, tanınmayan, yabancı” demektir. Örneğin bugün yeryüzünde bir milyon canlı türü var. Bir zamanlar otuz milyonmuş. Biz ömrümüz boyunca bunların kaçını görürüz? En fazla yüzünü hadi bilemediniz beş yüzünü… İşte deniz altlarında, ormanlarda, ağaç kavuklarında, toprağın altında, kayalıklarda vs. geri kalan bütün göremediklerimiz cindir. Onları da Allah yaratmıştır. Bu manada “ins-u cinn” görünen ve görünmeyen tüm varlıklar anlamında Türkçe’de “sabah-akşam”, “yaş-kuru” , “gece-gündüz” dememiz gibi bir deyimdir…

Bu durumda “İnsanları ve cinleri (ins-u cinni) bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat; 51/56) şu demek oluyor: Gördüklerinizin ve görmediklerinizin tümünü iş ve değer üretsinler, kendilerini ifade etsinler, yapsınlar, meydana getirsinler, bunları Ben ile/Benim yolumdan giderek yapsınlar diye yarattım…Çünkü “ibadet” ile “nüsuk” aynı şey değildir. (bkz. “Din ve ibadet anlayışımız 1-2” başlıklı makaleler).

“Cinlerle konuşmak” da aslında insanın kendi kendisiyle konuşmasıdır. İçinden gelen tanımlayamadığı ses ve dürtüleri kendi dışında bir varlıkmış gibi resmetmesi ve kendisine onun hariçten hitap ettiğini sanmasıdır. Bu durumda cinn, insan beyninin yarattığı bir kişileştirme oluyor.

Peygamberimizin “cinlerden bir grup ile görüşmesi” de Türkçe’de “Soldan bir grup” derken solcularla, sol görüşe mensup olanlardan bir grupla demek istememiz gibi, harici varlık olarak cinlere inanan, bu inancın yaygın olduğu bir beldeden yani Nusaybin’den gelen bir gurup ile görüşmesi demektir. (Taberi).

Bu konuda İbn Mes’ud’dan şöyle bir rivayet vardır: “Bir gece O’nunla beraberdik. Bir ara onu kaybettik. Kendisini vadilerde ve dağ yollarında aradık. Bulamayınca: “Yoksa uçurulmuş veya kaçırılmış olmasın?” dedik. Böylece, geçirilmesi mümkün en kötü geceyi geçirdik. Sabah olunca, bir de baktık ki Hira tarafından geliyor. “Ey Allah’ın Rasülü, biz seni kaybettik, çok aradık ve bulamadık. Bu sebeple geçirilmesi mümkün en fena bir gece geçirdik.” dedik. “Bana cinlerin davetçisi geldi. Beraber gittik. Onlara Kur’an’ı Kerim’i okudum.” buyurdular. Sonra bizi götürerek cinlerin izlerini, ateşlerinin kalıntılarını bize gösterdi.” (Müslim; Salat, 150, (450); Tirmizi; Tefsir, Ahkaf, (3254); Ebu Davud; Taharet 42, (85).

Yani Peygamberimiz Nusaybin’den gelen yabancı bir heyetle görüşüyor. Bu arada bazı sahabeler onu ortalıkta göremiyorlar. Peygamberimiz yabancı heyetle bir süre beraber oluyor. Soğuk bir gün olduğu için ateş yakıp başında oturuyorlar ve sohbet ediyorlar. O arada bir şeyler de yeyip içiyorlar. Peygamberimiz bu yabancı heyetin “izlerini ve kalıntılarını” (yakılan ateşin közlerini ve yemek artıklarını) göstererek işte burada oturduk diye anlatıyor…

Keza Cinn suresinde cinciliğin, falcılığın, ğaybı taşlamanın o dönemdeki vatanı haline gelmiş Nusaybin’den gelen işte bu heyetin, peygamberimizle görüşüp Kur’an’ı dinleyerek cincilikten nasıl dönüş yaptıkları ve tüm çağlara ibretlik itiraflarına yer verilir. Tam da bugünü anlatır. Gel gör ki bu sure adeta amuda kaldırılmış, tersten okunmuş ve Kur’an’ın cinleri ve cinciliği onayladığına delil yapılmıştır…

***

“Ruh” da yeni Eflatunculuktaki gibi bedene girip çıkan bir cevher değildir. Yaşam, can, hayat veren demektir. Maddi ve manevi iki anlama gelir. Maddi anlamı soluduğumuz havadır ki bize can verir, hayat bahşeder. Manevi anlamı sevgi, merhamet, iyilik, güzellik, doğruluk, dürüstlük gibi değerler aşılayarak insanı canlandırır. Çürümüş, kokuşmuş, çamurlara batmış, hastalıklı kalplere hayat bahşeder. Bununla körler görür, sağırlar duyar, çamurlarda sürünen bir halk kendine yepyeni bir gelecek yaratır. Vahiy (Allah’ın nefesi, soluğu) bu manada İsa’nın söyleminden de anlaşılacağı gibi canlandıran, hayat veren anlamında Kur’an’da ruh olarak ifade edilmiştir…

Kur’an’ın kafirlere “meyyit” (ölü), vahye “ruh” (canlandıran, hayat veren), Allah’ın kavli ve kevni ayetlerini görmeyenlere “kör”, duymayanlara “sağır” demesinin ne demek olduğu anlaşılıyor olmalı…

***

Şu halde İslam maneviyatı “Allah’a ve ahiret gününe” içtenlikle, en içteki/kayıptaki yerlerimiz olan kalp, yürek ve gönül ile (ğayb ile) imana dayanıyor. Diğerleri bu dayanaktan kuvvet buluyor.

Onun için Bu Kitap’la hayat yolculuğuna çıkacaklardan ilk istenen bu…

Bu nedenle ğayb, iman edilecek şeyleri değil; iman edecek kişinin içsel durumunu ifade ediyor. Kur’an “ğayba iman” gibi içine her tür bilinmezliğin girebileceği istismara açık bir kavramı değil; direk “Allah’a ve ahiret gününe iman” gibi apaçık bir ifadeyi boşuna tercih etmemiş. Öyle ya Allah namına söylenenleri test edebileceğimiz elimizde kaya gibi bir metin var. Ğayba iman da ise işin içine cinler, ifritler, periler, ruhlar, bilinemez, görünemez, test edilemez varlıklar giriyor.

“Ğayba iman” deyimine şartlandırılmış zihinler ise, meseleyi, makalede ortaya koymaya çalıştığım gibi “mutlak ğayb” ve “mukayyet ğayb” diye ikiye ayırarak anlamayı deneyebilirler. Fakat Kur’an’ın “bi’l-ğayb” ifadesine özel bir anlam vererek kendi iç literatüründe “içtenlikle, görmeden, görünmeyen yerleri (kalp, gönül, yürek ile) iman” anlamında kullandığını da bilin. Kur’an’da geçtiği yerlerin tamamında böyle; bir tek istisnası bile yok.

***

Kanımca Kur’an’ın “o çağdaki yerleşik din dili” üzerinden meseleyi vazedişi böyleydi. Bizim yorumlamalarımız bu dille çelişmiyor. Aynı hakikatin öteki yüzünü ifade ediyoruz. Dilden dile değil; çağdan çağa çeviriyoruz, öyle düşünün. Çünkü arada nereden bakılsa on dört asır var…

Bilmem anlatabildim mi?

http://ihsaneliacik.org/makaleler/gayb-nedir-ne-degildir-2.html

 

Ayrıca ĞAYB NEDİR -1 (METAFİZİK VARLIKLAR) yazısı için bkz.

http://ihsaneliacik.org/makaleler/gayb-nedir-ne-degildir-1.html

posted in CİN-MELEK | 0 Comments

13th Aralık 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

CİN KAVRAMI 

  • §  ‘Cinn’ kelimesi Kur’ân’da ve Arab literatüründe tek anlamda değil, birçok anlamlarda kullanılmıştır.
  • § Kelimenin kök anlamında: Kapalılık, gizlilik, bilinmezlik, yabancılık vardır.
  • § Hangi kullanımın ne mânâya geldiğini, -her dilde olduğu gibi- kullanımın ‘bağlam’ı (sıyak‑sıbak) belirlemektedir.

 

1 جَنَّ 1  “Karanlık çökmek” En’âm (6):76  كَوْكَبً رَأَى عَلَيْهِ اللَّيْل جَنَّ فَلَمَّا
32 الْجِنّ  جَانّ (5) الْجِنَّ; 2  C İ N N
16 جِنَّةٌ (5) مَجْنُون (11) 3  “Deli”, “Delilik”
2 جَانٌّ 4 “Yılan” > Neml (27):10, Qasas (28):31    … 14;ا جَانٌّ … كَأَنَّه
1 أَجِنَّة12; 5 “Cenîn’ler” > Necm (53):32)        ِكُمْ أُمَّهَا بُطُونِ فِي أَجِنَّة أَنْتُمْ وَإِذْ
2 جُنَّةً   ; 6  “Kalkan” > Mucâdile (58):16, Munâfiqûn (63):2 جُنَّةً هُمْ أَيْمَان اتَّخَذُ
147 جَنَّةجَنَّاتجَنَّتَا 06; – جَنَّتَي18;ن 7  “Cennet(ler) / Bahçe(ler)”
201  

 “El-Vucûh ve’n-Nezâir” kitaplarında, nasıl ki  نيع, برض , لقع , لدع … gibi birçok kelime “vucûh”lu kavramlardan (yani ‘çok anlamlı’) sayılmış iseler; yukarıdaki listeye dikkat edildiğinde,  جنّ kelimesi ve müştaklarının (türetilmişlerinin) de  “çok anlamlı” kelimelerden olduğu anlaşılır.

 

 Lügat Kitaplarından Seçmeler:

Mu‘cemu Meqâyîsi-l-Luğa’dan:

الجيم والنون أصل واحد، وهو السَّتْر والتستُّ;. والجنين: الولد في بطن أُمّه. والجنين: المقبور. والجَنَا;: القَلْب. والمِجَن;ُ: الترسُ.

(…) والجِنّة: الجنون؛ وذلك أنّه يغطِّي العقل. وجَنَانُ الليل: سوادُه وسَتْرُه الأشياءَ. (…) وجَنَان النّاس مُعْظمُه;.(…)

C-N-N Maddesinin kök anlamında ‘setr’ ve ‘tesettür’ (kapalılık/gizlilik) anlamı vardır.

‘Cenîn’: Ana rahmindeki çocuktur. Mezara konmuş ölüye de ‘Cenîn’ denir. Kalb’e ‘Cenân’ denir.

Kalkan’a ‘Micenn’ (veya ‘Cünne’) denir (arkasındaki kimseyi gizlediği için).

Delilik’e ‘Cinnet’ veya ‘Cunûn’ denir; aklı örttüğü için.

‘Cenânu’l-Leyl’: ‘Gece karanlığı’ demektir; eşyayı gizlemesinden dolayı.

‘Cenânu’n-Nâs’: ‘İnsan kalabalığı’ demektir (o kalabalığa giren, gözden gizlendiği için).

 

Tâcu’l‘Arûsdan:.

السّترُ أَصْلُ الجنّ: “Cinn”in aslı, duyulardan gizlenmişliktir;

كُلُّ مَسْتورٍ جَنِينٌ: Her gizlenmiş şey “cenîn”dir.   :حِقْدٌ جَنِينٌgizli bir kin” gibi…

جِنُّ النَّاسِ و جَنانُ الناس: مُعْظَمُ07;ُم : Büyük insan kalabalığınacinnu’n-nâs: nâs’ın cinni” denir

وكانوا في الجاهِلي17;َة يسمّونَ (المَلائِ 603;ةَ) جِناًّ : Cahiliye döneminde ‘melâike’ye ‘cinn’ denirdi.

Muhîtu’l-Muhîtten:

İşinde mahir ve usta kişileri ‘Cinn’ ve ‘Şeytan’ a benzetirler.

 

GENEL ANLAMIYLA ‘CİNN’:

1) Hakkında ‘ünsiyet’imiz olmayan (duyumumuz/bilgimiz olmayan; tanınmayan, görünmeyen; teşhis ve tayin edilemeyen) varlıklar veya şeyler;

Cinn’in zıddı ‘İns’ ise: Hakkında ‘ünsiyet’imiz olan varlıklar veya şeylerdir; ‘insan’ da bu kökdendir.

2) Yabancı, kabiliyetli yabancı, şerli yabancı.

3) Çok maharetli olan insana da ‘Şeytan’, ‘Cinn’ veya ‘İfrît’ denir. (Hz. Süleymân kıssalarındaki “Şeyâtin” ve “İfrît” gibi).

 

“CİNN” VE “CİNNE” KULLANIMI:

A.  “Melek-Melâike” anlamında: 6/En‘âm:100, 37/Sâffât:158

وَجَعَلُ ا لِلَّهِ شُرَكَاء الْجِنَّ وَخَلَقَُمْ وَخَرَقُ ا لَهُ بَنِينَ وَبَنَات بِغَيْرِ عِلْمٍ سُبْحَانهُ وَتَعَالى عَمَّا يَصِفُون ﴿100﴾

6/100. Cinleri Allâh’a ortak koştular. Oysa onları da O yaratmıştır. Bir de hiç bir bilgiye dayanmaksızın O’na oğullar ve kızlar yakıştırıp-uydurdular. O ise nitelendire geldikleri şeylerden yücedir, uzaktır.  
 

وَجَعَلُ ا بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْجِنَِّ نَسَبًا وَلَقَدْ عَلِمَتْ الْجِنَُّ إِنَّهُ لَمُحْضَُونَ ﴿158﴾.

37/158. Onlar, kendisiyle (Allâh ile) cinler arasında bir soy-bağı kurdular. Oysa andolsun, cinler de, onların (hesap için getirilip) huzura alınacaklarını bilmişlerdir.
         

Bağlamı içerisinde ‘Cinne’ ile ‘Melekler’in kasdedildikleri anlaşılmaktadır. (Bkz: 37/ Sâffât:149-150)

 

  1. B.    “İBLÎS” ANLAMINDA: 18/Kehf:50

وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلائِكَةِ اسْجُدُو لِآَدَمَ فَسَجَدوُا إِلاَ إِبْلِيس كَانَ مِنَ الْجِنِّ ﴿50﴾

18/50. Hani meleklere: “Adem’e secde edin” demiştik; İblis’in dışında (hepsi) secde etmişlerdi. O cinlerden idi ….

 

C.   “ATEŞTEN YARATILMIŞ” VARLIKLAR (Melek-Şeytan): 15:26-27, 55:14-15

( الجانَ ikili, paralel kullanımı ile)

Bu kategorideki ‘cânn’; Melekleri, İblisi ve Şeytanlar’ı kapsayan “ateş menşe’li” varlıklardır. “Beşer” türünün zıddı olan varlıklar. ‘Cânn’ın iman ve itaat edenine ‘Melek/Melâike’, isyan edenine ‘İblis/Şeyâtîn’ denir. (İnsân’ın iman edenine ‘mü’min’, inkâr edenine ‘kâfir’ dendiği gibi).

Bu tür ‘Cânn’, insan duyumlarıyla algılanamazlar.

15/Hicr:26-27

وَلَقَدْ خَلَقْنَ الْإِنْسانَ مِنْ صَلْصَال مِنْ حَمَإٍ مَسْنُون ﴿26﴾

15/26. Andolsun İnsan’ı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.

وَالْجَاَّن خَلَقْنَهُ مِنْ قَبْلُ مِنْ نَارِ السَّمُومِ ﴿27﴾

15/27. Ve Cânn’ı da daha önce ‘nüfuz eden kavurucu’ ateşten yaratmışlık.

55/Rahmân:14-15

خَلَقَ الإِنسَاَن مِنْ صَلْصَال كَالْفَخَارِ ﴿14﴾.

55/14. İnsan’ı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı.

وَخَلَقَ الْجَانّ مِنْ مَارِجٍ مِنْ نَارٍ ﴿15﴾.

55/15. Cânn’ı da ‘yalın-dumansız bir ateşten’ yarattı. 

 

D.  BÜTÜN / HEPSİ”; “HİÇ KİMSE (Varlıklardan / İnsanlardan), anlamında:

(İnsجانَ); (الجنَ –El-insan) veya (الجنَ –El-insan) ikili formlardaki kullanımlar; olumsuz cümlelerde “hiç kimse / hiçbir varlık” anlamında, olumlu cümlelerde ise “herkes (cümle âlem) / herşey (her varlık)” gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bu ikili kullanımların Türkçemizde uygun tek karşılığı olmadığından bazı yerlerde yakın bir ifadeyle bildik-yabancı’ olarak çevirdik.

 

İki Rivâyet:

(İthâfu’l-Khiyere 2/3656, 4/3656) “Ben yaratılmışların “beyazına ve esmerine” (cümlesine) gönderildim”, hadisi münasebetiyle (müfessir) Mucâhid: “‘beyaz’, ‘ins’dir; ‘esmer’ ise ‘cin’dir’” diye tefsir ederdi.

(Kenzu’l-‘Ummâl 32058-59) (Benden önceki her) nebî sadece kendi toplumuna gönderilmiş iken ben “cinn u ins”e (cümle âleme) gönderildim.

 

Âyetler:

51/Zâriyât:56

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالإِنس إِلاَّ لِيَعْبُُونِ ﴿56﴾.

51/56. Ben, ‘cinn u insi’ (her varlığı) yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.

 55/Rahmân:33

يَامَعْشرَ الْجِنِّ وَالإِنسإِنْ اسْتَطَعتُمْ أَنْ تَنفُذُو مِنْ أَقْطَار السَّمَاَاتِ وَالأَرِْض فَانفُذُا لاَ تَنفُذُوَ إِلاَّ بِسُلْطَنٍ ﴿33﴾.

55/33. Ey ‘cinn u ins’ topluluğu (bütün varlıklar)!, göklerin ve yerin bucaklarından aşıp-geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın; ancak ‘üstün bir güç (sultan)’ olmaksızın aşamazsınız.

55/Rahmân:39

فَيَوْمَِذٍ لاَ يُسْأَلُ عَنْ ذَنْبِهِ إِنسٌ وَلاَ جَانٌّ ﴿39﴾.

55/39. İşte o gün, “ne ins’e, ne de cânn’a”  (hiç kimseye) günahından sorulmaz.

55/Rahmân:56,74

… لَمْ يَطْمِثُْنَّ إِنْسٌ قَبْلَهُْ وَلاَ جَانٌّ.

55/56, 74. … kendilerine, daha önce “ne bir ins, ne bir cânn” (hiç kimse) dokunmamış …

11/Hûd:119

… لاَمْلاََّ جَهَنَّم مِنَ الْجِنَّ وَالنَّا أَجْمَعِنَ ﴿119﴾

11/119. … “Andolsun, cehennemi “cinne ve nâs” (bildik-yabancı), (kafirlerin) tümüyle dolduracağım.”

Kezâ > 32/Secde:13;  (114/Nâs:6)مِنَ الْجِنَِّ وَالنَّاِ  : “bütün varlıklar”dan

6/En‘âm:112

وَكَذَلكَ جَعَلْناَ لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الْإِنْس وَالْجِنِ ﴿112﴾

6/112. Böylece her peygambere “ins ve cin” (görünür‑görünmez) şeytanlardan bir düşmanlar yarattık.

6/En‘âm:128,130

وَيَوْمَ يَحْشُرُُمْ جَمِيعًا يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ قَدِ اسْتَكْثرْتُمْ مِنَ الْإِنْس وَقَالَ أَوْلِيَؤُهُمْ مِنَ الْإِنْس ﴿128﴾

6/128. Onların tümünü toplayacağı gün: “Ey cin topluluğu (İblis ve ordusu)! İnsanlardan çoğunu [ayartıp kendinize kullar] edindiniz” (diyecek). İnsanlardan onların dostları derler ki: …

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَ الْإِنْس أَلَمْ يَأْتِكُْ رُسُلٌ مِنْكُمْ … ﴿130﴾

6/130. Ey “cinn u ins” (bütün insanlar) topluluğu, içinizden size (…) elçiler gelmedi mi?

7/A‘râf: 38

قَالَ ادْخُلُوفِي أُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُْ مِنَ الْجِنِّ وَ الْإِنْس… ﴿38﴾

7/38. (Allâh) diyecek: “Cinn u ins”den (bildik‑yabancı(, sizden önce geçmiş ümmetlerle birlikte ateşe girin.”

7/A‘râf: 179

وَلَقَدْ ذَرَأْنَلِ جَهَنَّم كَثِيرًا مِنَ الْجِنِّ وَ الْإِنْس… ﴿179﴾

7/179. Andolsun, cehennem için “cinn u ins”den (herkes’ten) çok sayıda kişi yarattık (hazırladık).

17/İsrâ:88

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعتِ الْإِنْس وَالْجِنُ عَلَى أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآ14;نِ لاَ يَأْتُون بِمِثْلِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا ﴿88﴾

17/88. De ki: “Eğer “ins u cin” (herkes), bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansa,  –birbirlerine bütün desteklerini verseler de– onun bir benzerini getiremezler.”

41/Fussilet:25

… وَحَقَّ عَلَيْهُِ الْقَوْل فِي أُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِْ مِنَ الْجِنِّ وَالإِنس إِنَّهُم كَانُوا خَاسِرِيَن ﴿25﴾.

41/25. (…) Ve“cinn u ins”den (bildik-yabancı) kendilerinden evvel gelip-geçmiş ümmetler içinde, onların üzerlerine de söz (azab) hak oldu.. Gerçekten onlar, ziyana uğrayanlardı.

41/Fussilet:29

وَقَالَ الَّذِين كَفَرُوا رَبَّنَا أَرِنَا الَّذَيِْ أَضَلاََّا مِنَ الْجِنِّ وَالإِنِْ نَجْعَلُْمَا تَحْتَ أَقْدَامنَا لِيَكُونا مِنَ الأَسْفَِينَ ﴿29﴾.

41/29. Küfredenler dediler ki: “Rabbimiz, “cinn u ins”den (bildik-yabancı) bizi saptırmış olanları bize göster, ayaklarımızın altına alalım, en aşağılarda bulunanlardan olsunlar.”

46/Ahqâf :18

أُوْلَئَِ الَّذِين حَقَّ عَلَيْهِْ الْقَوْل فِي أُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِْ مِنْ الْجِنِّ وَالإِنس إِنَّهُم كَانُوا خَاسِرِيَ ن﴿18﴾.

46/18. İşte bunlar, “cinn u ins”den (bildik-yabancı) kendilerinden evvel gelip-geçmiş ümmetler içinde üzerlerine söz (azab) hak olmuş kimselerdir. Gerçekten onlar, ziyana uğrayanlardır.
   

 

  1. E.   YABANCI(LAR) ANLAMINDA:

Bu kullanımında ‘cinn’ kelimesi beşer (insan) türünden ‘yabancı’lar anlamında kullanıldığı gibi, bazen da kimlikleri gizlenmek istenen kimseler için kullanılır (Faili mechûl cinayetler de cinn’lere yüklenir).

 

a)   HZ. SÜLEYMÂN’IN (A.S.) CİNN’LERİ: (34/Sebe’:12-14); 27/Neml:17, 39:

 وَلِسُلَْمَانَ الرِّيحَ غُدُوُّها شَهْرٌ وَرَوَاحهَا شَهْرٌ وَأَسَلَْا لَهُ عَيْنَ الْقِطْر وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِإِذْنِ رَبِّهِ وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ أَمْرِنَ نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّعِيِ ﴿12﴾.

34/Sebe’:12. Rüzgârı da Süleyman’a (boyun eğdirdik), gidişi bir aylık, dönüşü bir aylık (mesafelerde). Erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Onun eli altında rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler (yabancılar) vardı. Onlardan kim bizim buyruğumuzdan sapacak olsa, ona çılgın azabdan tattırırdık.

Ehl-i Kitab’ın Kutsal Kitab’ına göre, (Yahudiler için ‘Tanakh’, Hıristiyanlar için ‘Eski Ahid’) Hz. Süleyman, Sûr Kralı Hiram’ın da desteği ve ortaklığı ile işletmekte olduğu bir deniz filosuna sahipti. Kur’ân’ın bu âyette işaret ettiği gibi, gidişi ve dönüşü birer ay süren deniz ticaret seferleri yapılmaktaydı.

 

Kutsal Kitab, 1. Krallar 9/26-28:

(26) Kral Süleyman Edomlular’ın ülkesinde, Kızıldeniz kıyısında Eylat yakınlarındaki Esyon-Gever’de gemiler yaptırdı. (27) Hiram denizi bilen gemicilerini Süleyman’ın adamlarıyla birlikte Ofir’e gönderdi. (28) Ofir’e giden bu gemiciler, Kral Süleyman’a 420 talant altın getirdiler.

Bu deniz seferlerinde elbette ki gemilerin hareketi için rüzgar gücünden istifade ediliyordu. Âyetteki “Rüzgârı da Süleyman’a (boyun eğdirdik)” ifadesi mecazen bu gerçeği anlatmaktadır. (Bu tefsirin te’yidi için bkz: Kur’ân Mesajı, Muhammed Esed, 21:81, dipnot: 75 ve 21:82, dipnot: 77).

Ayrıca gene Kutsal Kitab’a göre, Hz. Süleyman, babası Hz. Davûd zamanındaki savaşlar sonucunda, ülkeleriyle beraber İsrail topraklarına katılmış bulunan yarı-bedevi putperest yabancıları ağır işlerde angarya çalıştırmıştır.

Kur’ân’ın ‘yabancılar’ anlamında ‘cinler’ diye andığı bu insanlar, başta Kutsal Ma‘bed (Beytu’l-Makdis)’in inşası olmak üzere birçok ağır işlerde istihdam edilmişlerdir.

Kutsal Kitab, 2. Tarihler 2:17-18

(17) Babası Davud’un yaptığı sayımdan sonra, Süleyman da İsrail’de yaşayan bütün yabancılar arasında bir sayım yaptı. Yabancıların sayısı 153 600 kişi olarak belirlendi. (18) Bunlardan 70 000’ine yük taşıma, 80 000’ine dağlarda taş kesme, 3 600’üne de işçileri çalıştırma görevi verildi.

 

Kutsal Kitab, 1. Krallar 5:13-18:

(13) Kral Süleyman angaryasına çalıştırmak üzere bütün İsrail’den otuz bin adam topladı. (14) Sırayla her ay on binini Lübnan’a gönderiyordu. Bir ay Lübnan’da, iki ay evlerinde kalıyorlardı. Angaryasına çalışan adamların başında Adoniram vardı. (15) Süleyman’ın yük taşıyan 70 000, dağlarda taş kesen 80 000 adamı vardı. (16) Ayrıca, işin yürümesini sağlayan ve işçileri yöneten 3 600 görevlisi vardı. (17) İşçiler, kralın buyruğu uyarınca, tapınağın temelini yontma taşlarla atmak üzere ocaktan büyük ve kaliteli taşlar kesip çıkardılar. (18) Süleyman’ın ve Hiram’ın yapıcılarıyla Gevallılar, tapınağın yapımı için taşlarla keresteleri kesip hazırladılar.

 

Aşağıdaki Kur’ân âyeti de benzer tasvirler vermektedir:

 يَعْمَلُنَ لَهُ مَا يَشَاءُ مِنْ مَحَارِيَ وَتَمَاثيلَ وَجِفَان كَالْجَوابِ وَقُدُور رَاسِيَاٍ اعْمَلُو آلَ دَاوُودَ شُكْرًا وَقَلِيل مِنْ عِبَادِي الشَّكُوُر ﴿13﴾.

34/Sebe’:13. Ona dilediği şekilde mâbedler, heykeller, havuz büyüklüğünde tekneler ve sabit kazanlar yaparlardı. “Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın” (demiştik). Kullarımdan şükredenler azdır.

Hz. Süleyman’la ilgili aşağıdaki iki ayette geçen ‘cinlerden’ ifadesi de gene ‘yabancılardan’ anlamındadır. Ancak bu âyetler’de tırnak içine aldığımız kelimeler için tercih ettiğimiz tefsirleri, ileride “mu‘cize” bahsini işlerken vereceğiz, inşaallâh!

 

فَلَمَّا قَضَيْنَعَلَيْهِ الْمَوْت مَا دَلَّهُم عَلَى مَوْتِهِ إِلاَّ دَابَّةُ الأَرْضِ تَأْكُلُ مِنسَأَتهُ فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنتْ الْجِنُّ أَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُ08;نَ الْغَيْب  مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَاِ الْمُهِيِ ﴿14﴾.

34/Sebe’:14. Böylece onun (Süleyman’ın) ölümünü takdir ettiğimizde, onlara, “asasını” kemiren “yer kurdu”ndan başka öldüğünü gösteren bir işaret yoktu. Artık o, yere yıkılıp-düşünce, açıkça ortaya çıktı ki, şayet “cinler” “gayb”ı bilmiş olsalardı böylesine aşağılayıcı bir azab içinde kalıp-yaşamazlardı.

وَحُشِرَ لِسُلَيَْانَ جُنُودُه مِنَ الْجِنِّ وَالإِنِْس وَالطَّيرِ فَهُمْ يُوزَعُوَن ﴿17﴾.

27/Neml:17. Süleyman’a ‘cin’den (yabancılardan), ‘ins’den (yerli halktan) [piyade] ve “kuşlar”dan (süvari birliklerinden) oluşan orduları toplandı ve yerlerini aldılar.

قَالَ عِفْريتٌ مِنْ الْجِنِّ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ تَقُومَ مِنْ مَقَامِك وَإِنِّي عَلَيْهِ لَقَوِيّ أَمِينٌ ﴿39﴾.

27/Neml:39. Cinlerden bir “ifrit”: “Sen daha “makam”ından kalkmadan, ben onu sana getirebilirim, gerçekten bunun üzerinde güçlü ve güvenilir  biriyim” dedi.

 

b)   AHQÂF VE CİNN SÛRELERİNDEKİ ‘KUR’ÂN DİNLEYEN CİNLER’: (46:29-32 ve 72:1-19)

Nüzûl Dönemi Arkaplânı

Bu sûrelerin Resulullâh’ın “Tâif Girişimi” dönüşünden sonra (hicretten 3 yıl önce) nazil olduklarına dair rivayetler oldukça sağlam görünmektedirler.  Bu dönemle, hicret arasındaki en önemli olaylar ise; üç yıl peş-peşe Akabe mevkiinde, Medine’lilerle vuku bulan buluşmalar ve onlardan alınan Bey’atlerdir. (Hadis ve sîret kaynaklarındaki cinlerle ilgili rivayetler de tam bu döneme işaret etmektedirler).

 

MEDİNE’DEN İLK İHTİDÂLAR: MÜSLÜMAN OLAN 6 HAZREC’Lİ:

(Sîret Kitaplarından):

Hicretten üç yıl yıl önce, Hz. Peygamber (a.s), Kureyşlilerin gözlerinden uzak, Mînâ yakınlarında kuytu ve içerlek bir yer olan Akabe mevkiinde, geceleyin, Medîne’den haccetmeye gelen 6 Hazrec’liye Kur’ân okumuş, İslâmı tebliğ etmişti.

Hz. Peygamber’in (a.s) bu tebliğine cân ü gönülden katılan bu küçük gurup Medine’ye döndüklerinde kavimlerine heyecanla İslâm’ı tebliğ ettiler:

فَلَمّا قَدِمُوا الْمَدِيَةَ إلَى قَوْمِهِْ ذَكَرُوا لَهُمْ رَسُولَ اللّهِ، وَدَعَوُْمْ إلَى الْإِسْلامِ حَتّى فَشَا فِيهِمْ فَلَمْ يَبْقَ دَارٌ مِنْ دُورِ الْأَنْصارِ إلّا وَفِيهَا ذِكْرٌ مِنْ رَسُولِ اللّهِ.

(Bu altı kişi) Medine’ye kavimlerine döndüklerinde, onlara (Medine’lilere) Allah Resûlü’nü anlattılar ve İslâm’a davet ettiler. Öyle ki, Ensar evlerinden, Resûlullâh’dan bahsedilmeyen bir tek ev kalmadı. (İbn Hişâm, 1/429)

Bu ilk 6 Medine’li ile yapılan buluşmanın Mekke’lilere karşı tam bir gizlilik içerisinde gerçekleştiğini, bu olaydan bir ve iki sene sonra yapılan I. ve II. Akabe Bey’atlerine ait rivayetlerden anlıyoruz. Çünkü, Şâm’a giden Kureyş ticaret kervanlarının yol kavşağında bulunan Medine’lilerin Müslüman olmaları, Kureyş toplumu için en büyük tehdit / tehlike idi ve Kureyş buna asla izin vermezdi.

Bu gizliliğin derecesini aşağıda verdiğimiz tarihî alıntılar göstermektedir:

 

II. AKABE BEY’ATİ

Sîret kaynaklarından alıntıladığımız aşağıdaki pasajlar; 2. Aqabe Bey‘ati’nin önemini ve bu bey’at esnasında Medine’lilerle kurulan ilişkilerin Kureyş’ten nasıl gizlenmeye çalışıldığını belgelemektedirler:

فرحل إليه منا سبعون رجلا حتى قدموا عليه في الموسم، فواعدناه شعب العقبة، فاجتمعنا فيه من رجل ورجلين حتى توافينا عنده، فقلنا: يا رسول الله علام نبايعك ؟ قال: (… وعلى أن تنصروني إذا قدمت عليكم يثرب، تمنعوني مما تمنعون منه أنفسكم وأزواجكم وأبناءكم …).

Hac Mevsiminde Resûlullâh’la (a.s) buluşmak üzere Medine’den 70 kişi yola çıktık. Akabe’de buluşacaktık. Oraya birer-ikişer gelerek Peygamber’in huzurunda toplandık. “Yâ Resulallâh, hangi konuda sana bey’at edeceğiz?” dedik. Buyurdu ki: “Yesrib’e, aranıza geldiğimde, bana yardım edeceğinize; kendinizi, hanımlarınızı, çocuklarınızı koruduğunuz gibi beni de koruyacağınıza söz vereceksiniz!”

فنمنا تلك الليلة مع قومنا في رحالنا حتى إذا مضى ثلث الليل خرجنا من رحالنا لميعاد رسول الله (ص) نتسلل تسلل القطا مستخفين حتى اجتمعنا في الشعب عند العقبة، ونحن ثلاثة وسبعون رجلا، ومعنا امرأتان من نسائنا (…) فاجتمعنا في الشعب ننتظر رسول الله (ص).

قال العباس بن عبادة بن نضلة الانصاري … : (يا معشر الخزرج، هل تدرون علام تبايعون هذا الرجل؟) قالوا: نعم. قال: (إنكم تبايعونه على حرب الاحمر والاسود من الناس…)

(…) Kavmimizle beraber o gece çadırlarımızda uyuduk. Gecenin üçte-biri geçtikten sonra, Resûlullâh’la (a.s) buluşmak üzere çadırlarımızdan çıktık. Güvercin sıvışmasıyla,  gizli-gizli Akabe mahallinde toplandık. 73 kişiydik ve beraberimizde 2 de kadın vardı.

(Akabe’de Resûlullâh’ı beklerken) Ensar’dan Abbas b. ‘Ubâde dedi ki: “Ey Hazrec’liler! Bu adamla (Resûlullâh’la) nasıl bir sözleşme yapıyor olduğunuzun farkında misiniz?” “Evet” dediler. Abbas devam etti: “Ahmer ve esved’le (beyaz ve siyahla: cümle âlemle) savaşmayı göze almak pahasına ona bey’at ediyorsunuz.”

 

فلما بايعنا رسول الله (ص) صرخ الشيطان من رأس العقبة بأنفذ صوت سمعته قط: يا أهل الجباجب! هل لكم في مُذَمَّم والصباء معه قد اجتمعوا على حربكم؟ فقد حالفه الذين يسكنون يثرب. فقال رسول الله (ص): هذا أزب العقبة، هذا ابن أزيب، استمع أي عدو الله، أما والله لافرغن لك. ثم قال رسول الله (ص): ارفضوا إلى رحالكم. واجتمع الملا من قريش عند صرخة إبليس، فعظم الامر بين المشركين والانصار حتى كاد أن يكون بينهم قتال: ثم إن أبا جهل كره القتال في تلك الايام فقال: يا معشر الاوس والخزرج أنتم إخواننا وقد أتيتم أمرا عظيما، تريدون أن تغلبونا على صاحبنا. (…) قال: وبعضنا ينظر إلى بعض. (…) أنهم أتوا عبد الله بن أبي ابن سلول فقالوا له مثل ما ذكر كعب من القول، فقال لهم: والله إن هذا لامر جسيم، ما كان قومي ليتفوقوا علي مثل هذا وما علمته. قال: فانصرفوا عنه.

(…) Resûlullâh’la bey‘atleştiğimizde Akabe tepesinden şeytan (bir adam) daha önce hiç tanık olmadığım keskin bir sesle şöyle haykırmaya başladı: “Ey çadırlarında uyuyan insanlar (Mekke’liler)! Müzemmem’le beraberindeki Sâbiler’in (Hz. Peygamber ve Müslümanları kasdediyor) sizinle savaşmak üzere toplantı düzenlediklerinden haberiniz var mı? –Yesrib’lilerle aleyhinizde anlaşma yapıyorlar!” Resulullâh (a.s) “Bu, İbn Uzeyb’dir!” dedi ve “Dinle ey Allah düşmanı! Şimdi senin hakkından geleceğim!” diye onu (muhbiri) tehdit ettikten sonra, Medineli Müslümanlara, “Hemen konak yerlerinize dağılınız!” buyurdu.

O İblisin seslenmesi üzerine Kureyşliler konak yerlerinden çıkıp toplandılar. Medine’lilerle Kureyş arasında öyle bir gerilim oldu ki, neredeyse savaş çıkacaktı. Ebu Cehil böyle bir günde savaş çıkmasından çekinerek şöyle seslendi: “Ey Evs, ey Hazreç! Bizim kardeşlerimiz (dostlarımız) olduğunuz halde çok yanlış bir işe girişiyorsunuz! Bizim adamımızla (Muhammed’le) bize üstün gelmeyi mi hedefliyorsunuz?”

(…) Biz (bey’at edenler) göz uçlarıyla birbirimizi izliyorduk. (…) Sonra (Kureyş) Abdullah b. Ubeyy’e giderek konuyu bir kere de ondan sordular. (Olaydan habersiz bulunan) Abdullah b. Ubey (kendisine olan güvenle) Kureyş’e şöyle teminat verdi: “Hayır vallâhi, bu çok büyük bir iş!.. Kavmim (Medine’liler), benim bilgime başvurmadan böyle bir iş üzerinde asla ittifak yapmaz!..”. Kureyş ondan ayrıldı.

 

ونفر الناس من منى، فتنطس القوم الخبر، فوجدوه قد كان. وخرجوا في طلب القوم، فأدركوا سعد بن عبادة بأذاخر، والمنذر بن عمرو، وكلاهما كان نقيبا. فأما المنذر فأعجز القوم، وأما سعد فأخذوه فربطوا يديه إلى عنقه بنسع رحله، ثم أقبلوا به حتى أدخلوه مكة يضربونه ويجذبونه بجمته وكان ذا جمة وشعر كثير.

قال سعد: (…) فوالله إني لفي أيديهم يسحبونني إذا أوى إلى رجل ممن كان معهم (هو أبو البختري). فقال: ويحك: أما بينك وبين أحد من قريش جوار ولا عهد؟ قلت: بلى والله ولقد كنت أجير لجبير بن مطعم بن عدي تجارة، وأمنعهم ممن أراد ظلمهم ببلادي، وللحرث بن حرب بن أمية. قال: ويحك، فاهتف باسم الرجلين، واذكر ما بينك وبينهما. ففعلت وخرج ذلك الرجل إليهما فوجدهما في المسجد عند الكعبة فقال لهما: إن رجلا من الخزرج الان يضرب بالابطح ليهتف بكما ويذكر أن بينه وبينكما جوارا. قالا: ومن هو؟ قال: سعد بن عبادة. قالا: صدق والله إن كان ليجير لنا تجارنا ويمنعهم أن يظلموا ببلده. قال: فجاء فخلصا سعدا من أيديهم، فانطلق.

İnsanlar Mînâ’dan ayrılmaya başlamışlardı. Kureyş haberi araştırınca doğru olduğuna kanaat getirdi. (Bey’at eden) insanları yakalamak için takibe çıktılar. Ezâhir mevkiinde, Sa‘d b. ‘Ubâde ile Munzir b. ‘Amr’a yetiştiler. Her ikisi de “temsilci seçilen”lerden (naqîb’lerden) idiler. Takipçiler Munzir’i ellerinden kaçırdılar. Fakat Sa‘d b. ‘Ubâde’yi yakalamışlardı. Hayvanının yuları ile ellerini boynuna bağladılar ve geri döndürdüler. Döve döve ve uzun saçının perçeminden çeke çeke, Mekke’ye getirdiler.

Devamını bizzat Sa‘d b. ‘Ubâde şöyle anlatıyor:

(…) Ellerindeydim, beni sürüklüyorlardı. Onlardan birine sığındım. O adam (ki bu, Ebu’l-Bahterî idi) bana “Yazık! Seninle Kureyş’ten herhangi birisi arasında bir himaye ahdi yok mu?” diye sordu. Ben “Evet, var!” dedim. “Ben Cübeyr b. Mut’im’le, Haris b. Harb’i, memleketimizde ticaret yaparlarken, haksızlık etmek isteyenlere karşı korumuştum” deyince, Ebu’l-Bahterî “Sen bu iki adamın isimlerini söyle ve aranızda olanları anlat!”dedi. Dediğini yaptım.

Ebu’l-Bahterî gidip, o iki insanı Kabe’nin yanında, Mescidu’l-Haram’da buldu ve “Şu an Ebtah’da dövülmekte olan Hazrec’li bir adam, ikinizle kendi arasındaki bir himaye ahdinden bahsediyor!” dedi. “Kimmiş o?” diye sordular. O, “Sa’d b. Ubâde!” deyince, onlar “Vallahi doğrudur! Biz tüccar iken, onun memleketinde bize haksızlık etmek isteyenlere karşı o bizi korumuştu” dediler. Gittiler; Sa’d’ı onların ellerinden kurtardılar. Sa’d yoluna devam etti.

SONUÇ: Hz. Peygamber’in (a.s) hicretinden önce, Medine’lilerle ilişkiler hep gizli tutulmuştur.  Bu hususu akılda tutmalıyız!

 

 

BİR USÛL HATIRLATMASI – SÜNNETULLÂH:

Her varlığa kendi nefislerinden (türlerinden) peygamber gönderilmesi ilâhi sünnettir: (Beşer’e,  beşer peygamber; meleklere, melek peygamber; “cinlere” cin peygamber..)

(9/Tevbe:128) نْفُسِ;ُمِنْ رَسُولٌ جَاءَكُم لَقَدْ: … Size “nefislerinizden bir Peygamber” gelmiştir!..

 

وَمَا مَنَعَ النَّاسَ أَنْ يُؤْمِنُ إِذْ جَاءَهُم الْهُدَى إِلاَ أَنْ قَالُوا أَبَعَثَ اللَّهُ بَشَرًا رَسُولًا ﴿94﴾

17/İsrâ:94. Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları inanmaktan alıkoyan şey, onların: “Allâh”, elçi olarak bir beşer mi gönderdi?” demelerinden başkası değildir.

قُلْ لَوْ كَانَ فِي الْأَرْ مَلاَئِكةٌ يَمْشُون مُطْمَئِِّينَ لَنَزَّلنَا عَلَيْهِْ مِنَ السَّمَ;ِ مَلَكًا رَسُولًا ﴿95﴾

17/İsrâ:95. De ki: “Eğer yeryüzünde (insanlar değil de) melekler iskân etmiş geziyor olsaydılar, biz de onlara elbette semâdan melek elçi gönderirdik.”

 

KUR’ÂN DİNLEYEN ‘CİNLER = YABANCILAR’

Artık, Ahqâf ve Cin Sûrelerinde anılan “Kur’ân dinleyen cinler”in, O’nunla aynı nefisten bir gurup ‘Yabancı’ insanlar olduğunu kabullenmek durumundayız. Geriye “Hangi yabancılar?” sorusunun cevabını aramak kalıyor. Zira ‘cinn’ kelimesinin; hem ‘gerçek anlamıyla yabancı’lar, hem de ‘kimlikleri açıklanmak istenmeyen yabancı’lar (x şahsı/şahısları) için kullanılmakta olduğunu biliyoruz.

Bazı çağdaş Müslüman müfessirler, hadis ve sîret kitaplarındaki rivayetlere dayanarak, bu ‘yabancılar’ın Nasîbîn (Nusaybîn) veya Musul-Nineva halkından bazı yabancılar olduğuna hükmetmişlerdir. Bu müfessirler, hadislerde anılan bu beldelerin halkından bir gurup insanın, hicretten önceki bir tarihte, Hz. Peygamber’e rastlamış ve ondan Kur’ân dinledikten sonra beldelerine dönmüş olabileceğini düşünmektedirler.

Bu yorum için bakınız:

  • § The Holy Qur’ân, Malik Ghulam Farîd, 1969, Rabwah-Pakistan, not: 2733 ve 3137 [s.1016, 1187].

(Bu tefsir,  www.alislam.org/quran/  sitesinin “Short Commentary in English” linkinden ‘pdf’ formatıyla indirilebilmektedir).

  • § Kur’ân Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Yay. 2002, İstanbul, 72:1, not:1 ve EK III. (Esed, buradaki açıklamasının henüz kesinleşmemiş bir görüş olduğu hatırlatmasını da yapmaktadır).

Biz ise; yukarıda verilen Nusaybîn veya Nineva’lı ‘yabancılar’ yorumunun da doğru olabileceğine ihtimal vermekle beraber, başka bazı çağdaş Müslüman ilim adamlarının kabul ettikleri bir yoruma katılarak, “Kur’ân dinleyen bu ‘yabancılar’”ın Medine’li ilk muhtediler olabileceğini düşünüyoruz. Zira, Kur’ân’ı dinleyen ve Peygamber’i (a.s) anlayan bu ‘yabancılar’ın, Nusaybin veya Nineva gibiArab dili ve kültürüne yabancı bir çevre’den ziyade, Hicâz, Necd veya Yemen gibi Arab kültürünün hakim olduğu bir çevreden olmaları daha muhtemel görünüyor. Yukarıda verdiğimiz tarihî bilgiler de bu ‘Medine’li ilk muhtediler’ tercihimizi daha da güçlendirmektedir.

Katıldığımız bu yorum için bakınız:

  • § Min Mefâhîmi’l-Qur’ân – Fî’l-Aqîde ve’s-Sulûk, Muhammed el-Behiy, 1973, Mısır, s.133 vd.; [Bu kitap, Yöneliş Yayınevi tarafından “İnanç ve Amelde Kur’ânî Kavramlar” adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir].
  • § Tefsîru Sûreti’l-Cinn, Muhammed el-Behiy, Neşr.: Dâru’l-Fikr, tsz.;
  • § The Holy Qur-an, Dr. Zohurul Hoque, 2000, India, s.1024‑1025;
  • § Exposition of Quran, Ghulam Ahmad Parwez,  www.tolueislam.com/Parwez/expo/exposition.htm .

 

 

YAYGIN CİN İNANCININ ÎTİKADÎ YÖNÜ:

Et-Tahrîr ve’t-Tenvîr isimli değerli tefsirin sahibi Tunus’lu Âlim Muhammed Et-Tâhir İbn ‘Âşûr’dan:

  • (…) وأما ما يروى في الكتب من أخبار جزئية في ظهورهم للناس وإتيانهم بأعمال عجيبة فذلك من الروايات الخيالية. وإنا لم نلق أحداً من أثبات العلماء الذين لقيناهم من يقول: إنه رأى أشكالهم أو آثارهم؛ وما نجد تلك القصص إلاّ على ألسنة الذين يسرعون إلى التصديق بالأخبار أو تغلب عليهم التخيلات.

Cinlere (yaygın anlamda) inanmak konusu, İslâm îtikadının esaslarından değildir. Bundan dolayı, bu türden muayyen varlıkların varlığını inkâr edenleri ‘tekfir’ edemeyiz. Çünkü bunların gerçeklikleri, kat’î delillerle ispatlanamamaktadır.

(…) Bazı kitaplarda, bunların (cinlerin) insanlara göründüklerine ve acaip işler yaptıklarına dair yapılan rivayetler “hayal ürünü” şeylerdir. Gerçek ilim adamlarından, bizzat cinleri veya etkilerini gördüklerini iddia eden kimseye rastlamadık. Bu hikâyeleri, ancak bu tür gariplikleri kabullenmeye müsait veya hayal gücü geniş olan insanların lisanından elde etmekteyiz.

 

46/Ahqâf Sûresi: 29-32 Âyetleri:

29. âyetteki ‘cinler’ karşılığında ‘yabancılar’ koymamız halinde herhangi bir müşkül kalmamaktadır. Bu ‘yabancılar’ın kimliği ise “Cin Sûresi”nde bahsi geçen ‘yabancılar’la aynı olduğundan, aşağıda, Cin Sûresi’nin tefsirinde daha detaylı ele alınacaktır. Şimdilik bu üç âyetin meâllerini  vermekle yetiniyoruz:

 وَإِذْ صَرَفْنَ إِلَيْكَ نَفَرًا مِنْ الْجِنِّ يَسْتَمُِونَ الْقُرْآ ن َ فَلَمَّا حَضَرُوه قَالُوا أَنْصِتُا فَلَمَّا قُضِيَ وَلَّوْا إِلَى قَوْمِهِْ مُنْذِرِنَ ﴿29﴾.

46/29. Hani “yabancılardan bir gurub”u, Kuran dinlemek üzere sana yönlendirmiştik. Huzura geldiklerinde, “Dinleyin!” demişlerdi. (Tebliğ) bitirilince de kendi kavimlerine uyarıcılar olarak dönmüşlerdi.

قَالُوا يَا قَوْمَنَإِنَّا سَمِعْنَ كِتَابًا أُنْزِلَ مِنْ بَعْدِ مُوسَى مُصَدِّقا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ وَإِلَى طَرِيقٍ مُسْتَقِمٍ ﴿30﴾.

46/30. Dediler ki: “Ey kavmimiz, biz, Mûsâ’dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve doğru yola hidayet etmekte…”

يَا قَوْمَنَ أَجِيبُو دَاعِيَ اللَّهِ وَآمِنُو بِهِ يَغْفِرْ لَكُمْ مِنْ ذُنُوبِكمْ وَيُجِرُْمْ مِنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ ﴿31﴾.

46/31. “Ey kavmimiz, Allah’ın davetçisine icabet edin ve O’na inanın ki (Allah) günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azabdan korusun.”

 

72. CİNN SÛRESİ

Giriş: Kıraatlar Meselesi

 

Cinn Sûresi’nin âyet âyet tefsirine geçmeden önce, sûre içindeki kıraat farklarından bahsetmek ve doğru kıraat tercihlerine işaret etmek zorundayız. Aksi halde hangi âyetlerin, kimin sözü olarak alınacağı konusunda sıkıntılar yaşanır. Sûrede, bizi tefsir yönünden ilgilendiren bu önemli husus, 3. ilâ 12. âyetlerin başlarındaki toplam 12 adet  (انَّ)’nin ‘hemze’lerinin ‘üstün’ mü, ‘esre’ mi okunacağı konusudur. Zirâ bu farklı okunuşlar, başına geldiği âyetlerin (sözlerin) sahibini ve i‘rabını değiştirmektedir. Ancak arabca bilmeyen okuyucuyu gözeterek bu konunun uzmanca tartışmasını şimdilik bir tarafa bırakıyoruz.

Uzmanlarınca meâlimizdeki tercihimizin anlaşılması için yalnızca iki hususa işaret etmekle yetineceğiz:

  • § Bizim mushafımızdaki imlâya göre (yani, Âsım Kıraatı – Hafs Rivâyeti’ne göre) bu 12 âyetin başlarındaki bütün (انَّ)’lerin hemzeleri ‘üstün’ olarak harekelenmiştir (أَنَّ şeklinde). Oysa ki, diğer meşhur kıraat sahibi alimler bu tercihe itiraz etmişler ve bu takdirde bazı âyetlere doğru mânâ verilemeyeceğini savunmuşlardır.

(أَنَّ): عطفا على مرفوع “أوحى”. (…) وعُورِضَ بأن أكثرها لا يصح دخوله تحت معمول “أوحى”، وهو ما كان فيه ضمير المتكلم نحو “لمسنا” …

  • § Kıraat âlimlerinden Ebû Ca‘fer’e göre, anılan on-iki âyetten 3., 4. ve  6. âyetlerin başındakiler (أَنَّ) yani ‘üstünlü’, geri kalan dokuz âyetin başındakiler (إِنَّ) yani ‘esreli’ okunmalıdır. Biz de 3-12. âyetlerde bu görüşü esas aldık. 19. âyette ise Nafi‘ ve Ebû Bekr’in okuyuşlarına uygun olarak (إِنَّ) şeklinde ‘esreli’ okunuşu tercih ettik.  Metni bu kıraatler kabulûne göre harekeledik ve anlamlandırdık.

 

CİNN SÛRE’SİNİN MEÂLİ

Rahmân, Rahîm Allâh adına

 

 

قُلْ أُوحِيَ إِلَيَّ أَنَّهُ اسْتَمَع نَفَرٌ مِنْ الْجِنِّ فَقَالُو إِنَّا سَمِعْنَ قُرْآنًا عَجَبًا ﴿1﴾.

72/1. De ki: Bana vahyolundu ki: “bir grup1 yabancı2 (Kur’ân’ı) dinledikten sonra (kavimlerine gidip3) şöyle dediler: “Doğrusu biz, hayranlık uyandıran bir Kur’ân dinledik.”

1.Arapça ‘nefer’ kelimesi 1 ilâ 10 arasındaki herhangi bir rakam için kullanılmaktadır. Bu da, bir sonraki  notta verilecek olan ve tarihçilerce sayıları 6 olarak zikredilen Medine’li ilk muhtedilere uygun düşmektedir.

2.İlk Akabe Bey‘ati’nden bir yıl önce, (hicretten 3 yıl önce) gene Akabe’de, Hz. Peygamber’den Kur’ân dinledikten sonra Müslüman olan 6 Hazreclinin, Medine’ye vardıktan sonraki faaliyetlerini –Hz. Peygamberin (a.s) bu ilişkilerde gözettiği gizliliğe riayetle, “bir gurup yabancı” diye anarak–  anlatan âyetlerle karşı karşıyayız. Akabe’de Medine’li bir guruba yapılan bu ilk tebliğin ve bundan sonraki iki
bey‘atin (1. ve 2. Akabe Bey‘atlerinin) tam bir gizlilik içerisinde
yapıldıklarını sîret yazarları önemle belirtirler. Anılan ilk altı Müslümanın Medine’deki tebliğ faaliyetleri sayesinde “hemen hemen her evde Resûlullâh’dan (a.s) bahsedildiği” kaydedilir (Yukarıda verildi).

Medine’de devam eden böylesi bir faaliyetten İslâm’ı boğmaya çalışan Kureyş’lilerin haberdar edilmeleri tehlikeli olacaktı; fakat isim verilmeden faaliyetin anlatılması Müslümanların şevkini arttıracak nitelikte idi. Allâh da böyle yapmıştır. 

3.Ahqâf (46): 29 âyeti, Kur’ân dinleyen bu topluluğun, “kavimlerine uyarıcılar olarak” döndüklerini açıkça ifade etmektedir.

يَهْدِي إِلَى الرُّشْد فَآمَنَّ بِهِ وَلَنْ نُشْرِكَ بِرَبِّن ا أَحَدًا ﴿2﴾.

72/2. “O (Kuran), ‘gerçeğe/doğruya’ hidayet etmektedir. Biz de ona inandık. Ve Rabbimize asla kimseyi ortak koşmayacağız.

وَأَنَّه تَعَالَى جَدُّ رَبِّنَا مَا اتَّخَذَ صَاحِبَة وَلاَ وَلَدًا ﴿3﴾.

72/3. “Ve Rabbi’mizin şanı yücedir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk4

4.Giriş niteliğindeki ilk iki âyetten hemen sonra, bu ayetle Hıristiyanlığın en temel batıl inancının (“Allâh’ın eş ve çocuk edinmesi”nin) reddedildiğine bakılırsa, Medîne’de bazı Hıristiyanların bulunduğu, bunların temel inançlarının Medine’lilerce bilindiği ve bazı dinî konularda bunlara başvurulduğu anlaşılmaktadır.

Nitekim, Medîne’de, Bizans asıllı bir anneden doğmuş, Hıristiyanlığı benimsemiş ve ‘Râhib’ ünvanıyla anılmakta olan Ebû Âmir isimli nüfûzlu bir Evs’li lider, kabilesinden bir grubu da kendi yanına çekebilmiştir. Bu zat (Ebû Âmir er-Râhib), Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra, Peygamber’e tahammül edemeyerek bir gurup taraftarıyla beraber Medine’yi terk etmiş, ölünceye kadar İslâm düşmanlarını (Kureyşlileri, Hayber Yahudilerini, bedevi kabileleri ve hatta Bizans kıralını) Müslümanlara karşı kışkırtmıştır.  Uhud Savaşında müşriklerin safında Müslümanlara karşı savaşa katılan Ebû Âmir, aynı savaşta Müslümanların safında savaşarak şehid düşen “ğasîlu’l-melaike (meleklerin yıkadığı)” Hanzala’nın da öz babasıdır. Hicretin 9. yılında Kubâ’da, sonraları “Dırâr Mescidi” diye anılan “nifak yuvası” mescidi de bu Ebû Âmir er-Râhib’in Medine’deki münafık taraftarları inşa etmiştir.

İşte bu Evs’li liderin, hicretten önce Hıristiyanlık konusunda Medine’de etkili olduğu anlaşılmaktadır. (Bkz: Ibn Kesîr, Tefsîr 9/107 âyeti tefsiri : “[Ebu Âmir er-Râhib] cahiliye döneminde Hıristiyan olmuştu ve Ehl-i Kitab’ın ilimlerini okurdu ve cahiliye döneminde o dinde bir ibadeti vardı).

Ayrıca Medîne’liler, beraber yaşamakta oldukları üç Yahudi kabilesinden dolayı Yahudilik hakkında da bir miktar bilgi sahibi idiler. (46:30 âyeti buna delalet etmektedir).

وَأَنَّه كَانَ يَقُولُ سَفِيهُن ا عَلَى اللَّهِ شَطَطًا ﴿4﴾.

72/4. “Doğrusu bizim beyinsizlerimiz, Allah’a karşı ‘bir sürü saçma şeyler’ söylemekteydiler.

وَإِنَّا ظَنَنَّا أَنْ لَنْ تَقُولَ الإِنسُ وَالْجِنُ عَلَى اللَّهِ كَذِبًا ﴿5﴾.

72/5. [Biz ise, ‘ins u cinn’in (hiç kimsenin) Allah’a karşı asla yalan söyleyemeyeceğini zannediyorduk] 5.

5.Bu cümle, bir parantez-içi (i‘tiraziyye) cümlesi olarak okunmalıdır. 4. ve 6. âyetler konu bütünlüğünü sürdürmektedirler.

 

وَأَنَّه كَانَ رِجَالٌ مِنْ الإِنسِ يَعُوذُوَ بِرِجَال مِنْ الْجِنِّ فَزَادُو ُمْ رَهَقًا ﴿6﴾.

72/6. “Şu gerçek de var: İnsden (bizden) bazı kimseler6, cinn’den (yabancı7) bazı kimselere sığınırlardı (bilgisine baş vururlardı) da, bu onların8 sapkınlıklarını arttırırdı.”

6.Bu âyette iki defa geçen (Ricâl: adamlar / kimseler) kelimesinin, insan (beşer) cinsi için kullanıldığı dikkate alınırsa, Kur’ân dinleyen bu cinlerin beşer kimliği bir kere daha öne çıkar.

7.Bu Hıristiyanlar, bazı tarihçilerin Medine’de varlığını kabul ettikleri misyoner Hıristiyanlar olabilecekleri gibi (Bkz: Cevâd Ali, El-Mufassal fî Târîhi’l-‘Arab Qable’l-İslâm, C.6, s.602-603), 4. notta bahsi geçen Ebû Âmir er-Râhib ve çevresindeki bir gurup Medîne’li Hıristiyan da olabilir.

Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki ezelî düşmanlık ve sürekli savaşlar hatırlanırsa, Hazrec’den olan bu ilk İslâm tebliğcilerinin Evs’li olan Ebû Âmir ve benzerlerinden “yabancılar (kendilerinden olmayan anlamında)” diyerek bahsetmeleri anlaşılır bir durumdur.

8.Bu müphem zamir; hem ‘başvuranlar’ı, hem de ‘başvurulanlar’ı (her ikisini) kasdediyor olabilir.

 

وَإِنَّهمْ ظَنُّوا كَمَا ظَنَنتُم أَنْ لَنْ يَبْعَثَ اللَّهُ أَحَدًا ﴿7﴾.

72/7. “[Ve onlar da, sizin zannettiğiniz gibi, Allâh’ın hiç kimseyi ba‘s etmeyeceğini9 zannediyorlardı:”]

9.“Ba‘s etmek” fiili; hem “peygamber göndermek”, hem de “ölümden sonra diriltmek” anlamını ifade ediyorsa da, sûrenin bağlamından burada kasdedilenin “peygamber göndermek” olduğu kuvvet kazanmaktadır. Hıristiyanlarda –bilindiği gibi– Hz. İsâ’dan sonra herhangi bir peygamber beklentisi reddedilmiştir. Bu Hıristiyanî inanç müşriklerin peygamberliği reddedişleriyle şeklen örtüşüyordu. Bu da, İslâmî tebliğe karşı çıkışlarında müşrikleri te’yid ediyor, yani sapkınlıklarını arttırıyordu.

Bu âyet de, 5. âyette olduğu gibi bir parantez-içi (i‘tiraziyye) cümlesi olarak okunmalıdır.

 

وَإِنَّا َمَسْنَا السَّمَاَ فَوَجَدَْاهَا مُلِئَتْ حَرَسًا شَدِيدًا وَشُهُبً  ﴿8﴾.

72/8. ‘Ve [zaman oldu] biz semayı yokladık da onu şiddetli muhafızlar ve alevlerle dolu bulduk10.

وَإِنَّاُنَّا نَقْعُدُ مِنْهَا مَقَاعِد لِلسَّمْ فَمَنْ يَسْتَمِع الآنَ يَجِدْ لَهُ شِهَابًا رَصَدًا ﴿9﴾.

72/9. ‘Ve doğrusu biz ondan dinlemek için bazı mevkilere otururduk, fakat şimdi her kim dinleyecek olursa kendisini bekleyen bir alev buluyor.’

وَإِنَّااَ نَدْرِي أَشَرٌّ أُرِيدَ بِمَنْ فِي الأَرْضِ أَمْ أَرَادَ بِهِمْ رَبُّهُم رَشَدًا ﴿10﴾.

72/10. ‘Doğrusu bilmiyoruz; yeryüzünde olanlara bir kötülük mü murad edildi, yoksa Rableri kendileri için doğruya iletici (bir hayır) mı diledi?’

10.  Yukarıda, üç ayette verilen sözlerin (8. 9. ve 10 âyetler), ilâhî vahiy konusunda kendilerine başvurulan diğer “yabancılar”ın (Hıristiyanların) ifadeleri olduğu anlaşılmaktadır: 8. ve 9. âyetlerde, neden vahiy’le irtibat kuramadıklarının (neden artık resûl gelmeyeceğinin) kendi hurafelerince izahı yapılmaktadır. Ehl-i Kitâb’ın ‘Kutsal Kitab’ında, tabiî gök olaylarının buna benzer hurâfî şekillerde yorumlandığının örnekleri çoktur. (Mesalâ Bkz: Kutsal Kitap, 2. Samuel 22/8; Eyüp 26/11 ). Dolayısıyla bu ifadeler (8. ve 9. âyetler) Kur’ân’ın onayladığı iddialar olmayıp onların batıl inançlarının kendi ağızlarından aktarımıdır. 10. âyette ise, aynı bâtıl sahiplerinin, muhataplarının hüsn-ü zannını kazanmaları ihtiyacıyla nasıl sûret-i hak’dan ifadeler sarfettikleri görülmektedir. (Sözde bir tevazu ve Allâh’ın ilmine havale, gibi).

Değerli müfessir Râzî’nin (v.606 H.), bu ve benzeri ifadelerin Kur’ân tarafından onaylandığını kabullendikten sonra, bu iddiaları savunmak için ne kadar zorlandığını ve nasıl tekellüflü te’villere başvurduğunu görmek için bkz: 67/Mulk: 5. âyeti tefsiri.

Bundan sonraki, aşağıda gelecek beş âyetin, Kur’ân vahyini tebliğ eden yabancıların (muhtedilerin) sözleri olduğu anlaşılmaktadır:

 وَإِنَّاِنَّا الصَّالُِونَ وَمِنَّا دُونَ ذَلِكَ كُنَّا طَرَائِق  قِدَدًا ﴿11﴾.

72/11. “Ve gerçek şu ki, bizden iyiler de var, bunun aşağısında olanlar da. – Biz türlü türlü yollara sapanlar olmuşuz.

وَإِنَّاَنَنَّا أَنْ لَنْ نُعجِزَ اللَّهَ فِي الأَرْضِ وَلَنْ نُعْجِزَ ُ هَرَبًا ﴿12﴾.

72/12. “Biz, (artık) yeryüzünde Allâh’ın takdirinden asla kaçıp kurtulamayacağımızı yakinen anladık.

وَإِنَّاَمَّا سَمِعْنَ الْهُدَى آمَنَّا بِهِ فَمَنْ يُؤْمِنْ بِرَبِّه 16; فَلاَ يَخَافُ بَخْسًا وَلاَ رَهَقًا ﴿13﴾.

72/13.  “Biz, Hidayet (rehberi Kur’ân)’ı işitince, ona inandık. Artık kim Rabb’ine inanırsa, o ne bir zarara  uğrayacağından korkar ve ne de bir haksızlığa.

وَإِنَّاِنَّا الْمُسْلمُونَ وَمِنَّا الْقَاسُِونَ فَمَنْ أَسْلَمَ فَأُوْلَِكَ تَحَرَّوا رَشَدًا ﴿14﴾.

72/14. “Ve elbette bizden (Allah’a) teslim olanlar da var, zulmedenler de. Teslim olanlar, ‘gerçeği ve doğruyu’ araştırıp-bulanlardır.

وَأَمَّا الْقَاسُِونَ فَكَانُو لِجَهَنّمَ حَطَبًا ﴿15﴾.

72/15. “Zulmedenler ise, cehenneme odun olmuşlardır.”

On beşinci âyetle, Kur’ân’ın “Peygamber’i dinleyip kavimlerine tebliğe giden” yabancılar hakkındaki “vahiy” sona ermektedir.

Bundan sonrasında, sûrenin sonuna kadar (28. âyete kadar) artık Allah konuşmaktadır:

 وَأَلَّواسْتَقَاُوا عَلَى الطَّرِيَةِ لأَسْقَي نَاهُمْ مَاءً غَدَقًا ﴿16﴾.

72/16. Eğer onlar yollarında ‘dosdoğru bir istikamet tuttursalardı’, mutlaka Biz onlara bol miktarda su içirirdik (tükenmez bir rızık ve nimet verirdik).

لِنَفْتَِهُمْ فِيهِ وَمَنْ يُعْرِضْ عَنْ ذِكْرِ رَبِّهِ يَسْلُكْ ُ عَذَابًا صَعَدًا ﴿17﴾.

72/17. Kendilerini bununla denemek için… Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, (Allâh), onu ‘gittikçe şiddeti artan’ bir azaba sürükler.

وَأَنَّ الْمَسَا ِدَ لِلَّهِ فَلاَ تَدْعُوا مَعَ اللَّهِ أَحَدًا ﴿18﴾.

72/18. Şüphesiz mescidler (yalnızca) Allâh’a aittir. Öyleyse, Allâh ile beraber başka hiç bir varlığa kulluk etmeyin.

وَإِنَّه لَمَّا قَامَ عَبْدُ اللَّهِ يَدْعُوهكَادُوا يَكُونُو َ عَلَيْهِ لِبَدًا ﴿19﴾.

72/19. Şu bir gerçek ki, Allah’ın kulu (Muhammed), O’na dua için kalktığında, onlar (müşrikler) neredeyse çevresinde keçeleşeceklerdi.

قُلْ إِنَّمَا أَدْعُو رَبِّي وَلاَ أُشْرِكُ بِهِ أَحَدًا ﴿20﴾.

72/20. De ki: “Ben gerçekten, yalnızca rabbime dua ediyorum ve O’na hiç kimseyi/şeyi ortak koşmuyorum.”

قُلْ إِنِّي لاَ أَمْلِكُ لَكُمْ ضَرًّا وَلاَ رَشَدًا ﴿21﴾.

72/21. De ki: “Doğrusu ben, sizin için ne bir zarar, ne de bir yarar (irşad) sağlayabilirim.”

قُلْ إِنِّي لَنْ يُجِيرَني مِنْ اللَّهِ أَحَدٌ وَلَنْ أَجِدَ مِنْ دُونِهِ مُلْتَحَ ًا ﴿22﴾.

72/22. De ki: “Muhakkak beni Allâh’dan (gelebilecek bir azaba karşı) hiç kimse asla kurtaramaz ve O’nun dışında asla bir sığınak da bulamam.”

إِلاَّ بَلاَغًا مِنْ اللَّهِ وَرِسَالَتِهِ وَمَنْ يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولهُ فَإِنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّم خَالِدِي َ فِيهَا أَبَدًا ﴿23﴾.

72/23. “”(Benim görevim ) yalnızca Allâh’dan geleni ve O’nun gönderdiklerini tebliğ etmektir. Kim Allâh’a ve O’nun elçisine karşı koyarsa, onun için, içinde ebediyen kalacağı cehennem ateşi vardır.”

حَتَّى إِذَا رَأَوْا مَا يُوعَدُوَ فَسَيَعَْمُونَ مَنْ أَضْعَفُ نَاصِرًا وَأَقَلّ عَدَدًا ﴿24﴾.

72/24. Sonunda onlar, kendilerine va‘dedileni gördükleri zaman, yardımcı olmak bakımından kim daha zayıfmış ve sayı bakımından kim daha azmış artık öğrenmiş olacaklardır.

قُلْ إِنْ أَدْرِي أَقَرِيب مَا تُوعَدُو َ أَمْ يَجْعَلُ لَهُ رَبِّي أَمَدًا ﴿25﴾.

72/25. De ki: “Bilmiyorum, size vadedilen (kıyamet ve azab) yakın mı, yoksa rabbim onun için (uzun) bir müddet mi koymuştur?”

عَالِمُ الْغَيْب فَلاَ يُظْهِرُ عَلَى غَيْبِهِ أَحَدًا ﴿26﴾.

72/26. O, gaybı bilendir. Gaybına kimseyi muttali kılmaz.

إِلاَّ مَنْ ارْتَضَى مِنْ رَسُولٍ فَإِنَّه يَسْلُكُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ رَصَدًا ﴿27﴾.

72/27. Ancak Resûl olarak seçip razı olduğu (kimse) başka. Çünkü (Allâh) O’nun önüne ve arkasına gözetleyiciler dizer.

لِيَُعْلِمَ أَنْ قَدْ أَبْلَغُا رِسَالاَِ رَبِّهِم وَأَحَاط بِمَا لَدَيْهِْ وَأَحْصَ كُلَّ شَيْءٍ عَدَدًا ﴿28﴾.

72/28. Öyle ki onların, rablerinden gelen risaleti tebliğ ettiklerini bilsin. (Allâh) onların nezdinde olanları sarıp-kuşatmış ve her şeyi sayı olarak da sayıp-tesbit etmiştir.

 

Cin Konusunda Yazılmış bir Kitap’tan Kısa Başlıklar:

Âkâmu’l-Mercân fî Ahkâmi’l-Cânn-(Türkçe Çevirisi: Cinlerin Esrarı, İmam Şiblî)

Bedru’d-Dîn Ebû Abdillâh Muhammed eş-Şiblî (v.789 H)

  • § Bazı köpekler cinn’dir (Siyahları). > Cehaletten kaynaklanıyor.
  • § Şâirlere “Cinn Köpekleri” denir. > Cehaletten kaynaklanıyor.
  • § Cinn, çarpılmışın bedenine girer. (Kusan çocuğun kusmuğunda hareket eden cinn > Kusmukta parazit olabilir)
  • § İstihâze kanı cinn’dendir. > Cehaletten kaynaklanıyor.
  • § Vebâ hastalığı ‘cinn çarpmasından’dır. > Cehaletten kaynaklanıyor.
  • § Geyikler cinn’lerin sürüleridir. > Cehaletten kaynaklanıyor.
  • § Şeytân Âdemoğlu’nun kanının dolaştığı yerde dolaşır. > Mecâz bir ifade olabilir.
  • § Üzerinde yatılmayan yatakta şeytan yatar. > Yılan kasdedilmiş olabilir.
  • § Şeytan öğlen uykusuna yatmaz. > Yılan kasdedilmiş olabilir.
  • § “Şeytan boynuzu”nun Necd’den doğması. > Mecâz olabilir (İrtidâd olaylarının Necd merkezli oluşu hatırlanırsa).
  • § Şeytân görünce eşeğin anırması. > Yılan kasdedilmiş olabilir (?)
  • § Dâru’n-Nedve’de Necd’li şeytan. > “İsmi gizleme” endişesi / ihtiyatı ile olabilir (Şeytan: “Şerîr insan” demektir).
  • § Akabe tepesinde bağıran “şeytan/cinn” > Mechûl şahıs! (Şeytan: Şerîr insan)
  • § İki Sa’d’ın Hz. Peygamberi himaye ettiklerini ihbar eden cinn. > Mechûl şahıs veya gizleme endişesi.
  • § Bedir’de ‘Şeytan’ın hazır olması. > (Şeytan: Şerîr insan)
  • § Uhud günü Ayneyn tepesinde ‘Şeytan’ın bağırması. (Şeytan: Şerîr insan)
  • § Hz. Peygamber’in hicretini ihbar eden cinn. > Sonradan Müslüman olan bir şahsı (Ebû Ma‘bed’i) gizleme endişesi.

 

 BİZİM İKİ TESPİTİMİZ:

Basra girişinde haykıran atlı cinn > Karanlıkta şahsın tanınamaması.

Sa‘d b. ‘Ubâde’yi (r.a) cinler öldürdü iddiası  > Faili mechûl cinâyet (?)  veya yılan sokması.

 

SON SÖZLER

 Buraya kadarki çalışmamızı şöyle özetleyebiliriz:

 ‘Cinn’ kelimesi Kur’ân’da ve Arab literatüründe tek anlamda değil, birçok anlamlarda kullanılmıştır.

  • § Kelimenin kök anlamında: Kapalılık, gizlilik, bilinmezlik, yabancılık… vardır.
  • § Hangi kullanımın ne mânâya geldiğini, -her dilde olduğu gibi- kullanımın ‘bağlam’ı (sıyak‑sıbak) belirlemektedir.
  • § Kur’ân’da, ‘Cinn’ kavramı ile ifade edilen insanlardan farklı varlıklar sadece ‘Melek-İblis-Şeytân”dan ibarettir. Bunların da, insanlara mânevî etkilerinin dışında, ‘maddî/cismânî’ hiçbir etkileri yoktur. (“Cin Çarpması” veya “Şeytan Çarpması” gibi iddiaların aslı olamaz. Bu ifadeler, olsa-olsa ‘felçli’ veya ‘sârâlı’ bir hastanın, câhilî bir teşhisle tanımı olabilirler).
  • § Kur’ân’da “Cinn” ve “İns” ikilisi beraber kullanıldığında; olumlu cümlelerde “herkes – hepsi”; olumsuz cümlelerde ise “hiç kimse – hiçbiri” gibi anlamlara gelmektedir (yani bir‘bütün’ü ifade ederler).
  • § Hz. Süleyman’la ilgili ‘cinn’ler, yönetimindeki “angarya isdihdam edilen yabancılar”ı ifade etmektedir.
  • § Yeryüzünde, “Kur’ân’la  mükellef” ve “son Peygamber’e (a.s) ümmet” olarak ‘insan’dan başka hiçbir varlık yoktur. Kur’ân’da geçen“Kur’ân dinleyen cinn’ler” kıssaları, aslında ‘kimlikleri açıklanmayan insanlar’dan başka bir anlam ifade etmemektedirler. (Bu konudaki rivâyetler bir sürü çelişki ve saçmalığı da beraberinde getirmektedirler. Buna rağmen, ‘Nusaybîn’ veya ‘Nineva’li cinler iddiası, bu kavramın ‘yabancılar’ anlamında kullanıldığının zımnen ifadesidir).
  • § Yaygın anlamıyla ‘cinn’ (ya da üç-harfliler) inancı ‘hurâfe’den ibaret olup ilmî hiçbir değeri yoktur. Böylesine bir hurafe asla ‘İslâm îmanı’nın konusu edilmemelidir.
  • § İslâm kültürü adına bize ulaşan tefsir, hadis, tarih vb. Kur’ân-dışı kaynaklarda geçen ‘cinn’lerle ilgili “garîb / acaib” rivayetler, bu rivayetleri üreten ortam ve genel kültür seviyesi dikkate alınarak incelenirse, izah edilebilir niteliktedirler.
  • § Yaygın şekliyle “Cin Hurâfesi” bilimin gelişmesine de köstek olacak niteliktedir. Ailesindeki veya bedenindeki bir rahatsızlığı cinlerle irtibatlandıran bir zihniyet ortamında, bilimsel araştırma ihtiyacı zaafa uğrar veya en azından, gerçekçi teşhis ve tedavilerin elde edilmesi gecikir.
  • § Hz. Peygamber’in (a.s) 23 yıllık risâlet mücadelesinde, ‘yaygın’ anlamıyla ‘cinler’in hiçbir katkıları olmamıştır. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te , Huneyn’de… hiçbir yerde, cinlerin izine rastlanmamıştır. Bu durum da, ‘yaygın dogma’nın ne kadar asılsız olduğunun açık delilidir.
  • § Hz. Peygamber (a.s) ve seçkin arkadaşlarının Kur’ân’daki ‘cinn’ kullanımını doğru kavradıklarına ve doğru kullandıklarına inanıyoruz. Bu konudaki yaygın hurafeci zihniyet zaman içerisinde gelişmiş ve yaygınlaşmıştır.

 

 

Temelsiz bir ‘hurafe’nin, âdeta “üzerinde ittifak edilmiş” dinî  bir dogma haline getirilmiş olması ‘vakıa’sının izahı –bazılarınca– zor görünebilir.

Ancak, düşünelim ki;

v Hz. İsâ’nın tebliğinden iki asır sonra galip gelmiş Pavlus’cu bir “müşrik hıristiyanlığın”, “muvahhid bir din”in yerini alarak milyarların imanı haline gelmesinin de;

v “İmâmiye Şî‘ası”nın “bin-şu-kadar senedir yaşamakta olan ‘Hz. Mehdî’” dogmasının da ..

.. dışarıdan bakan birileri için, izahı mümkün görünmüyor  – fakat bunlar birer ‘vakıa’!..

‘Sünnî Müslümanlık’ın on-dört asırlık geçmişinde benzer sapmaların vuku bulmaması için herhangi bir teminatın olduğunu kim iddia edebilir? (Kur’ân metninin korunmuşluğu dışında).

O mâhîler ki deryâ içredir, deryâyı bilmezler.

En sahih kaynağımız Kur’ân’ı ilk sıraya almadan, ve onu da usûllerine riayetle doğru anlamadan, İslâm adına sahip olduğumuz kültür mirasımızı tahkik etmek şansını elde edemeyeceğimizi düşünmekteyiz.

 

 3 Not:

  • § Buraya kadar verdiğimiz bütün meâllerde –şimdilik–  ‘cinn’lerle ilgili klasik ve yanlış yorumu düzeltmeyi hedef aldık. ‘Cinn’ kelimelerinin anlamları dışında kalan meâl kısımlarında –elbette– alternatif  ifadeler tercih edilebilir.
  • § Kitaplık bir konunun böyle kısa bir çalışmayla ihata edilemeyeceğinin bilincindeyiz. Ancak burada yazdıklarımızın bu konuda bir ajitasyon etkisi yapmasını ve daha derin araştırmalara vesile olmasını umuyoruz. Biz de, burada yazıya dökemediğimiz bilgi ve belgelerle konuyu daha da genişletmeyi düşünüyoruz.
  • § Cin Sûresi’nin 26-27. Âyetler’de bahsi geçen ‘gayb’ konusu, “Kur’ân ve Sünnet Üzerine – Makaleler” adlı kitabımızda 2 makale şeklinde detaylı işlenmiş olup ayrı bir konu olarak ele alınacaktır, İnşâallâh.

 Ve min’allâhi’t-Tevfîk; Ve’s-Selâmu ‘alâ men’ittebe‘a’l-Hudâ…

 “Hurâfesiz Bir Dîn” elde etme yolundaki gayretlerimizde, Rabbimizin bizi Hakk’a ve Doğru’ya muvaffak ve müyesser kılmasını diliyoruz. (Hikmet Zeyveli-10 Ocak 2010)

www.hikmetzeyveli.com

 

posted in CİN-MELEK | 0 Comments

13th Aralık 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

40 (72). CİNN SÛRESİ

MEKK’İ, 28 Âyet

GİRİŞ

Gul Ûhıye Sûresi de denilen Cinn Sûresi, Mekke’de 40. sıra”da inmiştir. Adını 1. Âyette geçen الجنّ el-cinn sözcüğünden almıştır.

Sûrenin ilk bölümünde, Mekke’ye dışarıdan gelen bir grup yabancının Kur’ân dinledikleri, dinledikleri Kur’ân’dan etkilendikleri, inanmış olarak yurtlarına döndükleri, döndükten sonra da Kur’ân’dan öğrendikleri gerçekleri ve eski inançlarının çürüklüğünü kendi halklarına anlattıkları anlatılmaktadır. Sûrede ayrıca gaybın bilgisinin sadece Allah’a ait olduğu, tevhit ilkesi ve Kur’ân’ın nitelikleri de yer almaktadır.

Cinn Sûresi’nin inmesi ile Mekke dışında da inanmış kişilerin var olduğu anlaşılmış ve bu kişilerin inananları destekleme kararı aldıkları öğrenilmiştir. Bu bilgi, başta peygamberimiz olmak üzere tüm inananlara manevî bir güç kaynağı olmuştur. Cinn Sûresi, kılavuzu sadece Kur’ân olan o günkü inananlara yaptığı bu yararlı etkiye karşılık, cinn sözcüğünün Kur’ân’da kullanılan anlamı dışında değerlendirilmesinden dolayı genellikle yanlış anlaşılmıştır. Bu yanlış anlamanın nedenleri arasında, cinn sözcüğünün Kur’ân öncesi zamanlara dayanan halk arasındaki meşhurlaşmış anlamının öne geçirilmiş olması yatmaktadır. Sûrenin doğru anlaşılmasına katkı sağlayacağı düşüncesiyle, ayetlerin tahliline geçmeden önce “Cinn” Kavramı ve Kur’ân’da “Cinn” adlı incelememiz ile İslâm Ansiklopedisi’nden alıntıladığımız “Akabe Beyatleri” maddesinin okuyucunun dikkatine sunulması yararlı görülmüştür.

 

CİNN KAVRAMI ve KUR’ÂN’DA CİNN:

Cinn kavramı -“Şeytân, İblis, melek” kavramları gibi- muhtemelen tarih öncesinden itibaren insanların yaşamlarına girmiş kavramlardan biri olup bu kavramlar gibi tüm dinlerde önemli bir yere sahip olmuştur. Ne var ki, bu kavramların halk kültüründe edindiği yer, ilkel toplumların yaşadıkları ilkel koşullar içinde zihinlerinde oluşturdukları vehim ve kuruntulara dayalı inançların etkisinden kurtulamamıştır. Bugün de hâlâ ilkel toplumlardan gelme yanlış anlayış ve inanışlar devam etmekte ve bu tür inanç ve anlayışlar maalesef dinle ilişkilendirilmeye devam edilmektedir. Bizi ilgilendiren husus da budur. Biz, dinimizin saf, halis, Allah’a ait bir din olarak yaşanmasından yana olduğumuz için, bu kavramları içlerine yuvalanmış batıl inanç ve hurafelerden temizlemeyi önemli bir görev sayıyoruz.

Halk kültürüne göre cinn, “insan gibi yiyip içen, üreyen, inanan, bazen ehil insanlarca işçi gibi çalıştırılan, olağan üstü güç ve bilgilere sahip, insanları çarpabilen, istediklerine zarar veren, erdirici yüksek değerler ilham eden gizli destekçi güç, görünmeyen yaratık”tır.

Bu anlayışın bir sonucu olarak, psikolojik rahatsızlıklara uğrayanlara, yüz felci geçirenlere halk arasında cin çarpması teşhisi konulmakta, bu tür rahatsızlıkların ancak mahir kimselerce tedavi edilebileceğine inanılmaktadır. Eski dönemlerde başarılı ve çalışkan zanaatkârlara, şair ve kâhinlere, hatta peygamberlere bile “mecnun [cinlenmiş] denirdi. Bundan maksat, onların delirmiş olduklarını anlatmak değil, bu kimselerin cinler [görünmez varlıklar] tarafından desteklendiklerini, onlardan yardım gördüklerini ifade etmekti.

Günümüzde cinn kavramını doğru olarak öğrenebilmek için öncelikle halk arasındaki bu yaygın ve kulaktan dolma anlayışın bir tarafa bırakılması zorunludur.

الجنّ– Cinn sözcüğü جَنّ– cenn kökünden türemiş bir sözcük olup asıl anlamı “bir şeyi duyulardan saklamaktır. Kişiye örtülü olan her şey cinn’dir. [40-1] (Lîsânü’l-Arab. c. 2, s. 230. cnn mad.) Bu fiil Arapçada جنّه الليل– cennehü’l-leylü = gece onu örttü, اجنّه – ecennehü = onu örttürdü, جنّ عليه– cenne’aleyhi = üzerine örttü şekillerinde kullanılır. Nitekim Kur’ân’da İbrâhîm peygamberi konu alan bir pasajda فلمّا جنّ عليه الليل – felemmâ cenne ‘aleyhi’l-leylü = ne zaman ki gece kendisini sakladı, iyice karanlık çöktü diye yer almıştır (En’âm Sûresi’nin 76. Âyetine bkz. )

Aşağıdaki sözcükler de cnn kökünden türemiştir:

  • · الجنّة Cennet: Toprağı ağaç yapraklarıyla saklanmış yer demektir.
  • · الجِنّة Cinnet: Aklın, fikrin saklanması, delirmek demektir.
  • · الجنين Cenin: Ana karnında saklandığı için bu adı almıştır.
  • · الجُنّة Cünnet:= Kalkan demektir. Kişiyi oktan, mızraktan sakladığı için bu Âd verilmiştir.

Cinn sözcüğü bütün eski ve yeni sözlüklerde “İnsanın beş duyusuyla kavrayamadığı, algılanamayan; ancak somut veya soyut, varlığı kesin olan güçler” olarak yer alır.

Sözlüklerdeki bu tarife göre melek ve Şeytân terimleri de cinn kavramı kapsamına girmektedir. Yani her melek ve Şeytân (algılanamadığı için) cinn’dir. Ama her cinn’in Şeytân veya melek olduğu söylenemez.

Kur’ân’dan ve eski kaynaklardan yaptığımız tespitlere göre cinn sözcüğü çok kapsamlı olarak kullanılmaktadır. Nitekim Araplar yavaş hareket ettiği için hareketi gözle izlenemeyen küçük bir yılan türüne cann derler. [40-2] (Lîsânü’l-Arab; c.2, s.234. cann mad.) Cann sözcüğü bu anlamıyla Kur’ân’da iki yerde; Kasas Sûresi’nin 31. ve Neml Sûresi’nin 10. Âyetlerinde Mûsâ peygamberin asası ile ilgili olarak kullanılmıştır. Ayrıca cinn sözcüğü Kur’ân’da cinnet kalıbıyla da yer almıştır.

Cinn sözcüğü, anlam olarak insan sözcüğünün karşıtıdır. Bu sebeple cinn sözcüğünü daha iyi anlamak için karşıtı olan ins, insan sözcüklerinin de bilinmesinde yarar vardır.

İNS/İNSAN: Sözcük anlamı lügatte “beş duyuyla hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran” demek olan insan sözcüğü, فعليان – fi’liyan kalıbında olup – انسens sözcüğünden türemiştir. İnsan sözcüğünün aslı إنسيان – insiyân sözcüğüdür. [40-3] (Lîsânü’l-Arab;  c.1, s.241. ens mad. Sözcük, anlam olarak evrendeki tüm görünen [cisimli] varlıkları kapsamasına rağmen sadece insanlara isim olarak verilmiştir. Bunun nedeni, insanın yaratılış itibariyle ünsiyete muhtaç, yani sosyal bir varlık olmasıdır.

Bazı müfessirler İbn-i Abbas’ın görüşüne dayanarak insan sözcüğünün nisyan sözcüğünden türemiş olduğunu ve insanın verdiği sözleri unuttuğu için bu isimle isimlenmiş olduğunu söylemiş olsalar da, bu görüş hem dilbilimciler tarafından itibar görmemiştir, hem de Kur’ân’daki kullanıma ters düşmektedir.

Sözcük anlamı itibariyle birbirinin karşıtı olan cinn ve insan, varlık olarak da yaradılıştan gelen bir karşıtlık içindedirler. Böyle olduklarını da bize Kur’ân göstermektedir:

 

İNSAN VE CİNN’İN YARATILIŞI:

(Rahmân: 14–15) O, insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan [değişken maddeden] yarattı. Ve cânnı ateşin dumansızından [enerjiden] yarattı.

(Hicr: 26–27) Ve hiç kuşkusuz biz, insanı [görünen, bilinen varlıkları] çınlayan kilden, işlenebilen çamurdan [hâlden hâle giren maddeden] yarattık. Ve cânnı daha önce, en ince delikten bile geçebilen yakıcı bir esintinin ateşinden [engel tanımayan enerjiden] yaratmıştık.

Âyetler, insanınpişmiş çamurdan, kuru balçıktan, çınlayan kilden, işlenebilir çamurdan yaratıldığını söylemektedir. Bu ifadeler “madde“nin hâlden hâle girmesini çağrıştırmakta ve insanın genel anlamda maddeden yaratıldığına işaret etmektedir. Cânn’ın “ateşin dumansızından, en ince delikten bile geçebilen yakıcı bir esintinin ateşinden” yaratıldığını söyleyen ifadeler ise, daha ilk bakışta akla “enerji“yi getirmektedir.

Öyleyse “cânn ateşten yaratılmıştır” demek, “elektrik, manyetik dalgalar, ışın gibi gözükmez güçler, yani enerjiden yaratılmıştır” demektir. “İnsan topraktan yaratılmıştır” demek de “beş duyuyla hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran bu cisimli varlıklar maddeden yaratılmıştır” demektir.

 

KUR’ÂN’DA  “CİNN”:

Cinn sözcüğü “Kur’ân’da melekler, İblis ve kendileri görülse de kimlikleri açıkça belli olmayan kişiler” için kullanılmıştır:

1 – Cinn sözcüğünün Kur’ân’da melekler için kullanılışı:

(Sâffât: 158) Onlar, Allah ile cinnler arasında bir soy bağı [nesep] kurdular. Oysa Andolsun, cinnler de onların gerçekten hazır bulundurulacaklarını bilmişlerdir.

(En’âm: 100) Ve cinnleri Allah’a ortak koştular. Oysa onları da O yaratmıştır. Bir de bilgisizce O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. O ise nitelendirdikleri şeylerden yücedir/uzaktır.

(Sebe: 41) Melekler derler ki: “Sen yücesin, bizim velîmiz sensin, onlar değil. Hayır, onlar cinnlere tapmaktaydı ve çoğu onlara iman etmişlerdi.

Bu üç ayette cinler sözcüğü ile kastedilen “melekler“dir. Çünkü Nahl Sûresi’nin 57 ; Necm Sûresi’nin 21 ; Sâffât Sûresi’nin 149 , 153 ; Zühruf Sûresi’nin 16. ve Tûr Sûresi’nin 39. ayetlerinden de anlaşılmaktadır ki, müşrikler Allah ile melekler arasında soy bağı kurmuşlar, Allah’ın kızları olarak melekleri görmüşler ve Allah yerine meleklere tapmışlardır. Yani Kur’ân, Allah’a ortak koşulan melekleri Sâffât Sûresi’nin 158 ; En’âm Sûresi’nin 100 ve Sebe Sûresi’nin 41. Âyetlerinde cinn olarak ifade etmiştir.

 

2 – CİNN SÖZCÜĞÜNÜN KUR’ÂN’DA İBLİS İÇİN KULLANILIŞI:

(Kehf: 50) Hani biz meleklere, “Âdem’e secde edin” demiştik de İblis dışında hepsi secde etmişti. İblis, cinnlerdendi. Kendi Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz, benim astımdan onu ve onun soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin düşmanınızken… Zâlimler için ne kötü bir değiştirmedir bu!

İblis” konusunda ayrı bir çalışmamız olduğu için burada detaya girilmemiştir.

 

3 – CİNN SÖZCÜĞÜNÜN KUR’ÂN’DA -KENDİLERİ GÖRÜLSE DE- KİMLİKLERİ AÇIKÇA BELLİ OLMAYAN KİŞİLER İÇİN KULLANILIŞI:

Bu başlık altında topladığımız cinnler ya da kişiler için Kur’ân’da üç örnek mevcuttur:

a- SÜLEYMÂN PEYGAMBERİN CİNLERİ:

(Sebe: 12–14) Süleymân için de sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı boyun eğdirdik; erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Onun eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan bir kısım cinnler de vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırırdık. Ona dilediği şekilde kaleler/mihraplar, heykeller/manzara resimleri/ güzel motifler, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. “Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın.” Kullarımdan şükretmekte olanlar azdır. Böylece onun ölümünü gerçekleştirdiğimiz zaman, ölümünü onlara asasını yemekte olan bir ağaç kurdundan başkası haber vermedi. Artık o, yere yıkılıp düşünce, açıkça ortaya çıktı ki, şâyet cinnler gaybi [Süleymân’ın öldüğünü] bilmiş olsalardı böylesine aşağılayıcı bir azap içinde kalıp yaşamazlardı.

(Neml: 39) Cinnlerden İfrit: “Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim” dedi.

Görüldüğü gibi bu ayetlerde Süleymân peygamberin emrinde çalışan, ona zoraki hizmet eden cinn’lerden bahsedilmekte ve bunların hünerli zanaatkâr kimseler olduğu açıklanmaktadır.

Süleymân peygamberin emrine verilen bu “cinn“lerin kim olduklarını anlamak için, eldeki tarihî bilgilerin değerlendirilmesi gerekir. Süleymân peygamber, Ya’kûp peygamberin soyundan gelen bir Benî İsrâil peygamberi olup Dâvûd peygamberin oğlu ve ülkesi İsrâil’in hükümdarı idi (M.Ö. 10. asır ortaları). Süleymân peygamber hakkındaki bilgilerin hemen hemen tamamı, [40-4] (Ana Britannica ansiklopedisi Cilt: 28, s: 434) de belirttiği gibi Eski Ahit’ten kaynaklandığı için, bu bilgileri Tevrât’ın bölümlerinden almayı daha uygun buluyor ve 11. Tarihler bölümünün 11. Babını aynen aktarıyoruz:

Ve Süleymân RABB’in ismine bir ev ve kendi krallığı için bir ev yap­maya niyet etti. Ve Süleymân yük ta­şıyan yetmiş bin adam ve dağlarda taş kesen seksen bin adam ve onların üze­rinde iş başı olan üç bin altı yüz adam saydı. Ve Süleymân Sûr kralı Huram’a gönderip dedi: “Babam Davud’a yaptığın gibi ve içinde oturmak için kendisine ev yapsın diye ona erz ağaçları gönder­diğin gibi, bana da öyle yap. İste, ben Allah’a tahsis edeyim ve onun önünde hoş kokulu buhur yakayım diye, Allah’ım RABB’in ismine bir ev yapacağım ve o daimi huzur ekmeği için ve sabah akşam, Sebtlerde ve aybaşlarında ve Allah’ımız RABB’in belli bay­ramlarında yakılan takdimeler için ola­caktır. Bunlar İsrâil üzerine ebedi kanundur.  Ve yapmak üzere olduğum ev büyüktür, çünkü Allah’ımız bütün ilah­lardan büyüktür. Ve kimin kudreti var ki, ona bir ev yapsın? Çünkü gök ve göklerin göğü onu alamaz. Ve ben ki­mim ki, ona bir ev yapayım? Ancak onun önünde buhur yakmak için yapıyo­rum. Ve şimdi, babam Davud’un hazır­lamış olduğu Yahuda’da ve Yeruşalim’­de yanımda bulunan hünerli adamlarla beraber olmak üzere bana bir adam gönder, altın ve gümüş ve tunç ve demir ve erguvani ve kırmızı ve lacivert işlerinde hünerli olsun ve her türlü oyma işlerini oyabilsin.  Ve bana Libnan’dan erz ağacı ve servi ve sandal ağacı gön­der: Çünkü bilirim ki, senin kulların Libnan’dan kereste kesmeği bilirler. Ve iste. Bana bol kereste hazırlasınlar diye kullarım senin kullarınla beraber ola­caklar: Çünkü yapacağım ev büyük ve şaşılacak bir şey olacaktır. Ve iste, se­nin kullarına, kereste kesenlere, yirmi bin ölçek dövülmüş buğday ve yirmi bin ölçek arpa ve yirmi bin bata şarap ve yirmi bin bat zeytinyağı veririm. Ve Sûr kralı Huram, Süleymân’a gönderdiği yazı ile cevap verdi: “RABB, kavmini sevdiği için seni onların üzerine kral etti.” Ve Huram dedi: “RABB için bir ev ve kendi krallığı için bir ev yapacak olan basiret ve anlayış sahibi akıllı bir oğlu kral Davud’a veren, Göğü ve yeri yaratan RABB, İsrâil’in Allah’ı mübarek olsun. Ve iste, senin hünerli adamlarınla ve baban efendim Davud’un hünerli adamları ile beraber kendisine bir yer verilsin diye, hüner ve anlayış sahibi bir adamı, benim Huram Babayı gönderdim. Dan kızlarından bir kadı­nın oğludur, ve babası Sûrlu bir adamdı; altın ve gümüş, tunç, demir, taç ve kereste, erguvani, lacivert ve ince keten ve kırmızı işlemede ve her çeşit oyma işinde ve her çeşit icatta hünerlidir. Ve efendimin söylemiş olduğu buğdayı ve arpayı, zeytinyağını ve şarabı kullarına göndersin; ve sana lazım olduğu kadar Lübnan’dan kereste keseriz ve onu sallarla denizden Yafa’ya kadar sana getiririz ve sen onu Yerüşalime çıkarırsın. “Ve Süleymân, babası Davud’un İsrâil diyarında olan bütün garipleri saydığı sayıdan sonra onları saydı ve 153.600 kişi bulundular.  Ve onlardan yük taşıyan 70.000 ve dağlarda taş kesen 80.000 ve kavmi işletmek için iş başı olarak 3.600 kişi koydu.” [40-5] Tarihler, 11:1-18

Yukarıdaki bilgilere göre, Süleymân peygamberin hizmetinde bulunanlar, halk kültüründeki cinler değil, Süleymân peygamberin babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ve onlara ustabaşılık yapan Sur kralının gönderdiği Huram Baba ile emrindeki hünerli kişilerdir.

Yani, burada da görmekteyiz ki, cinn sözcüğü başka ülkelerden getirilmiş hünerli, zanaatkâr yabancı işçiler için kullanılmıştır.

 

b- PEYGAMBERİMİZİ DİNLEYEN CİNN’LER:

(Ahkâf: 29–32) Hani cinnlerden birkaçını, Kur’ân dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman, dediler ki: “Kulak verin”, sonra bitirilince de kendi kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler. Dediler ki: “Ey kavmimiz, gerçekten biz, Mûsâ’dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve dosdoğru olan yola yöneltip iletmektedir. Ey kavmimiz, Allah’a davet edene icabet edin ve ona iman edin; günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun. “Kim Allah’a davet edene icabet etmezse, artık o, yeryüzünde Allah’ı âciz bırakacak değildir ve onun O’ndan başka velîleri de yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.

Buradaki anlatım aşağıda göreceğiniz gibi Cinn Sûresinde de yer almıştır.

(Cinn: 1–14) De ki, “Bana gerçekten şu vahyolundu: Cinnlerden bir grup dinleyip de şöyle demişler: “Doğrusu biz hayranlık veren bir Kur’ân dinledik. O, gerçeğe ve doğruya yöneltip iletiyor. Bu yüzden biz ona iman ettik. Bundan böyle Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız. Elbette bizim Rabbimizin şanı yücedir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk. Doğrusu şu: Bizim beyinsizlerimiz, Allah’a karşı bir sürü saçma şeyler söylemişler. Hâlbuki biz, ins ve cinnin [hiçbir kimsenin] Allah’a karşı asla yalan söylemeyeceklerini zannediyorduk. Bir de şu gerçek var: İnsten bazı kimseler cinnden bazı kimselere sığınırlardı. Öyle ki, onların azgınlıklarını artırırlardı. Ve onlar, sizin de sandığınız gibi Allah’ın hiç kimseyi kesin olarak diriltmeyeceğini sanmışlardı. Doğrusu biz göğü yokladık; [falcılığı denedik] fakat onu güçlü koruyucular ve şihap/ateş alevleri, göz kamaştıran parıltılar, yakıcı ışınlarla kaplı bulduk. Oysa gerçekte biz, dinlemek için onun oturma yerlerinde otururduk. Ama şimdi kim dinleyecek olsa hemen kendisini izleyen bir şihap bulur. Doğrusu bilmiyoruz; yeryüzünde olanlara bir kötülük mü istendi, yoksa Rabbleri kendileri için bir hayır mı diledi. Gerçek şu ki, bizden Sâlih olanlar da vardır ve bunun dışında olanlar da. Biz türlü türlü yolların fırkaları olmuşuz. Biz şüphesiz, Allah’ı yeryüzünde asla âciz bırakamayacağımızı, kaçmak suretiyle de onu hiçbir şekilde âciz bırakamayacağımızı anladık. Elbette biz, o yol gösterici Kur’ân’ı işitince, ona iman ettik. Artık kim Rabbine iman ederse, o ne eksileceğinden korkar ve ne de haksızlığa uğrayacağından. Ve elbette bizden Müslüman olanlar da var, zulmedenler de. İşte Allah’a teslim olanlar, artık onlar gerçeği ve doğruyu bulmuş olanlardır.”

Bu iki Âyet grubunda nefer bir sayıda (üç ile on arası) oldukları bildirilen “cinn”ler, tüm tefsirlerde ve tarih kitaplarında ittifakla belirtildiği gibi, Nusaybin’den veya Yesrib’ten (Medine’den), kimliklerini açığa vurmadan peygamberimizin yanına gizlice gelip Kur’ân dinleyen ve imana gelen, sonra da kavimlerini uyarmak için geri dönen Nusaybin’li veya Yesrib’li (Medine’li) Yahudilerdir. Hatta “Cinn Gecesi Hadisi” olarak şöhret bulmuş olan bir rivayete göre bu “cinn“ler peygamberimizle birlikte ateş yakmışlar, yemek yemişlerdir ve peygamberimiz de bu “cinn“lerin izlerini başkalarına göstermiştir.

 

c-CİNN”LERİN  BAHSETTİĞİ “CİNN”LER:

Yukarıda mealini verdiğimiz Cinn Sûresine ait ayetlerde, peygamberimizi dinleyen “cinn“lerin memleketlerine dönüp kavimlerine anlattıkları şeyler peygamberimize Rabbimiz tarafından gayb haberi olarak bildirilmektedir. Dolayısıyla ayetlerdeki konuşmalar “cinn“lerin konuşmalarıdır. Dikkat edilirse bu konuşmalar esnasında 6. ayette, konuşan “cinn“, kendilerini “ins” olarak niteleyip başkalarına “cinn” demektedir.

İns sözcüğünün; “tanınıp, bilinen“, cinn sözcüğünün de; “tanınmayan, yabancı” olan anlamlarını yerine koyduğumuzda, ayet, gayet mantıklı, anlaşılır şekilde şöyle çevrilebilir:

(Cinn: 6) … İnsten (bizim tanıyıp bildiklerimizden) bazı kimseler, cinnden (tanımadığımız yabancılardan) bazı kimselere sığınırlardı. …

Bu ayette Yesriblilerin [Medinelilerin] sözünü ettiği “cinn“ler, bize göre, peygamberimiz aleyhinde propaganda yapmak için Yesrib’e gelmiş Mekkeli ajanlardır.

 

İNS VE CİNN” KALIBI:

Cinn konusu kapsamı içerisinde, Kur’ân’ı doğru anlamak için çok önemli bulduğumuz bir nokta da “ins” ve “cinn” sözcüklerinin bir arada “ins ve cinn” şeklinde kullanılışıdır. Bu ifade kalıbı genellikle “İnsanlar ve Cinler” olarak çevrilmektedir. Hâlbuki bu tür ifade kalıplarında sözcüklerin anlamı farklılaşmakta, başkalaşmakta ve zenginleşmektedir.

Bu durum Kur’ân’dan şu örneklerle açıklanabilir:

Meşrık = Doğu ve Mağrib = Batı sözcükleri, “Doğu, Batı” şeklinde söylendiğinde anlam sadece iki yönü ifade etmeyip tüm yönleri içine alır.

Örnek: Müzzemmil Sûresi’nin 9. Âyetindeki Rabbul’meşrikı vel’mağribi = Doğunun, Batının Rabbi ifadesi sadece doğu ile batıyı değil, tüm yönleri ve mekânları ifade etmektedir. Yani “Allah her yerin Rabbidir” demektir. Bu sözcükler ile ilgili diğer örnekler şu ayetlerde görülebilir: Nûr Sûresi’nin 35 ; Bakara Sûresi’nin 115 , 142 , 177 ; Şu’arâ Sûresi’nin 28 ; Rahmân Sûresi’nin 17. Âyetlerine bkz.

Dünya ve âhiret sözcükleri beraber söylendikleri zaman “her yerde ve her zaman” anlamını ifade eder. Bu sözcükler ile ilgili Kur’ân ayetleri şunlardır: Bakara Sûresi’nin 217 , 220 ; Âl-i İmrân Sûresi’nin 22 , 45 , 56 ; Nîsâ Sûresi’nin 134 ; Tövbe Sûresi’nin 69 , 74 ; Yûnus Sûresi’nin 64 ; Yûsuf Sûresi’nin 101 ; Hacc Sûresi’nin 15 ; Nûr Sûresi’nin 14 , 19 , 23 ve Ahzab Sûresi’nin 57. Âyetlerine bkz.

Yaş ve kuru sözcükleri beraberce kullanıldıkları zaman “her ne varsa, her şey” anlamını içerir. Örneğin En’âm Sûresi’nin 59. Âyetindeki Yaş ve kuru hiçbir şey yok ki, apaçık bir kitapta bulunmasın ifadesi sadece yaşı ve kuruyu ifade etmeyip “her ne varsa, canlı-cansız hepsini” ifade etmektedir.

Sabah ve akşam sözcüklerinden oluşan sabah akşam kalıbı da Kur’ân’da sıkça yer almakta ve “daima, her zaman” anlamına gelmektedir. Bu sözcükler ile ilgili Kur’ân ayetleri şunlardır: A’râf Sûresi’nin 205 ; Ra’d Sûresi’nin 15 ; Nûr Sûresi’nin 36 ; Mümin Sûresi’nin 46 , 55 ; En’âm Sûresi’nin 52 ; Kehf Sûresi’nin 28 ; Meryem Sûresi’nin 11 , 62 ; Fetih Sûresi’nin 9 ; Furgân Sûresi’nin 5 ; Ahzab Sûresi’nin 42 ; İnsan Sûresi’nin 25 ; Âl-i İmrân Sûresi’nin 41. Âyetlerine bkz.

İki zıt anlamlı sözcüğün bir arada takım halinde söylenmesiyle takımın yeni bir anlam kazanması sadece Arapça için değil, diğer diller için de söz konusu olan bir durumdur.

Türkçede buna birçok örnek verilebilir. Mesela:

Sağ ve sol sözcükleriyle oluşturulan “sağda-solda” kalıbı “her yerde” anlamına gelir.

İleri ve geri sözcükleriyle oluşturulan “ileri-geri konuşma, söz söyleme” kalıbı “yersiz, yakışıksız konuşma, söz söyleme” anlamına gelir.

Sabah ve akşam sözcükleriyle elde edilen “sabah-akşam” kalıbı, Arapçada olduğu gibi “daima, her zaman” anlamına gelir.

Bunun Japoncada da örnekleri vardır:

Doğu ve batı sözcüklerinden oluşturulan “doğu-batı” kalıbı ile kuzey ve güney sözcüklerinden oluşan “kuzey-güney” kalıbı “bütün ülke, Japonya” anlamına gelir.

İyi, kötü sözcüklerinden oluşturulan “iyi-kötü” kalıbı “doğadaki denge” anlamına gelir.

Gelmek, gitmek sözcüklerinden oluşturulan “geliş-gidiş” kalıbı “dolaşmak” anlamına gelir.

Konumuz olan “ins ve cinn” kalıbında da durum aynıdır. “Cinn” ve “ins” sözcüklerinin her birinin anlamını yukarıda açıklamıştık. Bu sözcüklerin birlikte oluşturdukları kalıp ise “gördüğünüz, görmediğiniz; bildiğiniz, bilmediğiniz; tanıdığınız, tanımadığınız herkes anlamına gelir. Nitekim bu kalıp Kur’ân’da da aynı anlama gelmektedir:

(Zariyat: 56) Ben, cinn ve insi [herkesi] yalnızca, bana ibadet/ kulluk etsinler diye yarattım.

(İsrâ: 88) De ki: “İns ve cinn [herkes] bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler ve birbirlerine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini ortaya koyamazlar.”

(Cinn: 5) “Oysa biz, insanların ve cinnlerin [herkesin] Allah’a karşı asla yalan söylemeyeceklerini sanmıştık.”

(Rahmân: 33) Ey cinn ve ins toplulukları, eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın; ancak sultân/üstün bir güç olmadan aşamazsınız.

(Rahmân: 56) Orada daha önce ins ve cinn [hiç kimse] dokunmamış, [elle ve gözle değilmemiş] bakışlarını eşine dikmiş eşler vardır.

Bu konuyla ilgili Kur’ân’daki diğer örnekler şunlardır: En’âm Sûresi’nin 112 , 130 ; A’râf Sûresi’nin 38 , 179 ; Fussilet Sûresi’nin 25 , 29 ; Ahkâf Sûresi’nin 18 ; Neml Sûresi’nin 17 ; Rahmân Sûresi’nin 39 , 74 ; Nas Sûresi’nin 6 ; Hûd Sûresi’nin 119 ve Secde Sûresi’nin 13. ayetleri.

 

AKABE BEYATLARI

Hz. Peygamber (s.a)’in Medine’den gelip ilk Müslüman olanlarla 621- 622 yıllarında Mekke’nin Akabe adı verilen mevkiinde yaptığı iki anlaşma ve ahitleşme. Mekke’ye 3 km. kadar uzaklıkta bulunan Mina ile Mekke arasındaki bir mevkie verilen Akabe adına bölgenin başka yerlerinde de rastlanmaktadır. Aynı adı taşıyan birçok yer bulunmasına rağmen Akabe denince ilk defa bu meşhur ahitleşme ve anlaşmaların yapıldığı mevki hatıra gelmektedir.

İslâm’ı çeşitli kabile ve gruplara anlatmağa çalışan Resulullah (s.a) özellikle Hacc mevsiminde Mekke’ye gelen kabileler arasında dolaşıyor ve onlara bu yeni mesajı iletmeye uğraşıyordu. Bu hac mevsimlerinin birinde Yesrib [Medine]‘den gelen ve bu şehirde yaşayan iki Arap kabilesinden biri olan Hazrec kabilesine mensup bazı kimselerle karşılaşan Hz. Peygamber, onları İslâm’a davet etti. Peygamberliğinin 11. yılında onun bu çağrısına adı geçen kabileden altı kişi icabet edip büyük bir samimiyetle bu yeni dine sarıldılar. Zira yıllardır Yesrib’teki diğer Arap kabilesiyle aralarında sürüp gitmekte olan Buas savaşlarından bezmiş olduklarından, bu yeni dinin aralarında bir barış ortamı oluşturacağını ümit ediyorlardı. Yesrib’e geri döndüklerinde bu olaydan ve yeni dinlerinden kardeş kabîle Evs’e bahsedip onları da İslâm’a davet edeceklerine ve gelecek yıl yine Hacc mevsiminde aynı yerde Resulullah’la buluşacaklarına dair söz verip ayrıldılar.

Medine’de yaşayan bu iki kabilenin dışında ayrıca üç Yahudi kabilesi daha bulunuyordu. Bunlar müşrik Arapları dinlerinden ve putperestlik anlayışlarından dolayı hep hor görüyorlardı. Yahudiler ellerindeki Tevrât’a, ayrıca âlimlerinden ve atalarından işitip durduklarına göre yakında bu bölgede zuhur edecek bir peygambere iman edeceklerini ve bu peygamberin desteğiyle putperestliğe son vererek Arapları ortadan kaldıracaklarını söyleyip duruyorlardı. Yahudilerin bu sözleri Yesribli Evs ve Hazrec kabilelerinin zihninde yer etmişti. Hz. Peygamber (s.a) ile Akabe’de görüşünce, Yahudilerden önce davranıp bu peygamberin yanında yer almakta hiç tereddüt etmediler. Bu ilk Müslüman Yesribliler Resulullah’a iman ederek şöyle dediler: “Kavmimiz çok zor günler yaşıyor, hiç iyi bir durumda değiliz. Yıllardır süren çatışmalar aramızda sonu gelmez bir anlaşmazlığa sebep oldu. Bu yeni dinin bizleri bir araya getireceğine ve bizleri barıştırıp kaynaştıracağına inanıyoruz.” Gerçekten Yesribliler Buas savaşlarının artık son bulmasını istiyorlardı. Hz. Peygambere iman eden Hazrecliler şu kişilerden ibaretti: Es’âd b. Zurâre, Avf b. Hâris, Râfi’ b. Mâlik, Ukbe b. Âmir, Kutba b. Âmir ve Câbir b. Abdullah b. Riab. Bunlardan ilk ikisi Neccaroğullarına mensup idi. [40-6] (İbn Hişâm, Sîre, II, 70 vd.; İbn Sa’d, Tabakât, I, 217 vd.).

İslâm’a gönül veren bu ilk Medineli Müslümanlar memleketlerine geri dönerek bütün güçleriyle bu yeni dini tanıtmaya ve akrabalarının da iman etmelerini temine çalıştılar. Bu küçük grubun Yesribliler üzerinde büyük etkileri oldu. Evs ve Hazrec’ten birçok kimse bunların aracılığıyla İslâm’a girdi. Özellikle Resulullah’ın dayılarından olan Neccaroğullarına mensup Es’âd b. Zurâre ile Avf b. Hâris Müslümanlıklarını asla gizlemeksizin büyük bir gayretle insanları İslâm’a davet ettiler. Gerçekten İslâm akidesi Yesrib’de yıllardır süren savaşların sona ermesinde büyük bir etken oldu. Düşmanlıklar sona erdi ve insanlar Allah’ın rahmeti sayesinde kısa zamanda kardeşler oluverdiler. Ertesi yıl yani peygamberliğin 12. yılında yine Hacc mevsiminde Mekke’ye gelen Yesrib’li on iki kişi Akabe mevkiinde Resulullah (s.a.s.) ile geceleyin gizlice buluştular. Bunlardan altısı bir önceki yıl Müslüman olan kişilerdi. Birinci Akabe Bey’atı adı verilen bu bey’atta bulunan sahabelerden Ubâde b. es-Sâmit, hadiseyi söyle anlatır:

“Refahta olduğu kadar sıkıntıda, sevinçte olduğu kadar üzüntüde de onu destekleyecek ve her konuda emirlerine itaat edeceğimize, Resulullah’ı kendi nefislerimizden Azîz tutup durum ne olursa olsun ona muhalefet etmeyeceğimize, Allah yolunda hiç bir kınayıcının kınamasından korkmayacağımıza, Allah’a asla şirk koşmayacağımıza, hırsızlık ve zina yapmayacağımıza, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize, kendiliğimizden uyduracağımız yalan ve dolanlarla hiç kimseye iftirada bulunmayacağımıza, hiç bir hayırlı işte Resulullah’a muhalefet etmeyeceğimize dair bey’at ettik. Ayrıca bizden birinin verdiği sözünde durmasına karşılık onun ecir ve mükâfatının Allah’a ait olduğuna ve ona Cennet nimetinin verileceğine; kim insanlık haliyle bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya çarptırılırsa bunun ona keffâret olacağına; kim de yine bunlardan birini işler de işlediği o suçu Allah açığa vurmazsa onun işinin Allah’a kalacağına; Allah’ın dilerse onu bağışlayıp dilerse azaba uğratacağına dair Resulullah’ın bize bildirdiği hususlara sadık kalacağımıza da söz verdik.”

Bu birinci Akabe Bey’atına katılan 12 kişiden 6, sı bir önceki yıl iman eden kimselerdi. Diğer altısı ise Muaz b. Hâris, Zekvân b. Kays, Ubâde b. es-Sâmit, Yezid b. Sa’lebe, Abbâs b. Ubâde ve Ebu’l-Heysem Mâlik b. Teyyihan idiler. Bazı kaynaklarda bir önceki yıl Resulullah ile tanışan altı kişiden biri olan Câbir b. Abdullah yerine Uveym b. Saide’nin birinci Akabe Bey’atında bulunduğu ifade edilir.

Medineliler, hacdan geri dönerlerken, yanlarında, İslâm’ı öğretmek üzere Resulullah tarafından tayin edilen Mus’ab b. Umeyr’i götürdüler. Kısa sûrede Medine-i Münevvere’de İslâmiyet hızla yayıldı. Mus’ab b. Umeyr, Rasûlullah’ı Medine’deki her hareketten haberdar ediyordu. Kısa zamanda Evs ve Hazrec kabilesinin bütün evleri İslâm’ın nûruyla aydınlanmaya başladı. Artık Medine, bir İslâm devletinin doğuşuna hazır hâle gelmişti. Mus’ab b. Umeyr’in gayret ve etkisiyle Yesrib’in ileri gelenlerinden Sa’d b. Muaz ve Useyd b. Hûdayr müslüman oldular. Bu iki büyük reisin İslâm’a girmesiyle İslâm, Medine’de bir hayli kabul gördü. Bunun üzerine Medineliler Hz. Peygamberi şehirlerine davet etmeye karar verdiler.

Birinci Akabe Bey’atından bir yıl sonra Medineliler yeniden hac için Mekke’ye geldiler. İçlerinde ikisi kadın yetmiş beş Müslüman vardı. Allah Resulü’nün bu defa onlarla ilgi kurması İslâm’ın tebliğinden ibaret değildi. Çok önemli kararlar arifesindeydiler. Buluşma yeri yine Akabe mevkii oldu. Buluşma gizli yapılacak ve hiç kimseye haber sızdırılmayacaktı. Gece yarısına doğru, Medineliler, gayet tedbirli hareket ederek kararlaştırılan yerde toplandılar.

Rasûl-i Ekrem Akabe’ye bu defa amcası Abbâs ile birlikte geldi. Abbâs henüz ya Müslüman olmamış yahut Müslümanlığını gizliyor, ancak yeğenini himaye ediyordu. Böylesi bir toplantıda bulunmayı bir aile borcu kabul etmişti. Toplantıda ilk sözü Hz. Abbâs aldı:

– Ey Hazrecliler, Muhammed (s.a)’in aramızdaki mevkii bildiğiniz gibidir. Biz, onu düşmanlarından koruduk ve koruyacağız. Kendisi burada, ailesinin yanında, nezdim izde izzet ve ikram içindedir. Fakat sizinle bir antlaşma yapmak ve size katılmak istiyor. Ona verdiğiniz sözü tutmak, kendisine muhalefet edenlere karşı gelmek hususunda azminiz kuvvetli ve sağlam ise buna bir diyecek yoktur. Fakat onu ele verecek, yanınıza geldikten sonra yalnız başına bırakacaksanız, bunu şimdiden söyleyiniz ve onu kendi haline bırakınız.

Medineli Müslümanların cevabı şöyle oldu:

– Dediklerinizi dinledik. Ey Allah’ın resulü, siz söyleyin! Kendiniz adına, Allah adına istediğiniz andı bizden alınız. Biz hazırız.

Resulullah Hz. Muhammed (s.a) Kur’ân-ı Kerim’den bazı Âyetler okuduktan sonra şöyle buyurdular:

– Kadınlarınızı ve çocuklarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumak üzere size elimi veriyorum.

Elini ilk uzatan, Berâ b. Ma’rur oldu. O, şöyle dedi:

– Bey’at ettik ya Resulullah, seni Hak dinle gönderen Allah’a yemin ederiz ki kendimizi, çocuk ve hanımlarımızı koruduğumuz gibi seni de koruyacak ve savunacağız. Biz, zaten harp içinde yoğrulmuş kimseleriz. Zırha alışkınız. Bu, bize atalar mirasıdır.

Bera’dan sonra söz alan Ebu’l Heysem de şöyle dedi:

– Ya Resulallah, dedi. Bizim Yahudilerle bir takım bağlantılarımız vardır. Bu bağlantıları keseceğiz. Biz bunu yaptıktan sonra siz de Allah’ın inayetiyle muvaffak olunca bizi bırakıp kendi kavminizin yanına döner misiniz?

Resulullah (s.a) gülümsediler ve dediler ki:

– Kanım sizin kanınızdır. Siz bendensiniz, ben de sizdenim. Kiminle dövüşürseniz ben sizin yanınızdayım. Kiminle barış yaparsanız, ben de onunla barış yaparım.

Resulullah (s.a)’in bu sözlerini duyan herkes, bey’at etmek üzere elini uzatıyordu. Bu sırada Abbâs b. Ubâde ortaya atılarak şunu söyledi:

– Hazrecliler! Bu zata niçin bey’at ettiğinizi biliyor musunuz? Ona bey’atla insanların kırmızısına ve siyahına, yani Arap ve Arap olmayana karşı savaşa hazır olmayı kabul etmiş oluyorsunuz. Bir felâkete uğradığınız ve ulularınızın maktul düştüğünü gördüğünüz zaman onu yalnız başına bırakacaksanız şimdiden bırakınız. Bu, daha doğru olur. Yoksa dünyada ve âhirette rüsva olursunuz. Fakat ona verdiğiniz sözü tutacak, malca felâkete uğramayı, büyüklerinizin ölümüyle karşılaşmayı göze alacaksanız, bunu yapınız. Çünkü dünya ve âhiret hayrı bundadır.

Hepsi kabul ettiler ve sordular:

– Ey Allah’ın Resulü, buna karşılık bize ne va’d ediyorsunuz?”

Resulullah cevap verdi:

-Cennet!.

Bey’at kısa zamanda tamamlandı. Hepsi de darlıkta ve genişlikte her halükarda itaate, sözün ancak doğrusunu söylemeye ve Allah yolunda hiç bir kınayıcının kınamasından korkmamaya söz verdiler.

Bey’attan sonra Resulullah, (s.a) Hazrec’den 9, Evs’den 3 kişi olmak üzere 12 nakip seçtiler. Es’âd b. Zurâre de hepsinin başı ve emîri seçildi. Bunlardan her biri bir kabilenin reisi idiler. Bunun anlamı, 12 kabilenin İslâmiyeti kabul etmesiydi.

Bey’at gece karanlığında tenhada ve gizlilik içinde yapılmıştı. Fakat bey’atın bitiminde bir çığlık karanlığın perdesini yırttı:

-Ey Kureyş, Muhammed ile atalarının dininden çıkanlar, sizinle dövüşmek için antlaşma yaptılar! Fakat Müslümanların artık kimseden çekindikleri yoktu. Bu sesi duyar duymaz Abbas b. Ubâde şöyle dedi:

-Ya Resulullah, seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki istersen sabah olur olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır üzerlerine saldırırız.

Resulullah (s.a) ise şöyle buyurdular:

-Hayır… Bize savaş izni daha verilmiş değildir. Şimdilik hepiniz yerlerinize dönünüz.

İslâm’a teslim olup Resulullah’a tam anlamıyla bey’at eden bu ilk Müslüman kitle için emre itaat mutlak idi. Akabe’deki bu toplantı dağıldı ve herkes yerine döndü. Sabah olunca Kureyşli müşrikler bu bey’attan haberdar olmuşlardı. Müşrikler bu anlaşmanın mahiyetini araştırmağa başladılar. Fakat henüz Müslüman olmamış olan Yesribliler’in Hz. Peygamber ile anlaşmalarına bir türlü anlam veremiyorlardı. Mekkeli müşrikler bu gizli anlaşma hakkında bir bilgi alamadan Yesribli Müslümanlar şehri terk etmişlerdi.

İslâm Devleti’nin kurulmasında önemli bir dönüm noktası olan ikinci Akabe bey’atına, Resulullah’ın savaş ve barışta korunacağına dair prensiplerin tespit edildiği ve kararların alındığı bir bey’at olmasından dolayı, “Bey’atü’l-Harb” adı verilir. İkinci Akabe Bey’atının gerçekleşmesiyle İslâm tarihinde yeni bir dönem başlıyor ve o gün İslâm Devleti’nin temeli atılmış oluyordu. [40-7] (İslam Ansiklopedisi, Akabe Bey’atleri Mad.)

 

CİN SÛRESİ RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA

AYETLERİN MEALİ:

1–2.       De ki: Bana vahyedildi ki şüphesiz cinnden bir grup Kur’ân dinleyip de demişlerdir ki: “Şüphesiz biz, rüşde kılavuzluk eden hayret verici bir Kur’ân dinledik.  Bundan dolayı, biz ona iman ettik ve Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak koşmayacağız.

3.         Hakikat şu ki, Rabbimizin şanı çok yüksektir. O, bir dişi arkadaş [zevce] ve de bir çocuk edinmemiştir.

4–5.       Ve hiç şüphesiz bizim sefih, [aklı ermez] Allah üzerine saçma sapan şeyler söylüyormuş. Doğrusu biz ins ve cinnin [bildik, bilmedik her kişinin] Allah’a karşı asla yalan söylemeyeceğine inanıyorduk.

6.         Gerçekten de insten [çok iyi tanıdığımız kimselerden]  bazı kimseler, cinnden [tanımadığımız yabancı kimselerden] bazı kişilere sığınırlar idi. Böylece de onların azgınlıklarını artırırlardı.

7.         Gerçekten de onlar sizin inandığınız gibi, Allah’ın asla kimseyi peygamber göndermeyeceğine/diriltmeyeceğine inanmışlardı.

8–10.      Ve gerçekten biz göğe dokunduk da onu kuvvetli bekçiler ve parlak alevlerle doldurulmuş bulduk. Ve hiç şüphesiz ki biz gökten duyum almak için oturulan yerlere oturur idik. Peki, şimdi her kim duyum almak için uğraşsa, kendine, gözetleyen parlak bir alev buluyor. Biz de, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rableri onlara bir doğruluk mu diledi bilmiyoruz.

11.        Şüphesiz bizler; bizlerden bir kısmı Sâlihlerdendir, bizden bazıları da bunun aşağısındandır. Biz çeşit çeşit yollarda idik.

12–13.     Ve kesinlikle, Allah’ı yeryüzünde asla âciz bırakamayacağımızı, kaçmakla da O’nu asla âciz bırakamayacağımızı iyice anladık.  Ve biz o kılavuzu [Kur’ân’ı] dinlediğimizde ona iman ettik. Onun için kim Rabbine inanırsa, o hakkının eksik verilmesinden ve haksızlığa uğramaktan korkmaz.

14–15.     Ve gerçekten biz [bize gelince, bizim durumumuz ise]; Müslümanlar bizdendir, zâlimler de bizdendir. Ama kimler teslim olduysa [Müslüman olduysa], işte onlar reşâdı [doğruya, güzele, iyiye, gerçeğe gitmeyi] arayanlardır. Ama zâlimlere gelince, onlar da cehennem için odun olmuşlardır.”

16–17.     Ve eğer onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette onlara, kendilerini saf hâle getirmek için bol bir su verirdik. Kim Rabbinin anılmasından/Rabbinin zikrinden [Kur’ân’dan] yüz çevirirse, O da onu gittikçe yükselen bir azaba sokar.

18.        Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.

19.        Ve şu bir gerçek ki Allah’ın kulu [Peygamber] O’na çağırarak ayaklandığı [harekete geçtiği] zaman onlar [“cinn” den bir grup] onun etrafında neredeyse bir keçe olacaklar. [kenetlenecekler]

20.        De ki: “Ben kesinlikle Rabbime dua ederim ve hiçbir şeyi de O’na ortak koşmam.”

21.        De ki: “Şüphesiz ben, size bir zarara ve reşâda [iyiliğe, kötülüğe, güzele doğruya götürmeye] güç yetiremem.”

22–23.     De ki: “Gerçek şu ki Allah’tan beni, Allah’tan tebliğler ve onun Elçiliği görevleri dışında hiçbir kimse hiçbir zaman kurtaramaz. Ben O’nun astlarından bir sığınak da hiçbir zaman bulamam. Artık kim Allah’a ve onun Elçisine karşı çıkarsa, onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyen kalıcıdırlar.

24.        Nihayet tehdit edildikleri şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcı yönünden en zayıf ve sayıca da daha az olduğunu hemen bileceklerdir.

25–28.     De ki: “O tehdit olunduğunuz şey yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi kılacak ben bilmiyorum. (Rabbim) Bütün gaybı bilendir. Ve de Elçilerden seçip memnun olduğu kişi müstesna gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Çünkü O, Rabblerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini bilsin diye onun önünden ve ardından [her tarafından] gözetleyiciler salar. O, onların yanında olan her şeyi kuşatmıştır. Her şeyi de sayısı ile saymıştır.”

AYETLERİN TAHLİLİ:

Sûrenin 1–15. Âyetleri tek bir cümle olduğundan, ayetlerin tek tek tahliline başlamadan önce bu ayetlerden oluşan orijinal metni tek bir cümle halinde sunuyoruz:

1–15.      De ki: Şüphesiz cinnden bir grubun Kur’ân dinleyip de “Şüphesiz biz, hayret verici bir Kur’ân dinledik. O rüşde kılavuzluk ediyor. Bundan dolayı, biz ona iman ettik ve Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak koşmayacağız. Doğrusu, Rabbimizin şanı çok yüksektir. Ne bir dişi arkadaş [zevce] edinmiştir, ne de bir çocuk. Meğer bizim sefih [aklı ermez], Allah üzerine saçma şeyler söylüyormuş.    Doğrusu biz ins ve cinni [bildik bilmedik her kişiyi] Allah’a karşı asla yalan söylemez sanıyorduk. Doğrusu insten [çok iyi tanıdığımız kimselerden] bazı kimseler, cinnden [tanımadığımız yabancı kimselerden] bazı kişilere sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını artırırlardı. Ve gerçekten onlar sizin zannettiğiniz gibi, Allah’ın asla kimseyi peygamber göndermeyeceğini / diriltmeyeceğini sanmışlar. Gerçekten biz göğe yapıştık, onu kuvvetli bekçiler ve alevlerle doldurulmuş bulduk. Hâlbuki gerçekten biz gökten duyum almak için oturulan yerlere oturur idik. Hâlbuki her kim duyum almak için uğraşsa, kendine gözetleyen parlak bir alev buluyor. Doğrusu biz, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rabbleri onlara bir hayır mı diledi bilmiyoruz.  Doğrusu bizler; kimimiz iyi olanlardır, kimimiz de bundan aşağıdadır. Biz çeşit çeşit yollara ayrılmışız. Doğrusu biz anladık ki, Allah’ı yeryüzünde asla âciz bırakamayız. Kaçmakla da O’nu asla âciz bırakamayacağız. Ve biz o hidâyet rehberini dinlediğimizde ona gerçekten iman ettik. Kim Rabbine inanırsa, o hakkının eksik verilmesinden ve kendisine kötülük edilmesinden korkmaz. Ve gerçekten biz, kimimiz Müslümanlardan kimimiz de zâlimlerden. Müslüman olanlar ise, işte onlar doğru yolu aramış olanlardır. Ama zâlimlere gelince, onlar cehenneme odun olmuşlardır” dedikleri bana vahyedildi.

 

1–2.       De ki: “Bana vahyedildi ki şüphesiz cinnden bir grup Kur’ân dinleyip de, demişlerdir ki:” “Şüphesiz biz, rüşde kılavuzluk eden hayret verici bir Kur’ân dinledik.  Bundan dolayı, biz ona iman ettik ve Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak koşmayacağız.”

 

CİNN’LERDEN BİR GRUP:

Cinnlerden [yabancılardan] bir grup, ayette – نفرnefer sözcüğü ile ifade edilmiştir. Türkçeye yanlış olarak “bir kişi” anlamında geçmiş olan nefer sözcüğü; “sayıları 3 ilâ 10 kişi arasında erkeklerden oluşan bir grup” demektir. [40–8] (Lîsânü’l Arab; c.8, s.645. “nfr” Mad.)

Buna göre Kur’ân dinleyen bu cinnlerin [yabancıların] sayısı 3 ilâ 10 kişiden ibarettir.

Mekkeli olmayıp Mekke’ye dışarıdan gelmiş ve dolayısıyla da Mekkelilerin tanımadıkları yabancılar oldukları için cinn denilen bu kişilerden Ahkâf Sûresi’nde de söz edilmiştir:

(Ahkâf: 29–32) Hani cinnlerden birkaçını Kur’ân dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman dediler ki: “Kulak verin” sonra bitirilince de kendi kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler. Dediler ki: “Ey kavmimiz, gerçekten biz, Mûsâ’dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve dosdoğru olan yola yöneltip iletmektedir. Ey kavmimiz, Allah’a davet edene icabet edin ve ona iman edin; günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun. Kim Allah’a davet edene icabet etmezse, artık o, yeryüzünde Allah’ı âciz bırakacak değildir ve onun O’ndan başka velîyyleri de yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” 

Bu sûredeki “cinn“lerle Ahkâf Sûresindeki “cinn“lerin aynı “cinn“ler olduğu hususu, klâsik eserlerin ve bu konudaki rivayetlerin tümünde de vardır. Ne var ki, konuyla ilgili olarak rivayet tefsirlerinde anlatılan ayrıntılar, uydurmacılığın ne boyutlara ulaştığını göstermektedir. Bunlardan birkaçını ibret-i âlem için kısaltarak sunuyoruz:

Bu olayın nasıl olduğu hususunda iki görüş vardır:

Birincisi, Said b. Cübeyr demiştir ki; cinler gök kapılarını dinlerlerdi, ne zaman ki taşlanıp kovuldular ‘gökte olan bu olay her halde yerde bir şeyden dolayı olsa gerektir’ diye sebebini aramaya gittiler. O sırada Hz. Peygamber (s.a) Mekke halkının kendisine uymalarından ümitsiz olarak İslâm’a davet için Taif’e çıkmıştı. Mekke’ye dönmek üzere bulunduğu zamana tesadüf ediyordu. Batnı Nahil denilen vadide kalkmış sabah namazında Kur’ân okuyordu. İşte oraya Nusaybin cinlerinin ileri gelenlerinden bir bölük cin uğramıştı. Çünkü İblis onları göğün taşlamalarla korunmasını icap ettiren sebebi öğrenmek üzere göndermişti. Kur’ân’ı işittiler ve sebebin o olduğunu anladılar.

İkinci görüş: Allah Teâlâ peygambere cinleri de uyarıp davet etme ve kendilerine Kur’ân okuma görevini de vermişti. Onun için Allah Teâlâ ona Kur’ân dinlemek ve kavimlerini uyarmak üzere bir takım cin göndermişti.

Ebu Hayyan da Bahir‘de der ki: “Cin kıssası iki defa olmuştu, birincisi Taif’ten dönüşündeki. Siyercilerin anlattıkları kıssaya göre onlardan yardımcı aramaya çıkmıştı. Nahle vadisinde namaz kılarken dinlediler, o bilmiyordu sonra Allah Teâlâ onların dinlediklerini haber verdi. Diğer bir defasında da Allah Teâlâ, Peygamber’e cinleri uyarıp onlara Kur’ân okumasını emir buyurmuştu. Bunun ‘üzerine bana cinlere Kur’ân okumam emredildi, arkamdan kim gelecek’ dedi, bunu üç kere söyledi, Abdullah b. Mesud’dan başkası ses çıkarmamış önlerine bakmışlardı.”

Abdullah b. Mesud (r.a) demiştir ki: “Cin gecesi benden başka kimse hazır olmadı, gittik. Hacun’daki dağ yoluna vardığımızda bana bir hat çizdi, ‘ben gelinceye kadar bundan çıkma’ dedi, sonra Kur’ân okumaya başladı. Ben şiddetli bir gürültü işittim hatta Resulullah’a bir şey olmasından korktum, onu birçok karartılar kapladı, onunla benim arama engel oldu hatta sesini işitmez oldum, sonra bulut parçalanır gibi parçalandılar, ‘sonra bana bir şey gördün mü’ dedi. ‘Evet, beyaz elbiselere bürünmüş siyah adamlar gördüm, dedim, işte onlar Nusaybin cinleri diye buyurdu.”

Taberi tefsirinde der ki: Allah Teâlâ “Hani biz cinlerden bir takımını sana yöneltmiştik” buyurduğu cin grubunun kaç adet olduğu hakkında tefsirciler ihtilaf etmişlerdir. Bazısı yedi kişi idi, dedi. Bu cümleden olarak İbnü Abbas’tan İkrime rivayet ederek demiştir ki: ‘Nusaybin halkından yedi kişi idiler. Resulullah onları kavimlerine Elçi yaptı, ’ diğer bazıları da 9 kişi olduklarını söylemiştir. Bunlardan Zirr b. Hubeyş demiştir ki: ‘Hz. Peygamber (s.a) Nahle vadisinde iken “onun huzuruna vardıkları zaman” Âyeti indirildi. 9 kişi idiler, birisi Zevbaa idi.’ sarafnâ sözü yani ‘Allah’ın Resulüne yönelttiği cin grupları peygamberin huzuruna vardıklarında’ demektir.”

Alûsî de şunları kaydetmiştir: “İbnü Ebi Hatim’in Mücahid’den rivayetine göre yedi kişi idiler. Üçü Harran’dan, dördü Nüsaybin’den, isimleri de Hasâ, Mesâ, Şasır, Masır, Elerdevanyan, Serme, el-Ahkam yahut el-Ahkab idi.”

Taberânî Evsat‘ta ve İbnü Merduyye cinnin Resulullah’a iki kere gönderildiğini nakletmişlerdir. Hafaci’nin Şihab’ında Kâdi haşiyesin’de Cinn Sûresi’nin tefsirinde denilmiştir ki: hadisler cinnin gönderilmesi 6 kere olduğuna delalet etmektedir. Rivayetlerde gerek adet ve gerek diğer hususta görülen ihtilaf da bununla bağlanmıştır. Nitekim Ebu Nuaym rivayet etmiştir ki: Nüsaybin halkından 9 kişi nahle vadisinden gittiler, bunlardan fulan ve fulan ve fulan ve’l-Erdevanyan el-Ahkab kavimlerine uyarıcı olarak vardılar, sonra da çıktılar. Resulullah’a heyet halinde yetkili delege olarak geldiler 300 kişi idiler. Hacun’a kadar geldiler el-Ahkab geldi Resulullah (s.a)’a selam verdi ve kavmimiz seninle görüşmek üzere Hacun’da hazır bulunuyorlar dedi. Resulullah da Hacun’da geceden bir saate söz verdi. İbnü Ebi Hatim de İkrime’den bu Âyette onların Musul ceziresinden 12.000 olduklarını rivayet etmiştir. Bu adedi Keşşaf‘ta da hikâye eder. Resulullah’ın onlara okuduğu Sûre yani Alak Sûresi idi. Bununla beraber Bahir’de İbnü Ömer ve Cabir b. Abdullah’dan nakledilmiştir ki; Resulullah (s.a) onlara (Rahmân) Sûresini okudu. “Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz.” dedikçe, “hayır Rabbimizin Âyetlerinden hiçbir şey yalanlamayız Ey Rabbimiz sana hamd olsun” derlerdi. Bir de Ebu Nuaym Delâil’de Resulullah’a cinlerin gelişinin, peygamberliğin 11. senesinde olduğunu rivayet etmiştir. Bu kıssanın hicretten üç sene önce olduğunun söylenmesi de bu manadadır.”   [40-9] (Razi ve diğerleri.)

Bu konudaki asılsız, dayanaksız rivayetlere ne yazık ki peygamberimizin eşi Ayşe’den başlayıp saf din için Abdullah b. Mübarek ile birlikte mücadele vermiş olan saygın kişilerden Ömer b. Abdülazîz’e kadar pek çok kişi malzeme yapılmıştır. Meselâ bu kişilere dayandırılan ve bazı saf insanların yılanların “cinn” olduğuna inanmalarına sebep olan bir rivayette, pek çok yılanın bu “cinn“lerden biri oldukları gerekçesiyle kefenlenip namazı kılınmak suretiyle defnedildiğinden söz edilmektedir. Maalesef bu rivayet binlerce “yılan–cinn” öyküsünün uydurulmasına da kaynak teşkil etmiştir.

Rivayetlerde ayrıca bu “cinn“lerin ancak 12 yaşındaki bir çocuk kadar akıllı oldukları, insan atıklarıyla beslendikleri, içlerinde Habil’in Kabil’i öldürdüğünü görenlerin bulunduğu gibi ilginç ayrıntılar da yer almaktadır. Bazı rivayetlerde ise bunların nereli ve kim oldukları hakkında malûmat verilmektedir. Meselâ Katade’nin “Bu cinnler Ninova halkından idiler” demesine karşılık, bunların aslında Diyarbekir tarafından Nusaybin cinnleri olduğunu ama onlara Ninovalı da denildiğini ileri süren rivayetler de vardır. İkrime’ye göre Musul yarımadasından olan bu cinnler, İbn-i Abbas’a göre Nasibin cinnlerinden olup 7 kişidirler ve peygamberimiz tarafından kendi kavimlerine Elçi tayin edilmişlerdir. İbn-i Düreyd’in bunların isimlerini Şasir, Masir, Menşi, Maşi ve Ahkab olarak vermesine karşılık Mücahid’e göre bunlar Harran halkından idiler ve isimleri de Hişi, Misi, Minşi, Masır, Erd, Enyan ve Ahkam’dır. [40–10] (Kurt’ubî, Ahkâf; 29. Âyet açıklamaları)

Birbiriyle çelişki içinde olan ve bir sürü saçma senaryo içeren bu hikâyelerin bir kısmı başka nakiller tarafından da çürütülmüştür. Meselâ Darukutni’nin tespitlerine göre İbn-i Mes’ud cinn gecesinde bulunmamıştır. Çünkü Alkame b. Kays ve Ebu Ubeyde b. Abdillah’ın naklettiklerine göre İbn-i Mes’ud “Ben cinn gecesinde bulunmadım” demiştir. Ayrıca nakledildiğine göre Amr b. Murre de Abdullah b. Mes’ud’un cinn gecesinde hazır bulunup bulunmadığını Ebu Ubeyde’ye sormuş ve “hayır” cevabı almıştır[40-11] (Müslim, Tirmizî ve Ebu Dâvûd; Cinn gecesi hadisleri)

Bu uydurma rivayetlerin bir kısmı tarihî gerçeklerle de çelişmektedir. Meselâ söz konusu olay İbn-i Abbas’ın doğduğu yılda gerçekleşmiş olmasına rağmen, olayı İbn-i Abbas’ın görgü şahitliğiyle anlatan birçok rivayet vardır. Ayrıca, peygamberimizin o tarihte henüz inmemiş olan Rahmân, Nebe’ ve En’âm Sûrelerini okuduğunun rivayet edilmesi de çok ilginçtir. Hatta İbn-i Mes’ud’un rivayetindeki abdest alma sahnesi, abdest ayetinin Medine’de son dönemde indiği dikkate alındığında, tam bir garabeti yansıtmaktadır.

Aslında ayrıntılar bir tarafa bırakılıp da bu konudaki rivayetler “Giriş” bölümünde verdiğimiz “Akabe Beyatleri” alıntısı ile karşılaştırıldığında, rivayetlerin bu alıntıda anlatılanlara tamamen ters olduğu görülmektedir. Çünkü rivayetlerin aksine “Akabe Beyatleri” alıntısı, bu cinnlerin Yesrib’li insanlar olduklarını bildirmektedir. Yesribli heyettekilerin “cinn” olarak nitelenmeleri, yukarıda da belirtildiği gibi, hem Mekke’nin ve peygamberimizin yabancısı olmaları, hem de Mekkeli müşriklerin muhtemel saldırılarına maruz kalmamaları için güvenlikleri sebebiyledir. Söz konusu “cinn“lerin hayalî yaratıklar olduğu iddiasındakilerin bu meseleye getirdikleri yorum ve yaklaşımlar isabetli değildir.

Cinn“lerin başka boyuttan varlıklar olarak düşünülmesi Kur’ân’a da uymamaktadır. Çünkü onlarca ayette vurgulandığı gibi, peygamberimiz bir beşerdir, beşere Elçi olmuştur ve “sizden, içinizden biri” olarak nitelenmiştir. Yani o bizden biridir ve başka boyuttaki varlıklara değil, bize Elçi gönderilmiştir. Eğer bu “cinn“ler başka boyuttan varlıklar olsa idiler, zaten sünnetullah gereği onlara gönderilen Elçinin de kendi cinslerinden olması gerekmektedir:

(İsrâ: 95) De ki: “Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, Biz de elbette, onlara gökten Elçi olarak bir melek indirirdik.”

 

HAYRET VERİCİ KUR’ÂN:

Âyette geçen عجباً– a’caben sözcüğü, kalıp olarak mübalâğa anlamı ifade eder. Dolayısıyla buradaki “cinn”lerin biz hayret verici bir Kur’ân dinledik ifadesi, “Biz öyle bir Kur’ân dinledik ki, dil ve konu itibariyle şahane, emsali yok, alışılmışın dışında, diğer kitaplardan çok farklı” anlamına gelmektedir. Nitekim dinleyenler Kur’ân’ın ilâhî bir mesaj olduğunu hemen anlamışlar, kılavuzluğunu kabullenmişler ve hemen iman etmişlerdir.

 

 

KUR’ÂN, RÜŞDE KILAVUZLUK ETMEKTEDİR:

Kur’ân’ı dinleyen “cinn“lerin [yabancıların] kendi toplumlarının insanlarına anlattıkları kılavuz öyle bir şeydir ki, “cinn“ler ondan hemen etkilenip imana gelmişler ve artık Rabblerine ortak koşmamaya karar vermişlerdir. Buradan, bu “cinn“lerin daha önce şirk içinde oldukları ve Kur’ân’daki uyarılar sayesinde akıllarını başlarına alıp şirkten kurtuldukları anlaşılmaktadır. Kur’ân’dan bu şekilde etkilenmeleri onların Kur’ân’ın özelliklerini iyi tanımış olmalarını gerektirmektedir. Kur’ân’ı peygamberimizden Arapça dinleyip anlamaları ise bu “cinn“lerin Arapçaya iyice vakıf olan birileri olduklarını göstermektedir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da kılavuz olarak Elçinin değil, Kur’ân’ın gösterilmesidir. Gerçekten de Kur’ân iyi tetkik edildiğinde, gerçeklere kılavuzluk edenlerin Elçiler değil, “vahiy“ler olduğu görülmektedir. Kılavuzluğun rüşde yönelik olması ise ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur.

 

الرِشدRÜŞD:

Bakara Sûresi’nin 186 , 256 ; A’râf Sûresi’nin 146 ; Nîsâ Sûresi’nin 6 ; Kehf Sûresi’nin 10 , 17 , 24 , 66 ; Enbiyâ Sûresi’nin 51 ; Cinn Sûresi’nin 10 , 14 , 21 ; Mümin Sûresi’nin 29 , 38 ; Hucurat Sûresi’nin 7 ; Hûd Sûresi’nin 78 , 87 , 97. ayetleri. ve bu ayette olmak üzere farklı türevleriyle Kur’ân’da 19 kez yer alan rüşd sözcüğü, “doğru ve eğriyi ayırt etme bilinci, zihinsel olgunluk, doğru yolu bulup ona girmek, iyi ve doğru olan şeyleri yapabilme olgunluğuna ulaşmak” anlamlarına gelir. [40–12] (Lîsânü’l Arab; c.4, s.148-149. (rşd mad.)

Reşit olma”, “rüşdüne erme”, “irşat etme”, “mürşit” gibi türevleri Türkçede de kullanılan rüşd sözcüğünün Kur’ân ayetlerindeki manasını da kısaca “İslâm’ın öngördüğü olgunluğa ulaşmak ve yaşamak” diye tarif etmek mümkündür.

Buna göre rüşde kılavuzluk eden Kur’ân ifadesi, “Kur’ân’ın insanları akıllarını kullandırarak bilinçlendirdiği, olgunluğa ulaştırdığı, bir başka ifade ile kimseyi büyülemediği, kimsenin beynini yıkamadığı” anlamına gelmektedir.

3.         Hakikat şu ki, Rabbimizin şanı çok yüksektir. O, bir dişi arkadaş [zevce] ve de bir çocuk edinmemiştir.

Kur’ân’dan öğrendiklerini kendi toplumuna aktarmaya devam eden cinn, [yabancı] bu ayette çok önemli iki hususu, Allah’ın şanının yüceliğini ve O’nun eş ve çocuk edinmemiş olduğunu dile getirmiştir.

Eş ve çocuk, yaratılış özellikleri gereği insanların basit hayatta duydukları bir takım gereksinmelerine cevap vermektedir. Fiziksel dürtüler insanı bir eşe; neslini devam ettirip gelecekte yalnız kalmama, daha güçlü ve daha güvende olma endişesi de çocuk sahibi olmaya yöneltmektedir. Ancak Yüce Allah her türlü noksanlıklardan arınık olduğu için basit hayatın bu zaaflarından münezzehtir. Zaten Allah’ın bir dişi arkadaş ve çocuk edinmediğini bildiren ifade de, Rabbimizin eş ve çocuk edindiği yolunda yapılan yakıştırmaların ve batıl inançların kesinlikle reddedilmesi gerektiğini bildiren bir ifadedir. Buradan da, söz konusu “cinn“lerin [yabancıların] Yahudi ve Hıristiyanların bu konudaki sapkın inançlarını bildikleri, dinledikleri Kur’ân sayesinde de gerçekleri öğrendikleri anlaşılmaktadır.

4-5.       Ve hiç şüphesiz bizim sefih, [aklı ermez] Allah üzerine saçma sapan şeyler söylüyormuş. Doğrusu biz ins ve cinnin [bildik, bilmedik her kişinin] Allah’a karşı asla yalan söylemeyeceğine inanıyorduk.

Klâsik anlayış sahipleri, bu ayetteki bizim sefih ifadesinden İblis’i anlamış ve tüm kabahati İblis’e yüklemişlerdir. Oysa biz, bizim sefih ifadesi ile kastedilen kişinin “cinn“lerin [yabancıların] kendi imamları [toplumsal önderleri] olduğu kanaatindeyiz.

Anlaşıldığına göre, o toplumda değer verilen, saygı gösterilen bu önder, toplumunu Allah hakkında yalan yanlış bir sürü saçmalıklarla kandırmıştır. Zira gözünü maddî ve manevî hırslar bürümüş inançsızların Allah hakkında yalan düzmeleri sık karşılaşılan bir durumdur. Bu sebeple Rabbimiz Kur’ân’da “sizi kandıran Allah ile kandırmasın” diye uyarıda bulunmaktadır:

(Tövbe: 34) Ey inanmış olan kişiler! Kesinlikle hahamlardan, rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Ve kesinlikle altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar; hemen onlara acıklı bir azabı müjdele!

(Fâtır: 5) Ey insanlar! Kesinlikle Allah’ın vaadi haktır. O nedenle sakın bu basit yaşam sizi aldatmasın. Sakın o aldatıcı da sizi, Allah ile aldatmasın.

Aynı uyarılar Lokmân Sûresi’nin 33 ve Hadîd Sûresi’nin 14. Âyetinde de vardır.

Âyette geçen cinn ve ins terkibi, -ayrıntısını “Giriş” bölümündeki “Cinn Kavramı ve Kur’ân’daki Cinn” başlıklı incelememizde açıkladığımız gibi-, “bildik bilmedik, herkes” anlamına gelmektedir.

 

شططاًŞATAT:

Saçma sapan şeyler olarak kapsamlı bir anlamla çevirdiğimiz   شطط – şatat sözcüğü “aşırılık, küfürde aşırıya gitme, aşırı yalan, anlamsız şey, hakktan uzak olma [40-13] (Lîsânü’l Arab; c.5, s.113. (ştt Mad.) demektir. Âyetteki saçma şeyler ifadesiyle kastedilenler, “Allah’a eş, çocuk edinmişlik yakıştırma, meleklerin Allah’ın kızları olduğunu iddia etme, Yahudilerin Allah’ın seçkin kulları olduğunu zannetme” gibi davranışlardır.

6.         Gerçekten de insten [çok iyi tanıdığımız kimselerden] bazı kimseler, cinnden [tanımadığımız yabancı kimselerden] bazı kişilere sığınırlar idi. Böylece de onların azgınlıklarını artırırlardı.

Dikkat edilirse “ins” ve “cinn” sözcükleri bu ayette “ins-cin” kalıbında kullanılmamıştır. Bu sebeple her iki sözcük de kendi özgün anlamlarıyla, yani ins sözcüğü “çok iyi tanıdığımız kimseler” ve cinn sözcüğü de “tanımadığımız yabancı kimseler” olarak çevrilmiştir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da, sûrenin kahramanı olan “cinn“lerin [yabancıların] kendilerini ins olarak, tanımadıkları ve kentlerinde ajan olarak dolaşan yabancıları da cinn olarak nitelemeleridir. Anlaşıldığına göre, sûrenin kahramanı olan “cinn[yabancı] grubunun tanıyıp bildiği “insten” bazı kişiler, bu grubun tanımadığı [cinnden] bazı kişilere sığınmakta ve onlardan yardım görmekte, akıl almaktadırlar.

 

RİCÂL:

رجال– Ricâl lügatte “kişiler, kimseler” demektir. Bazıları buradaki rical sözcüğünü özelleştirip sözcükle “vadinin sahibi cinnler“in kastedildiğini iddia etmişlerdir. Nitekim bu ayetlerle ilgili olarak klâsik kaynaklardaki açıklamaların başında, İbn-i Abbas’a atfedilen hayli mantıksız bir bilgi verilmekte ve “cinne sığınma” eylemi bu mantıksız bilgi ile ilişkilendirilmektedir. Verilen bilgi, Cahiliye döneminde Arapların ıssız ve ürkütücü yerlerden geçerken veya böyle yerlerde konaklama yaparken “Bu vadinin sahibi olan cinne sığınıyoruz” dedikleri [40–14] (Râzi; Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’ân) ve bu sayede başlarına gelebilecek kötülüklerden korunduklarına inandıkları yönündedir.

Bize göre cahil Arapların bu inanç ve davranışlarının konumuzla bir alâkası yoktur. Çünkü ayette, kendisine sığınılan cinnin bu sığınanları etkileyip sapıklıklarını arttırdığından bahsedilmektedir. Nitekim 7. ayette de görüleceği gibi, cinn kendisine uyanların inançlarını bozmakta, Allah’ın kimseyi peygamber göndermeyeceğine veya kimseyi ölümünden sonra diriltmeyeceğine inandırmak suretiyle onların sapıklıklarını arttırmaktadır. Dolayısıyla Âyette bahsi geçen “sapıklık arttıran cinn” ile cahil Arapların korku ile sığındıkları “metruk harabelerin var olmayan cinni” arasında herhangi bir ilişki kurmak çok yanlıştır.

Biz, ayette bildirilen bu “inanç bozan cinn“in, Ebucehil, Velîd b. Muğıyre gibi Mekke ileri gelenleri tarafından peygamberimizi etkisiz kılabilmek için çevredeki kentlere, toplumlara gönderilen ajanlar olabileceği kanaatindeyiz.

7.         Gerçekten de onlar sizin inandığınız gibi, Allah’ın asla kimseyi peygamber göndermeyeceğine / diriltmeyeceğine inanmışlardı.

Bu ayetteki ظنّ– zann sözcüğü, Arapçanın klâsik kuralı gereği yakin [kesin bilgi] anlamındadır. [40–15] (“Zann” konusu için Bkz: İşte Kur’ân; c: 2, s: 457)

Âyette, insanı rüşde kılavuzlayan Kur’ân’ı dinleyerek hakikati kavramış olan cinnler [yabancılar], kendilerine yabancı olan ama içlerinde faaliyet gösteren karanlık kişilerin neler yaptıklarını, sürekli saçma şeyler ortaya atarak halkı nasıl yanlışa yönelttiklerini açıklamaktadırlar.

Âyette geçen يبعث احداّ– yeb’ase ehaden ifadesini iki farklı anlamda değerlendirmek mümkündür. Çünkü بعث– ba’s sözcüğü “öldükten sonra diriltme” anlamına geldiği gibi, “ölmüş toplumu peygamber göndererek canlandırma” anlamında da kullanılır. Buna göre ifadenin: “Allah’ın asla kimseyi peygamber göndermeyeceğine inanmışlardı” veya “Allah’ın asla kimseyi diriltmeyeceğine inanmışlardı” şeklinde çevrilmesi ve anlaşılması yanlış olmaz. Ancak, Kur’ân’da toplam olarak 68 yerde geçen ba’s sözcüğü çoğu yerde “Elçi gönderme” anlamına gelmektedir.

(Bakara: 213) İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve …

(A’râf: 103) Sonra onların [o Elçilerin/o toplumların] arkasından Mûsâ’yı ayetlerimizle [mu’cizelerimizle] Firavun’a ve ileri gelenlerine gönderdik. Tuttular o ayetlere [mu’cizelere] zâlimlik ettiler. Hele bir bak, o bozguncuların akıbetleri nasıl oldu!

(Yûsuf: 75) Dediler ki: “Onun cezası, kimin yükünde çıkarsa, o kendisi onun cezasıdır. [o, köle olarak alıkonur] Biz zâlimlere işte böyle ceza veririz.”

(İsrâ: 94) Ve insanlara yol gösterme gelince, kendilerinin iman etmelerine engel olan sebep sadece: “Allah bir beşeri mi Elçi gönderdi?” demeleridir.

8–10.      Ve gerçekten biz göğe dokunduk da onu kuvvetli bekçiler ve parlak alevlerle doldurulmuş bulduk. Ve hiç şüphesiz ki biz gökten duyum almak için oturulan yerlere oturur idik. Peki, şimdi her kim duyum almak için uğraşsa, kendine, gözetleyen parlak bir alev buluyor. Biz de, yeryüzünde kilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rabbleri onlara bir doğruluk mu diledi bilmiyoruz.

Bu ayetlerdeki ifadeden anlaşıldığına göre, Kur’ân dinleyerek gerçekleri görmüş ve imana gelmiş olan yabancılar, özeleştiri yaparak Kur’ân ile tanışmadan önceki durumlarını dile getirmektedirler. Çünkü konuşmacı olan cinn, daha önce müneccimlik yaptıklarını, umutlarını yıldızlardan alacakları bilgilere bağladıklarını, bu amaçla sürekli rasathanelere oturup beklediklerini, ama göklerin yıldızlarla ve meteorlarla dolu olduğunu, bunlara bakarak istedikleri bilgileri elde edemediklerini, sonuç olarak da hiç kimse için yarının ne getireceğini öğrenemediklerini sayıp dökmektedir.

İşin aslı bu olmasına rağmen bu ayet gurubu hakkında mantık dışı açıklamalar yapılmıştır:

Süheyli’nin naklettiğine göre, Şeytân daha önce yedi kat semaya girip çıkıyordu. Îsâ’nın doğumuyla ona üç tanesi yasaklandı. Muhammed’in doğumuyla da yedisinin tamamı yasaklandı. Başka rivayetlere göre de Muhammed Elçi olunca büyük bir meteor yağmuru meydana geldi. Bu, Taif sakinlerini korkuttu. Ama onların kabile reislerinden biri dedi ki: Eğer bunlar, gecenin karanlığında kendilerine bakarak yolumuzu bulduğumuz yıldızlar ise, bu dünyanın sonu demektir. Aksi halde korkmamız gereken, başka bazı şeyler olmaktadır ve Allah bir şey irade etmiştir. [40–16] (M. Hamidullah; Azîz Kur’ân, Cinn Sûresi, 9. Âyetin dipnotundan)

RÂZİ DE ŞUNLARI KAYDETMEKTEDİR:

CİNLERİN GÖĞÜ YOKLAMALARI: Yedinci Nev: Cenâb-ı Hakk’ın, “Biz ciddi bir surette göğe erişmek istedik, fakat onu sert bekçilerle ve şihablarla doldurulmuş olarak bulduk” Cinn Sûresi 8. Âyetinin beyan ettiği husustur.

لمسlems, mess anlamında olup “tecessüs etti, araştırdı, yokladı” manasında istiare yoluyla kullanılmıştır. Çünkü dokunan kimse, arayan ve tanımak isteyen kimsedir. Nitekim Arapçada “Dokundu; dokundu, araştırdı…” denilir. Ki, bunun bir benzeri de cess köküdür. Nitekim Arapçada “Onu gözleriyle takip ettiler; onun hakkında tecessüste bulundular” denir. Buna göre ayetin manası, “Biz, semaya çıkıp da oradakilerin sözlerini dinlemek istedik” şeklinde olur. Hares الحرس, tıpkı hadem الخدم kelimesinin hizmetçiler anlamına gelmesi gibi, – el-harrâsu manasında tekil bir isimdir. İşte bundan dolayı müfret olan شديدا şedîden kelimesiyle nitelenmiştir. Şâyet bunun anlamı gözetilmiş olsaydı, o zaman شداداşidâden denilirdi.

GÖKTEN KOVULMALARI: Sekizinci Nev: Cenâb-ı Hakk’ın, Hâlbuki hakikaten biz, dinlemek için, göğün bazı kısımlarında oturacak yerler bulup oturuyorduk. Fakat şimdi, kim dinleyecek olursa, kendisini gözetip duran bir şihâbın karşısında bulur “Cinn Sûresi’nin 9. ayetinin” beyan ettiği husustur. Bu ifade, “Biz dinliyorduk, ama şu anda her ne zaman dinlemek istesek şihablarla kovuluyor ve taşlanıyoruz” demektir.

ŞİHÂB: Âyetteki شهابا رصدا – şihâben rasaden tabiri hususunda şu izahlar yapılabilir:

Mukâtil, “Şihâbların taşlaması, meleklerin de gözetmesi ile karşılaşırız” manasını vermiştir.

Mananın böyle olması halinde kelamın takdirinin شهابا رصداşihâben rasaden şeklinde olması gerekir. Çünkü (gözetleyiciler) رصد شهاباşihâben’den başka bir şey olup راصد -râsıd gözetleyen kelimesinin çoğuludur.

Ferrâ da “Kendisini taşlamak için, gözetleyen bir şihab” anlamını vermiştir ki, buna göre رصداrasaden kelimesi شهاباşihaben kelimesinin sıfatı olup mef’ûl anlamında bir mastardır.

رصداrasaden kelimesinin ism-i fail anlamında راصداr’asıd olması da mümkündür. Çünkü o cinler için hazırlanmış olunca, sanki onları gözetleyen ve bekleyen gibi olmuş olur. Bil ki biz, bu meseleyi, Mülk Sûresi’nin 5. Âyetinin tefsirinde tafsilatlı bir biçimde ele almıştık.

ŞİHÂBLAR Bİ’SETTEN ÖNCE OLUP OLMADIĞI: Buna göre şayet, “Şuhûblar, ” Hz. Peygamber (s.a.s)’in peygamber olarak gönderilmesinden önce de vardı. Delili ise şunlardır:

Eski felsefecilerin tamamı, şuhûbların akmasının sebepleri hususunda pek çok şey söylemişlerdir. Bu, bunların Hz. Peygamber (s.a.s)’in nübüvvetinden önce de mevcut olduğunu gösterir.

Andolsun ki en yakın semaya tezyîn ettik. (Mülk Sûresi’nin 5. Âyeti) Çünkü Cenâb-ı Hak bu sûrede yıldızların yaratılması hususunda iki gayeden, yani tezyîn ve Şeytânların taşlanmasından bahsetmiştir.

Bu akma batma işi cahiliye şiirinde de yer almıştır. Nitekim Evs b. Hicr “Derken, peşinden, yağmuru sicim sicim eleyen bir birikintisi gelen bir inci gibi kayıverdi, akıverdi” derken, Avf b. el-Hır o da, “Kervan bize, sevgilisiz geliyor. Ya da, kendisini kanın izlediği bir inci gibi burûcun (batımı)” beytinde yine şihabdan bahsetmiştir.

Zührî de, Ali İbn Hüseyin’in İbn Abbas’tan şunu rivâyet ettiğini söylemektedir:

“Bir gün Allah’ın Resulü, Ensâr’dan olan bir topluluk içinde oturuyordu. Derken, bir yıldız aktı da etrafı aydınlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), “Sizler bu gibi şeyler hakkında cahiliyye döneminde ne derdiniz?” diye sorunca, onlar da, “Bizler, (herhalde şu anda), “Büyük bir zat doğdu veya öldü derdik” dediler. Biz bu hadisi, Cenâb-ı Hakk’ın Mülk 5. Âyetinin tefsirinde sonuna kadar yazıp ele almıştık.

Bunlar sözlerine devamla şöyle demektedirler: Bütün bu sebeplerle, ‘şuhub’un Hz. Peygamber (s.a.s) peygamber olarak gönderilmeden önce de mevcut olduğu sabit olmuştur. Binaenaleyh, bu hadisenin Hz. Muhammed (s.a.s)’in peygamber olarak gönderilmesine tahsis edilmesinin manası ve hikmeti nedir denilirse, buna şu iki mukaddime ile cevap verebiliriz:

Birinci Mukaddime: Bu şihablar Hz. Peygamber (s.a.s)’in peygamber olarak gönderilmesinden önce mevcut değildi. Bu, İbn Abbas (r.a) ile Ubeyy İbn Ka’b’ın görüşüdür. Ibn Abbas’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Cinler göğe çıkıyor ve vahyi dinliyorlardı. Fakat onlar (gökten) bir kelime duyduklarında, ona dokuz tane de ilavede bulunuyorlardı. O tek kelime doğru ve haktı. Ama ilaveler, bâtıl [yalan] idi. Hz. Peygamber (s.a.s) peygamber olarak gönderilince, o Şeytânlar [cinler] gökte oturup vahiy dinledikleri o yerlerden kovuldular. Bundan önce ise, o yıldız (kaymaları) görülmüyordu. Bunun üzerine İblis, onlara, “Bu ancak yeryüzünde meydana gelen (önemli) bir hadiseden dolayı olmuştur” dedi ve askerlerini, araştırmak için dört bir tarafa gönderdi. Derken onlar, Resûlüllah (s.a.s), ayakta namaz kılıyorken buldular gördüler…”

Ubeyy b. Ka’b (r.a) da şöyle demiştir: “Hz. Îsâ (a.s) göğe kaldırıldığından beri, hiç yıldızla taşlama olmadı. Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderilince, yıldızlarla taşlama başladı. Böylece Kureyş, daha evvel görmediği bir hadiseyi görmeye başladı. Dolayısıyla da, “Artık dünyanın sonudur” zannıyla, hayvanlarını salıvermeye, kölelerini azad etmeye başladı. Bu durum, onların büyüklerinden birine ulaştı ve o, “Bunu niçin yaptınız?” deyince, onlar da, “Yıldızlar atıldı [kaydı] ve onları gökte birbiriyle çarpışıyor olarak gördük” dediler. Bunun üzerine o, “Sabredin. Eğer bu bilinen bir yıldız ise, zaman insanların yok edileceği zamandır. Yok, eğer bilinmeyen bir yıldız ise, ortada yeni meydana gelen bir hadise vardır” dedi. Onlar da araştırmaya başladılar ve (koyan-çarpan) o yıldızın, tanınmayan bir yıldız olduğunu anladılar. Durumu o adama haber verdiler. Bunun üzerine o, “Hüküm vermekte acele etmeyin. Böyle bir şey, yeni bir peygamber geldiğinde olabilecek bir şeydir” dedi. Aradan çok geçmeden Ebû Süfyan, mallarının başında olarak geldi ve o topluluğa, Muhammed b. Abdullah (a.s)’ın ortaya çıkıp kendisinin peygamber olarak gönderildiğini [vazifelendirildiğini] iddia ettiğini haber verdi.”Belki de bu kimseler, evvelki semavî kitapların tahrif edildiğini söylemişler; Şeytânları yıldızlarla taşlama mu’cizesini, sonrakilerin bu kitaplara kattıklarını mı iddia etmişlerdir. Keza cahiliyye devrine ait nakledilen şiirlerin ise uydurma olduklarını ileri sürmüşlerdir.

ŞİHABLARIN ARTIRILMASI: İkinci Mukaddime: Doğruya en yakın görüşe göre, bu şihablar, Hz. Peygamber (s.a.s)’den önce de mevcuttu. Fakat o, peygamber olarak gönderildikten sonra iyice artırılmış ve en mükemmel, en güçlü hale gelmiştir. İşte bu, Âyetin lafzının kendisine delalet ettiği görüştür. Çünkü Âyette, “Fakat onu, sert bekçilerle ve şihablarla doldurulmuş olarak buldular” buyrulmuştur ki, bu, sonradan meydana gelen hususun doldurma ve çoğaltma olduğunu gösterir. Âyetteki, “Hâlbuki hakikaten biz, dinlemek için onun bazı kısımlarında, oturacak yerler bulup oturuyorduk” cümlesi de aynı manayı ifade etmekte olup “Biz orada, bazı oturma yerlerini, bekçilerden ve şihablardan boş olarak buluyorduk. Ama şu anda bütün oturma yerleri doldu” demektir. Buna göre, cinleri belde belde dolaşıp bu hadisenin sebebini araştırmaya sevk eden şey, şihablarla püskürtmenin iyice artması ve kendilerinin kulak hırsızlığından tamamen menedilişleridir.

Dokuzuncu Nev (çeşit): Hak Teâlâ’nın şu Âyetinin beyan ettiği şeydir:

(Cin Sûresi’nin  10. Âyeti). “Doğrusu biz, yerdekiler için bir şer mi murÂd ediliyor, yoksa Rableri onlar için bir hayır mı murad ediyor, bilmiyoruz” [40–17] (Razi Mefatihu’l-Gayb)

LEMS:

لمس – Lems sözcüğü “dokunmak, elle yoklamak” [40–18] (Lîsânü’l Arab; c.8, s.125 lms mad.) demektir. Dokunmak eylemi genellikle bilgi almak, bir nesnenin sertlik, yumuşaklık, sıcaklık, soğukluk yönünden niteliğini öğrenmek amacıyla yapıldığı için, sözcük burada mecazen “bilgi almak maksadıyla gökteki yıldızlarla kurulan temas“ı, yani yıldızların incelemeye alınmasını ifade etmektedir.

 

EL’AN (ŞİMDİ) :

Bu sözcük gökyüzü için değil, “cinn“ler [yabancılar] için kullanılmış olup onların iman etmiş hâllerini ifade etmektedir. Yani, eskiden, gerçek imana ermeden, Allah’ı tanımadan, tevhidi öğrenmeden önce, yıldızlara bakarak bir takım hesaplarla gaybe ait bilgileri öğrendiklerini iddia eden kâhinler tarafından kandırılan bu grup, şimdi, dinledikleri Kur’ân sayesinde hem Allah’ı tanımışlar hem de kâhinlerin yıldızlardan bir şey öğrenemediklerini ve onların sadece yalan söylediklerini anlamışlardır. Çünkü kâhinlerin (şimdiye kadar) herkesi, Allah’ın gökte melekleri ile sohbet ettiği, yarının [geleceğin] kimin için iyi, kimin için kötü olacağını konuştuğu, onlarla beraber plan program yaptığı masallarıyla uyuttukları ve gökte yapılan bu plânların emirleri altındaki cinnler tarafından kulak hırsızlığı yapılarak, yani kimseye çaktırmadan dinlenerek kendilerine aktarıldığı palavrasıyla sömürdükleri, Kur’ân sayesinde ortaya çıkmıştır. Şimdi artık Kur’ân dinleyenler bilmektedirler ki, gayb bilgisi sadece Allah’a mahsustur ve bu bilginin Allah’ın izni dışında öğrenilmesi asla mümkün değildir.

Gizlice dinlemek suretiyle gaybden haber alındığı yalanıyla yapılan sahtekârlık Hicr Sûresi’nin 16–18. ve Sâffât Sûresi’nin 6–10. ayetleri. içinde de söz konusu edilmiştir. Gerçi Hicr ve Sâffât sûrelerindeki kulak hırsızları Kur’ân’da “Şeytân-ı Racîm [İblis]” ve “Şeytân-ı marid” olarak nitelenmiştir ama konuyu suiistimal edenler bunları da duyum almak için oturulan yerlere oturan cinnlerle aynı telâkki etmişlerdir. Bu sebeple, aslında Hicr Sûresi’nin 16–18. ayetleri hakkında yaptığımız açıklamaları içeren bir yazımızı burada dikkatlerinize sunuyoruz:

 

KULAK HIRSIZLIĞI YAPAN ŞEYTÂNLAR:

Bu konu Kur’ân’da Hicr Sûresi’nin 16–18. Âyetleri ile Sâffât Sûresi’nin 6–10. Âyetlerinde yer almaktadır. Mevcut meal ve tefsirlerin hemen hepsi konuyu aşağı yukarı aynı anlam doğrultusunda açıklamışlardır. Ancak günümüz teknolojisi bu ayetlerdeki bazı ifadeleri müteşabih sayılmaktan çıkarmış ve bugüne kadar bu müteşabih ifadeleri açıklamak için uydurulmuş hikâyelere ters düşmesin diye bazı dilbilgisi kurallarını ihmal etmeye veya bilerek yanlış kullanmaya artık gerek kalmamıştır.

Yukarıda sure ve numaraları verilen ayetler, eski tefsircilere göre Müteşabih sayıldığı için iyi anlaşılamamış ve bu konuda mantıksız, akıl dışı, hatta din dışı açıklamalar ve inançlar ortaya çıkmıştır. Yanlışların görülmesi bakımından bu inançların kısaca özetlenmesi yararlı olacaktır.

Güya Kur’ân inmeye başlamadan önce Şeytânlar diledikleri gibi göklerde dolaşır, meleklerin arasına sızarak onların Allah’tan öğrendikleri geleceğe/gaybe ait bilgileri kapar, bu bilgilerin içine biraz da yalan katarak kâhinlere aktarırlarmış. Kâhinler de Şeytânlardan aldıkları bu bilgileri halka anlatırmış. Böylece peygamberler ile Şeytânlar arasında bir sürtüşmedir gidermiş. Bazılarına göre o zamanlar gökyüzünde yıldız yokmuş, bazılarına göre ise yıldızlar varmış ama kovalamaca işi yokmuş. Sonradan yıldızlar yaratılmış ve Şeytânlar gökyüzüne sokulamaz olmuş. Fakat yine de içlerinden bazıları, meleklerden bir şeyler öğrenmek için onların aralarına sızmaya çalışırmış. Meleklerin arasına sızmaya çalışan bu Şeytânlara yıldız fırlatılırmış ve alev topu halinde üzerilerine gelen yıldızı gören Şeytânlar gerisin geri dünyaya kaçarlar, elleri boş kalırmış. Yalnız bu inançta net olmayan bir nokta varmış: “Acaba yıldızlar yeni mi yaratılmış yoksa eskiden beri varmış da Şeytânlara karşı silâh olarak yeni kullanılmaya mı başlanmış?”

İbn-i Abbas’a göre, Şeytânlar önceleri göğe çıkmaktan menedilmemişti. Bundan dolayı göklerde dolaşıyor, meleklerden gaybın haberlerini duyuyor ve bu haberleri kâhinlere ulaştırıyorlardı. Kâhinler de aldıklarına dokuz daha katarak bunları yeryüzündekilere anlatıyorlardı. Anlattıkları kelimelerin dokuzu batıl birisi hak idi. Îsâ peygamber doğunca, onlar üç kat gökten menedildiler. Peygamberimiz doğunca da bütün göklerden menedildiler. Dolayısıyla bu Şeytânlar, kulak hırsızlığı yapmak istediklerinde, ateş parçaları ile taşlanmakta, uzaklaştırılmaktadırlar. [40–19] (Râzi Mefatih ul Gayb ve Kurtubi el-camiu li-ahkami- Kuran (Hicr Sûresi tefsiri, İmam,)

Bu konu en teferruatlı biçimiyle Kurtubi’de yer almıştır.

Yukarıda özetlediğimiz inançlar ve özellikle İbn-i Abbas referanslı açıklamalar doğrultusunda konuyla ilgili ayetlerin Türkçeye nasıl çevrildiğinin tipik örneği, Elmalılı Ahmet Hamdi Yazır’ın mealidir:


(Hicr 16–18) Andolsun biz, gökte birtakım burçlar yarattık ve bakanlar için onu süsledik. Ve göğü taşlanan bütün Şeytânlardan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden Şeytân hariç, onu apaçık bir alev sütunu takip eder. (Elmalılı Meali)

(Sâffât 6–10) Gerçekten biz dünya göğünü [o yakın göğü] bir ziynetle, yıldızlarla süsledik. Onu her inatçı Şeytândan koruduk. Onlar yüksek [melekler] topluluğunu dinleyemezler. Her taraftan kovulup atılırlar. Uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azap vardır. Ancak kulak hırsızlığı yapanlar olur. Onu da yakıcı bir alev takip eder. (Elmalılı Meali)

Bizim bu ayetler hakkındaki görüşümüz ve yaptığımız çeviri ise aşağıdadır:

(Hicr: 16–18) Hiç kuşkusuz, gökte burçlar oluşturduk ve seyredenler için onu süsledik. Ve onu Şeytân-ı Racîm’in hepsinden koruduk; az da olsa vahye kulak veren ve kendisini açık bir alev takip edenler hariç.

18. Âyetin, 17. Âyetin devamı olması münasebetiyle iki Âyeti tek bir cümle hâlinde ifade dersek cümle şöyle şekillenir:

“Ve onu, az da olsa vahye kulak veren ve kendisini açık bir alevin takip ettiklerinin haricindeki tüm Şeytân-ı Racîm’lerden koruduk.”

Yani sema azıcık da olsa vahye kulak veren ve kendini açık alev takip edenlerin dışındaki tüm Şeytân-ı Racîm’lere kapalıdır. Az da olsa vahye kulak kabartanlara açıktır, onlara serbesttir, onlardan korunmamıştır.

(Sâffât: 6–10) Gerçekten biz en alt semayı ziynetlerle; yıldızlarla süsledik. Asi inatçı Şeytânın tümünden koruduk; onlar mele-i a’lâya hiç kulak vermezler ve her taraftan taşlanırlar, kovulmak için… Ve onlara sürekli azap vardır, ancak bir kırıntı kapan ve kendisini şihab-ı sakıp takip eden hariç.

7–10. Âyetler tek bir cümle olduğu için, onlar da tek cümle hâlinde şöyle ifade edilebilir:

Biz semayı, mele-i a’lâdan bir kırıntı kapan ve kendisini şihâb-ı sâkıp takip edenler hariç, sürekli azap içinde olan, kovulmak için her taraftan taşlanan ve mele-i a’lâya hiç kulak vermeyen ‘şeytân-ı mârid’in tümünden koruduk.

Âyetin özetini alırsak; gökyüzü “Şeytânı marid’e” kapalı olup mele-i a’lâdan azıcık bilgi kırıntısı sağlayan ve kendini delici alevin takip ettiklerine açıktır.

Âyetlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, ayetlerde yer alan bazı sözcüklerin açılımları gerekmektedir:

 

BURÛC:

Âyette geçen بروج burûc sözcüğü, burç sözcüğünün çoğuludur. Burç = yüksek köşk demektir. Gökte toplanan yıldız kümelerine de burç adı verilmiştir. [40-20] (Lîsânü’l Arab; c.1, s.369-370. brc mad.) Âyette çoğul olarak kullanılmış olduğundan gökyüzünde birçok burûcun olduğu anlaşılır. Bazı tefsirciler on iki burûcun varlığını ileri sürmüş ve bunları koç, balık, kova… burçları olarak adlandırmışlardır. Henüz kozmoloji [evrenbilim] ve astronomi [gökbilim] tam kemale ermediğinden, burçların sayısını kesin ifade etmenin doğru olmayacağı kanaatindeyiz.

 

ŞEYTÂN-I RÂCİM VE ŞEYTÂN-I MÂRİD: RACÎM:

رجيم – Racîm sözcüğünün mastarı رجم – recm olup bu sözcüğün ilk anlamı قتل – gatl = öldürmek demektir. Öldürmeye recm denmesinin sebebi, Arapların öldürecekleri kimseyi taşlamak suretiyle öldürmeleridir. Sonraları her öldürme işine recm denilir olmuştur. Kur’ân’da yeri olmamasına rağmen zina suçlularına verilen cezanın adı da buradan gelmektedir. Ne var ki, Recm ve türevleri Kur’ân’da 14 kez yer almasına rağmen hiçbir yerde bu anlamda kullanılmamıştır.

Öldürmek” anlamı dışında recm sözcüğü şu anlamlarda da kullanılır olmuştur: “Taş atmak, lânet etmek, sövmek, yermek, hicran, “tart etmek, kovmak, zan ve zanna dayalı söz söylemek.” [40–21](Lîsânü’l-Arab, Cilt 4, s.90).

Bu anlamların hepsi de uygun görülerek Şeytân’a -İsm-i Mef’ul anlamıyla- “taşlanmış Şeytân, lânetlenmiş Şeytân, kovulmuş Şeytân, sövülmüş Şeytân” denilmiştir.

 

MÂRİD:

مارد – Mârid sözcüğü, “azgın, karşı çıkan, inat ve isyanda benzerlerinden çok ileri giden” demektir. Sözcüğün mübalâğa kalıbına sokulmuş olan مريد – merid şeklindeki bir başka türevi Şeytân-ı merîd olarak Hacc Sûresi’nin 3. ve Nîsâ Sûresi’nin 117. Âyetlerinde geçmektedir. Sözcüğün geçmiş zaman kipiyle farklı bir kullanımı da  مردوا على النّفاق – Meredû’ ale’n-nifâgı = Münafıklık üzerine inatlarını sürdürdüler şeklinde Tövbe Sûresi’nin 101. Âyetinde yer almıştır. Mârid’i sözcüğünün mastarı olan مرد – merd sözcüğünün türevleri, kendi öz anlamı ekseninde olmak üzere, farklı kalıplarda değişik anlamlar kazanmıştır. Bunlardan en önemlisi, معرّى – soymak, soyunmuşluk anlamıdır. Araplar, yapraktan soyunmuş, yaprağı olmayan ağaca şecerün emred, bitki bitmeyen kumluklara remletin merdâi, sakalı bitmeyen köseye de emred derler. [40–22] (Lîsânü’l- Arab, cilt 8, s. 247-250) . تمرّد – Temerrüt =  uzun bir süre inat etme sözcüğü de aynı kökten türemedir.

Mârid sözcüğü “soymak, soyunmuşluk, çıplaklık” anlamıyla değerlendirildiğinde Şeytân-ı mârid; ism-i mef’ul anlamıyla “hayırlardan, güzelliklerden soyunmuş Şeytân”; ism-i fail anlamıyla da “hayırlardan, güzelliklerden soyan Şeytân” demek olur. Bu anlam A’râf Sûresi’nin 27. Âyetinde farklı bir üslûp ile kullanılmıştır.

Mârid sözcüğü ile İblis’e yakıştırılan “inat ve isyanda çok ileri gitme” sıfatı, Kur’ân’da anlatılan olaylardaki İblis’in [Şeytân-ı Racîm’in] davranışları ile birebir örtüşmektedir. “İblis’eÂdem’e secde et [boyun eğ!]” denildiğinde secde etmeyerek isyan etmiş, kendisine yapma denileni yapmış, yap denileni yapmamış, Âdem’i yaklaşılması yasaklanan ağaca yaklaştırmıştır.

 

ŞİHÂB-I MÜBÎN ve ŞİHÂB-I SÂKIB:

Şihap sözcüğü, bildiğimiz odun ve ot alevidir [40–23] (Lîsânü’l-Arab; c.5, s. 213, 214) Sözcük Hıcr Sûresinde şihâb-ı mübîn = açık, parlak alev şeklinde, Sâffât Sûresinde ise şihab-ı sakıp = delici alev şeklinde kullanılmıştır. Her iki kullanış şekli birlikte değerlendirildiğinde, ayetlerde sözü edilen alevin “delici ve parlak” olduğu anlaşılmaktadır.

Bu delici, parlak alev; bize göre, bu ifadelerin geçtiği ayetlerdeki fe-etbe’ahü = kendisini izler, kendisinin arkasından gelir fiilinin de ipucu olmasıyla bir uzay roketinin arkasındaki alevdir.

Geçmiş zaman tefsircileri ayetlerdeki bu ifadeleri “yıldız kayması, meteor düşmesi” olarak açıklamışlar ve yıldızlar ile meteorların, ne olduğunu anlayamadıkları Şeytânların arkasından bir top mermisi gibi fırlatıldığına inanmışlardır. Ama bu bombardımanın sonucuyla ilgili olarak Şeytânların bu parlak, delici alevlerden kurtulup kurtulamadıklarına, ölüp ölmediklerine dair bir yorum yapamamışlardır.

 

AZ DA OLSA VAHYE KULAK VERME [KULAK HIRSIZLIĞI]:

Hıcr Sûresi’nin 18. Âyetindeki isteraga fiili, genellikle “kulak hırsızlığı yapan” diye çevrilmiştir. Bu fiil Kur’ân’da sadece bu ayette geçer. Fiilin üç harfli hali olan seraga’nın anlamı “çaldı, hırsızlık etti” demektir. Konumuz olan beş harfli kalıptan anlamı ise “kulak kabarttı, kulak misafiri oldu, kaş altından baktı, çaktırmadan gözüyle izledi” demektir. [40–24] (Lîsânü’l-Arab c.4. s.565) Yani istirâg [hem kulak hem de gözle sinsice bir şeyler öğrenmek] demektir.

Bu fiil konumuz olan ayette من استرق السّمع – Men isteraga’s-sem’a = sem’a kulak kabartan cümlesi içinde yer almıştır. Burada sem’ sözcüğü tümleç yapılmış olduğundan, isteraga fiili, (kulak kabartılarak ne kadar öğrenilebilirse)dinleme yoluyla az bir bilgi edinen, az bir şey öğrenen” demektir.

Diğer taraftan cümlede geçen sem’ sözcüğü vahyi yani Kur’ân’ı işaret etmektedir. Bu yargıya ise aşağıdaki ayetler delâlet etmektedir:

(Mülk: 10) Ve yine derler ki: “Eğer kulak vermiş olsaydık veya akıl etmiş olsaydık, sair / cehennem halkı arasında olmazdık.”

(Furgân: 44) Yoksa onların çoğunu vahye kulak verir veya akıl eder mi sanıyorsun? Onlar sırf hayvan gibidirler, hatta gidişatça daha sapıktırlar.

Bu konu ile ilgili olarak ayrıca şu ayetler de tetkik edilebilir:

A’râf Sûresi’nin 100 ; Yûnus Sûresi’nin 67 ; Nahl Sûresi’nin 65–69 ; Rum Sûresi’nin 21–24 ; Secde Sûresi’nin 26 ; Enfâl Sûresi’nin 21–22 ; Kehf Sûresi’nin 101 ; Kaf Sûresi’nin 37. Âyetlerine bkz.

Hıcr Sûresi’nin 18. Âyetindeki isteraga fiili, Sâffât Sûresi’nin 10. Âyetinde men hatıfe’l-hatfete = bir kırıntı kapan diye açıklanmıştır.

 

MELE-İ A’LÂ:

Dolmak” anlamına gelen mil sözcüğünden türemiş olan mele sözcüğünün ilk anlamı “dolu olan [depo]” demektir. Sonraları reisler, başkanlar, bir toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri için de mele denilir olmuştur. Bunlara mele denilmesinin sebebi, kendilerinin ihtiyaç duyulan “bilgi, deneyim ve anlayışla dolu” olmalarıdır. Sözcük bu anlamıyla Kur’ân’da 28 kez geçmektedir.

Araplar ayrıca “ahlâk“a da mele demektedirler [40–25] (Lîsânül Arab c.8 s.344-346)

Eski tefsirciler mele sözcüğünün; “reisler, ileri gelenler [konsey], erdemliler” demek olan mecâz anlamını esas almışlar ve sözcüğün a’lâ = yüce sıfatıyla birlikte kullanıldığı el-melei’l-a’lâ deyimine yüce konsey” demişlerdir. Ancak bu “yüce konsey”in ne olduğu ve kimlerden oluştuğu konusunda sağlam bir kanıt olmadığı için, bunun “göklerdeki melekler”, mukarrebûn [Allah’a en yakın olan melekler] olduğunu söylemişlerdir. Böyle olunca da, ayetlerde kulak hırsızlığı yapmaya çalışan Şeytânların bu meleklerin konuşmalarını dinlemek için göklere çıkmaya kalkıştıkları ve kayan yıldızlarla bombardımana tabi tutularak oradan kovuldukları yorumuna gitmişlerdir.

Bize göre, sözlük anlamı “yüce dolular [yüce depo]” olan “mele-i a’lâ” sözcüğü “vahiy“dir, Kur’ân ayetleridir. Çünkü Kur’ân, insanlığa lazım olabilecek her şeyi içermektedir, insanoğlunun ihtiyaç duyacağı tüm bilgilerle dopdoludur. Kur’ân’ın içindekiler önemsiz şeyler olmayıp en değerli ve yüce şeylerdir.

Mele-i a’lâ ifadesi Kur’ân’da bu ayetten başka bir de Sâd Sûresi’nin 69. ayetinde geçmektedir. Bu ayetin iyi anlaşılabilmesi için önünü ve arkasını birlikte ele almak gerekir:

(Sâd: 65–70) De ki: “Ben sadece bir uyarıcıyım. O Vahid ve Kahhâr Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin Rabbidir O. Azîz ve Gaffârdır…”De ki: “Büyük bir haberdir o. [Kur’ân] Yüz çevirip duruyorsunuz ondan. Tartışıp durdukları mele-i a’lâya dair benim hiçbir bilgim yoktu. Bana sadece açık bir uyarıcı olduğum vahyediliyor.”

Görüldüğü gibi, mele-i a’lâ ifadesi bu ayette de Kur’ân anlamında kullanılmıştır. Zira tartışılan Kur’ân’dır ve kendisine vahiy gelene kadar peygamberimizin Kur’ân hakkında hiçbir bilgisi yoktur.

Yukarıdaki bilgiler ışığında her iki sûrenin ayetleri birlikte değerlendirildiğinde, Sem’a kulak kabartmak, Mele-i a’lâdan bir kırıntı kapmak, Kur’ân’dan azıcık da olsa istifade edebilmektir denebilir.

Mele-i a’lâdan bir parça koparmakla [vahye kulak kabartmakla] elde edilenin ne olduğuna gelince: Kur’ân’da kozmolojiye ve astronomiye ait birçok ayet vardır. Çağımızda bunlar eski çağlara göre binlerce kat daha iyi anlaşılmakta ve bu ayetlerin her biri günümüzde taze birer mu’cize olmaktadır. Bu ayetlerden bir tanesi de şudur:

(Rahmân: 33) Ey ins ve cinn topluluğu! Göklerin ve yeryüzünün çaplarından aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa hemen aşın geçin. Ancak üstün bir güç [sultân] ile geçebilirsiniz.

Âyette konu edilen sultân [üstün güç] bilim ve teknolojidir. Şihab-ı sakıb, mübin /delici parlak alev ise sultân’ın bir göstergesi, işaretidir. Böyle bakıldığında, Âyetteki delici /parlak alevin bir roket alevi olduğu, bu teknolojik güçle gökyüzüne çıkılabileceği yorumu yapılabilir. Bu ayet, istisnalı bir cümledir ve devamı olan ayette Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? diye sorulmak suretiyle insanlara “Gidin görün bakalım! O gördükleriniz karşısında “Rabbinizin hangi nimetini yalanlayabileceksiniz?” denilmektedir. Âyetin bu ifadesi insanlara acziyetlerini hatırlatan bir meydan okuma olduğu kadar, “Bu üstün güce sahip olursanız semavat ve arzın çaplarından çıkabilirsiniz, ama bu üstün güce sahip olmazsanız bunu başaramazsınız” diyen bir yol göstermedir de…

 

İLLÂ İSTİSNA EDATI:

Konumuz olan pasajlardaki Hicr Sûresi’nin 18 ve Sâffât Sûresi’nin 10. Âyetlerinde illâ istisna edatıyla başlamaktadır. Böyle olunca istisna edatından sonraki bölüm, daha evvelki yargıdan dışlanmış olmaktadır. Âyetleri birlikte değerlendirirsek, anlam da “semayı… Şeytândan koruduk; ancak vahye kulak veren [mele-i a’lâdan bir parça alan] ve kendisini şihâbın takip ettiği kişilerden korumadık” demek olur.

Üzülerek belirtmek gerekir ki, mevcut meal ve tefsirlerde bu inceliğe dikkat edilmemiştir. Âyetlerdeki illâ edatı yokmuş gibi davranılmış ve men ism-i mevsulü şart edatı kabul edilerek cümleye şart cümlesi anlamı verilmiştir: “Kim kulak hırsızlığı yaparsa alev topu onu yakalayıverir.”

Aslında eski tefsircilerin bu istisna cümlesinin gerçek anlamını havsalalarına sığdıramamış olmaları da güçlü bir ihtimaldir. O dönemlerde bir insanın gökyüzüne çıkılabileceğini ama bunun ancak arkasında parlak ve delici alevi olan bir makineyle başarılabileceğini algılaması mümkün değildi. Çünkü o günkü bilgi ve teknoloji buna imkân vermemekteydi.

Sonuç olarak bizim düşüncemiz şudur: Ham fikir, uzay ile ilgili bir şey üretemez. Ama insan Kur’ân’dan bir şeyler kaparak ham fikri tefekkür boyutuna ulaştırırsa, kendisini uzaya götürecek bir alev topu yani roket yapabilir ve onunla semaya gidebilir. Ona artık gökyüzü açıktır.

11.        Şüphesiz bizler; bizlerden bir kısmı Sâlihlerdendir, bizden bazıları da bunun aşağısındandır. Biz çeşit çeşit yollarda idik.

Kur’ân’ı dinlemiş ve inanmış olan cinn [yabancı] gurubunun özeleştirisi bu ayette de devam etmektedir. Toplumda “düzgün” nitelikte olanların da, bu nitelikten mahrum olanların da var olduğu belirtilerek toplumun kendi içinde bir takım yollara, mezheplere, meşreplere ayrılmış olduğu, aralarında birlik beraberlik olmadığı itiraf edilmektedir.

Toplumda her zaman kötülerin arasında düzgün kişilerin de olacağı, A’râf Sûresinde de bildirilmişti:

(A’râf: 168) Ve onları yeryüzünde birçok ümmetlere ayırdık. Onlardan bir kısmı Sâlihlerdi, bir kısmı da bundan aşağı idi. Ve onları Biz, iyiliklerle ve kötülüklerle belâlandırdık [imtihan ettik] ki belki dönerler.

 

GIDED:

قدداً– gıded sözcüğünün esas anlamı “köseleden yapılan sicim[40–26] (Lîsânü’l Arab; c.7, s. 259 kdd mad.) demektir. Bu sözcükle ayette “birbirine karışmayan, bulaşmayan, birbiriyle uzlaşmayan fırkalar, guruplar, hizipler, klikler kastedilmiştir.

12–13.     Ve kesinlikle, Allah’ı yeryüzünde asla âciz bırakamayacağımızı, kaçmakla da O’nu asla âciz bırakamayacağımızı iyice anladık. Ve biz o kılavuzu [Kur’ân’ı] dinlediğimizde ona iman ettik. Onun için kim Rabbine inanırsa, o hakkının eksik verilmesinden ve haksızlığa uğramaktan korkmaz.

Buradaki zann sözcüğü de -tıpkı 7. ayetteki gibi- Arapçanın klâsik kuralı gereği “yakîn [kesin bilgi]” anlamındadır.

Bu ayetlerden, Kur’ân dinlemiş olan yabancı grubun Kur’ân’ı iyice özümsediği, Allah’tan kaçmanın imkânsızlığını ve mutlaka O’na dönüleceğini kavradığı, Allah’a teslim olanın mutlaka bahtiyar olacağına ve haksızlığa uğratılmayacağına kesinlikle inandığı anlaşılmaktadır.

Düzgün kimselerin haksızlığa uğratılmaması “Sünnetullah“ın gereğidir. Bu durum Kur’ân’da çeşitli vesilelerle ifade edilmiş, Tâ-Hâ Sûresinde de bağımsız bir ayet olarak bildirilmiştir:

(Tâ-Hâ: 112) Ve her kim mümin olarak Sâlihattan işlerse, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz.

Yukarıdaki ayetlerin içeriğinden anlaşılmaktadır ki, söz konusu cinn [yabancılar] grubunun peygamberimizden dinlediği ayetler, rivayetçilerin ileri sürdükleri gibi sadece namaz kıldırırken okuduğu Fatiha Sûresinden ibaret değildir. “Anladık, inandık” demeleri, onların o güne kadar inmiş ayetlerin hepsini ya da pek çoğunu dinlediklerini göstermektedir. Aksi hâlde bu derece bir bilince ermeleri mümkün değildir.

14–15.     Ve gerçekten biz; [bize gelince, bizim durumumuz ise] Müslümanlar bizdendir, zâlimler de bizdendir. Ama kimler teslim olduysa, [Müslüman olduysa] işte onlar rüşdü [doğruya, güzele, iyiye, gerçeğe gitmeyi] arayanlardır. Ama zâlimlere gelince, onlar da cehennem için odun olmuşlardır.

 

GIST:

14–15. Âyetlerde “zâlimler” olarak çevirdiğimiz – القاسطونqâsitun sözcüğü adalet ve zulüm için de kullanılabilen bir sözcüktür. Zıt anlamlara gelebilen bu tür sözcüklere Arapçada “ezdâd” denir. Bu özelliğinden dolayı qâsitun sözcüğünün “adil olanlar” anlamında çevrilmesi de mümkündür. Bu sözcüğün hangi yerde hangi anlamda olduğu, içinde geçtiği konudan anlaşılır. Sözcüğün burada “zâlimler” olarak çevrilmesi, 14. ayette “Müslümanlar” sözcüğünün karşıtı olarak yer alması sebebiyledir. Sözcüğün bu özelliğine örnek olması bakımından, klâsik eserlerde yer alan bir metni, Râzi’nin anlatımıyla dikkatlerinize sunuyoruz:

 

SAÎD B. CÜBEYR İLE HACCAC: Sa’îd b. Cübeyr’den rivâyet edildiğine göre, Haccâc, öldürmek istediği zaman ona, “Benim hakkımda ne dersin?” demiş. Sa’îd de, “Sen gâsıt ve âdilsin” demiş. Bunun üzerine oradakiler, Sa’îd b. Cübeyr’in onu âdil ve insaflı olarak nitelediğini sanarak “Ne güzel söyledi!” deyince, Haccâc, “Ey cahiller, o beni zâlim ve müşrik diye tavsif etti” demiş. Zâlim olma ile ilgili olarak Hak Teâlâ’nın Zülmedenlere gelince, … (Cin Sûresi’nin 15. Âyeti) müşrik olma ile ilgili olarak da “Hem sonra o kâfirler rablerinden udûl ederler, dönerler” (Enam Sûresi’nin 1. ayetini okumuştur.) [40–27] (Râzi; Mefatihu’l-Gayb)

Ayrıca ‘udl sözcüğünün de –gıst sözcüğü gibi- “ezdad’dan” olduğunu belirtmek gerekir. Adalet ve gıst sözcükleri ile ilgili detay, Yûnus Sûresi’nin 4. ayetinin tahlilinde verilmiştir.

14–15. ayetlerde, söz konusu yabancı gurubun kendi memleketlerindeki arkadaşlarına yaptıkları konuşmanın son bölümü anlatılmaktadır. Bu konuşma dikkatle incelendiğinde, Kur’ân’ın rüşde; iyiye, doğruya, güzele ne ölçüde kılavuzladığı iyice anlaşılır.

Bu konuşmada gözden kaçırılmaması gereken bir husus da konuşmayı yapanların peygamberden hiç bahsetmeyişleridir. Bu konuşmanın yer aldığı pasaj tamamen Kur’ân eksenlidir ve konuşmayı yapanlar da Kur’ân’dan başka kılavuz olmadığını, olamayacağını öğrenmişler ve Hüda’ya, gerçek kılavuza yönelmişlerdir. Konuşmanın sonunda geçen zâlimler sözcüğü ile öncelikle “şirk koşanlar” kastedilmektedir. Çünkü zulüm, pek çok ayette “şirk koşmak” olarak açıklanmıştır.

 

CEHENNEME ODUN OLMAK:

Bu ifadeden, müşriklerin cehennemde bizzat yanmakla kalmayıp başkalarını yakacak ısının da kaynağı olacakları anlaşılmaktadır.

(Bakara: 24) Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse inkârcılar için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan Ateş’ten korunun.

(Tahrim: 6) Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi, [yakınlarınızı] yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir ateş’ten koruyun.  Onun üzerinde, Allah’a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba melekler vardır.

Klâsik eserlerde “cinn zaten ateşten yaratılmıştı, ateş ateşi yakar mı?” sorusuna cevap aranmış ve olmadık zorlama açıklamalara yer verilmiştir. Ancak bize göre sûrede bahsedilen “cinn“, Mekkelilere yabancı olan insanlar olup ateşten yaratılmış olan “cann” değildir. Bu nedenledir ki, söz konusu zorlama yorumların naklini gereksiz görüyoruz.

16–17.     Ve eğer onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette onlara, kendilerini saf hâle getirmek için bol bir su verirdik. Kim Rabbinin anılmasından / Rabbinin zikrinden [Kur’ân’dan] yüz çevirirse O da onu, gittikçe yükselen bir azaba sokar.

Kur’ân dinleyen “cinn” gurubunun yaptığı konuşma, yukarıda da belirttiğimiz gibi, 15. ayetle son bulmuştur. Ancak 16. ayetin başındaki  و– vav bağlacı, 1. ayetteki ennehü’s-teme’a… üzerine atfedilmek suretiyle bu ayetlerin de ilk 15 ayetlik pasajın devamı olduğu kabul edilmiştir. Ancak biz bu görüşe katılmıyoruz. Dikkat edilirse 16. ayette eğer onlar diye üçüncü şahıs zamiri kullanılmış, açık isimler verilmemiştir. O halde öncelikle onlar zamiri ile kastedilenlerin kim olduklarını bulmak gerekir. Kanaatimiz onlar’ın Sûrenin 1–15. Âyetlerindeki konuşmayı yapan “cinn” grubu olmadığıdır. Çünkü söz konusu edilen “cinn” grubu Kur’ân dinleyerek imana gelmiş ve doğru yolu bulmuş kimselerdir. Oysa bu ayetlerde konu edilen onlar, henüz doğru yolu bulamamışlardır.

Bize göre bu ayetler Cinn Sûresinden bir önceki Sûre olan A’râf Sûresi’ndeki 179–188. ayetlerden oluşan paragrafın devamıdır. Bu ayetlerin A’râf Sûresi’ndeki paragrafa eklenmesi hâlinde söz akışı aşağıdaki gibi olmaktadır:

Ve Andolsun ki, cinnden ve insten birçoğunu cehennem için yarattık; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gafillerin [duyarsızların] ta kendileridir.

Ve en güzel isimler Allah’ındır. Öyleyse O’nu onlarla çağırın. O’nun isimlerinde eğriliğe sapanları da terk edin. Onlar yapmakta olduklarının karşılığını yakında görecekler.

Yine Bizim yarattıklarımızdan hakka kılavuzluk eden ve onunla adaleti uygulayan bir ümmet vardır.

Ve Âyetlerimizi yalanlayanları, bilemeyecekleri yönden derece derece [yavaş yavaş] helâke yaklaştıracağız.

Ben onlara mühlet de veririm. Muhakkak ki Benim plânım pek çetindir.

Ve onlar arkadaşlarında hiç bir deliliğin/cinlenmişliğin bulunmadığını hiç düşünmediler mi? O, ancak apaçık bir uyarıcıdır.

Ve onlar göklerin ve yerin hükümdarlığına, Allah’ın yaratmış olduğu herhangi bir şeye ve ecellerinin gerçekten yaklaşmış olması ihtimaline hiç bakmadılar mı? Artık bundan sonra başka hangi söze inanacaklar?

Allah kimi saptırırsa, artık ona kılavuz diye bir şey yoktur. Ve O, bunları taşkınlıkları içinde şaşkın bir hâlde bırakır.

Sana, Saat’ten soruyorlar: “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır basmıştır. O size ansızın gelir.” Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.”

De ki: “Ben kendi kendime Allah’ın dilediğinden başka ne bir menfaat elde etmeye, ne de bir zararı önlemeye Mâlik değilim. Ben eğer gaybı bilseydim, elbette ben hayırdan çoğaltmak isterdim. Ve bana hiçbir kötülük bulaşmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir kavme müjdeleyenim.”

Ve eğer onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette onlara, kendilerini saf hâle getirmek için bol bir su verirdik. Kim Rabbinin anılmasından/Rabbinin zikrinden [Kur’ân’dan] yüz çevirirse, O da onu gittikçe yükselen bir azaba sokar.

16. Âyetteki Eğer onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette onlara, kendilerini saf hâle getirmek için bol bir su verirdik ifadesinden, aslında insanların cennete girmelerinin istendiği ve doğru yola girdikleri takdirde kendilerine büyük fırsatlar verilerek yardım edileceği anlaşılmaktadır. Kur’ân’da bu tarz özendirme mesajları veren birçok Âyet vardır:

(Mâide: 65–66) Ve hiç kuşkusuz eğer kitap ehli iman etmiş ve takva sahibi olsalardı, kesinlikle onların kötülüklerini örter ve kesinlikle nimeti bol olan cennetlere koyardık. Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât’ı, İncîl’i ve kendilerine Rabblerinden indirileni [Kur’ân’ı] ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından yiyeceklerdi. [besleneceklerdi] Onlardan bir kısmı aşırı olmayan bir ümmettir. Onlardan çoğunun da yapmakta oldukları ne kötüdür!

(Talak: 2–3) İşte bununla, Allah’a ve âhiret gününe iman edenlere öğüt verilir. Kim Allah’tan saygıyla sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızklandırır. Kim de Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip, gerçekleştirendir. Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır. [koymuştur, belirlemiştir]

(Nûh: 10–12) Sonra dedim ki: “Rabbinizin sizi bağışlamasını isteyin. Kesinlikle O, çok bağışlayıcıdır. Üzerinize gökten bol yağmur yağdırsın, size mallar ve oğullar ile yardımda bulunsun, sizin için bahçeler kılsın, ırmaklar kılsın.”

(A’râf: 96) Ve eğer o kentlerin ehli [halkı] inansalardı ve takva sahibi olsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden olan bollukları açardık; Velâkin onlar yalanladılar. Biz de onları kazanmakta oldukları şeyler sebebiyle [yaptıklarına karşılık] yakalayıverdik.

Âyetteki bol bir su verirdik ifadesi “bolluk, bereket verirdik” anlamındadır. Toprağın yetiştirdiği tüm ürünler için su her şeyin başında geldiğinden, “dünya malı, dünya nimetibol bol su ifadesi ile anlatılmıştır. Çünkü Arabistan gibi sıcak yörelerde, insanların geçimleri büyük ölçüde tarım ve hayvancılığa dayalıdır ve böyle coğrafyaların insanı için “su“, nimetlerin en önemlisidir. Bol bol su ifadesi ayrıca cennet ırmaklarından da kinayedir.

Âyette “kendilerini saf hâle getirmek için” diye çevirdiğimiz ifadenin orijinali  ليفتنهم– li-yeftinehüm = onları fitnelendirelim diye şeklindedir. Fitne sözcüğünün “kıymetli bir madeni potada eritmek suretiyle cürufundan ayırıp saf hâle getirmek” demek olması sebebiyle, ifade bu şekilde çevrilmiştir. Sâd Sûresi’nin sonunda fitne sözcüğü ile ilgili bir inceleme yazımız mevcuttur. [40–28] (Bakınız: İşte Kur’ân, c. 2, s. 452)

Burada bol su şeklinde ifade edilen dünya nimetlerinin insanlar için bir fitne; arınma, saf hâle gelme aracı olduğu başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

(Enfâl: 28) Ve biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız kesinlikle fitnedir. Kesinlikle de Allah katında çok büyük ecir vardır.

(Teğabün: 15) Kesinlikle mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir. Allah ise, büyük ecir kendi katında olandır.

(Tâ-Hâ: 131) Ve kendilerini fitnelemek için basit hayatın çiçeği olarak, onlardan kimi çiftleri kendileriyle yararlandırdığımız şeylere [mal, mülk, evlât ve saltanata] sakın gözlerini dikme. [rağbetle bakma] Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir.

(Bakara: 155–156) Ve de kesinlikle Biz sizi korkudan, açlıktan bir şeylerle ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile belâlandıracağız. [imtihan edeceğiz] Başlarına bir musibet geldiği zaman “Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve yalnız O’na döneceğiz” diyen şu sabredenleri müjdele!

(Âl-i İmrân: 186) Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız hususunda belâlanacaksınız. [imtihan olunacaksınız] Hiç kuşkusuz sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan birçok eza da işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’a takvalı davranırsanız, şüphesiz, işte bu azmi gerektiren işlerdendir.

Rabbimizin peygamberler dâhil tüm insanları niçin fitnelendirdiği ise şu ayetlerde açıklanmıştır.

(Ankebût: 2–3) İnsanlar, fitnelendirilmeden, “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de fitnelendirmiştik. Ki elbette Allah, doğru kimseleri bilmektedir ve elbette yalancıları da mutlaka bilmektedir.

(Furgân: 20) Biz senden evvel de sadece yemek yiyen, çarşılarda yürüyen Elçilerden gönderdik. Sizin bir kısmınızı bir diğerine fitne yaptık ki, bakalım sabredecek misiniz ve Rabbin çok iyi görendir.

(En’âm: 53) Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu” desinler diye, onlardan bazısını bazısı ile fitnelendirdik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir?

(Muhammed: 31) Kesinlikle Biz, içinizden cihat edenleri ve sabredenleri bilinceye kadar sizi belâlandıracağız. Haberlerinizi de belâlandıracağız.

(En’âm: 165) Ve O sizi yeryüzünün halifeleri kılan, verdikleriyle sizi belâlandırmak [sınamak] için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

(Kehf: 7) Biz yeryüzündeki kendisine süs olan şeyleri onların hangisinin daha güzel amel edeceğini belâlandırmamız [sınamamız] için yaptık.

(Mülk: 2) O ki, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı belâlandırmak [sınamak] için ölümü ve hayatı yarattı. O, çok üstündür ve çok bağışlayandır.

16. Âyette geçen الطّريقة– et-tarîgate = o yol sözcüğü marife [belirtili nesne] olduğundan bu sözcüğü “Hakk yol, doğru yol” olarak değerlendirmek gerekir.

Âyette geçen – صعودsu’ûd sözcüğü “yavaş yavaş artan şiddet, zorluk[40–29] (Lîsânü’l-Arab; c:5, s:331–333) demektir. Bu sözcük, Allah’ın zikrinden uzak olanların sıkıntılarının sürekli, yavaş yavaş artırılacağını belirtmektedir. Burada konu edilen sıkıntıları sadece ahiret sıkıntısı olarak değil, dünyadaki sıkıntılar olarak da görmek gerekir. Nitekim aynı mesajı veren başka ayetlerden de bu sıkıntıların dünya sıkıntılarını da kapsadığı anlaşılmaktadır:

(A’raf: 40–41) Şu, ayetlerimizi yalanlayan ve onlara karşı büyüklenenlere, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve deve [veya halat] iğne deliğinden geçmedikçe onlar cennete girmeyeceklerdir. Biz suçluları işte böyle cezalandırırız. Onlar için cehennemden yataklar, üstlerinden de örtüler vardır. Ve Biz zâlimleri işte böyle cezalandırırız.

(Tâ-Hâ: 124) Kim Benim anılmamdan [Beni anmaktan] yüz çevirirse hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz.

(A’râf: 165–166) Ne zaman ki onlar kendisiyle hatırlatma yapılan şeyleri umursamadılar, Biz o kötülükten sakındıranları kurtardık, o zâlimleri de fasıklık etmelerinden dolayı şiddetli/fakir düşüren bir azapla yakaladık. Ne zaman ki onlar kendisiyle yasaklandıkları şeyler konusunda büyüklendiler, Biz de onlara, “aşağılık maymunlar olun” dedik.

18.        Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.

Bu Âyet de, sûrenin başındaki  اوحى– uhıye meçhul fiilinin naib-i failidir [sözde öznesidir]. Buna göre cümle şöyle takdir edilmelidir:

“De ki: Bana vahyolundu ki: Şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.”

Burada Rabbimiz, insanlar tevhit ilkesinden sapmasınlar diye mescitlerde nasıl şirke bulaşabileceklerine işaret etmekte ve herkesi bu davranıştan men etmektedir.

 

MESÂCİD/MESCİTLER:

المساجد – mesâcid = mescitler sözcüğü “secde etme yeri” anlamındaki mescid sözcüğünün çoğuludur. Sözcük burada sadece Müslüman cami ve mescitlerini değil, Hıristiyan kiliseleri ve Yahudi havraları da dâhil, Allah’a ibadet edilen tüm ibadet yerlerini kapsamaktadır. Aslında evrenin tamamı secde yeri kılındığı için sözcükle tüm evrenin kastedildiğini düşünmek daha isabetlidir. Çünkü Rabbimiz hiçbir yerde şirk koşulmasını istememektedir. Ancak özellikle Müslümanların secdegâhı olan cami ve mescitlerimizde Rabbimizin bizleri men ettiği şirk konusuna daha da dikkat edilmesi gerekmektedir.

Mescitler Allah içindir.

Mescitlerin Allah için olduğu, Hacc Sûresi’nde farklı bir ifade ile bildirilmiştir:

(Hacc: 26) Bir zamanlar Kâbe’nin yerini İbrâhîm’e, “Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada kıyam edenler, [zulme baş kaldıranlar] secde edişin hanifleri [Allah’a boyun eğmeyi sağlayan hanifler] için evimi tertemiz et!” diye hazırlamıştık.

Allah ile birlikte herhangi birine yalvarmayın!

Âyetin açık ve net hükmü gereği, mescitlerde sadece Allah’a dua edilmeli, sadece Allah’tan yardım dilenmeli, yönelmek şöyle dursun, bir başkasının adı bile kesinlikle anılmamalıdır.

Gelenekçiler çoğunlukla bu ayetin Yahudi ve Hıristiyanların Allah ile birlikte Mûsâ’ya, Îsâ’ya, Meryem’e de dua etmelerine yönelik olduğunu söylemişler ve ayetteki mesajı kendi üzerlerine hiç almamışlardır. Bunlar, başta peygamberimizin türbeleşmiş kabrinin Medine’de, dünyanın ikinci büyüklükteki mescidinin içinde bulunduğunu; birçok kişinin Eyüp Sultan, Hacı Bayram gibi türbeleşmiş mezarlarının camilerde olduğunu; bu kişilerin camilerde gömülü olmalarından etkilenen saf kimselerin de bu kişilerin mezar taşlarına yüz sürüp onlardan medet umduklarını hep görmezden gelmişlerdir. Ayrıca camilerin içinde, hem de Kıble yönünde asılı olan Muhammed, (a.s) Ebubekir, Ömer, Ali, Osman yazılı tabloların ne gereğinin olduğuna da hiç bakmamışlardır. Biz, yaygın bir davranış hâline gelmiş olmasına rağmen Rabbimizin Allah ile birlikte herhangi birine yalvarmayın! Talimatı ile uyuşmadığını düşündüğümüz iki konuya burada değinmeyi bir görev addediyoruz. Bu iki konu, tahiyyat ve türbe konularıdır.

 

TEŞEHHÜD/TAHİYYÂT:

تشهّد- teşehhüd sözcüğünün sözlük anlamı şahâdet getirmek demektir. Şehâdet’ten maksat, “kelime-i şahâdet” denilen Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasülühü cümlesinin söylenmesidir.

Terim olarak teşehhüd, namaz kılarken “ka’de” denilen oturma bölümlerinde, içerisinde “kelime-i şahadet” cümlesinin de bulunduğu Et-Tehiyyâtü lillâhi ve’s-salâvâtü ve’t-tayyibâtü cümlelerinin okunmasıdır.

Üzerinde durulması gereken konu, et-Tehiyyâtü lillâhi ve’s-salâvâtü diye başlayıp devam eden ve içerisinde “kelime-i şahadet” bulunan bu cümlelerin ne anlama geldiğidir.

Tahiyyât denilen metnin anlamı şudur:

Tahiyyât = Dil ile yapılan kulluklar ve

salâvât = beden ile yapılan kulluklar ve

tayyibât = mal ile yapılan kulluklar Allah içindir.

Ey peygamber! Selâm, Allah’ın rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun! Selâm, bizim ve Allah’ın Sâlih kulları üzerine olsun. Şahadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Yine şahadet ederim ki Muhammed Allah’ın resulüdür.

Bu noktada bir de “namaz“ın ne olduğunu hatırlamak gerekmektedir:

Namaz; yalnız ve yalnız Allah’a yönelerek yapılan, sadece O’na niyaz edilen, bu niyazın da gönülden ve bedenle huşu içinde ifade edildiği bir ibadettir. Dolayısıyla namaz ve niyazda Allah’ın yanında başka hiç bir şeye dua edilmez. Allah’tan başka hiçbir şey ve hiçbir kimse muhatap alınmaz. Tekbirden selâma kadar namaz içinde muhatap sadece Allah’tır. Peygamber de olsa namaz içinde hiç kimse muhatap alınamaz, ona seslenilemez. Bütün bunlar, namazın yerine getirilmesi zorunlu olan gereklerindendir. Zaten Rabbimiz de konumuz olan 18. ayetteki Allah ile birlikte bir başkasına yakarmayın! talimatı ile çok açık ve net olarak bunları emretmiştir.

İşin gerçeği ve olması lâzım geleni bu olmasına rağmen, namazlarında yukarıdaki tahiyyât metnini okuyan Müslümanlar, السّلام عليك ليّها النّبىّ – Es-selâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü = Sana selâm olsun ey peygamber demek suretiyle namazlarının içinde peygamberimizi muhatap almakta, sanki peygamberimiz karşılarındaymış gibi ona selâm vermektedirler. Allah her yerde ve her zaman hazır ve nazır olduğu için, her yerde ve her zaman O’nu anmamız normaldir. Ama ya peygamber? Ayrıca Allah ile sanki yüz yüze imiş gibi yapılan bir diyalogda peygamberin işi nedir?

Her Müslüman’ın Allah’a en yakın olduğu bir anda, namazda iken en çok dikkat etmesi gereken şey; ağzından çıkanı kulağının duymasıdır, ne dediğini ne okuduğunu bilmesidir. Bu kural Arapça bilen için geçerli olduğu gibi, bilmeyen için de geçerlidir.

Bugünkü kitaplarda yer alan “tahiyyât” metni, hadis kitaplarına İbn-i Mes’ûd kanalıyla geçen metindir. Bu metin, bazı ilâveler ve değişmelerle birlikte daha birçok rivayette yer almıştır. Ama maalesef hepsinde de “ Es-selâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü (Selâm sana ey peygamber!)” ibaresi vardır. Bu ibare, bu rivayetleri nakleden râvîlerin hiç birinin konuya tevhit ve namazın anlamı açısından yaklaşmadıklarını ve konunun dirayet eleştirisini yapmadıklarını göstermektedir.

Bazı yerlerde [40–30] (meselâ Sünen-i Ebu Davud’da) bu ifade sözcük farklılıklarıyla es-selâmü ale’n-nebiyyi = Peygambere selâm olsun şeklinde; peygamberimizin muhatap olarak değil de üçüncü şahıs olarak anıldığı bir ibareyle aktarılmıştır. Hadis kitaplarını şerh edenler, İbn-i Mes’ud’un rivayetindeki hitabın peygamber öldükten sonra değiştirildiğini, artık “Selâm sana” diyerek peygambere yönelinmediğini, “Allah Peygambere selâmet versin” dendiğini yazmışlardır. Ne var ki, bu da özrü kabahatinden büyük denebilecek bir açıklamadır. Çünkü namazda “tahiyyât” denilen ibarenin küçük değişikliklerle de olsa mutlaka okunduğu ifade edilirken aslında herkese namazı öğreten peygamberimizin de böyle namaz kıldığı iddia edilmiş olmaktadır. Bu görüş sahipleri, namaz kendisine farz olan ve en doğru namazı kıldığından kimsenin kuşku duymadığı peygamberimizin namazlarında “peygambere selâm olsun” veya “Allah peygambere selâmet versin” dediğini kabul etmekte ve bu mantıksızlığı herkesin de kabul etmesini istemektedirler. Oysa bu hadis kitaplarının hepsinde “Resulullah teşehhüdü gizli okurdu” diye yazmaktadır. Bu da demektir ki, hiç kimse peygamberimizin namazda teşehhüdü nasıl okuduğunu duymamıştır. Ama bu kaynaklar bu açmazlarını bir başka rivayetle aşmaya çalışmışlardır. Bu kaynaklara göre, konumuz olan teşehhüt o kişilere güya peygamberimiz tarafından, namaz dışında öğretilmiştir.

Bazıları da “et-tehiyyâtü” metnine bir başka rivayetle kutsallık vermeye çalışmışlardır. Bu uydurma rivayete göre “Miraç” olayında Allah ile peygamberimiz arasında şu konuşma geçmiştir:

Peygamberimiz, Allah’ın huzuruna varınca selâm verir:

-Ettehıyyatü lillahi vessalavatü vettayyibatü Allah da peygamberimize şöyle karşılık verir: -Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetüllahi ve berekatühü
Peygamberimiz sadece kendisinin esenlikte olmasına pek razı olmaz: – Esselamü aleyna ve ala ibadillahis Sâlihin.

Bu manzarayı izleyen Cebrâîl ve Melekler de: – Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasülühü, derler. [40–31] Dipnot: İlk dönemde hiçbir kaynakta ciddi bir nakil olmamasına rağmen daha sonraları, -başta tarikatlar tarafından olmak üzere- malumat adı altında dilden dile dolaşan yakıştırmalar üretilmiş, bu yakıştırmalar son dönemdeki belirli eserlerde de yer almıştır. Örneğin: Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Miraç ile ilgili ayrıntılar, 253. paragraf; İsmâîl Hakkı Bursevi, (Ruhu’l_Beyan, c. 5, s. 121)

Müslümanların bu hatası sadece namazdaki tahiyyâtta kalmamıştır. Cuma günleri öğleyin, kandil gecelerinde ve cenaze ilânlarında okunan “salâ“da da aynı hatalar tekrarlanmaktadır. Her salâda es-salâtü ve’s-selâmü aleyke ya resûlallâh [Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın Elçisi.] demek suretiyle, asırlarca evvel bu dünyadan göçüp gitmiş olan peygamberimize sanki sağ ve yanımızda hazırmış gibi seslenilmektedir. Böyle yapmakla peygamberimize beşer olmasının ötesinde bir sıfat yakıştırılıp yakıştırılmadığı, bu durumun insanı şirke sürükleyip sürüklemediği çok iyi düşünülmelidir.

Sonuç olarak; bugünkü kitaplarda yer aldığı gibi teşehhüd/tahiyyât okumak yanlıştır ve günahtır. Eğer bu sözler mutlaka okunacaksa, es-selâmü ‘aleyke eyyühen’nebiyyü bölümü es-selâmü ‘ale’n-nebiyyi şeklinde değiştirilerek okunmalıdır. Bu konuda tüm Müslümanların maalesef hata içinde olan atalarının arkasına sığınmaktan vazgeçerek birbirlerini ağızlarından çıkanları kulaklarının duyması konusunda uyarmaları ve bu bilince davet etmeleri gerekmektedir.

 

TÜRBELER:

İnsanın bu dünyadaki esas varlığı ölümü ile biter ve geriye sadece toz-toprak olacak cesedi kalır. Toprak olacak cesedinin ve çürüyerek toprağa karışacak vücut maddelerinin hiçbir değeri yoktur. Zaten insan bedeni de yeryüzündeki kıymeti olmayan değişik maddelerin birleşmesinden oluşmuştur. Ölüm ile bedendeki can son bulunca, geriye kalan ceset de çirkinleşir. Nitekim Mâide Sûresi’nin 31. ayetinde cansız beden [ceset] için sev’at [çirkinlik] sözcüğü kullanılmıştır. Dolayısıyla bu çirkinliğin kokuşup çevreye zarar vermeden ortadan kaldırılması gerekir. İşte, cesedin gömülmesi bu sebepledir.

Ölüm sonrası geride kalan cesedin maddî ve manevî herhangi bir değeri olmayınca, doğal olarak cesedin içine konulduğu kabrin de herhangi bir değerinin veya kutsiyetinin olması söz konusu değildir. Çünkü İslâm dini dirileri uyarmak için vardır, Kur’ân dirileri uyarmak için inmiştir:

(Yâ-Sîn: 69–70) Ona şiir öğretmedik, zaten bu, ona gerekmez de. Bu, bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır. Diri olan kimseyi uyarsın ve söz inkârcıların zararına gerçekleşsin diye.

İslâm’da işin aslı bu iken ne yazık ki Müslümanlar, tıpkı İslâm öncesi cahil müşrik kitleler gibi bazı kimselerin kabirlerine kutsallık vermişler, bu kabirleri mabetlerin içinde, bitişiğinde veya başka yerlerde türbeleştirmişlerdir. Müslümanların böyle bir davranış içine girmelerinin sebebi, yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, hadis kitaplarında yer alan ve peygamberimizin uygulamaları olduğu iddia edilen bazı rivayetlerdir. Oysa aynı hadis kitaplarında, peygamberimizin kabir ziyaretlerini önce yasakladığı ve bu yasağı ancak toplumda tevhit bilincinin geliştiğini gördüğü zaman, insanların dünyaya olan bağlılığını kıracağı ve onlara ölüm sonrasını hatırlatacağı düşüncesiyle kaldırdığı da yazılıdır. Bu durumda, süslü kabir meraklısı olan ve bu eğilimlerini peygamberimize isnat edilen rivayetlerden aldıklarını söyleyenlerin, peygamberimizin koyduğu kabir ziyareti yasağını hangi gerekçe ile kaldırdığını anlatan rivayetlerden haberi olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu rivayetlerde, kabir ziyareti yasağının kalkması bu ziyaretlerin insanlara ibret olup ders vermesi özelliğine dayandırılmıştır. Buna göre, bütün mezarların yasağın kalkma gerekçesine uygun olarak ibret verici bir yapıda olmaları gerekmektedir. Kabirlerin bu amaca hizmet edebilmesi ancak sade ve harap görünmeleri ile mümkündür. Beton ve mermerden yapılmış şatafatlı kabirler insanlara ders ve ibret duygusu vermediklerinden, bize göre çirkin/mekruh sayılmalıdırlar.

Kur’ân dışı bir konuda tevhit ilkesine aykırı davranışları peygamberimize isnat edilen rivayetlerle açıklayan; buna karşılık yukarıda sözünü ettiğimiz kabir yasağı ve bu yasağın kaldırılmasına dair rivayetleri ise görmezden gelen bazıları, bu yanlışlığı zaman içinde aşırılık boyutuna vardırmışlardır. Memleketimizin dört bir yanında olduğu gibi, diğer ülkelerde de yüzlerce örnek sergileyen bu zihniyet, binlerce sene evvel yaşamış kimselere kabirler tahsis etmiş, bu kabirlerin yanına mescitler/camiler inşa etmek suretiyle bu kişileri ve mezarlarını kutsallaştırmış, hatta bazı kabirleri altınla kaplamıştır. Bazı kişiler ise mescit/cami içine veya kenarına gömülerek “evliya” diye vasıflandırılmıştır. Ne yazık ki, cahil kitleler bu mezarlarda yattığı kabul edilen kişileri Allah ile aralarında şefaatçi yapmak suretiyle o mezarlara yüz sürmekte, orada yatanlardan medet ummakta, böylece imanlarını kirletmektedirler. Bu çirkin davranışlarda bulunanlar ve bu davranışları onaylayanlar kendilerine dayanak olarak yine uydurulmuş hadisleri göstermekte, bu hadisler arasında yer alan ve peygamberimizin kabirleri kendilerine mescit edinen Yahudi ve Hıristiyanlara lânet ettiğine dair olan bir hadisi ise hiç dikkate almamaktadırlar. [40–32]   Bu hadis, Sahih-i Buhari’de, Kitabü’l-Libas, 19. Bab, no: 33 numaralı; Kitabü’l-Cenaiz, . Bab 61.86 .96 numaralı ve. Bab 144 numaralı hadistir.

Dikkate alanlar ise hadisi ana konusunda değil, peygamberimizin hastalığı anında üzerindeki battaniyeyi yüzüne bir örtüp bir açması sebebiyle battaniye örtmenin bir sakıncası olmayacağına mesnet olarak ele almışlardır.

Bize göre, dinle hiç alâkası olmayan uygulamalara din kisvesi giydirenlerin dikkate almaları gereken bir diğer hadis de, Buhari’de yer alan hadistir. Çünkü hadise göre peygamberimiz, Habeşistan’da, içinde tasvirler bulunan bir kilise ile ilgili olarak şöyle demiştir:

İşte onlar kıyâmet gününde Allah katında halkın en şerlileridir.” [40–33]  Sahih-i Buharî, “Kitabü’l-Salât”, bab: 48, no: 74.

Ama manzaraya bakıldığında, Allah’ın gönderdiği kılavuz yerine hadis adıyla uydurulmuş rivayetlere sarılanların, işlerine gelmediği zaman bu rivayetlere de kulak asmadıkları görülmektedir.

Biz, mescit/cami içlerinde veya kenarlarında bulunan kabir ve türbelerin tevhidi zedeleyici davranışlara sebep olduğu görüşündeyiz. Gerek peygamberimizin kabrini, gerekse halk arasında “evliya” olarak şöhret bulmuş Eyüp Sultân, Mevlâna, Telli Baba ve benzeri kişilerin mezarlarını ziyaret ederek Allah’tan bu kişiler hürmetine yardım istemek, bu kişilerin şefaatini ummak, İslâm’a göre şirk olan davranışlardır. Bu sebeple ya mescitlerin kabirlerden uzaklaştırılması, ya da kabirlerin mescit kenarlarından uzaklara taşınması gerekmektedir.

Her konuda olduğu gibi kabirler ve ölüler konusunda da bizi felâketten [şirkten] kurtaracak bilgiler Rabbimiz tarafından Kur’ân’da verilmiştir:

(Nahl: 20–21) Allah dışında yakardıklarınız hiçbir şey yaratamazlar. Onların kendileri yaratılmaktadır. Hayat bulmaz ölülerdir onlar. Ne zaman diriltileceklerini bile bilmezler.

(Fâtır: 13–14) Allah geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar. Güneş’i ve Ay’ı buyruk altına almıştır. Her biri belirlenen bir süreye kadar akıp gidiyor. İşte Rabbiniz Allah bu, mülk ve yönetim O’nundur. Onun dışında yakardıklarınız ise bir çekirdek zarına bile hükmedemezler.

Onları çağırsanız, çağrınızı duymazlar. Duysalar da size cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin onları ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Hiç kimse sana, Habir olan Allah’ın verdiği gibi haber veremez.

(Fâtır: 22) Diriler de eşit olmaz, ölüler de. Allah dilediğine işittirir. Ama sen, kabirdekilere işittiremezsin.

19.            Ve şu bir gerçek ki, Allah’ın kulu [Peygamber] O’na çağırarak ayaklandığı [harekete geçtiği] zaman onlar [cinn’den bir grup] onun etrafında neredeyse bir keçe olacaklar. [kenetlenecekler]

Bir önceki Âyet gibi bu Âyet de sûrenin başındaki uhıye fiilinin naib-i faili olup cümle şöyle takdir edilmelidir:

De ki: “Bana vahyolundu ki: Şu bir gerçek ki, Allah’ın kulu [Peygamber]  O’na çağırarak ayaklandığı [harekete geçtiği] zaman onlar [cinnden bir grup]  onun etrafında neredeyse bir keçe olacaklar. [kenetlenecekler]

Bu ayeti doğru anlamak, كاد يكونون– kâde yekûnûne = neredeyse olacaklar ifadesi ile bildirilen davranışı kimin yaptığını doğru tespit etmeye bağlıdır. Bize göre bu fiilin gizli öznesi, sûrenin başında zikredilmiş olan “cinn’den” bir guruptur. Bu durumda ayetten peygamberimize şu bilginin vahyedildiği anlaşılmaktadır: Kur’ân’ı dinlemiş, anlamış ve iman etmiş olarak memleketlerine dönen “cinn[yabancılar] grubu, bu vahyi kendilerine tebliğ eden peygamberimizin Allah’a davet ederek harekete geçmesi durumunda onun çevresinde keçe gibi kenetlenecekler ve ona yardım edeceklerdir. Nitekim ayette bildirilenler aynen gerçekleşmiş ve bu bir avuç yabancı daha sonra Ensar diye anılan saygın sahabeler olmuşlardır.

Âyette geçen ve öznesi peygamberimiz olan قام– game fiili kalkmak demektir. Ama bu kalkış “otururken ayağa kalkma” veya “namazda ayakta durma” manasında olmayıp “kıyam etme, haksızlığa baş kaldırma” anlamındadır. Gerçekte de peygamberimiz ayetteki game sözcüğünün “kıyam” anlamına uygun bir tarzda haksızlığa baş kaldırmış ve Kâbe’yi haksızlığa baş kaldırma merkezi yapmıştır.

Bu “başkaldırma” ifadesi Ashab-ı Kehf için de kullanılmıştır:

(Kehf: 14) Ve Biz onlar ayaklanıp da: “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’nun astlarına ilâh olarak yalvarmayız, yoksa kesinlikle saçma sapan konuşmuş oluruz” dediklerinde onların kalplerini sağlamlaştırdık.

20–21.     De ki: “Ben kesinlikle Rabbime dua ederim ve hiçbir şeyi de O’na ortak koşmam.” De ki: “Şüphesiz ben, size bir zarara ve reşâda [iyiliğe, kötülüğe, güzele, doğruya götürmeye] güç yetiremem.”

Bu ayetlerle insanlara bir tevhit dersi verilmektedir. Şöyle ki:

Peygamberimizin kimseye bir zarara veya reşâda güç yetiremeyeceği, yani kişilerin zarara uğramalarında yahut iyilik bulmalarında peygamberimizin bir dahlinin olmadığı, bizzat peygamberimizin ağzından duyurulmaktadır. Görüldüğü gibi, insanları doğruya kılavuzlamak Elçiye ait bir görev değildir. Bu görev Elçinin getirdiği mesaja aittir.

22–23.     De ki: “Gerçek şu ki Allah’tan beni, Allah’tan tebliğler ve onun Elçiliği görevleri dışında hiçbir kimse hiçbir zaman kurtaramaz. Ben O’nun astlarından bir sığınak da hiçbir zaman bulamam. Artık kim Allah’a ve onun Elçisine karşı çıkarsa, onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyen kalıcıdırlar.

Klâsik kaynakların hepsi de Mekkeli kodamanların tevhit çağrısı yapan peygamberimize geldikleri ve ona “Sen büyük ve riskli bir işe soyundun, böylece herkesin düşmanlığını kazandın. Gel bu işten vazgeç! Biz sana hem yardım ederiz, hem de seni koruruz” dediklerini kaydetmişlerdir. Yukarıdaki ayetler Mekke müşriklerinin bu teklifleri üzerine inmiştir.

Peygamberimizin Elçilik [tebliğ ve tebyîn] görevlerini yerine getirmekten başka bir rolünün olmadığı ve ancak bu görevi yaptığı takdirde kendisini kurtarabileceği yönündeki ifade, peygamberimizin kimseye zarar ve reşada güç yetiremeyeceğini bildiren 21. Âyetteki ifadenin teyidi mahiyetindedir.

23. Âyette Allah’ın astlarından bir sığınak bulunamayacağı bildirilerek tevhit ilkesi vurgulandıktan sonra, Allah ve Elçisine karşı çıkanların ebediyen kalmak üzere cehenneme gönderilecekleri bildirilmiştir. Allah’a ve Elçisine karşı çıkmak ifadesinden لمم – lemem denilen basit hatalar ve bilmeden işlenmiş suçlar anlaşılmamalıdır. Bu ifade ile kastedilen, “Allah’a ve Elçisine savaş açmak“tır. Zaten Allah’a ve Elçisine karşı çıkmaya uygun görülen ceza da, affedilmeyeceği bildirilen şirk ve küfür suçlarına verilecek ceza ile aynıdır. Bu ceza “cehennem ateşi” ve “cehennemde ebediyen kalmak’tır.”

24.        Nihayet tehdit edildikleri şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcı yönünden en zayıf ve sayıca da daha az olduğunu hemen bileceklerdir.

Bu ayet, Allah’ın Elçisine “Gel bu davadan vazgeç!” şeklinde üstü kapalı tehditler savuran Mekke kodamanlarına bir uyarı mesajıdır. Tehdit edildikleri şeyi gördükleri zaman, yardımcı yönünden kimin en zayıf ve sayıca daha az olduğunu hemen bilecekler ama iş işten geçmiş olacaktır. Malları, askerleri ve çevreleri hiçbir işe yaramayacaktır.

Burada müşriklerin sadece ahiretteki ceza ile tehdit edildiklerini düşünmek bize göre mesajın eksik anlaşılması demektir. Onların bu dünyada karşılaşacakları hezimetler, rezillikler de bu tehdit kapsamındadır. Nitekim bu inkârcılar Bedir Savaşında sayıları ve imkânları itibariyle kendilerinden kat kat az olan Müslümanlar karşısında perişan olmuşlardır.

25–28.     De ki: “O tehdit olunduğunuz şey yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi kılacak ben bilmiyorum. (Rabbim) Bütün gaybı bilendir. Ve de Elçilerden seçip memnun olduğu kişi müstesna, gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Çünkü O, Rabblerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini bilsin diye onun önünden ve ardından [her tarafından] gözetleyiciler salar. O, onların yanında olan her şeyi kuşatmıştır. Her şeyi de sayısı ile saymıştır.”

Bu ayet grubunda tevhit ilkeleri ön plânda olmak üzere Allah -Elçi- vahy ilişkisine değinilmiş, ayrıca gayba ait bilgilerin Allah katında olduğu, Allah’ın bu bilgilerden bazılarını ancak kendi seçtiği ve hoşnut olduğu Elçilerine vahyederek öğrettiği, bunun dışında kimsenin gayba dair bir şey bilemeyeceği ve Allah’ın hem vahyini hem de Elçilerini koruduğu açıklanmıştır.

Ayrı bir necm olan bu ayet grubu, de ki ifadesiyle başladığı için, o tarihte yaşanmış bir olaya cevap niteliğindedir. Klâsik kaynaklarda yer aldığına göre, söz konusu olay, 22- 23. ayetlerin tebliğinden sonra Mekke ileri gelenlerinden Nadr b. El-Haris’in peygamberimize gelerek küstahça “Bu bizi tehdit ettiğin şey ne zaman gelecek?” diye sormasıdır. Nadr, yönelttiği soruyla bu tehditlere inanmadığını ve inanmayacağını belirterek bir bakıma vahye kafa tutmaya kalkışmıştır. Bu ayet gurubunun o tehdit olunduğunuz … diye başlamasının sebebi, klâsik kaynaklarda bu olayla açıklanmıştır.

Bu ayetin bir benzeri de Enbiyâ Sûresi’nde yer almıştır:

(Enbiyâ: 109) Buna rağmen eğer yüz çevirirlerse, de ki: “Size dosdoğru açıkladım ve tehdit olunduğunuz şey yakın mı, uzak mı bilmiyorum.”

 

ALLAH’IN RAZI OLDUĞU PEYGAMBERLERE GAYB’I BİLDİRMESİ:

Rabbimizin bazı gayb haberlerini, seçtiği ve kendilerinden razı olduğu Elçilere bildireceği bu ayetlerden başka ayetlerde de bildirilmiştir:

(Âl-i İmrân: 179) Allah, murdar olanı temiz olandan ayırt edinceye kadar müminleri, sizin kendisi üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde [durumda] bırakacak değildir. Allah sizleri gayb üzerine muttali kılacak da değildir. Velâkin Allah, Elçilerinden dilediğini seçer. Öyleyse siz de Allah’a ve Elçisine iman edin. Eğer iman eder ve takvalı davranırsanız, sizin için büyük bir ecir vardır.

(Yûsuf: 86) Dedi ki: “Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah’a arz ederim. Ve sizin bilmediğiniz şeyleri Allah’tan biliyorum.

Yüce Allah Medine’de geçen konuşmaları nasıl bu sûrede peygamberimize vahyederek bildirmiş ise, dilediği bazı gayb haberlerini de Elçilerine o şekilde vahyederek bildirmiştir. Rabbimizin bildirdiği bu haberler, Elçilerin daha önce bilmediği haberlerdir. Elçiler de görevleri gereği, kendilerine vahyedilen haberleri Allah’ın mesajı olarak insanlığa iletirler. Bunun böyle olduğunu gösteren Kur’ân’da daha birçok ayet vardır:

(Âl-i İmrân: 44) Bunlar [İmrân ailesi, Meryem ve Zekeriyyâ ile ilgili anlatılanlar] gayb haberlerindendir. Bunları sana vahyediyoruz. Çünkü onlardan hangisi Meryem’i sorumluluğuna alacak diye kalemlerini atarlarken [kur’a çekerlerken] sen yanlarında değildin. Onlar çekişirlerken de sen yanlarında değildin.

(Hûd: 49) Bunlar, [Nûh ile ilgili anlatılanlar] sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bunları sen ve kavmin bundan önce bilmiyordunuz. Şu hâlde sabret. Şüphesiz akıbet, takvalı davrananlarındır.

(Yûsuf: 102) İşte bunlar [Yûsuf ile ilgili anlatılanlar] sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar işlerine birlikte karar verip tuzak kurarlarken sen yanlarında değildin.

(Kasas: 44–46) Biz Mûsâ’ya o emri yerine getirttiğimizde, sen batı tarafında değildin. Sen tanıklardan da değildin. Ancak Biz birçok nesiller inşa ettik de onların üzerine ömürler uzayıp geçti. Ve sen Medyen içinde yaşayıp da ayetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş değilsin. Ancak gönderen Biziz. Seslendiğimiz zaman da sen Tur’un yanında değildin. Ancak Rabbinden bir rahmet olmak üzere senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarman için. Umulur ki, öğüt alıp düşünürler diye.

(Âl-i İmrân: 49) Ve onu İsrâîloğullarına bir Elçi yapacak: “Şu bir gerçek ki, ben size Rabbinizden bir mu’cize getirdim. Ben, çamurdan kuş görünümünde bir şey yapar, ona üflerim de Allah’ın izniyle o kuş oluverir. Ben, körü ve abraşı iyileştirir, ölüleri Allah’ın izniyle diriltirim. Evlerinizde yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi size haber veririm. Eğer inananlarsanız bunda sizin için kesinlikle bir mu’cize vardır. Tevrât’tan önümde bulunanı doğrulayıcıyım. Size yasaklanmış olanların bir kısmını serbest edeceğim. Rabbinizden bir mu’cize de getirdim size. Artık Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin.”

Allah’ın, razı olduğu Elçilerine gelecekteki olayların görüntülerini görme ve bu görüntüleri tevil etme ayrıcalığı tanımak suretiyle gaybı bildirdiğine dair de örnekler vardır. Meselâ Yüce Allah Yûsuf peygambere ehâdisin te’vîlini öğretmiş, Yûsuf peygamber de bu sayede zindan arkadaşlarının gördükleri görüntüleri ve hükümdarın gördüğü görüntüyü doğru açıklamıştır. Başka bir ifade ile Yûsuf peygamber, Allah’ın kendisine öğrettikleri ile geleceğe ait görüntüleri te’vîl etmiş ve o görüntülerin neleri ifade ettiğini bilmiştir. Bu olayların ayrıntıları Yûsuf Sûresi’nin 36–49. Âyetlerindedir .

Allah’ın geleceğe ait görüntüleri göstermek suretiyle gaybtan bilgi vermesinin bir örneği de peygamberimizle ilgilidir. Fetih Sûresi’nin 27. ayetinden anlaşıldığına göre, Rabbimiz, Mekke’yi fethedeceğinin görüntülerini peygamberimize önceden göstermiştir. Böylece peygamberimiz, gayb haberi mahiyetinde olan bu görüntüler sayesinde fethi önceden bilmiştir:

(Fetih: 27) Andolsun ki Allah, Elçisine o görüntüyü hakk ile doğru çıkardı. Siz, Allah dilerse kesinlikle, güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış kişiler olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Öyleyse O, [Allah] sizin bilmediğinizi bilir. Sonra da bundan önce size yakın bir fetih verdi.

Allah’ın Kur’ân’daki bu açıklamalarına rağmen bazı gafiller peygamberimizin “gaybı bildiğine” dair kitaplar yazmışlar, bazıları da yazılan kitaplardan derlemeler yapmışlardır. Ama yukarıdaki ayetlerle de sabittir ki, Kur’ân’da bildirilenler haricinde peygamberimize izafe edilen “gaybı bilme” haberlerinin tümü yalan ve uydurmadır.

Allah’ın mesajında yer alan bunca ayete rağmen hâlâ peygamberimizin gaybı bildiğini iddia eden ve bu asılsız iddiaya inanan insanlar, bize göre ya Kur’ân okumamışlardır veya okudukları hâlde yukarıdaki ayetlere itibar etmemektedirler. Bu insanlar Allah’ın bahşettiği ve insan olma ayrıcalığının yegâne göstergesi olan akıllarını biraz işletseler Allah’ın cehennem vaadine muhatap olmaktan kolayca kurtulabilirler.

Peygamberimizin gaybı bilmediğine dair geniş açıklama ve örnekler içeren bir incelememiz, A’raf Sûresi’nin sonunda “Gayba Dair” başlığıyla ek olarak verilmiştir. Bu yazımızın tekrar okunmasında yarar görüyoruz.

25–28. Âyetler grubundaki Çünkü O, Rabblerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini bilsin diye onun önünden ve ardından [her tarafından] gözetleyiciler salar.  O, onların yanında olan her şeyi kuşatmıştır. Her şeyi de sayısı ile saymıştır ifadesiyle, Allah’ın emir ve vahiyleri kuşattığı, O’nun ilminin dışında bir şeyin olmadığı açıklanmıştır. Bu husus En’âm Sûresi’nde daha ayrıntılı olarak verilmiştir:

(En’âm: 59) Ve gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da   bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki  apaçık bir kitapta bulunmasın.

Allah’ın vahyini ve Elçisini koruduğu hususu ise farklı zamanlarda farklı ifadelerle tekrarlanmıştır:

(Hicr: 9) Hiç kuşkusuz Biz, o “Zikr”i Biz indirdik Biz. Ve mutlaka Biz onun için koruyucularız.

(Mâide: 67) Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun verdiği Elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu göstermez

(Hakkah: 44–47) Eğer o [Elçi; Muhammed] bazı sözleri bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, Kesinlikle ondan sağ elini koparırdık. [tüm gücünü alırdık]
Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik. Sizin hiç biriniz ona siper de olamazdınız.

(Hacc: 52) Biz senden önce hiçbir Elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki, o bir şey arzuladığı zaman, Şeytân onun arzusuna bir şeyler atmış olmasın. Bunun üzerine Allah Şeytânın attığı şeyleri şüpheyi giderir. Sonra da Allah, Âyetlerini tahkim eder. [güçlendirir] Ve Allah Alim’dir, [her şeyi en iyi bilendir] Hakîm’dir. [yasalar koyan, güçlendirendir]

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. (Hakkı Yılmaz)

http://www.istekuran.com/index.php?page=cinn

posted in CİN-MELEK | 0 Comments

13th Aralık 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

HADİS LİTERATÜRÜNDE NUSAYBİN

Benim tebliğim “Hadis Literatüründe Nusaybin” adını taşımaktadır. Bu tebliğimde ele alacağım konu, Kuran’ı kerim’in “Ahkaf Sûresi” ve “Cin Sûresi”nde yer alan ayetlerin indirilişiyle ilgili konu edilen Cinler ve bu cinlerin de Nusaybinli oluşlarına ilişkin rivayetlerdir. Bu rivayetleri iki ana başlık altında incelemek istiyorum. Birincisi, söz konusu ayetler ve cinlerle olan ilgisi, ikincisi ise bu cinlerin Nusaybin’le olan ilişkileridir.

 

KURAN’DA ‘NUSAYBİN CİNLERİ’ KONUSU

a- Nusaybin Cinleriyle İlgili Olan Ayetler

Kuran’ı Kerim’de yer alan konumuzla ilgili ayetler yukarıda da belirttiğimiz gibi iki sûrede yer almaktadır. Bu sûreleri nûzul sıralarına göre burada zikretmek istiyorum. Bugün elimizdeki mevcut Mushaftaki sırası 46 olan Ahkâf sûresi, Hz. Osman Mushaf’ında 66. sırada, İbn Abbas’ın Mushaf’ında 63. sırada, Ca’fer es-Sâdık’ın Mushaf’ında ise 65. sıradadır.

 Cin Sûresi ise bizim elimizdeki Mushaf’ta 72. sûre, Hz. Osman’ın Mushaf’ında 40. sûre, İbn Abbas’ın Mushaf’ında 38. sûre, Ca’fer se-Sâdık’ın Mushaf’ında ise 39. sûredir.

 Verdiğimiz bu bilgilerden anlaşılmaktadır ki, bizim elimizdeki mevcut Mushaf’ın dışındaki diğer Mushaflara göre indiriliş (nüzûl) itibariyle Cin sûresi, Ahkâf Sûresi’nden öncedir. Bizim okuduğumuz Mushaf’a göre ise Ahkaf sûresi daha öncedir. Sûrelerin öncelik ve sonralığını tespitin önemi varsa da biz konumuzun alanını genişletmemek için öncelik sırası itibariyle Cin Sûresi’nden başlayarak ayetlerin anlamlarını vermek istiyoruz.

 

Cin Sûresi:

“De ki; Cinlerden bir topluluk Kuran’ı dinleyip şöyle dedikleri bana vahyolundu: ‘Biz hârukulâde bir Kuran dinledik. O doğru yola iletiyor. Ona inandık. Artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.” (Cin, 72/ 1-3.)

 Süleyman Ateş’e göre bu ayetler Hz. Peygamber’e Tâif dönüşü nazil olmuştur.1 Bu tespit, diğer sûredeki ayetler ile ilişki kurmada konumuz bakımından önemlidir.

 

Ahkâf Sûresi:

“Bir zaman cinlerden bir topluluğu, Kuran dinlemek üzere sana yönlendirmiştik. Gelip hazır olduklarında ;”Susun” dediler. Kuran tilaveti tamamlanınca da kavimlerine döndüler. “Ey Kavmimiz; Biz Mûsâ’dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, gerçeğe ve doğru yola götüren bir kitap dinledik. Ey kavmimiz, Allah’ın davetçisine uyun ve ona inanın ki Allah günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi yakıcı azaptan korusun.” (Ahkâf,46/ 29-33)

 Görüldüğü üzere her iki sûrenin de içinde yer alan ayetlerde “Cin” denilen bir grubun Hz. Peygamber’den Kuran dinleyip sonra kavimlerine dönerek bu Kuran’a inanmalarını istedikleri anlatılmaktadır. Ayetlerin tefsiri sadedinde zikredilen rivayetlerde ve yapılan yorumlarda şu ana başlıklar etrafında durulmuştur:

 1- Her iki surede bahsedilen cinler aynı topluluk mudur, yoksa ayrı ayrı cinler midir?

 2- Cinleri Hz. Peygamber görmüş müdür, Kuran’ı onlara bizzat dinletmek için mi okumuştur, yoksa onları görmemiştir de, daha sonra Allah cinlerin Kuran dinlediklerini vahiyle mi Hz. Peygamber’e (a.s.) bildirmiştir?

3- Bu olaylar ne zaman olmuştur?

4- Cinlerin mahiyeti nedir ve bunlar kimlerdir?

 Söz konusu rivayetler ve yorumlar ile ilgili benim tebliğimde üzerinde duracağım hususlar üçüncü ve dördüncü maddede yer alan problemlerdir.

 İster aynı olayı anlatıyor olsun, isterse farklı olayları anlatıyor olsun ayetler Kuran’ı dinleyen cinlerden bahsetmektedir. Cinlerin varlık olarak mahiyetlerine ilişkin tartışmalar da konumuz dışındadır. Ancak bizi tebliğimiz çerçevesinde ilgilendiren ise, söz konusu ayetleri dinleyen ve kavimlerine dönen cinlerin rivayetlerde “Nusaybin”li oluşlarıdır. Meşhur bir belde olarak Araplarca bilinen Nusaybin, söz konusu rivayetlerde cinleri nedeniyle zikredilmektedir.

Birazdan üzerinde duracağımız gibi, o zaman Arapların inançlarında insanlar gibi cinlerin de yerleşim bölgeleri bulunmaktadır. Hatta aynı yerleşim yerlerini insanlar ile cinler müşterek olarak kullanmaktadırlar.2

 

B-NUSAYBİN’İN ZİKREDİLDİĞİ RİVAYETLER

En erken dönem kaynaklardan İbn Hişam’da (213/835) Cin Sûresiyle ilgili rivayetleri anlatırken konuyu Hz. Peygamber’in Tâif’ten dönüşüyle ilgili olarak anlatmaktadır. Hz. Peygamber Tâif’ten umduğunu bulamadan üzgün ve kederli olarak dönmekteydi.

Mekke’ye bir gecelik mesafeye gelince gecenin karanlığında (ortasında) namaza durdu. Açıktan (cehrî) olarak Kuran kıraat etmeye başladı. Bunun üzerine bir grup cin okunan Kuran’a kulak verdi, dinledir. Daha sonra da kavimlerine giderek onlara bu dinlediklerine tâbi olmalarını istedirler. Muhammed b. Ka’b el_Kurazî’den yaptığı bu nakilde İbn Hişam şu detayları da kaydetmektedir: Bu cinler yedi kişi idiler ve Nusaybin cinleriydiler.3

 

Alkame’nin İbn Mesûd’dan naklettiği bir rivayet ise şöyledir:

Alkame: Cin gecesi sizden hiç kimse Rasûlullah ile beraber miydi?

 İbn Mesûd: Hayır. Ancak bir gece onu Mekke‘de kaybettik. Her tarafta onu aradık ama bulamadık. Acaba kendisine bir suikast mı yapıldı, yoksa onu cinler mi kaçırdı diye endişelendik. Çok kötü bir gece geçirdik. Nitekim gün ağarırken Hıra dağı tarafından çıka geldi.

 

Kendisine çok endişelendiğimizi nereye gittiğini sorduk bize şu cevabı verdi:

“Bana cinlerin bir davetçisi geldi. Ben de gidip onlara Kuran okudum.” İbn Mesûd devamla şunları anlatıyor. Rasûlullah sonra bizi cinlerle buluştuğu yere götürdü. Orada onların izlerini ve yaktıkları ateşlerin kalıntılarını bize gösterdi. Cinler o gece Hz. Peygamberden neleri yiyip yiyemeyeceklerini sormuşlar Rasûlullah’da onlara; “Üzerine Allah’ın adının anılarak kesilen hayvanların kemiklerinin ve deve atıklarının (gübresi) kendilerine helal olduğunu” söylediğini anlatmaktadır. Rasûlullah bunu söyledikten sonra ashabına; “ Bunlarla taharetlenmeyiniz onlar cin kardeşlerinizin azıklarıdır” buyurmuştur.4

 Tirmizî’nin naklettiği bu rivayette söz konusu cinlerin “Cezîre”li oldukları da belirtilmektedir.5 Bu rivayet cinlerin yurtlarının Cezîre olduğunu söylüyor ki bu Nusaybin ile aynı bölge demektir.

 

Buhârî’nin Ebû Hüreyre’den naklettiği bir rivayete göre de Nusaybin adı şu şekilde geçmektedir:

 “Bana Nusaybin cinlerinden bir heyet geldi, onlar ne güzel cinlerdi, benden azık istediler, rastladıkları her kemik ve hayvan dışkısı (revs) üzerinde bir yiyecek bulmaları için onlara dua ettim.”6

 Buhârî’nin bu rivayeti cinlerle ilgili ayetlerin tefsirinde değil de abdest ve taharet konusu ile ilgili olarak zikretmesi de şayânı dikkattir.

 İbn Mesûd’dan yapılan bir başka rivayette yine Hz. Peygamber’in cinlere Kuran okumak üzere bir gece birlikte gittiklerini anlatmaktadır:

“Hz. Peygamber bir gün, bana cinlere Kuran okumam emrolundu, benimle gelmek isteyen var mı diye sordu. Kimse cevap vermedi. İkinci kez sordu, yine cevap veren olmadı. Üçüncü kez sorduğunda ben; ‘ben gelirim yâ Rasûlullah’ dedim. Bunun üzerine yürüdük. Tâ İbn Ebî Dûb vadisindeki hacûn mevkine geldi. Burada bir çizgi çizdi ve “sakın burayı geçme” dedi. Hacûn’a varınca Zût erkekleri gibi, yani zencilere benzeyen erkekler üzerine üşüştüler ve etrafını sardılar. Yüzleri Mekâkî’ye benziyordu.7 Kadınların deflerini çalması gibi def çalıyorlardı. Peygamberin etrafını iyice kuşattılar. Artık gözüme görünmez oldu. Ben bir aralık ayağa kalktım, bana eliyle oturmamı işaret etti. Daha sonra Kuran okumaya başladı. Gittikçe sesi yükseliyordu. Cinler Kuran’ı dinledikçe yerlere yattılar.

Nitekim Rasûlullah döndü. Bana; “sen de gelmek istedin değil mi?” dedi. Ben de; evet, dedim. “Gelmen gerekmezdi. Onlar cinlerdi. Onlara Kuran okudum. Kavimlerine döndüler. Dinledikleriyle onları uyaracaklar buyurdu. Benden azık istediler. Ben de onlara kemikle dışkıyı önerdim. Kimse bunlara bevletmesin” dedi.”8

 Bu rivayette gelen cinlerin memleketleri zikredilmemiş olsa da, rivayetin muhtevasından aynı olayın anlatıldığı anlaşılmaktadır.

 Buradan hareketle, İbn Mesûd’un nakletmiş olduğu rivayetlerdeki cinlerle ilgili olay Nusaybin cinleri olarak bilinen cinler olduğu sonucuna ulaşmamız mümkündür. Bazı rivayetlerde geçen el-Cezîre cinleri ifadesinin ve Ninova cini tanımlamasın da aynı olay bağlamında zikredilmesi, sonuç olarak Nusaybin cinlerine ait olan rivayetlere yapılan yorumların “idracı” olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü, “Nusaybin” adının geçtiği rivayetler diğerlerinden daha erken dönem eserlerde geçmektedir.

 Beyhakî, ed-Delâilü’n-Nübüvve adlı eserinde bu rivayetlerin bir çok farklı versiyonlarını zikretmiştir.9 İbn Kesîr, İbn Ebî Hâtimin naklettiği mürsel bir rivayette İbn Mesûd’un yukarıda zikretmiş olduğumuz İbn Mesûd rivayetini, yani, “Cin Gecesi” olarak rivayetlerde zikredilen hadiseyi Ebû râfi’ tarikiyle nakletmiş ve gelen cinlerin sayısının on iki bin olduğunu ve cinlerin de Mûsul Ceziresi cinleri olduğunu ifade etmiştir.10 Hadis kayanaklarında daha çok “Kitâbu’l-Vudû” içinde zikredilen bu rivayet, Hz. Peygamber’in İbn Mesûd’dan abdest için su istediğini, su bulamayıp yanındaki “nebiz” ile abdest aldığını, dolayısıyla nebizle abdest almanın caiz olduğu bağlamında, alimler ele almışlar ve nakletmişlerdir.11

 Yine İbn Kesîr, İbn Ebî Hatim’in, “Cin Sûresi”ndeki ayetlerle ilgili gelen cinlerin Ninovalı cinler, Ahkâf Sûresi’ndeki aytlerle ilgili olan cinlerin ise Nusaybinli cinler olduğu şeklindeki yorumunu nakletmektedir.12

 Beyhâkî’nin ed-Delâil adlı eserinde Ebû Hüreyre’den naklettiği bir rivayet yine abdest konusuyla ilgilidir. Bu rivayete göre bir gün Hz. Peygamber kazai hâcet için araziye çıktı. Ebû Hureyre’den taharet için taş istedi ve kemik ve tezek getirmemesini tembih etti. Ebû Hureyre taharet taşlarını getirip, kemik ve tezeği neden istemedin yâ Rasûlullah diye sorunca; “Bir gün bana Nusaybin cinleri geldiler ve benden yiyecek rızık istediler. Ben de onlar için, yanından geçtikleri her kemik ve tezeğin onlar için taam, yiyecek olması için dua ettim” buyurdu.13

 Görüldüğü gibi, bu rivayette de Cinler Nusaybinli olarak belirtilmiştir. İbn Kesîr yine İbn Ebî Hâtim’den konuyla ilgili olarak, Mücâhid’in şöyle bir görüşte olduğunu nakletmiştir: Ahkaf Sûresi’nde zikredilen bir grup cin, yedi kişi idiler. Bunlardan üçü Harranlı, dördü de Nusaybinli idiler. Mücahid bu yedi cinin isimlerinde sayar ki bunlar şöyledir:

1- Hayâ, 2- Hasâ, 3- Mesâ, 4- Şâsır, 5- Nâsır, 6- İbyân veya İnyât, 7-ehkâm veya Ered’dir.14

 Eş-Şiblî, “Cinlerin Esrarı” adlı eserinde bu isimleri saydıktan sonra, İbn Düreyd’den Ömer b. Abdulazîz’in faziletleriyle ilgili olarak şöyle bir olay zikretmiştir: Ömer b. Abdulazîz bir bozkırda yürürken, ölü bir yılan görür. Bunun üzerine elbisesinin bir parçasıyla onu kefenler ve gömer. Bu esnada bir sesin şöyle çağırdığını işitir: “ Ey Sarak! Allah’ın elçisinin sana; ‘ Sen gelecekte bir bozkırda öleceksin. Salih bir insan gelip seni kefenleyip gömecek demişti’ İşte ben buna şimdi şahit oluyorum. Ömer b. Abdulazîz bu sese sen kimsin diye sordu. O da; Ben Rasûlullah’tan Kuran dinleyen cinlerden biriyim Sarak ile ikimiz kalmıştık. Şimdi o da öldü yalnız ben kaldım” dedi.15

 İbn Kesîr Süfyân es-Sevrî’nin konuyla ilgili görüşlerini aktarmış ve cinlerin sayılarıyla ilgili; on beş, atmış binekte binili, üç yüz, on iki bin gibi rakamlar verdiğini kaydetmiştir. Ayrıca seyyitlerinin adının da “Verdân” olduğunu zikretmektedir. İbn Kesir bu farklı rakamları, Cinlerin farklı zamanlarda Hz. Peygamber’e gelmiş olacaklarına bağlayarak açıklamaktadır.16

 İbn Kesîr ayrıca Zeyd İbn Selâm tarikiyle yukarıda nakletmiş olduğumuz İbn Mesûd rivayetini aktarmış ve burada da cin gecesinde Hz. Peygamber’in (a.s.) Kuran okuduğu cinlerin Nusaybin cinleri olduğunu kaydetmiştir.17 Ancak rivayetin değerlendirilmesi sadedinde ise; “Bu cidden garib bir rivayettir. Raviler arasında “müphem” bir ravi de vardır, demiştir.18

 Taberî, İkrime ve İbn Abbas’tan yaptığı rivayette Ahkâf Sûresi 28. ayetteki “Neferan minelcinn” ifadesindeki “nefer” sözcüğünün yedi kişiye delalet ettiğini ve bu cinlerin Nusaybin cinleri olduğunu nakletmektedir. Ayrıca bu yedi kişiyi Rasûlullah, kendisinin elçileri olarak kavimlerine gönderdiğini de kaydetmiştir.19

 Taberî Katâde’den, İbn Mesûd’un “Cin Gecesi” olarak naklettiği yukarıda detaylı bir şekilde verdiğimiz rivayeti nakletmiş ve rivayetin arkasında farklı şu ziyadeyi kaydetmiştir:

“Katâde şöyle diyor: İbn Mesûd Kûfe’ye gelince orada yüzleri esmer zencilere benzeyen yaşlılar gördü. Bize; ‘bunlar kim’ diye sordu. Biz de onlar “Acemdirler” dedik. Bunun üzerine; “Cin gecesi gördüğüm cinler işte aynen bunlar gibiydi”, dedi.20

 Yine Taberî, Amr b. Gaylân es-Sakafî’nin İbn Abbas’tan naklettiği cin gecesi olayın, gelen cinlerin “Nusaybinli olduklarını bizzat Hz. Peygamber’in sözü olarak vermektedir.21

 Yine Taberî İbn Abbas’tan, Nusaybin cinlerinin Rasûlullah’a geldikleri gecenin Hz. Peygamber Nahle’de namaz kılarken gelen cinler olduğunu söylediğini nakletmektedir.22

 Taberî konumuzla ilgili ilginç bir rivayeti Cin Sûresi’nin tefsirinde Dahhâk’tan naklen şöyle yapmaktadır:

“De ki, bana cinlerden bir grubun Kuran’ı dinledikleri vahyolundu” ayetinin tefsiri sadedinde Dahhâk şu açıklamada bulunmuştur: Dünya seması bekçilerle gözlenip Şeytanlar şihaplarla kovulunca büyük İblîs diğerlerini topladı ve yer yüzüne dağılın bakalım neler oluyor öğrenin diye emir verdi. İlk gönderilen grup da Nusaybin Cinleri idi. Burası Yemen de bir yerdir. …”23

 Taberî’nin verdiği bu rivayete göre Nusaybin bizim diğer rivayetlere binaen zikrettiğimiz el-Cezîre’de yer alan Nusaybin’den farklı olmaktadır. Ancak, benim kullandığım Taberî baskısındaki harekelemeye göre bu isim Nusaybin değil, Nasîbin olarak okunmaktadır. Süleyman Ateş de tefsirinde, el-Cezire bölgesindeki Nusaybin ismini de muhtemelen bu harekeleme nedeniyle olmalıdır ki, “Nasîbin” olarak okumuştur.24

 Biz bu ayrıntının diğer rivayetlerle karşılaştırıldığında bir sehiv olduğu ve doğrusunun Yemen’de bir yer olan Nasîbin değil el- Cezîre’deki Nusaybin olduğu görüşündeyiz. Kaynaklarda yer alan rivayetler o kadar çoğalmıştır ki, bunlar arasında zaman zaman yerlerin ve şahısların adları bile karışmıştır. Yukarıda naklettiğimiz İbn Mesûd rivayetinin aynı metnini Medîne’de yaşanmış bir vakıa olarak Zübeyir b. Avam için de anlatmaktadırlar. Rivayette farklı olan sadece İbn Mesûd’un isminin yerine Zübeyir b. Avam adı konulmuştur. Bu rivayette de yine gelenler Nusaybin cinleridir. Azık istemişler, Rasûlullah da onlara Kemik ve Dışkıyı azık olarak belirlemiştir. Eş-Şiblî gibi tarihçiler bunu farklı olaylar olarak görmek isterler. Bizce bunları farklı olaylar olarak görmek, rivayetteki metin problemlerini çözmemektedir. Çünkü, her gelen cin grubunun Rasûlullah’tan yiyecekleriyle ilgili şeyleri sorması anlamlı ve kabul edilir bir metin olamaz.

  

C- KONUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ

Cinler konusu, cahiliye döneminde Arap toplumunda oldukça fazlasıyla gündemde olan bir konu idi. Onlar bazı şerleri veya ilham, gaybî haber türü bilgileri onlara bağlarlardı.25 Bu nedenle Kuran da cinler konusu yer vermiştir. Gerek akide konularında, gerekse ilgili hususlarda Cahiliye insanının sorunlu cin inançlarını tashih etmiştir.

 Bu bağlamda hadislerde de konu yer bulmuş ve birçok rivayet nakledilmiştir. Tefsir ve Hadis şerhlerinde fazlaca konuyla ilgili yorumlar ve açıklamalar yer almıştır. Ayrıca cin konusunda pek çok müstakil eser de kaleme alınmıştır. Yukarıda zikrettiğimiz İmam Şiblî’nin “Esrâru’l-Cânn”ı ve el-Gımârî’nin “Gurretü’l-Ayni Biedilleti İrsâli’n-Nebiyyi İlâ’s-Sakaleyn ve Yetemesselü Alâ Esmâi’s- Sahâbeti’l-Cinniyîn” adlı eseri hem konumuzla ilgili Nusaybin cinlerinden bahsetmektedir. Hem de diğer cinleri Cin tâifesinin sahabesi olarak anlatmaktadır.26

 Cin konusu başta Kuran olmak üzere dinî metinlerde o kadar çok geçmektedir ki, bunların ayrı bir çalışma alanını gerektirdiği gayet açıktır. Burada değinmek istediğimiz şey, Nusaybin cinleri olarak zikredilen cinlerin, Kuran’da “ateş”ten yaratıldıkları bildirilen varlıklar mı, yoksa Arapların yabancılara, kendilerince bilinip ma’rûf olmayan kimselere de cin demelerinden dolayı Nusaybinli yabancılara yani normal insanlara mı tekabül ettiği ciddi bir sorundur.

 Gelen cinlerin Nusaybinli oluşlarına ilişkin rivayetleri hiç sorun etmeden bu grubun Hicretten önce gelen Medineli yerliler olduğu yorumunu yapan Muhammed el-Behiy, Ahkâf Sûresinde söz konusu edilen grubun Medineli Müslümanlar olduğu kanaatini belirtmektedir.27 Bizce bu kanaatin, Medinelilerin Mekkeliler için ne kadar “yabancı” kavramına dahil olup olmayacağı gibi bir problemi vardır. Bu yorumu Nusaybinliler için yapmış olsa idi daha anlamlı olabilirdi.

 

Rivayetlerde yer alan Cinlerin, insan dışındaki varlıklar değil de yabancı insanlar, Araplar için “Acem” olarak bilinen kişiler olarak yorum yapmak rivayetlerin metni açısından mümkündür. Ancak, bu gelen grupların yiyecekleriyle ilgili belirtilen kemik ve tezek/dışkı gibi ifadeler bu tezi zayıflatmaktadır.

 

Muhammed Esed’in Kuran meali ve tefsirinde yer alan “Ek3” deki cinler ile ilgili açıklamaları da konumuzla yakından ilgilidir.28

 

Kanaatimce bu konu cinlerin varlıkları ve mahiyetlerini araştırma çerçevesinde yeniden ve daha kapsamlı bir şekilde ele alınıp incelenilmelidir. Bizim bu tebliğdeki amacımız, sadece Hadis Literatüründe Nusaybin adının zikredildiği ve erken dönem Müslümanlaşma sürecinin burada da başladığı ve bunun insanlar değil de cinler arasında vuku bulduğu şeklindeki rivayetleri aktarmaktı. Bu nedenle metin tahlillerine giremedim ve konumun dışına çıkmaktan korktum. Nakledilen rivayetlerin ciddi metin problemlerinin olduğunu bir hadisçi olarak belirtmek durumundayım hepinize saygılar sunuyorum. (Doç. Dr. Ahmet Keleş)

 **

1. Süleyman Ateş, Yüce Kuran’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul tarihsiz, X, 91.

2 İmam Şiblî, Cinlerin Esrârı, Çev. Muhammed Ferşad, İstanbul tarihsiz, 86.

3 İbn Hişam, Ebû Muhammed Abdu’l-Melik, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beyrut 1994, I, 58-59. Ayrıca bkz. İbn Hanbel, Ahmed, Müsned, I, 167; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kuran’i’l-Azîm, İstanbul 1985, VII, 273.

4 Müslim, Salâh, 33, H. No: 150; Tirmizî, Tefsîru Sûreti Ahkâf (46), (V, 382).

5 Tirmizî, Tefsîru Sûreti Ahkâf, V, 382. Ayrıca bkz. İbn Kesîr, age, VII, 274.

6 Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 32.

7 Mekâkî: Mekûk’ün çoğuludur. Üstü geniş altı dar olan kâseye, bardağa denir. Bununla İbn Mesûd cinlerin yüzlerini tarif ediyor.

8 Kurtubî, el-CEvâmiu Liahkâmi’l-Kurani’l-Kerim, XVI, 213. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, XXX, 152-153.

9 Bkz. Beyhâkî, ed-Delîlü’n-Nübüvvetü, II, 48-50.

10 İbn Kesîr, age, VII, 278.

11 Bu konuda bkz. Ebû Dâvûd, Tahâre, el-Vudû bi’n-Nebîz, I, 84; İbn Mâce, I, 135. Tirmizî, Vüdû,

12 İbn Kesîr, age, VII, 279.

13 Beyhâkî, ed-Delâil, II, 49.

14 İbn Kesîr, age, VII, 280. Diğer cinlerden Müslüman olanların isimleri için bkz. El-Gımârî, Ebu’l-Fazl Abdullah b. Muhammed b. Es-Sıddîk, Gurretü’l-Ayni Biedilleti İrsâli’n-Nebiyyi İlâ’s-Sakaleyn ve Yetemesselü Alâ Esmâi’s-Sahâbeti’l-Cinniyîn, Beyrût 1986, 34-52.

15 İmamı Şiblî, Cinlerin Esrarı, Çev. Muhammed Ferşad, Üçüncü baskı, İstanbul tarihsiz, 185. Cinlerin farklı isimleri için bkz. Aynı eser, 188.

16 İbn Kesîr, age, VII, 280.

17 İbn Kesîr, age, VII, 283.

18 İbn Kesîr, age, VII, 284.

19 Taberî,Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kuran, Ahkâf Sûresi tefsiri, XIII, 40.

20 Taberî, age, XIII, 41.

21 Taberî, age, XIII, 42.

22 Taberî, age, XIII, 43.

 23 Taberî, age, XIV, 127.

24 Bkz. Süleyman Ateş, age, VIII, 388.

25 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Toshihiko Izutsu, Kuran’da Allah ve İnsan, Çev. Süleyman Ateş, Ankara Ünv. Y., 1975, 142-82.

26 Bkz. el-Gımârî, Ebu’l-Fazl Abdullah b. Muhammed b. Es-Sıddîk, Gurretü’l-Ayni Biedilleti İrsâli’n-Nebiyyi İlâ’s-Sakaleyn ve Yetemesselü Alâ Esmâi’s-Sahâbeti’l-Cinniyîn, Beyrût 1986.

27 Muhammed el-Behiy, İnanç ve Amelde Kuranî Kavramlar, Çev. Ali Turgut, İstanbul 1988, 138-40.

28 Muhammed Esed, Kuran Mesajı Meal-Tefsir, Çev. Cahit Koytak-Ahmet Errtürk, 1997, 1335-6.

 http://www.ahmet-keles.com/akademik/tebligler/Nusaybin.pdf

posted in CİN-MELEK | 0 Comments

13th Aralık 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

HZ.SÜLEYMAN, CİNLER, KUŞLAR, ATLAR, RÜZGÂR VE SEBE MELİKESİ

               Giriş

Kıssalarda geçen olaylarla peygamberimiz ve ashabına gay­ret ve sabır müjde bildirilmekte; Allah’ın ayetlerini yalanlayıp küfürde direnenler de uyarılmaktadır.

Daha sonraki çağlarda gelecek olan müminler için de bu kıssalar­ durum ve şartlarına göre ibret ­örnekler vardır. Zaten müminler bunlar üzerinde düşünmeye ve öğüt ­almaya çağırılmaktadır.

“Kur’an’daki kıssa ve haberlerin anlatımına geçilmezden önce ”Bil-Hak, Bil-İlim” ifadeleri yer alır. Bun­dan amaç, anlatılacakların anlatı­lanların gerçek ve doğru olduğu zaman ve zanla alakası bulunmadığıdır.­ “(Sami Börekçi, “Kur’an’ın Düşünceyi Değiştirmesi”, Kelime, Sayı 16,s. 15)

“Gerçekten resullerin kıssalarında akıl sahipleri için çok büyük bir ibret vardır. “(Yusuf/111)

AğırIıklı olarak Mekki surelerden; ­Neml, Sebe, Enbiya sure­lerinde, kıssası anlatılan Süleyman @ hakkında, Kur’an-ı Kerim’in in­diği dönemde Cahiliyye Araplarının bir takım bilgileri mevcuttu.

Arap müşriklerinin bu bilgileri evvela; Kitap ehliyle olan münase­betleri esnasında Tevrat ve İncil’den aktarılan rivayetlerden kay­naklanıyordu. Bunun yanı sıra Ku­reys suresinde belirtilen; kışın Yemen’e yazın Şam’a yapılan ticaret kervanlarının seferleri esnasında da bilgiler ediniyorlardı. Yemen ta­rafına yaptıkları “kış sefer”lerinde o bölge içersinde bulunan Sebe ile ilgili rivayet ve kalıntıları; Şam’a yapılan yaz seferlerinde ise o bölge yakınlarında bulunan şimdiki Kudüs’te hükümranlık sürmüş olan Süleyman @ hakkındaki riva­yet ve kalıntıları işitip görüyorlar­dı.

Böylece Cahiliyye toplumunun Süleyman @ kıssası hakkındaki altyapısı, henüz Kur’an inmeden önce oluşmuştu. Ne var ki bu altya­pı hidayete sevk edecek Tevhidi çizgiden uzaktı ve daha ziyade masa­lımsı ve efsaneviydi. Rivayetlerin kurgusu zenginlik, maddiyat ve aşk teması üzerineydi. Tevrat’ta ve İncil’deki metinler aslından uzaklaşmış; ta­rihsel, biyografik vakıa’lara dönüştürülmüşler­di.

Hz. Süleyman (a) hakkında bü­tün bu olumsuzluklara muhatap olan Cahiliye toplumuna Allah; Sü­leyman kıssasını vahyederek onlar­dan öğüt almalarını istedi. Bu kıs­sanın nüzulü, Müslümanlar için ib­ret ve öğüt, inanmayanlar için az­gınlıklarını daha da artıran sebep oldu.

 “Resul’lerin kıssalarında, senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz. Bunda sana hak ve ina­nanlar için bir öğüt ve ibret gelmiş­tir.” (Hud/120)

 

BİR / BABASI DAVUD @

 Hz. Süleyman’dan evvel, babası Davud’un, büyük bir hükümdarlığı vardı. Davud @ aynı zamanda resul seçilmiş ve kendisine kitap ve­rilmişti.

 ‘Andolsun ki biz, Resullerin kimini kimine üstün kıldık, Davuda da Zebur’u verdik.”(İsra/55).

Adil bir hükümdardı. Halkını ezmedi. “Ey Davud biz seni hükümdar yaptık. İnsanlar arasında adaletle hükmet (Sad/26)

Allah’ın verdiği nimetler seve­sinde egemenliği oldukça genişle­mişti.

 Onun mülkünü güçlendirmiş­tik.”( Sad/20)

 “Dağları ona ram et­miştik…”  (Sad/18)

 “Toplanıp gelen kuşları da. Hepsi onun nağmesine ka­tılırlardı.. .”(Sad/19).

Böylece otoritesini sağlamlaştı­ran Davud’a Allah; zırh yapımını öğretmek suretiyle savaşlarda üs­tünlük elde ederek egemenliğini daha da genişletmesini sağladı.

 “Savaşın şiddetinden korunmak için zırh yapma sanatını öğretmiştik.”(En­biya/80)

Calut’la yaptığı savaşı an­latan ayetler (Bakara/249-250) onun savaşma sanatındaki mahare­tini bize gösterir.

Davud’un bu muhteşem hü­kümranlığı altında yetişen Hz. Sü­leyman aynı zamanda onun karar­larına ortak oluyordu.

 “Davud ve Süleyman da milletinin koyunlarının yayıldığı ekin hakkında hüküm veri­yorlarken, Biz onların hükmüne şahit­tik.(Enbiya/78)

Babası Davud’un yanında tecrübe ve bilgisini gelişti­ren Hz. Süleyman, ülke yönetimin­de de derin bir tecrübe sahibi ol­muştu. Hz. Davud’un hükümdarlı­ğı ölümüne kadar sürdü. Onun ölümünden sonra tahtına Hz. Sü­leyman varis oldu. Kur’an-ı Ke­rim’in Neml Suresi 15. ayeti bu hu­susa şöyle işaret eder:            

“Süleyman, Davud’a mirasçı oldu.”

 

Tevrat’ta ise bu olay şöyle anlatılır:

“Yişay oğlu Davut bütün İsrail’de krallık yaptı. “

Yedi yıl Hevron’da, otuz üç yıl Yeruşalim’de olmak üzere toplam kırk yıl İsrail’de krallık yaptı. “

 ”Güzel bir yaşlılık döneminde öldü. Zenginlik, onur dolu günler yaşadı. Yerine oğlu Süleyman kral oldu. “  (Tevrat, 1. Krallar,1/26,27)

 

 

          İKİ. / SÜLEYMAN’IN @ HÜKÜMDARLIĞI

 Artık Süleyman (a) hem bir Melik, hem de resul olarak ülkesini yönetmeye başlamıştı. Babasından kalan hükümdarlıktan başka, Allah ona peygamberlik de vermişti. “Andolsun ki Davud ‘a ve Süleyman‘a İLİM verdik.”(Neml/15).

 

Tevrat’ta ise bu hususa şöyle değinilir.

“Ya RAB Tanrı, babam Davut’a verdiğin söz yerine gelsin! Beni yeryüzünün tozu kadar çok olan bir halkın kralı yaptın. “

“Şimdi bu halkı yönetebilmem için bana bilgi ve bilgelik ver. Başka türlü senin bu büyük halkını kim yönetebilir! “

“Sana bilgi ve bilgelik verilecektir. Sana ayrıca öyle bir zenginlik, mal mülk ve ün vereceğim ki, benzeri ne senden önceki krallarda görülmüştür, ne de senden sonrakilerde görülecektir. “(2. Krallar,1/9-10-12)

Hz. Sü­leyman, Tevrat’ta “Fırat Irmağı’ndan Filistiler bölgesine, oradan da Mısır sınırına dek uzanan bölgedeki bütün krallara egemendi. “  (2. Krallar,9/26) diye tarif edilen, bugünkü İs­rail  topraklarından daha da büyük bir araziye sahip devletin başına geçmişti. Ülkenin batısını teşkil eden topraklar Akdeniz’e sınırdı. Bu kıyılar deniz ticaretinin limanla­rını oluşturuyordu. Ayrıca Kızılde­niz kıyısında da limanlar mevcuttu.

Şimdi Süleyman peygamberin sahip olduğu imparatorluğun ve ona Allah’ın bahşettiği nimetlerin ayrıntılı incelemesine gecelim.

 

 A/ RÜZGÂR

  Tevrat’ın 1. Krallar bölümünde Süleyman’ın Edom’da, Kızıldeniz kıyısında gemiler yaptırdığı belirti­lir.

Kral Süleyman Edomlular’ın ülkesinde, Kızıldeniz kıyısında Eylat yakınlarındaki Esyon-Gever’de gemiler yaptırdı.”  ( 1.Krallar, 9/26)

 ”Hiram’ın gemilerinin yanı sıra, kralın da denizde tarşiş ticaret gemileri vardı. Bu gemiler üç yılda bir altın, gümüş, fildişi ve değişik maymunlarla yüklü olarak dönerlerdi. ”(1.Krallar, 10/22)

 

Kur’an’ın gösterdiği işaretler­den bakacak olursak Süleyman @ Allah’ın, kendisine bahşettiği rüzgâra hakimiyet gücünü kullanarak; istediği tarafa sevk ettiği “rüzgâr” sayesinde, denizde yelken açan bütün gemile­rin; rüzgârın itme gücü ile hareket ettiği o çağda, mallarla yüklü gemileri­nin daha hızlı seyretmesini sağla­yarak ticarette de büyük aşamalar kaydettiği düşünülebilir.

 “Bereketli kıldığımız yere doğru, Süleyman‘ın emriyle yürüyen şiddetli rüzgârı, Onun buyruğuna verdik…”(Enbi­ya/81).

 “Bunun üzerine Biz de, iste­diği yere onun buyruğu ile kolayca gi­den rüzgârı verdik.” (Sad/36)

 “Gün­düzün estiğinde bir aylık mesafeye gi­dip akşam da bir aylık mesafeden dö­nen rüzgârı Süleyman ‘ın buyruğu al­tına verdik.”(Sebe/12)

 

 “O halde rüzgâr Süleyman’ın emrindeydi ve o bir aylık uzağa deniz seferleri düzenleyebiliyordu. Çünkü rüzgâr onun gemileri için istediği yönde esiyordu.”(Mevdudi, Tefhimü’l-Kur’an, Cilt 3, s293, İnsan Yay., İstanbul, 1987)

Bazı müfessirler; “Süleyman aleyhisselama müsahhar kılınan bir “rıyh”(rüzgâr) mahsus idi… Yani Süleyman isterse bü­tün alemin rüzgârını tutabilirdi de­mek değil, havada bir cereyanına tasarruf edebilir ve onunla dilediği yere gidebilirdi… Süleyman bununla balon gibi mi yoksa tayyare gibi mi giderdi orasını Allah bilir. “Veya “Şam’da sabah taamını yer öğle vakti İstahırda bu­lunur, öğleden sonra Kabile varır orada beytutet ederdi… 0 rüzgâr emri veçhile istediği yere kürsüsü­nü ve kürsü üzerinde etbaını ve as­kerini alır götürürdü. “(Mehmed Vehbi, Hülasatü’l-Beyan, C_11-12, s. 241, İstanbul, 1987) diyerek Sü­leyman @’ın rüzgâra binerek seya­hat ettiği, hatta ordu dahil her şe­yin rüzgâra binerek böylece isteni­len yere gidildiği kanaatindedirler.

Eğer Hz. Süleyman rüzgâra bi­nip Kabile kadar gitmiş olsaydı; aşağı yukarı Kabil kadar bir uzak­lıkta olan Sebe diyarına da gider bizzat ora halkı hakkında bilgi edi­nirdi.

 “Ben, dedi, senin görmediğin bir şeyi gördüm ve Sebe’den sana ger­çek bir haber getirdim.(Neml/22) diye haber getiren Hüdhüd kuşuna gerek kalmazdı.

“Süleyman‘ın Cinlerden, insanlar­dan ve kuşlardan müteşekkil olan or­dusu toplandı. Hepsi toplu olarak gidi­yorlardı. Sonunda karıncaların bulun­duğu vadiye geldiklerinde bir karınca: Ey karıncalar! dedi, yuvalarınıza girin ki Süleyman ve orduları farkında ol­mayarak sizi ezmesinler.”(Neml/18)

Bu ayette ise Süleyman’ın ordusu­nun günümüz orduları gibi gayet düzenli bir yürüyüşle sevk edildiğini ve “bir karıncanın” diğer karınca­lara ezilmemeleri için uyarıda bu­lunmasından da Süleyman @’ın ordusunun rüzgâra binerek hareket etmediği anlaşılıyor.

Burada söylemek istediğimiz şudur: Hz Süleyman; Allah’ın kendisine tahsis ettiği egemenlikle rüzgâra emrederek, yarım günde yani on iki saatte, bir aylık mesafe hızındaki rüzgârı, denizlerdeki gemileri için kullanarak ticari üstünlük sağlamıştı. Akdeniz kıyısındaki limanlar Çin ve Yemen üzerinden deniz ve kara ipek yolundan gelen ticari malları Afrika ve Avrupa’nın en ücra köşelerine hızla sevk edebiliyordu. Onun rüzgâra hakimiyeti sadece denizler üzerindeydi.

 

   B/ İNŞAATÇILIK

 Süleyman @ aynı zamanda ya­pı işlerine de ağırlık vermişti. Yap­tırdığı binaların en görkemlisi Ku­düs’te inşasına başlanılan Mabeddi. Tevrat’ta Hz Süleyman’ın inşaatlarının çok büyük ve yıllarca süren yapılar olduğu anlatılır.

Süleyman iki yapıyı – RAB’bin Tapınağı’yla kendi sarayını – yirmi yılda bitirdi. “  (1.Krallar,9/10)

“Kral Süleyman RAB’bin Tapınağı’nı, kendi sarayını, Millo’yu ve Yeruşalim’in surlarını yaptırmak; ayrıca Hasor, Megiddo ve Gezer kentlerini onarıp güçlendirmek amacıyla angaryacıları toplamıştı. “(1.Krallar,9/15)

Emrinde inşaat işlerinde çalıştırdığı binlerce köle ve usta ve bunları gözetleyen kahyaları vardı. Kur’an bu hususu şöyle belirtiyor.

Ve Şeytanları: Her bina ustasını ve dalgıcı. Ve zincirlerle birbirine bağlanmış di­ğerlerini buyruğu altına verdik.”(Sad/37-38)

Bu sayede çok zor iş olan inşaatçılığa ağırlık verildi. Her şeyin insan emeğiyle yapıldığı o çağlarda başlanılan bir inşaat yıllarca sürüyordu. Binlerce köle besleyen, yıllarca süren yapılara, yığınlarca malzemeyi temin edebilen, Hz. Süleyman’ın hükümdarlığının istihdam gücünün ne denli büyük olduğu Tevrat’ın 1. Krallar bölümünde şöyle dile getiriliyor:

 “Ve Süleyman’ın yük taşıyan yetmiş bin ve dağlarda taş kesen seksen bin adamı; bunlardan başka Süleyman’ın işte çalışan kavmin üzerine hükmeden, işin başında bulunan üç bin altı yüz baş kahyaları vardı… Ve Süleyman on yıldır evini yapıyordu.” (2.Tarihler, 2/2)

 

   C./BAKIR

 “…Onun için su gibi erimiş bakır akıttık.” (Sebe/12)

Allah, Hz. Süleyman’a, bakır madenini bahşetti. Böylece babası Davud’a demiri yumuşatarak savaş malzemeleri yapma sanatını ihsan eden yüce Allah, Süleyman’a da bakır madenini su gibi akıtarak, Davud’dan kalan demircilik sanatının üzerine bakırcılığın da eklemesini sağladı. Böylece bakırcılık gelişti, bina dekorasvonları, heykeller, devasa kazan kaplar imal edilmeye başlandı.

“Süleyman için o ne dilerse; Mabedler, heykeller, büyük havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yaparlardı.”(Sebe/13)

Süleyman inşa ettiği mabedin süslemelerini bakırdan yaptırıyordu. İnşaatlarda çalışan binlerce işçinin yemekleri için dev kazanlar ve günlük yaşamda kullanılan kap kacakları bakırdan döktürmüştü. Bakır artık günlük hayatın bir parçası olmuştu.

Tevrat’ın 1. Krallar bölümünde her birinin dört arşın olduğu belirtilen tunçtan on kazan yaptığı belirtilir. Burada, Süleyman Ateş’in “Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri”isimli eserinde üzerinde durduğu “Kıtr” kaynağının katran olduğu iddiasına değinmekte yarar görüyoruz. Ateş; “Müfessirlere göre “Kıtr”kayn­ağı, erimiş bakır kaynağıdır.”de­dikten sonra “Fakat Muhammed İzzet Derveze’nin işaret ettiği gibi kıtr’ın, katran yani petrol olması daha uygundur.”Hz. Süleyman, o kaynaktan elde edilen katrandan yararlanmıştır. Akla uygun olan budur. Yoksa erimiş bakırın o zaman için sel gibi akıtılması akla uy­gun düşmemektedir.”(Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Cilt7, s. 241, İstanbul, 1990) diyerek, “Kıtr”ın bakır değil, katran olduğunu iddia etmektedir. Ateş; bu kanıya çağımızın en önemli kaynağı olan petrolün, o bölgede bulunma­sından dolayı varıyor. Oysa Sebe suresi 13. ayetinde belirtilen “kaleler, heykeller, havuzlar kadar büyük leğenler, sabit kazanlar’ın hangi madenlerden yapıldığı hakkında bir fikir serdetmiyor, o dönemde günlük hayatta kullanılması pek bir şey ifade etmeyen katranın “kıtr kaynağı”olduğunu savunuyor. Halbuki 12. ayetin siyak ve sibakı incelendiğinde bakır kaynağı olduğunu gösteriyor. Süleyman; Mabedin ve inşa ettirdiği diğer yapıların süsle­melerini, koca koca kazanları, kapları acaba hangi madenden yaptırıyordu? Bu bolca harcanan madenin bereketi nereden geliyordu?

    Onun için su gibi erimiş bakır akıttık. Rab­binin izniyle, yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bun­lardan buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık. Süleyman için, o ne dilerse, mabedler, heykeller, büyük havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yaparlardı. “(Sebe/12-13)

 

Tevrat metinlerinde ise bakır ve işçiliği ve eserleri hakkında şu ifadeler yer alır:

“Hiram kaplar, kürekler, leğenler yaptı. Böylece Kral Süleyman için üstlenmiş olduğu Tanrı’nın Tapınağı’yla ilgili işleri tamamlamış oldu: “

“On kazan ve ayaklıkları, “

“Havuz ve havuzu taşıyan on iki boğa heykeli, “

“Kaplar, kürekler, büyük çatallar. Huram-Avi’nin Kral Süleyman için RAB’bin Tapınağı’na yaptığı bütün eşyalar parlak tunçtandı.” (2.Krallar,4/11,14,15,16)

“Eşyalar o kadar çoktu ki, Süleyman hepsini tartmadı. Kullanılan tuncun hesabı tutulmadı. “(2.Krallar,4/47)

 

    Ç./ ATLAR

 Süleyman @’ın sahip olduğu nimetler arasında atlar da vardı.

Ordusunun süvari birliklerini, en iyi cins atlar olduğu bilinen Arap atları ile teçhiz etmişti.

“Süleyman savaş arabalarıyla atlarını topladı. Bin dört yüz savaş arabası, on iki bin atı vardı. Bunların bir kısmını savaş arabaları için ayrılan kentlere, bir kısmını da kendi yanına, Yeruşalim’e yerleştirdi. “(2.Krallar,1/14)

Kur’an’ı Kerim’de ise Süleyman’ın @ atları ve onun bu hayvanlara olan sevgisi üzerinde durulur.

Ona bir akşamüstü, çalımlı, cins koşu atları sunulmuştu. Süleyman:

“Doğrusu, ben bu iyi malları, Rabbimi anmayı sağladıkları için severim.”Demişti.” (Sad/31-32)

Bu ayet-i keri­me’den anlaşıldığı kadarıyla, kendi­sine bir beldeden (Tevrat’a göre Mı­sır’dan) getirilen cins atlarla, Hz. Süleyman bizzat ilgilenmiştir.

“Mısır’dan bir savaş arabası altı yüz, bir at yüz elli şekel gümüşe getirilirdi. Bunları bütün Hitit ve Aram krallarına satarlardı. “  (1.Krallar,10/29)

“Süleyman’ın atları Mısır ve Keve’den getirilirdi. Kralın tüccarları atları Keve’den satın alırdı. “(2.Krallar,1/16)

Süleyman @ Arap atlarının harika görünüşleri ve Allah yolunda kullanılan bir nimet olma­sı hasebiyle, atları sevdi­ğini söylemektedir.

 

Atları yarıştırıp deneyen Süleyman, onları yanına getirip ba­caklarını ve boyunlarını okşar. Bu ayetlerde belirtilen mal sevgisi; Al­lah tarafından verilen malların Al­lah’ı anmayı, onu hatırlamayı sağ­ladıkları için sevilmesi olayıdır; dünya hayatına tapan insanların mal sevgisi gibi olmadığını belirt­mesi içindir. Hz. Süleyman’ın mal sevgisi Allah’ın istediği nizamın te­mini için atların ve diğerlerinin bir vasıta olmasından dolayıdır. Hz. Süleyman her zaman Allah’a; ver­diği nimetler için şükreden bir kul­du. 0 denenmiş biriydi. Allah’a asi olması mümkün değildi. Bunu Al­lah, bir sonraki ayette şöyle belirtiyor:

 “And olsun ki Süleyman‘ı dene­dik, hükümranlığını zayıf düşürdük; sonra eski haline döndü. Süleyman:‘Rabbim, beni bağışla! Bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hü­kümranlık ver! Sen şüphesiz, daima bağışta bulunansın.’ dedi.”   (Sad/34-35)

 

“Koşup, toz perdesi arkasında kay­boldukları zaman: ‘Artık yeter, onları bana getirin.’ dedi. Bacaklarını ve bo­yunlarını sıvazlamaya başlamıştı. (Sad/33)

Müfessirlerden bazıları ise bu ayetlerde geçen “Meshetme” olayını Süleyman’ın atları seyrederken na­maz vaktini kaçırmasından ötürü atların boyun ve bacaklarını kesme­si olarak yorumlamışlardır. Namaz ibadetini tam yerine getirememe­sinden dolayı, buna sebep olan atları katlettiğini iddia eden müfessirler, böyle acayip bir yorumdan sonra olayı yumuşatmak için Sü­leyman’ın atları tasadduk ettiğini; bu yorumda da açık verince at etinin o zamanlar helal olduğunu bu sebeple fakirlere tasadduk edildiği­ni savunmuşlardır.

Ayetlerde anlaşılması gereke­nin Süleyman’ın mal sevgisinin; Al­lah rızasını kazanma yolunda bu malların bir vesile olduğunu itiraf etmesi iken, olmadık yorumlara gi­dilmesi sonucu, ayetlerin asıl mesa­jı kaybolmaktadır. Dolayısı ile olay hidayetle ilgili olmaktan ziyade ta­rihsel boyutlarda kalmaktadır.

 

   D./ CİNLER

   Hz. Süleyman babasının zama­nından devam edegelen bir hü­kümdarlığın sahibi idi. Bu hükümdarlığı tesis ederlerken çeşitli sa­vaşlar yapmışlar, bu savaşlardan aldıkları ganimetler yanında sava­şan düşmanlardan esirler, köleler edinmişlerdi.

Rabbinin izniyle, ya­nında iş gören “CİN”leri onun buyruğu altına verdik.”(Sebe/12)

Dalgıçlık yapan ve bundan başka işler de gören ŞEYTAN’lardan da onun buyruğu altına verdik.”(Enbi­ya/82)

Süleyman’ın CİNlerden, insan­lardan ve kuşlardan müteşekkil ordusu toplandı.”(Neml/18)

“…Bina kuran ve dalgıçlık yapan ŞEYTAN’Iarı, demir halkalarla bağlı diğerlerini onun buyruğu altına ver­dik.” (Sad/37-38)

Eğer emrinde böyle büyük bir güç mevcut olmasaydı, emeğe da­yalı işlerin yoğun olduğu o dönem­de Hz. Süleyman’ın yıllar sürecek binalar yapmaya girişmesi müm­kün olamaz. Ayrıca ticaret ve di­ğer el sanatlarının yoğun olarak ya­pılması mümkün olmazdı.

  

Tevrat metinlerinde Hz Süleyman’ın insanlar üzerindeki egemenliğini, o dönemin İsrail krallığının, insan popülasyonuna ait demografik yapı şu ifadelerle anlatılmaktadır.

  “Babası Davut’un yaptığı sayımdan sonra, Süleyman da İsrail’de yaşayan bütün yabancılar arasında bir sayım yaptı. Yabancıların sayısı yüz elli üç bin altı yüz kişi olarak belirlendi.” (2.Krallar,2/17)

İsrail halkından olmayan Hititler, Amorlular, Perizliler, Hivliler ve Yevuslular’dan artakalanlara gelince: “

Süleyman İsrail halkının yok etmediği bu insanların torunlarını angaryaya koştu. Bu durum bugüne kadar sürmektedir. “  (2.Krallar,8/7,8)

“Kral Süleyman adına halkı denetleyen iki yüz elli görevli de İsrail halkındandı. “(2.Krallar,8/10)

 Hz. Süleyman’ın büyük bir ordusu vardı. Bu ordunun mühim bir bölümü atlılardan, atlı arabalardan oluşan birliklerdi.

  ”Ancak İsrail halkından hiç kimseye kölelik yaptırmadı. Onlar savaşçı, birlik komutanı, savaş arabalarıyla atlıların komutanı olarak görev yaptılar.”(2.Krallar,8/9)

Bunun yanı sıra iki insan topluluğunun karşı karşıya gelerek çarpışması şeklinde yapılan savaşlarda ele ge­çirilen Cinler bazı yorumculara göre (esirler veya Tevrat ifadelerindeki deyimle angaryacılar) bu savaşlarda kullanılmış olsaydı, asıl ordu bir­likleri daha çok yıpranırdı. Neml Suresi 18. ayetinde verilen “Süley­man’ın CİNlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil ordusu toplan­dı.”Cin, insan ve kuş sıralaması, ordunun savaş düzeni hakkında bize, yukarıda serdettiğimiz Cinlerden kastın savaşlarda ele geçirilen esirler olabileceği ile ilgi­li fikirlerin isabetli olabileceğini hissettirmektedir.

Bütün bu tespitlerden sonra, Süleyman’ın emrindeki cin ve şey­tan olarak isimlendirilen kölelerin insanüstü yaratıklar olduğunu ile­ri sürenlere karşı, şunları da ifade etmekte yarar vardır.

1. Demir halkalarla bağlı” ifade­si günümüz filmcilerinin tarihi filmlerde köleleri hep boyunları ve ayakları bağlı olarak tipledikleri gi­bi, boyunları ayakları zincirlerle bağlı “insan” esirleri ifade ediyor olabilir. Yoksa insanüstü varlıkların zincire vurulması gibi garip bir yorum yapmak gerekirdi ki; bu mantıksız bir yorum olurdu.

2. Dalgıçlık yapan” Şeytanlar ifadesi ise İnci ve Sünger çıkarmak için denizin derinliklerine dalan in­sanları anlatmaktadır. Dünyanın birçok bölgesinde halen bu tip in­sanlar vardır ve geçimlerini bu yol­la temin etmektedirler. Kur’an’da denizin derinliklerinden çıkarılan inci ve mercan hakkında şu ayeti kerime geçmektedir. Bu iki deniz­den de inci ve mercan çıkar.”(Rah­man/22)

3. Süleyman‘ın Cinlerden, in­sanlardan ve kuşlardan müteşekkil olan ordusu toplandı.” ayetinde cin­lerin, ordunun en ön safında yer al­ması onların bir nev’i yem olarak öne sürülerek hem onların bu yolla cezalandırılması sağlanmış ve hem de karşı ordu yıpratılmış oluyordu. Esasen bu Cinler insanüstü varlık­lar olsalardı arkadan “insan” birlik­lerinin sürülmesine gerek kalmaz­dı. Çünkü kılıç, ok, mızrak işlemeyen bir orduya karşı hiçbir ordu karşı koyamazdı.

Bütün bu esirlere Cin ve Şeytan denilmesi, onların ele geçirilen ya­bancı kavimlerden olmalarından ileri gelmektedir. Aynı zamanda bu köleler Hz. Süleyman’a karşı çıkan kafirler olmalarından dolayı bu sı­fatlarla isimlendirilmiş olsalar gerektir.

 “Cin kelimesi insanlar arasında bir sınıf için de kullanılmaktadır. Hatta Şeytan kelimesi bile Kur’an’da bir çok defalar insanlar için kullanılmıştır. Fena insanlar­dan bir çok yerlerde Şeytanlar adı ile bahsedilmiştir (2/14; 3/175; 21/82 vs. olduğu gibi). Fakat Arap edebiyatında cin kelimesinin insan için kullanılması İslamiyetten ev­veldir. Musa Ibn Cabir’in, Cinlerim de kaçıp gitmedi, mısraı (Cin gibi olan arkadaşlarım da kaçıp gitme­diler) şeklinde tefsir edilmektedir. Burada cin kelimesinin insan ma­nasına geldiği açıkça görülmekte­dir. Tirmizi de (Araplar, işinde ça­buk ve zeki olan kimseleri Cinlere veya Şeytanlara benzetirler) der. İslamiyet’ten önceki şiirlerde Cin keli­mesinin, büyük ve cesur insanlar için kullanıldığını gösteren misaller vardır. Sonra Arap dilcileri cin keli­mesini “mu’zam al-nas”yani insanların ekseriyeti, yahut da beşeriye­tin kısmı küllisi olarak izah ediyor­lar.”(Mevlana Muhammed Ali, İslam Dini,s. 128,İstanbul, 1946)

Mantıken bir resulün emrine ŞEYTAN’ın verilmesi Kur’an espri­sine uygun düşmez. Çünkü Rasul ve Şeytan iki zıt kutuptur. İkisinin yan yana gelmesi Vahy’e gölge dü­şürür.

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.”(Enam-112)

Dolayısıyla Süleyman @’ın emrindeki şeytanları ele geçirilen esirler olarak yorumlanması bizce de en tutarlı yorumdur. Doğrusunu Allah bilir.

 

 E./ KUŞ MANTIĞI

 “Ey insanlar. Bize Mantıkut-Tayr öğretildi.” (Neml/16).

 Sebe Melikesi ile Hz. Süleyman arasına geçen olaylar öncesinde açıklanan bu özellik aynı zamanda Sebe’den haber getirip, diyalogu sağlayan Hüdhüd kuşunun Süleyman’la an­laşmasını izah etmiş oluyordu. “Şu yazımı onlara götür, onlara at. “(Neml/28)

Hz. Süleyman’ın kuşlarla olan ilişkisi, babası zamanında başlamış­tı:

“Doğrusu Biz, akşam sabah onunla beraber tesbih eden dağları, KUŞLARI da toplu halde onun buyruğu altına vermiştik.”(Sad/18)  Davud da kuşlarla ilgilenmişti, onun bu ilgisi Süleyman’da da devam etmişti. Da­ha sonraları Süleyman @, kuşların hareketlerini de anlamaya başlamış ve onları çeşitli işlerde kullanma imkanlarını elde etmişti.

“O yalnız kuşların sesleri veya hareketleri ile ifade ettikleri hisler­ini anlamakla kalmıyor, o hisleri idare eden mantıkı, ledünniyatı da biliyordu.”(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur‘an Dili, Cilt 5,s. 3665, İstanbul, 1979)

“Binaenaleyh kuşun muhtelif hisleri arasındaki münasebatı idare eden hassasiyet kuvvesi kuş mantı­ğı ve hislerini izhar için çıkardığı sesler de kuşdili demek olur. Me­sela horozun yem aramak için de­şinmesinde bir mantık vardır. Yemi bulduğu zaman “dik, dik”diye ta­vukları çağırması da bir nutuk, bir dil demektir.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur‘an Dili, Cilt 5,s. 3665)

Dolayısıyla kuş mantığını kav­rayan Süleyman @ onları istediği yerlerde kullanmayı başarmıştı. “Hz. Süleyman (as.) bu kuş birlik­lerini, muhtemelen haberleşme, avlanma ve buna benzer görevler için kullanıyordu.”(Mevdudi, a. g. e., Cilt 4,s. 88)

 

    ÜÇ./ SEBE MELİKESİ

Neml Suresi’nde anlatılan, Sü­leyman (a) ve Sebe melikesi arasın­da geçen olaylar; Kur’an-ı Kerim’in diğer surelerinde anlatılan Hz. Sü­leyman ile ilgili kıssaların iyice an­laşılmasından sonra daha iyi kavra­nacaktır.

“Süleyman‘ın cinlerden, insanlar­dan ve kuşlardan müteşekkil olan or­dusu toplandı. Hepsi toplu olarak gidi­yorlardı. “(Neml/18)

Hz. Süley­man ordusu ile bir sefere çıkar, fa­kat bir müddet sonra Hüdhüd ona bir haber getirir. Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe’den doğ­ru bir haber getirdim.”

Bu ayet-i ke­rimeden anlaşılan, Hz. Süleyman’ın Sebe’den haberi olmadığıdır. Allah onu, Hüdhüd vasıtasıyla Sebe’den, orada olanlardan haberdar eder ve bu vesileyle de Sebe ülkesine yönlendirir.

Burada haberleşmeyi; kıssanın an­latımına başlarken Ey insanlar! Bize KUŞ MANTIĞI öğretildi.” diye belirtilen “Mantıku’t-tayr”sayesin­de Süleyman’la Hüdhüd arasındaki diyalog sağlar. Tabi burada Hüd­hüd ile Süleyman arasındaki ko­nuşmalar sanki hüdhüd insan dili biliyor da konuşuyor gibi anlaşılı­yorsa da; aslolan MANTIKUT­TAYR’ı bilen Hz. Süleyman tarafın­dan Hüdhüd’ün mantığı kavrana­rak oluşan diyalog olduğu kabul edilmesi lazımdır. Bu hususa mer­hum Elmalılı Hamdi Yazır; Hak Di­ni Kur’an Dili adlı tefsirinde şöyle değinir: “…Süleyman’a kuşdili de­ğil, kuşa insan dili bildirilmiş olur. Halbuki ‘Bize mantıku’t-tayr öğre­tildi’ buyrulmuştur. Ehemmiyet ku­şun söylemesinden ziyade Süley­man’ın anlamasında ve anlayışının derinliğindedir.”

Hüdhüd’ün getirdiği haberde Sebe ile ilgili anlattığı detaylar Pey­gamberlik fonksiyonunun Allah ta­rafından Hüdhüd ağzıyla ifade edilmesidir. Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm.”Sebe kav­minin Allah’ı tanımadıkları, Allah zannıyla güneşe taptıklarını anlatı­yor. Bunu niçin yapıyorlar?   “…Şey­tan kendilerine, yaptıklarını güzel gös­termiş, onları doğru yoldan alıkoy­muştur.”0 halde ne olacaktır? Şeytan onlara eğri yolu süslü gös­terdiği için, doğru yolu bulamaya­caklardır. Onlara Allah’ın dinini bildirecek bir resul gereklidir. İşte Allah’ın Süleyman’ı Sebe’ye sevk etmesi; onlara doğru yolu bildirmek istemesinden kaynaklanıyor. Tabii ki bu ayetler bize, aynı zamanda peygamberliğin toplumdaki fonksi­yonunu anlatmış oluyor.

Hüdhüd’ün Süleyman’a Sebe kavminin durumunu bildirdikten sonra;

Süleyman (a) Melike’ye Hüdhüd vasıtasıyla bir mektup gönderir. Mektubu alan Melike, he­men mele’sini toplar.

 “Ey ileri ge­lenler! Vereceğim emir hakkında bana fikrinizi söyleyin; siz benim yanımda bulunmadıkça, bir iş hakkında kesin bir hüküm veremem. “ (27/32)

Bu ayet, Melikenin ülkeyi nasıl yönettiği hakkında bize bir fikir veriyor. Daha önce 23. ayette Melike’nin elde ettiği nimetler sayılır:

“Ora halkına hükmeden, her şeyden kendisine bolca verilen ve büyük bir tahta  sahip olan bir kadın buldum.”

Kendisine her şeyden bolca verilen, ifadesi Süleyman @ için de kullanılır ­Ey insanlar! Bize kuşdili öğre­tildi ve bize HER ŞEYDEN BOLCA VERİLDİ.“

Şu halde Melike büyük bir servet sahibidir ve ülkesini şura ile yönetmektedir. Sebe Melikesi Belkıs ile Hz. Süleyman arasında yapılacak bir kıyaslamada, ülke yö­netim tarzları ile sahip oldukları servetlerin birbirlerine yakın olduğunu gösteren verilerle karşılaşıyo­ruz. Her iki yönetim birbirinin aynı kapasiteye sahiptirler. Ancak Belkıs’ın yönettiği devlet ve tebaası şirke düşmüş, Allah’a isyan etmişler­dir. Hz Süleyman’ın yönetimi ise adaleti ile şöhret bulmuş, ele geçiri­len yerler ve tüm bölgede nam sal­mış, diğer idarelerin gözleri kork­muştu. Tabii bu Belkıs tarafından da duyulmuştu.

Yapılacak en iyi iş, Hz. Süley­man’ın mektubunu aldıktan sonra, Süleyman’ın zayıf taraflarını yokla­maktı. Neticede şura, Hz. Süley­man’ın hediyelerle denenmesine karar verir. Bu kararda şu psikoloji vardır: Krallar her ne kadar büyük bir servete sahip olsalar da, tebaları tarafından saygı ile karşılansalar da, yine de içlerinden elde ettikleri bu nimetlerden daha da fazlasını isterler. Bu onların zayıf tarafları­dır. Dolayısı ile iyi bir yönetici olan Melike, Süleyman’ı denemek ister. Fakat umdukları gibi olmaz. Süley­man (a) mala düşkün biri değildir. Allah bunu daha önce anlatmıştı.

 “(Süleyman) Doğrusu ben bu iyi mal­ları Rabbimi anmayı sağladıkları için severim.” (Sad/32)

Hz. Süley­man’ın, malı Allah’a hizmette bir vasıta olduğu için sevdiğini bilme­yen melikeye cevabı çok serttir:

 “Allah’ın bana verdiği size verdiğin­den daha iyidir. Ama belki de siz hedi­yenizle sevinirsiniz. Onlara dön! An­dolsun ki, güç yetiremeyecekleri bir or­du ile gelir onları oradan alçalmış ve küçük düşmüş olarak çıkarırız.” (27/36)

Bu sert cevap içerisinde Melike’nin da­ha önce ifade ettiği bir husus yer alır. O da; Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını bo­zarlar, onurlu kimselerini aşağılık yaparlar. (27/34) şeklindeki hükümdarlar hakkındaki tanımıdır.

Hz. Süleyman, bu sert cevabı yolladıktan sonra, Melike’nin tes­lim olacağından o kadar emindir ki şöyle bir çağrı yapar.

 Ey cemaat! Bana teslim olmalarından önce, hangi­niz o kraliçenin tahtını yanıma getirebilir?”(27/38)

Amacı ona kudretinin bü­yüklüğünü göstermektir. Buna bile gerek kalmaz çok zeki biri olan Me­like; Süleyman’ın hükümdarlığı hakkında tevatüren edindiği bilgi­lerle, bu mülkün Allah’ın yardımı olmadan olamayacağı kanaatine varır. Hz. Süleyman’la görüşmek üzere Kudüs’e doğru yola çıkar.

Tevrat’ta Süleyman peygamberin koltuğundan bahsedilmekte ise de; bu koltukla; Kur’an’da anlatılan Sebe ülkesinden gelen Sebe melikesinin koltuğu ile hiç irtibat kurmamaktadır.

“Kral fildişinden büyük bir taht yaptırıp saf altınla kaplattı.

“Tahtın altı basamağı, arka kısmında yuvarlak bir başlığı vardı. Oturulan yerin iki yanında kollar, her kolun yanında birer aslan heykeli bulunuyordu.

“ Altı basamağın iki yanında on iki aslan heykeli vardı. Hiçbir krallıkta böylesi yapılmamıştı. (1.Krallar,10/18,19,20)

Belkıs Kudüs’e doğru yol alır­ken onun Müslüman olduğundan haberi olmayan Hz. Süleyman, Kitap ilmine sahip birisi sayesinde Belkıs’ın tahtını getirttirerek, tahtı melike tarafından tanınamayacak hale getirtir. Süleyman’ın Melike’ye ilk sorusu, yanı başlarında duran tahtın kime ait olduğu idi. Belkıs’ın cevabı ise tahttan ziyade Allah’a teslim olması ile ilgiliydi. Sanki odur, daha önce bize bilgi verilmişti ve teslim olmuştuk. Rivayeten aldığı bu bilgilerle teslim olan Melike, Hz. Süleyman’ın sahip olduğu eserleri görünce kalbi daha mutmain olur ve şöyle der:

 “Rabbim! Şüphesiz ben kendime yazık etmişim. Süleyman’la beraber alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum. (27/44)

Böylece Allah’ın verdiği nimet­leri, O’nun yolunda kullanan bir yöneticinin ve toplumun ulaştığı seviye Belkıs’a gösterilmiş, onun da elindeki serveti Allah yolunda kul­lanması gerektiği anlatılmış oluyor­du.

 

     DÖRT./ SÜLEYMAN’IN ÖLÜMÜ

 ”Süleyman‘ın ölümüne hükmetti­ğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun ölümünü cinlere fark ettirdi. 0 ölü olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azab içinde kalmaz­lardı.”(Sebe/14)

 Süleyman @, babasından dev­raldığı hükümdarlığı adaletle; Al­lah’tan aldığı Resullüğü hak ile ye­rine getirip eceli geldiğinde vefat ettirilir. Emrindeki cinlerin bu olay­dan haberleri olmaz. Dolayısıyla azab içinde hayatları devam eder. Eğer Süleyman’ın ölümünden ha­berleri olsalardı isyan eder kurtu­lurlardı.

Müfessirler ise bu ayete farklı bir açıdan yaklaşırlar. Mehmed Vehbi Efendi’ye göre: “Nastan ay­larca uzlet edip hiç kimseyle ihtilat etmeksizin ibadetle meşgul olarak evvelden beri adeti olduğundan, herkes eski adetine hamletmiş ve ölümü hatırlarına gelmemişti. 0 zamanda asaya dayanarak ibadet etmek caiz olduğundan asa üzerine dayanması da adet-i sabıkaya muvafık olduğu cihetle tul-u müddet vefat ettiği halde asa üzerinde kala­cağı görülmüş bir şey olmadığın­dan hiç kimsenin şüphesini dai ol­madı. Halbuki cinniler biz gaybı bi­liriz diyerek halkı aldatıyorlardı.”(Konyalı Mehmed Vehbi Efen­di, Hülasat’ül-Beyan, Cilt 11-12, s 4493, İstanbul, 4. Basım )

Raziye göre: “Süleyman bazen tam bir gündüz gece ayakta Allah’a ibadet ederdi. Hatta bazen daha da uzatırdı. Bir asası vardı, ona daya­narak O’nun huzurunda dururdu. İşte böyle bir ibadeti sırasında değ­neğe dayanmış iken vefat ettirildi. Askerleri kendisini ibadette sanı­yorlardı. Böylece günler, aylar geç­ti. Sonra Allah işin ortaya çıkmasını isteyince kurt, Süleyman’ın değne­ğini kemirerek çürüttü ve Süley­man yere düştü. Süleyman’ın öldü­ğünü daha önce fark etmeyen ve kendilerinin gaybı bildiğini zanne­den cinler, bu durum karşısında gaybı bilmediklerini anladılar.”(Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Cilt 7, s 243, İstanbul, 1990)0

Ayeti açıklamak için müfessirle­rin yaptıkları yorumlar oldukça ilginç. Asa’ya dayalı olarak günler haftalar hatta aylar geçirip ibadet etmek gibi bir ibadet çeşidi buluna­rak olayı izah etmek çok acayip bir yorum olsa gerektir. Hal böyle olsa bile namazın sadece kıyam bölümünü ikmal edip diğer erkanlarını yerine getiremeyen biri derhal fark edilirdi. Hele hele asaya dayanarak namaz kılan birinin rahatsızlığından ötürü bunu yapsa gerektir ki eğer böyle ise oturarak namazı ­kılabilirdi. Büyük bir hükümdarlı­ğın sahibine bu uzun müddet içeri­sinde hiç bir şey danışılmaması mümkün olmazdı. Kırk gün toplu­mundan ayrılan Musa peygamberin, döndüğünde onları buzağıya tapar bulması; Süleyman’ın böyle çok uzun müddet toplumdan ayrı kalmasının mümkün olmadığına delalettir.

    Ömer Rıza Doğrul’a göre: “Süleyman’ın dayandığı değnek, onun saltanatıdır. değneğini yiyen kurt da oğlunun idaresizliği ve zaafıdır. Cinler de kendisinin emri altına gi­ren yabancılardır. Süleyman’ın ölü­münden sonra onun saltanatına musallat olan oğlu Rehoboam, sefa­      zevke daldığından, onun saltanatını kemirdi, çürüttü, sonunda İsrailoğulları’na hizmet eden, boyun eğen kabileler, artık onlara boyun eğmediler.“(Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Cilt 7, s 244)

Tevratta da Süleyman’ın ölümünden sonra yerine oğlu Rehobo­am’ın geçtiğini fakat; ülkeyi babasının yönettiği gibi iyi yönetemediği­ni anlatır.

Dolayısı ile Süleyman’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu adaletle ülkeyi yönetememiş, fakat emrindeki köleler, kavimler idare­ye tabi olarak itaatten ayrılmamışlardır. Ne zaman ki Süleyman’ın ölümünü haber almışlar o zaman idareye karşı gelerek, tabi olmaktan imtina etmeye başlamışlardır. Eğer Süleyman’ın ölümünü daha evvel haber almış olsalardı, itaat etmeyerek isyan edecekler ve baskıdan kurtulacaklardı.

Tevrat’ta Süleyman’ın @ ölümünden sonra oğlu Rehavam’ın ülkeyi idare edemediğini; yönetime hem İsrail halkı hem diğer tebaanın başkaldırdığı anlatılmakta ve bu durum İsrail krallığının Yahuda ve İsrail olarak ikiye bölünmesine kadar giden sürecle sonuçlandığı görülmektedir.

“İhtiyarların öğüdünü reddeden Kral Rehavam, gençlerin öğüdüne uyarak halka sert bir yanıt verdi: “Babamın size yüklediği boyunduruğu ben daha da ağırlaştıracağım. Babam sizi kırbaçla yola getirdiyse, ben sizi akreplerle yola getireceğim.”

“Kralın kendilerini dinlemediğini görünce, bütün İsrailliler, “

“Ey İsrail halkı, haydi evimize dönelim!

“Rehavam da yalnızca Yahuda kentlerinde yaşayan İsrailliler’e krallık yapmaya başladı.

“İsrailliler Kral Rehavam’ın gönderdiği angaryacı başı Hadoram’ı taşa tutup öldürdüler. Bunun üzerine Kral Rehavam savaş arabasına atlayıp Yeruşalim’e kaçtı. “

“İsrail halkı, Davut soyundan gelenlere hep başkaldırdı “(2.Krallar,10/13-19)

 Hz Süleyman’ın ölümü hakkında Tevrat’ta muharref ifadeler vardır.

 ”Kral Süleyman Firavunun kızının yanısıra Moavlı, Ammonlu, Edomlu, Saydalı ve Hititli birçok yabancı kadın sevdi. “

“ Bu kadınlar RAB’bin İsrail halkına, “Ne siz onların arasına girin, ne de onlar sizin aranıza girsinler; çünkü onlar kesinlikle sizi kendi ilahlarının ardınca yürümek üzere saptıracaklardır” dediği uluslardandı. Buna karşın, Süleyman onlara sevgiyle bağlandı.       

“Süleyman’ın kral kızlarından yedi yüz karısı ve üç yüz cariyesi vardı. Karıları onu, yolundan saptırdılar. “

“Süleyman yaşlandıkça, karıları onu başka ilahların ardınca yürümek üzere saptırdılar. Böylece Süleyman bütün yüreğini Tanrısı RAB’be adayan babası Davut gibi yaşamadı.   

“Saydalılar’ın tanrıçası Aştoret’e ve Ammonlular’ın iğrenç ilahı Molek’e taptı.”(1.Krallar,11/1-5)

 

Allah Tevrat’ta geçen Süleyman peygamber hakkındaki bu çirkin iftirayı şiddetle redde­der.

Şeytanların Süleyman’ın hü­kümdarlığı hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kafir değildi, ama insanlara sihri öğreten şeytanlar kafir olmuşlardı.”   (Bakara/102)

Gerek müfessirlerin yaptığı yo­rumlar, gerekse Ömer Rıza Doğrul’un yaptığı izah, sonuçta vakıayı anla­maya yönelik ferdi görüşler olarak alınmalı, ama nihai tespit olarak de­ğerlendirilmemelidir. Zira Rabbi­miz bu detay üzerinde Kur’an’da fazla durma­mış, asıl mesajı, öne çıkarmıştır:

“…Şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı al­çak düşüren bir azab içinde kalmazlar­dı.”

Bizler için önemli olan husus budur. Ölümün nasıllığının bilin­mesi bizlere pek bir şey kazandır­mayacaktır. Hatta belki de gerek­sizdir.

 

 

    BEŞ./ BİR TESBİT

 Müslümanlar, Kur’an’la olan iliş­kilerinin niteliğini zamanla kaybet­mişler, Kur’an’ın verdiği mesajdan ziyade kavramlar üzerinde uğraşır olmuşlardır. Süleyman kıssası da aynı akıbete uğramış, bu kıssa an­cak “karınca, kuş, Belkıs, taht, köşk, Süley­man (a)’ın ölümü”gibi ayrıntılar olarak zihinlerde yer etmiştir.

Dolayısıyla müfessirlerimizin tefsirleri; Süleyman kıssasının deği­şime uğramış kavramlarının yerlerine oturtturularak, müfessirlerin yaşadıkları çağlardaki toplumlarına; Süleyman kıssasının vermek is­tediği mesajı o çağlara yansıtarak vermeleri gerekirken ayrıntıların tartışıldığı metinlerle dolup taşmış­tır.

Kur’an’ı yüzünden okuyup içeri­ğine vakıf olamayan halk, Süley­man @ gibi nice krallık, imparator­luk kuranların gidişat ve çökmeleri hakkında ne bir değerlendirme ne de tepki gösterememişlerdir. Ser­vet, zevk-ü sefa peşinde, toplumu­nu unutarak yaşayan yönetimlerini uyarma arzusu gösteremediklerin­den her türlü eza ve cefaya maruz kalmışlardır.

 

 

   Sonuç

 Sonuç olarak Süleyman (a) kıs­sasının vermek istediği mesajları şöyle sıralayabiliriz:

a) Hz. Süleyman kıssasının nazil olmasının ilk sebebi Tevrat, İncil gi­bi muharref kitaplardan ve çeşitli rivayetlerden, Hz. Süleyman hak­kında bir takım yanlış fikirlere sa­hip olan cahiliyye toplumuna kıssa­nın doğrusunu bildirmektir. Çünkü hidayetle ilgili içerikten yoksun olan Süleyman@ kıssasından insanlar öğüt ve ibret alamazlardı.

b) Mekke’yi kendi heva ve he­veslerine göre yöneten Mekke Me­lelerine, toplumu hak ve adaletle yönetmeleri kıssa yoluyla bildiril­miş oluyordu.

c) Hz. Süleyman’ın kıssasının bütünü, ülke yönetiminde bulunan bir yöneticinin Allah’ın emirlerini gerek kendisine, gerek toplumuna, gerekse diğer toplumlara uygula­malarını ibret olarak vermektedir.

d) Ey Davud! Biz, seni yeryü­zünde halife yaptık. 0 halde insanlar arasında hak ile hükmet, hevana uyma yoksa seni Allah ‘in yolundan saptı­rır.”(Sad/26)

Babası Davud’a Al­lah’ın emrettiği bu ilke; Hz. Süley­man’ın da kavmini yönetirken uy­guladığı ilahi bir ilkedir. Allah böy­lece ülke yöneticilerinin toplumla­rına yapacakları davranışların nasıl olması gerektiğini iki İslami otorite olan Davud ve Süleyman’ın kıssası ile bildirmiş oluyordu.

e) Sebe melikesinin Melesi ile yaptığı istişare, ülke yönetiminde ŞURA prensibinin önemini göste­rir.

f) Allah’ın verdiği nimetleri onun kanunlarına göre değerlendi­rerek toplumun refahını artırmak… Diğer toplumların önüne geçmek…

Hz. Süleyman’ın gemiler inşa edip, rüzgârlardan faydalanarak ticarette ilerlemesi, zırh ve Arap atları ile teçhiz edilmiş kuvvetli bir orduya sa­hip olması, bakır madenini işleme sanatını geliştirmesi ve inşaat sana­tını ilerleterek elde ettiği göz alıcı binalar sayesinde kurduğu medeni­yet bizlere ibrettir. Böylece silah üs­tünlüğü sayesinde gelecek tehlike­lere karşı hem hazırlıklı olmak, hem de diğer kavimlere üstünlüğünü bu yolla kabul ettirmek mümkün ola­bilir. İyi değerlendirilen yeraltı ve yerüstü servetleri ve iyi yapılan ti­caret sayesinde ekonomik olarak hem kavmini refaha ulaştırmak ve hem de diğer kavimlere egemenlik sağlamak mümkün olabilir. İslam bunu yaparken insanlara adalet ve refah götürür. Fakat günümüzde ise aynı imkanlara sahip müşrik, emperyalist Batı ülkeleri kendi re­fah ve zenginliklerini, diğer millet­lerin sömürülmesine, aç kalmasına, yokluk ve sefalet içinde kalmasına dayandırmaktalar.

g) Yöneticiler geldikleri makama Allah’ın lutfu ile gelirler, dolayısıy­la böbürlenme, şöhret tutkusu ve tamahkarlık onlara yakışmaz. Elde ettikleri o mevkinin Allah’ın onlara bahşettiği ve sınandıkları bir mevki olduğunu her zaman hatırlamaları gerektiği kıssa yolu ile anlatılır.

h) Süleyman’ın @ Sebe melike­sini, İslam’a çağrı metodu olan mektup gönderme metodunu, daha sonra Peygamberimiz Hz. Muham­med aleyhisselatu vesselam’ın; çağdaşları diğer hükümdarları İslam’a davet ederken kullandığını görmekteyiz.

ı) Davud ve Süleyman kıssası, Allah’ın yeryüzündeki halifesi ola­rak İslam otoritesinin yapması ge­reken davranışların neler olduğu­nun; olması gerektiğinin örnekleri­ni veren bir ibret ve nasihat vesika­sıdır. (Cengiz DUMAN)

http://haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=433

posted in CİN-MELEK | 0 Comments

13th Aralık 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

UYGUN ORTAM ARAYIŞI VE HİCRETİN MANTIĞI

Tevhid ve adaleti değişmez ilke kabul eden, bu ilkeleri açık şahitliğe dönüştüren Müslümanlar Kur’an’daki hicretle ilgili ayetlere, siyer kitaplarındaki tarihsel gerçekliklere M. 622’de yaşanmış bir hikaye veya bir macera gibi bakamazlar.

 Giriş

Hicret kavramı vahyin Hz. Muhammed’e ilk inzal olduğu ve İslam dininin ilk teşekkül devresinden bu yana hem akidevi(inançsal) hem de ameli bir muhteva taşımaktadır. Hicret kavramının akidevi yönünü ihtiva eden anlamı daha geniş bir kapsama sahiptir. Kötülük ve zulüm diyarından uzaklaşmayı ve Allah’a yönelmeyi ifade eden Hicret aynı zamanda Hz. Muhammed ve Ashabının Mekke’den Habeşistan ve Medine’ye doğru gerçekleştirmiş oldukları, anayurdu Allah için terk etme sürecini de kapsar.

İnsanın şeytan ve şeytanın pisliklerinden Allah’a ve Allah’ın rızasına hicret etmesi, iman etmenin olmazsa olmazıdır. Hicret, zulüm ve kötülük diyarından kopup (itizal) ayrılmaktır (19/48). İnsanın Allah’a hicreti mutlaka maddi anlamda anayurdunu terk etmesini gerektirmez. Hicret, hem tarihi anlamda Mekke’den Habeşistan ve Medine’ye hicret eden muhacirleri hem de her türlü kötülüğü ve pisliği (rics) terk ederek Allah’a hicret eden sonraki zamanlardaki mü’minlerin hepsini kapsar. Hicret, tüm mü’minlere Allah’ın bir emridir. Namaz, intak, sabır, cihad, oruç vb. tüm ameller gibi. Hicret İslam’ın temel şartlarından biridir. Her türlü cahiliyye ölçüsünü terk edip Allah’a hicret etmekte kararlı davranmayanın gereğince iman ettiğini söylemek mümkün değildir.

 

İlk Hicret: Cahiliyye Kimliğinden Tamamen Arınmak

Hz. Muhammed’e “Yaradan Rabb’in adıyla oku” emrinin vahyolunmasının ardından “Kalk ve uyar” vahyi ile emrolundu. Alak sûresinin ilk beş ayetiyle Muhammed(s)’e risalet görevi yüklenmiş ve ardından Müddesir sûresinin ilk yedi ayeti ile uzun ve zorlu mücadelenin içine atılmak için hazırlanması ve Rabbinden yardım istemesi emredilmiştir. İşte Muhammed (s)’e ilk hicret emri de Allah tarafından vahyolunan Müddesir sûresi içinde getirilmiştir. “Kalk ve uyar. Rabbi’ni tekbir et. Elbiseni temizle. Pislik (rics)’ten uzaklaş (fehcur: hicret et). Yaptığın iyiliği çok görüp başa kakma. Sabırla Rabbi’ne yönel.” (74/2-7)

Kısa ve net vurguları ihtiva eden bu ilk dönem ayetleri Rasulullah (s) ve mü’minler için cahiliyyenin kirinden uzak durma yönünde duyarlı bir bilinç oluşturma amacını gütmüş olsa gerektir. Lafzen “elbiseni temizle” şeklinde geçen ifade kalp, ahlak ve davranış temizliği anlamında kullanılmaktadır. “Pislikten (rics, ruczü) hicret et (fehcur)” ayetinde, “rics” pislik ve azab manasına geldiği gibi burada puta tapıcılık gibi azaba uğramayı gerektiren davranışlar anlamını kazanmıştır. Ki, Medine’de nazil olan ayetlerde bu yönlü bir uyarım söz konusu olmuştur: “Ey inananlar, içki, kumar, anıt taşları (putlar), fal okları şeytan işi birer pisliktir (ricsun min ameliş-şeytani) Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (5/90)

Müddesir sûresinin hemen ardından inzal olan Müzemmil sûresi de Hicret’e ilişkin bir uyarıyı içermektedir. “Halkın (senin aleyhinde) söyleyebileceği her şeye sabırla katlan ve onlardan en uygun/en güzel bir şekilde uzaklaş. (Hecr-i cemil)” (73/10). Bu ayet-i kerimede geçen (vehcurhum hicran cemila) ifadesi düşünce ve eylem bakımından köklü bir tutum ile cahiliyyede ısrar eden inkarcılardan ve onların cahiliyye sistemlerinden kopup ayrılmayı ifade eder.

Hecr-i Cemil; kalben ve fikren onlardan uzak durup fiillerinde onlara uymamakla beraber, kötülüklerine karşılık vermeğe kalkışmayıp müsamaha, idare ve güzel ahlak ile hüsn-ü muhalefet etmektir. Tebliğden vazgeçmek için değil, seviyesiz sataşmalara muhatap olmamak amacıyla o toplumdan ayrılmaktır. Ayrılmanın ve seviyesiz sataşmaların karşısında geliştirilecek erdemli tavır Zuhruf sûresinde şöyle geçmektedir; “Şimdi sen onlardan geç ve: Size selam (olsun) de. Çünkü onlar zamanı geldiğinde (hakikati) bileceklerdir (43/89) (Ayrıca Bkz. 28/56-25/63). Ama bu ayrılma biçimi Lut Peygamberin (bazı meal ve tefsirlerde İbrahim olarak da geçmektedir) isabetli kararı gibi olmalı, Yunus Peygamber’in düştüğü yanlış ayrılma kararı gibi olmamalı.

Hicret’in nasıl ve nereye doğru yapılması gerektiğini Rabbimiz Hz. Lut’un dilinden bize öğretmektedir: Lut; “Gerçekten ben Rabbime Hicret edeceğim. Hiç kuşkusuz O, galibtir, hüküm ve hikmet sahibidir” (29/26). Hz. Lut bedeniyle, ailesiyle veya malıyla hicret etmezden evvel kalbiyle, düşüncesiyle, imanıyla hicret ediyor. Herhangi bir dünya menfaati için değil doğrudan doğruya Rabbi’nin rızası için yine Rabb’ine iltica ediyor. Kavminde Allah’a imana ilişkin bir yumuşama, bir yönelme işareti kalmadıktan sonra küfür ve sapıklık ülkesinden hicret ediyor. Hicret ederken Hz. İbrahim’in kalbi de mutmaindir: “Ben Rabbime gidiyorum, O bana yolunu gösterir.” (37/99). Allah yolunda Hicret’in ne olmadığını da yine, Yunus (a)’a ait atıfları içeren Kur’anî ifadelerden öğrenebiliriz: “Sen Rabbi’nin hükmüne sabret ve öfkeye kapılıp da sonra (ızdırap içinde) haykıran büyük balık sahibi (Yunus) gibi olma.” (68/48). Kur’an’da, Yunus (a)’un kavminin yola gelmesinden ümit kesip de sabretmeden kavmini terk etme kararının yanlışlığına dikkat çekilir: “Zünnun (Yunus)’u da an; zira (o, kavmine) kızarak gitmişti. Bizim kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde (kalıp) senden başka tanrı yoktur. Senin şanın yücedir, ben zalimlerden oldum, diye yalvardı” (21/87).

Değinmeye çalıştığımız ayetlerde hicret genellikle teorik ve pratik açıdan alemlerin Rabbi Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik hem kalbi hem de ameli bir yönelişi içerir ve tanımlar. Hicret, cahili değer ve ölçülerden arınıp Rabbani değer ve ölçüleri bir duyuş, bir düşünüş, bir bakış ve bir hayat tarzı olarak benimsemeyi ifade eder. Hicret hem bireysel hem de toplumsal alanda topyekün değişime talip olan bir harekettir. Bu anlamda hayatları hakkında Kur’an yoluyla malumat sahibi olduğumuz rasuller, Nuh’tan İbrahim’e, Musa’dan Muhammed’e hemen hepsi hicret olayını gerek pislikten kaçınma ve gerekse mekansal hareketlilik şeklinde davetin öncelikli tavrı olarak gerçekleştirmişlerdir.

 

HİCRET ÖNCESİ

Risaletin ilk yıllarında, müşriklerin düşünce ve davranışlarına ilişkin Allah’ın vahyi, oldukça önemli bir yer ayırmıştır. Alemlerin Rabbi tarafından Kur’an’da Rasulullah’a ve ashabına nasıl bir davranış geliştireceklerine ilişkin emir ve yasaklar bildirilmiştir. Habeşistan ve Medine’ye hicret gerçekleşmezden önce Mekke despot sisteminin egemenlerinde baskın olan inkarcı karaktere ilişkin bir göz atarsak karşımıza cahiliyyenin kirli yüzü tüm açıklığıyla çıkar. Bu dönem cahiliyyesinin Allah’a, Allah’ın Rasulüne ve iman edenlere ilişkin tavırları Kur’an-ı Kerim’de şu ifadelerle anılmaktadır; “Yalanlayan, herkesi kötüleyen, söz götürüp getiren, hayra engel olan, saldırgan, günahkar, kaba, kötülükle damgalı” (68/8-13). “Yüce Allah’a inanmayan, yoksulu doyurmağa önayak olmayan” (69/33, 34), “Mal toplayıp kasada yığan” (70/18) “Allah’ın ayetlerine karşı inatçı, ölçüp, biçtiğiyle kahrolacak, namaz kılmayan, yoksulu doyurmayan, batıla dalanlarla birlikte batıla dalan, ceza gününü yalanlayan” (74/16-19, 43-46). “Sadaka vermeyen, namaz kılmayan, ısrarla yalanlayan” (75/31-32) günahkar ve nankör (76/24) azmış ve yakın hayatı yeğleyen (79/34Z-35) kız çocuklarını diri diri toprağa gömen (81/8) suç işleyip inananların üstüne gülen, kaş-göz işareti yapan, övünüp eğlenen, mü’minleri sapıklıkla suçlayan (83/Z29-32) “Kur’an okunduğu zaman secde etmeyip yalanlayan” (84/21-22). Yetime ikram etmeyen, yoksulu yedirmeğe teşvik etmeyen, mirası hırsla yiyen, malı pek çok seven (89/17-20) “kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini, kimsenin kendisini görmediğini sanan” (90/5-7). “Dini yalanlayan, öksüzü itip-kakan, yoksulu doyurmağa önayak olmayan, namazdan gafil, gösteriş için ibadet yapan, en ufak bir yardımı esirgeyen” (107/1-7).

Kureyş’in önde gelenleri, ilahi vahyin Rasulullah tarafından insanlığa ulaştırılmasını engellemek amacıyla her yola başvurmuştur. İlahi mesajın meydana getireceği bireysel ve toplumsal dönüşümün önünü alabilmek amacıyla Kureyş’in her türlü hile, desise, yalan, iftira, işkence ve baskıyı yürürlüğe koyduğunu hem Kur’an’ın ayetlerinden hem de siret kitaplarının bizlere aktardığı tarihsel bilgilerden dolayı haberdarız. Mü’min erkek ve kadınların yoğun baskılara maruz kalmalarının en önemli sonucu birinci ve ikinci Habeşistan hicretleri ve ardından gerçekleşen Medine hicreti olmuştur.

Mü’min erkek ve kadınların işkencelere uğradığına işaret eden ilk Kur’anî vurgu, Ashab-ı Uhdud kıssasını da içeren Buruç sûresi olmuştu. Erken dönemde inen Buruc sûresinden anladığımız kadarıyla mü’minleri dinlerinden döndürmeye çalışan müşrikler yaygın bir şekilde ve kadın-erkek ayrımı da yapmadan işkence metodunu kullandılar, “inanan erkekler ile inanan kadınlara işkence edenlere ve sonra hiçbir pişmanlık duymayanlara gelince, onları cehennem azabı beklemektedir. Evet yakıcı azap beklemektedir onları.” (85/10) ayetiyle ve devamında Allah Teâlâ kendi yolunda musibete uğrayanları övgü ile anmakta ve kendilerine vadedilen cennetin niteliklerinden bahsederek, büyük kurtuluşu müjdelemektedir, işkenceci kafirleri ise tevbe etmeye davet etmekte ve cehennem azabıyla tehdit etmektedir.

Bahsi geçen ayette üzerinde dikkatle durulması gereken bir husus da mü’min erkeklerle birlikte mü’min kadınların da işkence mağduru olarak zikre-dilmesidir. Nebevi davete icabet eden insanlara takibat, sıkıntı ve her türlü baskının reva görüldüğü Mekke’de kadınların da bu ilahi davete icabet etmeleri Kureyş nezdinde endişe ve panik halinin büyümesine sebep oldu. Kureyş egemenlerinin artan endişelerinin temelinde hiç şüphesiz ki hem erkeklerden hem de kadınlardan Kur’an mesajına gösterilen rağbetle Mekke’deki despot statükonun yıkılabileceği riski yatmaktadır. Kureyş’in endişelerini arttıran diğer önemli bir husus da sadece köle ve mustazaf kesimden değil. Kureyş’in ileri gelen güçlü ailelerine bağlı bazı kadın ve erkeklerin de Muhammed Mustafa’ya tâbi olmalarıdır. İlahi vahyin çevresinde kenetlenen Rasul ve ashabına karşı beslenen düşmanlık. İslam’a inananları putperestliğe döndürmek üzere girişilen yeni taktiklerle somutlaştı. Müşrikler hem Rasul ve ashabını dinlerinden döndürmek üzere, hem de İslam davetine ilgi duyabilecek insanlara karşı bir engel oluşturması için işkence ve baskılarla korkuyu yaygınlaştırmaya başladılar. Neticede hem mümin erkeklerden hem de mü’min kadınlardan bazıları İslam’a olan bağlılıklarından dolayı hayatlarını feda ederek şehid oldular.

 

İLK HİCRET İZNİ: ALLAH’IN ARZI GENİŞTİR

Risaletin beşinci yılında inzal olan Zümer sûresi mü’minleri takvaya, dini Allah’a halis kılmaya, hicrete ve tağuta kullukları kaçınmaya teşvik eden buyrukları içermektedir. Zümer sûresi 10. ayetinin bu dönemde gelmesi hicret izni olarak görülmüştür. “Deki: (Allah şöyle buyuruyor) Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun! Bu dünyada iyi şeyler için gayret edenleri güzel bir son beklemektedir. (Unutmayın ki) Allah’ın arzı geniştir (ve) sıkıntılara göğüs gerenlere mükafatları sınırsız verilecektir!” (39/10).

Ayette geçen takva kelimesi korku ve ümit içinde Allah’ın rızasını ve gazabını gözeten hassasiyet, duyarlılık ve sorumluluk bilincidir. Takva vurgusunun ardından gelen Allah’ın arzı geniştir ifadesi ile mü’minlere toprak/vatan sevgisinin, akrabaya/millete, çevreye/mala-mülke olan bağlılığın Allah için yapılacak hicrete engel teşkil edemeyeceğine dair açık bir hükmü içerir.

Müslüman şahsiyet “vatan sevgisi imandandır” gibi yalan ve ifsad edici haberlere değil, Rabbimizin hidayete götürücü ayetlerine ittiba eder. Zümer sûresi 10. ayetinin ardından Rasulullah’a Nahl sûresinden hicretle ilgili ayetler inzal oldu: “Kendilerine zulmedildikten sonra Allah uğrunda göç edenleri dünyada güzelce yerleştireceğiz. Ahiret mükafatı ise daha büyüktür. Keşke bilseler. Onlar ki, sabrettiler ve Rabblerine dayanmaktadırlar” (16/-41-42)

Baskıların yoğunlaştığı dönemde Zümer ve Nahl sûrelerinin ilgili ayetlerinin ardından Rasulullah’ın mü’minlere şöyle dediği kaydedilir: “Eğer Habeşistan toprağına çıkarsanız, orada, yanında kimsenin zulme uğramadığı bir hükümdar bulacaksınız. O topraklar, doğruluk topraklarıdır. Bulunduğunuz durumdan, Allah sizin için bir çıkış yolu verene kadar orada kalınız. “Rasulullah’ın bu sözü üzerine mü’minlerden on-biri erkek dördü kadın toplam on beş kişi Habeşistan’a hicret etti. İki kişi hariç bu hicrete katılanların hepsi Kureyş’tendi. Bu iki kişi de Kureyşliler’le ittifak içinde bulunan kabilelerdendi. Rivayetlere göre Risalet’in beşinci yılının Recep ayında gerçekleşen birinci Habeşistan hicretine yaygın kanaatin aksine, muhacirlerin arasında fakir, güçsüz ve kölelerden hiç kimse bulunmamıştır. İlk Hicret’e katılanların isimlen siret kaynaklarında şu şekilde sıralanmıştır: Osman b. Affan ve eşi Rukiyye (Rasulullah’ın kızı). Zübeyr b. Avvam, Mus’ab b. Umeyr. Abdurrahman b. Avf, Ebu Huzeyfe b. Utbe ve eşi Sehle b. Süheyl. Ebu Seleme ve eşi Ümmü Seleme, Osman b. Mazun, Amir b. Rebia ve eşi Leyla, Ebu Sibre b. Ebe Ruhm, Hatip b. Amr ve Süheyl b. Beyza.

Ayetlerde mü’minlere yapılan baskılara ilişkin haberler olmakla birlikte sabır ve hicret tavsiyesinin ardından gerçekleşen Habeşistan hicretinin sadece baskı ve işkencelerden kurtulmak amacıyla gerçekleştirilmediğini hicrete katılan isimlerden anlayabiliriz.

Muhacirler zorunlu ve çaresiz olarak hicret etmediler. Yine Mekke’nin dışına atılmaları veya kovulmaları da söz konusu olmamıştı. Mü’minler Mekke’yi aniden ve habersiz olarak terk etmediler: ama buna rağmen Kureyşlilerin herhangi bir engellemesiyle de karşılaşmadılar. Hatta Kureyş liderleri hicret olayına ilk anda sevinmişler ve bu olayın Rasulullah’ın hareketini ve faaliyetini zayıflatacağını hesaplamışlardı. Oysaki Rasulullah ve ashabının, hicrete sadece baskı politikalarından bir uzaklaşma aracı olarak değil, davete yeni açılımlar sağlamak, yeni üsler edinmek amacıyla yaklaştığı kanaatindeyiz.

Habeşistan çok eski zamanlardan beri Arablarca bilinen bir bölgeydi. Kureyşliler Habeşistan’ı çok iyi biliyorlardı. Habeşistan Kureyşlilerin ticaret yeriydi, mallarını götürüp orada satarlar ve oradan iyi bir kârla dönerlerdi. Bu yüzden ilk muhacir kafilesi orada herhangi bir güçlükle karşılaşmadığı gibi bir yabancılık da çekmedi. Habeşistan’ın hicret bölgesi olarak seçilmiş olmasının diğer bazı sebepleri şöyle sıralanabilir; Necaşi’nin zulme rıza göstermeyen bir hükümdar olması, oraya kolaylıkla geçilebilmesi ve mevsim rüzgarlarının bu deniz seferinin şartlarına uygun olması. Mekki sûrelerde mü’minlere Ehli Kitab’ta ve özellikle hristiyanlarla ilişkilerin “tek kaynak” vurgusuyla müsbet bir şekilde sürdürülmesi tavsiyesi, İslam’ın teslis inancından uzak hristiyan Habeşistan halkı arasında yayılması umudu ve Kureyş müşriklerine karşı güçlü bir müttefik sağlama amacı yatmaktadır. Zaten Habeşistan’a hicret gerçekleşmezden evvel Zekeriyya, Yahya, Meryem ve İsa (a)’ya ilişkin gerçek Hristiyanlığı izah eden Meryem sûresi inmişti.

Muhacirler Habeşistan’a ulaştıktan iki ay sonra Kureyş’in müslüman olduğu şeklinde bir haber kendilerine ulaşmıştı. Oysa ki aynı zamanda Allah Rasulü’ne Mekke’de Necm sûresi inzal olmuş, inzal olan ayetleri yüksek sesle okuyan Hz. Muhammed’e müşrikler müdahale etmeye kalkışmışlar, secde ayeti geldiğinde Rasulullah secdeye kapanmış ve ardından “Muhammed bizim ilahlarımızı övdü” vb. gibi yalan haberleri yaygınlaştırmalardı. “Garanik Vakası” olarak söylenti halinde yaygınlaştırılan bu saptırmaca Buhari dahil bazı hadis ve siyer kitaplarında yer almış ve Rasul’ün ve vahyin korunmuşluğuna ilişkin Allah’ın sözünü müşriklerin yalanlarına feda etme konumuna düşülmüştür. Neticede muhacirler Mekke’ye yaklaştıklarında haberin yalan olduğunu öğrenmişler ve her biri Kureyş’ten birinin koruması/himayesi altında şehre girebilmiştir.

Bu dönüş olayından sonra Rasulullah müslümanlara ikinci kez Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye etmişti. İkinci kez gerçekleştirilen hicretin seksen üç erkek ve onsekiz kadından oluşan yüzbir kişilik bir kafile halinde gerçekleştiği rivayet edilmiştir. Risaletin altıncı yılında gerçekleşen ikinci Habeşistan hicretine Rasulullah, Cafer b. Ebi Talip’i hem kafilenin başkanı hem de Habeş Kralı’na yazdığı bir mektubu ulaştırmakla yükümlü bir elçi olarak atadı. İkinci hicret emriyle müslümanlardan oldukça kalabalık bir grup Mekke’den ayrılıyor ve bu sefer kendilerini hem daha zor bir yolculuk hem de daha geniş kapsamlı davet çalışmaları bekliyordu.

Habeşistan’a gerçekleşen ikinci hicrette, birinci kafilede yer alanların yanı sıra Kureyşli ileri gelenlerin kızları, oğulları ve yakın akrabalarından yeni müslüman olmuş kadın ve erkekler de vardı. Bu ikinci hicret Kureyş tarafından çok daha sert bir tepki ile karşılandı. Mekke’de hemen her ailede bir deprem yaşandı, bir matem havası hakim oldu. Küçük veya büyük neredeyse tüm ailelerden kiminin oğlu-kızı, kiminin karısı-kardeşi kiminin gelini-damadı Habeşistan’a hicret eden kafilenin içinde yer aldı. Mekke’de bu hicretten etkilenmeyen bir tek ev, bir tek aile kalmadı.

Mekke’de meydana gelen bu sarsıntı neticesinde Kureyş müşrikleri. Amr b. As ve Abdullah b. Ebi Rebia önderliğindeki bir heyeti kıymetli hediyelerle mücehhez kılarak Habeş Kralı’nı muhacirleri geri göndermesi konusunda ikna etmek üzere Habeşistan’a gönderdiler. Kureyş’in elçileri Necaşi ile görüşmezden evvel Kralı etkileyebilecek olan patriklere ve ileri gelenlere rüşvet vererek işe başladılar. Ardından Kral ile bir görüşme ayarlayıp O’na da oldukça cazip ve pahalı hediyeler takdim ettiler. Kureyş heyeti ile patrikler beraber hareket ederek müslümanlara yönelik iftiralarda bulunup onları, hain, fitneci vb. gibi sıfatlarla yaftaladılar. Fakat Kral. müslümanları dinlemeden karar veremeyeceğini ifade ederek müslümanları sarayına çağırdı.

Muhacirleri temsilen Cafer b. Ebi Talip konuştu Kralın huzurunda. Cafer (r) önce cahiliyye Araplarının dini, ahlaki ve içtimai bozukluklarından bahsetti. Sonrada Hz. Muhammed’in davetinden ve davete tabi olan müslümanların başına gelen zulümlerden bahsetti. Cafer, Necaşi’nin huzuruna çıktığında patrikler ve Kureyş heyeti de hazır bulunuyordu. Cafer b. Ebi Talip’in konuşmasında şunları söylediği rivayet edilir: “Ey hükümdar! Biz cehalet içinde bocalayan bir topluluktuk. Putlara tapar, leş yer, fuhuş yapardık. Ahlaksızlığın her türlüsünü işler, komşuluk hakkı nedir bilmezdik. Verdiğimiz sözde durmazdık. Biz de güçlü olan zayıf olanı ezerdi. Biz böylesine perişan bir durumdayken Cenab-ı Allah bize, yine bizden birini Peygamber olarak gönderdi. Biz bu peygamberin nesebini, sadakatini, emanetini ve dürüstlüğünü bilirdik. O bizi Allah’ı birlemeye ve O’na ibadet etmeye davet etti. Bizlerle, atalarımızın daha önceleri tapmakta olduğu taşlarla putları bırakıp Allah’a kulluk etmemizi, doğru konuşmamızı, emaneti sahibine teslim etmemizi, dostluk ve akrabalık bağlarını korumamızı, güzel komşuluk yapmamızı, haramlardan ve kan davalarından uzak durmamızı emretti. Kötülükten ve yalan sözden bizi menetti. Biz bu peygamberi tasdik ettik, ona iman ettik. Allah katından getirdiği hükümlere tabi olduk. Sadece Allah’a ibadet etmeye başladık. O’na hiçbir şeyi ortak koşmadık. Bize haram kıldığı şeylerden uzak durduk. Helal kıldığı şeylere yöneldik. Bundan dolayı kavmimiz bize düşman oldu. Bize işkence etti. Tekrar putlara tapmamız için bizi zorlamaya başladı. Daha önce helal saydığımız murdar şeyleri helal saymamızı istedi. Bize zulmedip baskı yapmaya, dinimizle aramıza girmeye başlayınca, senin beldene hicret ettik ve seni başkalarına tercih ettik. Senin himayende yaşamayı arzuladık. Senin yanında zulüm görmeyeceğimize inandık.”

Cafer’in bu konuşması müslüman olan insanların nasıl şeytanın kontrolündeki cahiliyye dininden Allah’ın rızasına uygun İslam dinine akidevi/zihinsel/kalbi bir hicret olayını nasıl gerçekleştirdiklerine işaret ediyor. Aynı zamanda bu konuşma akidevi/zihinsel kopuşun nasıl ve neden mekansal bir hicrete/hareketliliğe dönüştüğüne ilişkin gayet net açıklamaları da içeriyor.

Cafer b. Ebi Talib’in bu etkileyici konuşmasının ardından Necaşi “Muhammed’e gelen ilahi vahiyden senin yanında bir şey var mıdır?” dedi. Cafer “evet”, cevabı ile birlikte Meryem sûresini okumaya başladı. Meryem sûresi okunurken Necaşi sürekli ağladı, yanında bulunanların bir kısmı da etkilendi. Nihayet, Kureyş heyetine muhacirlere ilişkin teklifleri dolayısıyla red cevabı verdi. Fakat Amr b. As birinci tuzağıyla sonuç alamayınca ikinci bir tuzak hazırladı. Ertesi gün Necaşi’nin yanına çıkıp, müslümanların İsa b. Meryem hakkında olumsuz ve tuhaf şeyler söylediklerini anlattı. Necaşi’nin “Meryem oğlu İsa hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna Cafer, Kur’an’dan ayetler okuyarak cevap verdi. Ve sonunda Necaşi yerden bir dal parçası alıp “Allah’a andolsun ki, Meryem oğlu İsa, senin söylediğin bu sözlerin dışına şu dal mesafesi kadar dahi çıkmış değildir” dedi. Kureyş heyetini getirdiği hediyelerle birlikte Mekke’ye geri gönderdi.

Muhacirler herhangi bir engelle karşılaşmadan Habeşistan’da yaşıyor ve insanları İslam’a davet ediyordu. Bir süre sonra Necaşi yirmi kişilik bir heyeti Hz. Muhammed ile bir görüşme yapmak üzere Mekke’ye gönderdi. Necaşi’nin bu heyeti Peygamberimiz ile çeşitli meclislerde beraber bulundular. Peygamberimizle sorular sordular ve cevap istediler. Peygamberimiz de bu heyetin sorularına Kur’an’dan ayetler okuyarak karşılık verdi. Bu heyeti oluşturan Hristiyan kimselerdi. Onlar yanlarında bulunan İncil’den okudukları haberlere bakıp, hem Rasulullah’ın, hem de vahyin Allah’tan gönderildiğine kanaat ettiler. Bu oturumların neticesinde müslüman olmaya karar verdiler. Mekke’den ayrılırlarken Ebu Cehil b. Hişam karşılarına çıkıp “Allah sizin belanızı versin. Dindaşlarınız sizi bu adamla ilgili bir haber edinesiniz diye gönderdi. Ama siz daha bu adamın yanında oturur oturmaz dininizden ayrılıp dediklerim doğruladınız. Sizin gibi ahmak topluluk görmedik” dedi. Onlar da, “Selam size. Biz sizin gibi cahillik etmeyiz. Biz yaptığımızdan, siz de yaptığınızdan sorumlusunuz. Biz kendimiz için iyi olanı yaptık” dediler.

Seyyid Kutub ve İzzet Derveze’nin belirttiği üzere Kur’an-ı Kerimde bu olay şu şekilde geçmektedir: “Bundan önce kendilerine kitap verdiklerimiz de Kur’an’a inanırlar. Kur’an onlara okunduğu zaman, ona inandık, doğrusu O Rabbimizden gelen gerçektir, zaten biz ondan öncede müslüman idik, derler. İşte onlara sabretmelerinden dolayı mükafatlan iki defa verilir. Onlar kötülüğü iyilikle savarlar. Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcarlar. Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler. Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz sizedir. Size selam olsun, biz cahillerle sohbet etmeyi istemeyiz, derler” (28/52-55)

Rasulullah Habeşistan’dan gelen heyete bizzat kendisi hizmet etmişti. Bu durum İbn Hişam ve Beyhaki’den rivayet edilmiş olup Ebu Zehra ve Mevdudi’de bu haberi değerlendirmiştir. Olay, şöyle rivayet edilir; “Necaşi’nin heyeti Peygamber efendimizin yanına geldi. Peygamber efendimiz kalkıp bizzat kendisi onlara hizmet etti. Sahabiler ‘ya Rasulullah, senin yerine biz hizmet edelim’ dedilerse de Peygamber efendimiz onlara şu karşılığı verdi; ‘Bunlar benim sahabilerime ikramda bulundular. Kendilerine mukabelede bulunmak istiyorum“.

Müslümanların Habeşistan hicreti sonunda elde ettikleri avantajları Kureyş’in sonradan düşünmeye başladığını, önceden bu tür sonuçlar doğabileceğini hesap edemediklerini söyleyebiliriz. Kureyş ve elçileri başarısız olmuşlar, müslümanlar ise Allah’ın vaadinin gerçek olduğuna bir kez daha şahitlik etmişlerdi.

 

TECRİT VE BOYKOT

Müslümanların Habeşistan’a hicretle birlikte başlattıkları Mekke dışına açılım hareketi ve sonrasında elde ettikleri kazanımlar Kureyş liderlerini daha da sertleştirdi. Kureyş, Rasulullah ve ashabını toplumdan tamamen tecrit etmeyi ve siyasi, ticari, ailevi vb. gibi tüm alanlarda boykot etmeyi kararlaştırdı. Alınan boykot kararı müminlerle birlikte, müminleri himaye eden Haşimoğulları ve Muttalipoğulları’nı da kapsıyordu. Kureyş’in aldığı boykot yazılı bir vesika haline getirildi ve Kabe’nin içine asıldı. Boykot kararına Kureyş’in müttefikleri de uydu. Müslümanlar Mekke’nin dışındaki Şi’b Ebi Talip adlı küçük bir vadiye sığınmaya mecbur kaldı. Mekke’den herhangi bir erzak temin edemiyor, pazara katılamıyor ve tüm diğer zaruri ihtiyaçlardan mahrum bırakılıyordu. Boykot, müslümanların geçim ve rızık temini yollarını çok zorlaştırmıştı. Ancak mukaddes aylarda dışarıdan gelen hacı adaylarını sınırlı imkanlarla hububat temin edilebiliyordu. Fakat bu zorluklara rağmen Rasulullah, hac mevsimi esnasında dışarıdan gelen insanlara Mina, Mecenne, Ukaz ve başka yerlerde İslam’ı anlatıyor ve onları İslam’a davet ediyordu.

Zorluklar ve baskılar bu şekilde sürerken hem müslümanların akrabaları hem de Haşimoğulları ve Muttaliboğullarının yakını olan bazı şahsiyetlerin ve daha çok zarar gören şehir tüccarlarının da yardımıyla 3 yıl gibi uzun bir zamandan sonra boykot kararı kaldırıldı. Rasululah’ın ve müslümanların boykot ile çok zor anlar yaşadıkları ama şahitlik ve davet çabalarını her türlü zorluğa rağmen sürdürdüklerini aktarılan rivayetlerle öğreniyoruz. Tıpkı Habeşistan hicreti gibi boykot kararı da Kureyş’in beklentisinin aksine müslümanlar açısından olumlu bir şeklide neticelenmişti. Şöyle ki, ilk etapta Mekke toplumunda müslümanların ağır zulümlere maruz kalmalarından dolayı merhamet hisleri kabarmış ve müslümanlar bazı müşrik akrabalarınca da sahiplenilmişti. Yine hac vesilesiyle Mekke’ye gelen diğer Araplarla Mekke’nin biraz dışındaki bölgelerden gelen insanlarla diyalog imkanı doğmuştu.

 

HÜZÜN YILI VE SIĞINILACAK BİR YER ARAMA

Kureyş’in boykotundan sonra Rasulullah iki acıyı üst üste yaşadı. Amcası Ebu Talib’in ve hanımı Hz. Hatice (r)’nin vefatı Rasulullah’ı Kureyş nezdinde daha bir yalnızlaştırdı, güçsüzleştirdi. Artan baskılar neticesinde Rasulullah Mekke’ye iki günlük mesafede (120 mil) bulunan Taif (Sakif)’e doğru evlatlığı Zeyd’i de yanına alarak yola çıktı. Taif, havasının güzelliği ve meyvelerinin bolluğuyla Mekkeliler’in sayfiye(yazlık) yeriydi. Aynı zamanda Lat putunun bulunduğu şehirdi. Hem anne tarafından akrabalarının bulunduğu bir şehir olması hem de amcası Abbas’ın Taifliler’e ödünç para vererek tefecilikle orada nüfuz sahibi oluşu, Rasulullah’ı Taif’e yönelten etkenler arasındaydı.

Rasulullah davet amacıyla ilk defa Mekke’nin dışına çıkıyordu. Hem Sakif kabilesini İslam’a davet etmek, hem de Kureyş’e karşı güçlü bir müttefik elde ederek Mekke’nin dışında ticari ve dini açıdan önemli bir şehri üs edinmeyi amaçlıyordu. Fakat on günlük bir zaman diliminde Rasulullah kabile liderleri dahil görüştüğü tüm kesimlerden red cevabı aldı. Sonuçta Taif’in kölelerine ve çocuklarına taşlattırılarak şehrin dışına kovuldu.

Rasulullah yaralı bir şekilde kendini zorlukla Taif’in dışında Mekkeliler’e ait bir bahçeye attı. Tekrardan yola çıktı ve Nahle bölgesinde Mekke’ye girmezden önce bir zaman bekledi. İşte Rasulullah bu iki noktadan birinden yatsı veya sabah namazını kılarken oradan geçen cinler tarafından yüksek sesle okuduğu Kur’an-ı Kerim’e kulak kabartılmış, dinlenmiş ve tabi olmak üzere aralarında konuşmuşlardır. Söz konusu ayetler Cin suresinin ayetleridir. “De ki: Bana şöyle vahyolundu: Cinlerden bir topluluk Kur’an’ı dinlemişler ve şöyle demişler: Biz etkileyici bir Kur’an dinledik” doğru yolu ileten bu Kitab’a iman ettik. Artık Rabbimize ortak koşmayacağız. Çünkü Rabbimiz eş ve çocuk sahibi olmaktan münezzehtir. Aramızdaki beyinsiz Allah’a iftira ediyormuş. Doğrusu biz hiçbir insan ve cinin Allah’a iftira edeceğini ummazdık.” (72/Cin, 1-5)

Ayetlerden Rasul’ün, bu dinleme olayından haberi olmayıp daha sonra vahiyle haberdar edildiği anlaşılıyor. Ayrıca ilk ayette geçen “nefer” sözcüğü üç kişi ile dokuz kişi arasındaki gruplar için kullanılan bir topluluk ismidir. Muhammed el-Behiy’in de belirttiği üzere bu ayetlerde geçen “cin” kelimesi tanınmayan ve bilinmeyen iyi bir insan grubu için kullanılır. Çünkü tanınmayan ve bilinmeyen kişi, duyulup görülmeyen varlık durumundadır. Bu görüşü destekler mahiyette olduğunu düşündüğümüz Ahkaf suresinin ayetleri ise şöyledir: “Bir zaman cinlerden bir topluluğu Kur’an’ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Onlar Kur’an’ı dinlemeye hazır olunca “Susup dinleyin” dediler. Kur’an’ın okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak kendi toplumlarına döndüler. “Ey kavmimiz” dediler, “biz Musa’dan sonra indirilen kendisinden öncekini doğrulayan hakka ve dosdoğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine uyun ve O’na inanın ki, Allah günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acıklı bir azaptan korusun Allah’ın davetçisine uymayan kimse bilsin ki, Allah’ı yeryüzünde aciz bırakamaz; onun O’ndan başka velisi de yoktur. İşte onlar, derin bir sapınlıktadırlar.” (46 Ahkaf, 29-32)

Cin ve Ahkaf surelerindeki bu ayet kümelerinin hicretten iki sene önce Medine’den Mekke’ye gelen bir topluluk olduğu ve bunların “Ensar’ın çekirdeğini oluşturan öncü insanları kastettiğini ifade edebiliriz. Çünkü Ahkaf suresi 30. ayette geçen “Biz Musa’dan sonra indirilen…” ifadelerinden bu topluluğun Tevrat’ı ve Hz. Musa’yı tanıdıklarını, bu tanımaların ise Medine civarındaki Hayber ve Beni Nadir yahudileriyle sürdürülen münasebetlerden kaynaklandığını ifade edebiliriz. Mekke’den Peygamber’den Kur’an’ı dinleyen ve inanan sonra da davet sorumluluğunu yüklenen cinler topluluğu kendilerine mahsus özellikleri olan güçler değildir. Yani bunlar melekler ve cinlerin oluşturduğu ateşten yaratılmış güçler olamaz. Diğer ayet vurgularındaki insanın zıddı varlıkları ifade etmenin tersine bunların insan olmaları akla daha yatkındır. (Ayrıca bkz. 34 Sebe: 12-14; 28/Kasas, 36-38; 6/En’am, 112)

 

AKABE BİATLARI

Siyer kitapları, Kureyş’in boykot kararının iptalinden ve Taif seferinin ardından gelen senede, Rasulullah’ın Mekke şehrinin hemen dışındaki Mina bölgesinde, hac maksadıyla buraya gelmiş on beş kadar yabancı kabile temsilcisi heyet üzerinde gösterdiği gayretlen uzun uzadıya anlatır. Rasulullah bu görüşmelerde, İbn Hişam’ın da belirttiği gibi eman (himaye) anlaşması yapmaya çalışıyordu. Davet ve tekliflerinin geri çevrilmesinden ardından nihayet on altıncı heyet olarak Akabe mevkinde olmak üzere temas kurduğu heyet “altı kişilik Medine’den gelmiş küçük bir zümreydi.

Altı kişilik heyetle karşılıklı kısa bir görüşme yapan Rasulullah bu grubun hep birlikte müslüman olduğuna şahit oldu. Hep birlikte müslüman olma davranışı diğer Araplar’ın gösterdiği davranışlardan farklı sebeplere dayanıyordu. Bu sebeplerden biri de Medineliler’in diğer Araplardan farklı bir şekilde peygamberlikle ilgili birçok mefhum ve bilgiyi, yahudilerle komşu bulunmaları ve zaman zaman onlarla ittifak anlaşmaları akdetmiş olmaları sebebiyledir. Bu heyet Hazreçliler’den oluşuyordu. Ve hem Medine’deki iç karışıklığı sona erdirmek hem de Medineliler’i İslam’a davet etmek amacıyla Rasulullah’tan aldığı tavsiyelerle birlikte geri döndü.

Bir yıl sonra yine hac mevsiminde onu Hazreçli ve ikisi Evsli müslümanlardan müteşekkil bir heyet yine Akabe mevkinde Rasulullah ile buluştu ve bizzat kendi ağızlarıyla biat (sadakat ve bağlılık yemininde)’ta bulundu.

Rasulullah, İbn Hanbel’in rivayet ettiği şu sözü söyledi: “Medineli müslümanlara; “Tasada ve kıvançta emri dinleyip itaat etmek, darlık ve genişlikte infakta bulunmak, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak, kınayıcıların kınamasından korkmaksızın Allah için gerekeni söylemek üzere biat ediyorsunuz.”

Medineli müslümanların üzerine Mus’ab b. Umeyr (r), Rasulullah tarafından imam ve öğretmen olarak atanmıştı. Bu biatin ardından Medine’de her evde Hz. Muhammed konuşuluyordu. Mus’ab ve diğer müslümanlar, davet çabalarını hızlandırmışlar ve bir yıl sonra üç aileye mensup fertler müstesna Medine’de yaşayan Arap ailelerinin çoğunun İslam’ı kabul etmesinde önemli görevler üstlenmişlerdi. Ertesi yıl yine hac mevsiminde Medine’den 71’i erkek 2’si kadın toplam yetmiş üç kişi Rasulullah ile üçüncü kez buluşmak üzere Akabe mevkiine geldiler.

Hz. Muhammed, Kur’an okuduktan sonra ve herkesi İslam’ı kabule teşvik ettikten sonra; “Kadınlarınız ve çocuklarınızı her neden koruyorsanız, beni de aynı şekilde korumak için sizden biat(bağlılık sözü) istiyorum” dedi. Hepsi de kabul ettiler ve; “Malca felakete uğramayı, ulularımızın ölümüyle karşılaşmayı göze alarak kabul ediyoruz. Sözümüzü yerine getirmek mukabilinde bize ne vaad ediyorsunuz.” sorusuna Allah’ın Rasulü; “Cenneti vaadediyorum” diye cevap verdi. Biat tamamlanınca Hazreç’ten 9 Evs’ten 3 kişiyi vekil olarak seçtiler. Medineli müslümanlar, Allah’ın elçisini: “Darlık ve bolluk içinde her halükarda itaate, sözün ancak doğrusunu söylemeye ve Allah yolunda herhangi bir muahezeden korkmamaya” söz vermişlerdi.

3. Akabe biati, Zilhicce ayının ortalarında cereyan etmiş ve öyle anlaşılıyor ki, bunun bir sonucu olarak aynı ayın sonlarına doğru Mekkeli müslümanlar gerek fert fert gerekse küçük kümeler halinde Medine’ye doğru yola çıkmaya başlamışlardı. Kısa bir süre içinde Rasulullah ve ailesi, Ebu Bekir ve ailesi, köleler, kadınlar ve küçük yaştaki çocuklar bir diğer kimsenin emri ve himayesi altında yaşama durumunda olan kimseler müstesna Mekke’de hiçbir müslüman kalmadı.

Ey inanan kullarım benim arzım geniştir. Bana kulluk edin. Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz. İnanıp iyi işler yapanları altlarından ırmaklar akan cennette yüksek odalara yerleştiririz. Orada ebedi kalırlar. Çalışanların ücreti ne güzeldir. Onlar ki, sabrettiler ve Rablerine dayan­maktadırlar. Nice canlı vardır ki, rızkını taşıyamaz, onları da sizi de Allah besler O, işitendir, bilendir.” (29/Ankebut, 56-60)

Kureyşliler bu hicret olayında olanca güçleriyle engellemeler yaptılar, Habeşistan hicretine müdahale etmemişlerdi. Fakat Medine’ye yapılan hicreti kendileri açısından daha tehlikeli görüyorlardı. Mekke’nin Şam’a giden ticaret yollarının kesileceğinden, Mekke’nin abluka altına alınacağından başlamak üzere pek çok hesap yapıyor ve Medine’ye yapılan hicreti durdurmaya çalışıyorlardı. Nitekim müslümanların Medine’ye hakim olmasıyla Kızıldeniz kıyısı boyunca Yemen’den Suriye’ye uzanan ve Kureyş ile diğer kabilelerin en büyük geçim kaynağı olan ticaret yolu da onların denetimine girecekti. Müslümanlar Arabistan bu şah damarına el koyarak cahiliye nizamına en büyük darbeyi vurmuş olacaklardı. Bu ticaret yolundan yılda en az iki yüz elli bin altın gelir elde ediliyordu. Taif ile diğer önemli merkezlerin ticareti bunun dışındaydı. Kureyş oligarşik yapısının telaşı, putlarının itibarının kaybolacağı telaşı değil, çıkarlarının kaybolacağı telaşıydı. Bu esnada sadece Hz. Ömer(r) açıkça meydan okuyarak hicret etmiş, diğer müslümanların tümü ise bu işi gizlice gerçekleştirmişlerdi.

Ayetler hicret öncesinde mü’minlerin imanlarını sağlamlaştırmayı, onları cesaretlendirmeyi ve hicret iznini ihtiva etmektedir. Bazı müslümanlar hicret etmekten korktularsa da bu ayetlerle Allah onların gönüllerine huzur verdi, korkularını giderdi. Müslümanlara Medine’ye hicretle içinde bulundukları sıkıntıdan kurtuluşu müjdeledi. Hicretle, Mekke’de baskılarla ve tehlikelerle kuşatılmış, dar bir çevreye sıkıştırılmış İslam davetinin büyümesine, güçlenmesine ve yükselmesine daha bir hız verildi.

Düşünün ki bir zaman siz az idiniz, yeryüzünde hırpalanıyordunuz. İnsanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz. Allah sizi barındırdı, sizi yardımıyla destekledi, sizi güzel şeylerle besledi ki şükredesiniz.” (8/26)

Allah ve Rasulü’ne iman eden muhacirlerin, Allah yolunda mallarını, yurtlarını terk etmelerinde, kendi toplumlarıyla ilişkilerin kesmek, kin ve düşmanlık temelli bir kopuşu, ayrılışı göğüslemelerinde imredilen onurlu bir eylem vardır. Ve Kur’an bu eylemi mü’minlere örnek olarak sunmaktadır:

“(Bir de o mallar) göç eden fakirlere aittir ki, (onlar) yurtlarından ve mallarından (sürülüp) çıkarılmışlardır; Allah’ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah’a ve elçilerine yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır.” (59/8)

 

PEYGAMBERİN HİCRETİ

Medine’ye hicret etmek üzere Mekke’de Hz. Muhammed ile birlikte iki kişi kalmıştı: Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali (r) Rasulullah hicret için uygun bir zaman bekliyor ve son zamana kadar mü’minlerin teker teker veya küçük gruplar halinde hicret etmelerini organize ediyordu. Rasulullah’ın hicret ortamı yaşanırken sahip olduğu duygulara ve konuma dikkat çeken şu üç farklı ayete dikkat çekmek yerinde olacaktır:

Neredeyse seni yurdundan çıkarmak için tedirgin edilip yerinde duramaz hale getireceklerdi. O takdirde kendileri de senin ardından pek az (bir süre) kalabilirler. (17/İsra, 76) “Sabret Allah’ın va’di haktır. İnanmayanlar seni yılgınlığa düşürmesin.” (30/60) “İnkar edenler seni tutup bağlamaları, öldürmeleri ya da (yurtlarından) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kururlarken Allah da tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en iyisidir.” (80/30)

Siret kitapları Kureyş müşriklerinin Hz. Muhammed’i etkisiz kılmak veya ortadan kaldırmak için pek çok yol denediklerini fakat sonunda değişik kabilelere mensup bir grup genç tarafından düzenlenecek suikastla ortadan kaldırmaya karar verdiklerine dikkat çekerler. Fakat birçok siret kitabı Rusulullah’ın hicretine ilişkin hem çelişkili hem de gerçeğe uyması mümkün olmayan pek çok rivayet aktarmışlardır.

Hz. Ebubekir aylar öncesinden aylar öncesinden hicret kararını bekliyor ve ani olarak çıkabilecek bir hicret durumu için ihtiyaten saf kan iki deve satın almış olup elinin altında tutuyordu. Yine rehber-deveci olarak putperest bir kimse olan Abdullah b. Ureykıt ile anlaşmıştı. Bununla birlikte Peygamber ve Ebubekir gecenin zifiri karanlığında evlerinin arkasından çıkıp Sevr Dağı’nın yüksekliklerine doğru tırmanmak üzere yola koyuldular. Mekkelilerce bilinen bir mağaraya sığındıkları halde Allah’ın yardımı sonucu fark edilmediler: “Eğer siz o hak elçisine yardım etmezseniz, iyi bilin ki, Allah ona yardım etmişti: Hani yalnız iki kişiden biri olduğu halde, inkar edenler kendisini (Mekke’den) çıkardıkları sırada ikisi mağarada iken arkadaşına ‘üzülme Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Allah (ona yardım etti) onun üzerine sekine (huzur ve güven duygusunu) indirdi ve onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi; inanmayanların sözünü alçalttı. Yüce olan yalnız Allah’ın sözüdür. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (9/40)

Hz. Muhammed ve Hz. Ebubekir üç gün boyunca bu mağarada gizlendiler. Bu orada Ebubekir’in ailesi sürekli yiyecek taşıdı mağaraya. Ayrıca oğlu Abdullah Mekke’den Kureyşiler’in haberlerini ve neler yaptıklarını gelip kendilerine bildiriyordu. Üç gün sonra, şehirdeki çalkantının durgunlaştığı bir sırada, Ebubekir’in çobanı ve evvelce tutulan deveci-rehber mağaraya iki cins deve beraberlerinde olduğu halde geldiler. Böylece dört kişiden müteşekkil küçük kervan Medine’ye doğru yola koyuldu. Ancak önce ters istikamete, Yemen istikametine doğru yol aldılar. Daha sonra deniz sahiline ulaşıp oradan kuzeye, Medine’ye doğru yöneldiler.

De ki: Rabbim, beni doğruluk girdirişiyle girdir ve beni doğruluk çıkarışıyla çıkar. Bana katından yardımcı bir güç ver.” (17/ İsra, 80)

Kureyş müşriklerinin durumu ve komploları ile Rasulullah’ın kişisel hicretinin şartları ne olursa olsun, bu olayda Rasulullah’ın ahlak ve cesaret yönünden örnekliği, mü’minlerin üzerindeki hassasiyeti ve onlara karşı duyarlılığı konusunda üzerinde durulması gereken önemli bir husus vardır. Rasulullah Medineli müslümanlardan kendisine yardımcı olma ve kendisini savunma biati aldıktan sonra hemen bireysel olarak hicret etmemiş, Mekke’de kalıp mü’minlerin hicret işlerini düzenlemiş, onları hicrete teşvik edip cesaretlendirmiş ve bu hicreti organize etmiştir.

Rasulullah herkesten geride kalıp hicrete niyet edenlerin hicreti tamamlanıncaya ya da en azından çoğunluğunun hicreti sağlandıktan sonra hicret etmiş olması önemlidir. Yine bunun kadar önemli bir husus da Mekke’yi terk etmezden evvel Hz. Ali’ye, Medine’ye hareketinden sonra hasımı olsun, putperest olsun kendisine emanet olarak bırakılmış eşyaları sahiplerine iade ettikten sonra kendilerine katılmak üzere Medine’ye hicret etmesini istemesi de adaletin ve şahitliğin zirvesine dikkat çekmektedir. Harp hali yaşadıkları Kureyşlilerin durumunu İbn Hişam halkın Rasulullah’ın kendisine bıraktığı emanetleri dağıtmasını şöyle izah eder: “Mekke’de tek bir kişi yoktu ki, çalınacak korkusuyla kıymetli eşyasını Rasulullah’a emanet olarak bırakmış olmasın. Zira Rasulullah’ın doğruluğuna dürüstlüğüne ve emanetleri canı gibi koruduğuna dost, düşman herkes inanıyordu.”

Emin olmak, emanetleri sahibine teslim etmek, anlaşmaların gereğini yerine getirmek hususunda mü’min şahsiyetin ahlaki durumunun ne olması gerektiğini en zor şartlarda ortaya koyan Rasulullah yıllardan beri bazı insanların davranış biçimi ve karakter haline getirdiği daru’l-harp mantığını davetin daha ilk yıllarında ve en zor şartlarda ayaklarının altına almıştı. Ama emanetlerini sahibine vermemek ve anlaşmaların gereğini yerine getirmek hususunda hem daru’l-harp fıkhını savunanların hem de bilerek veya bilmeyerek mü’min karakter yerine ikame ettikleri daru’l-harpçı karakteri ikame edenlerin düzelmesi aksi takdirde Rasulullah’ın örnekliğini çiğneyenlerin mü’minlerin arasında kınanıp ifşa edilmesi gerekmektedir.

 

MEDİNE’YE GİRİŞ; MUHACİRLER VE ENSAR

Ve onlardan önce o yurda (Medine’ye) yerleşen, imana sarılanlar (Ensar) kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen (ganimetlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç (eğilim) duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, (Muhacirleri) öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar başarıya erenlerdir, onlardan sonra gelenler de derler ki, Rabbimiz bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabbimiz, sen çok şefkatli, çok merhametlisin.” (59/9-10)

Siyer kitaplarının naklettiğine göre Rasulullah, İslam orada yaygınlık kazanıncaya kadar Medine’ye hicret etmemiştir. Evs ve Hazreç liderlerinden çoğunun Rasulullah’a biat etmesi, Rasulullah’ın davetçi ve öğretmen olarak, onlara Kur’an’ı okuması ve öğretmesi için Mus’ab b. Umeyr’i göndermesi ve Müslümanların çoğunun hicreti sonucu İslam yaygınlaşmış ve hemen hemen her ev bundan nasibini almıştı.

“İnsanlar ve hicret edip Allah yolunda savaşanlar, işte bunlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.” (2/Bakara, 218)

İnanıp hicret eden ve canlarıyla, mallarıyla cihad(mücadele) edenlerle, (onları) barındırıp yardım edenler, işte bunlar birbirinin hamisidirler. Ama inanıp da hicret etmemiş olanlarla, hicret etmelerine kadar, hiçbir dostluğunuz olamaz. Eğer din uğrunda sizden yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına yardım etmeniz gerekir. Allah yaptıklarınızı görmektedir.” (8/72; Ayrıca bkz. 8/74-75; 9/100)

Ve Allah’ın emriyle hareket edip Medine’ye hicret edenlerin, kendilerine gelenleri barındıranların aralarındaki kin ve düşmanlığı gideren iman ve Allah yolunda hicretin sonucu: “Ve onların gönüllerini uzlaştırmıştır. Eğer yeryüzünde olan her şeyi sarf etseydin, yine de onların gönüllerini uzlaştıramazdın. Fakat Allah onları uzlaştırdı. O üstündür, bilendir.” (8/63)

İnandığı halde hicret etmeyenlerin durum ise Kur’an’da kınanmaktadır: “Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler; “ne işte idiniz?” dediler. “Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük” diye cevap verdiler. Melekler elediler ki: “Peki, Allah’ın arzı geniş değil miydi ki, onda hicret etseydiniz?” İşte onların durağı cehennemdir, ne kötü bir gidiş yeridir orası! Yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve hicret için yol bulamayan gerçekten zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç. Çünkü Allah’ın bunlar affetmesi umulur. Allah çok affeden, çok bağışlayandır. Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek çok yer bulur, bolluk bulur. Kim Allah ve Rasulü için hicret etmek amacıyla evinden çıkar da kendisine ölüm yetişirse, onun mükafatı Allah’a aittir. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (4/97-100; Ayrıca bkz. 8/72)

 

SONUÇ

Şüphesiz ki, Kur’an’da zikredilen hiçbir mesel, hiçbir emir veya nehiy “laf olsun” diye zikredilmemiştir. Yine laf olsun diye zikredilmediği gibi gerçekliği olmayan veya tarihin bir sayfasında dursun diyerek ifadelendirilmemiştir. Şüphesiz bu durumlar alemlerin rabbinin indirmesi olan Kur’an-ı Kerim’in hikmetine uygun değildir. Rasul’ün sünneti, dediğimiz ahlak ve örnekliğinin zamanı ve mekanı aşan uygulaman da bu hikmet üzerindedir.

Hicret iki yönlü bir eylemdir: Cahiliyyeden ve küfür ölüsünden arınmak ve İslami kimliği kuşama takva sahibi olmak bunun ilk ve zaruri olanıdır. İkincisi ise Allah’ın rızası için küfür ve zulüm diyarından kopup ayrılmaktır. Hem bireysel hem de toplumsal dönüşümün öncüsü olmak için bu iki yönlü hicret eylemin tüm zamanlardaki muhaciri olunması gereklidir. Hicret hem bireysel hem de toplumsal dönümü İslami kimlikle ve ilkelerle bezeyecek sünnetullahtır. Gelenekçi ve modern sapmaların kuşatmasını yararak “Kitab’a dayalı ümmet bilinci”ni oluşturmanın adıdır. Muhacir Allah’ın razı olmadığı her şeyden uzaklaşmakta tereddüt etmeyen kişinin adıdır.

Tevhid ve adaleti değişmez ilke kabul eden, bu ilkeleri açık şahitliğe dönüştüren müslümanlar Kur’an’daki hicretle ilgili ayetlere, siyer kitaplarındaki tarihsel gerçekliklere M. 622’de yaşanmış bir hikaye veya bir macera gibi bakamazlar. Hicret 1400 yıl öncesindeki tarihsel bir vakıa olmakla kayıtlı değildir. Hicret kimlik aşılayan, kimlik oluşturan zorlu, fakat zaruri bir aşamadır.

Gerek Türkiye’de ve gerekse dünyanın değişik coğrafyalarında mücadele eden müslümanlarda bireysel ve toplumsal alanlarda düşünüş, söylem ve pratikte İslami kimlikten sapmalar baskın bir karakter halini almıştır. Gelenekçi ve modern sapmalar içice geçmiş modern-ulus devletlerin ürettiği kimlik ve değerler bu insanları kuşatır olmuştur. Modern-ulus devletin dayatmalarına karşı çıkmak yerine küfürle İslam arasında köprüler kurmaya çalışan bir arada yaşama projelerinin üretilmesini de işte bu anlamda hicret etmenin zaruretine inanmamaya, değilse en azından hafif almaya bağlayabiliriz. “Her ne pahasına olursa olsun (bu paha genelde iman esaslarına dayanıyor) mutlaka biz burada ve sizinle beraber yaşayacağız” diyenlerin ödeyeceği paha yeryüzünde onursuzluk ve zillet ise de ahiretteki cezası daha bir can yakıcıdır.

***

Zorlu ve zaruri bir amel olan hicreti yok sayanlar hem modernizmin ürettiği birey ve bireyci kimliği eleştirirler hem de “ben merkezliliklerinden” taviz vermezler. Statüko tarafından belirleyen “resmi standartlara uygun İslam anlayışı”nın dışındaki her türlü girişimi anarşizm ve komplo teorileriyle izah ederler. Bu sebeple hicret imani/Kur’an’i değerlerin milli/ulusçu değerlerin önüne geçmesidir.

Bireysel anlamda arınmış İslami kimliği oluşturmayı beceremeyenlerden mekansal hareketlilik ve toplumsal dönüşüm anlamında bir hicreti beklemek elbetteki mantıksal değildir. Hicreti bir kimlik, bir mücadele, Allah’tan bir yardım olarak göremeyenlerin bulanık ve eklektik bir kimliği yaşamak ve yaygınlaştırmaktan başka ne gibi bir fonksiyonları olabilir ki? Rasulullah’ın diliyle “küfürle savaşıldığı müddetçe hicret bitmez.” Hicret, İslami mücadelede insiyatifi ele geçirmek üzere gerçekleştirilen zorunlu bir dönemeçtir. Yalnızca zulümden kurtulmak gibi edilgen bir tavrı değil, fakat aynı zamanda zulme karşı çıkmak ve son vermek gibi etkin bir anlamı da içermektedir.

Kendilerine zulmedildikten sonra Allah yolunda göç edenleri dünyada güzelce yerleştireceğiz. Ahiret mükafatı ise daha büyüktür. Keşke bilseler.” (16/41)

Allah yolunda göç eden kimse, yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur.” (4/100) (KENAN ALPAY-Haksöz Dergisi / Sayı: 81 / Aralık 1997- Sayı: 82 / Ocak 1998-07.12.2010)

http://haksozhaber.net/news_detail.php?id=18202

posted in CİN-MELEK | 0 Comments

13th Aralık 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MELEKLER VE İMAN BAĞLAMINDA CİN, İNS, NEFS, RUH, İBLİS VE ŞEYTAN

Giriş

Gaybi varlıklar hiyerarşisinde melekler en üstte yer almaktadır. Yüce Allah Kur’an’da teşbihi veya mecazi bağlamlarla sınırlandırılamayacak kadar açık ve kesin bir şekilde meleklere özel isimler de vererek onlardan şahıslaştırmak suretiyle söz etmektedir. (2/Bakara, 98).

Gaybi varlıklardan biri olan melekler Allah’ın yaratması, biçim vermesi, kainattaki düzeni idare etmesi ve sürdürmesi esnasında görevi olan memur varlıklardır.

Meleklerin, şekli ve mahiyetleri, bünyeleri, sayıları hakkında çok az bir bilgiye sahibiz. Onların tam olarak nasıl varlıklar olduğunun te’vilini Allah’a bırakmak gerekir. Rabbimizin onlar hakkında verdiği yakini bilgi ile yetinmek gerekir.

Meleklerin şekli, sayısı vb. gaybi konularda bilinemeyecek olanın ardına düşüp “Allah bu misalle ne demek istedi?” diyerek konunun te’vilini araştırmak kalplerinde hastalık olanların bir özelliğidir (Bkz. 74/Müddessir, 31).

18. yy’dan beri pozitivizmin, modernizmin etkisi ile gaybi varlıklar, özelde melekler insan yaşamından kovulmak istenmiştir. Bu kültürün etkisinde kalan birçok müslüman da sözde meleklere imandan bahsettiği halde, yaşantısında onların etkisini göz ardı eder olmuştur.

Meleklerden Kur’an’da o kadar çok söz edilmiş, şahıslaştırılmış, somut etkileri gösterilmiştir ki, onları modernizmin etkisi ile iyiye hizmet eden tabiat kuvvetleri diye yorumlamak imkansızdır. İsimleri belirtilen, görevleri ve Allah’a bağlılıkları uzun uzun açıklanan melekler, Kur’an’da ontolojik bağlamda şahıslaştırılarak anlatılmıştır.

Meleklerle ilişkisi bakımından Cin, İblis, Şeytan, Ruh vb. kavramlarla birlikte ele almak istediğimiz bu konuda amacımız birtakım kelime çözümlemeleri yapmak değildir. Fakat kelimelerin sözlük, terim ve kavram anlamları üzerinde durmak mesajın daha iyi anlaşılmasına, hizmet edecekse anlamlıdır. Bunun için melekler ve onlarla ilintili olan Kur’an kavramlarını incelemek bu çalışmanın amacıdır.

 

A) KUR’AN’DA CİN TERİMİ

Cin Kelimesinin Terimsel ve Kavramsal Anlamı

C-N-N kök harflerinden türeyen “cenne” fiili karanlığa boğmak, gizlemek, örtmek, korumak, saklamak, karanlık ile örtmek anlamlarına gelir. Bu anlamda ana rahmindeki çocuğa çıplak gözle görülemediği için aynı kökten türeyen cenin denilmiştir. Yine savaşçıların kullandığı kalkana rakibin saldırılarını engellediği için “cunne” denilmiştir. Toprağı güneşten koruduğu için Araplar bahçeye “cenne” demişlerdir. Işığı örttüğü için gecede cin kelimesinin anlam alanında yer alır.

Terim olarak cin, gözden ırak olan duyularımızla kavrayacağımız alanın dışında yer alan kendilerine özgü karakterleri bulunan varlık türü demektir.

İnsanın kavrayamayacağı soyut veya somut nesnel gerçekliği bulunan varlıklara işaret için kullanılır. Görünmez varlıklar anlamında melekler de cinlerdendir. Meleklerle cinler arasında genel ve özel mutlaklık söz konusudur. Bu bağlamda her melek cindir. Fakat terimsel anlamda cinler melek değildirler. Çünkü ontolojik olarak cinlerle melekler ayrı varlık türleridir.

Müşrik Araplar duyuları ile kavrayamadıkları soyut şeylere cin diyorlardı. Melek, cin, ruh gibi soyut konularda kafaları karışık olan müşrikler cinlerle melekleri birbirinden ayıramıyorlar, soyut olan bütün şer ve hayır güçlerine, cin diyorlardı.

“O gün, Allah onların hepsini bir araya toplar. Sonra meleklere der ki: Bunlar size mi kulluk ediyorlardı? Melekler: “Seni tenzih ederiz. Bizim velimiz sensin. Onlar değil. Hayır onlar cinlere kulluk ediyorlardı. Çoğu onlara inanıyorlardı” derler” (34/Sebe, 40-41).

Sözlük anlamı itibariyle İblis de cinlerdendir. “Ve biz meleklere Adem’in önünde secde edin dediğimiz zaman, İblis dışında, onların hepsi yere kapanmıştı. İblis cinlerdendi, böylece Rabbi’nin buyruğu dışına çıktı…” (18/Kehf, 50; Ayrıca bkz. 6/112, 128).

Terimsel anlamda cin, bizim duyularımızın kavrayışına kapalı olan, bizden farklı bir hayat tarzı sürdüren, bizim gibi sorumlu olup iyileri ve kötüleri olan ruhsal güçlerin ortak adıdır. (Bkz. 6/100; 37/158; 114/6).

 

CİNLERİN ÖZELLİKLERİ

Duyularımızın ötesinde bir mahiyet taşıyan cinlerle ilgili Allah’ın bildirdiklerinden başka fazlaca bir bilgiye sahip değiliz. Rabbimizin bildirdiklerinden edindiğimiz malumata göre cinlerin bazı temel özellikleri şunlardır:

1-Yaratılış itibariyle özlerinde dumansız ateş taşımaktadırlar. Rahman sûresi 15. ayet ateşin niteliğini dumansız ve her şeye nüfuz edici olarak betimlemektedir. (Ayrıca bkz. 15/Hicr, 27).

2-Cinler de insanlar gibi sorumlu varlıklardır. Bütün varlıkların gayeleri Allah’a kulluktur. Amaçsız yaratılış zaten düşünülemez.

“Cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım” (51/Zariyat, 56; Ayrıca bkz. 3/Al-i İmran, 191; 10 Yunus, 5; 16/Nahl, 12, 36; 21/Enbiya, 16; 38/Sa’d, 27; 44/Duhan, 38-39; 45/Casiye, 22; 75/Kıyame, 36; 86/Tank, 14 vd.)

3-Cinlerin sorumlu olmaları bilinçli ve iradeli olduklarını gösterir. Mükellefiyetin ilahi hatırlatmayı zorunlu kıldığı düşünülürse insanlar gibi onlara da Rabbani mesajın elçilerinin gönderilmiş olması gerekir. En’am sûresi 130. ayet cinlere de kendi içlerinden peygamber gönderildiğini göstermektedir: “Ey cin ve insan topluluğu içinizden size ayetlerimi anlatan ve sizi bu güne (ahirete) kavuşmakla uyaran rasuller gelmedi mi?”

4-Cinlerin peygamberi cinlerdendir. Bazı kimseler cinlerin peygamberlerinin insanlardan da olabileceğini iddia etmektedirler. Bu bağlamda Hz. Muhammed’in cinlerin de peygamberi olduğu ileri sürülmüştü. Buna delil olarak da cin süresindeki anlatılanları göstermektedirler. Cin sûresinin ayetleri bütüncül olarak incelendiğinde cinlerin Peygamberimizi (s) ve Kur’an’ı dinlediklerini öğrenmekteyiz. Ancak Peygamberimizin onlarla bir temasının olmadığını, Kur’an’ı dinlediklerini vahiy yoluyla öğrenmekteyiz:

“De ki; Bir grup cinnin, dinleyip şöyle dediği bana vahyedildi: Biz hayret verici bir Kur’an işittik” (72/Cin, 1). Ayetin üslubunda görüldüğü gibi Peygamberimizin cinlerin Kur’an’ı dinlediği ile ilgili malûmatı vahiy yoluyla olmaktadır.

İsra sûresi 95. ayette de açıkça her varlık türüne kendi cinsinden peygamber göndermenin sünnetullah, Allah’ın değişmez yasası, olduğu belirtilmektedir.

“De ki, eğer yeryüzünde yürüyen ve nimetlerimden istifade eden melekler olsaydı, biz onlara elçi olarak gökten bir melek indirirdik”. (Ayrıca bkz. 2/Bakara, 129, 151; 6/En’am, 19; 14/İbrahim, 4; 18/Kehf, 10; 25/Furkan, 6-8; 41/Fussilet, 6; 64/Teğabün, 6 vd).

5-Cinlerin de tıpkı insanlar gibi iyi olanları da kötü olanları da vardır:

“İçimizden iyi olanlar da var, olmayanları da var. Biz, türlü türlü yollara ayrılmışız” (72/Cin, 11).

“Bizden müslüman olanlar da var, sapmış olanlarımızda var…” (72/Cin, 14) vd.

6-Gaybı bilmezler.: “O Kur’an’ı şeytanlar (cinler) indirmedi. Bu, onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da. Çünkü onlar, işitmekten uzaklaştırılmışlardır” (26/Şuara, 210-212; Ayrıca bkz. 72/Cin, 8-10).

7-Cinler insanlardan daha önce yaratılmış olup ontolojik olarak farklı yapıdadırlar:

“… Cinleri ise ondan çok önce yakıcı ateşten yaratmıştık” (15/Hicr, 27).

8-İnsanlara göre daha alt seviyede bir dereceleri vardır. Ayet-i kerimelerden anladığımız kadarıyla cinler insanlardan daha dehşet verici bir tabiata sahiptirler. Fakat gözle görülmez olmaları bir avantaj gibi gözükmekle birlikte Allah Teala insanoğlunu daha üst bir derecede yaratmıştır:

“Biz insanı en güzel şekilde yarattık” (95/Tin 4)

 

CİNLERLE İLGİLİ İLERİ SÜRÜLEN BATIL İNANÇLAR

Müşriklerin Allah’a ortak koştukları şeyler arasında cinler de vardır. Fırtına, hastalık vb somut olaylara cinlerin yol açtığını, Allah ile cinler arasında akrabalık bağı olduğunu iddia etmişlerdir.

“Ama bazıları cinleri Allah’ın yanında bir yer yakıştırmaya başladılar. Halbuki onların tümünü yaratan O’dur. Ve cehaletleri yüzünden O’na oğullar ve kızlar isnad ettiler” (6/Enam, 100).

Allah ile cinler arasında benzerlik kurularak, soy birliği ileri sürülmüştür. Yüzeysel basit düşünen cahiliye mensupları gözle görülmemesi bakımından Allah ile cinler arasında akrabalık bağı olduğunu iddia etmişlerdir. Tıpkı hristiyanların Hz. İsa ile Allah arasında varsaydıkları soy ilişkisinde olduğu gibi: “Şimdi onlardan sana cevap vermelerini iste. Senin Rabbinin kızları var da onların (yanlız) erkek çocukları mı var?” (37/Saffat, 149; Ayrıca bkz. 7/Araf, 28; 16/Nahl, 57; 21/Enbiya, 26; 37/Saffat, 150-158; 43/Zuhruf, 15-21, 81, 82 vd).

Ortak koşanlar cinleri tapılası varlıklar olarak algılamışlardır. Oysa cinler gaybı bilmeyen, aciz varlıklardır. Kendileri yaratılmış ve muhtaç olan bütün varlıklar gibi soyut varlıklar da, Allah’a denk olmalarını bırakalım, bayağı durumlardan kurtarabilecek bir yapıda değillerdir: “… Yere yıkılınca cinlerin gaybı bilmedikleri ortaya çıktı. Böyle olmasaydı kendilerini alçaltan azap içinde kalmazlardı” (34/Sebe, 14).

“… Hayır onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu on­lara inanmıştı” (34/Sebe, 41).

Müşrikler vahyin kaynağının cin şeytanları olduğunu iddia etmişlerdir (Bkz. 26/Şuara, 210-211).

***

Bazı tasavvuf üstadları İblis’in meleklerin imamı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Örneğin Hallac-ı Mansur ve Abdülkerim el-Cili bu görüştedirler. İblis’in Adem’in önünde yere kapaklanmamasını, insanın üstünlüğünü kabul etmemesini de, böyle kimseler, tevhid ehli oluşuna bağlayarak Kur’an’ı yanlış yorumlamışlardır. (Bkz. Prof. İbrahim Sarmış, Teorik ve Pratik açıdan Tasavvuf ve İslam sh. 158-159, Yöneliş Yay. 1993, İstanbul).

 

B) İNSAN VE CİN KAVRAMLARI

İns, görünür olmayı; cin, görünmezliği temsil eder. Bu bağlamda cin, ins’in karşıtıdır. Fakat Araplar tanımadıkları, bilmedikleri yabancı insanlara cin tabirini kullanmışlardır. Kur’an-ı Kerim’de de cin kelimesi bu anlamıyla bazı yabancı insanları anlatmak için terimsel ve kavramsal olmayan bir bağlamda ele alınmıştır.

Mekkelilerin tanımadığı yabancı bazı kimselerin Kur’an’ı dinledikleri olayı anlatılırken Ahkaf sûresinde insanlardan cinler diye söz edilmiştir: “Hani cinlerden bir grubu Kur’an’ı dinlesinler diye sana yöneltmiştik” (46/Ahkaf, 29; Ayrıca bkz. 30, 31,32. ayetler).

Arapların tanımadıkları insanlara cin demeleri gerçeğinden hareketle bazı yorumcular Cin suresindeki anlatılan kimselere de insan demektedirler. Oysa bu yorum yanlıştır. Çünkü sûreyi bütüncül okuduğumuzda özellikle 8. ayetin soyut varlık anlamındaki cinlerden terimsel bağlamda söz ettiğini görmekteyiz:

“Biz göğü yokladık ve onun şiddetli bir koruma ve alevle dolu bulduk. Oysa bizim dinlemek için oturma yerlerimiz vardı. Şimdi kim dinlemek istese onu gözeten bir alev yakalıyor” (72/Cin, 8-9).

 

A- HZ. SÜLEYMAN VE CİNLER

Hz. Süleyman’ın emrindeki cinler de insanlar anlamındadır. Yani Süleyman (a) kıssasında geçen cin tabirleri terimsel ve kavramsal anlamda değildir. Esir, köle, niteliksiz, kimliksiz, vasıfsız insan anlamındadır. Kıssadaki bazı ayetleri alıntılayarak konuyu Kur’an’dan takip edelim:

“… Cinlerden bir kısmı da Rabbi’nin emriyle onun emrinde çalışırdı. Onlardan, kim emrimiz­den çıkarsa ateş azabından tattırırdık” (34/Sebe, 12; Ayrıca bkz. 13. ayet).

“Denize dalan ve bundan başka işleri de gören şeytanları da ona boyun eğdirdik. Onları gözetenler de biz idik” {21/Enbiya, 82).

Kur’an’da Hz. Süleyman’ın ordusunun cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluştuğu belirtilmektedir:

“Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordusu bölük bölük toplandı” (27/Neml, 17).

Bu ayette geçen cin terimsel anlamda değildir. Ontolojik anlamda cinler olsaydı bu kimseler ordunun en önünde yer almışlardı. İnsanüstü varlıkların savaşması ile de insan birliklerinin gücüne ihtiyaç hasıl olmazdı. Çünkü soyut varlıklara düşmanın ok ve mızraklarının, kılıçlarının zarar vermesi imkansızdı.

Sâd sûresi 37-38. ayetlerde bu kimselerin zincire vurulmuş, demir halkalarla birbirlerine bağlandıkları, kötülüğü hak ettikleri vurgulanmaktadır. Bu tasvir bize ruhçu insanları ve eski çağlarda ayakları ve boyunları bağlanmış esirleri çağrıştırmaktadır. Bu yüzden bu kimselere kötü, şerli anlamında şeytan denilmektedir.

Ayetlerde bu şeytan tabiatlı kimselerin Hz, Süleyman’ın emrine verildikleri, onun için dalgıçlık yaparak inci, mercan, sünger çıkardıkları, heykelcikler yaptıkları, savaştıkları ve itaatten çıkamadıkları anlatılmaktadır.

Ontolojik anlamda bu kesimler cin şeytanları olamazlar. Çünkü şeytan ile insanın mücadelesi Kur’an’daki beyanlara göre kıyamete kadar sürecektir. Şeytanın insanın emrine girmesi diye bir durum söz konusu olamaz.

 

B- İNS: İnsan için Kur’an’da üç kelime kullanılmaktadır: Beşer, Adem, insan.

 

aa- BEŞER KAVRAMI:

Beşer kelimesi sözlükte derinin üst kısmı, dış yüzeyi demektir. Kavramsal anlamda beşer insanın dış yapısı, dış görünüşü, dış özelliklerini ifade etmektedir. Bu yönüyle beşer insanın toprak yönünün, fiziksel yapısını temsil eden bir anlam çağrışımı içermektedir:

“Sizi topraktan yaratması O’nun mucizevi işaretlerinden bindir ve sonra baktınız ki, birbirinizden farklı beşerler olup çıkmışsınız” (30/Rum, 20).

Toprağın çeşitli aşamalarından yaratılan, özünde tüm görünür varlıklar gibi su taşıyan beşer fiziki ihtiyaçlarla kayıtlı olmayı ifade eder.

“Ve beşeri sudan yaratan ve onu soysop ve evlilik yoluyla kazanılan yakınlık, bağlılık duygusuyla donatan O’dur. Çünkü Rabbin sınırsız kudret sahibidir” (25/Furkan, 54).

Aşağıdaki ayetlerde beşer, maddi ihtiyaçlarla kayıtlı hastalık ölüm gibi illetlerle bağımlı olmak anlamında kullanılmıştır:

“… Bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin. Eğer doğru sözlü biriysen, bize bir mucize getir de görelim” (26/Şuara, 154; Ayrıca bkz, 1 l/Hud, 27; 14/İbrahim, 10; 23/Müminun, 24; 15/Hicr, 28;36/Yasin, 15).

Yusuf sûresi 31. ayete melek ile beşer kelimeleri birbirine zıt iki varlık kategorisini anlatır:

“…Kadınlar Yusuf’u görünce güzelliği karşısında şaşırıp kaldılar ve şaşkınlıktan ellerini kestiler. Aman Allah’ım dediler. Bu bir beşer olamaz. Olsa olsa gözde bir melek bu“.

 

bb- ADEM KAVRAMI:

İsfehani’ye göre Adem “edim” kelimesinden türetilmiştir. Edim, iç yüzey, iç katman demektir.

Adem, beşerden bir ileri aşamayı ifade etmektedir. Adem, işitme, görme, duyumsama, ikincil kavram oluşturma, böylece bilgiyi yeniden üretme, akletme özellikleri dolayısıyla meleklerin secdesine mazhar olmaktadır.

Adem, isimleri bilme, eşyaya isim verme yeteneği sayesinde meleklerden üstün olabilme potansiyeline sahip olduğunu göstermiştir. Bilmek, Adem’e meleklerle girdiği sınavı kazandırmıştır. O halde Adem’in Beşer’e göre bir iç boyutu, iç gelişimi sözkonusudur.

“Evet gerçekten de sizi yarattık, sonra size biçim verdik ve sonra meleklere; Adem’in önünde secde edin, dedik…” (7/Araf, 11; Ayrıca bkz. 15/Hicr, 29; 32/Secde, 9 vd.).

 

cc- İNSAN KAVRAMI:

İsfehani’ye göre N-S-Y kök harflerinden if’ilan kalıbından türetilmiş bir kelimesi olan insiyan kelimesinden bozularak elde edilen insan kelimesinin çağrışımları arasında unutkanlık, nankörlük, tartışmacılık, acelecilik, zalimlik gibi anlamlar vardır. Rabbimiz Tâhâ sûresi 115. ayette Adem’in yapısal olarak unutkan olduğunu belirtmiştir. Azimkar, sebatkar olmayan, aceleci olan insanoğlu kelimenin kök anlamında da görüldüğü gibi sürekli hatırlamaya ve hatırlatılmaya ihtiyaç duyar. Bunun için Yüce Allah tarih boyunca peygamberlerin elçiliği ile zikr indirmiş, kesintisiz olarak unutkan insanoğluna görevlerini hatırlatmıştır:

“Ve gerçek şu ki, biz Adem’e önceden buyruğumuzu ulaştırmıştık. Ne var ki o bunu unuttu. O’nu yaratılışındaki amaçta azimli ve gayretli bulmadık.” (20/Taha, 115).

Ancak Kur’an-ı Kerim’de kul olma bilinciyle davranan insanlar da mükerreren övülmektedir. Bu boyutuyla Kur’an’da övülen ve yerilen insandan bahsedebiliriz.

İnsan, beşer ile Adem’in işlevlerinin birleşimini ifade etmektedir. Beşeri boyut, insanın unutkan, aceleci zayıf bir varlık oluşunu ifade eder. Ademi boyut ise insana Allah’ın kazandırdığı iç özellikleri temsil eder. Bu iç güzelliklerin başında kalbin sembolize ettiği algılama, kendi durumunun farkında olma, bilinçli olma insanı Ahsen-i Takvim yapar. Ahsen-i Takvim Tin sûresinde belirtildiği gibi en güzel yaratılış demektir.

Allah Teala’nın iki eli ile yarattığını belirttiği insanoğlu kalbi hasletlerini köreltir, aklını beşeri boyutunun, toprak yönünün elinde heba ederse bırakalım meleklerin secdesine mazhar olmak, hayvandan aşağı bir derekeye düşer.

“Allah, ey İblis, dedi. Kendi ellerimle yarattığım şu varlığın önünde yere kapanmaktan seni alıkoyan nedir? Kibirli misin yoksa kendini üstün görenlerden misin?” (38/Sad, 75).

 

C) NEFS VE RUH KAVRAMLARI

aa- NEFS KAVRAMI

Nefs kelimesinin sözlüklerde geçen anlamları şunlardır: Kişi, kendi, iç, zât, kalp, kimse, bizzat, yan, kan, kat, idrak, can, öz, kemgöz, azamet.

Nefs terim olarak başka bir anlama geldiğine ilişkin kesin bir delil olmadığı sürece insanın bizzat kendisini ifade eder. Gramer yapısı müennes olduğu için Kur’an’da nefse izafe edilen zamirler dişildir. Ancak dişilik kelimenin semai müennes olmasından kaynaklanmaktadır. Yıldız, ay, güneş kelimeleri gibi. Birçok ayetle kadın-erkek insan cinsinin ortak özü, ortak nitelikleri, kimliği bağlamında kullanılmıştır. (Örnek olarak bkz. 3/Al-i İmran, 30; 4/Nisa, 1;32/Secde, 13).

Bir kısım ayetlerde nefs, insan, kişi, zat, şahıs anlamında kullanılmıştır (Bkz. 2/Bakara, 72, 286; 18/Kehf, 74; 20/Taha, 40; 28/Kasas, 19, 33 vd).

En’am sûresi 93. ayette insanın canı bağlamında geçmektedir: “… Canlarınızı (nefslerinizi) çıkarın, bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun ayetlerinden büyüklenerek yüz çevirmeniz dolayısıyla alçaltıcı bir azapla karşılık göreceksiniz…” (Ayrıca bkz. 9/Tevbe, 55, 85).

İnsanı insan yapan öz ve bu özü niteliklerini anlamında nefs terimi Şems sûresi 8. ayette geçmektedir:

Andolsun nefse, takvasını ve fücurunu ilham edene” (Ayrıca bkz. 75/Kıyamet, 2; 79/Naziat, 40; 80/Abese, 7; 87/A’la, 140; 91/Şems, 9-10).

Kur’an’da nefs, insanın bireysel kişiliğini ifade etmesinin yanında Ra’d sûresi 11. ayette toplumsal kişilik anlamında da geçmektedir.

Bazı mistik akımlar Yeni Eflatuncular yabancı dillerden yaptıkları çevirilerde nefse ruh anlamı yüklemişlerdir. Bedenin karşıtı anlamında nefse ruh diyemeyiz. Kaldı ki Kur’an’dan ruha da bedenin karşıtı anlamını yüklememize elverecek bir karineye sahip değiliz.

 

bb- NEFSİN TEKAMÜLÜ

İnsan kişiliği anlamına gelen nefs hem fertlerin özü, hem de fertlerin tek tek kendisi demektir. İnsanların ahlaki yapısı Kur’an’da nefsle ilintili olarak dörde ayrılmaktadır:

1-Nefs-i Emmare: Kötülüğün peşinde koşan iyilikten nasipsiz insan (Bkz. 12/Yusuf, 24, 53; 53/Necm, 39).

2-Nefsi Levvame: Özünü eleştiren, kendini temize çıkarmayan, hatasını kabul edip tevbe eden, hatasından pişmanlık duyarak dönen insan (Bkz. 3/Al-i İmran, 135; 53/Necm, 32; 75/Kıyame, 2).

3-Nefs-i mutmainne: Allah’a gönül bağladığı, O’nu andığı için huzura eren, doygun insan (Bkz. 6/Enam, 125; 13/Ra’d, 28; 89/Fecr, 27).

4-Nefs-i Raziyye-Marziyye: Hoşnutluk içinde, halinden memnun ve Rabbi de kendisinden memnun kişi (Bkz. 89/Fecr, 28).

Görüldüğü gibi nefs terimi Kur’an’da iki yönlü bir özdür. İyiye de yönelebilir kötüye de. Nefs felsefecilerin dediği gibi bedenin karşıtı anlamında ruh değildir. Tasavvufçuların iddia ettiği gibi nefs, bütünüyle yok edilmesi gereken bir unsur değildir. İnsanı arındıracak, ilahi vahyi algılayıp kendisini olgunlaştıracak öz de nefsde yer almaktadır. Kısaca Kur’an’da nefs kavram olarak insanın özünü teşkil eden iki yönü takva ve fücuru bünyesinde bulunduran yeteneklerin, eğilimlerin merkezidir.

 

d- RUH KAVRAMI

Ruh kelimesinin kök anlamında üfürmek, esmek, rüzgâr, güç, kudret, ümit, rahatlık, beklenti, güzel koku gibi manalar geçmektedir. Aynı kökten türeyen diğer kelimeler şunlardır. Rih, Riyah, Rauh, Rayhan (Bkz. 3/Al-i İmran, 164; 7/Araf, 57; S/Enfal, 46; 10/Yunus, 22; 12/Yusuf, 87, 94; 46/Ahkaf, 24; 55/Rahman, 12; 56//Vakıa, 89).

Kök harflerinden elde edilen kelimelerde görüldüğü gibi Ruh’un sözlük anlamı, bir rüzgar gibi hafif ve görünmez, güzel kokular taşıyan hayat ve ümit veren unsurdur. İsfehani Ruh’u, “canlıda hayatı meydana getiren şey” diye tarif etmiştir.

Terim anlamı ise, Allah’ın kendisi ile insana bilgi, bilinç, inanç kazandırdığı insana özgü niteliklerin tamamı demektir. İnsan kendisine ruh üfürüldükten sonra meleklerin secdesini hak etmektedir. Çünkü ruh, insana üstünlük kazandıran bilme kabiliyetine sahip olmayı doğurmaktadır. Allah topraktan biçim verdiği insanın ruh üfürerek keyfiyetini belirlemektedir:

Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhundan üfledi ve sizin için kulaklar, gözler, gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.” (32/Secde, 9; Ayrıca bkz. 15/Hicr, 29; 38/Sa’d, 72).

Ruh ile üfürmek arasında kurulan ilgi, Allah’ın izni ile çamurdan kuşlara hayat veren Hz. İsa’nın mucizesi olarak Al-i İmran 49. ayette geçmektedir.

“… Ben çamurdan kuş yapar ona üflerim. Allah’ın izni ile hemen kuş olur…”

Ruhun üfürülmesi bu bağlamda bir varlığa Rabbimiz katından canlılık verilmesi anlamındadır. Ancak verilen bu canlılığın mahiyeti varlık türüne göre farklı özellikler taşımaktadır diyebiliriz.

Ruh’un diğer bir bağlamı da ilahi vahiyle ilgilidir. Ruh nasıl insana nitelik kazandıran, onu dirilten, secde edilmesini sağlayan bir unsur ise Kur’an vb. vahiyler de ruhtur. Çünkü toplumsal yaşamın zulmü ve baskısı altında şeytanın adımlarına uyan, kalbini ve duyargalarını körelten insan mecazi anlamda ancak yeniden dirilişini Kur’an’la gerçekleştirebilecektir.

“İşte sana da böyle emrimizden bir ruh (gönüllere can katan bir söz) vahyettik…” (42/Şura, 52; Ayrıca bkz. 6/Enam, 122; 8/Enfal, 24; 16/Nahl, 2; 17/İsra, 85; 40/Mü’min, 15; 58/Mücadele. 22; 97/Kadir, 4; 2/Bakara, 87).

 

e- RUH’UN MAHİYETİNİN BİLİNEMEZLİĞİ

Secdeye konu olan hasletleri “ruh”un üfürülmesi ile kazandığımız gerçeği açıktır. Fakat üfürmenin keyfiyeti müteşabih olduğu için, konunun te’vilini araştırmak boşunadır. Cevaplanması imkansız bir soru şöyle olabilir: “Biz Allah’tan bir cüzzü taşımaktayız, bir cüzün kopması O’nu eksiltmez mi?” böyle soruların cevaplandırılmaya çalışılması boş bir çabadır. Bilinemeyecek olanın ardına düşmektir. Bu durumda bizim gözümüz somut olanda, ruh’un üfürülmesi ile elde edilen keyfiyetlerde olmalıdır.

İnsanın öldükten sonra canlılığının ruhla devam edip etmediği tartışması da müteşabihin te’vilinin peşine düşmektir. Kesin olan bir şey varsa, o da bedenimizle hesap için diriltileceğimizdir. Kabir olayından derken ruh’un gezintiye çıkıp çıkmadığı, ölmediği iddiası mesnetten yoksundur. Bu konuda fazla bir bilgiye sahip değiliz. Bu durumda biz ruh’un niteliklerini insana kazandırdıklarını bilebiliriz. Fakat niceliği hakkında bir görüş ileri sürmeyiz.

Ruh’un tamamen bilinemez olduğunu söyleyen bazı kimseler, aslında vahiyden ve vahiy meleği Cebrail’den bahseden İsra sûresi 85. ayetini insan ruh’u bağlamında ele almaktadırlar:

Sana ruh’tan sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir.”

Zemahşeri, Fahreddin Razi, Kurtubi, M. İzzet Derveze, Muhammed Esed bu ayette geçen ruh’dan kastedileninS insana canlılık kazandıran unsur anlamında değil, Kur’an vahyi, Kur’an’ı getiren vahiy meleği anlamında olduğunu söylemişlerdir.

 

D) İBLİS: İNSAN HAYATININ FİTNESİ

B-L-S kök harflerinden türemiş bir kelime olan İblis, if’al kalıbına uyarlandığında elde edilen eblese fiilinin ismidir. Eblese’nin mastarı İblâs’tır. İblâs ise suskunlaşmak, umutsuz hale gelmek demektir. İblis umutsuzluğun, laneti hak etmiş olmanın sembol ismidir.

Eblese fiilinin ismi faili En’am sûresi 44. ayette yalın kelime anlamı itibariyle geçmektedir:

“… Ve kendilerine bağışlanan şeylerden zevk alarak yararlanmaya devam ederlerken onları apansızın yakaladık. İşte o anda bütün ümitlerini kaybettiler (Müblisûn).”

Daha geniş anlamıyla İblas fiili üzülmek, hayret etmek, ümitsizliğe kapılmak, gamdan kaynaklanan sükûta gömülmek, dayanaksız olmak anlamlarına gelmektedir.

İsim ve fiil halinde Eblese’nin türevleri beş ayette geçmektedir (Bkz. 6/44; 23/77; 30/12, 29; 43/75) kavram olarak İblis ise Kur’an’da onbir ayette geçmektedir. Bunlardan onu Mekki, biri Medeni ayette yer almaktadır. İblis’in kavramsal anlamı; Yüce Allah’ın emrine karşı gelip isyanda bulunan, şeytani güçlerin babası olan, karanlık faaliyetlerde beyin görevini yapan, Rabbi’nin rahmetinden ümidini kaybetmiş, huzurundan kovulmuş insan düşmanıdır.

Şeytani güçlerin babalığını yapan İblis Kur’an’da tekil olarak geçtiği halde şeytan çoğul olarak geçmektedir. Nasıl Adem insan soyunun prototipi olarak babası saydırıyorsa, İblis de şeytanların prototipidir.

İblis görünmez güçlerden olması bakımından cinlerdendir (Bkz 18/Kehf, 50). İnsana secde etmesi emredilene kadar da meleklerdendi. Allah, İblis’e secde emrini verene kadar İblis’in haysiyetine, gururuna dokunacak bir emir vermemiştir. O halde, secde emrine kadar İblis ontolojik anlamda melek değildi. Fakat melekler gibi saf ve temizdi. Ancak “secde” emri ile imtihan edilince özünde var olan kötülük ortaya çıkmış oldu. (Bkz. 2/Bakara, 34).

İnsanoğlu da “yasak meyve” ile imtihan edilmeden önce bütünüyle iyi gözüküyordu. Fakat yasak meyve fitnesi Adem’in günah işleme potansiyelini açığa çıkarmış, görünür kılmıştır.

İsra sûresinde belirtildiği gibi yasak meyve gibi İblis de insanoğlu için bir imtihan vesilesidir. “Haydi, şimdi onlardan gücünün yettiğini sesinle ayart, atlarınla ve adamlarınla onların üzerine yüklen ve böyle onların mallarıyla çocuklarıyla (ilgili olarak işleyecekleri) günahlara ortak ol; onlara vaadlerde bulun. Çünkü (onlar bilmezler ki) şeytanın vaad ettiği her şey sadece akıl çelmek içindir.” (17/İsra, 64).

İblis, Rabbi’nin huzurundan taşlanmış, lanetlenmiş bir şekilde ümitsiz olarak kovulunca insanı da kendisi gibi yapmak, ümitsiz duruma düşürmek için imtihan vesilesi olarak izin almıştır. İblis’in izinli olması tamamen bağımsız bir şahsiyet olmadığını, Allah’a ortaklık gibi bir dava güdemeyeceğini gösterir. Zaten Allah’ın varlığını tasdik eden biridir. Asıl amacı insanı saptırmaktır.

İblis: “Madem öyle ‘ey Rabbim’ dedi, bana ölümden kalkılacağı güne kadar zaman tanı. Pekala öyle olsun diye buyurdu Allah. Kendilerine zaman tanınanlardan biri olacaksın. Vakti bilinen o güne kadar” (15/Hicr, 36-38).

Dikkat edileceği gibi İblis tamamen serbest biri değildir. O insan için fitne sınama vesilesi olma izni almıştır. Bu izin de süresiz değil, belli bir zaman dilimini kapsamaktadır (Bkz. 38/Sa’d, 80-81). Sınamanın önünde insanların şeytanı dost tutarak onun gibi suskun, ümitsiz lanetlenmiş, bu yüzden cehennemi hak etmiş olanlardan mı, yoksa ümitli bir şekilde olan, alçak olan dünyada aşağılıklardan bayağılıklardan uzak durarak Allah’ı dost tutanlardan mı olacaklarını denemektir (Bkz. 15/Hicr, 30-40; 18/Kehf, 50-51).

 

a- PEKİ İBLİS NEDEN SECDE ETMEDİ?

Kur’an’ın beyanlarından anladığımız kadarıyla İblis, ateşin topraktan üstün olduğuna inandığı için secde etmemiştir. Bu hareketi ile İblis ırkçılığın babası unvanını almıştır.

O Adem’e üfürülen ruh’un insana kazandıracağı nitelikleri görmezden gelmiştir. Kıskançlık, kibir ve ırk davası güderek enformatik cehaletin de sembolü olmuştur. Aslında bilgiçtir o. Ama cahildir. Çünkü toprak ile ateş farklı ontolojik düzlemlerin birer unsuru olduğu halde onları karşılaştırmıştır. Böyle karşılaştırmalara kıyas-ı butlan (batıl karşılaştırma) denilmektedir. (Bkz. 7/Araf, 12. ayet).

İblis insana ruh üfürme ile verilen ilahi emanetin değerinin farkına varamamıştır. Yüzeysel fiziksel görünümle ilgilenmiş, öze dikkat etmemiştir. Toprağı küçük görmüş, kendi yaratılışındaki özü ateşi büyük görmüştür.

İblis bencilliğinin, kendini beğenmesinin, hevasını yüceltmenin kurbanı olmuştur. Allah’a inanmış ama hevasına tabi olmuştur. Tıpkı yeryüzündeki sınavı kaybeden müşrik insanlar gibi. Yandaşları olan insanların imanı kendilerine nasıl bir yarar sağlanıyorsa amelleri hevalarına tabi olmalarından dolayı nasıl boşa çıkıyorsa, İblis’in eskiden melekler gibi olması da ona bir yarar sağlayamamıştır.

İblis’in düşmanı Allah değildir. Onun düşmanı insandır. Allah’ın insana secde et (saygı göster) emrine, kendini büyük ve üstün gördüğü, Adem’in dış görünüşünü beğenmediği, kabuğa takılıp öze dikkat etmediği için itaat etmemiştir. {Bkz. konu ile ilgili 2/Bakara, 168, 208; 6/En’am, 142; 7/A’raf, 11, 12, 22; 15/Hicr, 28-39; 17/İsra, 27, 53, 62-64; 38/Sa’d, 76; 35/Fatır, 6; 12/Yusuf, 51 19/Meryem, 142; 36/Yasin, 60; 43/Zuhruf, 62).

 

b- ADEM İLE İBLİS ARASINDAKİ NİTEL FARK

Adem de, İblis de yasaklananı işlemiş ancak Adem suçuna itiraf edip tevbe etmiştir. İblis gururunu yenememiştir. Adem suçunu kabullenmiş, İblis ise kabullenmemiştir.

Adem işlediği günahtan dolayı kendini temize çıkarmamış, nefsini kınamıştır. İblis böbürlenmiş kendini temize çıkarmaya çalışmıştır. Temize çıkarma şekli de ırkçılık yapmak suretiyledir. Adem Allah’ın rahmetinden ümidi kesmediği için tevbe etti. İblis ümitsizliğe düştü. İblis günahının yükünü Allah’a yüklemeye çalışarak yaratıcıyı suçladı. Adem Rabbi’ni suçlamadı özür diledi, lanetlenip kovulan İblis gibi olmadı.

“Bir zaman meleklere ‘Adem’e secde edin’ demiştik. Secde ettiler. Yanlız İblis etmedi. ‘Ben çamurdan yarattığın kimseye secde eder miyim’ dedi. ‘Şu benden üstün yaptığını gördün mü? Andolsun eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, onun zürriyetini, pek azı hariç kökünden koparıp sürükleyeceğim’ dedi” (17/İsra, 61-62; Ayrıca bkz. 2/Bakara, 37 ve şerri Allah’a nisbet eden şeytanlaşmış insanlardan söz eden ayet için bkz. 29/Ankebut, 10).

 

E) ŞEYTAN: İBLİSİN FAAL HALİ

a- ŞEYTAN KELİMESİNİN ANLAMI

Şeytan kelimesinin kök anlamı ile ilgili iki görüş ileri sürülmüştür. Ş-T-N kök harflerinden türetildiğini söyleyenler, şeytanın uzaklaşmakla ilgili bir kök anlamının olduğunu ifade etmişlerdir.

Ş-Y-T’den türetildiğini iddia edenler ise işe yaramaz hale gelmek, öfkeden yanıp tutuşmakla alakalandırmışlardır. Bize birinci görüş daha uygun gözükmektedir. Çünkü şeytan Allah’ın huzurundan kovulmuş, Rabbin rahmetinden uzaklaşmıştır (Bkz. 3/36; 15/17, 34; 38/77 vd).

Ş-T-N harflerinden türeyen bir isim olan şeytan İblis’in faaliyetlerini, etki gücünü, tarzını ifade etmektedir. İblis şer güçlerin babası ve kaynağıdır. Şeytan ise İblis’in eylemsel halidir. Görünmeyen varlıklardan olmak anlamında cinlerdendir. (Bkz. 6/128).

Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette geçen şeytan kelimesi 70 yerde tekil, 18 yerde çoğul olarak kullanılmıştır. Fakat, İblis tekil olarak geçmektedir. Bu da göstermektedir ki, Kur’an’ın müteşabih anlatımında Adem ve İblis birer prototip olarak ele alınmaktadır. İnsanın cennetten indirildikten (Bkz. 2/Bakara, 38) yani sınav başladıktan sonra ise Adem bir cins isim olmaktan çıkıp özel isimli insanlar olarak, İblis de şeytanlar olarak işlevlerini sürdürmeye başlamıştır.

 

b- İBLİS’İN ASKERLERİ

Kur’an’da anlatılan yaratılış kıssasında kötülük İblis’le şahıslaştırılmış, insanlar ise Adem’le şahıslaştırılmıştır. İblis’in isyanından ve Adem’in yasak meyveyi yemesinden sonra İblis’in yerini şeytanlar almıştır. Şeytanlar İblis’in askerleri olarak tavsif edilmiştir:

“Onlar ve azgınlar tepe taklak oraya atılırlar. İblis’in bütün askerleri de.” (26/Şuara, 94-95; ayrıca bkz. 17/İsra, 61).

İnsanın sınav sürecinde kötülüğü şeytanlar temsil etmektedir. Fakat İblis kavramı insanın sınav sürecinin sonunu değerlendirirken de karşımıza bir defalık çıkmaktadır.

“Andolsun İblis, onlar hakkındaki zannını doğru çıkardı, inanan bir bölükten (insanlar) başka hepsi ona uydular” (34/Sebe, 20).

Şeytan kelimesinin çoğul olarak, kullanıldığı birçok ayette daha çok bir şahıstan değil, İblis’in emellerini yerine getiren insan ve cin dostlarından bahsedilmektedir. Fakat kavramın şahıslaştırıldığı, mecaza haml edilemeyecek açıklıkta varlık türünden söz ettiği açık olan ayetler de vardır.

Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Aldatmak için birbirine yaldızlı sözler fısıldarlar…” (6/Enam, 112).

“Rabbine andolsun ki, onları ve şeytanları mutlaka toplayacağız, sonra onları, diz çökmüş vaziyette cehennemin çevresinde bulunduracağız” (15/Meryem, 68).

“Ey Ademoğulları, şeytan, ana babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de şaşırtıp bir belaya düşürmesin…” (7/A’raf, 27).

Şeytan şahıs anlamında Mekki sûrelerde çoğul, Medeni sûrelerde genelde tekil kullanılmıştır.

Şeytan Allah’a değil insana düşmandır. Babası İblis gibi şeytanlar da insanı saptırmak için gayret ederler. Yoksa şeytan eski İran dini Zerdüştlikte olduğu gibi şeytan ve Allah iki blokun sembolü değildir. Bilindiği gibi ateşperest Zerdüştler bütün felsefelerini mutlak iyiyi ve ışığı temsil eden Ahuramazda ile kötülüğü temsil eden Ehrimen arasında bitmeyen kavgalar üzerine kurarlar. Oysa şeytan Allah’ın varlığını ve kudretini onaylar (Bkz. 14/İbrahim, 22; 59/Haşr, 16).

Kavga insan ile şeytan arasındadır. İnsanın görevi şeytanın adımlarına uymamaktır: “Ey insanlar, yeryüzünde meşru ve iyi ne varsa ondan nasibinizi alın ve şeytanın izinden gitmeyin, zira o sizin apaçık düşmanınızdır” (2/Bakara, 168; Ayrıca bkz. 2/bakar, 208, ö/Enam, 143; 7/A’raf, 22-24; 18/Kehf, 50; 35/Fatır, 6 vd).

 

c- KÖTÜLÜĞÜN SEMBOLÜ OLARAK ŞEYTAN

Her şeyi çift kutuplu yaratan Allah bütünüyle iyi olan meleklere karşın şeytanı yaratmıştır. Fakat ilginç olan Kur’an’dan edindiğimiz bilgilere göre şeytanlarla melekler arasında ateşperest İran kültüründe olduğu gibi bir çatışma yoktur. Şeytanın asıl kavgası insanlardır. Meleklerin görev alanlarını delme, itaat zeminlerini ihlal etme, nedeni de daha çok insanla ilgilidir.

İnsanlarla olan mücadelelerinde gaybın kapılarını zorlayan cin şeytanlarının Allah’ın ilminin temsili adı olan levh-i mahfuzdan bilgi sızdırma çabaları boşunadır. Çünkü vahyin ve sağlam inancın koruma duvarını delemezler.

“Ve onları kovulmuş her türlü şeytani güce karşı koruma altına aldık” (15/Hicr, 17; Ayrıca bkz. 22/Hac, 52-54; 67/Mülk, 17; 72/Cin, 8-9).

İnsanı Allah’ın yolundan saptırmak için türlü dolaplar çeviren şeytan ümitsizliğin, ümitsiz hale gelmenin sembolüdür. İnsanları, kendisi gibi Allah’ın rahmetinden uzaklaştırmak için kurnazca çalışır (17/Araf, 16-17; Bkz. 15/Hicr, 32-40),

Şeytan iç kuruntu ve kışkırtılar ile insanları sapıklığa sürüklemek ister. Fakat şeytanın mü’minleri saptıracak gücü yoktur. Allah’ın fıtrata zerkettiği temiz akıl onun kuruntularının üstesinden gelmek için yeterli donanımı verir. (Bkz. 7/Araf, 199-202, 15/Hicr, 42; 16/Nah, 98-99; 17/İsra, 65; 21/Enbiya, 82; 34/Sebe, 12-14).

Allah’a karşı asi olan şeytan insanı da kendisine benzetmek için nankörlüğe, taşkınlığa, zulme, hakları çiğnemeye sevkeder (Bkz. 4/Nisa, 117;22/Hacc,3;37/Saffat, 7).

Şeytan dostlarını yanlız bırakan sahte bir dosttur. Kendi adımlarını izleyen kardeşlerini, grubunu Allah’a hesap verirken yalnız bırakır. (Bkz. 2/Bakara. 168, 208-209; 5/Maide, 56; 6/E-nam, 140-142; 7/Araf, 27; 17/İsra, 17; 24/Nur, 21; 25/Furkan, 29; 58/Mücadele, 19-22).

Amellerinin faydalı hiçbir meyvesi olmayan şeytan insanın zaafları kuvvetlendiren bunlardan yararlanan bir güçtür. Şeytanın aldatması insanı sorumsuz kılmaz. Fakat İnsanın aşağılık duyguları şeytanın işini kolaylaştırır. İlahi yol göstericilik insanın fıtri iyilik eğilimlerini güçlendirir. İnsan şeytandan kendini takva ile korur (Bkz. 4/Nisa, 117; 12/Yusuf, 53; 22/Hacc, 3; 59/Haşr, 16 vd.).

Şeytan günahları süsler. İnsanın içini okşayan iltifatlarla gururunu, duygularını kamçılar. Günaha cevap elbisesi giydirip pazarlar. Günahlar insandaki kötülüğe meyleden fücur yönünün şeytana açılması ile oluşur. Böylece şeytan avının kendisine açılan fücur kapısından girer kötülüğe teşvik eder. Cazip, çekici tekliflerle insanı aklını çeler. Dumura uğratır. Ancak şunu da eklemek gerekir ki, şeytanın ontolojik bağlamında insanın içine girmesi söz konusu değildir. Fakat mecazi olarak damarlarımızdaki kan gibi dolaşabilir içimizde fakat onun hilesi zayıftır (Bkz. 4/Nisa, 119; 5/Maide, 90; 7/Araf, 20-22; 8/Enfal, 11; 27/Neml; 29/Ankebut, 38; 43/Zuhruf, 80; 25/Furkan, 29; 17/İsra, 64).

Dinmeyen kin ve düşmanlık tohumları ekmek isteyen şeytan, insanlar arasında içki, kumar, kehanet faiz gibi günahları teşvik ederek toplumda düşmanlığın, güvensizliğin, haksızlığın, sömürünün artması ile Allah’ı unutturmayı amaçlar. (Bkz. 5/Maide, 19, 90-91 12/Yusuf, 42; 43/Zuhruf, 36).

Mü’minlerle savaşa sevkeden şeytanlar dostlarının kalplerine korku salarak, Allah’ın hükümlerini koparmayı salık verir. İnsanlar içerisinden karanlığa, şeytana bağlılık gösteren toplum liderleri olan tağutlarla savaşmak mü’minlerin temel ödevlerinden biridir (Bkz. 3/Al-i İmran, 175; 4/Nisa, 60, 76; 6/Enam, 121).

Allah yolundan harcasınlar diye şeytan insanları israfa sevkederken, mü’minleri de infak etmesinler diye yoksullukla, rızık endişesi ile korkutur (Bkz. 17/İsra, 27; 24/Nur, 21).

Şeytan insanlara nüfus, mal vb. dünyevi güçler biriktirerek ölümsüzleşeceklerini vaadederek kandırır. Belki de insanın şeytana karşı en zayıf yanı bu ebediyet (huld) içgüdüsüdür. Zaten ilk insanı da bu zaafından yararlanarak kandırmıştır. İnsanın yeryüzündeki sınavında yeniden ebedi cennet mükafatını hake tmesini sağlayacak, insanın fitnesi, şeytandır. O insana sağından yaklaşır, solundan yaklaşır kötülüğü fısıldar.

Zan ekip vehim biçer şeytan sürekli, bıkmadan vesvese verir infaktan alıkoymak için fakir düşmekle korkutur. Bir gün zamanı gelir diye sürekli biriktirmeyi, ihtiyaç olmasa da fare gibi yığmayı öğütler. Böylece ölümsüzleşecekleri sanal vaadini durmadan usanmadan tekrar eder. Maalesef insanlık tarihi göstermektedir ki insanın ihmali, şeytan gibi gurur ve kibri İblis’in kuruntularını haklı çıkarmıştır. Fakat Allah’ın mü’min kullarına şeytanın etkin bir gücü yoktur. (Konu ile ilgili bkz. 2/Bakara, 268; 7/A’raf, 20; 17/İsra, 62-65; 20/Taha, 117-121; 36/Yasin, 47 vd).

 

F) MELEKLER

a- MELEKLERLE İLGİLİ BATIL İNANÇLAR

Müşrikler Allah’ın elçilerinin melekler olması peygamberlerin onlar gibi soyut varlıklar, olağanüstü özellikler gösteren kimseler olması gerektiğini iddia ederler (Bkz. 6/Enam, 50, 89; 25/Furkan, 7).

Yahudiler ilahi vahyi Hz. Muhammed’e getirdiği için, İsrailoğulları’na getirmediği vahiy meleği Cebrail’e düşmanca hisler beslerler (Bkz. 2/Bakara, 97-98).

Müşrikler melekleri Allah’ın kızları olarak görerek Rabbimizle soy bağı iddiası ileri sürerler (21/Enbiya, 26).

Müşrikler meleklerin Allah katında kendilerine torpil yapacak aracı kurumlar gibi düşündükleri için, Lât, Menât, Uzzâ gibi dişi isimler verdikleri putlara tapınırlar. Bu yanlış şefaat anlayışı putperestliğin felsefesi olarak ileri sürülmektedir (Bkz. 21/Enbiya, 28; 53/Necm, 26).

 

b- MELEKLERİN İMAN ESASI OLMASININ HİKMETLERİ

Her şeyden önce meleklerin iman esaslarından birisini oluşturmasının sebebi tenzih içindir. Kur’an’da gösterilen temel iman esaslarından birisi de gaybi varlıklar olan meleklere imandır, yinelemek gerekirse melekler, Allah’ın yaratması, biçim vermesi, kainattaki düzeni idare etmesi ve kainatla ilgili işlerin akibetini takib etmesi esnasında görevli kıldığı bir tür memur varlıklardır. Ontolojik bağlamda şahıslaştırılmış varlıklardır. Allah maddi ve soyut bütün varlıklardan aşkındır. Oysa bazı müşrikler Allah ile melekler arasında soybağı iddia etmişlerdir. Nasıl maddi varlıklar Allah’ın yaratıcı kudretinin eseri ise, O’na ortak değilse soyut varlıklar da O’nun ortakları değil görevlendirilmiş hizmet ehlidir.

Her muktedirin yanında O’na hizmet eden, sözünü dinleyen, buyruğundan çıkmayan kadrolar vardır. İşte melekler de Allah’ın hizmet ordusudur.

Melekleri tasavvurun zorluğu insana Allah’ı tasavvurun daha da zor olduğunu O’nun zatını idrak etmenin imkansızlığını öğretir. Böylece meleklere iman, Allah’ı soyut varlıklara benzetmekten insanları alıkoyan bir işlev görmüş olmaktadır (Bkz. 42/11,37/180).

Gizli âlem varlıklarına isnad edilen kudret ve kuvvetin maddi alem üzerinde meydana getireceği etkinin kaynağının ve buyruk merkezinin Allah’ın şanlı makamından çıktığına inanmak, şirki önlemektedir. Çünkü meleklere iman Allah’a imandan sonra gelmekte ve sıfatları itibariyle buyruktan çıkmayan, itaatkar varlıklar şeklinde anılmaktadır.

 

c- MELEKLERİN ÇEŞİTLERİ

Meleklerin çeşitli dereceleri vardır. Fakat hangisinin hangisinden üstün olduğu ile ilgili kesin bir karineye sahip değiliz (Bkz. 37/Saffat, 164-165).

Derece farkı gözetmeden sıralamak gerekirse meleklerin Kur’an’da geçen çeşitleri şunlardır:

1) Hazenetü’l-Cehennem Melekleri: Görevleri cehennemi beklemek, korumaktır. Son derece şiddetli, korkutucu bir görünümleri vardır. Fakat Allah’a karşı son derece uysaldırlar (Bkz. 40/Mü’min, 49; 66/Tahrim, 6; 74/Müddessir, 30-31).

2) Kadir gecesi esenlik için yeryüzüne inen melekler (Bkz. 97/Kadir, 3-5).

3) Arş’ı, Allah’ın kudretinin sembolü tahtında taşıyan melekler (Bkz. 40/Mü’min, 7-9; 69/Hakka, 16-17).

4) Arş’ın etrafında koruyuculukla görevli melekler (39/Zümer, 75).

5) İstiğfar melekleri: Mü’minlere İslami mücadeleyi üstlenen öncülere Allah’tan bağışlanma dileyen melekler (40/Mü’min, 7-9; 42/Şura, 5).

6) Sicil melekleri: Kiramen katibiyn diye de bilinir. İnsanların bütün yaptıklarını dosdoğru yazar, kayıt altına alırlar. İnsanın sağ ve sol tarafında yer alarak sevap ve günahlarını eksiksiz arşivlerler (Bkz. 8/Enfal, 10-12; 10/Yunus, 21; 43/Zuhruf, 80; 50/Kaf, 17-18; 82/İnfitar, 7-12).

7) Mikail (Bkz. 2/Bakara, 97-98).

8) Gözlemci melekler: İnsanların amellerini gözlerler (13/Ra’d, 11).

9) Hafaza melekleri: Şer güçlerden insanları korumakla görevlidirler (13/Ra’d, 11; 86/Tarık, 4; 82/İnfitar, 10-12).

10) Ölüm melekleri: İnsanların canlarını almakla görevlidirler. Mü’minlerin canlarını güzel, kafirlerinkini ise acı bir şekilde alırlar. Azrail ismi Kur’an’da geçmemektedir. Ölüm melekleri çoğul olarak geçmektedir. Can alma görevinin sadece Azrail tarafından yerine getirildiği iddiasının Kur’an’da bir dayanağı yoktur (Bkz. 6/Enam, 61, 93; 16/Nahl, 28, 32; 32/Secde, 1; 33/Ahzab, 43).

11) Mukarreb melekler, Allah’a diğer meleklere göre derece olarak daha yakın olan seçkin meleklerdir. Melekler derece olarak birbirine eşit değildirler (Bkz. 37/Saffat, 8, 164, 165).

12) Sur’a üfüren melek tüm canlıların ölüme garkolduğuna tanıklık eden birinci, yeniden diriliş tanıklık eden ikinci üfürüşle görevlidir (Bkz. 39/Zümer, 68).

13) Yardım Melekleri: İslami mücadele yürüten kadrolara, cihad esnasında gaybi yardımların elçiliğini yaparlar. {Bkz. 2/Bakara, 254; 3/Al-i İmran, 124-125; 5/Maide, 56; 8/Enfal, 9, 12, 19, 26, 43, 50; 9/Tevbe, 26; 17/İsra, 60; 33/Ahzab, 9; 34/Sebe, 23; 48/Fetih, 4, 27; 58/Mücadele, 22; 92/Leyl, 7).

14) Azab Melekleri: İnkarcılara dünyevi ve uhrevi azapla görevlidirler (Bkz. 9/Tevbe, 26; 66/Tahrim, 6; 67/Mülk, 9; 74/Müddessir, 30-31).

15) Helak melekleri: Azgınlıkta ve taşkınlıkta ıslah edilemeyecek kadar günaha batmış müfsid toplumları yok etmekle görevlendirilmiş meleklerdir (Bkz. 11/Hud, 81).

16) Müjdeci melekler: Peygamberleri ve salihleri ahirette cennetle müjdeleyen melekler (Bkz. 11/Hud, 69-74; 19/Meryem, 17-19; 41/Fussilet, 30).

17) Vahiy meleği: Allah’ın mesajını peygamberlere taşıyan, elçilik eden melek vahiy meleği Kur’an’da üç isimle anılmaktadır.

a) Cebrail (Bkz. 2/Bakara, 87, 253, 5/Maide, 110; 16/Nahl, 102; 26/Şuara, 193; 70/Mearic, 4; 78/Nebe, 38; 97/Kadir, 4).

b) Ruh ve ruhü’l-kuds: Kutsal ruh (Bkz 2/Bakara, 87, 253; 5/Maide, 110; 16/Nahl, 102).

c) Cibriyl (Bkz 2/bakara, 97-98, 66/Tahrim, 4).

 

SONUÇ

Pozitivizmin ve modernizmin etkisiyle tüm alanlarda olduğu gibi inanç konularında da materyalist eğilimler ortaya çıkabilmiştir. Oysa incelememizde ve çalışmamızda da görüldüğü gibi özellikle meleklerle ilgili vurgular. İsimlerinin, görevlerinin açıkça belirtilmesi nedeniyle uzun uzadıya detaylı açıklamalar melek, cin, İblis ve şeytan gibi gaybi varlıklar hakkında yapılan sembolleme (allegoriye ve metaforizma) göreli yorumları batıl addetmemizi (saymamızı) gerektirmektedir.

Bu olayda iyice idrak etmeliyiz ki melekler, tüm hayatımızı Allah’tan izinli olarak kuşatmıştır. Melekleri hesaba katmadan yaşamak bir mü’mine yakışmaz. Hayatın birçok alanında meleklerin Allah tarafından belirlenmiş etkin görevler vardır.

Özellikle İslami mücadele yürütürken şeytanın yönlendirici ve engelleyici olumsuz fonksiyonu yanında melekleri de hesaba katarak yola çıkmak bize cesaret, güven ve onur verecek, başarının kapılarını açacaktır. (Fevzi Zülaloğlu-Haksöz Dergisi – Sayı: 96 – Mart 99 Kavramlar)

http://haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=2331   

posted in CİN-MELEK | 0 Comments

13th Aralık 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MELEK

 Allah’ın emirlerine tanı itaat eden iyi nitelikteki ruhanî varlıklara verilen ad.

Melek kelimesi (çoğulu melâike) Ugaritçe, Habeşçe, İbrânîce ve Arapça gibi Sâmî dillerde bulunan göndermek” an­lamındaki “Pek” kökünden olup “haberci, elçi; güçlü kuvvetli, tasarrufta bulunan, yöneten” mânalarına gelmektedir. Kelime Grekçe’ye aggelos (angelos), Latince’ye angelus, nuncius (elçi) ve legatus (mesaj­cı). Batı dillerine ange (Fr.), angel (İng.) ve engel (Alm.) şeklinde geçmiştir. İbrânîce malanın (mal’akh) Sanskritçe’deki karşılığı angiras (ilâhî ruh), Pers dilindeki karşılığı angarostur.

Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm gibi vahye dayanan dinlerde Tanrı ile insan arasındaki mesafe vurgulanarak ilişki kurma fonksiyonu meleklere yüklenmiş­tir. İnsanla tanrılar arasındaki mesafeyi daha da azaltan politeist dinler, kitabî dinlerde meleklere yüklenen fonksiyonu beşerî varlıklar olarak tasvir ettikleri ilâh­lara vermiştir. Monistik dinlerde ise in­sanla tanrı arasında mesafe bulunmadığı için melek türü aracıların rolü iyice azal­tılmıştır. Bununla beraber insanların ilâh ve ruhlarla ilişkilerinde etkin olan, melek­lere benzer birtakım ruhanî varlıkların mevcudiyeti inancı bütün dinlerde vardır. Ruh, melek, cin, şeytan gibi isimler verilen bu varlıkların benzer yönleri olduğu gibi farklı özellikleri de bu­lunmaktadır. Melekler güçlerini daha üs­tün bir kaynaktan alan, dolayısıyla bağım­sız olmayan, görevlendirilip yollanan, ken­dilerini gönderen yüce kudretle gönde­rildikleri insanlar arasında aracı olan iyi nitelikteki ruhanî varlıklardır.

Kuvvet ve derece açısından büyük ilâh­lardan daha aşağı bir statüde bulunmak­la birlikte insanı iyi veya kötü yönde etki­leme gücüne sahip olan, dolayısıyla iyi veya kötü diye nitelenen bazı varlıkların mevcudiyeti inancı çok eski zamanlar­dan beri çeşitli dinlerde vardır. Bu ara­cı varlıkların bazısı mahallî ilâh olarak algılanıyor, bazıları büyük tabiat güçle­riyle aynîl eştir iliyor, bir kısmı da yukarı veya aşağı dünya ile alâkalı faaliyet gösteriyordu. Öte yandan politeist dinlerdeki büyük tanrıların daha aşağı seviyedeki bu varlık­ları elçi, görevli ve haberci olarak kullan­dığına da inanılıyordu. Semavî elçi kavra­mının menşei Yakındoğu’nun en eski put­perest dinlerine kadar gitmektedir. Me­selâ Mezopotamyalı ve Hititli her büyük ilâh, derece itibariyle kendisinden daha aşağıda bulunan bazı elçilere (sukkaliu) ve taht taşıyıcılarına (guzallu) sahipti. Bir kısım Hitit metinlerine göre ana tan­rıçanın emrinde elçilik yapan iyilik ve kötülük melekleri bulunmaktaydı. YahudilikteRabbin meleği elçilik görevini ifa etmekte, Hıristiyanlık’ta ve İslâm’da melekler Meryem’e îsâ’yı müjdelemekte ve İslâm’da ilâhî vahiy melek aracılığı ile peygambere iletilmektedir. Meleklerin bir diğer vas­fı koruyuculuk görevidir. Onların herkesi koruyup kollaması, çocukları gözetmesi. insanın mutlu olmasına yardımcı olması söz konusudur. Sümerler Lamma (Udug) adı verilen ve insanları koruyan bir varlı­ğa inanıyorlardı.

Bâbil dininde hem melekler hem cinler vardır. Bâbil’de ve Asur’da tanrılarla in­sanlar arasında sürekli bir ilişki kurulmak­tadır. Her ferdin kendisine ait, biri önden, diğeri arkadan yürüyen veya biri sağın­da, diğeri solunda olan iki koruyucu me­leği bulunur. Şedu ve Lamassu denilen, kanatlı boğa şeklinde tasvir edilen, saray­ların ve mâbedlerin girişlerinde bekçilik yapan cine benzer varlıklar mevcuttur.

Sümer çağında da bu tür varlıklar iyi ve kötü cinler olarak bir ayırı­ma tâbi tutulmuş, birincilerin insanları koruduğuna, ikincilerin insanlara kötü­lük yaptığına inanılmıştır. Kötü cinler di­ye bilinen bu ruhanî varlıklar daha sonra kötü melekler veya şeytanlar olarak ka­bul edilmiştir. Mâna itibariyle cin, melek ve şeytanın her üçünü de kapsayan bu varlıklar yedi gruba ayrılmıştır. Ayrıca Lilû, Lilîtu ve Ardat Lili isimleriyle belirtilen üçlü bir grup daha vardır ki bütün bun­lar Bâbil, Asur ve Sümer dinlerinde mev­cut olan, görevleriyle tanıtılmaya çalışı­lan, cin, melek veya şeytan diye yorum­lanan görünmez varlıklardır.

Semavî olayların mitolo­jiyle yorumlandığı en eski çağlarda bere­ketli yağmur getiren bulutların insan muhayyilesinde yağmur rahmet meleği şeklinde “iyi anzu / anka”, felâket getiren fırtına bulutlarının da “kötü anzu / anka” motiflerini doğurduğu, Sümer menşeli bu efsanenin en az beş bin yıllık bir zaman dilimi içinde bütün Ön Asya’ya ve İran üzerinden Orta Asya’ya, Güney Sibirya’ya ve Hindistan’a kadar çok geniş bir bölge­ye yayılıp günümüze kadar yaşadığı be­lirtilmektedir.

Zerdüştîlik’teki en eski Zend Avesta metinlerinde Ahura Mazda’nın yanında Ameşa Spenta (kutsal ölümsüzler) denilen altı başmeleğin bulunduğu belirtilmek­tedir. Bunlar Vohu Mânân (iyi düşünce), Aşa Vahişta (en İyi hakikat). Spenta Arma-iti (itaat), Khşatra Vairya (arzu edilen ege­menlik), Haurvatat (mükemmeliyet, bütünlük ya da sağlıklı olmak) ve Ameretat’tır (ölüm­süzlük). Meleklerin tabiat olaylarını kont­rol eden ruhlarla aynı sayılması Zerdüştîlikte “Fravaşi” (koruyucu ruh) ve “Yazata” kavramlarıyla tam olarak uyuşmaktadır. Meleklerin, insanlara şefaatçi olması ve onları kötülüklerden uzaklaştırması fikri Avesta’da mevcuttur. Ahura Mazda, me­leklerden oluşan ordusuyla Angra Main-yu’ya ve onun şeytanlardan (deva) oluşan ordusuna karşı savaş halindedir. Gökte Tanrı ve melekleri, yeryüzünde insan­lar, yerin altında şeytan ve taraftarları bulunmaktadır. Meleklerin temel gö­revi Tanrı ile insan arasındaki mesafeyi birleştirmek, İlâhî planı, irade ve kanunu bildirmektir. Avesta’da Angra Mainyu kötü, Spenta Mainyu ise iyi ruh rolündedir.

Hinduizm, Budizm, Konfüçyüsçüiük, Jainizm gibi dinlerde insana vahiy geti­ren meleklerden ziyade kötülük simgesi varlıklara inanç yaygındır. Hint dinlerin­de semada ikamet eden ve ölümlülere görünmeyen “devalar ve “asura” adı ve­rilen kötü güçler vardır. Hintliler’in var­lıklar hakkındaki sınıflama ve açıklama­larının karışıklığından ve düzensizliğin­den yakınan Bîrûnî deva denilen melek­ler, bunların bulunduğu yerler ve bunlar­la ilgili diğer varlıklar hakkında bilgi ver­dikten sonra meleklerin başkanının Mahadeva olduğunu, deva isminin ondan geldiğini, Hintüler’e göre 330 milyon me­lek bulunduğunu ifade etmektedir. Hint­liler’in melekler için yeme, içme ölüm ve diğer beşerî halleri caiz gördüklerini, on­ların bu dereceye ilimle değil ibadetle varmış olduklarına inandıklarını belirt­mektedir.

Halk dini de denilen ve çok çeşitlilik arzeden mahallî inanç ve uygulamalarıyla yine çok farklı şekilleri bulunan Taoizm’in oluşturduğu Çin dinlerinde genellikle de­ğişik nitelikte ruhlardan oluşan görün­mez bir dünya mevcuttur. Melek inancı özellikle mistik Taoizm’de bulunmaktadır. Shang-ch’ing denilen en yaygın mistik akıma göre Yang Hsi gökten gelen bir dü­zine varlık tarafından ziyaret edilmiş ve kendisine birçok kitap yazdırılmıştır. Ki­tapları yazdıran varlıklardan başka veri­lenleri muhafaza edenler de vardır.

Bütün yahudi mezhepleri meleklerin varlığını kabul etmektedir. Sadûki mezhebinin meleklerin varlığını reddettiği ile­ri sürülmekte  an­cak bu hatalı görüş onların apokaliptik öğ­retiyi reddetmelerinden kaynaklanmak­tadır. Yahudi kutsal kitabın­da bilgi ve kudrette insandan daha üstün, bir olan Tanrı’ya bağlı, bir kralının maiyeti gibi O’nun hizmetinde bulunan, mesajını insanlara iletme ve iradesini ye­rine getirmede elçilik görevi yapan var­lıklardan bahsedilmektedir. Eski Ahid’de bu varlıklar için “mal’ah” kelimesinin dı­şında “ilâhî varlıklar” anlamında Allah oğulları, Allah’ın veya göklerin ya­hut yüksekte olanların ordusu, mukad­desler, kudretliler, ilâhlar  ve kullar  tabirleri de kullanıl­maktadır. İbn Meymûn, Eski Ahid metin­lerinde geçen ilâhların Allah’ı, rablerin rabbi göklerin Allah’ı  ifadelerindeki ilâh, rab ve gök kelimelerinin de “me­lek” mânasında kullanıldığını belirtmek­tedir. Çok defa melek yerine “adam” keli­mesi de geçmektedir. Tekvîn’deki kıssa­da (32/24-25) Ya’küb ile güreşen kişi Hoşea’da (12/5) “malakh” diye anılmaktadır. Diğer taraftan Eski Ahid’de Gabriel ve Mihael gibi melekler ismen zikredilmek­te, Kerubim ve Serafim gibi kanatlı varlık­lardan, melek gruplarından söz edilmek­tedir.

Eski Ahid’in Neviîm kısmında pek zik­redilmemekle birlikte diğer kısımlarda, özellikle de Bâbil esareti ve sonrasına ait Hezekiel, Zekarya ve Daniel bölümlerinde meleklerin varlığı açıkça belirtilmekte, Daniel bölümünde meleklerden ve ilk de­fa olmak üzere büyük meleklerin isimle­rinden bahsedilmektedir. Ayrıca ölüm meleğinden de (mal’ak ha mot) söz edil­mektedir.

Meleklerin yahu­di kutsal kitabının esaret dönemi ve sonrasına ait bölümlerinde sık sık geçmesi Keldânî ve İran etkisini düşündürmek­tedir. Yahudiler, Bâbil esareti süresince Keldânîler’in ve İranlılar’ın etkisi altında kalmışlardır. Özellikle Zerdüştîlik’teki iyi ve kötü ruh fikri Yahudiliğe iyi melek ve kötü melek şeklinde intikal ettiği gibi ruh­ların hiyerarşik tasnifi de Yahudilikte gö­rülen meleklerin tasnifini ortaya çıkar­mıştır.

İkinci mâbed döneminde melek­lerle ilgili inanç daha da gelişmiş ve girift hale gelmiştir. Bunu apokrif eserierde ve Essenîler’in yazılarında görmek mümkün­dür. Bu yazılarda birbirinden farklı ve çe­şitli işler gören çok sayıda melek söz ko­nusudur, bu melekler muhtelif kategori­lere ayrılmış olup hiyerarşik bir yapı arzetmektedir. Ateş, rüzgâr, bulut gibi ta­biat olaylarından, mevsimlerden ve yılın her bir gününden sorumlu melekler var­dır. Büyük melekler olarak Uriel, Raguel, Rafael, Mihael, Gabriel, Sariel ve Jeremiel’in adı geçmektedir. Rabbinik literatürde de meleklerden bahsedilmektedir.

Mişna’da melekler hiç geçmemekle birlik­te Talmud ve Midraşlar’da meleklerin ya­ratılışına ve tasnifine dair tartışmalar yer almaktadır.

Yahudi inancına göre melekler yaratılı­şın ikinci veya beşinci gününde ateşten yaratılmış saf ruhlardır. Rabbinik litera­türde melekler insanlardan üstün görül­mekte, ancak faziletli insanın melekler­den daha üstün olduğu belirtilmektedir. Melekler sınırlı iradeye ve ilâhî bilgiye sa­hip olmakla birlikte geleceği ve kıyamet saatini bilmezler. “Allah oğulları (melekler) insan kızlarının güzel olduklarını gördüler ve bütün seçtiklerinden kendilerine karı­lar aldılar sözüne dayanıla­rak meleklere bir cinsiyet atfedilmekte­dir. Meleklerin kanatlarından ve uçma­larından bahsedilmesi onların kuvvet ve süratlerine işaret içindir. Yahudilik’te ay­rıca meleklerin “menn” (kudret helvası) isimli yiyeceklerinin olduğuna inanılmak­tadır. “Binlerce binler ve on binlerce on binler” ifadesiyle onların çokluğuna işa­ret edilmektedir. Her biri üçer sıradan oluşan üç grup melekten söz edilir. Bun­lar Tanrı’ya daha yakın olan Kerûbîler, Seraflar, tahtlar; egemenlikler, gerçekler, güçler; prenslikler, baş melekler ve diğer meleklerdir.

Melekler yeryüzünden önce  yaratılmıştır  onlar gökte ikamet etmektedir ruhanî tabiatlı görünmez varlıklardır, insan üstü güçleri ve bilge­likleri vardır. Vizyonda göründüklerinde veya yeryüzünde görev yapmaya geldik­lerinde insan şekline girer ve insan gibi konuşurlar yemek yerler. Yahudilik’te melek­lerin görevlerini Tanrı’nın yardımcıları ol­maları, O’na ibadet etmeleri, vahyi ve şe­riatı tebliğ etmeleri, insanları korumala­rı, onlara yardım etmeleri. Tanrı ile insan­lar arasında aracılık yapmaları şeklinde tesbit etmek mümkündür.

Yahudi kutsal kitabında iki tür melek söz konusudur. Birinci gruptakiler Tanrı’­nın mesajını özel bir şahsa iletmek, pey­gamberi bir haberi açıklamak, ilâhî bir kararı uygulamak gibi görevleri yerine ge­tirirler. Bu melekler yükümlü oldukları iş­lere göre çeşitli şekillere, çok defa da in­san suretine girerler. Bunlardan bazıları­nın isimleri sadece Daniel kitabında geçmektedir (8/16, 10/13). İkinci grup melek­ler ise Tanrı’nın maiyetini oluşturmakta ve O’na hamdetmektedir. Bunlar Seraflar, Kerûbîler, Hayyot, Ruh ve Ofaniler  gibi ayrı isim­ler taşıyan birçok alt gruba ayrılmıştır. Kitâb-ı Mukaddes sonrası dinî literatür­de günahkâr meleklerden de (şeytanlar) söz edilmektedir. Apokrif kitaplarda, özellikle de Enoch’un kitabında nakledi­len kıssaya göre bu melekler Tanrı’nın emrini çiğnedikleri için huzurdan kovulmuştur.

Yahudi filozofları meleklerin tabiatı ve görevleri konusunda farklı görüşlere sahiptir. İskenderiyeli Philon onları bedenleşmemiş, akıllı ve ölümsüz ruhlar olarak tavsif etmektedir. Melekler Baba’nın emirlerini çocuklarına, çocukların ihtiyaç­larını da Baba’ya iletmektedir. Abraham İbn Ezra’ya göre melekler maddî değil­dir, fakat yer üzerindeki bütün maddî objelerin arketipleridir. Yahudi mistisiz­minde önemli bir yeri olan melekler ceza melekleri, lütuf melekleri, kötülük veya hizmet melekleri gibi gruplara ayrılmış­tır. Yahudilerin günlük ibadetlerinde ve bayramlarda okunan keduşah duası İşaya’da yer alan ve meleklerin Allah’ı teşbi­hini ifade eden metindir. Cumartesi akşa­mı sinagoga girerken yapılan Şalom alehem duasında insanla beraber olan iki meleğe hitap edilmektedir.

Hıristiyanlık’taki melek inancı büyük oranda Yahudilik’tekine benzemekte, bu inancın kaynağını Kitâb-ı Mukaddes me­tinleri ve kilise geleneği oluşturmaktadır. Yeni Ahid’de iyi ve kötü melek ayırımı ya­pılmakta  iyi meleklerin semada ikamet edip Allah’ı teşbih ettikleri ve O’nun huzurunda bu­lundukları. O’nun ordusunu meydana ge­tirdikleri, oradan yeryüzüne indikleri be­lirtilmektedir. Sınırlı bilgiye sahip olan melekler Tanrı’nın emirlerini insana iletmekte, insana muhafızlık yapmakta, onun kurtuluşunu istemektedirler. Onlar aynı zamanda ce­zalandırma aracıdır. Rüyada veya uyanık­ken insan suretinde görünmektedirler. Kendi aralarında sınıflanma mevcuttur. Başmelek Mikael’in yanında  tahtlar, hâkimiyetler, riya­setler ve hükümetler olarak adlandırılan gruplar  ayrıca Abaddon denilen cehen­nem meleği ve tabiat olaylarını sevk ve idare eden melekler vardır. Hıristiyanlık’taki meleklerle ilgili doktrin, temel hedefi Mesih’in melekler­den, Mesih’in tesis ettiği yeni şeriatın da Mûsâ şeriatından daha üstün olduğunu ispatlamak olan Pavlus tarafından geliş­tirilmiştir. Kilise babalan meleklerden çok az bahsetmektedir.

Meleklerin duman ve ateşten yaratıl­dığı belirtilmekte, yaratılış zamanı ise Es­ki Ahid’deki “altı gün” anlayışı içerisinde değerlendirilmektedir. Bu anlayışa daya­narak kilise babaları arasında meleklerin yaratılışının dünyanın yaratılışından önce veya aynı anda ya da daha sonra olduğu yönünde görüş ayrılığı vardır. Augustin varlıklar İçerisinde ilk yaratılanların melekler olduğunu, Gennade yerin, göğün ve suların yaratılışında Tanrı’nın meleklerin yardımına başvur­duğunu söylemektedir.

İnciller’de meleklerin sık sık belirli şe­killer altında görünmeleri kendilerine bir beden atfedilmesine sebep olmuştur. An­cak meleklerin insanlara benzer bir be­denlerinin olmadığı kabul edilir. Eski Ahid’de mevcut, “Allah oğulları” diye ni­telenen meleklerin insan kızlarıyla evlen­dikleri  meleklerin ateş veya rüzgârdan yaratıldığı yö­nündeki ifadeler sebebiyle onların tama­mıyla ruhanî olup olmadıkları tartışılmış­tır. Bazı kilise babalarının aksine genel olarak meleklerin cinsiyetinin bulunma­dığına inanılır. Hangi yolla çoğaldıkları konusunda ise bir bilgi yoktur. İnciller’de meleklerin ölümsüz olduğuna, imtihana tâbi tutulduklarına, bilgileri­nin ve iradelerinin sınırlı olduğuna, kendilerine ibadet edilmemesi gerektiğine, İsa’dan aşağı, insandan üstün bulunduklarına, farklı şekillerde görülebildiklerine ve ka­natlı olarak zikredilmelerinin mecazi olup bununla Tanrı’nın emirlerini çok çabuk yerine getirmelerinin kastedildiğine  dair bilgiler vardır.

Meleklerin sayısı konusunda Eski Ahid’­de olduğu gibi Yeni Ahid’de de “binlerce binler” ve “on binlerce on binler” sözleri geçmektedir. Yahudilikteki hiyerarşik tasnif Hıristiyanlık taraf ından da benim­senmiştir. Bu grup isimlerinin meleklerin görevleriyle alâkalı olduğu kabul edilmek­tedir. Yeni Ahid’de Eski Ahid’de olduğu gibi sadece Michel ve Gabriel adları anıl­makta, ancak Rabbin meleği, ölüm meleği, koruyucu melekler, yedi kilisenin me­lekleri, kendilerinde yedi son belâ olan yedi melek, kendilerine yedi boru verilen yedi melek, iyi ve kötü melekler gibi me­leklerden de söz edilmektedir. Görevleri İse genel olarak Tanrı’nın mesajlarını in­sanlara ulaştırma şeklinde özetlenmek­tedir. Hıristiyanlıkta İslâm’daki gibi özel bir vahiy meleği anlayışı yoktur. Hıristiyan kilise geleneğinde meleklerle ilgili açıkla­malar hayli sınırlı olup çoğunlukla dolaylı bir şekildedir. Bu konuda IV. Latran (1215) ve 1. Vatikan (1870) konsilleri zikredilebi­lir.

Başlangıçta melek kültü yasaklanmış iken Yahudiliğin aksine Hıristiyanlıkta za­manla melekler bir kült objesi haline gel­miştir. Saint Augustin, tapınmak suretiy­le değil sevgi ve saygı yoluyla meleklere tazimde bulunulması gerektiğini belirt­miştir. XVI. yüzyılda melek kültü gelişmiş ve Papa IV. Pİe bir kiliseyi Hz. Meryem ve yedi büyük meleğe ithaf etmiştir. Günü­müzde Michel’in 29 Eylül ve 8 Mayıs. Gabrie!’in24 Mart, Rafael’in de24 Ekim’-de bayramları vardır. Hıristiyan sanatı ilk yayılışından itibaren kompozisyonlarda melekleri de konu edinmiş, statülerine göre farklı sayıda kanatlı varlıklar olarak tasvirleri yapılmıştır.

 

 

İslâm İnancında Melek.

Farklı suret­lere girebilen ve duyularla algılanamayan nûrânî varlıklar” şeklinde tarif edilen me­lek  Kur’ân-ı Kerîm’de  ve tevatür derecesine ulaşan hadislerde  inanç esasları arasında sayılmaktadır. Naslarda meleklerin hem özellik ve yete­nekleri hem de görevleri hakkında bilgi verilmiştir. İnsanlar ve cinlerden farklı olarak nurdan yaratıldıkları nakledilen meleklerin Âdem’in yaratılışından önce mevcut bulundukları ve Allah’ın hitabına mazhar olup bizzat O’nunla konuştukları anlaşılmaktadır. Ayrıca meleklerin yiyip İçmedikleri, görevleri icabı iri cüsseli ve güçlü olabildikleri  belirtilmiş, bu güçleri­ni temsil eden ellere  ve birden fazla kanada  sahip bu­lundukları büdirilmiştir. Âyette geçen “ce­nah” (çoğulu ecniha) kelimesi “uçan yara­tıklar için kanat” anlamına geldiği gibi “taraf, yan, el” ve mecazi olarak “kudret” mânalarına da alınabilir. Ancak melekle­re nisbet edildiğinde bu kelimenin mahi­yetini ve niteliğini kesin olarak bilmek mümkün değildir. Kur’an’da ayrıca müş­riklerin meleklere dişilik izafe edişleri ve Allah’ın kızları oldukları yolundaki iddia­ları reddedilmiş, akaid literatüründe de on­larda cinsiyet olgusu ve ayırımının bulun­madığı vurgulanmıştır.

Meleklerin yaptığı işler arasında diğer tabiat varlıklarıyla birlikte sürekli Allah’ı yüceltme, O’na secde etme, emir­lerine âmâde olup onları yerine getirme, Peygamber’e salât ve selâm getirme, müminler için dua ve istiğfar­da bulunma gibi davranışlar sayılmaktadır. Kur­’an’da sıkça rastlanan bu genel tasvirle­rin yanında bazı meleklerin isim veya gö­revlerine de yer verilir. Bunların başında kendi adıyla üç defa zikredilen  ve çeşitli âyetler­de “ruh” ve “resul” gibi sıfatlarla anılan, peygamberlere vahiy getirmekle görevli melek gelir. Bir âyette ge­çen  Mîkâîl (Mîkâl) hadis­lerde rızık ve rahmet meleği olarak tasvir edilmiştir. Eceli gelenlerin ruhunu kabzeden meleğe âyetlerde genelde çoğul sîgasıyla yer verilmiş, bir yerde de “mele-kü’l-mevt” şeklinde atıf­ta bulunulmuştur. Yaygın olarak bilinen Azrail ismine ise sadece bazı zayıf hadis­lerde rastlanmaktadır. Kur­’ân-ı Kerîm’de kıyametin kopması ve âhiret hayatının başlaması sırasında sûra üf­lenme hadisesinden  ve yeniden dirilişi haber ve­ren bir çağırıcıdan  söz edildiği halde bu işle görevli me­leğin adı anılmamış, ancak hadislerde söz konusu duyuruyu yapacak olan İsrafil’in adı büyük melekler arasında sayılmıştır. Bu dört büyük meleğin dışında Kur’an’da “el-melâiketü’l-mukarrebûn” diye geçen  ulûhiy-yet makamına yakın melekler vardır. Ar­şı taşıyan ve onun çevresinde bulunanlar da  mukarrebîn meleklerine da­hildir. Öte yandan insanların söz ve dav­ranışlarını kaydeden ve Kur’an’da “değer­li kâtipler” şeklinde nitelenen yazıcı me­lekler ayrıca”muakkibât” (takipçi­ler)  “rakîbün atîd” (her an hazır gözetleyicüer)  ve “hafa-za” (koruyucular) melekle­ri de mevcuttur. Kabirde sorgu yapan ve Münker-Nekir adlarıyla bilinen iki melek ise yalnızca hadislerde geçmektedir. Âhirette müminleri selâmlayarak karşılayacak cennet bekçilerine, cehen­nemlikleri tahkir edip korkutan ve on do­kuz grup oldukları açıklanan görevlilere  genel olarak “hâzin” (çoğulu hazene) adı verilmiştir. Cehennem bekçilerini temsil eden melek bir âyette Mâlik, cennet meleği ise hadislerde Rıdvan  is­miyle geçer. Cehennem görevlileri ayrıca “zebani” olarak da adlandırılmıştır.

Türlerini ve sayılarını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği belirtilen melek­lerin yaratılışında Allah-tabiat ve Allah-insan münasebet­leri açısından çeşitli hikmetlerin olduğu anlaşılmaktadır. Ulviyetin ve Allah’a tesli­miyetin sembolü olan melekler fizik âlem­le zaman ve mekândan münezzeh ulûhiyyet makamı arasında köprü vazifesi görür. Kur’an’da yerde ve gökte Allah’ın or­dularının bulunduğu  ve meselâ gök gürültüsüyle beraber melek­lerin de Allah’ı teşbih ettiği  vurgulanırken melekler vasıtasıyla ta­biatın yönetiminin Cenâb-ı Hakk’ın kont­rolü altında olduğuna işaret edilmekte­dir. Bu sebeple melekler Allah’ın birliği­nin şahitleri sayıldığı gibi  O’nun mesajlarının peygamberlere ve dolayısıyla insanlara iletilmesinin de ilk elden gözlemcileridir. Dolayısıyla meleklere, özellikle de Cebrail ve Mîkâil’e düşmanlık etmek Allah’a ve resullerine düşmanlıkla eşit görülmüştür. Öte yandan melekler yeryüzünde yaşayan insanlar için dua ve istiğfar eder  ve mümin­lerle dostluğa dayalı bir bağ kurar. Kur­’an’da, Allah’a inanıp dürüst bir hayat sü­renlere son nefesleri sırasında melekle­rin gelip ölümden korkmamalarını, ken­dilerini mutlu bir hayatın beklediğini ve onların dünya hayatında olduğu gibi âhirette de dostları olduklarını ifade ede­cekleri belirtilir.

Allah tarafından kendilerine verilen gö­revleri eksiksiz yerine getirmekle yüküm­lü olan meleklerin günah işlemedikleri ve masum oldukları yönünde âyetlerde be­yanlar bulunmaktadır. Onlar, onurlandı­rılmış kullar olarak söz ve davranışta Al­lah’ı aşmaz ve sadece O’nun emirleriyle hareket ederler. Me­lekler bu özellikleriyle itaatsizlik göstere­bilen cinlerden ve insanlardan ayrılmak­tadır. Allah’ın Âdem’i ve dolayısıyla insan türünü yaratacağı yolundaki beyanına meleklerin itiraz etmesi onların Allah’a itaat yükümlülüklerine ay­kırı gibi görünüyorsa da müfessirler, bu­nun karşı çıkma amacına değil görüş bil­dirme veya gerçeği öğrenme gayesine matuf olduğunu kabul ederler. Nitekim bu âyetin devamında ve konuyla ilgili di­ğer âyetlerde meleklerin mutlak bir tes­limiyet içinde bulundukları açıkça görül­mektedir. Bâbil halkına imtihan ve bi­linçlendirme maksadıyla sihir öğretmek üzere gönderilen iki melek ise âyette vurgulandığı üzere muha­taplarını inançsızlığa karşı uyarma misyo­nuyla hareket ettikleri için günahkâr ola­rak nitelendirilemez. Meleklerin masumiyeti kelâmcılar arasında da tartışma konusu olmuş. Mutezile ve Ehl-i sünnet âlimlerinin ço­ğunluğu onların günah işlemedikleri yö­nünde görüş belirtmekle birlikte bu ko­nudaki delillerin zannî olduğunu vurgulamışlardır.

Bazı âyetlerde peygamberlerin gaybı bilmemesiyle melek olmaması arasında bağlantı kurulması ve Âdem neslinin kan dökeceğine dair meleklerin öngörüsüne işaret edil­mesi meleklerin gaybı bilme kapasitesini belirtiyorsa da işaret bunun mutlak ve sınırsız olmayıp Allah’ın iznine bağlı kaldığı anlaşılmaktadır. Zira müteakip âyetlerde Allah meleklere bile­meyecekleri hususların bulunduğunu söyleyerek bazı nesnelerin isimlerini sor­muş, onlar da Allah’ın öğrettiklerinin dı­şında bilgilerinin olmadığını itiraf etmiş­lerdir. Yine meleklerin insanlar hakkın­daki şefaatinin bazı durumlarda sonuç vermeyeceğinin bildirilmesi kapasitelerinin sınırlı ve Allah’ın dile­mesine bağlı olduğunu gösterir.

Meleklerin bu özellikleri bir taraftan varlıklar arası hiyerarşi, diğer taraftan in­sana verilen değer açısından meleklerin mi yoksa peygamber ve insanların mı üs­tün olduğu (tafdîl) meselesinin tartışılma­sına sebep olmuştur. Ancak bu tartışma­da ileri sürülen görüşler büyük ölçüde konuyla ilgili nasları anlama ve yorumla­madaki yaklaşım tarzına ve bazı aklî is­tidlallere dayanmakta olup itikadî bir bağlayıcılık taşımamaktadır. Mu’tezile’-nin çoğunluğu meleklerin peygamberler­den ve dolayısıyla diğer insanlardan üs­tünlüğünü savunmuştur. Önde gelen Mutezile âlimi Ca’fer b. Harb’in me­leklerin insan türüne üstünlüğünü konu alan hacimli bir eser yazdığı da nakledilir. Sözü edi­len kelâmcıların delilleri arasında inkar­cıların taleplerine karşı peygamberlerin, “Ben gaybı bilmem, size melek olduğu­mu da iddia etmiyorum” şeklindeki ifa­deleri ayrıca melek mertebesine yükselmemeleri için Âdem ile Havva’nın yasak ağaçtan me-nedildiklerine dair şeytanî telkin  bulunmaktadır. Bunlardan başka meleklerin Allah’a yakınlıkları ve nefsânî arzulardan uzak olmaları da ileri sürülen deliller arasında sayılmıştır. Ruhanî var­lıkların üstünlüğünü savunan İslâm filo­zofları ile Eş’ariler’den Ebû Abdullah el-Halîmî ve Ebû Bekir el-Bâkıllânî gibi âlim­ler de bu görüştedir. Buna karşılık Ehl-i sünnet ve Şîa kelâmcılarınm çoğunluğu peygamberlerin, bir kısmı ise ayrıca mü­minlerin meleklerden üstün olduğu görüşündedir. Bu âlimler, peygamberlerin ve insanların di­ğer yaratıklar içindeki yüksek konumuna dair çok sayıda âyetin yanı sıra meleklere öğretilmeyen bilgilerin Âdem’e verilerek ona secde etmelerinin istenmesi, onların da bu emri yerine getirmesiyle ilgili âyet­leri delil olarak öne sür­müşlerdir. Ayrıca bu kelâmcılar, insanla­rın tabiatlarındaki olumsuz eğilimlere rağmen bunlarla mücadele edip kendi iradeleriyle ibadet ve iyiliklere yönelme kapasiteleri üzerinde durmuşlardır. Abdülkâhir el-Bağdâdî, meleklerin mutlak üstünlüğü varsayıldığında cehennem gö­revlisi bir zebaninin peygamberden üs­tün bir konuma geleceğini belirterek kar­şı görüşü eleştirmiştir. Ehl-i sünnet ve Şîa âlimleri başta Hz. Peygamber olmak üzere resuller, bü­yük melekler, nebîler, takva sahibi mü­minler, müminlerin avamı ve en son me­leklerin avamı olmak üzere bir üstünlük sıralaması yapmışlardır. Tafdîl konusunda Kİyâ el-Herrâsî gibi iki görüş arasında tercihte bulunmayan âlimler de bulunmaktadır.

Bazı âyet ve hadislerde, meleklerin özel görevleri veya peygamberlerle diyalogları sırasında çeşitli maddî suretlere bürünüp (temessül) insanlarla konuştukları haber verilmektedir. Sapıklıklarına karşı Lût kavmini cezalandırmak üzere görevlendi­rilen meleklerin misafir olarak gittikleri Hz. İbrahim tarafından insanlardan ayırt edilemeyip kendilerine yiyecek hazırlan­ması ve Cebrail’in Mer­yem’e insan suretinde görünüp bir çocu­ğunun olacağını haber vermesi meleklerin farklı kimliklerle in­sanlara göründüğünü gösterir. Ayrıca Hz. Peygamber kendisine vahiy getiren Ceb­rail’i aslî hüviyetiyle de görmüştür. Vahyin muhatabı ve insanlara tebliğ edi­cisi konumunda bulunan peygamberle­rin meleklerle doğrudan iletişimde bulun­maları, onları görüp seslerini işitmeleri tabiidir. Diğer insanların melekleri fizikî olarak müşahede etmeleri ise istisnaî hallerle sınırlı olup müjdeleme, ceza ver­me gibi görevler çerçevesinde gerçekleş­miştir. Ancak meleklerin Allah’ın lütuf ve inâyetiyle müminlere ve zor durumda kalanlara görünmeden destek vermesi, mübarek gecelerde inip inanan­ların oluşturduğu manevî barış ortamını paylaşmaları  veya Kur’an dinlemeye gelmeleri mümkündür ve di­nin metafizik boyutuyla tutarlılık arzetmektedir.

Melek inancı, pozitivist ve determinist anlayışlara karşı varlığın sadece maddî ve görünen nesnelerden ibaret olmadığını ortaya koyup manevî ve ruhanî âlemle­rin mevcudiyetini ispat ettiği için bütün dinlerde olduğu gibi İslâm’da da önem taşımaktadır. Allah’ın rızâsına uygun, dü­rüst ve ahlâklı bir hayat sürmeye kendini adamış olan mümin, kâinatta bu ideal­leri temsil eden ve en üst mertebede ya­şayan görünmez varlıkların bulunmasın­dan manevî destek alır ve aynı seviyeye ulaşmak için çaba sarfeder. Buna karşılık insanları kötülüğe teşvik eden ve şerri yaymak isteyen şeytanlardan da uzak du­rup onların yolundan gitmemeye çalışır. İrade güçleriyle kendilerine iyi veya kötü davranışlar arasında tercihte bulunma özgürlüğü verilen insanlar, melek ve şey­tan türleri sayesinde her iki davranışın örnekleri üzerinde düşünüp karşılaştırma imkânı elde etmektedir. Vahiyle gelen te­orik mesaj ve prensipler yanında peygam­berlerin hayatı insanlara nasıl somut ör­nekler sağlıyorsa melek prototipi de ula­şılması beklenen hedef açısından benzer bir işlev görmektedir. Bu sebeple modern dönemdeki ilmî tefsir anlayışının etkisiy­le meleklerin rüzgâr, şimşek gibi maddî ve tabii güçlerle özdeşleştirilmesi evreni mekanik bir işleyişe indirgeyeceği gibi dinin özünde bulunan aşkınlığın ortadan kalkmasına, manevî rehberlik ve örnek­lik fonksiyonunun daralıp etkisizleşmesi­ne yol açar. Zira latif ve nûrânî bir yapıya sahip bulunmaları melekleri diğer varlık­lardan farklılaştırmakla birlikte onların müstakil ve gerçek bir varlık türü olma­sına engel teşkil etmez. Ayrıca naslarda meleklerin çeşitli görevleriyle ilgili olarak yer alan işaret ve izahlar, tabiatta Allah tarafından konan işleyişin şeklî uygula­masını anlatmaktan ziyade bu düzenin ilâhî kontrol altında bulunduğunu vurgu­lamaya yöneliktir. Dolayısıyla melekleri bu görevlere tekabül eden fizik olaylarla eş­leştirmeye ihtiyaç yoktur. Esasen bu tür açıklamalar birer yaklaşım ve tahmin­den öteye geçmemektedir. Kâinatın sa­dece beş duyunun kapsamına giren nes­nelerden oluşmadığı, maddî alanın mükemmel bir işleyiş için tek başına yeterli sayılamayacağı, ruh vb. görünmeyen var­lıklar sayesinde maddenin hayatiyet ka­zandığı inancını benimseyenler, naslarda Allah’ın mahlûkatı sevk ve idare etmesine aracılık ettiği bildirilen melek türünün du­yular üstü gerçekliklerini de kabul eder­ler. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, Melek Maddesi)

posted in CİN-MELEK | 1 Comment

13th Aralık 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

AKABE BİATLARI

Mekke’nin Akabe mevkiinde, 621-622 yıllarında Medineli müslümanlarla Hz. Peygamber arasında yapılan iki anlaşma.

Arap yarımadasında Akabe adını taşı­yan birçok yer vardır. Akabe biatlarının yapıldığı yer ise Mekke’de Mescid-i Harâm’a yaklaşık 3 km. uzaklıkta ve Mina hudutları içindedir. Hac sırasında şey­tan taşlanan Cemerât bölgesinde, Cemre-i Akabe ismiyle anılan büyük şeytanın taşlandığı yere yakın etrafı tepelerle çev­rili küçük, kuytu bir vadidir. Bugün bu­rada, Medineli Müslümanların Hz. Peygamber’e biat ettiğini hatırlatmak mak­sadıyla inşa edilmiş bir mescid bulun­maktadır.

Hz. Peygamber, Câhiliye devri âdetle­rine göre hac vazifesini yerine getirmek ve çevrede kurulan panayırlara katılmak için değişik bölgelerden Mekke’ye gelen Araplar arasında İslâm’ı yaymak mak­sadıyla çeşitli faaliyetlerde bulunmak­taydı. Nübüvvetin on birinci yılına (620) rastlayan hac mevsiminde Yesrib (Medi­ne) halkından bir grupla Akabe’de karşı­laştı ve onlara İslâm’ı tebliğ etti. Hazrec kabilesine mensup olan altı kişilik bu grup İslâmiyet’i kabul edince, Hz. Pey­gamber onlardan kendisini Yesrib’e gö­türüp himaye etmelerini ve böylece İs­lâm dinini yaymasına yardımcı olmaları­nı istedi. Onlar da Evs kabilesiyle aralarında yıllardır süregelen savaşların yol açtığı düşmanlığın ortadan kalkacağını, bu yeni din vasıtasıyla iki kabile arasın­da birlik ve beraberliğin yeniden doğa­cağını ümit ettiklerini ifade ettiler. Medine’ye döndüklerinde Hazrec ve Evs ka­bilelerine İslâm’ı anlatacaklarını söyle­yerek ertesi yıl Hz. Peygamber’le buluş­maya söz verdiler.

Bu küçük Müslüman grubun Medine’­de gösterdiği faaliyet sayesinde birçok kişi İslâmiyet’i kabul etti. Bunlardan on Hazrecli ve iki Evsli verilen söz üzerine ertesi yıl Mekke’ye gelip Akabe’de Hz. Peygamber’le buluştular. “Hiçbir şeyi Al­lah’a eş koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öl­dürmeyeceklerine, birbirlerine iftira et­meyeceklerine, emirlerine uyacaklarına” dair Hz. Peygamber’e söz verdiler ve ona biat ettiler. Nübüvvetin on ikinci senesi (621) Zilhicce ayında Akabe’de yapılan bu biata Birinci Akabe Biati denir. Birinci Akabe Biati, savaşla ilgili hususları ihtiva etmediği için Bey’atü’n-nisâ adıy­la da anılmıştır. Hz. Peygamber Yesrib halkına İslâm’ı ve Kuran’ı öğretmesi, orayı İslâm’ın merkezi olmaya elverişli hale getirmesi için Mus’ab b. Umeyr’i Yesrib’e gönderdi. Bir yıl boyunca Mus’ab’ın gösterdiği faaliyet, Yesrib’in iki büyük reisi Sa’d b. Muâz ile Üseyd b. Hudayr’ın müslüman olmaları ve çevre­de İslâmiyet’in büyük kabul görmesi gi­bi birçok faydalar sağladı.

Nübüvvetin on üçüncü senesi (622) hac mevsiminde Hz. Peygamberi Medi­ne’ye davet etmeye karar veren, ikisi kadın yetmiş beş Medineli, asıl niyetle­rini gizli tutarak hac için Mekke’ye giden müşrik Medineliler’le birlikte yola çıktılar. Mekke’ye varınca Hz. Peygam­ber’le gizlice haberleşerek hac vazifesi­nin ifasından sonra bir gece Akabe’de buluşmayı kararlaştırdılar. O gece Aka­be’ye herkesten önce gelen Hz. Pey­gamberin yanında sadece amcası Abbas b. Abdülmuttalib vardı. Abbas bir konuşma yaparak Hz. Muhammed’in kendi kabilesi arasında şerefli bir yeri bulunduğunu, ona inananların bağlılık­larından dolayı, inanmayanların da aynı soydan oldukları için onu korumayı bir vazife bildiklerini, buna rağmen Hz. Mu­hammed’in Medineliler’in davetini ka­bul ederek oraya hicret etme arzusunda olduğunu söyledi. Hz. Muhammedi memleketlerine götürdükleri zaman baş­larına çeşitli sıkıntılar gelebileceğine, bütün Arap kabilelerinin kendilerine düş­man olacağına dikkatlerini çekti. Böyle bir durumda onu düşmanlarına teslim edeceklerse bu işten şimdi vazgeçmele­rinin daha iyi olacağını ifade etti. Medineliler söylenenleri kabul ettiler ve Hz. Peygamber’e istediği şartlarda biata hazır olduklarını belirttiler. Bunun üze­rine Hz. Peygamber bir konuşma yaptı. Kur’an okudu, onları İslâm’a daha kuv­vetle bağlanmaya teşvik etti. Hicret et­tiği takdirde kendisini canlarını, mallarını, çocuklarını ve kadınlarını koruduk­ları gibi koruyacaklarına, rahat günler­de de sıkıntılı anlarda da ona itaat ede­ceklerine, bollukta da darlıkta da ge­rekli malî yardımları yapacaklarına, iyili­ği emredip kötülüğe engel olacakları­na, hiç kimseden çekinmeden hak üze­re bulunacaklarına ant içip biat etmeye davet etti. Orada bulunan Medineliler’in hepsi bu şartlarla ona biat ettiler. Bun­dan sonra Hz. Peygamberin emri üze­rine, Peygamber’le aralarındaki irtibatı sağlayacak on iki temsilci (nakib) seç­tiler. Bu anlaşmaya da İkinci Akabe Biati denildi. İkinci Akabe Biati, savaşla ilgi­li hususları ihtiva ettiği için Bey’atü’l-harb adıyla da anılmıştır. Bu anlaşma­dan sonra Hz. Peygamber ashabına Me­dine’ye hicret etmeleri için izin verdi. Ay­nı yıl içinde kendisi de Hz. Ebû Bekir’le hicret etti. Böylece İslâm tarihinde ye­ni bir dönem, Medine dönemi başlamış oldu.( Diyanet İslam Ansiklopedisi, Akabe Maddesi)

 

posted in CİN-MELEK | 0 Comments

13th Aralık 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

CİN

Duyularla idrak edilemeyen ve insanlar gibi ilâhî emirlere uymakla yükümlü tutulan varlık türü.

Sözlükte “Örtmek, örtünmek, gizli kal­mak” anlamındaki cenn kökünden tü­reyen bir isim olup tekili olan cinnî “ör­tülü ve gizli şey” mânasına gelir. Terim olarak “duyularla idrak edilemeyen, in­sanlar gibi şuur ve iradeye sahip bulu­nan, ilâhî emirlere uymakla yükümlü tu­tulan ve mümin ile kâfir gruplarından oluşan varlık türü” anlamına gelir. Cinle­rin atalarına cân adı verilir. Göl, ifrit gi­bi çeşitli türlerden oluştuğu kabul edi­len cinler eski Araplar’da bazan hin ke­limesiyle ifade edilmiştir. Farsça’da cin karşılığında perî ve dîv kelimeleri kulla­nılır. Bazı şarkiyatçılar cinin Latince kö­kenli genie veya genius kelimelerinden Arapça’ya geçtiğini öne sürmüşlerse de İslâm âlimleri bu kelimenin Arapça asıl­lı olduğunda görüş birliği içindedir. Kök anlamı ve çeşitli türevleri dikkate alın­dığı takdirde bu görüşün daha isabetli olduğunu söylemek mümkündür. Nite­kim şarkiyatçılann bir kısmı da buna ka­tılmaktadır. Cin kelimesi­nin melekleri de kapsayacak şekilde in­san türünün karşıtı olan görünmez var­lıklar için kullanılan genel bir anlamı da vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de İblîs’in melek­ler arasında zikredilmesi bundan kaynaklanmaktadır. “Görün­meyen varlık” anlamında her melek cin­dir, fakat her cin melek değildir. Bu­nunla birlikte İslâm âlimleri meleklerin cinlerden ayrı bir tür olduğunu belirte­rek cin kelimesinin insan ve melek dı­şındaki üçüncü bir varlık türünün adı olarak kullanılması  gerektiğini  belirtmişlerdir.

 

DİNLER TARİHİ.

İnsanlar tarih bo­yunca Tanrı dışında görülmeyen, olağan üstü başka varlıklara da inanmışlar, çeşitli devirlerde ve coğrafî bölgelerde bu varlıkların iyilerine ve kötülerine de­ğişik isimler vermişlerdir. Bunlar bazan tanrılaştırılmış veya ikinci dereceden tanrısal varlıklar olarak görülmüş, ba­zan da insanî özellik ve nitelikler içinde düşünülmüş, Yahudilik ve Hıristiyanlık’­ta bile birbirine karıştırılmıştır. İslâm di­ninde Allah, melek, şeytan, cin ve pey­gamberin nitelikleri ve fonksiyonları tam olarak belirlenmiş olduğundan bir karı­şıklığa meydan verilmemiştir. Cinlerin mahiyetleri, değişik varlık kalıplarına gi­rerek görünmeleri, barındıkları yerler, insanlarla münasebetleri, iyi veya kötü tesirleri, adlandırılmaları çeşitli ülkele­rin dinî ve din dışı literatürlerinde geniş bir yer tutar.

Eski Asurlular ve Bâbilliler arasında toplumun her kesiminde kötü ruh ve cin­lere inanılırdı. Bâbilliler bu inançları Sü­merler’den aldıklarından bu hususta kul­landıkları kelimeler de Sumerce idi. Asur­lular’ın edimmu dedikleri kötü ruhlar, öldükten sonra kendileri için âyin yapıl­maması ve yeterli takdime sunulmaması yüzünden dünyaya geri döndüğüne inanılan ölü ruhları idi. Bunların insan­lara musallat olduklarına inanılmış ve uzaklaştırılmaları için çeşitli çarelere baş­vurulmuştu.

Asurlular’da ve diğer Sâmî kökenli ka­vimlerde yaratılışları insanlardan farklı olan cinlerin değişik sınıfları bulunmak­taydı. Bunlardan utukku denilen bir grup çölde tuzak kurup insanlara musallat ol­mak için bekleyen, denizde, dağda, me­zarlıkta yaşayan kötü ruhlardan oluş­maktaydı. Gallû denilen ve daha az ta­nınan diğer bir grup da görünüşte cin­siyetsiz cinlerden meydana gelmektey­di. Rabisu adı verilen başka bir cin sını­fının gizlice dolaşıp insanlara tuzak kur­duğuna inanılırdı. Ayrıca labartu deni­len dişi cinlerin de içinde yer aldığı üçlü bir cin grubunun zararından özellikle ço­cukları korumak için boyunlarına afsun­lu tabletlerden muska asılırdı. Sâmî ka­vimleri arasında insana benzemeyen bu cin sınıflarından başka bir de yan insan görünüşündeki cinlere inanılmaktaydı. Birer canavar olarak göründüğüne ina­nılan bu cinler Ulu, lilitu, ardat IHI diye üç sınıfa ayrılırdı. Bunlann ilki erkek, di­ğerleri ise dişi cinler kabul edilirdi.

Eski Mısırlılar’da, Asurlular veya Hintliler’de olduğu kadar çok sayıda ve çe­şitte cin görülmez. Asya dinlerindeki in­san azmanı cinler Mısırlılar’da yoktur. Eski Mısır dinindeki telakkiye göre cin­ler genellikle yabani hayvan, yılan ve ker­tenkele gibi sürüngen veya kara vücut­lu insan şeklinde yaratıklar olup Re’nin düşmanları sayılırdı. Ölüler Kitabı’nda anlatıldığına göre özellikle yılan, timsah ve maymun şeklindeki cinler öteki dün­yaya sık sık gidebilirdi. Gökle ilgili cinler kuş şeklindedir. Eski Mısır halkı cinlerin delilik, sara gibi hastalıklara sebep olduklanna, büyücülerin cinleri kullanarak insanlara korkunç rüyalar gösterdikleri­ne, insanlara ve hayvanlara zarar verdik­lerine inanırlardı.

Eski Yunanlılar’da daimon ikinci de­recede tanrılara verilen bir isimdi. Yu­nan mitolojisinde bu kelime insanüstü varlıklar için kullanılır. Ancak daimonlar da insanlar ve melekler gibi Tanrı tara­fından yaratılmış, iyisi kötüsü bulunan varlıklar olarak görülmüştür. Batı dille­rinde cin için kullanılan demon kelime­si Tanrı ile insan arasında aracılık yapan yarı tanrı bir varlık anlamında Ortaçağ sonlarının Latince’si yoluyla Yunanca daimondan gelmiştir. Homer bu kelimeyi theos ile eş anlamlı olarak kullanır.

Greko-Romen devresinin sonlarında daimon Latince genius gibi genellikle ya­ri tanrı, yan insan yahut ikinci dereceden ruhlar, özellikle çiftlik ve evleri, malı mül­kü koruyan ruhlar için kullanıldı. Daha sonra kelimenin anlamı değişikliğe uğ­radı ve insanları taciz eden, onları be­denî veya zihnî zarara uğratan, fenalığa iten kötü ruhları ifade etmeye başladı. “Yetmişler” çevirisinde, Ahd-i Cedîd’in ilk şeklinde ve kilise babalarının yazdık­larında bu kelime şeytanî tabiatlı şey, kötü ruhlar, Vulgat’ta ise kötü ruhlar yanında putperestlerin putları ya da tanrıları için kullanılmıştır. Eski Roma’da genius (müennesi juno) kelimesi uzun bir gelişmeden sonra bazan ruhu, bazan da ölülerin ruhlarını ifade etmeye başladı; nihayet bu kelime evi ya da yeri koru­yan cin için kullanıldı.

Eski Slavlar’ın ruhlara ve cinlere olan inançları günümüze kadar gelmiştir. Bu varlıklar rüya, hastalık, ev ve tabiatla il­giliydiler. Eski Keltler”de iyi veya kötü tabiatlı cinlere inanılırdı. Bunlar mağa­ralarda, çukur yerlerde, ormanların de­rinliklerinde yaşayan varlıklardı. Eski Germenler’de ruhlar ve ruhlara benzeyen varlıklar, hortlaklar arasında tam bir ayı­rım yapmak güçtür. Germen mitolojisinde ölü ruhları yanında rüya ve trans halinde insandan ayrılıp başkasına zarar veren ruhlardan da söz edilir. Evi koru­yan ruhlar, ırmaklarda, çaylarda, kuyu­larda, ormanlarda, dağların içinde veya üstünde yasayan cinnî varlıklar da onla­rın inançları arasındadır. Bu ruhlar ve cinler yağmur, şimşek ve gök gürültüsü­ne sebep olurlar.

Batıda olduğu gibi doğuda da ruhlar ve cinler konusu her zaman önemini ko­rumuştur. Çinliler’de kuei (cinler) ve shen (ruhlar veya tanrılar) telakkisi bütün Çin görünmezler âlemini kapsar. Kuei, ölün­ce görünen âlemden görünmeyen ale­me gitmiş insan ve hayvan ruhlarıdır. Bunların yaşayanları aldatmak, zarara sokmak için insan yahut hayvan şekline girebileceklerine inanılır. Ayrıca dağlar, ırmaklar, kayalar, ağaçlar vb. yerlerde oturan ya da onlarla irtibatlı olan tabiat üstü varlıklar da kuei kelimesiyle ifade edilir. Çin folklor ve literatürü cinlerin ve ruhların yaptıklarıyla doludur. Bu kor­kulan varlıklarla ilgili inançlar geniş çap­ta taoizm kaynaklıdır. Bununla beraber Budizm Çin’e gelince bu dindeki görün­meyen iyi ve kötü varlıklar inancı da bu­na eklenmiştir. Çinliler cinlerin her yer­de bulunduğuna, onların ölüleri canlan-dırabileceklerine, mezarları, yol kavşak­larını ve akrabalarının evlerini sık sık zi­yaret ettiklerine inanırlar. Onlara göre cinlerin bir kısmı Yen-lo VVang’ın em­rinde cehennemde ölülerin cezalandırıl­masında görevli olarak o âlemde, bir kıs­mı gökte, bir kısmı da ancak geceleyin gözükerek insanlar arasında yaşarlar. Çin’de özellikle taoist rahipleri cinlerin kötü etkilerinden korunmak için mus­kalar, tılsımlar, afsun ve tütsüler, oku­ma ve üflemelerle ve bazı talimatlarla tedbirler alırlar. Birçok zihnî ve bedenî hastalık cinlerden bilinir. Çin zaptetme, talihin açılması için ata ruhları ve iyi ruh­larla haberleşme yaygındır. Çin’de taoist ve Budist halk mâbedleri bu gibi işleri rahiplerin yürüttüğü merkezler olarak kullanılır. Konfüçyüsçülük böyle faaliyet­lere karşı çıkmıştır.

Japonlar’da da görünmeyen varlıklar, hayvan ve insan ruhları, hortlak, haya­letler ve cinlerle ilgili inançlar vardır. Ja­ponlar bu konuda Çinliler’den etkilen­mişlerdir. Genellikle tilki, porsuk gibi hayvan ruhları şeklinde insanda etkin­lik gösterdiğine inanılan kötü ruhları ve cinleri çıkarmak için çeşitli yöntemler kullanılır. Nichiren mezhebinin böyle te­davi işlerinde ayrı bir yeri vardır. Tokyo yakınındaki Nakayama köyü bu konuda çok meşhurdur. Bu köyde Nichiren mez­hebine ait bir mâbedde her çeşit kötü ruh ve cin tedavisi yapılır.

Hindistan’da en eski zamanlardan be­ri tanrılar, görünmeyen varlıklar, bu ara­da insanlara daha yakın varlıklar arasın­da cinlerle ilgili mitolojik anlatımlar bu­lunmaktadır. En eski Hint kutsal metin­leri olan Vedalar’da görünmeyen cinnî varlıklar iki gruba ayrılmaktadır. İnsan­lara iyi davranan birinci gruptakiler gök­te bulunur; düşman olanlarsa yeryüzün­de, mağaralarda ve yer altında yaşar. Bunlar insanlarla birlikte hayvanlara da hastalık, sıkıntı ve ölüm getirirler, hatta ölüm ötesinde bile insanların ruhlarını taciz ederler.

Hintliler melek, cin, tanrı kavramla­rını birbirine karıştırmışlardır. Onlarda doğrudan doğruya melek tabiatında var­lıklar görülmemektedir. Yukarıdaki iki sınıftan insana iyi davranan varlıklar her ne kadar cinlerin bir sınıfı olarak gösterilmekteyse de yarı tanrı durumlarıyla melek kavramına daha yakın bulunmak­tadırlar. Bunlar arasında, insanları za­fere ulaştırması için İndra’ya yardımcı olan ruhlar vardır. Sular ve ağaçlarda yaşayan semavî su perileri olan apsaralar da bunlardandır. Apsaralar zamanla erkekleri güzellikleriyle çarpan bakire­ler haline getirildi. Onların kocaları, se­mavî ışıktan vücutlarıyla gandharvalardır. Gandharvalar ise kutsal içki somayı korurlar. İkinci gruptakiler kötü ve ka­ranlık tabiatlı varlıklardır. Tanrıların, özel­likle İndra’nın ve bütün yaratıkların düş­manı olup karanlık ve ölümle bütünleştirilen asuralar, yine İndra’ya düşman olan arilerin ineklerini çalan paniler, bü­tün insanlara düşman olan yırtıcı hay­van, hortlak veya insan azmanı şekline girebilen, et yiyen, kan içen “rakşasa” denilen semavî cinler bu kötü tabiatlı varlıklardandır.

Hint mitolojisindeki bhutalar, genel­likle ölülerin yakıldığı yerlerde bulundu­ğuna inanılan cinler veya hortlaklardır. Kırmızı gözlü, duman gibi vücutlu, kanlı keskin dişli ve korkunç pençeli olarak düşünülen pisakalarla yatudhanalar ve rakşasalar bir üçlü oluştururlar. İnsan­lara ölüm ve hastalık verdiğine inanılan bu varlıklardan pisakalar insan yiyen cinler olarak da bilinir. Hindistan’ın ku­zeybatısında bu adla anılan ve yamyam olarak bilinen bir kabile de vardır.

Pisakalar Budizm’de de geçer. Yakhalar da pisakalar gibi Budist kutsal met­ninde geçen, ıssız yerlerde yaşayan vah­şi bir hayvan ya da kuş şekline bürünerek meditasyondaki rahip ve rahibeleri rahatsız eden, korkutan cinlerdir. Bu­dizm’de Mara, kökü cin olan şeytan gi­bi kutsal hayata isteyenlere düşman bir varlık olarak kabul edilir. Pali metinle­rinde Buda ile Mara arasındaki mücade­lelere yer verilir. Onun insan veya hay­van şekline girebildiğine inanılır. Böyle tek bir kötü varlık anlayışı Hint dinle­rinde yalnız Budizm’de vardır. Çin ko­nusu Budist düşüncenin bir ürünü ol­mayıp aslında Hindistan’ın dinler arası ortak geleneğidir. Ancak ilk Budizm’de cinler, tenasüh sistemine göre önceki dünyaya göçüşlerdeki kötü karmanın so­nucu olarak görülmüştür. Budizm yayıl­dığı yerlerdeki mahallî cin anlayışlarına dokunmamakla beraber dikkatleri ahlâ­kî ve psikolojik kötülüklere çekmeyi ba­şarmıştır.

Zerdüşt eski İran’ın deva denilen tan­rılarını cin saymıştı. Zerdüştçü düalizmde kötülüğün prensibi Gathalar’da dnıj (yalan) diye adlandırılmıştı. İyilikle kötü­lük arasında bitmez bir mücadele vardır. Cinler bu kötü düşünceden, hile ve yalan­dan ortaya çıkıyordu. Bundahişn denilen Pehlevî dilindeki eski bir dinî metinde cinleri ve zararlı hayvanları Ehrimen’in (Zerdüşt zamanında Angramainyu), yani kötü gücün (şeytan) yarattığına yer verilir. Zerdüşt cinlere kurban kesilmesini ya­saklamıştı. Daha sonra cinlerle ilgili tas­nifler yapıldı. Buna göre baş cin Aesma şiddet, soygunculuk ve şehvet işlerini yü­rütür (İbrânîce Tobit’te Asmodoeus olarak geçer). Eski İran cinleri erkek cinsiyeti­ne sahiptir. Ancak drujdan gelme dişi cinler de vardır. Cinler karanlık ve kir­li yerleri, şimdiki Hindistan Parsileri’n-de görülen ve dakhma denilen ölü ku­lelerini sık sık ziyaret ederler. Zerdüş­tî efsanelerde Azhi Dahaka gibi omuz­larından iki yılan çıkan cinnî devler ge­çer. Zerdüştî eskatolojide Ohrmazd’m (önceleri Ahura Mazda) Ehri­men’i yenmesinde cinler de yer alacak­tır. Yine eski İran’da Zerdüşt öncesinde kültü bulunan ve Zerdüşt’ten sonra Mecûsîlik’te Zerdüştîlik’le birleştirilen Zur-vanizm’de şehvet. Âz adlı dişi bir cinle sembollendirilmişti. Âz Maniheizm’e de geçmiştir.

Türkler’in müslüman olmadan önceki inançlarına göre bütün dünya ruhlarla doludur ve dağlar, göller, ırmaklar hep canlı nesnelerdir. Tabiatın her tarafına yayılmış olan bu ruhlar iyi ve kötü olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Tanrı Olgen’in emrindeki iyi ruhlar hem onun hizmetini görmekte hem de insanlara yardımcı olmaktadır. Bu ruhlardan Ya­yık, Ülgen’le insanlar arasında aracılık yapmakta. Suyla insanları korumakta ve ileride olacak şeyleri onlara haber ver­mekte, Ayısıt ise bereket ve refah sağ­lamaktadır. Diğer taraftan yer altı dün­yasının prensi olan Erlik’in emrindeki kötü ruhlar ise insanlara her türlü kö­tülüğü yapmakta, onlara ve hayvanlara hastalık göndermektedir. Erlik’in karan­lık dünyasına mensup bu ruhlara kara nemeler veya yekler denilmektedir ki yek Uygurca dinî metinlerde “şeytan an­lamındadır. Kötü ruhlar arasında daima kavga, ihtilâf ve savaş olmakta, hasta­lık, ölüm ve yaralar onlar tarafından ya­pılmaktadır. Her türlü hastalık ve kötü­lüğün sebebi sayılan bu cinler şaman ta­rafından hasta bedenlerden uzaklaştırıl­maktadır.

Yahudilik’te Bâbil sürgünü öncesi dö­neminde genel olarak melekler Mezopotamyalılar’dan, Ken’ânîler’den geçme münferit cinnî- ilâhî varlıklar (bel, leviat-han gibi) ve kavramlar olsa da bu dev­rede cinlere ve kötü ruhlara inancın İs­railli’nin hayatında fazla bir rolü bulun­mamaktaydı. Ancak dış etkilerle, özel­likle İran’ın düalist sisteminin tesiriyle iyi ve kötü varlıklar arasında ayırım baş­lamış, kötü varlıklar arasında kötü cin ve ruh anlayışı ortaya çıkmıştır. Rabbiler(Din adamları) devresi Yahudiliğinde (Rabbinik Yahu­dilik’te) cinler Aggada’da (Haggadah) ileri derecede, Haiakha’da ise nisbeten önem­li bir duruma sahiptir.

Yahudi kutsal kitabında iyi olsun kö­tü olsun bütün ruhanî, manevî varlıkların Tanrı’nın kontrolünde olduğu belirtilir. Bu metinlerde şeytan bile insanların Tanrı’ya itaatleri konusun­da bir hizmetçi ve elçi olarak, yahut ilâhî mahkeme önün­de onların sınırı aştıkları noktalarda bir davacı olarak görülür. Bununla beraber halk inanışlarının kut­sal kitabı etkilemesine örnek olarak gö­rülebilecek “şedim” veya “lilit” gibi de­yimler de vardır. Bunlardan şedim put­perestlerin tanrıları Seirim ile, lilit ise Mezopotamyalılar’ın Lilitus’u ile bir tutulur. Bu putperest tanrı­ları satir (yarı insan, yarı keçi) ve tüylü olarak tasvir edilmekteydi. Bunlar yahudilerce harabelerde bulun­duğuna inanılan cinnî varlıklar haline dö­nüştürülmüştür. Ayrıca yine önemli iki cinnî şahsiyet de Kippur denilen, kefaret günü günah keçisinin salıverildiği çöllük yerlerde yaşayan ve Levililer’de (16/8) adı geçen azazel ile kutsal kitap sonrası yahudi menkıbelerinde ge­çen, çocuklara saldırması ve Âdem’in ilk karısı olmasıyla bilinen dişi cin lilithtir (lilit’in müennesi). Eski Ahid veya yahudi kutsal kitabında ağrı ve felâket veren, kan emici cinlerden de bahsedilir.

Yahudilerde Bâbil sürgünü sonrası di­nî literatüründe cinlerle ilgili anlatımla­rın çoğaldığı görülmektedir. Sonraki kut­sal metinlerde, apokrif eserlerde ve halk menkıbelerinde, özellikle kabala denilen mistik gelenekte şekilsiz ve gölge gibi cinler, adları, özel görevleri bulunan bir­çok önde gelen cinlerle birlikte tasvir edilmekte; yarı melek, yarı insan olarak ıssız yerlerde yaşayan, geceleri hünerle­rini gösteren varlıklar kabul edilmek­teydi. Bunlar, bedenî ve malî felâket ve musibetlerle insanları ziyaret edip onla­rı Allah’ın yolundan saptıran varlıklar olarak düşünüldü. Böylece İran etkisiyle cinler sadece rahatsızlık, hastalık veren değil aynı zamanda kötülüğe sevk eden kötülüğün başı şeytanın emrindeki varlıklar olarak düşünülmeye başlandı. Bu temayül özellikle apokrif metinlerde gö­rülmektedir.

Aggada ile ilgili gelenekte cinlerin kay­nağı hakkında çeşitli varsayımlar ileri sürülmüştür. Buna göre cinler ilk sebt gününün akşamının alaca karanlığın­da Allah tarafından yaratılmıştır veya Âdem’in lilithten zürriyetidir, ya da ka­dınlarla cinsî yakınlığa giren kovulmuş meleklerin zürriyetidir; başka bir anlayışa göre de şeytanın başkanlığı altında Tanrı’ya isyan eden ko­vulmuş meleklerdir.

Klasik Yahudilik’teki cin kavramının genel mahiyetini en iyi Leviathan örneklendirebilir. Leviathan, Habeşliler’in yedi başlı dişi deniz canavarı, daha eski kökeniyle Bâbilliler’in Tiamat’ı ya da Ken’â-nîler’in Lotan’ı ile eş tutulabilen bir kö­tülük kaynağıdır; cinnî bir çöl varlığı olan Behemoth ve Rahab ile de yakından ilgilidir.

Ortaçağ Yahudiliğinde ve kabalist ge­lenekte cinler önemli bir yer işgal etmiş­se de XVII. yüzyıldan sonra bu literatür­de geçmeyen dibbuk denilen ayrı bir cin­nî varlık anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu var­lık günahları dolayısıyla yeryüzünde dolaşmayıp yaşayan bir insana girerek onu saptırır. Dibbuku uzaklaştırmak özel di­nî âyinleri gerektirir.

Yahudilik’te şeytanın cennetten kovul­ması, cinlerin başına geçmesi, sonunda Mihael ve semavî ordu tara­fından mağlûp edilmesi önemli bir olaydır. Hz. îsâ dönemi yahudilerinin kabul ettiği diğer bir cin de Beelzebul’dur. O cinlerin prensi idi.

Hıristiyanlık’ta cin anlayışı Yahudilik, Maniheizm, gnostisizm, Greko-Romen düşüncesi, yahudi apokrif ve apokalip­tik geleneklerinin bir karışımıdır. Ancak hıristiyan cin telakkisi daha çok milâttan önce II ve I. yüzyıllardaki yahudi apokrif ve apokaliptik literatüründen etkilenmiş, meleklerle birlikte yasayan insan kızlarından yasak ilişki sonucu bir dev sınıfı oluşup bunların da zamanla bir kötü ruhlar zümresine dönüştüğü konusu, Yeni Ahid yazarlarınca şeytan ve emrin­deki cinnî topluluk haline getirilmiştir. Aslında şeytan (satan) apokrif yahudi me­tinlerinde tedricî olarak kötülüğün kay­nağı haline getirilmekle beraber Tekvîn’in 3. bâbındaki yılanla bir tutulması, Eden bahçesinde ilk insan çiftine günah işle­terek buradan kovulmalarına yol açma­sı ve kendisinin de kovulması Yeni Ahid devresindedir.

Yeni Ahid, cinlerin putperestlerin tan­rıları olduğunu bildirmekteyse de on­ların bedenî ve ruhî hastalıkların kayna­ğı olduğunu da açıklamaktadır. Yeni Ahid’e göre cinler insanın içine girip hastalık yapar­lar; onlar ancak Tanrı’nın adı anılarak bedenden çıkarılabilir.

Pavlus, şeytan ve kötü güçlerin koz­mik bir tiyatroda, havada, yeryüzünde ve yer altında iş gördüklerini, şeytanın İsâ Mesih’in ikinci gelişinde kötülüğün krallığını yapacağını yazmıştı. Vahiy kitabında Armageddon Savaşı’nda iyi ve kötünün nihaî mücadelesi anlatılır. Bununla beraber On­gen, ilk kilisenin cinler ve melekler konu­sunda ciddi bir doktrin geliştirememesinden yakınmaktaydı. Tatian cinlerin ta­biatı üzerinde dururken İrenaeus cin ve meleklerin insanla Tanrı arasındaki du­rumunu tartışıyordu. Bütün bunlara rağ­men ilk Hıristiyanlık’ta daha fazla melek ve ruh üzerinde durulduğu, cin konusu­na pek el atılmadığı görülmektedir.

Asırlar geçtikçe büyü yapma ve cinle­ri kullanma uygulamaları artmış, XII. yüz­yıldan itibaren cinler hıristiyan sanatın­da her çeşit talihsizlik, felâket, sel, zel­zele, ferdî ıstıraplar ve ölümün sebebi olarak tasvir edilmeye başlanmıştır. IV. Lataron Konsili’nde cinler ve kâfirlerin şeytanla birlikte ebedî cezaya çarptırıla­cağı açıklanmış, XV ve XVI. yüzyıllarda cinnî inançlar zirveye çıkmış, ayrıca Av­rupa’da ve daha sonra Amerika’da cadı ve büyücülük büyük bir ilgi görmüştür. Reformcular da cin inancını kabul etti­ler. Ancak ilmî ilerlemeler sonucu Pro­testan ülkelerde bu konu eski itibarım kaybetti. Bununla birlikte cin çıkarma, Protestanlığın bir kolu olan reforme hıristiyan kilisesiyle doğu kiliselerinde hâ­lâ uygulanmaktadır.

İslâm öncesi Arap toplumunun inan­cında ruhlar âleminin, iyi ve kötü güçle­rin önemli bir yeri vardı. Bazı taş ve ağaç­larda, kuyu, mağara ve benzeri yerlerde insan hayatına tesir eden varlıkların mev­cudiyetine inanılıyordu. Ruhlar âleminin iyi ve faydalı olanlarını meleklerle cinle­rin bir kısmı, kötü ve zararlı olanlarını da şeytanlar ve cinlerin diğer kısmı teş­kil ediyordu. Câhiliye Arapları cinleri yer­yüzünde oturan ilâhlar olarak kabul edi­yor, meydana gelen pek çok olayı onla­rın yaptığına inanıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim’in bildirdiğine göre Kureyşliler, cin­lerle Allah arasında soy birliğinin oldu­ğunu ileri sürüyor, cin­leri Allah’a ortak koşuyor ve cinlere tapıyorlardı.

Câhiliye Arapları cinlerin de kabile ve gruplar halinde yaşadıklarına, birbirle­riyle savaştıklarına, fırtına gibi bazı ta­bii olayların cinlerin işi olduğuna inanı­yorlardı. İnsanları öldürdüklerini, kaçır­dıklarını, bazı cinlerin ise insanlara yar­dım ettiklerini, cinlerle evlenen insanla­rın olduğunu kabul ediyorlardı. Cinlerin başta yılan olmak özere çeşitli hayvan­ların suretine girdiklerine, genellikle ten­ha, kuytu ve karanlık yerlerde yaşadık­larına, insanlar gibi yiyip içtiklerine, has­talıkları onların getirdiğine, delilerin cin­lerin istilâsına uğramış kişiler olduğuna inanılıyordu.

 

Kelâm. el-Cin adıyla müstakil bir sûrenin bulunduğu Kur’ân-ı Kerim’de cinne, can ve cin kelimeleri geçmektedir. Bunlardan “delilik” anlamındaki cinne üç yerde “cin topluluğu”, cân iki yerde “yı­lan”, beş yerde “cin” anlamına gelmek­tedir. Yirmi iki yerde geçen cin kelimesi de melek ve insan dışındaki üçüncü var­lık türü karşılığında kullanılmıştır. Cin kelimesi sözlük ve terim mânalarıyla çeşitli hadislerde de yer almaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de verilen bilgilere gö­re cinler de insanlar gibi Allah’a kulluk etmeleri için yaratılmıştır. Cân insan tü­rünün mevcudiyetinden önce yakıcı ve her şeye nüfuz edici ateşten (nâr-ı semüm, mâric) halkedilmiştir. Cinlere de peygam­ber gönderilmiş, bir kısmı iman etmiş, bir kısmı kâfir olarak kalmıştır. Son pey­gamber Hz. Muhammed insanlara ol­duğu gibi cinlere de ilâhî emirleri tebliğ etmiştir. Cinler insanlara nisbetle daha üstün bir güce sahiptirler. Meselâ kısa sürede uzun mesafeleri katedebilir, in­sanlarca görülmedikleri halde onlar in­sanları görür, insanların bilmediği bazı hususları bilirler; fakat gaybi onlar da bilemezler. Gökteki meleklerin konuşmalarından gizlice haber almak ister­lerse de buna imkân verilmez. Evlenip çoğalırlar. İblîs de cinlerdendir ve insan­ların yanı sıra cinlerden de yardımcıları vardır. Bazı cinler Hz. Süleyman’ın emri­ne girerek ordusunda hizmet görmüş, mâbed, heykel, büyük çanak, kazan gi­bi nesnelerin yapımında insanlarla be­raber çalışmışlardır.

Hadislerde de cinlerle ilgili bazı bilgi­lere rastlanmaktadır. Her insanın yanın­da bir cin bulunduğunu, cinlerin mümin­lere vesvese vermeye çalıştıklarını, an­cak Kur’an okunan yerde etkilerini kay­bettiklerini ifade eden hadislerdeki cin­ler, Kur’ân-ı Kerîm’de “cin şeytanları” olarak kendilerinden söz edilen kötü cinler olmalıdır. Kulak hırsızlığı yapmak suretiyle gökten ha­ber alan ve doğru yanlış öğrendiklerini arkadaşları vasıtasıyla sihirbaz veya kâ­hinlerin kalplerine ulaştıran cinler de ay­nı grupta mütalaa edilebilir. Hz. Pey­gamber cinlerle konuşmuş, hatta rivayete göre namazını bozmaya çalışan bir cini yakalamış ve onu ashaba göstermek için bir yere bağlamak istemişse de da­ha sonra bundan vazgeçip serbest bı­rakmıştır. Diğer bir rivayete göre Resûl-i Ekrem geceleyin bir grup cinle bir ara­da bulunmuş, onlara Kur’an okumuş, sabah olunca da durumu ashabına anlatıp yaktıkları ateşin kalıntılarını kendi­lerine göstermiştir.

Cinlerle ilgili âyet ve hadislerin yoru­mu İslâm literatüründe kendine has bir yer işgal etmiş, ayrıca cinlere ve şeytan­lara tesir edip onları itaat altına alma yollarını konu edinen ve “ilmü’l-azâim” adı verilen bir ilim dalı da teşekkül et­miştir. Bu işlerle meşgul olan­lara Türkçe’de cinci denilmiştir. İslâm kaynaklarında cinlerin mahiyeti ve mev­cudiyeti, özellikleri, insanlarla ilişkileri, peygamberleri, âhiretteki durumları gi­bi hususlar onlarla ilgili tartışmaların ana konularını oluşturmuştur. Yine bu kaynakların bazılarına göre cinlerin mev­cudiyeti konusunda eski filozoflar da fi­kir beyan etmişler, bir grubu duyu ve akıl yoluyla idrak edilemeyen her şey gi­bi cinleri de inkâr ederken bir kısmı cin­lerin varlığını kabul etmiş ve onlardan “ervâh-ı süfliyye” veya “ervâh-ı mücerre­de” diye söz etmiştir. İslâm filozofların­dan Fârâbî, insanların aksine cinleri ko­nuşmayan ve ölmeyen canlılar olarak ka­bul eder. İbn Sînâ da cin kelimesine “çe­şitli şekillere girebilen, şeffaf yapılı ve konuşan latif canlı” anlamını verir. Ancak filozofa göre bu tarif, cinin varlık olarak mahiyetini açıklığa kavuşturmayıp sadece cin isminin kavram olarak ne anlama gel­diğini göstermektedir. Fahreddin er-Râzî ile onun görüşüne katılan bazı âlimler İbn Sina’nın bu açık­lamasından hareketle onun, cinin sadece adını kabul edip dış dünyadaki varlığını inkâr ettiği sonucuna varmışlardır. Buna karşılık Elmalılı Muham­med Hamdi, haklı olarak, İbn Sînâ’nın, mahiyetleri hakkında ayrıntılı bilgiye sa­hip olunamadığı için cinlere ait gerçek bir tarifin yapılamayacağına işaret etmek üzere söylediği bu sözden cinlerin varlı­ğını inkâr ettiği sonucunun çıkarılamaya­cağını belirtmiştir.

Kelâm âlimlerine göre cinlerin varlığı sadece vahiy yoluyla bilinip ispat edilebilir, akıl da bunu imkânsız görmez. Mev­cudiyetleri tartışma götürmeyecek şekil­de Kur’an’la sabit olduğundan cinleri in­kâr edenlerin küfrüne hükmeden kelâm âlimleri cinlerin mahiyeti konusunda farklı görüşler benimsemişlerdir. Bun­ları iki noktada toplamak mümkündür.

1- Cinler kendi başına kaim olan gayri maddî cevherlerden oluşur. Bu görüşü benimseyenlerden biri olan Gazzâlî’ye göre melekler, cinler ve şeytanlar gayri maddî cevherden oluşmaları açısından birbirlerine benzemekle birlikte -araz oluş noktasında aralarında benzerlik bu­lunan renk, ilim ve kudretin tür olarak birbirlerinden ayrı oluşları gibi- farklılık arzederler.

2- Cinler maddî cevherlerden oluşur. Ebü”l-Hasan el-Eş’arî ve Bâkıllânî başta olmak üzere bu görüşü benimseyen Eş’arîler’in çoğunluğuna göre hayat için bünye şart olmadığından her şeye gücü yeten Al­lah cinleri duyularla idrak edilebilen bün­yeleri olmaksızın yaratmıştır. Hayat için bünyeyi şart koşan Mutezile âlimleri ile Ebû Ya’lâ el-Ferrâ ise cinlerin basit ci­simlerden ibaret olduğunu kabul etmiş­lerdir. İbn Haldun, duyularla algılanamadıklarından ve neye delâlet ettikleri bili­nemediğinden Kur’an’da geçen melek, ruh, cin gibi kavramların müteşâbihattan kabul edilmesi gerektiğini söyler.

Çağımızda cinlerin mahiyetlerinin, “ate­şe karışan” (mâric) varlıklar olmaları dikkate alınarak karbon asidinden, “dumansız ateşten yaratıl­dıkları göz önüne alınarak canlılığını ruh­tan alan ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden, yahut bazı ha­dislerde hastalıkların sebebi olarak gös­terilmeleri dikkate alınarak mikroplar­dan ibaret olduğu tarzında birtakım gö­rüşler ileri sürülmüşse de bunlar ilmî bakımdan temellendirilememiş bazı teoriler niteliğindedir. Zira duyular ötesi varlıklardan olmaları sebebiyle sadece nakil yoluyla doğru bil­gi edinebileceğimiz cinlerin mahiyeti hak­kında naslarda ateşten yaratıldıklarının ötesinde bir bilgi mevcut değildir. Bazı Haşviyye mensupları hariç İslâm âlimle­rinin hemen hepsine göre mükellef ya­ratıklar olan cinlerin mükellefiyetin üs­tesinden gelebilmeleri için şuur, idrak ve irade gücüne sahip olmaları gerekir ki bu hususu çağımızda iteri sürülen gö­rüşlerle bağdaştırmak mümkün görün­memektedir.

Kur’an’da verilen bilgilere dayanıla­rak cinlere peygamber gönderildiği nok­tasında İslâm âlimleri arasında ittifak bulunmasına rağmen bu peygamberlerin insan veya cin türünden oluşu hususun­da görüş ayrılıkları vardır. Bir görüşe gö­re cinlere gönderilen peygamberin me­lek olması gerekir; diğer bir grup âlim de gönderildiği topluluğun meleklerden değil insanlardan oluşması sebebiyle in­san topluluklarına yine kendi türlerin­den peygamber gönderildiğini bildiren âyetle insan ve cin top­luluklarına içlerinden peygamberler gön­derildiğine işaret eden âyeti dikkate alarak cinlere gönderilen peygamberlerin cin türünden olduğunu savunmuşlardır. Âlimlerin çoğunluğu ise cinlere kendi türlerinden peygamber gönderilmediği, insanlara gönderilen pey­gamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberleri olduğu görüşündedir. Bir başka görüşe göre cinler arasından uya­rıcılar seçilmiş, onlar da insanlara gelen peygamberlerden aldıkları bilgileri cin­lere tebliğ etmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli milletlere gön­derilen peygamberlerin kendi içlerinden seçildiği ve kendi dillerini konuştuğu önemle vurgulandığına ve. “Ey cin ve insan toplulukları! Size içinizden peygamber­ler gelmedi mi?” mealindeki âyetlerin mevcudiyetine bakarak cinlere gönderilen peygamberlerin ken­di türlerinden olduğu tarzındaki görüşü tercih etmek mümkündür. Hz. Muhammed’in cinlere de gönderilmiş bir pey­gamber olduğu için “Resûlü’s-sekaleyn” unvanını alması ve özellikle Cin sûresin­de görüldüğü üzere vahyinin cinleri de kapsaması ona has bir meziyet olarak telakki edilebilir.

İslâm âlimlerine göre cinler mutlak gaybı bilmemekle birlikte uzun süre ya­şadıkları ve meleklerden haber sızdırabildikleri için insanların bilemediği bazı hususlara vâkıf olmaları mümkündür. Bunun dışında cinlere ilişkin âyetleri yo­rumlayarak cinlerin insanlar gibi doğan, yiyip içen, evlenip çoğalan, ölen ve hat­ta insanlarla ilişki kurabilen varlıklar ol­duğu âlimlerin çoğunluğu tarafından ka­bul edilir. Bazı kaynaklar, cinlerin yemek kokularıyla veya kemik vb. yemek artık­larıyla yahut hayvan dışkısıyla beslendi­ğini naklederse de tercih edilen görüşe göre kendilerine özgü bir tarzda besle­nirler. Yine kaynaklar cinlerin insan şek­lini alabildikleri gibi hayvanlardan yılan, kedi, köpek ve inek şekline de girebil­diklerini, dünyanın çeşitli bölgelerinde özellikle dağlık yerlerde, harabelerde, denizlerde, çöllerde, çöplüklerde ve me­zarlıklarda yaşadıklarını da kaydeder.

İnsanların cinleri görüp göremeyecek­leri hususu tartışmalıdır. İbn Abbas’a atfedilen bir rivayeti delil kabul edenle­re göre Hz. Peygamber dahi cinleri gör­memiş, İbn Mes’ûd’a atfedilen rivayete göre ise Resûl-i Ekrem cinleri görmüş ve onlarla beraber bulunmuştur. Şafiî’­nin, cin gördüğünü söyleyen birine ta’zîr cezasının uygulanması gerektiğini söy­lediği, bazı hadisçilerin de böyle bir id­dia sahibinin adalet (dürüstlük) sıfatını kaybettiğine hükmettikleri nakledilir. Mu’tezile âlimleri, latif cisimlerden oluş­maları sebebiyle cinlerin fiilen görüle­meyeceğini, ancak görülmelerinin teorik olarak imkânsız olmadığını kabul etmiş­lerdir.

Cinlerin insanlarla ilişkileri ve bir­birlerine karşı etkileri hususunda da âlim­ler arasında görüş birliği yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerine göre insanlarla cinle­rin birbirlerine tesir etmeleri mümkün­dür. Zira Kur’an’da, faiz yiyenlerin kıya­met günü şeytanın çarptığı kimselerin kalkışı gibi kalkacakları belirtilmiş, bir hadiste de şeytanın insan bedeninde kanın dolaştığı gibi do­laştığı bildirilmiştir. Bu tür nakiller yoru­ma tâbi tutulmadan zahiriyle benimsen­diği takdirde şeytanlar gibi cinlerin de insanları etkileyebileceği ve meselâ on­ları saralı hale getirebileceği sonucuna varılabilir. Hz. Peygamber’in, cinlerin in­sanlar üzerindeki etkilerinden kurtul­mak ve onları tesirsiz hale getirmek için Felak ve Nâs sûrelerinin, ayrıca Âyetü’l-kürsinin ve Bakara sûresinden bazı âyet­lerin okunmasını tavsiye etmesi de insanların cinlerin faaliyetlerine karşı kendilerini savunabilecekleri şeklinde yorumlanmış­tır. Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî gibi bazı Sün­nî âlimler, cinlerin sadece vesvese ver­mek suretiyle insanlara etkili olabilece­ğini kabul ederler. Cinlerin insanlar üzerinde etkili olabile­ceğini benimseyenlerin bir kısmı bunun daha çok sihir ve büyü faktörlerinde or­taya çıktığını söyleyerek cinlerin bu nevi İşlerde kullanılabileceğini ileri sürerler. Mânaları anlaşılmayan “havas” ve “azâim” türünden bazı metinlerin okunması yoluyla cinlerden faydalanma girişimin­de bulunulmasına huddâmcılık, bu işte kullanıldığı söylenen cinlere de huddâm denilir. Ancak önde gelen âlimlerin ço­ğunluğu, cinlerin tesirinden kurtulmak veya ona mâruz kalmamak için Kur’an okuma dışında herhangi bir yola başvu­rulmasını tasvip etmemişlerdir. İslâm dininin ana kaynaklarında bulunmayan azâim ve havassa dair bilgiler daha çok Mısır, İran, Türk ve Hint bölgelerinde ya­şayan eski kültürlerden müslümanlara intikal etmiş ve halk arasında yaygın bir şekilde benimsenen inançlar halini almış­tır. Mu’tezile’den Amr b. Ubeyd ve Kadî Abdülcebbâr gibi âlimler bu hususta Sünnî görüşü paylaşırken büyük bir kıs­mı da cinlerin insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı kanaatini ifade eder.

İslâm âlimleri, cinlerden kâfir olanla­rın cehennemde zemherîr (şiddetli soğuk) türünden veya daha başka azap çeşitle­riyle cezalandırılacağını kabul etmeleri­ne karşılık mümin olanlarının cennetle mükâfatlandırılması konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Çoğunluğa göre ilâhî buyruklara itaat eden mümin cinler cennete girecektir. Ebû Hanîfe baş­ta olmak üzere diğer bazı âlimler ise mü­min cinlerin cehennemden kurtulmak suretiyle mükâfatlandırılmış olacağı, fa­kat cennete giremeyeceği ve nihayet hayvanlar gibi yok edileceği görüşünde­dirler. A’rafta bulunacaklarını söyleyenler de vardır. Cennetle ilgili olarak Kur’an’da ve hadislerde yer alan birçok nas cinle­re dair herhangi bir ifade taşımamak­tadır.

Kelâma ve tefsire dair eserlerde, ay­rıca hadis şerhi mahiyetindeki kitaplar­da yer yer temas edilen cin konusunda müstakil eserler de yazılmıştır. Bunların en meşhuru, Hanefî âlimlerinden Bedreddin eş-siblî’nin Âkâmü’l-mercan fi ahkâmi’l-cân adlı eseridir. Ahkâmü’l  cân ve Garâ’ib ve ‘acâibü’l-cin adlarıy­la da yayımlanan eserde cin ve şeytan konularıyla ilgili âyetlerle hadislerden başka çeşitli bilgilere de yer verilir. Bazı zayıf ve uydurma hadislerle İsrâiliyat tü­ründen bilgileri de ihtiva eden kitap Muhammed Ferşad tarafından Cinlerin Es­rarı adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir. Bundan başka Ebû Hilâl el-Kufî’nin Ahbârü’l-cin İzâhu’t-meknûn, I, 411; Şa’râni’nin Keşfü’l-hicâb ve’r-rân can vechi es-iletil-cân; Abdülkerîm Ubeydâfın Âle-mü’l-cin fî dav’i’l-kitâb ve’s-sanne; Ömer Süleyman el-Eşkar’m çÂiemü’l-cin ve’ş-şeyâtîn; Ahmed Hulusi’nin Din-Bilim Işığında Ruh İnsan Cin ve Süleyman Ateş’in İnsan ve İnsanüstü, Ruh, Melek, Cin, İnsan adlı kitapları bu konuda yazılmış eser­lerden bazılarıdır.

 

 

CİN SÛRESİ

Kur’ân-ı Kerîm’in yetmiş ikinci sûresi.

Mekke devrinde nazil olmuştur, yirmi sekiz âyettir. Fasılası “elif” (ı) harfidir. Adını, bir cin topluluğunun Hz. Peygamber’den Kur’an dinlediğini bildiren birin­ci âyetten alır. Sûrenin nüzul sebebini açıklayan rivayetlerin de temas ettiği bu dinleme olayı Ahkâf sûresinde de (46/ 29-31) söz konusu edilmektedir. İbn Hişâm’ın rivayetine göre cinlerin Hz. Peygamberin Kur’an okuyu­şunu dinlemeleri, hicretten üç yıl önce Tâif dönüşü sırasında vuku bulmuştur. Bu sûreye, birinci âyetinin ilk kelimele­rinden dolayı “Kul ûhiye” sûresi de de­nilir. Kur’an’da “kul” (de ki) emriyle baş­layan beş sûrenin en uzunudur.

Cin süresinde. Kur’an dinleyen ve onun üstün belagatı ile yüce gerçeklerinden etkilenip imana gelen cinlerin ilâhî vah­ye duydukları hayranlık dile getirilirken vahyin etkili gücü ve çarpıcı özelliği or­taya konmakta, Kur’an âyetlerinin ihti­va ettiği iman gerçekleri cinleri bile et­kileyip yola getirdiği halde Mekke müş­riklerinin bu gerçeklere karşı direnmelerindeki tutarsızlık gözler önüne seril­mektedir. Üstelik onların inancına göre cinler sıradan yaratıklar olmayıp çok de­fa Tanrı yerine koyarak taptıkları ve Tanrı’ya ait yetkilerle donatılmış sanıp sığın­dıkları üstün varlıklardır.

Sûrenin nüzul sebebine gelince, Ab­dullah b. Abbas’tan nakledilen bir riva­yete göre, şeytanların semadan haber almaktan menedildiği bir dönemde Hz. Peygamber ashabından birkaç kişiyle birlikte sûk-ı Ukâz’a doğru gidiyordu. Semadan kovularak geri dönen şeytan­lara kavimleri neden hiçbir haber geti­remediklerini sorunca onlar da engel­lendiklerini ve üzerlerine alevlerle saldırıldığını söylediler. Bunun üzerine ka­vimleri onlardan bunun sebebini her ta­rafta araştırmalarını istedi. İçlerinden Tihâme’ye doğru İlerleyenler, sûk-ı Ukâz’a gitmek üzere Nahle’de bulunan Hz. Peygamber’in olduğu yere varmışlardı. Bun­lar, o sırada ashabına sabah namazını kıldırmakta olan Resûl-i Ekrem’in oku­duğu Kur’an âyetlerini işitince haber al­malarını engelleyen şeyin ne olduğunu anlayarak geri döndüler ve kendilerini hayran bırakan Kur’an’a inandıklarını, ar­tık rablerine hiçbir şeyi ortak koşmaya­caklarını açıkladılar. Bu rivayet bazı hadis kay­naklarında, Buhâride yer almayan, “Resûlullah cinlere ne Kur’an okumuş ne de onları görmüştür” cümlesiyle başladığın­dan, söz konusu olayda Hz. Peygamber’in kendisinden Kur’an dinleyen cin­leri görmediği anlaşılmaktadır. Gerek Cin sûresinin ilk iki âyetinde, gerekse konu ile ilgili diğer âyetlerde bu hususta bir açıklık bulunmamak­tadır. Bununla birlikte bu tür rivayetler­den. Hz. Peygamberin cinleri hiçbir zaman görmediği gibi bir sonuç çıkarmak da gerekli değildir. Mi’racda rabbini gör­düğü bazı âlimlerce kabul edilen ve en büyük meleklerden biri olan Cebrail ile sürekli görüşen Hz. Peygamberin cinle­ri ve şeytanları görmüş olması da tabi­idir. Ayrıca konuyla ilgili çeşitli rivayet­lerden ve bilhassa Abdullah b. Mes’ûd’dan gelen hadislerden, Hz. Peygamberin cinlere de vahyi tebliğ etmek için de­ğişik zamanlarda altı defa kendilerine Kur’an okuduğu anlaşılmaktadır.

Sûrenin muhtevası Allah’ın birliği, yü­celiği, gizli aşikâr her şeyi hakkıyla bil­diği, cinler hakkında abartılmış bilgi ve inançların yanlışlığı ve asılsızlığı, Kur’an vahyinin cinler üzerindeki etkisi ve âhiret hayatının kesin olduğu gibi husus­lardır. Bu gerçekler, sûre içindeki çok kesin ifadelerle gözler önüne serilmiş­tir. Buna göre cinlerin de mümini, kâfi­ri, iyisi ve kötüsü vardır. Allah’a inanma­yan cinler de tıpkı insanların kâfirleri gi­bi cehennemin yakıtı olacaklardır. İna­nan insanların onlardan çekinmesine ge­rek yoktur. Çünkü onlar, Allah’a sığınan­lara ve O’nun koruduklarına hiçbir zarar veremezler, kendilerine sığınanlara da bir fayda sağlayamazlar. Zaten Kur’an geldikten sonra cinler eskisi gibi etkili olamamaktadır. Cinlerin gaybı bildikleri ve her şeyden haberdar oldukları sanılmamalıdır. Allah, murad ettiği peygam­berler hariç, kendi gayb bilgisine kim­seyi muttali kılmamıştr. Ahiretteki azap ve mükâfat dahil olmak üzere Allah’ın vahiy yoluyla bildirdiği her şey gerçek­leşecektir.

Sûrenin ilk yarısında cinlerin diliyle ifa­de edilmiş olan dinî gerçekler, ikinci yarısında ya doğrudan ilâhî ifadeler şek­linde veya Hz. Peygamber’e söyletilmek suretiyle tekrar dile getirilir. İlk bakışta aynı şeyleri tekrar eder nitelikte görü­nen bu ikinci grup âyetin sûrede yer alı­şı, vahiy bilgisinin -cinlerin elde ettikleri de dahil- her türlü bilgi ve habere üs­tünlüğünü vurgulama ve sıradan bir bil­gi olmadığını belirtme hikmetine bağlı olmalıdır. Nitekim ilk çağlardan beri cin­lerden bilgi toplama peşinde koşanlar ve bu uğurda ömür tüketenler, bütün insanlığın değil bir tek insanın hidayeti­ne yetecek kadar bilgi birikimi elde ede­memişlerdir. Ortaya koydukları bazı bil­gi kırıntıları ise son derece çelişkili ve tutarsız şeylerden ibarettir.

Cin sûresini okumanın faziletlerine dair Sa’lebî ve Vahidî gibi bazı müfessirlerce Übey b. Kâ’b’den rivayet edilen ve daha sonraki bazı tefsirlerde yer alan, “Kim Cin sûresini okursa kendisine Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanan ve inanmayan bütün cinlerin sayısınca kö­le azat etmişçesine sevap verilir” anlamındaki hadisin mev­zu olduğu kabul edilmiştir.

Cinlerin insan türünü etkilediği ve onların sağlığına zarar verdiği inancıyla, cin şerrine mâruz kaldığı kabul edilen bazı hastaların üzerine Cin sûresinin kırk bir defa okunması, sûre içinde beş defa tekrarlanan “ahadâ” kelimelerinde hastaya üflenmesi bazı yörelerde benim­senen bir usuldür. Ancak İslâm literatüründe bununla ilgili olarak güvenilir her­hangi bir kayıt mevcut değildir. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cin Maddesi)

 

posted in CİN-MELEK | 0 Comments